ABDÜLVEHHÂB EŞ-ŞA'RÂNÎ RAHMETULLAH-İ ALEYH HAYATI VE İLMÎ ŞAHSİYETİ
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, Ebu’l-Mevâhib
Abdülvehhâb b. Ahmed eş-Şa'rânî (veya eş-Şa’râvî) ismiyle anılmıştır. “Şa'rân”
nisbesinin “saç” kelimesinden türetildiği ifade edilse de, bu nisbenin asıl olarak Yukarı Mısır’da Rîf
bölgesinde yer alan Münûfiyye şehrinin bir köyü olan Ebu Şa'ra köyüne nispetle
kullanıldığı ifade edilmiştir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî,
el-Kibrîtu’l-Ahmer adlı eserinde kendisi hakkında “eş-Şa'râvî”, diğer eserlerinde ise “eş-Şa'rânî” nisbesini
kullanmıştır. Şa'rânî’nin öğrencisi Abdurrauf el-Münâvî (öl. 1031/1622),
Tabakât’ı el-Kevâkibu’d-Durriyye fî Terâcimi’s-Sûfîyye"sinde, İbn İmâd (öl. 1089)
Şezerâtu’z-Zeheb’inde, “Şa'râvî” nisbesini kullanırlar.
“Şa'râvî” ve “Şa'rânî” nisbesini
“Sha’rawî und Sha’rânî” adlı makalesine konu edinen Karl Vollers, ismin
kökeninin Şa’r’dan (saç) geldiği izahının doğru kabul edilemeyeceğini, yazara
doğduğu yere göre “Şa‘râvî”, daha sonra ise Kahire‘de ikamet ettiği mahalleye
göre de “Şa‘rânî” adı verildiğini şu şekilde açıklamıştır:
“Flügel, Abdülvehhâb b. Ahmed
Şa’ranî’nin akâidi hakkındaki makalesinde bu akaidin yazarına “saçlarının bol
olmasından dolayı” Şa’ranî veya Şa’ravî denildiğinden bahsetmektedir. Bildiğim
kadarıyla bu görüş hiçbir yerde ele alınmamıştır. Aşağıdaki vereceğimiz
bilgiler, onun kökeni kesin olmayan isminin “şar” (saç, tüy) kelimesiyle
ilişkilendirilmesinin bir dayanağı bulunmadığını, ismin bu iki şeklinin daha
çok yöre ağzı olduğunu ve bunların her birinin yazarın ismiyle ayrı ilişkiye sahip
olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Abdüvehhâb, Mısır'da Kahire yakınlarındaki
Minûfiyye vilayetinin Sakiyyetu Ebû Şa’ra denilen küçük bir köyünde doğmuş ve
bu beldenin adından türetilen Şa’râvî adını almıştır. Talebesi Münâvî‘nin
bildirdiğine göre daha 7-8 yaşlarında bir çocukken Kahire‘ye gider ve din
yolundaki birçok mücadeleden sonra mistik bir hareketin lideri olana kadar
Kahire‘de, Şehir kanalının yakınındaki Muskî caddesinden şehrin kuzeydoğu
sınırlarına kadar uzanan Benu’s-Sûreyn caddesinde ikamet eder. Şa’ravî 973
yılında burada ölmüştür. (eş-Şa'rânî) bu mahallede yer alan ve daha sonra kendi
adı verilen en sevdiği Caminin yanına defnedilmiştir. Benu’s-Sureyn caddesinin
Şa’ravi‘nin evinin yeri olan ve şimdi bir Caminin bulunduğu kısmı Babu’ş- Şa’riyye
mahallesi sınırları içindedir. Bu konuda açık bir delil getiremiyorsam da
kendisi ölümünün hemen ardından yörenin evliyası diye anıldığından, özellikle
de adının bu ikinci şekli Babu’ş-Şariyye‘ye doğal mensubiyet olduğundan yazarın
adının ikinci şeklinin bu mahalle ile ilgili olduğunu söylemekte sakınca
görmüyorum. Yeni dilde -îyye ile biten isimler bir çifte mensubiyeti ifade
etmektedirler. Tür/soy isimleri -îyye ekinin atılmasından sonra mensubiyet eki
olan -âvî ekini alırken, coğrafî isimler de -ânî ekini alabilirler, örn.
Iskenderîyye-lskenderânî; Sâlihîyye-Salîhânî; Taberîyye- Taberânî; yine aynı
şekilde Şa‘rîyye - Şa‘ranî. Yani yazara önce doğduğu yere göre Şa ‘râvî, daha
sonra ise Kahire ‘de ikamet ettiği yere göre ise; Şa ‘rânî adı verilmiştir.”1
Flügel, Kremer ve Perron,
çalışmalarında yazarın isminin ikinci şeklini yani “Şa'rânî”yi tercih
etmelerine rağmen, Vollers, “Şa‘râvî” şeklini kullanılmasını gerektiren bazı
nedenler bulunduğunu söylemektedir:
“Çünkü adının bu birinci şekli, adının
verildiği Caminin kapısında Hicri 1188 yılından beri yazılı durmaktadır.
Fransız araştırma gezisinin bir haritası da aynı şekilde Abdülvehhâb ‘ın
neslinden gelen ve onun adının verildiği Caminin vakıflarını yönetenler de bu
ismi kullanmaktadırlar. Edward William Lane de elli yıl önce Kahire ’de bu
ismin yaygın bir şekilde kullanılmsına şahit olmuştur.”
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî kendi hayat
hikayesini anlattığı -otobiyografisi- Letâifu ’l-Minen adlı eserinde; ‘Allah
’ın Kendisine İhsân Etmiş Olduğu Soy Yüceliği’ bahsinde soy şeceresini şöyle
sıralamaktadır:
Beni melikler ailesinden kıldığı için
Allah Tealâ’ya hamd ederim. Ben -Allah Tealâ’ya hamd olsun- Abdülvehhâb b. Ali
b. Ahmed b. Ali b. Muhammed b. Zufâ b. Şeyh Musa -Behnesâ beldelerinde
Ebu’l-İmrân diye bilinir- altıncı göbekten dedem İbnu’s-Sultan Ahmed’dir, (onun
soyu ise:) İbnu’s-Sultân Said, İbnu’s-Sultân Kâşîn, İbnu’s-Sultân Mahyâ,
İbnu’s-Sultân Zûfâ b. Reyyân, İbnu’s-Sultân Muhammed, İbn Mûsâ, İbnu’s-Seyyid
Muhammed b. el-Hanefiyye, İbnu’l-İmâm Ali b. Ebî Tâlib (kerremallâhü vecheh ve
radıya'llâhu anh)”
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî eski soy
şeceresinde, Muhammed b. el- Hanefiyye’den önce iki ismin silinmiş olduğunu ve
bunların kim olduklarını bilmediğini söyler.10 Şa'rânî, Tilimsan’ın (şimdiki
batı Cezâyir) Benu Zuğla sultanlarının bir torunudur.11 O, yedinci göbekten
dedesi Sultan Ahmed’in Şeyh Ebû Medyen el-Mağribî (öl.707/1307) döneminde
Tilimsan şehrinin sultanı olduğunu ve dedesi ile Ebû Medyen arasında şu
konuşmanın geçtiğini nakleder:
- “Nesebin
kime dayanır? ”
- “Babam
Sultan Ahmed’dir.”
- “Ben
soy asaleti yönünden nesebinin kime dayandığını kastettim.”
- “Soyum
Muhammed b. el-Hanefiyye’ye dayanıyor.”
- “Mülk,
şeref ve fakr bir arada durmaz.”
- “Efendim!
Ben, fakr dışındakileri çıkarıp attım.”
Bunun üzerine Şeyh Ebu Medyen, dedemi
yetiştirdi ve tarikat yolunda kemâle erince ona Yukarı Mısır’a gitmesini
emretti ve şöyle dedi: “ ‘Huv’ tarafına git! Zira senin kabrin oradadır.”
Nitekim dediği gibi oldu.
Şa'rânî, beşinci kuşaktan dedesi Ebû
Medyen’in hangi tarihte Yukarı Mısır’a gittiğini belirtmemektedir. Ancak, bu
zatın Huv şehrinde başarılı bir davet hizmeti gördükten ve Yukarı Said
bölgesinde oldukça büyük bir kalabalığın tasavvuf yoluna girmesine vesile
olduktan sonra 707 (1307) yılında vefat ettiği bildirilmiştir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî’nin ailesi
hicrî dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar Yukarı Mısır bölgesinde ikamet etti.
Bu tarihte ailesinin reisi olan Ahmed Şihâbuddin, Minûfiyye’de Ebû Şa'râ köyüne
hicret etti. Burada ilim ve ibâdet için bir zâviye inşâ etti. Ahmed, 828 (1424)
yılında vefat etti.
Şa'rânî’nin dedesi Ali b. Şihâb
(öl.891/1486), yirmi yaşında hukûkî meselelere fetvâ vermek üzere icâzet almış
ve öğrencilik yıllarında Zekeriyya el- Ensârî ile birlikte Ezher’de eğitim
görmüş âlim ve tasavvuf ehli bir zâttı. Şa'rânî Tabakât’ında dedesinin geniş
bir biyografisine yer vermiştir. Şa'rânî’nin hocalığını yapmış olan Zekeriyya
el-Ensârî dedesi hakkında kendisine şunları söylemiştir:
“ Deden Ali b. Şihâb, Ezher’de benim
yakın arkadaşımdı.
Orada dedeni ve beni örnek olarak
gösterirlerdi. Ne var ki o verâ konusunda benden üstündü... ‘Minhâc’,
‘Şatıbiye’ ve ‘Minha’ adlı üç eseri vardır. Gerek üç eserini ikmâl ettiği;
gerekse yedi kırâat üzerine Kur’ân okuduğu sıralarda yaşı yirmi civarındaydı.”
Ali b. Şihâb’ın, Şa'rânî’nin
doğumundan önce Kahire’deki ulemâ ve sûfî çevrelerle olan ilişkisi Şa'rânî’nin
ilmî ve mânevi gelişimine etkide bulunacaktır. Şa'rânî, eğitimine devam etmek
için Kahire’ye gittiğinde dedesinin öğrencilik yıllarından el-Ezher’deki arkadaşı Şâfiî bir baş kadı olan Zekeriyyâ
el-Ensârî, yönetimi altında eğitim göreceği kişi olacaktı. Ali b. Şihâb’ın
şeyhi İbrâhim Matbûlî, Şa'rânî’nin en etkili mânevî rehberleri Ali el-Havvâs
el-Burullûsî’nin de şeyhiydi. İbrahim el-Matbûlî, Ali b. Şihâb’ın kendi köyünde
kurduğu zaviyeyi kırsal bölgedeki yolculukları sırasında ara sıra ziyaret
etmişti. Bu ilişki, Şa'rânî’nin manevi
gelişiminde büyük bir rol oynamıştır.
Şa'rânî, dedesinin ateş yemek, ateşe
girmek, dil veya avuç üzerinde kılıç gezdirmek gibi bazı tarikatların nâhoş
uygulamalarına muhalefet ederek bu uygulamalara kendi beldesinde izin
vermediğini söyler.
Şa'rânî, Resûlullah’ın neseple
böbürlenmeyi yasaklamasından dolayı, dedesi, babası ve amcalarının neseblerini
gizli tuttuklarını ancak kendisinin, nesebinin tamamen unutulacağından endişe
ettiği için eserlerinde soyu ve sülalesi hakkında bilgi verdiğini söyler. Ayrıca Şa'rânî amcasının oğlu Kemâleddin’den,
asil soylarının, hanelerinin zayıflamasından ve tükenmesinden korkan, hilafetin
amcalarının çocuklarına geçmesinden çekinen Abbasi halifesi Sîdî Ya’kub’u
tedirgin ettiğini bunun üzerine ailelerinin şecerelerini imhâ etmesi için
rüşvet verdiğini nakleder. Ancak
Şa'rânî, ailesini herhangi bir halifelik iddiasında bulunmaktan sakındırmıştır:
“Ömrüm hakkı için, Şerifler bu işe
bizden daha layıktırlar.
Çünkü Mısır’da sayı bakımından daha
fazladırlar. Allah onların sayısını artırsın. Bizlere de onların değerini
anlamayı ve hizmetlerinde bulunmayı nasip eylesin...”
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, 899/1493-94
yılında anne tarafından dedesinin memleketi olan Kalyubiyye şehrinin Kalkaşende
köyünde dünyaya gelmiştir.
Şa'rânî’nin doğum tarihi hakkında kaynaklarda farklı rivayetler
kaydedilmiştir. Ali Mübârek,
Şa'rânî’nin 898 yılının ramazan ayının yirmi yedinci gecesinde doğduğunu
bildirmiştir. Ancak Şa'rânî,
Letâifu’l-Minen adlı eserinde "911 yılının başlarında Mısır’a geldim. Bu
sırada on iki yaşındaydım” demektedir.
Bu ifadesine göre Şa'rânî 899/1493-94 yılının başlarında doğmuştur.
Malîcî’de bu tarihi vermektedir.
Şa'rânî’nin doğum tarihi olarak onun biyografisini ele alan kaynaklarda
rastlayamadığımız 897 (1491-1492) yılı da zikredilmiştir.
Şa'rânî’nin doğmuş olduğu Yukarı Mısır
bölgesinin, tarih boyunca mistik ve tasavvufî bir geleneğe sahip olduğu
görülmektedir. Bu bölge, Mistisizm, Hellenizm, Hristiyanlık ve son olarak
İslâmiyet’in geliştiği bir bölgedir. Nitekim, Yeni Eflatuncular ekolünün öncüsü
Plotinus, Mısır’da doğmuştur. St. John’un, mistisizminden etkilendiği Yahudi
Philo bir İskenderiyeli idi. Yine Mısır çöllerinde yaşayan Hristiyan münzeviler
St. Macarius ve Lycopolisli John gibi ünlü mistikleri benimsemişlerdir.
Öğretileri geç devir tasavvuf akımına temel olan ilk İslâm mistiklerinden
Zunnûn el-Mısrî (öl.245/859) de bir Yukarı Mısır yerlisidir.
Şa'rânî, doğumundan kırk gün sonra
babasının köyü olan Ebû Şa'râ’ya götürüldü.
Şa'rânî’nin âilesi köylerinde toprak sahibi olup geçimlerini bu
topraklardan sağlamışlardı. Şa'rânî’nin
babası Ahmed Şihâbuddin, tarımla uğraşmanın yanı sıra köylülerin vergilerini
kaydeden bir kâtip olarak hizmet etmiştir.
Ahmed Şihâbuddin fıkıh, hadis, nahiv ve Kur’ân ezberinde eğitim görmüş
bir âlimdi. Ahmed Şihâbuddin, babası Ali gibi Kahire’de ilim tahsil etmiştir.
Salih Bulkinî, Yahya el-Münâvî ve İbn Hacer el-Askalânî gibi âlimlerden ders
almıştır. Malicî, el-Menâkibu’l-Kübrâ
adlı eserinde Ahmed Şihâbuddîn’in şiirler yazdığını, vaaz verdiğini ve
astronomi hakkında bilgi sahibi olduğunu kaydeder.
Babasının gözetimi altında ilk eğitimini
alan Şa'rânî, babasından Kur’an-ı Kerîm ve hadis dersleri almıştır. Kurân-ı
Kerîm’in bazı kısa sürelerini ve bazı hadisleri onunla birlikte okumuştur. Şa'rânî, babasının tasavvufla olan
ilişkisinden bahsetmemiş ve Tabakâtu’l-Kübrâ adlı eserinde onun biyografisine
yer vermemiştir. Halbuki Şa'rânî, dedesi ve kardeşi Abdulkadir’in tasavvufî
yönleri hakkında bilgiler vermiştir. Şa'rânî’nin, babasının tasavvufla olan
herhangi bir ilişkisine değinmemesi ve Tabâkâtta biyografisine yer vermemesi
onu tasavvuf ehli olarak görmediğini göstermektedir. Ahmed Şihâbuddin 907/1501
yılında vefat etmiştir.
Babası Ahmed Şihâbuddin’in ölümünden
sonra Şa'rânî, kardeşi Abdulkadir ile (öl.956/1549) çalışmalarına devam etti.
Daha sekiz yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i ezberleyerek hafız oldu. Şa'rânî,
Kur’ân-ı Kerîm’in yanı sıra Ebû Şuca’ ve el- Ecrûmiyye adlı eserleri
ezberlediğini ve kardeşi Abdulkadir’e okuyarak mütalaa ettiğini
bildirmiştir. Şa'rânî, kardeşi
Abdulkadir’den sûfî, âlim ve dedeleri tarafından kurulan zâviyenin
yöneticiliğini yapmış birisi olarak bahsetmektedir. Şa'rânî, kardeşinin
tevekkül inancına bağlılığını gösteren bir menkıbe nakleder. Zaviyenin
kavunları ve ürünlerinin çalınmaması için önlemler almaktansa Abdulkadir,
‘herkes rızkını Allah’tan alır’ düşüncesiyle hiçbir önlem almamıştır. Şa'rânî olgunluk çağına erdiğinde hac
ibâdetini yerine getirmek üzere Mekke’ye ilk defa kardeşi ile birlikte
gitmiştir. 956/1549’da vefat eden Abdulkadir, Ebû Şa’ra’da gömülmüştür.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî de dedesi ve
babası gibi ilim tahsil etmek için Kahire’ye gitmiştir. Böylece o, Kahire’de
eğitim gören ailesinin üçüncü kuşağı olmuştur. Ancak o, babası ve dedesi gibi
Kahire’den geri dönmeyecek, sonraki yıllarında Mısır’daki en zengin sûfî
zâviyelerden birisine başkanlık etmek için başkentte kalacak ve geç dönem
tasavvufun, büyük şahsiyetlerinden birisi olacaktı. Şa'rânî on iki yaşında iken
kasabanın mübâşirlik görevini sürdüren Şeyhu’l-Hidr tarafından Kahire’ye getirildi.
Bu dönemde Şa'rânî’nin bakımını o üstlenmiştir.
Öldüğünde Şa'rânî’ye mîras da bırakmış, ancak Şa'rânî bu mirası hukûkî
vârislere geri verdiğini ifade etmiştir.
Şa'rânî, Kahire’de şehrin girişinin kuzeyinde yer alan Bâbu’ş-Şa'riyye
mahallesindeki el-Gamrî Camisine yerleştirildi ve on yedi yıl burada ilim
tahsil etti. Şa'rânî, Kahire’ye gelişini
ve el-Gamrî Camisindeki ikâmetini şöyle anlatır:
“Kahire ’ye gelişim 910 yılının
başlarındaydı. O zaman on iki yaşındaydım. Sîdî Ebu’l-Abbas el-Gamrî Camisine
yerleştim. Allah Teâlanın, bu Caminin hocasının ve çocuklarının kalbinde bana
karşı yarattığı şefkat sayesinde onların aralarında onlardan birisi gibi
kaldım. Yediklerinin aynısını yedim,
giydiklerinin aynısını giydim. Temel şerî kitapları ve onlardan önce okunacak
alet ilimlerine ait kitapları hocalara okuyup ezberleyene kadar onların
arasında kaldım. O günden beri -Allah’a hamdolsun- çeşitli günahlara düşmekten
açık bir şekilde korundum ve halk nazarında inanılır birisi olarak hayatımı
sürdürdüm.
Bana çoğu zaman altın, gümüş, değerli
elbiseler teklif ediyorlar. Ben ise onları kimi zaman reddediyor, kimi zaman da
alıp Caminin ortasına bırakıyordum,ve civarda yaşayanlar da bunları
alıyordu.” Gamrî Câmi-Medresesi’nin
kurucusu, Kahire ve yakın bölgelerde oldukça aktif bir rol oynayan Muhammed İbn
Ömer el-Gamrî idi. Oğlu Ebu’l-Abbâs el-
Gamrî (öl.905/1149-50) babasından görevi
aldı ve faaliyetleri devam ettirdi.
Caminin kurucusunun torunu Hasan
el-Gamrî (öl.939/1532/33) Şa'rânî’nin yakın bir arkadaşıydı. el-Gamrî Camisinin
imamı Âminuddîn, Şa'rânî’nin ilk hocasıydı.
Şa'rânî, el-Gamrî Camisinde geçirmiş
olduğu on yedi yıl boyunca zamanını zühd, ilim ve ibâdetle geçirdiğini, ibâdet
ettiği uzun geceler boyunca uyanık kalabilmek için boynuna halat bağladığını,
kendisini kırbaçladığını veya soğuk suda elbisesini ıslattığını bildirmiştir.
Şa'rânî, otobiyografisinde Kahire’deki
ilk yıllarında yoksulluk çektiğini anlatır. O, insanların sebze ve meyve
yıkadıkları yerlerde bırakmış oldukları sebze kabukları ve kökleri arasında
artık yiyecekler aradığını anlatır.
Şa'rânî, o dönemde pek çok sûfînin yaptığı gibi cenaze namazı kıldırarak
ufak bir gelir elde etmiştir. Cenazeler azaldığı zaman üzüldüğünü hissetmeye
başladığı anda suçluluk duyarak bu uygulamayı terk ettiğini söyler.
Şa'rânî’nin çocukluğunun nasıl geçtiği
ve yetişme tarzı üzerine birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Kremer ve Nicholson, Şa'rânî’nin çocukluğunda dokumacılıkla iştigal
ettiğini söylerken, yine bir müsteşrik olan Vollers ise şunları söylemiştir:
“Şa'rânî’nin özel hayatında dokumacı
olduğu malûmtı Von Kremer’in bir yanlış anlaması sebebiyledir. O, tüm yaşamını
ibâdet ve eğitime adamıştır.”
Şa'rânî’nin bu konuda söyledikleri ise şunlardan ibârettir:
“Allah Teâlâ’nın bana ihsan ettiği
nimetlerden birisi de, çocukluk yıllarımdan itibaren beni ilim talebinden ve
ibâdetten alıkoyacak herhangi bir engelin söz konusu olmamasıdır. Dünyada aza
kanaat etmem bana, giydiğim elbise ve yediğim et olmuştur. Bu kanaattir ki,
dünyalık için herhangi bir kimse karşısında zillete düşmekten müstağni
kılmıştır. Büluğ çağına vardığım günden itibaren ne herhangi bir sanata
bulaşmak ne de dünyevî bir karşılığı olan bir vazifede bulunmak benim için vâki
olmuş değildir. Hak Teâlâ şu anıma kadar beni, hiç ummadığım yerlerden
rızıklandırmaya devam etti. Nicelerinin bana teklif ettiği bin dinarı ve daha
fazlasını tek kuruşunu kabul etmeden reddetmişimdir. Nice ticaret erbabı ve
ileri gelen kişiler bana altın ve gümüş getirdi de, ben onları el-Gamrî
Camisinin sahanlığına saçtım, düşkünler gelip topladı...”
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, el-Gamrî
Camisinde bir yandan bu caminin ilk hocası Âminuddîn’den şerî ilimleri tahsil
etmiş, diğer yandan derin bir şekilde mânevi gelişimini etkileyen tasavvufî
çevrelerle ilişki kurmaya başlamıştı. Tanta’da Ahmed el-Bedevî Camisinden sonra
Mahyâ zikirlerini 897/1491-92
el-Ezher’e de taşıyan Nureddin Ali eş-Şûnî (öl.944/1537-38) ile tanıştı.
Şa'rânî yedi yıl boyunca onunla birlikte el-Ezher’deki mahyâ zikirlerini
katıldıktan sonra Şûnî, onu bu toplantıyı 918/1512-13’ten sonra el-Gamrî
Camisinde yönetmesi için yetkilendirdi.
Mahyâ zikirlerini el-Gamrî Camisinde
düzenlemeye başladıktan sonra Şa'rânî’nin şöhreti oldukça artmıştır. Bu durum
bir grup arkadaşının kıskançlığına yol açmış ve onları harekete geçirmiştir.
Onlar, mahyâ ve zikir toplantılarına katılanlara rahat vermemeye başladılar.
Çünkü onlara göre caminin lideri Ebu’l-Hasan el- Gamrî’ye (öl.939/1529) rağmen
Şa'rânî tercih edilir olmuştu. Şa'rânî
bu sebeplerden dolayı el-Gamrî Camisini terketmek zorunda kalmıştır. Ali
Mübarek ise el-Hitatu’l- Cedîde isimli eserinde Şa'rânî’nin doğduğu
‘Kalkaşende’ âlimlerini zikrederken Şa'rânî’nin de biyografisine yer vermiş,
onun el-Gamrî Camisinden Ummu Havand medresesine taşınmasını şu şekilde
anlatmıştır:
“Tabakât’ında eş-Şeyh Ebu’l-Abbâs
el-Gamrî’nin biyografisini verirken naklettiği üzere on yedi yıl
el-Câmiu’l-Gamrî’de ikâmet etmiştir. Orada ilim ve kitap şerhleri
ezberlediğini, sûfîyoluna girdiğini, 918 senesinde Peygamber (s.a.v.) ’e Dua
Meclisi meclisu’s-Salât, düzenlediğini anlatır. Daha sonra el-Gamrî Camisinden
Kâfur el-Ahşidî sınırındaki Ummu Havend olarak bilinen medreseye taşındı.
(Şa'rânî bu câmiden ayrıldı) Çünkü, el-Gamrî ehlinden bir grup dua meclisinde
insanları kendisinde toplaması üzerine onu kıskandılar, ona karşı kötü niyetli
planlar düzenlediler, zikre dillerini uzattılar, onun hakkında kötü sözler
söylediler ve onunla (Şa'rânî ile) birlikte Peygamber (s.a.v.) ’e düzenlenen
zikir ve salât meclislerine gelmeyeceklerine dair mushaf üzerine yemin
ettiler.”
Abdulhafîz Ferağlî, Abdulvehhâb
eş-Şa'rânî İmâmu’l-Karni’l-Aşir adlı eserinde Şa'rânî’nin el-Gamrî Camisinden
Ummu Havand Medresesine taşınmasını şu şekilde açılar:
“Bazı tarihçiler, Şa'rânî’nin el-Gamrî
Camisinden yeni mekanına taşınmasının sebebi hakkında görüşler bildirmişler ve
bu konu hakkında muhtelif sebepler zikrederek Şa'rânî’nin değerini düşürmeye
çalışmışlardır. Ancak temel sebep kalplerin ona sevgi beslemesi ve ona
yönelmesiyle, ziyaret edenlerinin ve ona itimad edenlerin çoğalmasıyla
Şa'rânî’nin elde etmiş olduğu nüfuzla ilgilidir. Bu durum çevresindeki
komşuların ve Camide kendisiyle birlikte ikamet edenlerin kıskançlığına
sebebiyet verdi. Böylece onlar, ona rahatsızlık vermeye başladılar ve onu
oradan taşınmaya zorladılar.”
Şa'rânî, el-Gamrî Camisinden ayrılmak
zorunda kaldıktan sonra hiçbir zaman onlara kin beslemediğini belirterek,
zâviyesine yardım etmek üzere gelen kimseleri el-Gamrî Medresesi, Abdulkâdir
Kâdirî Zâviyesi, Ali el-Marsâfî Zâviyesi gibi Kahire’nin diğer medrese ve
zaviyeler yönlendirdiğini bildirir.
Şa'rânî, on yedi yıl ikâmet ettiği
el-Gamrî Camisinden ayrılarak 927 yılında Kâfur el-Ahşidî geçidindeki Ummu
Havend Medresesi’ne taşınmıştır.
Şa'rânî, entrikaların ve kıskaçlıkların olduğu bir ortamdan huzurlu bir
ortama yerleşmiş ve mihnet dönemi sona ermiştir. Şa’rânî bu medresedeki ikâmeti boyunca Hz.
Peygamber için düzenlenen zikir toplantılarını rahatça gerçekleştirme imkânına
sahip olmuş ve bu toplantılara katılan pek çok üst düzey devlet yetkilileriyle
tanışma imkanına sahip olmuştur. Böylece şöhreti giderek daha da artmıştır.
Şa'rânî, Ummu Havand Medresesindeki
ikametinden sonra bu medresede tanıştığı devlet yetkililerinden birisi olan
Muhyiddin el-Uzbekî tarafından kendisi adına yaptırılan zâviyesine taşınmıştır.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî’nin yıldızı
Muhyiddin el-Uzbekî tarafından kendisi için bir zâviye inşâ etmesinden sonra
parlamış ve bu zâviyede Kahire toplumundaki nüfûzu oldukça artmıştır. Ali
Mübârek, Şa'rânî’nin bu zâviyeye yerleştikten sonraki nüfûzunu şöyle anlatır:
“Emirler ve Arap reisleri daima ona
olan sevgilerini ifade etmişlerdi. Bu öyle bir sevgiye ulaşmıştı ki, hiç kimse
onun görüşünü almaksızın bir göreve kabul edilmemiştir. Emirler sık sık
zâviyesinin yanından geçtiğinde maiyetini kapıda durdurarak zâviyeye girmiş,
şeyhin elini öpmüş, ve bu görüşmeden cesaret alarak geri dönmüştür. O, Kahire
’de en sık ziyaret edilen en meşhur şeyh konumuna yükselmiştir. Büyük küçük
herkes ondan nasihat istemiştir...”
Muhyiddin el-Uzbekî Şa'rânî’nin Ummu
Havand medresesinde tanışmış olduğu devlet görevlilerinden birisiydi. Şa'rânî’nin biyografisini yazanlar Muhyiddin
Abdulkadir el-Uzbekî tarafından Şa'rânî için inşâ edilen zâviye ve kaynağı
hakkında farklı görüşler öne sürülmüşlerdir:
a) Ali
Mübarek’e göre Kadı Muhyiddin el-Uzbekî, hem Memlük hem de Osmanlı yönetimi
altında divan yönetiminin başkanı olan Şerefeddin İbn Harazî el- Kutbî’nin bir
akrabasıydı. Bu yüksek görevde bulunan akrabası Abdulkadir’e onu arazi memuru
olarak tayin ederek yardım etmek istemiştir. Böylece Abdulkadir kendi adına
kaydettiği pek çok arazi toplamıştır. Gerçek sahipleri ise arazilerinden yoksun
bırakılmıştır. 930/1534 yılında Sultan Süleyman yönetimi altında Osmanlı
Devletinin Mısır’ı ikinci fethinden sonra vali Ahmet Paşa ayaklanması
bastırıldığı zaman yetkililer toprak kaydının yeniden düzenlenmesine
çalışmışlardır. Kadı, topraklarının haciz edileceğinden korkmuş böylece,
Darbu’l-Kâfûrî’nin önündeki Hâkimî Kanalı üzerine bir medrese inşâ etmiş ve tüm
arazi mallarını dinî bir vakıf olan bu Camiye bağışladıktan sonra, Şa'rânî’yi
oranın başına getirmiştir. O, bu şekilde arazileri hacizden ve soruşturmadan
korumak istemiştir. Bu vakıf, Şa'rânî, torunları ve câminin sakinleri için
ekonomik bir güven sağlamıştır.
b)
Mâlicî’ye göre ise, Kadı Muhyiddin’in kendisi Kahire’deki divânın baş
sorumlusuydu. Mısır’ı fetheden Sultan Selim, arazi kayıtlarını kontrol
ettiğinde ona sinirlenmiş ve onu idam etmekle tehdit etmiştir. Kadı,
Şa'rânî’nin o dönemdeki ikâmetgâhı Ummu Havand Zaviyesinde gizlenmiş ve bu
sıkıntıdan kurtulursa Şa'rânî’ye bir câmi inşâ edeceğine söz vermiştir. Sultan
Selim, Kahire’deki tüm din âlimleriyle görüştükten sonra ona toplantılara
alışık olmayan genç bir sûfî şeyhin yokluğu haber verilmiştir. Böylece Sultan
Selim, Şa'rânî’nin yanına gitmiş ve ondan o kadar etkilenmiş ki, Kadının hayatı
için gösterdiği mazeretine rıza göstermiştir.
c)
Mâlicî ikinci bir görüş daha aktarır. Buna göre, kadının idamına karar veren
Sultan Selîm’in kendisi değil komutanlarından birisiydi. Kadı, Şa'rânî’nin
zâviyesine gizlendiğinde Şa'rânî ona bir kalfa vererek onu komutana götürmesini
emretmiştir. O, bunun üzerine affedilmiştir.
Şa'rânî’nin zâviyesi hakkındaki
şüpheler üzerine yetkililer zâviyenin mâlî kaynakları hakkında soruşturma
başlattılar. Hüsrev Paşa (941-942/1534-1535) döneminde ve 958/1551’de Ali Paşa
yönetiminde gelirlerin genel bir incelemesi yapıldı. Osmanlı vakıf kâtibi
Şa'rânî’nin zâviyesinin durumunu İstanbul’daki yetkililere bildirdi. Bunun
üzerine zâviyenin gelirleri geçici olarak askıya alındı. Şa'rânî, suçsuzluğunu
bertaraf ederek kendisi için bir parça ekmeğin yeterli olacağını ve tüm
sorumluluğu üstlendiğini, kâfirlerle mücadele ettiği için devletin daha fazla
ihtiyaç sahibi olacağını yetkililere bildirdi. Sorun, Şa'rânî’den İstanbul
sultanının başarısı için dua etmesi istenerek çözümlenmiştir. Şa'rânî böylece yönetimin de desteğini
arkasına alarak şöhretini daha da arttırmış ve bu tarihten sonra zâviye ile
ilgili herhangi bir sorun vukû bulmamıştır.
Şa'rânî, divân üyelerinin soruşturması
esnasında kendisine şunların söylendiğini belirtir: “Paşa sana vakıfların
gelirlerinden yararlanmana izin verdi. Şu anda sen helâl yiyorsun ”
Şa'rânî zâviyesinde ikamet edenlerin
bu duruma sevindiklerini ancak kendisinin sevinmediğini şöyle anlatır:
“Biliyorum ki, paşa benim sâlih bir
kişi olmamdan çekinmedi. O, arazinin bir tek karışını bana vermek istemedi.
Sultana ulaşmış olan bir haberden sonra araziyi bana verdi.” *
Şa'rânî Letâifu’l-Minen’ de zâviyesinden
övgü ile bahseder. Orada gece ve gündüz sürekli dua, zikir ve çalışma
vızıltılarının işitildiği bir yer olduğunu söyler. orada ikâmet edenlerin
çalışmalarının ve oradaki eğitimlerinin temel olarak Kur’an, hadis, fıkıh ve
tasavvuf dallarına dayandığını gösterir :
“Allah’ın bana ihsan ettiği
nimetlerden birisi, gece ve gündüz zâviyemde sürekli olarak Allah zikrini,
Kur’ân ve hadis kıraatlerini işitmiş olmamdır. Bir okuyucu başka birisi
başlayıncaya kadar okumasını bitirmemiş, bir hadis kitabı okuyan başka bir
kitaba başlayınca kadar, bir tasavvuf kitabı okuyan başka bir kitaba
başlayıncaya kadar, bir fıkıh kitabı okuyan da başka bir kitaba başlayıncaya
kadar okumasını bitirmemiştir. Bu ise şu anda Mısır’daki zâviyelerden çok
azında görülebilecek bir durumdur.”
Bununla birlikte Şa'rânî, zâviyesinin
geçmişteki meşhur sûfîlerin
zâviyelerinin başarısına sahip olmadığını, el-Gamrî ve Muhammed Şinnâvî
câmilerinin ve Tantâ’daki Ahmed el-Bedevî türbesindeki zâviyenin zâmanının
eşsiz örnekleri olduğunu ileri sürmüştür.
Şa'rânî, her gün zâviyesinde yaklaşık
200 kişi barındığını, bunların doksanının âmâ olduğunu, yetmişinin ise kadın ve
çocuk misafirlerden oluştuğunu söyler.
Şa'rânî’nin zâviyesi, hem bir eğitim kurumu hem de misâfirler ve
Şa'rânî’nin müridleri için bir ikâmetgâhtı. Burada ikâmet eden sûfîler hocaları
gibi eğitimleri esnasında maddi açıdan sıkıntı çekmemişlerdir.
Şa'rânî, bu zâviyenin yöneticiliğini
sürdürürken yardım ettiği kişilerin isimlerini, yardım edilen eşyâların tam
niteliklerini ve fiyatlarını zikretmiştir. Ayrıca zâviyeye yardımda
bulunanların da listesini, kendisine hediyeler gönderen sûfîlerin, kadıların,
emirlerin isimlerini de zikretmiştir. Kıtlık yılı olan 963-1565-66 yılında
zâviyede ikâmet eden öğrencilerine tahıllarını fakirlerle paylaşmalarını
istemiştir.
Şa'rânî’nin zâviyesinin bir zühd
zâviyesi olmadığı hatta zengin bir vakfa sahip olan bir kurum olduğu
görülmektedir. Şa'rânî, yöneticilerden gönderilen hediyeleri kabul etmediğini
ya da fakirlere dağıttığını belirterek, zâviyesinde ikâmet etmediğini evinden
zâviyesine yürüyerek gittiğini özellikle vurgular. Şa'rânî, dört eşi ile birlikte zâviyenin
yakınında bir evde ikâmet etmeyi tercih etmiştir.
Şa'rânî’nin ikâmet ettiği medreselere
ve zâviyelere göre ilmî eğitimini şöyle tasnif etmek mümkündür:
Bazı eserlerde Şa'rânî’nin Kahire’ye
geldikten sonra el-Ezher’de ikamet ettiği ve burada eğitim gördüğü ile ilgili
bilgiler yer almaktadır. Ancak, Şa'rânî
bazı el- Ezher âlimlerinden ders aldığını belirtmesine rağmen el-Ezher’de yerleşik
bir öğrenci olduğundan bahsetmez.
Şa'rânî’nin Kâhire’ye geldiğinde ilk
ikâmetgâhı olan el-Gamrî Camisi medresesi, onun ilk eğitimini aldığı ve devrin
büyük âlimlerinden tefsir, hadis, fıkıh, kelâm dallarında pek çok eser mütalaa
ettiği ve buradaki ikâmetinin sonlarına doğru tasavvufla tanıştığı dönemdir.
el-Gamrî Camisinden ayrıldıktan sonra Ummu Havand Medresesinde ve kendi adıyla
kurulan zâviyede tasavvuf eğitimine vermiş ve eserlerinin büyük çoğunluğunu bu
medreselerdeki ikâmeti esnasında telif etmiştir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, Hz.Peygamberin
vasiyetlerinden birisinin evlenmeyi bekarlığa üstün tutmak olduğunu belirterek
erken evlenmenin yararlarını uzun uzun anlatır. Ancak “erkekler kadınların
yöneticisi ve koruyucusudur ” ayetine
işaret ederek evlenecek kişinin bir kazancının olması gerektiğine, aksi
takdirde erkeğin kadınla aynı mertebede olacağına ve ona bir üstünlük
sağlayamayacağına inanır. Şa'rânî, ilim
tahsili ile meşgul olduğu için, erkenden bir aile kurmadığını belitir ancak
otuz yaşına kadar kendisini iffetli tuttuğu için Allah’a hamdeder
Şa'rânî’nin müslüman
geleneğin aksine eserlerinde hanımlarından, onların dindarlıklarından, ve
ahlâki özelliklerinden sık sık bahsetmesini bazı batılı yazarlar da takdire
şayan görmüşlerdir. Şa'rânî’nin
hanımlarına ve genel olarak kadınlara karşı saygısı kişiliğinin oldukça câzip
bir özelliği olarak görülmüştür.
Letâifu’l- Minen adlı otobiyografisinde Şa'rânî, dört hanımının da sâlih
kişiler olmasını Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetlerden birisi
olarak görür. Şa'rânî’ye göre sâlih bir eşe sahip olmak Allah’ın en büyük
nimetlerinden birisi olmasaydı Allah, peygamberi Zekeriyya (aleyhisselâm)’ya “eşini kendisi için ıslâh
ettik” buyurmazdı.”
Şa'rânî’nin ilk hanımı, Sidî Ahmed
el-Behlûl’un tavsiye üzerine evlendiği, Halil el-Kasabî’nin kızı Zeynep idi.
Diğer iki hanımı Hâlime ve Fâtıma da Garbiyye şehrindendi. Şa'rânî, Kahire
toplumundan evlenmekten kaçınmış, hanımlarını hayatı boyunca güçlü bağlar
kurmak istediği Garbiyye şehrinden seçmiştir.
Şa'rânî’nin dördüncü hanımı ise tek oğlunun annesi Ummu’l-Hasan idi.
Ummu’l-Hasan, Sidî Medyen el-Eşmûnî’nin
oğlu Sîdî Ebu’s-Suûd’un kızıydı.
Ummu’l-Hasan bir “seyyide” ya da “şerîfe” (Hz. Peygamberin soyundan
gelen) olup, dedesinin zaviyesindeki yaşam hakkında Şa'rânî’yi
bilgilendirmiştir.
Şa'rânî, dört hanımının da sâlih
kişiler olduklarını söyleyerek,
alçakgönüllülükleri, dindarlıkları, hayırseverlikleri ve tutumlulukları
nedeniyle onları över. Onların bir saat dahi abdestsiz gezmediklerini, namazlarını
tam vaktinde edâ ettiklerini, gece ibâdetlerine de devam ettiklerini belirterek
hanımları içerisinde en dindâr olanının Fâtıma olduğunu belirtir. Fâtıma’nın
gece boyu namazlarda kendisine eşlik ettiğini, bir rekatta Kur’ân’ın dörtte
birini okuduğunu, çocuğunun ağlaması dışında namaza kendisiyle birlikte devam
ettiğini anlatır.
Onların tek bir gün dahi hastalıkları
dışında çarşıdan bir şeyler satın almak üzere kendisinin vaktini almadıklarını
söyler.
Şa'rânî, Ummu Abdurrahmân’ı Mekke’ye
beraberinde götürdüğü zaman yol üzerindeki Akabe kasabasında gezintiye çıkmayan
kafiledeki tek kadın olduğunu anlatarak, kendisinden hem daha düşünceli hem de
daha kuvvetli bir irâdeye sahip olduğunu belirtir:
“Eşim Abdurrahman’ın annesi Fâtıma
benimle birlikte üç defa Hicaz’a gelmişti. Mekke’ye varıncaya kadar oradan da
evine dönünceye kadar binmiş olduğu deveden inmemişti. Dağ yolunda yokuş
çıkarken dahi deve semeri üzerindeki örtülmüş mahmil içinde otururdu. Diğer
büyük kimselerin eşleri iniş ve yokuşlarda develerinden indikleri halde o
inmezdi. Hiçbir zaman bir merkebe bindiğini görmedim. ‘hiçbir kimsenin beni
görmesini istemem’ derdi. Kendisi bir zamanlar göz ağrısı çektiği için
kendisine izin verdiğim halde göz hekimi o kadar uğraşmasına rağmen bir türlü
gözüne bakmayı ona göre ilaç tavsiye etmeyi başaramamıştı. Ben de kendisini bir
türlü ikna edememiştim. Gözünün acısı geçinceye kadar sabır göstererek bu acıya
katlanmıştı. Hatta bu yüzden sol gözü, sağ gözüne göre daralmış ve bugüne kadar
öyle kalmıştır...”
Şa'rânî’nin sunmuş olduğu
anekdotlardan dindâr ve güçlü bir kadının portresi ortaya çıkar. Şa'rânî’nin
eserlerinde, Fatıma’nın ve diğer hanımların örnekleri, Allah’a olan görevlerini
ihmal etmeden sevecen bir aile meydana getiren uygun birer müslüman eş modelleri
olarak sık sık görülür.
Şa'rânî’nin Letâifu’l-Minen’inde tek
erkek çocuğu Abdurrahman’ın dışında Husnâ isminde bir kız çocuğuna da sahip
olduğunu öğrenmekteyiz. Şa'rânî tek oğlu
Abdurrahman’a karşı büyük bir sevgi beslemiştir. Şa'rânî, derslerine karşı
oğlunun ihmâlkâr davranan tutumuna üzülmüş ancak daha sonra derslere yeniden
bir ilgi duymaya başladığı zaman rahatlamıştır.
Şa'rânî’nin ölümünden sonra
zâviyesinin yönetimi hakkında oğlu
Abdurrahman ve yeğeni Abdullatif arasında anlaşmazlıklar çıktı. Abdullatîf,
Şa'rânî gibi cömert bir kimse olduğu için zâviyede kalanlar onu, Abdurrahman’a
tercih etmişlerdi. Şa'rânî’nin daha hayattayken oğlu Abdurrahman’ı paraya olan
hırsından dolayı uyardığını öğrenmekteyiz.
Bu yüzden zâviyede kalanların da tercihi ile zâviyenin idaresini yeğen
Abdullatîf üstlenmişti. Abdullatîfin ansızın ölümü üzerine zâviyenin idaresini
1011/1603 yılında vefat edinceye kadar Şa'rânî’nin oğlu Abdurrahman
üstlenmiştir. Muhyiddin el-Mâlicî Abdurrahman’ın cimriliğinden dolayı
sevilmediğini ancak dedesinin kendisine sâdık kalan birkaç kişiden birisi
olduğunu söyler. Ancak Mâlicî, Abdullatif’in âni ölümünü, rüyasında oğluna
görünen ve onun hak ettiği görevi üstlenen akrabasını ortadan kaldırmayı vaad
eden Şa'rânî’nin müdahalesi ile açıklar.
Abdurrahman, ikamet yerini
Birketu’l-Fîl bölgesine taşımış, sadece cuma günleri zaviyeye uğramış ve bu
yüzden zâviye yönetimini ihmal etmiştir. Sonuç olarak zâviye eski ihtişâmını
kaybetmiştir.
Abdurrahman’ın yerine oğlu İbrahim ve
sonra onun kardeşi Yahya geçmiştir. Her ikisi de zengin olmuş, yöneticilerle ve
önemli sûfî çevrelerle iyi ilişkiler kurmuşlardı. Yahyâ (1065/1564), elli bir yıl tarikatın
liderliğini yapmıştır. el- Menâkibu’l-Kübrâ Tezkiretu Uli’l-Elbâb fî
Menâkibiş-Şa'rânî adlı eseriyle Şa'rânî’nin biyografisini ve Şa'rânî’den
sonraki Şa'rânîyye tarikatını ele alan Muhyiddin el-Malîcî, Yahyâ döneminde
tarikatın üyeliğine girmiştir. Mâlicî döneminde tarikatın diğer bir lideri
Muslihiddin eş-Şa'rânî’ydi.
Câbertî el-Acâib adlı eserinde, Ahmed
eş-Şa'rânî (1184/1770) ve oğlu Abdurrahman’ın biyografisini verir.97 Evliya
Çelebi Seyehatnâme' sinde, on yedinci yüzyılda Şa'rânî mevlidinin seçkin ulemâ
tarafından kutlandığını ve mânevîyatı yükselttiğini ancak câmilerin oldukça
küçük olmasından dolayı katılan grupların geniş olmadığını gözlemlemiştir.
William Edward Lane’in, The Manners and Customs of the modern Egyptians adlı
eserinde, Şa'rânî tarikatı ismen zikredilmiştir.
Şazeliyye tarikatının bir yan kolunun
kurucusu olan Muhammed İbn Halil el- Meşîşî el-Kâvukci
(öl.1303/1888), Abdülvehhâb eş-Şa'rânî’nin Letâifu’l- Mineri'inden oldukça etkilendiği
eseri Şevâriku’l-Envâri’l-Celiyye fî Esânîdi’s- Sâde’ş-Şâziliyye' de, Şa'rânî’ye kadar uzanan bir silsile
zikretmiş, ve bir yerde şunları söylemiştir:
“Ben tasavvufta Abdülvehhâb
eş-Şa'rânî’nin bir öğrencisiydim. O, beni Şa'rânî ecdâdının yoluna kabul
etti.”
Ancak Kâvukcî’nin sıraladığı silsile
bütünüyle, Muhyiddin el-Malicî’nin Şa'rânî’nin şeyhleri silsilesiyle veya
Mâlicî’nin eserinin editörü Sefer eş-Şa'rânî tarafından eserin sonuna eklenen
Şa'rânîlerin şecere ağacı ile örtüşmemektedir. Kâvukcî’de açıkça Abdülvehhâb
eş-Şa'rânî’nin tasavvufunu Şa'rânî soyundn gelen kimselerden değil, Muhammed el-Belhî
eş-Şâzilî’den öğrendiğini söyler.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî’nin soyundan
gelen Sefer eş-Şa'rânî ise hem kendisinin hem de babasının bir sûfî olduğuna
dair hiçbir şey ileri sürmemiştir.
On dokuzuncu yüzyıl Mısır tasavvufu
hakkında en önemli kaynaklardan birisi olan Ali Mübarek’in (öl.1311/1893)
el-Hitatu’l-Cedîde'sinde, Babu’ş-Şa'riyye mahallesinde Recep ayının yirmi
yedinci gecesinden ay sonuna kadar devam eden mevlit kutlamalarından ve
cumartesi günleri düzenlenen bir hadra’dan (dua ve zikir toplantısı)
bahsetmekle birlikte bu tarikattan söz etmemiştir. Mc.Pherson da araştırmasında bu semtteki bir
mevlitten söz etmiş ancak bu mevlidin Şa'rânî’nin mevlidi ile ilişkisinin olup
olmadığını tespit edememiştir.
Yirminci yüzyıl Mısır’ında halkın dinî gelenekleri hakkında yapılan
araştırmalar da, Şa'rânîyye tarikatından söz etmemişlerdir.
Tüm bunlar, Şa'rânîyye tarikatının on
dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar varlığını devam ettirdiğini, on dokuzuncu
yüzyıl boyunca belirsiz olduğunu ve Şa'rânî mevlidinin yirminci yüzyıla kadar
sürmüş olabileceğini göstermektedir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, 961/1553
yılının başlangıcında 63 yaşındayken, rüyasında son yolculuğuna hazırlamasını
söyleyen merhum şeyhlerini görmüştür.106 Kendisine son yolculuğuna hazırlanmasını
söyleyenler arasında; Nureddin eş-Şûnî, kardeşi Abdulkâdir, Ebu’l-Hasan
el-Gamrî yer almaktaydı. Şa'rânî’nin anlattığına göre kardeşi Abdulkadir
rüyasında kendisine şunları söylemiştir:
“Yolculuk için hazırlan! Bizler 63
yaşının başında ölürüz.”
Şa'rânî, bu rüyalar üzerine ölümünün
yaklaştığı hissine o kadar kapıldı ki, yemek yeme, uyuma ve içme zevkini
kaybettiğini, sarığını yıkamayı da ihmal ettiğini anlatır.108 Ancak bu rüyayla
birlikte Şa'rânî, 12 yıl daha yaşamış, 973 yılının, Cemâziye’l-Evvel ayının
ikinci veya başka bir versiyona göre beşinci günü yani, 1565 Aralığının yirmi
beşinci veya Kasımının beşinci günü yetmiş dört yaşındayken, on bir gün hasta
olarak yattıktan sonra vefat etmiştir.
971-973/1564-1566 yılları arasında
görevde bulunan Mısır vâlisi Ali Paşa’nın yanı sıra, emirler, kazasker,
kadılar, dört mezhebin fıkıh âlimleri, sûfîler ve halktan pek çok kişi onun
cenazesine katılmıştır. Kalabalığın
yaklaşık elli bin kişi olduğu, Şa'rânî’nin zâviyesi ile cenaze namazının
kılındığı el-Ezher arasındaki tüm caddelerin dolduğu ifade edilmiştir.
Şa'rânî, vasiyeti üzerine, kendisi
için inşâ edilmiş olan zâviyesinin yakınındaki bir mezara, Nureddin
eş-Şûnî’nin yanına mezar bekçisi Emir
Hasan tarafından defnedilmiştir. Şa'rânî’nin mezar inşaatının tam olarak öldüğü
gün tamamlandığı söylenmiştir. 975/1567 üzerine bir kubbe inşâ edilen mezarı
hala kendi ismini taşımaktadır.
Şa'rânî’nin biyografisini müstakil bir
eserde kaleme alan Mâlicî onun fizikî eşkalini şöyle tarif etmiştir:
“O, kısa boylu, orta ağırlıkta ve açık
kahverengi tenli birisiydi. Gözleri, siyah, kaşları kemer gibi uzanmaktaydı.
Pürüzsüz yanaklı, kanca burunlu, oval ağızlı ve yuvarlak yüzlüydü. Üçte biri
kahverengi olan yuvarlak bir sakalı vardı. Sağ elinin işaret parmağı diğer
tüm parmaklarından daha kısaydı. Tasavvuf yoluna girdiği andan itibaren hep
zemine doğru bakmış, gözlerini hiç yukarıya doğru kaldırmamıştır. O, bir
taylisan [başları ve omuzları örten bir örtü] takar ve kaşkal giyerdi.”
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî’nin dedesi Ali
b. Şihâb’ın ve babası Ahmed Şihâbuddin’in Kahire’de, kendisinden önce eğitim
görmüş olmaları, ulemâ ve sûfî çevrelerle ilişki kurmaları, Şa'rânî’nin mânevî
ve ilmî gelişimine yön vermiştir. Nitekim, Şa'rânî’nin fıkıh ilmindeki en
önemli hocası Zekeriyyâ el-Ensârî (öl.925/1514), dedesinin el-Ezher’deki en
yakın arkadaşlarından birisiydi. Şa'rânî’nin tasavvuftaki en önemli rehberleri
olan Ali el-Havvâs (öl. 939/1532-33) ve İbrâhim el-Matbûlî de dedesinin en
yakın arkadaşlarındandı.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî,
Letâifu’l-Minen’de yaklaşık 50 âlimden ders aldığını belirtmiş ve hepsinin
beğenisini kazandığı için Allah’a olan şükrünü ifade etmiştir. Şa'rânî, eserlerinde bu hocalarından
bahsetmekle kalmamış, hocalarına karşı saygısının bir ifadesi olarak
Tabakâtu’s-Suğrâ' da kendileriyle mulâki olduğu ve kendilerinden ders aldığı
hocalarının biyografilerini de vermiştir.
Letâifu’l- Minen'de ise eğitiminde en büyük rolü oynayan hocalarını ve bu
hocalarından okuduğu eserlerin isimlerini zikretmiştir. Şa'rânî’nin zikretmiş olduğu isimlere
bakılacak olursa, o, Kâhire’nin en seçkin âlimlerinin gözetiminde yetişimiştir.
Ayrıca, onların farklı fıkıh ekollerine mensup olmaları, hem fıkıh hem de tasavvuf
birikimine sahip olmaları Şa'rânî’nin ilmî ve tasavvufî birikimine müsbet
katkıda bulunmuştur. Hocalarının tümünün ilim ve ameli birleştirmiş olduklarını
söyleyen Şa'rânî, tasavvuf ahlâkını sergilediklerine dair pek çok örnek vererek
onların tasavvuf ehli olduklarını göstermeye çalışmıştır.
XIV. yüzyılda Kâhire’deki en önemli
ilim merkezlerinden birisi olan el- Ezher’de hiçbir zaman eğitim görmemiş
olmasına rağmen, Şa'rânî’nin zikretmiş olduğu bazı hocaları, el-Ezher’de ders
vermiş, müftülük ve vâizlik görevinde bulunmuşlardır.
Abdulvehhâb eş-Şa'rânî’nin ilmî
şahsiyetinin oluşumunda katkısı bulunan hocaları şunlardır :
1- Celâleddin
es-Suyûtî (öl.911/1505)
2- Zekeriyyâ
el-Ensârî (öl.925/1514)
3- Burhâneddin
b. Ebî Şerif (öl. 923)
4- Kemâleddin
et-Tavîl (öl.936/1529-30)
5- Burhâneddîn
el-Kalkaşendî (öl.922)
6- Şihâbeddîn
eş-Şişinî (öl.919/1513-14)
7- Nureddin
el-Eşmûnî (öl.929)
8- Abdulkâdir
en-Nakîb (öl.922)
9- Saadeddin
ez-Zehebî (öl.939)
10- Abdulhak
es-Sunbâtî (öl.931/1524-25)
11- Celâleddin
es-Sekerî (öl.?)
12- Şemseddin
ed-Dımyâtî (öl.?)
13- Şihâbeddîn
el-Husâmî (öl.925)
14- Abdulhâlık
el-Mîkâtî (öl.?)
15- Şemseddin
el-Cezîrî (öl.)
16- Nureddin
b. Nâsır (öl.?)
17- Ali
eş-Şafiî (öl.?)
18- Şihâbeddin
el-Kastallânî (öl.923)
19- Şihâbeddin
es-Semnûdî (öl.?)
20- Şemseddin
el-Fezzî (öl.?)
21- Cemâleddin
es-Sâfî (öl.?)
22- Âminuddîn
el-İmâmu bi-Camisi’l-Gamrî (öl.929/1522-23)
23- Nureddin
es-Semhûdî (öl.?)
24- Molla
Ali el-Acmî (öl.?)
25- Bedreddin
el-Meşhedî (öl.?)
26- Nureddin
el-Mahallî (öl.930/1523-24)
27- Şihâbeddîn
el-Mesîrî (öl.?)
28- Ebu’n-Necâ
el-Fevvî (öl.?)
29- Nureddin
el-Cârihî (öl.931)
30- Şihâbeddin
Abdulkâfî (öl.?)
31- Şihâbeddin
er-Remlî (öl.957/1550)
32- Şemseddin
ed-Devâhilî (öl.939/1532-33)
33- eş-Şeyh
Mecellâ (öl.?)
34- Selahaddin
el-Kalyûbî (öl.930/1523-1524)
35- İsâ
el-Ahnâî (öl.?)
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî,
et-Tabakâtu’s-Suğrâ adlı eserini üç bölüme ayırmış ve birinci bölümde mülâki
olduğu ve ders aldığı hocalarının biyografilerine yer vermiştir. İlk olarak
Celâleddin es-Suyûtî (öl.911/1505)’yi zikretmiştir. Şa'rânî, henüz bir çocuk
iken babasının kendisi için Suyûtî’den onun tüm kitaplarını
öğretmek üzere bir icazet aldığını
bildirir. Mâlicî, bunu Şa'rânî’nin
yeteneklerini farkettiği için Suyûtî’nin bir kerâmeti olarak görmüştür. Şa'rânî, Celâleddin es- Suyûtî’ye hocası
olarak yer vermiş, Kahire’ye ilk defa on iki yaşında geldiğinde 911/1505’te
ölümünden bir ay önce onunla buluştuğunu, ondan sadece Kütüb-i Sitte den birkaç
hadis ve el-Minhâc adlı eserden bazı fıkıh meseleleri okuduğunu anlatmıştır.
Suyûtî’nin eserlerinin ve görüşlerinin
Şa'rânî üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Şa'rânî, fıkıhla ilgili değişik
dinî meselelerde ve İbn Arabî hakkındaki görüşlerinde Suyûtî’den etkilenmiştir.
Nitekim Şa'rânî, pek çok eserinde Suyûtî’den iktibaslarda bulunur. Suyûtî’nin et-Tahaddus bi-Nimetillâh adlı
otobiyografisi ve bu eserde belirttiği otobiyografi yazım sebepleri,
Şa'rânî’nin en önemli eserlerinden birisi olan, otobiyografisi Letâifu ’l-Minen
için bir model teşkil etmiştir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî’ye en çok tesir
eden ve ona hayatı boyunca rehber olan en önemli hocaları şunlardır:
1- Âminuddîn
(öl.929/1522-23) :
Kâhire’ye geldikten sonra el-Gamrî
Camisine yerleşen ve 17 yıl burada eğitim gören Şa'rânî’nin ilk hocası, bu
Camisinin imamı Âmînuddîn’dir. Âminuddîn meşhur hadis ve târih âlimi İbn Hacer
el-Askalânî (öl.852/1449)’nin bir öğrencisiydi.
Olağanüstü güzel sesi sayesinde , Sultan el-Gavrî döneminde Kahire’ye
gelen Sultan Selim’in kardeşinin imamlığını yapmıştı. Şa'rânî, Yavuz Sultan
Selim’in kardeşinin el-Gavrî döneminde Mısır’a geldiğini ve hutbe vermek,
imamlık yapmak üzere bir imâm istediğinde, Mısır halkının Âminuddin üzerinde
birleştiğini belirterek, Rum diyarına gidinceye kadar Aminuddin’in ona imamlık
yaptığını bildirir.
Şa'rânî, hocası Âminuddin’i, muhaddis,
fakih, kurrâ, usul, nahiv-sarf âlimi ve sûfî olarak vasıflandırmış ; fıkıh,
hadis, tefsir, usul ve nahiv ilimlerini aldığı ilk hocası olarak takdim
etmiştir. Şa'rânî, Letâifu’l-Minerf de
bu ilim dallarında Âminuddin’den okumuş olduğu eserlerin geniş bir listesini
vermiştir. Şa'rânî hocasını şöyle
anlatır:
“30 yıl onun yanında kaldım,
asrımızdan hiç kimsenin onun tevazusuna, zühdüne ve alçak gönüllüğüne sahip
olduğunu görmedim ”
2- Zekeriyya
el-Ensâri (925/1514):
Zekeriyyâ el-Ensârî el-Hazrecî,
Şa'rânî’nin en meşhur hocası olup, döneminin Şâfii baş kadılığı görevinde
bulunmuştu. Zekeriyya el-Ensârî hadis,
fıkıh, kıraat, belagat, lügat, hendese ve tıp ilimlerinde temeyüz etmiş bir
âlimdir. İbn Hacer (öl.852-1449) ve İbnu’l-Hümmâm (öl.861/1457) gibi alimlerden
ders almıştır. Pek çok eser yazan
Zekeriyya el-Ensârî’nin en önemli eserleri, tefsirde, Fethu’r- Rahmân;
hadiste, Tuhfetu’l-Bâri alâ Sahîhi’l-Buhâri, Şerhu Elfiyeti’l-Irâkî; Fıkıhta,
dönemin en önemli fıkıh kitabı el-Minhâc adlı esere yazdığı Şerhu’l-Minhâc,
Esnâl Metâlib, mantıkta ise; Şerhu İsagoci’dir.
Şa'rânî, hocasını, fıkıh ve tasavvuf
ilimlerinin kuvvetli bir âlimi olarak zikretmiş, onunla kendisine bir hafta
gibi gelen yirmi yıl geçirdiğini ifade etmiştir. Biyografisine yer verdiği et-Tabakâtu’l-Kübrâ
ve et-Tabakâtu’s-Suğrâ’da özellikle tasavvufla olan ilişkisini ve sûfî bir
evliyâ olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Şa'rânî, Zekeriyya el-Ensârî’nin tasavvufunu hukûkî görevinin arkasında
gizlediğini kendisinden nakleder: “...Bazı evliyalar kendimi fıkıh ilmi ile
gizlememe işaret ettiler. ‘Tarikatını gizle çünkü şimdi onun zamanı değildir’
dediler. O günden beri evliyâ hallerine dair hiçbir hâlimi açığa vurmak
istemem.”™
Şa'rânî de Zekeriyya’nın tasavvuf
hakkında konuştuğu zaman, ihtiyatlı davrandığını söylemiştir. Tasavvuf hakkında Kuşeyrî’nin risalesi
üzerine bir şerhi de içeren bazı eserler yazması Zekeriyyâ’nın tasavvufa olan
ilgisini göstermektedir. Zekeriyyâ
el-Ensârî, Şa'rânî’ye; küçük yaştan itibaren tasavvufa ilgi duyduğunu,
kendisine kadılık teklifi yapılıncaya kadar geçirmiş olduğu tasavvufî tecrübeyi
ve kadılık teklifini, hak erleri makamından düşeceğini hissettiği için kabul
etmek istemediğini anlatmış ancak kaygısını bazı evliyalara anlattıktan ve
onların onayını aldıktan sonra kabul ettiğini bildirmiştir.
Zekeriyya el-Ensârî, kadılık görevini
baskılar altında kabul etmiş ve yaklaşık yirmi yıl hizmet etmiştir. Sultan Kayıtbay’ı eleştirmekte hiç tereddüt
etmemiştir. Onun davranışlarına, ezici tavırlarına karşı koyduğu için görevden
alınmış, ancak bu hükümdar, Zekeriyyâ el-Ensârî görev dışındayken bile hukûkî
sorunlar hakkında onun görüşlerinden istifade etmeye devam etmiştir. Şa'rânî, Zekeriyyâ el- Ensârî’nin Sultan
Kayıtbay’ı uyaran ve eleştiren cesaretine hayranlık duyduğunu belirtmiş ve bu
mahiyette Zekeriyya ile Sultan Kayıtabay arasında geçen diyaloglara yer
vermiştir.
Şa'rânî’yi Hz. Peygamber’e bağlayan
ulemâ halkasının, Zekeriyyâ el-Ensârî vasıtasıyla olduğu söylenmiştir. Buna
göre bu halka; Celâleddin el-Askalâni (öl.852/1449), Muhyiddin Yahya İbn Şeref
en-Nevevî (öl.676/1277-78), Gazâli (öl.505/1111), İmâmu’l-Harameyn el-Cuveynî
(öl.478/1085), Muhammed b. İdris eş- Şâfiî (öl.204/819) ve son olarak Hz. Peygamberden
oluşmaktadır.
Zekeriyyâ el-Ensâri hem Mısır’da
ikâmet eden hem de Suriye’den Kâhire’ye özel olarak kendisinden ders almaya
gelen pek çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir.
Şa'rânî de fıkıh ilmindeki baş hocası olan Zekeriyyâ el-Ensâri’den fıkıh
ilminin yanı sıra; tefsir ve hadis dersleri almış ve onunla bu ilim dallarına
ait pek çok eseri mütalâa etmiştir.
Tasavvuf alanında ise hocasından Kuşeyrî’nin Risâle’sine yazdığı şerhi
okumuştur.
Fâkihlerin ve tasavvuf ehlinin
birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu, sûfîlerin, fâkihleri lüzumsuz
metinleri okumakla, fâkihlerin ise sûfîleri ilimsizlikle suçladıkları bir
dönemde, Zekeriyyâ el-Ensârî’nin hem fıkıh hem de tasavvufu kendisinde
barındırmış olması , Şa'rânî’nin “şeriat” ve “hakikat”i uzlaştırmasındaki ilham
kaynaklarından birisi olmuştur.
3- Ahmed
İbn Şihâbuddîn er-Remlî el-Ensârî (51.957/1550):
Şihâbeddin er-Remlî, Minûfiyye’nin bir
vilâyeti olan Remletu’l-Agneb’ten Kahire’ye gelmiştir. Yaşadığı süre içerisinde ve ölümünden sonra
Zekeriyyâ el- Ensârî’nin eserlerini tashih etmek üzere izin verdiği tek
öğrencisiydi. Ahmed er- Remlî döneminin
en meşhur Şafiî âlimi oldu. Şa'rânî, Kahire’deki tüm Şafiî’lerin ya kendi
öğrencileri ya da öğrencilerinin öğrencileri olduğunu, çeşitli bölgelerden
cevaplandırmak üzere kendisine sorular gönderildiğini belirterek onun ilmî
şöhretini göstermiştir. er-Remlî’nin,
hocası Zekeriyyâ el-Ensâri kadar olmasa da şöhreti komşu ülkelere dahi
yayılmıştı. Şihâbuddin er-Remlî, Şa'rânî’nin, özellikle fıkıh ilmini aldığı
hocalarından birisidir. Şa'rânî’nin hocasından okuduğu eserlere bakılacak
olursa hemen hepsinin fıkıh ilmine ait eserler olduğu görülmektedir. Şa'rânî, hocasının tasavvufunu ise şöyle
anlatır:
“O, muttaki, zâhid, âlim ve salih bir
kimseydi. İnsanların, özellikle sûfî grupların inançlarına saygılıydı. Onların
sözlerine en güzel şekilde muvafakat göstermiştir.
4- Şihâbeddin
Kastallânî (öl.923/1517) :
Sahih-i Buhârî’ye yazılan en önemli
şerhlerden birisi olan İrşâdu’s-Sârî lî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî adlı eserin
müellifi Kastallânî, Kahire’de doğmuş, Mekke’de kaldığı uzun süre dışında
hayatını orada geçirmiştir. Hadis ilminde zamanının en ünlü muhaddislerinden
birisi olmanın yanı sıra kıraat , tasavvuf ve tarih ilimleriyle de meşgul
olmuştur.
Şa'rânî, hocası Kastallânî’den,
İrşâdu’s-Sârfyi193 ve Hz. Peygamberin hayatı hakkında çok rağbet gösterilen
eserlerden birisi olan el-Mevâhibu’l-Leduniyye adlı eserden bir bölüm
okumuştur.
5- Nureddin
Ali el-Mahallî (öl.930/1523-1524):
Nureddin Ali el-Mahallî, Şa'rânî’nin
kelam ilmini aldığı hocalarındandır. Şa'rânî, onun Mısır’da usul, fıkıh, meânî,
beyân ve diğer ilimlerde ibâdâta dair müşkilleri çözmede meşhur olduğunu
söyler. Şa'rânî, Taftazânî’nin
(öl.792/1390) Şerhu’l-Akâid, ve Cürcânî’nin (öl.816/1413) bu esere yazdığı Hâşiye,
Şerhu’l- Mekâsid, Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (öl.739/1338) Sirâcu’l-Ukûl adlı
kelâm ilmine dair eserlerini Nureddin el-Mahallî’den okumuştur. Bu eserler arasında özellikle
‘Mütekaddimûn’ ve ‘Muteahhirûn ’ kelâm âlimlerinin görüşlerinin bir araya getirildiği
Sirâcu’l-Ukûl191 adlı eserin Şa'rânî’nin kelâmî birikimini gösteren el- Yevâkît
ve’l-Cevâhir adlı eserinde büyük bir etkisi olmuştur. Şa'rânî, Nureddin el-
Mahallî’den ayrıca Cemu’l-Cevâmi adlı
eserin şerhine yazdığı haşiyeyi de okumuştur. Şa'rânî, bu şerhi haşiyesiyle
birlikte hocasına ezbere okuduğunu ve hocasının hafızasına hayran kaldığını
belirtir.
Şa'rânî’nin şerî ilimleri tahsil
ettiği bu hocalarının dışında; Ali el-Havvâs, Afdaluddin el-Ahmedî, Muhammed
eş-Şinnâvî, ve Nureddin Ali el-Marsâfî (öl.935/1528-1529) gibi mutasavvıflar
tasavvufun teori ve pratiğinde Şa'rânî’ye rehber olmuşlardır. Şa'rânî, bu
sûfîleri şerî ilimleri aldığı hocaları arasında zikretmez. Ancak, Şa'rânî pek çok eserinde onların sözlerine
ve ahlâkî tutumlarına sık sık yer vermiştir. Şa'rânî’nin tasavvuftaki en önemli
hocaları ise şunlardır:
1- Ali
el-Havvâs el-Burullûsî (öl. 939/1532-33):
Şa'rânî’nin tasavvuf eğitimindeki en
önemli hocası Ali el-Havvâs el-Burullûsî (939/1532-33) idi. Ali el-Havvâs,
gençlik yıllarında Ali el-Matbûli ile birlikte meyve satmış, daha sonra kırk
yıl işlettiği bir yağ dükkanı açmış ve son olarak hurma ağacı yaprağı örücüsü
olarak çalışmıştır. İbrâhim el-Matbûlî gibi o da okuma yazma bilmeyen
birisiydi. Şa'rânî, Havvâs’ın
konuşmasının da anlaşılır olmadığını, İbrâniler ve Suriyeliler gibi konuştuğunu
söyler. Şa'rânî, ona ilk geldiği zaman
Ali el-Havvâs tüm kitaplarını satmasını ve parasını ihtiyaç sahiplerine
dağıtmasını emretmiştir. Havvâs’ın Şa'rânî’ye kitaplardan kurtulma emrini
vermesinin amacı, ilm-i ledunnî’ye (ilâhi bilgiye) ulaşması için onu ilm-i
mükteseb’ten (elde edilen bilgi) kurtarmaktır. Bunun üzerine Şa'rânî, tüm
kitaplarını satarak parasını fakirlere dağıtmıştır. Havvâs’ın onayını aldığı ilk eseri olan
el-Envâru ’l-Kudsiyye fi Beyâni Adâbi’l-Ubûdiyye'yi yazmıştır.
Şa'rânî kendisine mânevî gelişiminde
en büyük katkıyı sağlayacak olan Ali el-Havvâs ile Muhammed b. İnân
(öl.922/1516) aracılığıyla tanışmıştır. Şa'rânî, hocasıyla ilk defa bir araya
geldiğinde, vehbî ilimle tanıştığını şöyle anlatır:
Şa'rânî bu mertebeye ulaştıktan sonra
vehbî ilmi elde ettiğini şöyle anlatır:
Şa'rânî’nin hemen hemen her eserinde
hocası Havvâs’ın hikmetli sözlerine rastlamak mümkündür. Şa'rânî, okuma yazma
bilmeyen hocası Ali el-Havvâs’ın ayet ve hadislerin manaları hakkındaki
açıklamalarına, Hanbelî mezhebi âlimlerinden Şihâbuddin Futuhî, Hanefî mezhebi
âlimlerinden Şihâbuddîn Şelebî, Mâlikî mezhebi alimlerinden Nâsıruddîn
el-Lâkânî ve Şafî mezhebi âlimlerinden Şihâbuddîn er- Remli gibi dönemin büyük
alimlerinin hayranlık duyduklarını anlatır.
Şa'rânî, Dureru’l-Gavvâs alâ fetâvâ Seyyidî Ali el-Havvâs ve el-Cevâhir
ve ’d-Durer adında fetvâlar ve hocasının çeşitli meseleler hakkındaki
cevaplarını içerisinde topladığı müstakil iki eser de yazmıştır.
2- Muhammed
b. İnân (51.922/1516):
Şa'rânî’nin tasavvuf halkasında önemli
şahsiyetlerden biris idi. Muhammed b. İnân hem şeriat hem de hakikat ilimlerini
kendisinde bulunduran bir âlimdi.
Şa'rânî, Muhammed b. İnân’ı İbrahim el- Matbûlî’nin halefi olarak
göstererek onun hakkında şunları söyler:
“Onun mislini görmedim. Asrımızın
şeyhleri onun yanında çocuk gibi kalır”
Şarkiyya şehrindeki bidat ehli
dervişlere karşı oldukça etkili bir mücadele vermiş, daha sonra Kahire’ye
taşınmış ve Camilerde bir zâhid olarak yaşamıştır. Kahire’de, Şa'rânî’nin
zâhirî ve bâtınî ilimleri ikmâl eden büyük bir zât olarak gösterdiği Yahyâ
el-Münâvî’nin derslerine katılmıştır.
Şa'rânî, Muhammed b. İnân’ın biyografisinde onun pek çok kerâmetini,
zühd ve ibâdetlerini anlatır. Vefat
ettiğinde, dört mezhebin baş kadılarının ve Sultan Tumanbay’ın da katıldığı
resmî bir cenaze töreni düzenlenmiştir.
3- Afdaluddîn
el-Ahmedî (öl. ? ):
Afdaluddin Ahmedî, Şa'rânî’nin yalnız
hocası değil aynı zamanda yakın bir arkadaşıdır. Dureru’l-Gavvâs’ta onun
sözlerine yer verilen bir bölüm yer almaktadır. Ancak Ali el-Havvâs’ın sözleri
oldukça vecîz ve hikmetli iken Afdaluddîn’in sözleri pek anlaşılmayan
sözlerdir. Şa'rânî, Afdaluddîn’in onuncu asrın şeyhlerinin mertebelerine dair
sözlerine yer verdikten sonra şunları söyler:
“Bunları Kardeşim Afdaluddin’in el
yazmasından aldım. Bu sözler, irfâni bilgi mertebesinden elde ettiği tuhaf,
eşsiz bir lisândır. Asrımızın şeyhlerinin büyük çoğunluğu onun öğrencisi olmayı
hak etmez. Çünkü öğrenciliğin şartı şeyhinin sözlerini anlamaktır ve ben
günümüzde onun sözlerini kavrayabilecek bir kimseyi tanımıyorum. ”
4- Nureddin
Ali el-Marsâfî (öl.935/1528-1529):
Şa'rânî’nin tasavvufta önde gelen
hocalarındandı. Onun hakkında “tüm akrânı vefat edinceye kadar hayatta kaldı,
öyle ki, tasavvuf konusunda Mısır’da kendisinden başka örnek gösterilecek kimse
kalmadı” denilmektedir. Şa'rânî, Ali
el-Marsâfî’nin tasavvufa dair faydalı eserler yazdığını belirtir. Bu eserlerinden bazıları Menhecu’s-Sâlik ilâ
eşrefi’l-Memâlik, Keşfu Gavâmisi’l-Menkûl fî Müşkili ’l- Ayâti ve ’l-Asâri ve
Ahbâri ’r-Resûl ve Mebâni ’t-Tarîk fî Mebâdii ’t-Tahkîk adlı eserlerdir. Ali
el-Marsâfî, ayrıca Kuşeyrî’nin er-Risâlesi üzerine bazı müşkilleri ele aldığı
bir ihtisâr yazmış, Şa'rânî de bu ihtisârı ondan okumuştur. Ali e-Marsâfî’nin fâkih-sûfî çekişmesinde
uzlaşmacı bir kişilik sergilemiştir. Tasavvufun inceliklerine dair konuşacağı
zaman, yanında fukahâdan bir kimse varsa fâkih kalkıp gidinceye kadar konuyu
fıkhî meselelere çevirmiş, fâkih gittikten sonra tekrar tasavvufa dönmüştür.
Nitekim o bu hususta şöyle der:
Ali el-Marsâfî’ye el-Ezher’de tasavvuf öğretmesi teklif edildiğinde, o
sûfîlerin bu konuda bir gelenekleri olmadığını söyleyerek bunu reddetmiştir:
“...kendisine niçin el-Ezher’de
tasavvuf üzerine ders vermiyorsun denildiğinde şunları söyledi: ‘Bu tasavvuf
ehlinin ahlâkından değildir. Cüneyd el- Bağdâdî ve ondan sonra gelenler, bir
kimsenin anlamayacağı sözleri işitmesi ve helâkâ uğrayacağı korkusuyla,
tasavvuf ilmini evlerinin en alt katlarında vermişlerdir. Bu onların ne kadar
incee anlayışlı olduklarını göstermektedir.”
5- Muhammed
eş-Şinnâvî (51.932):
Mıhammed eş-Şinnâvî, Mısır nâhiy el
erinden Şarkiyye’deki müridlerin şeyhidir.
Şa'rânî’nin şeyhleri içerisinde en popüler olanıdır. Garbiyye’de evlilik
ve sünnet törenleri mutlaka onun huzurunda yapılmış, erkek, kadın, çocuk
herkese zikir telkini yapmıştır.
Kendisini halkın maddi ve manevi sorunlarını çözmeye adamıştır. Müridlere oldukça katı davranan şeyhlerin
aksine o hiçbir zaman bir müridi imtihana tabi tutmamış, müsamahakar ve iyimser
bir tasavvuf anlayışını temsil etmiştir.
Garbiyye’de Ahmed el-Bedevî adına her
yıl düzenlenen mevlid şenliklerinde Ahmed el-Bedevî’nin müridleri ‘Bu belde
Ahmed’in beldesidir biz de onun fakirleriyiz ’ zihniyetiyle hareket ederek,
onun adına halktan rızaları olmaksızın mal toplamışlar ve bu şenliklerde def ve
mizmar da çalmışlardır. Muhammed eş-Şinnâvî onların bu uygulamalarını kaldırmış
bunun yerine zikir meclisleri açmıştır.
6- Nureddin
eş-Şûnî (51.944/1537-38):
Tantâ şehrinin Şûn köyünde doğan
Nureddin eş-Şûnî, onuncu asırda Mısırda oldukça meşhur olan, Hz. Peygamber için
düzenlenen mahyâ zikirlerini ilk defa başlatan kişidir. Mahyâ zikirleri daha sonra Kudüs, Dımeşk,
Mekke ve diğer yerlerde de düzenlenmiştir.
Nureddin eş-Şûnî, Mahyâ zikirlerini düzenlemek için sık sık el-Ezher’e
gelmiştir. Bu mahyâ zikirlerine pek çok kişi katılmıştır. Nureddin eş-Şûnî, bu
zikirlere katılan ve o zaman el-Gamrî Camisinde ikamet eden Abdülvehhâb
eş-Şa'rânî’ye mahyâ zikirlerini el-Gamrî Camisinde düzenlemesi için izin
vermiştir. Mahyâ toplantıları el-Ezherli öğrencilerle Nureddin eş-Şûnî’nin
taraftarlarını, Şa'rânî ile on yedi yıl boyunca ikâmet ettiği el-Gamrî Camisi
sâkinlerini karşı karşıya getirmiştir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, Nureddin
eş-Şûnî’nin otuz beş yıl hizmetinde bulunduğunu belirterek,
et-Tabakâtu’l-Kübrâ’da onun menkıbelerinden söz etmiş ve önderi olarak
adlandırdığı eş-Şûnî’nin menkıbelerini müstakil bir eserde ele alacağını
belirtmesi onun Şa'rânî’nin yanındaki
müstesnâ konumunu göstermektedir.
Abdulevehhâb eş-Şa'rânî, kendisini bir
fıkıh bilgini ve dört mezhebin fıkıh uzmanı olarak görmesine karşın hocası
Zekeriyya el-Ensarî gibi fıkıh ve hadis ilimlerinde öğrenciler yetiştiren
birisi olarak temâyüz etmemiştir. Çünkü Şa'rânî daha çok tasavvufa ve tasavvufî
eğitime ağırlık vermiştir. Bu yüzden gerek Şa'rânî’nin kendi eserlerinde gerek
Şa'rânî dönemini ele alan tarih kaynaklarında öğrencileri hakkında çok fazla
malumata yer verilmemiştir. Şa'rânî hakkında yapılan günümüz çalışmalarında da
Şa'rânî’nin öğrencileri hakkında ayrıntılı bilgilere yer verilmemiştir.
Şa'rânî eserlerinde hocalarından sık
sık bahsetmesine hatta tüm hocalarının biyografilerini bir araya getirdiği bir
eser telif etmesine rağmen, öğrencilerinden çok fazla söz etmemiştir. Ancak,
Şa'rânî’nin zâviyesinde fıkıh ve hadis ilimlerinin de okutulduğunu bizzat
kendisinden öğrenmekteyiz.
Şa'rânî’nin en meşhur öğrencisi aynı
zamanda bir biyografisini de veren Abdurraûf el-Münâvî (öl. 952-1031)’dir. Münâvî, döneminin en önde gelen hadis
âlimlerindendir. Suyutî’nin el-Câmiu’s-Sağîr adlı eserine yazdığı Feyzu’l-Kadîr
adlı şerhi en önemli eserlerinden birisidir. Miftâhu’s-Seâde ve
el-Câmiu’l-Ezher min Hadîsi’n-Nebiyyi’l-Enver yine Suyûtî’nin bu eseri üzerine
yazdığı bir zevâid çalışmasıdır. İbn Hacer el-Askalânî’nin Şerhu
Nuhbeti’l-Fiker (Nuzhetu’n-Nazar) adlı eserine ise el-Yevâkît ve’d-Durer isimli
bir şerh yazmıştır. Hadis ıstılahlarına dair Buğyetu’t-Tâlibn li-Marifeti
Istılâhi’l-Muhaddisîn, el-îthâfâtu’s-Seniyye bi’l- Ehâdîsi’l-Kudsiyye, ve
et-Tabakâtu’l-Kübrâ olarak da adlandırılan el-Kevâkibu’d- Durriyye fî
Terâcimi’s-Sâdeti’s-Sûfîyye adlı biyografik eser Münâvî’nin diğer önemli
eserleri arasında yer almaktadır.
Münâvî, fıkıh ilmini, Şâfiî âlimlerden
Muhammed er-Remlî’den tefsir ilmini ise; en-Nûr Ali b. Gânim el-Makdîsî,
en-Necmu’l-Gîtî ve Şemseddin er-Remlî’den almıştı. Münâvî, Şa'rânî’nin
tasavvuftaki bir öğrencisi ve müridiydi.
Şa'rânî’nin tasavvuftaki bir diğer
meşhur öğrencisi el-Ezher’in Mâliki fâkihl erinden Ahmed b. İsâ idi. Ahmed b.
İsâ aynı zamanda el-Ezher’de mahyâ zikirlerinin de lideriydi.
Münâvî, Ahmed b. Hıdr isimli,
Şa'rânî’nin sık sık eleştirdiği Mutâviâ tarikatının bir üyesi olan gezgin bir
dervişten söz eder.
Osmanlı devletinde oldukça önemli
görevlerde bulunan Ebu’s-Suûd İbn Abdurrahîm İbn Abdulmuhsin İbn Abdurrahman
İbn Ali eş-Şa'rânî, Abdülvehhâb eş- Şa'rânî’nin yeğeni ve aynı zamanda bir
öğrencisiydi. Abdurrahman, babası tarafından Anadolu’ya gönderilmiş, eğitimini
Suriye ve Anadolu’da sürdürmüştü. Muhibbî ondan Türklerin hayranlık duyduğu bir
kimse olarak bahseder. İstanbul’un en iyi medreselerinde ders vermiş daha sonra
Suriye’ye kadı olarak atanmış ve 1088/1677’de Anadolu kazaskerlik görevinde
iken vefat etmiştir.
Abdülvehhâb eş-Şa'rânî, Tasavvufun
gerçek anlamda gerilemeye başladığı,
ilmî anlamda şerhçiliğin egemen olduğu ancak şerh dahi olsa ilmî
neşriyatın oldukça azaldığı bir dönemde kişiliği ve pek çok eseriyle bazı batılı
yazarların da belirttiği gibi modern dönem öncesi Mısır’ın son büyük tasavvufî
düşünürü olarak anılmayı hak etmiş bir İslâm âlimidir.
Şa'rânî’nin yaşadığı dönemde Memlük
saltanatı sona ermiş ve Mısır İslâm dünyasının entelektüel ve dinî merkezi olma
durumunu yitirmiştir. Bu dönem siyâsi, kültürel ve ilmî bakımdan tam anlamıyla
bir çöküş dönemidir. Böyle bir ortamda İslâmî ilimlerin hemen hemen her
sahasında eğitim görmüş olan Abdülvehhâb
eş- Şa'rânî, çoğunluğu tasavvuf-ahlâk içerikli olan pek çok eser kaleme almış
velûd bir yazardır. Şa'rânî, Letâifu ’l-Minen adlı otobiyografisinde; “Allah’ın
bana ihsân etmiş olduğu nimetlerden birisi, şeriat hakkında pek çok eser telif
etmiş olmamdır” diyerek pek çok eser
yazdığına işaret etmiştir.
On altıncı asırda Mısır’da, siyâsî
bakımdan memlüklerin birbirleriyle çekişmeleri, ahlâkî bakımdan halkın İslâm
ahlâkının öğretilerinden uzaklaşması, ilmî bakımdan ise fıkıhçılar ve
tasavvufçular arasındaki rekabetin ve ihtilâfların bitmek tükenmek bilmemesi,
onu pek çok ahlâk kitabı kaleme almaya, eserlerinde bir “mîzân”/ “denge” ve
“uzlaşma” politikası izlemeye sevk etmiştir.
Şa'rânî’nin eserleri hemen hemen tüm
meselelere ılımlı ve uzlaşmacı bir yaklaşım sergilemektedir. Şa'rânî,
el-Mîzânu’l-Kübrâ adlı eserinde İslâm hukukun dört mezhebi arasında bir denge
(mîzân) kurmaya çalışmış, sûfîler ve fukahâ arasındaki ilişkiler konusunda da
tarafsız davranmış, meşrû mezheplerin otoritesini istihzâya alan hatta reddeden
pek çok sûfî çağdaşından farklı olarak her grubun kendisine ait bir konumu
olduğunu iddia etmiş,241 el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir adlı
eserinde ise sûfîler (ehli keşf/ehl-i ayân) ile kelamcıların (ehl-i nazar/ehl-i
istidlâl) kelâmi görüşlerini birleştirmeye ve birbiriyle uyumlu hale getirmeye
çalışmıştır.
Şa'rânî’nin eserleri, Mısır tarihinin
son dönem Memlük ve erken dönem Osmanlı dönemi için zengin bir bilgi kaynağı
temin etmektedir. XVI. yüzyıl Mısır tarihi hakkındaki yerel yazılı kaynaklar;
İbn İyâs’ın Bedâyiu’z-Zuhûr fî Vekâidi’z- Zuhûr ve Abdussamed Diyarbekrî’nin
Nevâdiru ’t-Tevârih adlı eserleridir. Bedâyiu’z- Zuhûr’da, 928/1522 yılına
kadar olan hadiseler, Nevâdiru’t-Tevârih te ise 922/1516’dan 938/1531’e kadar
olan hadiseler detaylı bir şekilde ele alınmıştır. 938/1531’den sonraki Mısır
tarihi, Mısır’ın dinî ve sosyal yapısı hakkında kaynak bakımından bir
yetersizlik söz konusudur. Şa'rânî’nin Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye fî
Tabakâti’s-Sûfîyye, et-Tabakâtu’s-Suğrâ, Zeylu Levâkihi’l-Envâr, el-Mefâhiru
ve’l- Meâsir fî Ulemâi’l-Karni ’l-Aşir ve Letâifu’l- Minen gibi aynı zamanda Mısır
tarihî hakkında sosyal ve dinî bakımdan bilgiler veren eserleri, XVI. yüzyıl
için oldukça önemli kaynaklardır. Nitekim Katharyn Johnson Şa'rânî’nin eserleri
hakkında şu değerlendirmede bulunur:
“Şa'rânî’nin muazzam miktardaki
eserleri sonraki biyogarafi yazarlarına, hem kendi hayatı hem de dönemindeki
diğer âlimlerin biyografileri hakkında ayrıntılı bilgiler sağlamıştır. Genel
olarak biyografi yazarları, Şa'rânî’nin verdiği
bilgilere yeni bazı ufak bilgiler
eklemişler ancak ağırlıklı olarak onun tarafından verilen malzemelerden
yararlanmışlardır.”
Şa'rânî, pek çok eserinin alanında ilk
olduğundan, ele aldığı konularda kendisinden önce herhangi bir kitap
yazılmadığından bahsetmektedir. Karl Vollers, Şa'rânî’nin eserleri hakkındaki
bu tür ifadelere yirmi dört eserinde yer vermiş olduğunu şöyle belirtir:
“...Kitaplarının sayısı 70’i
aşmaktadır. Bunlar arasından 24 tanesini ana iddialarının daha önce hiç kimse
tarafından ele alınmadığı tamamen orijinal (ibtikâr) eserler olarak
adlandırmaktadır.”
Şa'rânî, Levâkihu’l-Envâr adlı
eserinin mukaddimesinde, eseri hakkına şunları söyler: “Bu, benden önce
benzerinin ortaya konulmadığı kıymetli bir kitaptır. Herhangi bir kimsenin
Resulullah’ın bizlere bildirdiği ve yapılmasını emrettiği vasiyetlerini
kapsayan, bizlere ne yapacağımızı ve üzerimize düşen sorumlulukların neler
olduğunu, ne gibi yasaklardan uzak kalacağımızı, haram ve mübah şeylerin neler
olduğunu bildiren bir eser bırakıldığını da tahmin etmiyorum.”
el-Mîzânu’l-Kübrâ adlı eserinin
mukaddimesinde de eseri hakkında benzer bir değerlendirmede bulunmuştur:
“Bu, değeri yüksek kıymetli bir
Mizândır. Bu kitapta görünüşte farklılık arzeden delilleri, tüm müçtehitlerin
ve sonrakilerden onlara uyanların kavillerini bir araya getirmeye çalıştım.
Diğer dönemlerde benden evvel bu işi yapan herhangi bir kimseyi bilmiyorum.”
Şa'rânî’nin eserlerine dair bu tür
görüşleri hakkında Joseph Schacht, şunları kaydeder: “Şa'rânî, umumiyetle kendi
eserlerini överek onların yeni çığırlar açtığından bahseder... Her ne kadar
kendisi aksini iddia etse de, eserlerinin kendisine has tarafları azdır.
Hususiyetle tasavvufta İbn Arabî’nin fikirlerini aksettirir. Nitekim
Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye, İbn Arabî’nin el-Futuhâtu’l- Mekkiyyesinin bir
ihtisarından ibarettir. el-Kibrîtu’l-Ahmer fî Beyâni Ulûmi’Şeyhi’l- Ekber de,
el-Futuhâtu’l-Mekkiyye’nin bir kısmı olup bizzat Futuhât’ın parçalarına istinad
eder. Sevâtiu’l-Envâri’l-Kudsiyye, Futuhât’taki beyitlerin bir izâhıdır. el-
Kavlu’l-Mubîn fi’r-Reddi an Muhyiddin,
İbn Arabi’nin bir müdafasıdır. Bizzat kendisi de diğer sûfîlerin değil,
İbnu’l-Arabî’nin ifade tarzını kullandığını söyler.”
Schacht, Şa'rânî’nin sadece İbn
Arabî’nin görüşlerine dayalı olan bazı eserlerden hareketle, eserlerinin
kendisine has taraflarının az olduğunu söylemiş, ancak diğer eserlerini ise göz
önünde bulundurmamıştır. Nitekim Vollers, Şa'rânî’nin olağanüstü başarısını ilk
olarak pratikte ve teoride bir sûfî olmasına aynı zamanda kelâm ve hukuk
alanlarında orijinal göze çarpan/ünlü bir yazar olmasına dayandırmıştır. el-Yevâkît ve ’l-Cevâhir adlı eserinde
sûfîler ve kelamcılar arasındaki itikâdi konulardaki ihtilâfları uzlaştırmaya
çalışması daha önce kimsenin yapmaya cesaret edemediği bir deneme olarak
görülmüş, yine el-Mîzânu’l-Kübrâ adlı eserinde dört mezhebin ihtilâflarını
uzlaştırmaya çalıştığı mizân teorisinin, cesur, orijinal ve büyük bir
reformcunun devrimci düşüncesi olduğu iddia edilmiştir.
Şa'rânî’nin eserlerindeki orjinallik
tartışmasını bir yana bırakacak olursak, eserlerinin İslâm dünyasında derin bir
tesir icrâ ettiğini, eserlerini herkesin anlayabileceği bir tarzda telif etmesi
sayesinde son derece rağbet gördüğünü, daha sağlığında bir kısım eserlerinin
oldukça yayıldığını söyleyebiliriz. Eserlerinin defalarca basılmış olması
günümüzde de Şa'rânî’nin eserlerinin büyük bir rağbet gördüğünü göstermektedir.
Şa'rânî, Letâifu’l-Minen’de yirmi dört
eserini sıralayarak bu eserlerden başka pek çok eser yazdığına da dikkat
çekmekte ancak bu eserlerinin Araplar arasında olduğu gibi Batı Afrika ülkelerinde
de oldukça rağbet gören eserler olduğunu söylemektedir.
Şa'rânî, daha önce Ahmed b. Hanbel,
Gazzâlî, Firuzâbâdî ve İbnu’l-Arabî gibi âlimlerin eserlerinin tahrif
edildiğini belirterek, kötü niyetli kimselerin kendisinin de bazı eserlerini
tahrif ederek ve insanlar arasında tahrif ettikleri nüshaları elden ele
dolaştırarak halkın ve el-Ezher alimlerinin nezdinde kıymetini düşürmeye
teşebbüs ettiklerini anlatır. Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye adlı eserinin
mukaddimesinde el- Bahru ’l-Mevrûd fi ’l-Mevâsîki ve ’l-Uhûd adlı eserinin
başından geçenleri şöyle anlatır:
“el-Bahru ’l-Mevrûd isimli kitabımın
halk tarafından takdir ve rağbet kazandığını gören ve bunu kıskanan kötü
niyetli bazı bilginler, kitabımı okuyunca kendi acziyetlerini ve eksikliklerini
anladıklarından beni halkın gözünden düşürmek ve müşkil bir durumda bırakmak
için kitabıma uydurma ek ve ilaveler yaparak yaymış ve kendilerinin bozguncu
fikirleriyle, benim ve kitaplarımın Kur’an ve Sünnet ’e aykırı olduğunu iddia
ederek, kitap muhteviyatını kısmen de olsa değiştirerek Mısır’da bana karşı bir
harekete teşebbüs etmişlerdi. Böylece el- Ezher’de ve diğer ilim merkezlerinde
aleyhimde büyük bir fitne ve fesad çıkarmış ve kargaşalara sebep olmuşlardı. ”
Şa'rânî Tenbîhu’l-Muğterrin adlı
eserlerine yapılan tahrifler hakkında ise şunları söyler:
“Ben, bütün düşmanların ve hasetçi
kimselerin şerrinden Allah’a sığınırım. Onlar öyle hasetçi kimselerdir ki,
Kitap ve sünnete aykırı olan ve haddi zatında bana ait olmayan bir takım
sözleri bana isnad etmekten çekinmezler. Bunu sırf insanların, kitaplarımızı
mütalaa etmekten soğutmak ve ondaki bilgilerden mahrum etmek için yaparlar.
Nitekim el-Bahru ’l-Mevrûd adlı eserimize ve Keşfu ’l-Gumme adlı eserimizin
mukaddimesinde bu gibi tahrif ve isnadları yapmışlardır. Bu yüzden el- Ezher’de
ve diğer ilim merkezlerinde büyük bir fitne meydana gelmişti.Tehevvüre
kapılanların pek çoğu, bu hasetçi kimselerin eserlerime sokuşturdukları
birtakım batıl akideleri, müslümanların icmâ ve ittifaklarına aykırı olan
meseleleri bana mal etmeye kalkıştılar.”
Ancak Şa'rânî, tahrif edilen
eserlerinin üzerinde pek çok âlim onayının verildiği asıl nüshalarını, el-Ezher
âlimlerine göndererek eserlerini tahrif eden bu kötü niyetli kimselerin
amaçlarına ulaşamadıklarını belirtir:
“Allah’a hamdolsun, ben her iki
eserimi de yazdıktan sonra, pek çok büyük âlimin mütalaasına arzetmiş ve onlar
da, her iki eserimi de tetkik ettikten sonra sitâyişkâr bir ifade ile
takdirlerini ve okuyuculara tavsiyelerini bizzat kendi elleriyle bu asıl
nüshalara yazmışlardı. Ezher âlimleri bu asıl nüshaları esaslı bir şekilde
incelediler. Hasetçilerin eserlerime sokuşturdukları ve bana isnad ettikleri
sözlerden hiçbirini bulamadılar.”
el-Ezher’deki bazı âlimler dışında;
Şeyhu’l-İslâm Şihabeddin el-Hanbelî, Nâsıruddin el-Lâkânî, Şihâbuddin er-Remlî,
Şihâbuddin el-Halebî, Nâsıruddin et- Tablâvî, Şemseddin Muhammed Hatîbî
Şirbînî, Nureddin Tandetâî, Necmetti el-Gîtî, Sirâceddin Hânûtî el-Hanefî,
Şemseddin Alkâmî, Abdulkadir Ruşdî, Şemseddin Berhemtuşî el-Hanefî, Aminuddin
bin Abdulâl gibi âlimler Şa'rânî’nin bu iki eserini inceledikten sonra
kitaplarına sokuşturulan bilgilerle bir ilgisinin olmadığını bildirmişlerdir.
Ancak Şa'rânî, bazı kimselerin onların
görüşlerine katılmayarak kendisi hakkında kötü düşünmeye devam ettiklerini de
belirtir:
“Fakat insanların haysiyetleri
hakkında hiç düşünmeden cüretkâr davranan bazı kimseler bilirim ki, hakkımda
maksatlı olarak yayılmış olan sözlere kapılarak, hakkımda hala kötü düşünmeye
devam etmektedirler. Halbuki onların hiçbiri benimle karşılaşmış, ilmî bir
meseleyi benimle konuşmuş veya beni görmüş değildirler... ”
Bu olay Şa'rânî’yi pek çok eserinin
mukaddimesinde okuyucularını tahrif edilen eserleri hakkında bilgilendirmeye ,
kitaplarının Kur’an ve sünnete uygun olduğunu belirtmeye sevketmiştir. Nitekim
Şa'rânî, Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye isimli eserinde Allah’tan kitaplarını
tahriflerden korumasını dileyerek şunları söylemiştir :
“Bu olaydan sonra, her kitabımda bir
bahane bulmaya ve dine aykırı hükümler sokarak beni kötülemeye çalışanlara
karşı düşüncelerimle ve eserlerimle yılmadan mücadele ettim. Aleyhimdeki her
fitne ve kötülüğü hakikatlerle susturdum. Bu kitabıma bir bahane bulmamaları ve
hile katmamaları için kitabın her ahdini hadislerle, Kurân ayetleriyle,
büyüklerin sözleriyle kuvvetlendirdim. Zira kıskanç ve kendisini beğenmiş
kimseler kitabımdaki hadislerin bazı yönlerini aykırı ve uydurma şeylerle
değiştirecek olsalar dahi, halk nazarında bu durum anlaşılmış olacak ve
müellifi için ‘Hem hadisten bahsedip hem de ona aykırı cevaplar vermesi nasıl
mümkün olur’ diyeceklerdir. Böylece Allah kitabımı bu gibi kimselerin şerrinden
korumuş olacaktır.”
Şa'rânî, ayrıca bütün kitaplarını dinî
ilimlerde ihtisas sahibi olduktan ve döneminin büyük âlimlerinin onayına
sunduktan sonra telif ettiğini bildirir:
“Ey Kardeşim! Kitaplarımı mütalaa et
ve onlardaki hikmet ve nasihatlerden istifade etmeye bak. Hasetçilerin
sözlerine kulak verme. Çünkü ben Allah’a hamdolsun ki, kitaplarımı Kur’an ve
sünnete göre tahrir etmişimdir. Dini ilimlerde iyice ihtisas yapıp
derinleşmeden, madde ve esaslarını Zekeriyya el-Ensârî, Burhaneddin b. Ebi
Şerif, Abdulhak Sunbâtî, Nureddin el-Mahalli gibi büyük âlimlere okumadan
herhangi bir kitap yazmış değilim.”
Şa'rânî, Keşfu’l-Gumme adlı eserinin
sonunda da eserinin Kur’ân ve sünnete uygunluğunu onaylayan Şihâbeddin er-Remlî
eş-Şâfiî, Muhammed Nâsıruddin et- Tablâv î eş-Şâfiî, Nâsıruddin el-Lâkânî
el-Mâlikî, Nureddin et-Trablûsî el-Hanefî ve Şihâbeddin el-Hanefî gibi dört
mezhep âlimlerinin eseri hakkındaki değerlendirmelerine, bir nevi icazetlerine,
yer vermiştir.
Şa'rânî’nin eserlerinin çoğu günümüze
ulaşmıştır. Bu eserleri, küçük risalelerden büyük ciltlere çeşitlilik arz
etmektedir. Kitapları arasında beş cilt hacminde olanlar vardır. Çoğunluğu ise
iki ciltten müteşekkildir. Eserlerinin ekseriyeti günümüze kadar gelmiş olup
dünyanın çeşitli kütüphanelerinde bulunmaktadır. Şa'rânî’nin kendi el yazma
eserleri dahi günümüze kadar ulaşmış,
pek çok çalışması birkaç defa basılmış ve yayımlanmıştır. Edisyon kritiği yapılan tek eseri
ed-Dureru’l-Mensûra, Rus müsteşrik A.E.Shmidt tarafından yayımlanmıştır.
Abdülehhâb eş-Şa'rânî, tasavvuf,
fıkıh, usul, hadis, nahiv, tıp, kimya ve ahlâk gibi pek çok ilim dalında kalem
oynatmış bir yazardır. Şa'rânî, eserlerini, İslâmî ilimlerin hemen her
sahasında oldukça geniş kapsamlı bir eğitimden ve tasavvuf yoluna girdikten
sonra yazmaya başlamıştır. Karl Vollers Şa'rânî’nin yazdığı ilk eser hakkında
şu tespitte bulunmuştur:
‘...görünüşe bakılırsa onun en erken
çalışması süfıler için yazılan bir usûl (metodoloji) kitabı olan ve 931 ’de
tamamlanan el-Envâru ’l-Kudsiyye adlı eseridir.’
Ancak, Vollers’ın eserin bitiş tarihi
olarak zikrettiği 931 senesi hatalıdır. Çünkü bu eserde 931 yılından sonra
yazdığı eserlerinden bahsetmiş ve eserin
sonunda 961 yılında tamamladığını ifade etmiştir.
Şa'rânî’nin ilk yazdığı eser kesin
olarak bilinmemekle birlikte, son yazdığı eser 967 yılında tamamlamış olduğu
otobiyografisi Letâifu’l-Minen ve ’l-Ahlâk’tır
Şa'rânî’nin eserlerinin sayısı tam
olarak bilinmemektedir. Abdulhayy b. Abdu’l-Kebîr el-Kettânî, Şa'rânî’nin
eserlerinin 300’den fazla olduğu olduğunu nakletmiştir: “Şerî ilimler ve âlet ilimleri hakkındaki telifleri 300
kitaptan fazladır.” Kettâni dışında
Şa'rânî’nin 300’den fazla esere sahip olduğunu söyleyenlerden birisi de
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî İmâmu’l-Karni’l-Aşir adlı eserin müellifi Abdulhafîz
Feraglî’dir.
Ali Mübârek (1311/1893),
el-Hitatu’l-Cedîde’sinde, ed-Dureru’l-Munezzame adlı eserin müellifinin
Şa'rânî’nin yetmişten fazla eser telif etmiş olduğunu nakleder. Şa'rânî’nin eserlerinin sayısını zikreden
araştırmacılar da umumiyetle eserlerinin 70’e yakın olduğunu tespit
etmişlerdir.
A.E.Shmidt ve Carl Brockelmann, Şa'rânî’nin tüm
eserlerini tespit etmeye çalışmışlardır.
Brockelmann, Şa'rânî’nin 67, Shmidt ise 69 eserinin listesini
vermiştir. Biz de Şa'rânî’nin
eserlerini, Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Literatür adlı eserinde
vermiş olduğu listeyi, bu listeye ek olarak Joseph Schacht’ın ilâve ettiği
eserleri ve Şa'rânî’nin Levâkihu’l-Envâr fî Tabakâti’l-Ahyâr
(et-Tabakâtu’l-Kübrâ) adlı eserini tahkik eden Abdurrahman Hasan Mahmud’un
esere yazdığı mukaddimede sıraladığı listesteyi kullanarak, Şa'rânî’nin
eserlerini takdim edeceğiz. Bunun yanı sıra bu kaynaklarda zikredilmeyen ancak
Şa'rânî’nin bazı eserlerinde sözünü ettiği eserleri de ilâve edeceğiz.
Abdurrahman Hasan Mahmud Şa'rânî’nin 103 eserine yer vermiştir. Onun Brockelamann ve Schacht’tan farklı
olarak zikrettiği eserlerle, birlikte Şa'rânî’nin eserini tespit edebildik.
Ancak Brockelmann ve Schacht’ın zikretmiş oldukları eserler, çeşitli
kütüphanelerde nüshaları bulunan ya da günümüze ulaşan eserlerdir. Abdurrahman
Hasan Mahmud’un yer verdiği eserlerin ise günümüze ulaşıp ulaşmadığı
bilinmemektedir. Bu yüzden böyle bir ayrıma giderek, Şa'rânî’nin eserlerini
sıralayacağız.
a-) Carl
Brockelman Geschichte der Arabischen Literatür’de, Şa'rânî’nin şu eserlerini
tespit etmiştir:
1- ed-Dureru’l-Mansûra
fî Beyâni Zubdi’l-Ulûmi’l-Meşhûra
2- el-Yevâkît
ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Kebîr
3- Ferâidu’l-Kalâid
fî İlmi’l-Akâid
4- Keşfu’l-Hicâb
ve ’r-Rân an VechiEsileti’l-Cân
5- el-Fethu’l-Mubîn
fî Cumleti min Esrâri’d-Dîn
6- el-lrşâdu’t-Tâlibîn
ilâ Merâtibi Ulemâi’l-Amilîn 7a- el-Mîzânu’s-Suğrâ (el-Hıdrîyye)
7- el-Mîzânu’ş-Şa'râniyye
el-Kübrâ
8- Levâkihu
’l-Envâri’l-Kudsiyye fî Beyâni Kavâidi’s-Sûfîyye
9- Sevâtiu’l-Envâri’l-Kudsiyye
fîmâ Sadarat bihi ’l-Futûhâti’l-Mekkiyye
10- el-Kavlu’l-Mubîn
fi’r-Reddi an Muhyiddîn
11- el-Kibrîtu’l-Ahmerfî
Beyâni Ulûmi’s-Sâihi’l-Ekber
12- Tenbîhu’l-Muğterrîn
fi’l-Karni’l-Aşir alâ mâ Halefehu fîhi Selefehumu’t- Tâhir
13- el-Envâru’l-Kudsiyye
fî Beyâni (marifeti) Adâbi’l-Ubûdiyye
14- Meşâriku’l-Envâri
’l-Kudsiyye fî Beyâni’l-Uhûdi’l-Muhammediyye 15 - Medâriku’s-Sâlikîn ilâ Rüsûmi
Tarîki’l-Arifîn
16- el-Bahru’l-Mevrûd
fi ’l-Mevâkiti ve’l-Uhûd
17- Mevâzînu
’l-Kâsirîn mine’r-Ricâl
18- Virdu’r-Resûl
19- Muhtasaru
Tezkireti’l-Kurtubî
20- İrşâdu
’l- Muğaffelîn mine’l-Fukahâ ve’l-Fukarâ ilâ Şurûti’s-Suhbeti’l- Umerâ
21- Keşfu’l-Gumme
an Cemîi’l-Umme
22- Dureru’l-Havvâs
alâ Fetâvâ (menâkib) Seyyidi Ali el-Havvâs
23- el-Cevâhir
ve’d-Durer
24- el-Mevâzînu’d-Durriyye’l-Mubeyyine
li Akâidi ’l-Firaki’l-Aliyye
25- en-Nefehâtu’l-Kudsiyye
fî Beyâni Kavâidi’s-Sûfîyye
26- Reddu’l-Murîdi’s-Sâdik
mea Ferâidu’l-Hâlik
27- el-Bedru’l-Munîr
fî Garîbi Ehâdisi’l-Beşîri’n-Nezîr
28- el-Ecvibetu’l-Merdiyye
an Eimmeti’l-Fukahâ ve’s-Sûfîyye
29- Behcetu’n-Nufûs
ve’l-Ahdâk fîmâ temâyaza bihi’l-Kavnu mine’l-Edeb ve’l-Ahlâk
30- Hukûku
İhveti’l-lslâm
31- Miftâhu
’s-Sırri’l-Kudsî fî Tefsîri Ayeti’l-Kursî
32- el-Cevheru’l-Masûn
(el-Maknûz) ve’s-Sırri’l-Markûm fîmâ Tunticuhu’l- Halva mine’l-Esrâri ve’l-Ulûm
33 - Reddu
fi’l-Kavâidi’l-Keşfiyye’l-Muveddidiha li-Meâni’s-Sıfati’l- İlâhiyye
34- el-Keşf
ve ’t-Tebyîn
35- el-Cevheru’l-Masûn
fî İlmi Kitâbillâhi ’l-Meknûn
36- Sırru
’l-Mesîr ve’t-Tezevvud li-yevmi’l-Masîr
37- Minahu’l-Minne
fi’t-Telebbüs bi’s-Sunne
38- Reddu
fî Ehli’l-Akâidi’z-Zâiğa ve Umûru Tenfâu men Yurîdi’l-Havde fî İlmi’l-Kelâm
39- Reddu’l-Fukarâ
anDave’l-Velâya’l-Kübrâ
40- el-Minahu’s-Seniyye
ale’l-Vasiyye el-Matbûliyye
41- el-Ahlâku’l-Matbûliyye
ve’l-Mufâda mine’l-Hadre’l-Muhammediyye alâ Seyyidinâ Abdullah el-Matbûlî
42- Dîvân
43- et-Tenbîh
mine’n-Nevmi’l-Ahyâr
44- Levâkihu’l-Envâr
fî Tabakât (es-Sâdat) el-Ahyâr (et-Tabakâtu’l-Kübrâ)
45- Letâifu’l-Minen
ve’l- Ahlâk fî Beyân Vucûbi’t-Tahaddus bi- Nimetillâh ale’l-İtlâk
46- el-Mukaddimetu’n-Nahviyye
fî İlmi’l-Arabiyye
47- Lübâbu’l-İ’râbi’l-Mânii
mine’l-Lahni fi’s-Sunneti ve’l-Kitâb
48- Muhtasaru
Tezkireti’s-Suveydî
49- ed-Dureru
ve’l-LumafîBeyâni ’s-Sıdki fi’z-Zuhdi ve’l-Verâ
50- ed-Dureru’l-Manzûm
fî Zuhdi’l-Ulûm
51- Adâbu’l-Fukarâ
52- el-Menhecu’l-Mubîn
fî Beyâni Edilleti Mezâhibi’l-Muctehidîn
53- el-Mevâzînu’l-Zehâbiye’l-Mubeyyine
li-Akâidi’l-Fırka’l-Alîyye
54- el-Mekâsidu’l-(Minhâc)
Arifin (Abidîn)
55- Vesâya’l-Arifîn
li-A’vâmi’t-Tuccâri ve’l-Fukarâi ve’l-Mu ’minîn
56- Şerhu’z-Zâirât
57- Fethu’l-Mubîn
fî Zikri Şaiu min Esrâri’d-Dîn
58- Tenbîhu
men Yalhu alâ Sıhhati’z-Zikri bi-lsmi “Hû”
59- Adâbu’l-Murîd
60- Reddu’l-Feth
fî Te’vîli el-Matbûlî sadare ani’l-Kummâl mine’ş-Şath
61- Tathîru’z-Zavâyâ
min Habâisi’t-Tavâyâ
62- Hâtimetu
fî Cumleti’s-Sâliha mine ’l-Belâyâ
63- Hâdi’l-Hâirîn
ilâ Rusûmi Ahlâki’l-Arifîn
64- Tabakâtu’s-Sebîli’l-Murîdi’s-Sadîk
mea men Yurîdi’l-Hâlik
65- el-Esiletu
ve’l-Ecvibe
66- Virdu’l-Aktâbi’l-Aktâb
67- Mizânu’l-Kâsirîn
vahyâ Reddu fî hâli badi’l-Mutasavvifa mimmen yeddâûne’l-Velâyâ
b-) Joseph Schacht, Brockelmann’ın
vermiş olduğu bu listeye şu eserleri ilâve etmiştir :
1- Mufahhimu’l-Akbâd
fî Beyâni Mavâddu’l-lctihâd
2- Levâihu’l-Hazelân
alâ kulli men lemya’mel bi’l-Kur’ân
3- Haddu’l-Husâm
alâ men evcebe’l-A’mel bi ’l-llhâm
4- et-Tatabbu’
ve’l-Fahs alâ hukmi’l-llhâm izâ hâlefe’n-Nâs
5- el-Burûku
’l-Hevâtif li’l-beşer fî a’mâli’l-Hevâtif
6- Tenbîhu’l-Eğbiyâ
alâ Katra min Bahri Ulûmi’l-Evliyâ
7- ed-Durru’n-Nazîm
fî Ulûmi’l-Kur’âni’l-Azîm
8- Kitâbu’l-lktibâs
fî ilmi’l-Kıyâs
9- Muhtasaru
Kavâidi’z-Zerkeşî
10- Minhâcu’l-Vusûl
ilâ ilmi’l-Usûl c-) Abdurrahman Hasan Mahmud ise Şa'rânî’nin eserlerinden
şunlara yer
verir
1- Muhtasaru
Ferâidu’l-Kalâid
2- Edebu’l-Murîdi’s-Sâdik
3- en-Nûru’l-Fârik
Beyne’l-Murîdi’s-Sâdiki ve Gayru Sâdik
4- Muhtasaru
Hedyi’n-Nebevî
5- Keşfu’l-Kinâi
an Vechi’s-Semâ’
6- Muhtasaru’l-Mudevvene
(Mudevvenetu el-İmâm Mâlik)
7- Menhecu’s-Sıdki
ve’t-Tahkîk fî Teflisi Gâlibi muddai’t-Tarîk
8- el-Minenu’l-Vustâ
9- el-Minenu’s-Suğrâ
10- es-Sırru
’l-Merkûm fîmâ İhtesse bihi Ehlullâhi mine’l-Ahlâki ve’l-Ulûm
11- el-Mefâhir
ve’l-Meâsir fî Beyâni Ulemâi’l-Karni’l-Aşir
12- Tehâretu
Ecsâmu’l-Muvahhidîn min Sûi’z-Zanni bi’l-Muslimîn
13- el-Menheceu’l-Mutahhar
li’l- Kulûbi ve’l-Fuâdi min Sûi’z- Zanni bi- Ahadin mine’l-İbâd
14- Muhtasaru’l-Mu’cizât
ve’l-Hasâis
15- Behcetu’l-Ebsâr
vel’-Fuhûm fî mâ temeyyeze bihi Ehlullâhi mine’l-Ahlâki ve’l-Ulûm
16- Tahâretu’l-Cismi
ve’l-Fuâd min Sûi’z-Zanni bis-Suadâi mine’l-İbâd
17- el-Menhecu’l-Mubîn
fî Beyâni Ahlâki’l-Ulemâi ve’s-Sâlihîn
18- Vasâya’l-Arifîn
el-Muktebeseti min Hadreti Rabbi’l-Alemîn
19- ed-Dureru’l-Madiyye
fî Beyâni’l-Ahlâki’l-Matbûliyye
20- ed-Dureru’s-Seniyye
fî Şerhi ’l-Vasiyyeti’l-Matbûliyye
21- el-Fusûl-fîİlmi’l-Usûl
22- el-Kavlu
’l-Mubîn fî Delîli Lebsi’l-Hirkati ve ’t-Telkîn
23- Neshu
Mubâyiatu’l-Yehûd ve’n-Nasârâ
24- el-İşâratu
fî Şerhi Hadîsi’l-İstihâre
25- el-Ahlâk
(es-Suğrâ)
26- el-Kavâidu’l-Keşfıyye
el-Muvaddiha li-Meâni’s-Sıfâti’l-İlâhiyye
27- en-Nûru’z-Zâhir
fî Ecvibeti inde’l-Ekâbir ve’l-Esâğir
28- Mîzânu’l-Akâidi’ş-Şa’rânîyye
el-Mukayyide bi’l-Kitâbi ve’s-Sunne
29- İrşâdu
’t-Tâlibîn ilâ Ulûmi’l-Arifîn
30- İrşâdu
’t-Tâlibîn ilâMerâtibi’l-Ulemâi’l-Amilîn
31- el-Mîzânu’ş-Şa'râniyye
el-Mukarrire li-Cemîi Akaidi Ehli’s-Sunneti’l- Muhammediyye
32- Tehâratu’l-Cismi
ve’l-Fuâd min Sûi ’z-Zanni billahi Teâlâ ve’l-lbâd 33 - Muhtasaru
Tehârati’l-Cismi ve’l-Fuâd (alâ’n-Nısfi minhu)
34- Tathîru
Ehli’z-Zevâyâ ve’r-Revâk min Habâisi’t-Tavâyâ ve’l-Ahlâk
35- Tahâratu’l-Cismi
ve’l-Cenân min Sûi’z-Zanni billâhi ve’l-Melâiketi ve’l- Cân
36- el-Mîzânu’ş-Şa'rânîyye
fîBeyâni Akâidi Ekâbiri’s-Sûfîyye
37- el-Kavâidu’s-Seniyye
fî Tevhîdi Ehli’l-Husûsiyye
38- ed-Dureru’l-Meknûn
ve’l-Cevheri’l-Masûn
39- Muhtasaru’t-Terğîb
ve’t-Terhîb
40- Seneduhu
fî Kırâati’l-Kutub min Tarîki’l-Huffâz Celâleddîn es-Suyûtî
41- Zemmu’r-Re’yi
ve Tebrîu’l-Eimmeti’l-Muctehidîn minhu
42- Muhtasaru
Akîdetu’l-Beyhâkî
43- el-Fulki’l-Meşhûn
(Beyânu enne mâ aleyhi et-Tasavvuf huve mâ aleyhi’l-Ulemâi’l-Amilûn
44- el-Akâid
45- Rubu’l-lbâdât
(alâ Mezhebi’s-Sûfîyye)
46- Tefsîru’l-Ahlâm
47- Tefsîru’l-Kurâni’l-Kerîm
(alâ Vechi’ş-Şerîati ve’l-Hakika)
48- Esrâru’ş-Şerîa
d-) Diğer bazı Kaynaklarda geçen
eserleri:
1- el-Ahlâku
’z-Zekiyye ve’l-Ulûmi’l-Leduniyye
2- Şerhu
Cemu’l-Cevâmi
3- et-Tirâzu’l-Ebhec
alâ Hutbeti’l-Menhec
4- Fethu’l-Vehhâb
fî Fedâili’l-Ali ve’l-Ashâb
5- el-Kavlu’l-Mubîn
fî Beyâni Adâbi’t-Tâlibîn
6- Kitâbu’l-Minen
ve’l-Ahlâk fî Beyâni Vücûbi’t-Tahaddus bi-Nimetillâh
7- Muhtasaru’l-Elfiyye
(İbn Mâlik’in Elfiyesi)
8- Menu’l-Mevâni
9- el-Menhecu’l-Mubîn
fî Ahlâki’l-Ârifin183
10- Edebu’l-Kudât
11- Muhtasaru
Suneni’l-Beyhâkî
12- Menhecu
’s-Sıdki ve’t-Tahkîk fî Teflîsi Gâlibi’l-Muddâîne li’t-Tarîk 13 - Alâmâtu’l-Hazelân
alâ men lem Ya’mel bi’l-Kur’ân
1- Letâifu’l-Minen
ve’l-Ahlâk fî Vücûbi’t-Tahaddus bi-Ni’metillâhi ale’l- İtlâk :
Şa'rânî, 961/1554 senesinin başında
gördüğü bir rüya üzerine ölümünün yaklaştığını hissederek otobiyografisini
yazmaya başladı. Şa'rânî’nin yalnızca kariyerini değil aynı zamanda onun
karakterini ve kişiliğini yansıtan Letâifu’l-Minen sayesinde Şa'rânî hakkında
bilinenler İslâm tasavvufunun diğer şahsiyetleri hakkında bilinenlerden daha
fazla olmuştur.
Eserin isminin ilk yarısı, Şazeliyye
tarikatı tarihinin en kapsamlısı olarak kabul edilen ve eş-Şâzilî’nin
biyografisinin verildiği Tâcuddin ibn Atâullâh el- İskenderî (709/1309)’nin
Letâ’ifu’l-Minen adlı eserinden; ikinci
yarısı ise, Celâleddin es-Suyûti (öl.911)’nin et-Tahaddüs bi-Nimetillâh isimli
otobiyografisinden iktibas edilmiştir.
Şa'rânî, Letâifu’l-Minen’ de ismi,
nesebi, ailesi, eğitimi, hocaları, öğrencileri, eserleri, mânevî mücahedisi,
Kahire’de meydana gelen hâdiseler, dönemindeki sûfî toplumu, Osmanlı kadılarına
nazaran içinde bulunduğu konum ve yaşamının en sıradan olayları hakkında
bilgiler vermiştir. Ancak Şa'rânî’nin bu eseri yazmasının asıl sebebi yukarıda
sayılan başlıklar hakkında mâlûmat vermek değildir. Eser, yazılış amacını göstermesi
bakımından anlamlı bir başlık taşımaktadır. Eserin isminde de geçen Allah’ın
nimetlerini anma vücubiyeti “ve Rabbinin nimetlerini anlat...” ayeti ile
temellendirilmiştir. Şa'rânî hayat
hikayesini, Allah’ın ihsân ettiği lütuflardan, yaşamış olduğu kerâmetlerden ve
Allah’ın inâyeti ile ihsân edilen güzel niteliklerden/ahlâklardan dolayı
Allah’a olan şükrünü ifâ etmek üzere kaleme almıştır.
Bazı batılı araştırmacılar
Letâifu’l-Minen'i kişisel bir övgü, bencillik ve kibir olarak nitelendirmiş ve
bu yüzden bu eseri bir “outhagiography” “övgü otobiyografisi” olarak
görmüşlerdir. J. Spencer Trimingham
The Sûfî Orders in İslam adlı eserinde Şa'rânî’nin otobiyografisi hakkında
şunları söyler:
“Şa'rânî, Letâifu’l-Minen’de kendisi
hakkında bir takım şeyleri açıklamıştır. Bu gerçek bir mânevi otobiyografi
değil, kendisine Allah’ın ihsan etmiş olduğu mânevi nimetlerin ve niteliklerin
bir listesinden oluşan bir çeşit kişisel menâkıb kitabıdır. (Bu listedeki) her
bir örnek tüm devirlerdeki sûfîlerin tecrübelerinden edinilenlere uygunluk arz
etmektedir. Başka bir deyişle o kendi övgü biyografisini yazmıştır.
Joseph Schacht’ın eser hakkındaki
değerlendirmesi ise şu şekildedir:
“Mânidâr bir şekilde Menâkibu Nefsihi
adını verdiği hâl tercümesinde Allah’ın onu başkalarından üstün tutarak
fevkalâde rûhi ve ilâhî mevhibelerle temâyüz ettirdiğini, bu suretle, Allah,
melekler ve peygamberlerle münâsebet tesis etmek, kerâmet göstermek, kâinâtın
sırlarına nüfûz etmek gibi üstün melekeler ihsan ettiğini söyleyip Allah’a
şükrederek zâhiri bir tevâzû perdesi altında övünür.”
Ancak Şa'rânî, Allah’ın kendisine
ihsan etmiş olduğu nimetleri açıklamakla kendisini övmeyi, ahlâkını, menâkıbını
zikretmeyi ve kardeşlerine karşı övünmeyi değil, Allah’a olan şükrünü
bildirmeyi amaçlamıştır. Ayrıca Şa'rânî,
otobiyografi yazma konusunda dünyevî başarıyı Allah’ın lütfunun gerçek bir
göstergesi olarak gören Şazelî tarikatının prensiplerinden ve kendisinden önce
otobiyografi kaleme alan Suyutî gibi alimlerin görüşlerinden istifade ederek
onların takipçisi olmuştur.
Michael Winter ise, A.E. Shmidt’in,
Şa'rânî’nin diğer eserlerinden hiçbirisi için olmayacak kadar
Letâifu’l-Minen’in, tam bir kişisel övgüye kapıldığı için batılı ilim
adamlarının Şa'rânî’ye karşı şüpheli tutumlarını harekete geçirdiğine işaret
ettikten sonra, Şa'rânî’nin otobiyografisinde göstermiş olduğu kişisel övgüyü
eleştirenlere karşı şunları söylemiştir:
“...Ancak, Şa'rânî, bu şekilde yazan
yani övgüyle Allah’a şükür ve erdemlerini tek tek anlatan ne tek ne de ilk
kişidir. Şa'rânî, benzer bir başlık taşıyan bir kitap yazan -et-Tahaddus bi
Nimetillâh- Suyutî’nin kendisinden önceki kuşağın en seçkin ilim adamı
olduğundan söz eder. Suyutî, Şa'rânî’nin dinî tutumlarına kuvvetli bir etkide
bulunmuştur. Ayrıca Şa'rânî, hem Suyutî hem de kendisinin bağlı olduğu Şazilî
tarikatının edebî geleneği çizgisinde olan bir kimsenin kendi faziletlerini ve
cömertliklerini beyân ederek Allah’a karşı minnettârlık göstermesi gerektiğini
ifade eder. Bir kimsenin cennete girmesinde maneviyât olduğu kadar nimetlere
şükretmek de Şa'rânî’nin dini düşüncesinde temel bir unsurdur.”
Şa'rânî, nimetlerinden dolayı Allah’a
olan şükrünü dile getirdiği Letâifu’l- Minen’de yaşamını, ahlâkını ve
öğretilerini manevî bakımdan ilerlemek isteyen kimseler için değerli bir örnek
olarak görmüştür. Şa'rânî, otobiyografisini yazma sebeplerinden birincisini şu
şekilde açıklar:
“(Bu eseri) Kardeşlerimin ahlâk
konusunda beni örnek almaları, onlarla ahlâklanmaları ve bundan dolayı yüce
Allah’a şükretmeleri için (telif ettim.) Yıllarımı, bu ahlâkla ahlâklanarak
geçirdim. Ancak kardeşlerim bunu idrak edemediler. Onlara bu ahlâkla
ahlâklanmalarını emrettim ancak onlar dinlemediler. Bir gün onlardan bir grup
bana şöyle dedi: ‘Ahlâk konusunda asrımız ehlinden hiç kimseyi, bize emretmiş
olduğun ahlâkla ahlâklanmış olarak görmedik.’ Onlara şöyle dedim: ‘Bu kitapta
size zikrettiğim ahlâkî niteliklere bakınız! Her bir ahlâkla ahlâklandığımı
göreceksiniz. Öyleyse onlarla ahlâklanmanızı terketme hususunda bir mazeretiniz
kalmayacaktır...”
Şa'rânî, otobiyografisini yazarken kendisinden önce yazılan otobiyografilerden istifade etmiş ancak otobiyografi
yazımında yeni ve özel bir metin oluşturmayı tercih etmiştir. Erken dönem
Arapça otobiyografiler birkaç değişik yöntemle yazılmıştı. Bazıları rivayet
tarzında, diğerleri ise biyografik suretlerinden biraz farklı olan kişisel
yazım tercemeleri şeklindeydi.
Şa'rânî’nin otobiyografisi modern dönem öncesi bilinen tüm
otobiyografiler içerisinde en geniş kapsamlı olanıdır. Eser kronolojik olarak
düzenlenmediği gibi rivâyet temâlarına göre de düzenlenmemiştir. Eserin yapısı
oldukça dağınık ve tekrarlı bir biçimdedir. Allah’ın yazara yaşamı boyunca
ihsân etmiş olduğu nimetler anekdotlarla tek tek aktarılmış ve yaşamından
çıkartmış olduğu pratik ahlâk ilkeleriyle donatılmıştır.
Şa'rânî’nin otobiyografisinin tarihi
değeri sadece geniş kapsamlı olmasına dayanmamaktadır. Arap edebiyatı
geleneğinde otobiyografik faaliyeti dikkate alan bu eser, sosyal ve ahlâkî
belirsizliklerin dile getirilmesi bakımından daha büyük bir öneme
sahiptir. Şa'rânî’nin yaşadığı dönemde
Mısır toplumunu ele alan tarihçilerin azlığı sebebiyle, toplumun sosyal ve
ahlâkî bakımdan aydınlatılmasında kaynak bakımından bir yetersizliğin olduğu
görülmektedir. Şa'rânî’nin
Letâifu’l-Minen’ve biyografik ve otobiyografik unsurlara yer veren
et-Tabakâtu’l Kübrâ, el- Bahru’l-Mevrûd, et-Tabakâtu’s-Suğrâ
ve el-Ahlâku’l-Matbûliyye gibi diğer eserleri bu boşluğu doldurmaktadır. Şa'rânî’nin özellikle otobiyografisi ve diğer
eserleri, XVI. yüzyıldaki Mısır toplumu hakkında sosyal, kültürel, ilmî ve
ahlâkî bakımdan pek çok mâlumat sunmaktadır.
Letâifu’l-Minen bir önsöz, bir giriş,
on altı bölüm ve bir hâtimeden oluşmaktadır. Şa'rânî’nin otobiyografisi bir
pratik ahlâk kılavuzudur. Her pasaj ““Rabbimin bana ihsân etmiş olduğu
nimetlerdendir...” cümlesiyle başlar. Eşsiz faziletlerini başkalarının
davranışlarıyla karşılaştırır. Kendi davranışlarını, ahlâkını örnek olarak
takdim eder. Davranışlarının pek çok vecizesi aynı şekilde sûfîlere dair diğer
ahlâk kitaplarında çoğunlukla el-Ahlâku’l-Matbûliyye’de tekrarlanmıştır. Ancak
burada başlıklar “onların ahlâkındandır...” şeklindedir.
Şa'rânî’nin otobiyografisinin en
önemli özelliklerinden birisi esere yazmış olduğu önsözüdür. Şa'rânî burada
kendisini otobiyografi yazmaya sevk eden sebepleri açıklamıştır. Şa'rânî’nin bu
önsözünün, otobiyografi yazımına dair ahlâkî ve tarihî konuların ele alındığı
klasik dönem sonrasından günümüze ulaşan birkaç metinden birisi olduğu
belirtilmiştir. Şa'rânî’nin
Letâifu’l-Minen e yazdığı önsözün bir savunu olduğunu Dwight F. Reynolds şöyle
dile getirir:
“Onun önsözü otobiyografi yazımına bir
dizi sebep ve bu tür metinlerin önemi hakkında bir dizi argüman olarak tertip
edilmiş olmasından dolayı edebî bir faaliyet olarak bir otobiyografi savunusu
oluşturmaktadır. Bunlardan bir bölümü daha önceki yazarlardan özellikle
Celâleddin es-Suyûti’den iktibas edilmiş, diğer bir bölümü ise bizzat Şa'rânî
tarafından yeni bir biçimde şekillendirilmiştir ”
Arap edebiyatı tarihinde XV. yüzyıla
kadar yazılan otobiyografiler savunmasız yazılmıştır. Ancak XV. ve XVI. yüzyıl
boyunca yavaş yavaş bir gelenek haline gelen farklı bir “otobiyografik endişe”
düşüncesi, bir otobiyografi yazımını güvenilir kılmak ve değişik yollarla
otobiyografinin statüsünü korumak için yazarları harekete geçirmiştir. Şa'rânî’nin önsözü ve girişi modern dönem
öncesi Arap edebiyatında otobiyografinin önemli konularının en çok
detaylandırıldığı tek örneği teşkil eder. Şa'rânî’nin önsözü, onu kendisini
beğenmişlik, ve kibirle itham edebilecek olan okuyucuların eleştiride
bulunmalarını engellemeyi amaçlamaktadır. Esere önsöz içerisinde otobiyografi
yazımının bir savunusu yerleştirilerek önceden eleştirileri engelleme arzusu
çok belirgin bir biçimde XV. ve XVI. asırda görülen bir olgudur.
Şa'rânî önsözüne otobiyografisinin
yazımına neden olan beş sebebi sıralayarak başlar. Bu sebepler önsözü takip
eden yirmi sayfalık giriş bölümünde genişletilmiştir.
Şa'rânî, kendisini otobiyografi
yazmaya sevk eden sebepleri şöyle sıralar:
1-
Kardeşlerimin (ihvân) ahlâk konusunda beni örnek almaları, onlarla
ahlâklanmaları ve bundan dolayı Allah’a şükretmeleri için,
2- Ölümümden
sonra da kitap kaldığı sürece şükrümün devam etmesi için,
3- Asrımın
insanlarını şeriat kitaplarının ezberlenmesinde beni örnek almaları için ilim
ve ameldeki derecem konusunda bilgilendirmek için,
4-
Menâkıbımdan birşeyler zikretmek isteyen kardeşlerimi araştırma yapmaktan
kurtarmak, geçmiş dönemlerde âlimlerin ve sâlihlerin menâkıblarını bir araya
getiren kimselerin yaptığı gibi (menakıbıma) fazlalık ve eksiklik
karıştırmaları ihtimaline karşı (kendi yazdığım menâkıbıma) uymaları için.
5- (Bu
eseri yazmada) Selef-i Sâlihîn’i kendime örnek almamdır. Yüce Allah’ın
nimetlerini anlatarak, insanların ilim ve tarikatı kendilerinden öğrenmeleri
için kendi durumlarını açıklayarak tabakât’larında menâkıblerini zikreden bir
grup benden önce gelmiştir.
Şa'rânî’nin, giriş bölümünde de,
kendisine yönelecek eleştirilere önceden engel olmaya çalıştığı açıkça
görülmektedir. Şa'rânî, okuyucunun kendisini ve diğer otobiyografi yazarlarını
eleştirmemeleri gerektiğini , Allah’a şükretmekle ilgili ayetleri,
peygamberlerin Allah’a göstermiş oldukları şükür örneklerini, Hz. Peygamberin
şükürle ilgili hadislerini ve başta manevî lideri Ali el-Havvâs olmak üzere,
Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, İbrahim el-Matbûlî gibi sûfîlerin Allah’a şükür
hakkındaki görüşlerini zikrederek, menâkıbını zikreden kimselerin Allah’a şükür
görevini yerine getirdiklerini söyler. Şa'rânî, şükrü dil ile şükür, kalp ile
şükür ve organlarla şükür olmak üzere üçe ayırır. Dil ile şükrü Allah’ın
nimetlerini ikrar, kalp ile şükrü tüm nimetlerin Allah’ın ihsânı olduğuna
inanma ve organlarla şükrü de amellerle Allah’a şükretme olarak açıklar. Dil
ile yapılan şükrün kalp ile yapılan şükre mutabık olması gerektiğini, ve yine
Ey Davud ailesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır! ayetine işarette
bulunarak, dil ile yapılan şükrün amellerle desteklenmesi gerektiğine
inanır. Şa'rânî, dil ile yapılan şükrün
nimetleri ikrar etmekle mümkün olacağını söylerek, menâkıb yazımının da dil ile
ikrar olduğunu göstermeye çalışır:
“Ey kardeşim bil ki, Allahu Teâlâ,
bize ihsan etmiş olduğu nimetlerden dolayı şükretmemizi emreder. Bu Allah ’ın
üzerimize farz kıldıklarındandır. Onun nimetlerini dilimizle, kalbimizle ve
uzuvlarımızla saymamız mümkün değildir. Bununla birlikte Allahu Teâlâ dil, kalp
ve organlarımızla ona şükretmemizi ister. Dilin şükrü ise ancak Allah’ın ihsân
etmiş olduğu nimetleri ikrar etmekle mümkün olur. Nimetleri insanlara izafe
etmememiz, onların vasıta olması sebebiyledir. (Allah’ın) bizim için su
kanalından su çıkarması gibi. Gerçek şükür, su kanalına değil, kanaldan suyu
çıkaranadır. Bir hâdis’te, ‘insanlara şükretmeyen, Allah’a şükretmez ’
buyrulmuştur. ”
Şa'rânî, kitabın son bölümünde bitiş
tarihinin 960 (1552-53) yılı olduğunu söyler. Ancak bu tarih kaba taslak olarak
ifade edilmiş olmalıdır. Çünkü Şa'rânî Letâifu’l-Minerfde daha sonraki olaylar
ve tarihlerden söz etmiştir. Örnek
olarak 961 yılında gördüğü bir rüyayı anlatır.
G.Flügel de eserin bitiş tarihi olarak 967 yılını tespit etmiştir:
“Şa’rânî tarafından 967 yılı
ortalarında (1560) tamamlanan ve bir önsöz, 16 bölüm ve bir sönsöz ‘den oluşan
“Letâifu ’l-Minen ve ’l-Ahlâk fî Beyâni vücûbi ’t- Tahaddusi bi Ni’metillâh”
adlı eserin Dresden‘deki el yazması nüshasında yaptığım ayrıntılı inceleme
sırasında yazarın yazdığı eserlerin bir listesine ulaştım. Yazar bunları aşağı
yukarı yayın tarihlerine göre düzenlediği için bu listenin o yıla kadar olan
bütün eserleri kapsamaları yanında bu eserlerin sırası da temin edilmiş oldu ki
bu sıralama edebiyat tarihi açısından hiç de önemsiz değildir.”
2- Tenbîhu’l-Muğterrîn
fî’l-Karnî’l-Âşir alâ mâ Halefehu fîhi Selefehumu’t-Tâhir:
Tenbîhu’l-Muğterrîn, Hz. Muhammed’in,
onun sahabelerinin, halifelerin, müçtehit imamların ve âlimlerin nasıl bir
yaşam modeli sunduklarını ve nasıl bir dindarlık bıraktıklarını göstermeye
çalışan bir ahlâk eserdir:
“Bu kitap, hacim itibariyle küçük,
fakat muhtevasının kıymet ve önemi bakımından büyük bir eserdir. Ben bu
kitabımı, Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı vazifelerini nasıl yerine
getirdiklerine dair Selef-i Sâlihîn’in sîret ve ahlâkından alınmış örnekler
vermek suretiyle vücuda getirdim. Büyük bir itina ile altın yazı yazarcasına,
kitap ve sünnete uygun olarak yazdım.”
Şa'rânî, eserini yazmaya başladığı
zaman yeterli kaynağa sahip olamadığı için büyük bir sıkıntıya düştüğünü
belirterek, bu kaynak yetersizliğini bir şahsın kendisine, baş tarafı noksan
olan ve yaklaşık hicrî beş yüzlerde kûfî bir yazıyla yazılmış bir kitap
getirmesiyle giderdiğini şöyle anlatır:
“Bu kitabı yazmaya başladığım zaman,
yanımda gerekli maddeler ve kaynaklar olmadığı için büyük bir sıkıntı ve
tutukluk içindeydim. Bir gün yanıma bir şahıs geldi. Elinde kûfi yazıyla
yazılmış bir kitap vardı. Baş tarafı noksan olan kitabın yazılış tarihi beşyüz
küsürdü. Kitap Islâmın birinci ve ikinci nesilleri olan sahabe ve tabiîne
mensup temiz ve iyi geçmişimizin halleriyle doluydu. Kitabın yazarının İmâm
Mâlik’in akranlarından Yeki’ b. Cerrâh’tan rivayette bulunduğunu gördüm. Buna
çok sevindim ve bu kitabımı bu eserle sağlamlaştırdım.”
Şa'rânî, bu eserini tasavvuf ve ahlâk
ile iştigal eden âlimler için baş referans kitabı olarak görmüş ve bu yönüyle,
o asırda, fıkıh ilmi ile iştigal eden âlimlerin fıkhî hüküm vermek için
kullandıkları temel eserlerden birisi olan İmâm Nevevî (öl.962)’nin el-Minhâc
adlı eserine benzetmiştir:
“Bizim bu Kitabımız, İmam Nevevî’nin
el-Minhâc adlı eserine benzer, nasıl ki, fıkıh ilmi ile iştigal eden asrın
âlimleri onun kitabındaki bilgi ve tercih edilmiş meselelerle insanlara fetvâ
veriyorlarsa, ahlâk ve tasavvuf ilmiyle iştigal eden sûfîyye ulemâsı da bu
kitapta güzelce yazılmış ve nakledilmiş bilginlerle fetvâ verirler. Çünkü ben
onu tâbiinden ilimleriyle âmil âlimlerden gelip geçmiş büyüklerin ahlâk ve
efâli ile; ve tasavvufa girdiğim ilk günlerde Allah’ın bizzat bana ahlâklanmayı
lutfettiği ahlâk ile sağlamlaştırmışımdır.”
Eserde yer alan her bölüm başlığı “Selef-i Sâlihîn’in ahlâkındandır” veya “Onların ahlâkındandır” şeklindedir.
Tenbîhu’l- Muğterrîn, hadis-sünnetten ya da sahabe ve tâbiûn’un sözlerinden,
uygulamalarından çıkarılan dindârlık ve ahlâk ilkeleri ile donatılmıştır.
Örneğin, Hz. Peygamberin “Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah
için sevmemek, imanın en sağlam kaidelerindendir.” hadisi zikredilmiş ve Ali b.
Huseyn, Abdullah b. Mesud, Süfyan es-Sevrî, Muhammed b. el-Hanefiyye, Ahmed b.
Hanbel’in bu hadisle aynı mahiyetteki sözleri ve uygulamaları nakledilerek bu
ahlâki tutum “Onların, (Selef’in) güzel ahlâkından birisi de tepki ve
gayretleri Allah içindi ve eksiksizdi” şeklinde ahlâki bir ilke olarak takdim
edilmiştir. Yine Hz. Peygamberin
“Cehennemde ‘hephep’ denilen bir vâdi vardır. Allah bu vadiyi, zalimler ve
zâlim hükümdarların meclisine gidip onlara kavuk sallayan âlimler için
yaratmıştır” hadisi ve Basra vâlisinin Mâlik b. Dinâr’a “Ey Mâlik, bize karşı
bu kadar ağır
konuşabilmen ve bizi mukabele etmekten
aciz bırakan şey nedir biliyor musun? Dünyaya metelik vermemen ve bizden bir
beklediğinin olmamasıdır ” sözüyle Mâlik b. Dinâr'ın bu konudaki tavrı örnek
gösterilerek “onların (selefin) ahlâkından birisi de dinî bir zarûret veya
mâruf ile emretmek gibi bir maslahat olmadığı halde devlet kapılarını aşındıran
kardeşlerine yakınlık göstermezlerdi” şeklinde ahlâki bir ilke olarak
zikredilmiştir.
Şa'rânî, bu eserini telif etmesinin en
önemli sebeplerinden birisini de şu şekilde açıklar:
“Onuncu yüzyılın ikinci yarısında
Mevlânâ Sultan Süleyman b. Osman (Kanuni Sultan Süleyman) ’ın bir miktar malı,
işçiler ve başkaları tarafından çalınmıştı. Hırsızların meydana çıkması ve
çalınan malın bulunması için hükümdarın idâri memurları tarafından gerektiği
gibi ciddi bir şekilde araştırma ve soruşturma yapıldığını müşahede ettim.
Tabii onlar bunu hükümdarlarına bir yardım olarak yapıyorlardı. Onların
hükümdarlarına yaptığı bu ciddi araştırma ve soruşturma gibi sultanlar sultanı,
Allah resûlüne yardım olmak üzere İslâm ahlâkına ait bilgi esaslarından
kaybolanların meydana çıkması için, şeriat âlimleri tarafından bir araştırma ve
soruşturma yapıldığını görmedim. Hal böyle olunca, içimde İslâm dini hakkında
büyük bir imân gayretinin canlandığını hissettim ve bu kitabı vücuda getirdim.
Bu suretle zâhir ve bâtın ulemâsının elinde İslâm ahlâkına ait bilgi esaslarından
kaybolmuş olanları güzelce meydana çıkardım. Bu zamanda bu kitap her fakîh ve
sûfî için faydalı bir eserdir. diyebilirim ki, fakîh ve sûfîlerden hiçbiri onu
mütalâa etmekten müstağnî kalamazlar.”
Şa'rânî’nin, yaşadığı dönemde selefin
yaşam modelinden ve dindârlıklarından bir eser kalmaması kendisini bu eseri
yazmaya sevk eden en önemli sebeplerden birisidir. Şa'rânî, eserini -Tenbîhu’l-Muğterrîn Avâhiru
’l-Karni ’l-Âşir alâ mâ halefû fîhi Selefuhumu’t-Tâhir-‘Onuncu asrın sonlarında
hayırlı ve tertemiz seleflerine muhalif bir yol tutarak gurura kapılanlara bir
uyarı olarak kaleme almıştır. Bu uyarı özellikle İslâm ahlâkının ilkelerinden
uzaklaşan ve maddi menfaatler elde etmek için devlet ricâli ile yakınlaşan bazı
tasavvufî çevreleri kapsamaktadır. Selefin ahlâkından uzaklaşan bu tasavvuf
çevrelerin ahlâkına
bakanların tasavvuf yolunu din dışı
olarak gördüklerini söyleyen Şa'rânî,
zamanındaki sûfîler arasında İslâm ahlâkının benimsenmez ve tanınmaz olduğunu
belirterek onların durumunu şöyle tasvir eder:
“Onlardan biri, gerçek tasavvuf
yolundan nasibi olmayan birisine gidip ondan fenâ, bekâ ve şath hakkında kitap
ve sünnetin tanımadığı bir takım kelimeler işitiyor ve bunları birkaç defa
tekrar ediyor. Sonra kendisine bir cübbe ve sarık giydiriliyor ve Anadolu ’ya
temsilci olarak gönderiliyor. Artık orada konuşmuyor, hep susuyor ve
perhizkârlık yapıyor. Adamları kendisine bol bahşişler koparmak veya maaş
bağlatmak için teşebbüse geçiyorlar. Vezirlere ve önde gelen devlet adamlarına
vasıtalar koyuyorlar. Şeyh de bu suretle devlet bütçesinden kendisine ayrılan
şeyi bir nevi hile yaparak elde ettiği için haram olarak elde etmiştir. Devlet
adamları ise onu, iyilerden biri sanmışlardır.”
Şa'rânî ayrıca bu gibi kimselerin
ilimsiz tasavvufundan da oldukça şikayetçidir:
“Bu kabil insanlardan biri, bir gün
benim yanıma geldi. Bir bilgisi ve nasibi olmadığı halde fenâ, bekâ, gibi
tasavvufa ait bahislere dalmaya başladı. Etrafında kendi adamları da vardı.
Günlerce yanımdan ayrılmadı. Bir gün kendisine, abdestin ve namazın şartları
hakkında biraz konuşuvermesini söylediğimde verdiği cevap: ‘Ben ilim hakkında
hiçbir şey okumadım ’ sözü oldu. Kendisine dedim ki: ‘ Ey Kardeş, ibâdetlerin,
Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetine göre tashih edilmesi ittifakla vacibdir.
Vacib ile mendunu, haram ile mekruhu birbirinden ayıramayan bir kimse cahil
demektir. Ne zâhirde ne de bâtında cahil bir kimseye uymak ise asla câiz
değildir.”
Şa'rânî, selefin ahlâkının bilhassa
kendilerine yetiştiği büyük üstadların vefatıyla onuncu yüzyılın birinci
yarısından sonra tam bir fetret devresine girdiğini belirtir. Onlardan; Ali
el-Marsâfî, Muhammed Şinnâvî, Muhammed b. Davud, Ebubekir Hadîdî, Abdulhalim b.
Muslih, Ebussuûdu’l-Cârihî, Tâcuddin Zâkir, Muhammed b. İnân, Ali el-Havvâs
gibi hocalarını örnek olarak zikrederek onların ahlâki özelliklerini İslâm
ahlâkından uzaklaşan tasavvufi çevrelerle karşılaştırır:
“Onların hepsi, zühd takvâ, ibâdet
gibi İslâm ahlâkının en yüksek mertebe sindeydiler. Onlar, son derece darlık
içinde bulunsalar dahi, valilerin verdikleri mallardan hiçbir şey kabul
etmezlerdi. Helâlinden rızık buluncaya kadar açlığa katlanırlardı. Onlar, süslü
atlara binmeyi kıymetli yüksek elbiseler giymeyi, çeşit çeşit nefis yemekler
yemeyi kendilerine bir gaye ve murad edinmiş değillerdi... Hükümdarlar onlara
Beytü’l-Mâl’den (devlet hazinesinden) kıymetli hediyeler, bol bahşişler verdiği
ve kendilerine aylık bağlamak istedikleri zaman kabul etmez ve şöyle derlerdi:
‘Devlet hazinesindeki mal, ancak memleket ihtiyaçlarını, vatanı ve müslümanları
korumakla görevli ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya sarfedilmek üzere
hazırlanmıştır. Bizler ise böyle âmme menfaatiyle ilgili bir iş ve vazife
yapmış değiliz.”’
Şa'rânî, okuyuculardan “sizin bu
kitabınızı mütalaa etmek, zamanımızdaki sûfîlerin kusurlarını meydana çıkarmaktadır. Kardeşlerinizin
kusurlarını görmezlikten gelip ifşâ etmeseydiniz olmaz mıydı?” veya “Bu kitap
neredeyse şu zamanda şeyhlere inanan bir kişi dahi bırakmayacak” şeklinde
kendisini eleştirecek kimselere cevap olarak şunları söyler:
“Bizden önceki âlimler ve sûfîlerden
pek çok kimse bu mahiyette eser vermişlerdir. Onlar, bu eserlerinde iyilerin
ahlâkını da bildirmişler, kötülerin ahlâkını da... Hak yolundan samimî ve sâdık
olanları da tanıtmışlar, yalancı ve sahte olanları da... Hakikaten saliki
görünenleri de, gerçekten öyle olanları da... Onlar bu vazifelerini
yaparlarken, Selef-i Sâlihîn’in ahlâkına muhalif olanların kötülüklerinin
ortaya çıkmasında bir mazur görmemişlerdir.”
Şa'rânî, eserde sunmuş olduğu ahlâkî
ilkelerin hepsine sahip olduğunu; bu ahlâk zamanımızda tanınmıyor, kendimden
başka onunla ahlâklanmış bir kimseyi tanımıyorum şeklinde dile getirerek,
kendisinin sahip olmadığı ahlâki özelliği tavsiyede bulunmadığına dikkat çeker. Şa'rânî bu tür ifadeleri daha önce Letâifu
’l- Minen'inde de görmüş olduğumuz gibi kendisini övmek amacıyla değil,
başkalarının ahlâk konusunda kendisini örnek almaları ve Allah'a şükranda
bulunmak amacıyla kullanmıştır. Şa'rânî ayrıca, Tenbîhu’l- Muğterrîn’de, sık
sık kullanmış olduğu “Bu ahlâk zamanımızda tanınmaz oldu, akranlarım arasında
birisinin bu ahlâkla ahlâklanmış olduğunu görmedim” şeklindeki ifadelerini din
kardeşlerini küçük düşürmek için değil, bu ahlâka sahip olanların azlığını dile
getirmek için kullandığını söyler.
Şa'rânî’ye göre bir müellifin yeni bir
usûlle kaleme aldığı bir eserin331 müfessirler, muhaddisler, fıkıh ve usül
âlimleri, nahiv, kelâm, tasavvuf âlimleri, beyân ve belâğat âlimleri tarafından
tenkide uğramasının kaçınılmaz olduğunu bu durumda yeni bir eser kaleme alacak
müellifin eserine koyacağı her mesele için tüm bu âlimlerin hepsiyle görüş
alışverişinde bulunması gerektiğini bunun ise bir beşer için mümkün
olamayacağını savunmaktadır.332 Bu yüzden eserini Kitap, sünnet ve din
âlimlerinin görüşlerinden istinbat yoluyla vücuda getirdiğini, nakil yoluyla
bildirdiklerini ise delil ve şahit göstermek için kullandığını vurgulayan
Şa'rânî, kendisinin de eserini yeni bir usûlle meydana getirdiğini imâ ederek
tenkide uğramasının kaçınılmaz olduğunu belirtir. Bu yüzden eserindeki herhangi
bir yanlışını düzeltecek olanları müsamaha ile karşılayacağını ifade eder.
Tenbîhu’l-Muğterrîri’de selefin
uygulamaları model alınarak ortaya konan İslâm ahlâkının ve gerçek bir tasavvuf
ahlâkının ilkelerinin ortaya konulması ile aslında Mısır’daki İslâm toplumunun
ve özellikle bazı tasavvufî çevrelerin durumu gözler önüne serilmiştir. Bu
yönüyle eser aynı zamanda dönemin sosyal ve ahlâkî durumunu tasvir etmektedir.
Çünkü, eserde yazar tarafından zikredilen ahlâkî ilkelerin toplumda tanınmadığı
ve unutulduğu vurgulanmaktadır.
3- el-Envâru’l-Kudsiyye
fî Ma’rifeti Kavâidi’s-Sûfîyye:
Şa'rânî, bu eserini,
el-Envâru’l-Kudsiyye fî Beyâni’l-Uhûdi’l-Muhammediyye adlı eserinden sonra
tasavvuf ehli olanlara bir metot ve usûl olarak kaleme almıştır. Bu kitapta târikâtın âdâbını, vaciplerini,
menduplarını, esrarını, zevklerini, özelliklerini, bu yolda karşılaşılacak
engel ve tehlikeleri ele almaktadır. Eser bu yönüyle bir tasavvufî eğitim
kitabıdır.
Şa'rânî, pek çok eserinde olduğu gibi
bu eserinde de eserini överek söze başlar ve bir mukaddime, üç bölüm ve bir
hâtimeden oluşan eserin içeriği hakkında şunları söyler:
“Benden başkasının bu tarzda bir eser
kaleme aldığını ve gerek kendi nefsine gerekse kardeşlerine benzeri biçimde
nasihat ettiğini sanmadığım bu önemli risâlenin adını
Risâletu’l-Envâri’l-Kudsiyye fî Beyâni Kavâidi’s-Sûfîyye (Sûfîyyenin
Prensipleri Konusunda Kutsî Nurlar Risalesi) koydum. Bu eserimi bir mukaddime,
üç bölüm ve bir hâtime olarak düzenledim. Mukaddime, bu kavmin (sûfîlerin)
akidesi, zikir telkini konusundaki dayanakları, hırka giydirilmesi ve zikir
âdâbı hakkındadır. Birinci bölümde, müridin kendisi hakkındaki âdâbı, ikinci
bölümde, müridin şeyhiyle ilgili âdâbı, üçüncü bölümde, müridin kardeşleri ve
şeyhinin arkadaşları ile ilgili âdâbı, hâtime bölümünde ise şeyh ve müride
mahsus olmayan, bütün insanları ilgilendiren âdâb üzerinde durulmuştur. Bu
risâlede yer alan her bölümde, selef ve haleften günümüze kadar gelen
büyüklerin, okuyanların gözünü, gönlünü aydınlatan sözlerine yer verdim ki,
bunların hepsi nasihat ve edep ihtivâ eden çok değerli sözlerdir. Bunlar
arasında değersiz olduğu için kaldırıp atılabilecek bir tek kelime dahi
bulunduğu düşüncesinde değilim.”
Şa'rânî, eserlerinde,
onuncu asırda insanların İslâm ahlâkından
uzaklaştıklarını, İslâm’ın emir ve yasaklarına riayet etmediklerini dile
getirerek eserlerini bir nasihat olarak kaleme aldığını belirtir. Kendisi de
bir tasavvuf mensubu olmasına rağmen tasavvuf ehli olanların da tasavvuf
ilklerinden uzaklaşmalarından yakınır. Onuncu asrın bu durumunu şöyle anlatır:
“Hz. Yusuf (a.s.) ’u
yemekle ithâm edilen kurdun şöyle yemin ettiği bize ulaşan haberler
arasındadır: ‘Eğer Yusuf’u yediysem, Ümmet-i Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) ’in onuncu asır meşâyihinden olayım.’ Hal böyleyken, hicrî onuncu
asrın hicrî onuncu asrın ikinci yarısında yaşayan bizlerden birisinin tarikat
iddiasında bulunması nasıl sahih olabilir ki bu kurt, bu asırda yaşayan bizim
gibi birisi olmaktan Allah’a sığınmıştır.
Şa'rânî, Kahire halkının, dünyaya,
dünya lezzetlerine, yemeye, giyinmeye olan düşkünlükleri ve bunları elde etmek
için gayret göstermeleri sebebiyle bu tarikat şeyhlerinden uzaklaştıklarını
dile getirir:
“Bir gün bir ticaret erbabına, ‘falan
şeyhin meclisine niçin gitmiyorsun? ’ demiştim. Bana şu karşılığı verdi: ‘ Eğer
o şeyhse ben de şeyhim. Zira, dünyayı o da benim sevdiğim gibi seviyor ve
dünyalık elde etmek için o da benim gibi çaba sarfediyor. Hatta dünyalık elde
etme konusunda benden daha hırslı. Çünkü bu amaçla o Rum diyarına yolculuk
ederken, ben bunu yapmıyorum. Kimi zaman o salah ve takvayı kullanarak, dünya
nimetleri elde ederken, ben böyle bir şeye tevessül etmiyorum. Dolayısıyla
benim durumum onunkinden daha iyi.’ Bu cevap üzerine o zata karşılık vermek
istedim, ancak gördüm ki, vakıa beni yalancı çıkar ıyor.”
Şa'rânî, tasavvuf ve tarikat
sisteminin, onuncu asrın sonlarında kendilerine yetiştiği tarikat şeyhlerinin
vefat etmesiyle bozulduğunu dile getirir. Kendilerine yetişmiş olduğu tarikat
şeyhlerinin döneminde tarikatın saygın bir konuma sahip olduğunu, Memlük
sultanlarından Sultan el-Gavrî, Tumanbay ve diğer devlet yetkililerinin onlara
hürmette bulunduklarını söyler. Ancak kendilerine yetiştiği şeyhlerinin
vefatlarından sonra ehliyetsiz olan ve şeyhlerinin izni olmaksızın insanların
şeyhlik makamına oturduklarından yakınarak
kendisini bu eseri telif etmeye sevk eden sebebi şöyle açıklar:
“Beni bu risaleyi kaleme almaya sevk
eden sebep, tarikat şeyhlerine mahsus elbise giyip, onların dış görünüşlerine
büründüğümüz zaman gerek kendi nefsim, gerekse kardeşlerim için nasihatte
bulunmamın istenmesidir. O zaman her birimiz, kendisini, tarikat şeyhi
zannetmişti. Ben de bu risaleyi yazdım ki, kimin hakikat üzere bulunduğunu ve
kimin batıl yolda olduğunu ortaya koyacak bir ölçü olsun. Böylece kimin durumu
bu risaledeki ölçülere uyarsa o kimse Allah’a hamdetsin ve kimin durumu da bu
ölçülere uygunsuzluk gösterirse, o kimse de yalan yanlış iddialarından dolayı
tevbe-i istiğfâr etsin.”
Şa'rânî bu eserini 961 yılında tamamlamıştır.
4- Levâkihu’l-Envâr
fî Tabakâti’l-Ahyâr (et-Tabakâtu’l-Kübrâ):
“Tabakâtu’ş-Şa’rânîyyi’l-Kübrâ” olarak
tanınan bu eser, Hz. Ebubekir’den başlayarak, sahabe, tâbiûn ve hicrî onuncu
asra kadarki (952 senesine kadar) meşhur tasavvuf ehli zâtların menkıbelerine
yer verilen bir eserdir. Eserin mukaddime bölümü tasavvufa giriş niteliği
taşır. Tasavvufun temelleri, mezhep imamlarının tasavvufla ilişkisi, tasavvufun
anlama metodu, tasavvuftaki bazı kavramlar, tasavvuf ehline yapılan mihnetler
ve tasavvuf ehli zâtların bazı davranışlarının bir savunusu ele alınmıştır.
Ayrıca Şa'rânî’nin bizzat gördüğünü belirttiği Muhyiddin İbn Arabî’nin
Fahreddin er-Râzi’ye gönderdiği bir mektup nakledilmiştir. Mukaddime bölümünden sonra, sahabeden 24,
tâbiinden 95, kadınlardan 17, meşâyihten 200 ve yaşadığı asrın
şeyhlerinden 8 6 olmak üzere toplam 442
biyografiye yer verilmiştir.
Levâkihu’l-Envâr fî Tabakâti’l-Ahyâr,
kendisinden sonra yazılan biyografi kitapları için bir kaynak olmuştur. Eser,
bu dönemi ele alan kaynakların hemen hemen yok denecek kadar az olmasından
dolayı büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Nitekim Şa'rânî’nin gerek
Levâkihu’l-Envâr fî Tabakâti’l-Ahyâr gerekse bu eseri tamamlayıcı bir nitelikte
olan et-Tabakâtu’s-Suğrâ isimli eserleri daha sonraki biyografi yazarlarına
kaynaklık etmiştir. Necmeddin el-Gazzî’nin el-Kevâkibu’s- Sâire, İbn İmâd’ın
Şezerâtu’z-Zeheb, Nebhânî’nin, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ ve Abdurraûf el-Münâvî
(öl.1031/1621)’nin el-Kevâkibu’d-Durriyye fî Terâcimi’s-
Sâdâti’s-Sûfîyye345 isimli eserlerinde
dokuzuncu ve onuncu yüzyıla ait biyograifler için Şa'rânî’nin bu iki eserinin
oldukça önemli bir kaynak olduğu görülmektedir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki,
Şa'rânî biyografisi İslâm kültürü içerisinde tarihî bilgiler veren biyografi ve
terâcim kitaplarından farklılık arz etmektedir. Eserde biyografik bilgiler yer
almakla birlikte asıl amaç zâhid, âbid, sûfî ve ulemâya ait menkıbelerin
zikredilmesidir. Şa'rânî’nin bu eserinde tarihi bir kaygı söz konusu değildir. M. Winter, bir tarih kaynağı olarak
Şa'rânî’nin eserlerini değerlendirirken şunları söyler: “Şa'rânî gibi bir
ahlâkçı sûfîye göre insanlar ve olaylar haddi zâtında küçük bir öneme
sahiptirler. O’na göre ancak bir ahlâki ders öğrenebildikleri ölçüde
önemlidirler” Şa'rânî’nin, Tabakâtını telif etme sebebi bunu açıkça
göstermektedir:
“Bu eseri yazmamdaki gayem, tasavvufa
dalan bu topluluğun yolunu tanıtmak, hal makamlarındaki edeplerini,
izleyeceklere bütün inceliği ile anlatabilmektir.”
Çoğu defa ölüm tarihleri takribî
olarak zikredilmiştir. Nitekim Necmeddin el- Gazzî, Şa'rânî’nin eserlerini
dikkate aldığını ifade eder ancak onun
verdiği tarihlerin yanlışlığını sık sık dile getirir. Şa'rânî, tarafından
verilen bir tarih üzerine şunları söyler:
“... Şa'rânî, 929 yılında vefât ettiğini
söyler Ancak, (Şa'rânî’nin zikrettiği) bu tarih Tabakâtında âdeti olduğu üzere
takrîbidir. ”
Necmeddin el-Gazzî, Ebu’l-Hayr
el-Kuleybâtî’nin biyografisine yer verirken vefat tarihini el-Hamasî’den
naklederek 909 olarak verir ve devamında Şa'rânî’nin
Tabakâf ında tarihleri ve olayları
kaydetmede dakik olmadığına işaret ederek, şunları söyler:
“Şa'rânî 912 yılında vefat ettiğini
söyler. Ancak, o gün Mısır’da olan el- hamasînin belirttiği tarih doğru
olandır. Çünkü o, vâkıaları ve hadisleri günü gününe kaydeder. Şa'rânî’nin ise
Tabakâtında belirttiği tarihlerin büyük çoğunluğu takrîbîdir.’’
Michael Winter, tüm bunlarla birlikte,
Şa'rânî’nin bir tarihçi yaklaşımına sahip olmamasına rağmen eselerinde sık sık kıyamet alâmetlerinin
kendi döneminde görüldüğünü ifade ettiği için, bir tarih felsefesine sahip
olduğunu belirtir. Onun, sahip olduğu bu tarih anlayışını, Hz. Peygamber’den
sonra tarihte çöküşün kaçınılmazlığı ve sürekliliğine olan inancı şeklinde
açıklamıştır. Ancak, Şa'rânî’nin,
bunları ifade ederken onun Mısır’da hüküm süren fiilî koşullardan
etkilendiğini, bu koşulların onun tarihi perspektifini donuklaştırdığını ve
karamsar bir bakış açısına etki ettiğini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Şa'rânî’nin Tabakât’ının kaynaklarını
oluşturan, Ebû Tâlib el-Mekkî’nin (öl.386/996) el-Kûtu’l-Kulûb adlı eseri,
Kuşeyrî’nin (öl.465/1072) Risâle’si, Ebû Nuaym el-İsfehânî’nin
(öl.430/1038) Hılyetu’l-Evliyâ’sı Sühreverdî’nin (öl.632/1234)
Avârifu’l-Meârif'i gibi eserlerden oldukça istifâde etmiş ve geniş çapta
iktibaslarda bulunmuştur.
Şa'rânî eserinde kullandığı nakletme
metodunu ise şöyle açıklar:
“Bu Tabakâtta muhaddislerin yolunu
takip ettim. Kuşeyrî’nin er-Risâle’si ve Ebû Nuaym’ın Hilye’si gibi isnâdda
bulunduğum kitaplardaki kavilleri ve rivâyetleri, (bu kitapların müellifleri)
senedlerinin sahih olduğunu zikrettikleri için cezm sigâsıyla (‘dedi’, ‘anlattı
’ ‘yaptı ’ gibi kesinlik belirten ifadelerle) zikrettim. Bu yolun (tasavvufun)
ahkâmına vâkıf olan bazı meşâyihin zikrettikleri şeyleri de, bu şekilde ifade
ettim. Çünkü onların rivayetlerle istidlâlde bulunması rivâyetin sıhhatine
dayanmaktadır. Bu iki sınıfın dışındakilere yaptığım isnadlarda temrîz sîgasını
kullandım (‘anlatılır’, rivâyet edilir gibi.) Ayrıca, Avârifu’l-Meârif gibi
tasavvuf hakkındaki kitapların senedlerinin sahih olduğu herkesçe
bilinmektedir. Bu yüzden bu gibi eserlere yaptığım isnadlarda da ‘alimler bu
konuda şöyle demişlerdir’, ‘Şerhu’l-Muhezzeb’te şöyle denilmektedir’,
’Şerhu’r-Ravda’da şöyle denilmektedir’ gibi cezm sîgasını kullandım.”31
Şâkir Mustafa, et-Târîhu’l-Arabî
isimli eserinde Şa'rânî’ye ait üç ayrı tabakât kitabından bahseder. Bunlardan
birincisi Levâkihu’l-Envâr fî Tabakâti’s-Sûfîyye isimli mezkûr eser, ikincisi,
Zeylu Levâkihi’l-Envâri’l-Kudisyye fî Tabakâti’s- Sâdâri’l-Ahyâr ve üçüncüsü
ise el-Mefâhiru ve’l-Meâsir fî Ulemâi’l-Karni’l-Aşir isimli eserlerdir. Yazarın
et-Tabakâtu’l-Kübrâ’nın zeyli olarak zikrettiği eser, Şa'rânî’nin kendilerinden
ders aldığı hocaları ve kendilerinden ders almadığı ulemânın biyografilerine
yer verilen bir eser olup, et-Tabakâtu’s-Suğrâ ismiyle ayrı bir eser olarak
basılmıştır. el-Mefâhiru ve’l-Meâsir fî Ulemâi’l-Karni’l-Aşir isimli eser ise
Şa'rânî’nin Tabakatu’s-Suğrâ’nın sonunda “...Onlardan kalan bir grubu el-
Mefâhir ve’l-Meâsir’de zikrettik” dediği et-Tabakaâtu’s-Suğrâ’nın üçüncü
bölümüne bir ilâvedir. Bu eser de Tabakâtu’l-Kübrâ’nın bazı baskılarının sonuna
eklenmiştir.
Şa'rânî, eserin telifini 952 senesinde
bitirmiştir.
5- et-Tabakâtu’s-Suğrâ (Zeylu Levâkihi’l-Envâri’l-Kudisyye fî
Tabakâti’s-Sâdâri’l-Ahyâr ve el-Mefâhiru ve’l-Meâsir fî Ulemâi’l-Karni’l-Âşir):
Şa'rânî’nin, Zeylu
Levâkihi’l-Envâri’l-Kudsiyye fî Tabakâti’s-Sûfîyye adlı eseri
et-Tabakâtu’s-Suğrâ olarak tanınmaktadır. Şa'rânî, bu eserin et-Tabakâtu’l-
Kübrâ’nın devamı niteliğinde olduğunu söyler:
“Asrımızın şeyhlerinden kendileriyle
buluştuğum, kendilerinden ilim aldığım veya bize tasavvufu veren bu tâife,
Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye fî Tabakâti’l-
Ulemâi’s-Sûfîyye (isimli eserimiz) ’de
zikretmediğimiz kimselerdir.”
Şa'rânî, bu eserde henüz vefat etmeyen
kişilerin de biyografilerine yer vermek suretiyle eserde yer alan biyografiler
hicrî 1003’e kadar ulaşmaktadır. Eseri
üç bölüme ayırdığını belirten Şa'rânî bu bölümlerde biyografilerine yer verdiği
kişileri;
I. Kendilerinden
ilim ve tasavvuf aldığı âlimler,
II. Kendileriyle
mülâkî olduğu ancak ilim ve tasavvufa dair ders almadığı âlimler,
III. Kendileriyle
mülâki olduğu, ve eseri yazarken hayatta olan dört mezhebe mensup âlimler şeklinde üç gruba ayırmıştır
Tabakâtu’l-Kübrâ’’ da olduğu gibi
Tabakatu’s-Suğrâ’’ yı da Şa'rânî’nin tasavvufî bir amaçla kaleme aldığı
görülmektedir. İlk hocası olarak bahsettiği Suyûtî’den itibaren özellikle
eserin birinci bölümünde yani bizzat derslerine katıldığı hocalarını zikrettiği
bölümde onların tasavvufla olan ilişkilerini, sergiledikleri hayattan örnekler
vererek tasavvufî bir kişiliğe sahip olduklarını, şahsiyetlerinde ilim ve
tasavvufu birleştirdiklerini (el-câmiû beyne ’l-ilmi ve ’t-tasavvuf) göstermeye
çalışır. Eserde yer verdiği tüm âlimler hakkında kullandığı ‘el-âlim’ ‘es-sâlih
’ ‘ez- zâhid’ gibi ifadeleri de bunu göstermektedir. Ancak, Şa'rânî’nin, bu
gibi ifadeleri kullanarak ya da biyografilerini verirken tasavvufî ahlâkı
sergilediklerine dair örnekler vererek tasavvuf ehli olarak göstermeye
çalıştığı âlimler arasında Mâliki mezhebinin el-Ezher’deki müftüsü Nâsıruddin
el-Lakânî gibi tasavvufi görüşlere karşı olan âlimler de yer almaktadır.
Şa'rânî’nin biyografisini yazan Mâlicî’ye göre, el-Lâkânî, genel olarak
sûfîleri ve Şa'rânî’yi onaylamamıştır.
Ancak, Mâlicî, Şa'rânî’nin, el-Lâkânî’den el-Müdevvene isimli eseri bir
gecelik bir süre için emanet olarak alıp kenarlarına notlar ilâve etmek
suretiyle eserin tümünü bir gecede bitirdiğini bundan sonra onun kendisine ve
sûfîlere karşı sempati duymaya başladığına dair bir habere yer verir. Ancak
Şa'rânî, Tabakâtu’s-Suğrâ’ da bu olaydan bahsetmemiştir. Şa'rânî, Muhammed
Nâsıruddin el-Lâkâni ile birlikte Hanbeli âlimlerden Şihâbuddin el-Futûhî’yi de
sûfîlere karşı hayatlarının ilk dönemlerindeki düşmanlığından pişman olan
âlimler arasında zikreder.
Tüm bunların yanı sıra eserde,
Kahire’nin seçkin âlimleri, ilmî ve tasavvufî kişilikleri, yazdıkları eserler
hakkında bilgiler yer almaktadır. Eser aynı zamanda Şa'rânî’nin kendi hayatına
dair biyografik unsurları da taşımaktadır. Çünkü Şa'rânî, bu eserde, ulemâ ile
olan ilişkilerinden onlardan okuduğu derslerden ve eserlerden de bahsetmiştir.
Şa'rânî’nin bu eserinde de zikrettiği
tarihlerin özellikle vefât tarihlerinin et- Tabakâtu’l-Kübrâ’da olduğu gibi
takribî olduğu görülmektedir. Şa'rânî
eserin telifini 961 senesinde bitirmiştir.
Şa'rânî’nin el-Mefâhiru ve’l-Meâsir fi
Ulemâi’l-Karni’l-Âşir369 adlı eseri ise bu et-Tabakâtu’s-Suğrâ'nın üçüncü
bölüme yazılan bir zeyl’den ibarettir. Ancak Şa'rânî, bu eserinde sadece kendi
mezhebi olan Şâfiî mezhebine mensup âlimlere yer vermiştir, eserde zikrettiği
kişileri ayrı bir eserde kaleme almasının nedenini, onları Allah’ın velâyet
ihsân ettiği zatlar arasında değil, ancak ilmi ile âmil olan zatlar arasında
görmesi şeklinde açıklamıştır.
Şa'rânî’nin Tabâkatu’l-Kübrâ ve
Tabakâtu’s-Suğrâ, el-Mefâhiru ve’l-Meâsir fi Ulemâi’l-Karni’l-Âşir isimli
biyografilerini göz önünde bulunduracak olursak, onların önemini ve XVI. yüzyıl Mısır’ı hakkında ihtivâ ettiği
konuları şu şekilde sıralayabiliriz:
1-
XVI. yüzyıla ait tarih kaynaklarının azlığı sebebiyle, özellikle Mısır’daki
Memlük ve Osmanlı dönemleri hakkında dinî, siyâsî, ilmî ve ictimâî bilgiler
açısından oldukça kıymetli kaynaklardır.
2- Mezhepler,
ulemâ/fukahâ ile sûfîler arasındaki ihtilaflar, kadılar ve
Osmanlı hukuku ile ilgili görüşlere
ışık tutmaktadır.
3- Dönemindeki
ilmî hareketi tasvir eder. Döneminde şeyhülislâmlık makamında bulunan âlimler,
dört mezhebe mensup olan ulemâ, ve onların ilmî ve tasavvufî karakterleri,
okunan dersler ve yaygın olarak okunan kitaplar hakkında çok geniş çapta
istifade edilebilecek eserlerdir.
4-
Bu eserler aynı zamanda, Şa'rânî’nin kendi hayatı hakkında otobiyografik
mâlumât içermektedir. Çünkü Şa'rânî, ulemânın biyografilerini verirken, onlarla
ilişkilerine de değinmiş, onlardan okuduğu dersler ve eserler hakkında bilgiler
vermiştir.
5- Dönemin
en önemli ilim merkezi olan el-Ezher’in ilmî konumu, el-Ezher öğrencileri ile
sûfîler arasındaki çekişmeler, Ezher âlimlerinin hayatları hakkında bilgileri
ihtivâ eden ve onların tasavvufla olan ilişkiler hakkında bilgiler veren
eserlerdir.
6-
Özellikle Mısır toplumundaki tasavvufun yapısı ve organizasyonu, tarikatların
sosyal boyutu, Mısırdaki Şâziliye, Ahmediye, Burhâniye, Rifâiyye, Halvetiye ve
Melâmitiye gibi başlıca tarikatlar, tarikatların birbirleriyle mücadeleleri,
sûfîlerle fukahâ arasındaki çekişmeler, tasavvufta kadın, sûfîlerin
eğitimlerindeki temel kitaplar, tarikat şeyhlerinin konumu gibi konularda
bilgiler vermiştir.
7-
Şa'rânî’nin bu eserlerinin satır aralarında, Mısır toplumunda yer alan müslüman
çiftçi ve işçi sınıfının sorunları, sûfîlerin toplumun bir sınıfını teşkil eden
Hristiyan ve Yahudilere karşı bakışı gibi konulara da rastlanmaktadır.
6- el-Yevâkît
ve’l-Cevâhîr fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir:
Şa'rânî, Kelâm ilmi hakkındaki temel
eseri olan ve Büyüklerin Akâidi Hakkında Yakutlar ve Cevherler anlamına gelen
el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir adlı eserinde sûfîler (ehli
keşf/ehl-i ayân) ile kelamcıların (ehl-i nazar/ehl-i istidlâl) kelâmi
görüşlerini birleştirmeye ve birbiriyle uyumlu hale getirmeye çalışmış ve bu
teşebbüsünü “ve hezâ emrun lem yusbikunî ahadun” “Bu, benden önce hiç kimsenin
yapmadığı bir şeydir.” şeklinde ifade etmiştir. Şa'rânî, bu eserdeki amacını şöyle dile
getirir:
“Akâid ilmi hakkında telif ettiğim ve
el-Yevâkît ve ’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir olarak isimlendirdiğim bu
eserde ehl-i keşf’in akâidi ile ehl-i Fikr’in akaidi arasında elimden geldiği
kadar bir mutabakat sağlamaya çalıştım. Çünkü Akâid ilmi hakkındaki tartışmalar
bu iki grup arasında cereyan etmektedir. O halde tüm insanlar ya ‘ehl-i nazâr
ve istidlâl’ ya da ‘ehl-i keşf ve ayân’ olmak üzere iki kısma ayrılmışlardır.
Bu gruplardan her biri kendi alanlarında kitaplar telif etmiş ve bazen şeriatte
derin bilgi sahibi olmayan bir kimse bu gruplardan birisinin görüşlerinin
diğerininkine muhalif olduğunu zannetmiştir. İşte ben bu kitabımda her bir
grubun görüşlerini diğeriyle teyid
etmek için iki grup arasını birleştirme/ uzlaştırmayönünü açıklamayı
amaçladım”
Şa'rânî, ehli-keşfin akâidini
ehli-fikr’e tasdik ettirmek için bu iki grup arasında bir orta yol bulmak ve
bunları birleştirmek amacıyla “en geniş kapsamlı” ve “görüşlerini en açık ifade
eden yazar” olarak İbn Arabî’yi seçmiştir:
Şa'rânî, eserine başlarken şu
temennîlerde bulunur:
“Bu kitabıma bakan her âlimin onda
gördükleri hataları ve tahrifleri düzeltmesini veya Müslümanlar için nasîhat
babında kendisine bir cevap bulamazsa çizip atmasını, yüce Allah’tan dilerim.”
Bir mukaddime, 4 fasıl ve 71 bahis’ten
oluşan eser, bütünüyle İbn Arabî’nin başta el-Futuhâtu’l-Mekkiyye olmak üzere
diğer eserlerinden de yapılan seçkiler üzerine binâ edilmiştir. Şa'rânî, bu eseriyle hem sûfî akaidini
savunmuş hem de Muhyiddin İbn Arabî’yi müdafaa edenler arasındaki yerini
almıştır. Nitekim el- Kavlu’l-Mubîn
fi’r-Reddi an Muhyiddin adlı eserinde de Şa'rânî, İbn Arabî’nin hulûl ve
ittihâd’tan uzak/masum olduğunu ispat etmeye çalışır.
Şa'rânî, bu eserini bir aydan daha az
bir sürede yazdığını ve eserinin her bir bölümünü yazmak için İbn Arabî’nin el-Futuhâtu’l-Mekkiyye
adlı eserini bir kez mütalaa ettiğini söyler.
Eserde yer verilen 71 bahis İbn Arabi’nin el-Futuhâtu’l- Mekkiyye’sinden
seçilen bölümlerden oluşmaktadır. Bir nevî eserin özetinden ibârettir. Şa'rânî,
bu bahislerde özelde İbn Arabi’nin genelde ise sûfîlerin akâidini savunmuştur.
Eserin en önemli bölümü Şa'rânî’nin esere yazdığı mukaddimedir. Şa'rânî bu
mukaddime bölümüne büyük bir değer vermekte kitabı okuyacak herkesin önce bu
giriş bölümünü titizlikle okuması gerektiğini söylemektedir.
Mukaddime bölümünde kelâm ilminin
dakik bir ilim olduğunu ve bu yüzden eserde ele aldığı konularda hatalarından
dolayı kendisini uyaranlara Allah’tan rahmet dileğini ifade eden Şa'rânî, İmâm
Şâfiî’nin el-Müzenî için söylediği “Kelâm ilminden uzak dur, fıkıh ve hadis
öğren sana ‘kafir oldun’ denmesindense ‘hata ettin’ denmesi daha iyidir ”
sözüne yer verir.
Şa'rânî fazla bir ömrünün kalmamış
olmasının bu eseri son bir defa daha gözden geçirmesine müsaade etmediğini
belirterek, eserden bir nüsha yazmaya kıskançlıktan uzak olan âlimlerin bu
eseri okumalarından ve iyi bir eser olduğuna kanaat getirmelerinden sonra izin
vermiştir.
Ehl-i keşfin sözlerini anlamayanların
kelamcıların zâhiri sözleriyle ilgilenmesini ve onlara düşmanlık etmemelerini
tavsiye eder. Çünkü Şa'rânî’ye göre her iki grubun akaitteki kaynakları
farklıdır:
“...Ehl-i keşfin akâidi müşahede,
diğerlerininki ise (mütekellimîn/kelamcılar) iman edilen şeyler (aklî ve naklî
deliller) üzerine binâ edilmiştir. Kesin bir nassın vârid olmadığı her durumda,
yolunda ilerleyenlerin azlığı sebebiyle ehl-i keşfin itikadında değil, cumhurun
itikadında kuvvet bulmaları onların mîzânıdır/ölçüsüdür.”
el-Futuhâtu ’l-Mekkiyye’de yer alan
bazı bölümleri kendisinin de anlamadığını belirten Şa'rânî, bu bölümleri,
âlimlerin tetkik etmesi, hak olanları doğrulamaları ve şayet bâtıl olan şeyler
bulurlarsa onları da geçersiz saymaları için aktardığını söyler. Şa'rânî, İbn Arabî’den aktardığı her şeyi
geçerli saymadığını ve kelâmcılann
cumhuruna muhalif olan görüşleri kendisinin de kabul etmediğini ifade eder:
“ Ey Kardeşim! (bu bölümleri)
sıhhatine inanmış olduğum ve kendi akidemde rıza göstermiş olduğum için
zikrettiğimi zannetme. İnsanlar
arasında düşüncesiz/tedbirsiz hareket eden kimseler ‘şayet bu sözleri kabul etmemiş
ve sıhhatine inanmamış olsaydı, eserinde zikretmezdi.’ derler. Ancak ben
kelamcıların cumhuruna muhalif olmaktan Allah ’a sığınırım. Onlara
(kelamcıların cumhuruna) muhalif olan bazı ehl-i Keşfin sözlerinin masum
olmadığına inanırım. Çünkü bir hadiste ‘Allah’ın eli cemaatin üzerindedir’
(buyrulmuştur.) Bu yüzden genellikle ‘ehl-i keşfin sözlerini düzelt (akkib) ’
derim ”
Şa'rânî, mukaddimenin girişinde özet
olarak düşüncelerini bu şekilde ifade ettikten sonra mukaddimede yer verdiği
dört fasıl’a geçer. el-Yevâkitin tamamı bizzat müellifi tarafından ifade ettiği
üzere, Muhyiddin İbn Arabî’nin el-Futuhâtu’l- Mekkiyye’ sindeki akâidinin bir
şerhi niteliğindedir. Şerhin
mukaddimesinde yer alan dört fasılda ise bu şerh genel hatlarıyla
açıklanmıştır. Bu dört faslın başlıkları şunlardır :
I. Fasıl:
Muhyiddin İbn Arabî’nin kısaca hayatı,
II. Fasıl:
Muhyiddin İbn Arabî’ye izafe edilen sözlerin tevili,
III. Fasıl:
ehl-i Tarîk’in sözlerinde ve ibârelerinde muğlak ifadeler kullandıkları için
mazeretlerinin bulunması,
IV. Fasıl:
Kelam ilminde derinleşmek isteyenler için gerekli olan kâideler. Şa'rânî’nin
dört fasılda yer alan temel iddiaları özet olarak şunlardır:
a) Şa'rânî,
İbn Arabî’nin ilminin kitap ve sünnetle sınırlı olduğunu, Ebu’l- Hasan
eş-Şâzilî, Şafii hukukçu Muhyiddin en-Nevevî, Yemenli Sûfî yazar İbn Esâd
el-Yâfiî (öl.768/1367), dilbilimci
Mecduddin el-Firûzâbâdî (öl.817/1415)
Muhammed el-Mağribî eş-Şâzilî,
Celâleddin es-Suyûtî, Kutbeddin eş-Şîrâzî, Sirâcuddin el-Bulkînî, Takiyuddin
es-Subkî, Sirâcuddin İbn Cemea, Zekeriyya el- Ensârî ve daha pek çok âlimin İbn
Arabî ve eserleri hakkındaki övgü ifadelerine yer vererek kâmil bir kimse
olduğunu belirtir. Şa'rânî, İbn Arabî’nin kendisine ithâm edilen batıl sözleri
ifade etmediğini, bu sözlerin başkaları tarafından eserlerine sokuşturulduğunu
iddia eder. Ahmed b. Hanbel, Gazzâlî, Firûzâbâdî ve bizzat kendisinin
el-Bahru’l-Mevrûd adlı eserine kurulan tuzakları örnek olarak gösterir.
Şa'rânî, Ebû Tahir el-Mağribî’nin, Konya şehrindeki İbn Arabî’nin bizzat kendi
el yazması nüshasını kendisine getirdiğinde, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye’yi
özetlerken İbn Arabî’ye ait olmadıklarını tahmin ederek yer vermediği
bölümlerin bu nüshada yer almadığını bildirmiştir.
b)
Eserin genelinde olduğu üzere nahivciler, mantıkçılar, kelamcılar ve
felsefeciler gibi sûfîlerinde bir terminolojiye sahip olduğu
vurgulanmaktadır. Şa'rânî, sûfîlerin
ıstılahlarını bilmeden onları inkâr etmeyi caiz görmez. Fîrûzâbâdî’nin de aynı
görüşte olduğunu gösteren pek çok sözünü nakleder. Şa'rânî’ye göre ancak
onların ıstılahlarını öğrendikten sonra şeriate muhalif olan bir sözleri
görülürse eleştirilmesi gerekir.
c)
Şa'rânî, İbn Arabî’nin ‘biz kitapları başkalarına yasaklanması gereken
kimseleriz’ sözüne yer vererek, bâtınî içerikli sûfî eserlerini, hem ilmin
yabancısı olan kimseler (laymenler) için hem de haksız olarak bidatle itham
edilebilecek yazarlar için muhtemel bir tehlike olarak gören geçmişteki
sûfîlere atfettiği pek çok sözler iktibas eder.
d) Şa'rânî,
bir kimsenin müslüman bir kimseyi kafir olarak damgalamaktan çekinmesi
gerektiğini savunur. Şa'rânî, Tâkiyuddin es-Subkî’nin aşırı bidatçiler ve
dikkatli olmaksızın Allah hakkında konuşanların tekfîr edilmesi hakkında ne
düşündüğü sorulduğunda şu cevabı verdiğini nakleder: “tekfir etmek tehlikeli
bir iştir. Çünkü bu bir Müslümanı bu dünyada ve âhirette tüm haklardan yoksun
bırakacaktır. Tek bir Müslüman
hakkında hata etmektense bin kâfiri cezalandırmadan serbest bırakmak daha
iyidir.” Şa'rânî, kelimelerin tüm anlamları ve muhtemel yorumlarını bilmedikçe
bir kimsenin sûfîleri değerlendirmemeleri gerektiğine inanır.
e) Şa'rânî,
Allah’a olan aşkının kendisini sürükleyip götüren İbnu’l-Ferîd gibi kimselerin
konumunda olanların bazen şeriate uygun olmayan şeyler söylediğini kabul eder.
Ancak Şa'rânî bunu açıklamak için sevgilisini methi Süleyman’ın sarayını altüst
edebilen erkek kuşun hikayesini anlatır. Olanları işiten Süleyman, methini
açıklaması için kuşu saraya çağırtır. Kuş şu cevabı verir: “Ben âşığım
âşıklar, aşk dilini kullanır, ilim ve akıl dilini değil.”
f) Sûfîlerin
niçin sadece Kur’ân ve sünnet bilgisiyle yetinmediklerini soranlara Şa'rânî şu
cevabı verir: “Bu itiraz, aynı şekilde İslâm mezheplerinin kurucuları ve onları
taklid eden mukallitler için de yapılabilir. Onlar da sadece metinlerin
literal/gerçek manaları üzerinde durmamış aynı zamanda onlardan çıkardıkları
pek çok kurallar ve hukûkî hususlar/durumlar üzerinde de durmuşlardır.”
g)
Şa'rânî’ye göre mezhep kurucularını eleştirmek caiz olmadığı gibi, kendi zâhiri
ve batınî edepleri konusunda Hz. Peygamber’i takip eden ârifleri eleştirmek de
câiz değildir. Müctehidler üzerine, şerîatın açıklamadığı davranışları/işleri
haram kılmaları, mekruh kılmaları veya müstehab kılmaları dış dünyada vâcip
olduğu gibi, sûfîlerin aynı ayrıcalığa kendi iç dünyalarında sahiptirler.
Mukaddime bölümünden sonra ‘mebhas’
adını verdiği 71 başlık altında el-
Futuhâtu’l-Mekkiyye'den seçilen, Allah’ın birliği, Allah’ın sıfatları, âlemin
hudûsu, peygamberlerin ismet sıfatı, ahiret, kulların fiilleri, rızık ve
mucizler gibi kelâm ilminin temel konuları ele alınmıştır. Şa'rânî’nin, bu
konuları ele alırken, dört fasılda belirttiği kriterleri de dikkate almasının
dışında, İbn Arabî’nin anlaşılması güç ifadelerini açıklığa kavuştururken takip
ettiği metodu maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
a)
Ele aldığı konuyla ilgili olarak İbn Arabî’nin eserlerinden nakiller yapar. Bu
sözleri naklederken, hangi eserin hangi babından iktibasta bulunduğunu
belirtir.
b) İbn
Arabî’den alıntı yaparken ihtimal kipini kullanır.
c) Konuyla
ilgili mutekaddimîn alimlerin görüşlerini nakleder, bu görüşleri uzlaştırmaya
çalışır.
d) Ayet
ve hadislerden referanslar gösterir.
e) İbn
Arabî sözünde mecâzı kastettiği halde lafzın zâhiri anlamı anlaşılmışsa, İbn
Arabî’nin o sözünde mecazı kastettiğine dair mecaza delâlet eden şiirler sunar.
Bazen kendi şiirlerini aktarır.
f) Bazen
İbn Arabî’nin sözlerini iki yönlü değerlendirir.
el-Yevâkît ve’l-Cevâhîr fî Beyâni
Akâidi’l-Ekâbir, günümüz araştırmalarında geç dönem sûfîlerin kelâmî
görüşlerinin tespit edilmesi ve İslâmî ilimlerin hemen her sahasında özellikle
tasavufta oldukça önemli bir yer tutan Muhyiddin İbn Arabî ve özellikle
el-Fetuhâtu’l-Mekkiyye adlı eseri hakkında başka kaynaklarda yer alamayan
bilgiler sunması bakımından önemli bir boşluğu doldurmaktadır.
Şa'rânî esere son şeklini 17 Recep 955
pazartesi günü Kahire’deki Beyne’s- Sureyn geçidindeki evinde verdiğini söyler.
Muhammed el-Kûmî’nin el-Yevâkît üzerine yazdığı bir şiire yer verilerek eser
tamamlanmaştır.
7- el-Ahlâku’l-Matbûliyye
:
İslâm-tasavvuf ahlâkına dair en önemli
eserlerinden birisi olan el-Ahlâku’l- Matbûliyye'de Şa'rânî, İbrahim
el-Matbûlî’nin (öl.880/1475) ahlâk örneklerini ona arkadaşlık yapan
hocalarından toplayarak bir araya getirmiştir. Şa'rânî, kitabını şöyle tanıtır:
“...Bu eserde Mısır’daki
Birketu’l-Huccâc’taki zâviyenin sahibi efendimiz İbrahim el-Matbûlî’nin,
ahlâkından güzel örnekleri bir araya getirdim. Bizim şeyhlerimiz (bu ahlâkı)
kendisinden almışlar ve onun da yakaza halinde ve şifâhî olarakResûlullâh (s.a.v.)’dan
aldığını zikretmişlerdir.”
el-Ahlâku’l-Matbûliyye, Şa'rânî’nin,
İbrahim el-Matbûlî’nin arkadaşları olan onun hizmetinde bulunan, ondan fıkıh,
hadis, tasavvuf ve diğer ilimlere dair eserler okuyan Ali el-Havvâs, Ali el-Marsâfî, Abdulkâdir
Daştûtî (öl.930), Muhammed b. İnan, Burhaneddin b. Ebî Şerîf, Burhaneddin
el-Kalkaşendî, Kemâleddin et-Tavîl, Muhammed eş-Şinnâvî, Zekeriyyâ el-Ensârî
gibi yaklaşık 70 kişiden işittiklerden oluşan bir kitaptır. Eserde nâdiren bu 70 şeyhin öğrencilerinden
de nakillerde bulunmuştur.
Şa'rânî, bu hocaları öldükten sonra
Mısır’ın saygınlığını kaybettiğini belirtir. Çünkü Şa'rânî’ye göre onlar, sahip
oldukları ahlâklarıyla Mısır’ı aydınlatan birer ay, güneş ve yıldız gibiydiler.
Şa'rânî, bu özellikleriyle hocalarını, geçmiş dönemlerin önde gelen sûfilerine
benzetir.
Şa'rânî, el-Ahlâku’l-Matbûliyye'yi
yazılış amacını şu şekilde açıklar:
“(Bu ahlâkı), giderek ona sahip
olanların kaybolacağı korkusuyla ve fayda sağlayacağını umarak bu sayfalara
yazmak istedim... bu ahlâk, altın ve gümüş çıkarır gibi kitap sünnet ve selef-i
sâlihîn’in ahlâkından çıkarılmıştır.”
el-Ahlâku’l-Matbûliyye; bir giriş, bir
mukaddime ve yedi bölümden oluşmaktadır.
Eserin giriş bölümünde, eserin yazılış
amacı, kaynakları, İbrâhim el- Matbûlî’nin arkadaşlarından bazılarının kısa
biyografileri hakkında bilgiler verilmiş, “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” ve
Hz. Aişe’den nakledilen “O’nun (Resûlullâh’ın) ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı”
hadisleri üzerinde durulmuş, daha önce yazılan ahlâk kitaplarının da asrın
ihtiyaçlarına göre yazıldığı belirtilerek o asrın ihtiyaçlarına göre yazılan
el-Ahlâku’l-Matbûliyye''de yer alan ahlâki örnekler tavsiye edilmiştir. Son
olarak, Ali el-Havvâs, Afdaluddin’in İbrahim el-Matbûlî’nin ahlâkı hakkındaki
görüşleri ile İbrahim el-Matbûlî’nin ahlâkını Hz. Muhammed’den aldığına dair
sözleri nakledilmiştir.
Eserin mukaddimesinde ise tasavvufun
Kitap ve sünnete göre inşâ edildiğinden hareket edilerek, eserde zikredilen
ahlâkın Hz. Muhammed’in ahlâkı olduğu vurgulanır. Şa'rânî, fâkihler ve mutasavvıflar arasında
bir mukayese yaparak, bir isim olarak “el-Ahlâku’l-Muhammeddiyye ” terkibini
şöyle açıklar:
“Bu ve diğer eserlerimiz için
“el-Ahlâku ’l-Muhammediyye ” ifadesini kullanmaktaki amacımız, bu eserlerin,
açık nasları, naslardan yapılan istinbâtları
veya kıyası kapsamasıdır. Alimler ’in,
şeriat kelimesini açık naslar ve istinbatları için kullanmalrı gibi, “ mezhep
müçtehidi” ifadesini, açıklığa kavuşturanlar ve herhangi bir sözünü
mukallitlere açıklayanlar için kullanmaları gibi ve tüm bu zikrettiklerimizin
“şeriat” ve “mezhep” olarak isimlendirilmesi gibi, âriflerin Hz. Peygamberin
ahlâkından istinbâtları da ‘el-Ahlâku ’l-Muhammediyye ” olarak isimlendirilir.”
Şa'rânî, Ebu’l-Kâsım Cüneyd, İbrahim
ed-Desûkî, Ali el-Marsâfî, İzzeddin b. Abdusselâm, Ali el-Havvâs, İbrahim
el-Marsafî’nin tasavvufun Kitap ve sünnete uygunluğu hakkındaki sözlerine yer
verir. Şa'rânî’nin tasavvufu savunurken mezhep imamlarının sözlerine yer
verdiği de görülmektedir. Özellikle fıkıhçılardan da referans göstermek
sûretiyle, “şeriat” ve “hakikat”in birbirine zıt olmadığını göstermeye çalışır.
İmâm Şâfiî’nin “ilmiyle âmil olan âlimler evliyâ değillerse Allah’ın velîsi yok
demektir.”408 sözüne yer vererek, şunları söyler:
“Her kim tasavvuf kitap ve sünnetten çıkmamıştır
derse, vallahi yalan söylemiş ve iftira etmiş olur. Bu, (yukarıdaki sözü)
söyleyenin hakikat ve şeriati bilmediğinin en büyük delillerindendir.”
Mukaddime bölümünde İbrahim
el-Matbûlî’nin kısa bir biyografisine yer verildikten sonra, onun arkadaşlarından
aktardığı pek çok menkıbesini zikreder.
Şa'rânî, eserinde, Hz. Peygamberi;
“Resûlullah, insanların Allah’tan en çok korkanı, en zâhidi, en çok affedeni,
en âlimi, en yumuşak huylusu, en çok ibâdet edeniydi.”411 sıfatlarıyla
vasıflandırdıktan sonra, onun günlük hayattaki davranışlarını, tutumlarını ve
ahlâkî özelliklerini sıraladığı ve 135 maddeden oluşan bir bölüme de yer
vermiştir. Bu bölümde her hangi bir kaynak ya da sened zikredilmeksizin, her
bir maddeye …. şeklinde yer verilmiştir. Eserde zikredilen Hz. Peygamberin
ahlâkî ilkelerinden bazıları şunlardır:
- Fakirler, miskinler, hizmetçilerle
birlikte yemek yerdi.
- Kimsenin
sözünü yarıda kesmez, hak etse de kimseye sözle veya başka bir şekilde eziyet
etmezdi.
- Kadın
ve çocuklara latîfe yapar ancak bunu yalan katmadan, doğruyu söyleyerek
yapardı. Mesela bir ihtiyar kadına gülümseyerek şöyle demişti: “İhtiyar cennete
girmeyecek. Çünkü cennet kadınları hakire genç kız olacak ve kocalarının
gözünde çok sevimli olacaktır.”
- Bedevîler,
yüksek sesle kırıcı sözler söylerler, o da buna tahammül ederdi. Kötülüğe karşı
kötülükle karşılık vermez, aksine affeder, iyi davranırdı. Özel bir yemek
tabağı yoktu. Hizmetçileriyel birlikte aynı kaptan yemek yemiştir.
- Resûlullah
(salla’llâhu aleyhi ve sellem), fakiri fakirliğinden dolayı tahkir etmez,
zengine de mülkünden dolayı iltifat etmezdi. Her ikisine de aynı şekilde tebliğ
ederdi. O Allah’ın bütün yarattıklarına karşı çok merhametli ve ümmetine karşı
çok şefkatliydi.
- Resûlullah
(s.a.v.), Ashabından birisiyle karşılaştığında musafaha eder sonra Arap âdeti
üzere iki eliyle sıkıca tutardı. Allah’ın rızasını gözetmeden ne bir meclisten
ayrılır ne de bir meclise katılırdı. Namaz kılarken yanına birisi gelecek olsa
namazını kısa tutar, selâm verdikten sonra şöyle derdi: “Bir İsteğiniz var mı?”
Hayır, derse, namazına devam ederdi. Bir isteği var ise bizzat ya kendisi
ilgilenir veya bir vekil tayin ederdi.
- Resûlullah
(salla’llâhu aleyhi ve sellem), evine gelen misafirinden hiçbir yiyeceğini
kıskanmaz neyi varsa önüne koyardı. İkaram edecek bir şeyi yoksa gönlünü hoş
tutmak için misafirden, ikram edecek bir şeyi olmadığı için özrünü dile
getiridi
- Resûlullah
(salla’llâhu aleyhi ve sellem), davet edilmeksizin ashâbını ziyaret eder,
meclise gelmeyenleri arar bulurdu. Birisinin başında bir sıkıntı varsa ona
hediyelerle birlikte birini gönderir, halini sordururdu.
Bunların yanı sıra, eserde, gerek Hz.
Peygamberin ilkeleriyle gerekse sahabenin pegamber tasavvuruyla bağdaşmayan bir
takım sözlere de yer verilmiştir:
“Resûlullah’ın topraktan yapılmış bir
su kabı vardı. Ondan hem abdest alır hem de su içerdi. İnsanlar büluğa ermemiş
çocuklarını gönderirler, çocuklar da peygamberin evine girerek su kabında su
bulurlarsa hem içer hem de yüzlerine sürerlerdi. Bunu bereket umarak
yaparlardı. Çocukların eve girmesine engel olunmazdı. Sabah namazını kıldığında
otururdu. Şehrin hizmetçileri su dolu kaplarını getirerek Resûlullah ’tan elini
daldırmasını isterlerdi. O da, elini kaba daldırırdı. Çok soğuk sabahlarda bile
onların hatırını kırmamak için bunu reddetmezdi. Tükürdüğünde insanlar koşuşup
yere düşmeden kaparlar kıyamet günü ateş dokunmayacağı umuduyla yüzlerine ve
vücutlarına sürerdi. O’nun abdest suyunu elde edebilmek için kavga edercesine
üşüşürlerdi...”
Eserin birinci bölümden sonraki altı
bölümünde, İbrahim el-Matbûlî ve arkadaşlarının ahlâkî düstûrlarına yer
verilir. Her konu başlığında kullanılan “onların ahlâkındadır...” ifadesi
“İbrâhim el-Matbûlî ve arkadaşlarının ahlâkındandır...” anlamına gelmektedir.
Bu altı bölümde bütünüyle İslâm-tasavvuf ahlâkının genel sıfatları hakkında
mufassal bir tablo sunulmuştur. Bu bölümlerde “onların ahlâkındandır” şeklinde
yer verilen yüzlerce ahlâkî düstûr içerisinden bazıları ise şunlardır:
- Anne
ve babaya karşı zorunlu olan vecibelerini yerine getirmeleri.
- Hile
ve ihanet içerisinde olmamaları.
- Tevazularının
çokluğu.
- Gıybet
konusunda kardeşlerinin hürmetlerini muhafaza etmeleri.
- Misafirlere
ikrama özen göstermeleri.
- Allah’ın
yarattıklarına çok şefkat göstermeleri.
- Hanımlarını
iyi yönetmeleri ve onlara dinlerinin hükümlerini öğretmekten gâfil olmamaları.
- Zulme
uğrayan arkadaşlarını himâye etmeleri
- Hayvanlara
şefkat duymaları.
- Tartı
şmaya/münakaşaya (cedel) girmemeleri.
- Çokça
müşâvere etmeleri (başkalarına danışmaları).
- Bir
geleneği kötülemekten sakınmaları.
- Müslümanların,
yeryüzünün çeşitli bölgelerinde kendilerine gelen felaketleri paylaşmaları.
- Kardeşlerinin
kusurlarını araştırmamaları.
8- Dureru’l-Gavvâs
alâ Fetâvâ Sîdî Ali el-Havvâs:
Bu eser Şa'rânî’nin tasavvuftaki en
önemli rehberi Ali el-Havvâs’ın (öl.939- 1532-33) sözlerinin bir araya
getirilmesinden oluşan bir eserdir. Eser Şa'rânî’nin, okuma yazma bilmeyen
hocasına sorduğu ve genellikle kelâmî mevzûlardan oluşan sorulara verdiği
cevaplardan oluşmaktadır.
“İlim ve marifet hakkında ondan
duyduğum her şeyi unutkanlığımın çokluğu ve hafızamın zayıflığı nedeniyle
ihtisar etmem mümkün olmadı. Bu yüzden kardeşlerimin Ali el-Havvas’tan
duydukları cevapları da, ibaresinde bir tasarrufta bulunmadan tam onun
lafızlarıyla bu risaleye yazdım. Çünkü onun sözlerin anlamı ancak yükselmiş
olduğu mertebeden çıkmıştır...”
Kaynak:
Ferhat GÖKÇE, ŞA’RÂNÎ VE HADİSLERİ
DEĞERLENDİRMEDE MÎZÂN YÖNTEMİ, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri (Hadis) Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar