Adnan ASLAN Yazıları
Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Phenomenology
of Spirit ismiyle İngilizceye tercüme edilen eserin önsözünde, matematiksel
düşünme ile felsefî idrâki karşılaştırmak suretiyle matematiğin nitelikli bir
düşünme aracı olamayacağını savunur.
Hegel felsefenin varlığı, varlığın özünü ve bu iki temel
unsur arasındaki birliği, matematiksel düşünmenin ise varlığın prensiplerini
düşünmenin konusu yaptığını söyler. Ona göre, felsefî düşüncede, dıştan içe,
varlıktan zihnî düşünceye ulaşılırken, matematiksel düşünmede soyut zihnî
prensipler dışarıdan varlığa yüklenmektedir. Hegel’in tesbit ettiği gibi,
matematiğin ortaya koyduğu ispat, teorem, önermeler doğru olmasına rağmen
muhtevasızdır; yani gerçekliği ve varlığı olmayan doğrulardır. Matematiksel
objelerde parça bütün hakkında hiçbir fikir vermez. Meselâ, üçgenin herhangi
bir unsuru üçgen hakkında hiçbir tasavvur ve tahayyül oluşturmaz. Hâlbuki
felsefî düşünce varlığın en küçük unsurundan hareket ederek bir bütün olarak
Varlığı keşfetmek mümkündür.
Matematiğin gayesi özü ve esası olmayan büyüklükler,
konusu ise içi boş mekân ve sayılardır. Bundan dolayı matematiksel düşünme yüzeyseldir ve gerçeğe nüfuz edemez.
Hâlbuki felsefe bilfiil var olanı (actual) konu edindiği için, nihaî
planda hakikate ulaşmayı hedefler. Matematiksel düşünmenin en olumsuz özelliği,
soyut şekiller, ilişkiler ve eşitlikleri ele alırken düşüncenin en önemli
konusu olan varlığı ve hayatı dışarıda bırakmasıdır. Felsefî düşünce diğer
taraftan, bilfiil var olan, canlı ve özü olan şeyleri konu edindiği için
pozitif bir süreç olarak yaratıcıdır ve kendini aşar. Bu sebeple de hakikati
kendi içinde barındırır.
M.E.B. nitelikli insan yetiştiremiyor; çünkü...
Hegel’in kısaca özetlemeye çalıştığımız matematikle
ilgili bu fikirleri, aslında Türk millî eğitiminin nitelikli ve düşünen insan
yetiştirmekteki başarısızlığını veya boş insan yetiştirmedeki başarısının
nedenlerini de açıklar gibidir. Hegel özetle, insanlara matematik öğretmekle
bir şey öğretmiş olmazsınız, diyor.
İnsana, hayata ve hakikate dair hiçbir şey söylemeyen
matematik, ferdî gerçekliği olmayan boş şeylerle meşgul etmekte ve nitelikli
düşünmeyi öğretememektedir. EĞER
HAKİKAT BU İSE, O HALDE NEDEN İLK VE LİSE ÖĞRETİMİNDE GENÇLERE YOĞUN MATEMATİK
EĞİTİMİ VERİLMEKTEDİR?
İşte düşünülmesi gereken soru budur.
Bu soruya ilk akla gelen cevap, matematik önemlidir
zira,
a)
Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için, bilim, teknoloji ve dolayısıyla
da ekonomide başarılı olmak zorundayız. Modern dünyadaki karmaşık ekonomik
ilişkiler ve teknoloji yüksek matematik bilgisine dayanmaktadır ve dolayısıyla
gençlerimize matematik öğretmek zarurîdir.
Bu cevap doğru ve fakat kısmen. Bizce matematik
öğretmek gerekli ve fakat herkese değil. Teknoloji ve ekonomide kullanılan
yüksek matematik bu alanları tercih edenlere özel olarak verilebilir.
b)
Matematik, doğru düşünmenin ilkelerini verir ve insanı hurafe ve dinsel
dogmatik inanca karşı korur.
Bizce bu da doğru değil. Aksine, matematiksel doğrular
değişmeyen katı dogmalar olduğu ve insanı gerçek hayattan ve varlıktan kopardığı
için tam aksine katı bir dogmatizmin kaynağı da olabilir.
Yoğun matematik eğitimine rağmen...
Özelde matematik genelde modern eğitimi tenkit etmek
için yeterli nedenlerimiz vardır. Bunların en başında da tarihte önemli başarılara
imza atmış bu milletin içinde bulunduğu İktisadî ve siyasî durum gelmektedir.
Eğer matematik eğitimi ile teknoloji ve ekonomi alanındaki başarı arasında
doğrudan bir ilişki olsaydı şu anda içinde bulunduğumuz kötü durumda olmazdık. Başarısızlığımızın
faturasını bütünüyle uygulanan eğitime ve matematiğe çıkarmak elbette haksızlık
olur. Fakat ben bunda ilk ve lise eğitimindeki matematiğin önemli rolü
olduğuna inanıyorum. Zira:
1-
Matematik, muhtevası olmayan gerçekleri konu edindiği için öğrencileri
eğitmiş gözükerek eğitmemektedir.
2-
Zeki gençleri zihnî prensiplerin sonsuz ilişkiler ağında eriterek, her
zaman cazibe merkezi olmuş din ve tarih gibi insanlığın aslî konularından
mümkün olduğu kadar uzak tutmaktadır. Eğer bu millete ait büyük zekâlar din ve
tarihle yeniden buluşsalar, kimsenin bigâne kalamayacağı yepyeni bir düşünce ve
fikir ortaya atabilme imkânını yakalayabilecekler.
3-
Toplumsal gerçekliği olan fikirlerle mücadele etmenin ordularla
savaşmaktan daha zor olduğunu komünizm tehdidiyle tecrübe eden Batı, üçüncü
dünya ülkelerindeki modern eğitim sistemini kendine alternatif üretemeyecek
tarzda dizayn ettirmiştir. MATEMATİK NİTELİKLİ DÜŞÜNCEYE ULAŞMAYA ENGEL
TEŞKİL ETTİĞİ İÇİN ALTERNATİF FİKİRLERİN DOĞMAMASINDA DA ÖNEMLİ ROL OYNAMAKTADIR.
4-
Matematik eğitimi evrensellik fikri verdiği için yerel kültürel değerleri
ikinci plana itmekte ve insanların kendi millî ve dinî kimliklerine dayanarak
üstünlük iddialarına imkân vermemektedir. Kendine güvenmeyen insan modern
dünyanın aradığı insan tipidir.
ŞİMDİ BÜTÜN BU NEDENLERİ DÜŞÜNDÜĞÜMDE TÜRK MİLLÎ
EĞİTİMİNDE MATEMATİĞİN NEDEN EN ÖNEMLİ, TARİH, TÜRKÇE VE DİN BİLGİSİNİN İSE
NEDEN EN ÖNEMSİZ DERSLER OLARAK ALGILANDIĞINI ÇOK DAHA İYİ ANLIYORUZ.
Kaynakça
ASLAN Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin
Neresindeyiz, İstanbul- 2012. s.79-81
YORUM
Eğitim sistemimizin parazitleri olan
dershanelere dikkatinizi çekmek istiyorum. Verdikleri hizmetler ile sadece
bilgi hamalı işe yaramayan bir talebe yığınlarını memleketin başına bela
etmektedirler. Eğer bu şekilde giderse, on yıl sonra psiko-nevrotik
gençlerimize hazırlıklı olmamız gerekmektedir.
Eyvah!
Eyvah demeye gerek yoktur. Kaliteli
insanlar sadece sayısal uzmanı olan kişilerden oluşur zihniyetini yıkmamız
gerekir. Bu devletin ve milletin düşünen insanlara ihtiyacı vardır. Soruyorum,
günümüzde her kesimin tanıdığı kaç tane hikâyecimiz vardır. (hzl)
Düşünen “ben”i hakikatin ölçüsü yapan “aydınlanmış”
insan son iki yüzyılda ürettiği her şeye, her kavrama, her fikre, her
müesseseye, her türlü sanata ve her türlü bilgiye hırs, kin ve hükmetme gibi
zaaflarını yükledi. Bu durumun tabii neticesi olarak, modern insan bir tarafta,
belki de tarihte ilk defa, bütün bir insanlığı yok edecek silahları
geliştirerek yeryüzünü sadece kendi devrindeki insanların değil, aynı zamanda
gelecek nesillerin yaşamını olumsuz etkileyecek şekilde tahrip ederken; diğer
taraftan İslâm, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi büyük geleneklerin
doğrularını anlamsızlaştırarak, inançlarını hurafe, kutsal kanunlarını demode
ve kutsal kitaplarını esâtîrü’l-evvelîn, kadim toplumların hikâyeleri haline
getirdi. Peki bütün bunlar nasıl oldu?
İnsanoğlu cennetten kovulduktan sonra yeryüzündeki
hayatını İlâhî prensiplere uyarak devam ettiriyordu. İlâhî prensiplere uymayıp
Allah Teâlâ’ya asi olan fert ve cemiyetlerin nasıl İlâhî ikaz ve cezaya maruz
kaldığını Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok kıssa bize anlatmaktır. Allah Teâlâ’nın
kullarına merhametinin bir neticesi olarak her kavme elçileri vasıtasıyla
bilgi göndermiş, doğrunun ve yanlışın ne olduğunu insana izah etmiştir.
İnsanlık semadan aldığı ışıkla, vahiyle aydınlanmış, cehaletten kurtulmuş
İslâm’ın tebliğiyle birlikte ilmin, ahlâkın ve merhametin hüküm-ferma olduğu
yeni medeniyet tesis etmiştir. Artık insanlık tarihi büyük bir tahavvül
geçirmiş, İslâm ümmeti ve İslâm medeniyeti sadece Müslümanların değil, aynı
zamanda insanlığın kaderini belirlemede merkezi bir rol üslenmiştir. Fakat ne
zaman Müslümanlar Kur’ân’ın diriltici soluğunu İslâm toplumunda ilim,
felsefe, müessese ve sanata dönüştüremeyip, eskiyi taklitle yetinince toplumsal
alanda ahlâkî bakımdan çürüme ve medeniyet bakımdan gerileme başlamıştır.
Bir taraftan büyük bir medeniyetin mümessili olduğu bilinci ve diğer taraftan
hak dine inanmış olma şuuru Müslümanların medeniyet plânında yenilgiyi kabul
etmeyi zorlaştırmış; Müslümanlar muhteşem mazinin hülyalarıyla meşgulken, Batı
bilimsel ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Bilim ve teknolojideki
büyük ilerlemeye rağmen ahlâkî ve İnsanî planda aynı tekâmül gerçekleşmemiş ve
Batı’nın manevî ve ahlâkî donanımı bu maddî ilerlemeyi taşıyamaz hâle
gelmiştir.
Batı’da düşünsel plânında zihniyet devrimi
Descartes’la başladı. Kendisi oldukça dindar olan Descartes, “cogito ergo
sum” (düşünüyorum o halde varım) önermesiyle ifade ettiği fikrin
Batı düşüncesinde dinin kültürel alanda hâkimiyetine son vereceğini elbette
tahmin edemezdi. “Düşünüyorum o halde varım.” tezi ferdî düşünceyi
varlıkla ilişkinin merkezine koymaktadır. Eğer bu önerme kabul edilirse, var
olmak idrâk edilmiş olmak anlamına gelmekte, varlıkla idrâk özdeşleşmektedir.
Descartes’ın bu tezinin dinî düşünceye iki önemli etkisi
oldu. Bir taraftan insanı, daha doğrusu
düşünen beni doğrunun ve gerçekliğin ölçüsü yaptı; diğer taraftan, bütün kadim
dinî geleneklerde ortak olan, hakikatin insana bildirilmesi olarak ifade edilen
“vahiy” fikrini, anlamsız hale getirdi. Bunun neticesinde,
Descartes’ten sonra gelişen Batı düşüncesinde düşünen egonun fizikî, metafizik
ve ahlâkî her türlü hakikati keşfedebileceği ve hatta icat edebileceğine
inanıldı ve rasyonel tahkik ve eleştiri, deney ve gözlem hakikatin en
belirleyici ölçütü olarak görüldü.
Descartes’ın temelini attığı bu düşünceyi Kant daha da
geliştirerek, özellikle Saf Aklın Tenkidi isimli eserinde bilgiyi
sadece tecrübe alanına münhasır kılmakla kalmayıp, aynı zamanda klasik anlamda
meta- fiziksel bilginin doğru ve yanlışlığının kanıtlanamaz olduğunu ortaya
koydu. Eğer insan gerçekten sadece tecrübe edebildiği şeylerin bilgisine vakıf
olabilirse, o zaman daha ziyade gaybın, yani tecrübe edilemeyenin bilgisine
dayanan dinî bilginin imkânından bahsetmek mümkün olamazdı. Böylelikle din
bütünüyle bilgi alanını dışına itilerek, sadece özel ve ferdî inanç haline
getirildi. Bu aslında dinin toplumsal, siyasî, kültürel ve sanatsal alandan
çekilmesi anlamına gelmekteydi ve böyle de oldu. Batı’da Aydınlanma ile
birlikte din bütün bu alanları rasyonel düşünceye bırakarak daha çok kişisel
inanç alanına münhasır kılındı. Kant, Descartes’ın “düşünen ben”ini
evrenselleştirmiş ve sadece Batı insanı için değil, aynı zamanda bütün bir
insanlık için neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunu tayin
etmeye kalkışmıştı. Kant’tan sonra Batılı konuşurken sadece kendi adına değil,
bütün bir insanlık adına konuşuyor, bütün bir insanlık adına hüküm veriyor ve
bütün bir insanlığa yol gösteriyordu.
Hegel ise Kant’tın düşüncesinde “insanlık” haline
gelen Descartes’ın düşünen egosunu mutlaklaştırdı ve adeta Tanrı haline
getirdi. Bu durumda düşünen ben kâinatın ruhu
haline geliyor, şuur hali insana münhasır kalmayıp bütün bir varlığın ve
oluşun içine hulul etmiş oluyordu. Hıristiyanlık’taki Tanrı’nın insanlaşması
kavramını Hegel tersine çevirdi ve insanın şuur halini bütün bir varoluşa,
tarihe, sanata ve dine yükleyerek insanı tanrılaştırdı. Hegel’ın düşüncesine
kadar hâlâ kültürün önemli bir unsuru olmaya devam eden din artık tamamen
insana ve bilgiye kılavuzluk iddiasını terk ediyor ve onun yerini dinleşen
kültür alıyordu. Artık Batılı “aydınlanmış” insan sadece insanlık
adına konuşmuyor, aynı zamanda Tanrı adına konuşuyordu. Onun bulduğu
gerçekler, ulaştığı fikirler, ortaya koyduğu müesseseler her zaman ve her
mekânda mutlaktı ve geçerliydi. Hegel’e göre, gerçek olanın rasyonel ve
rasyonel olanında gerçek olması bu anlama geliyordu. Bu tezden mülhem ve her
biri kendince rasyonelliğin birer ifadesi olan kapitalizm, komünizm,
nasyonalizm, liberalizm, idealizm, pragmatizm, konsumerizm v.s. gibi onlarca
ideoloji yeşerdi. Bu zihnî transformasyonu geçiren Batı medeniyetinin aslı
Descartes’in “egoizmi”ne dayanır. Modernite felsefesi, yetiştirdiği
insan ve geliştirdiği müesseseleriyle ele alındığında, onun aslında kendini
Tanrı yerine ikame eden insanın şişirilmiş benliğinin somutlaştırılmış hali
olduğu anlaşılır. Bu haliyle de modern Batı medeniyeti sanatı, ürettiği bilgi
ve kavramları ve ikame ettiği müesseselerle tasavvuf dilindeki nefs-i emmârenin
hallerine tekabül eder. Bu bakımdan biz moderniteyi bir “öteki” olarak
değil de bir imtihan aracı, aşılması gereken bir safha olarak görmeliyiz;
onunla mücadele mutasavvıfın nefs-i emmâre ile mücadelesi gibi olmalıdır.
Kendini Tanrı yerine ikame eden, âlimi ve kadiri
küllü şey’ (herşeye gücü yeten) olduğunu vehmeden modern insanın en başat
(hakim) özelliği gururdur. İnanç
alanında gurur, Allah’tan gelen İlâhî prensiplere teslim olma yerine Allah’ı
isyan ve inkâra sebep olmuş, bunun neticesinde Hıristiyanlık ve İslâm gibi
geleneksel dinlerin sunduklarını modern insan daima küçümsenmiştir. Modern
insanın gurur ve kibri, din dışı alanda agnostisizm ve ateizm olarak
somutlaşırken, dinî alanda insana Tanrı adına hareket etme yetkisi vermiş ve
bunun neticesinde modern insan bir taraftan Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm
gibi kadim geleneklerde reform yapmaya yeltenirken; diğer taraftan Krişnacılık,
Moonculuk, Bahaizm, Satanizm v.s. gibi yüzlerce din icat etmiştir. Kâinatın
yegâne hakimi hissiyâtından neş’et eden bu gurur, ferdî ve psikolojik plânda
dokunulamaz ve her bakından hür bir bireyin oluşmasına sebep olmuş ve bu birey
kendini dinî, felsefî, sanatsal ve hatta cinsel tercihinde hür görerek inandığı
ve arzu ettiği her şeyi yapmaya kalkışmış ve böylece kendini ve dolayısıyla
toplumu tüketmiştir. Gurur, düşünsel ve felsefî planda ideolojiler olarak
tezâhür etmiş, toplumların geleneksel olarak sahip olduğu değer ve din bu
ideolojilerin mutlak söylemlerine kurban edilmiştir. Bu mutlak söylemin
gururuyla hareket eden Batı önce fizikî olarak yerkürenin kahır ekseriyetini
sömürge haline getirmiş ve sonrada ürettiği kavram ve müesseseleri bütün
dünyaya yayarak kültürel anlamda bütün dünyayı işgal etmiştir. Kendi dışında
kültür ve dinî gelenekten herhangi bir yardım almadan toplumsal alanda varlık
bulan modern müesseseler gururun cemiyetteki somut tezâhürleridir.
Modern insanın bir başka hasleti ve modernitenin de en
önemli varoluş ve gelişme dinamiklerinden biri de hırstır. Modern Batı medeniyetinin en önemli dinamiklerinden
birinin hırs olduğunu Avrupa ve Amerika’daki müzeleri gezerken daha iyi
anlaşılır. Her iyi ve değerlinin sadece kendisinde bulunmasını isteyen
Batılı’nın birçok kadim medeniyet değerlerini dünyanın farklı coğrafyalarından
toplayarak kendi müzelerinde teşhir etmesi onun bencilliği ve hırsının
neticesidir. Bugün Batı’da toplumsal yapılanmanın dinamiğini oluşturan
kapitalizm hırsın müesseseleşmiş halidir. Hırsla hareket eden Batı medeniyeti
bir taraftan, yer yüzündeki doğal kaynakları tüketerek çevre problemine sebep
olurken, diğer taraftan küresel dev şirketler yoluyla siyasî iradeyi de
etkileyerek hâkim gayr-i adil kapitalist düzenin devamını sağlamakta, zenginin
daha zengin ve fakirin de daha fakir hale gelmesine kaynaklık etmektedir.
Hırs, modern insanın kişisel ve gündelik hayatını
yönlendirme de en önemli sâiktir. Daha lüks araba, daha geniş ev ve daha çok
maddi kazanç peşinde koşan modern insan kendini ve insanlığını unutmakta,
türlü psikolojik buhranlara maruz kalır hale gelmektedir. Herkesi tek tip
vatandaş olarak yetiştirmek isteyen modern eğitim, türlü yollarla herkesi takip
ve kontrol ederek gücü kimseyle paylaşmak istemeyen modern devlet yapılanması,
hırs ve kıskançlığın kurumsal tezahürleridir. Diğer tarafta Batılı devletlerin,
uluslararası ilişkiler ve siyasette, hakim siyasî ve ekonomik düzenin devamı
için insanlığa neye mal olacağını düşünmeden savaşları dahi göze alabilmesi ve
bunun için savaşması hırsın bir başka tezahürüdür.
Moderniteyi ve modern insanı sevk ve idare eden önemli
hasletlerden biri de şehvettir. İnsanı ve özellikle kadını daha mutlu edeceği
düşünülen cinsel serbestlik, aksine insanların ve özellikle de kadınların daha
mutsuz olmasını sağlamıştır. Şehvet ve cinselliğin başta sinema olmak üzere,
resim, müzik ve bütün görsel sanatta hâkim unsur olması, özellikle gençlerin
yaratıcı enerjilerinin bu alanlara teksif etmelerine ve boş yere
kullanmalarına sebep olmuştur. Bütün geleneksel din ve medeniyetlerde
kontrol edilmesi gereken bir güç olarak algılanan şehvet, modern Batı
medeniyetinde yaratıcılığın kaynağı olarak görülmekte ve ahlâkla cinsel
davranışların hiçbir ilgisi olmadığı iddia edilmektedir. Özellikle modern
sanatsal üretimin mihverini oluşturan cinsellik ve şehvet modern insanın
sanatta daha ulvî boyutları yakalamasına engel olmaktadır.
Nefs-i emmârenin sıfatlarından olan gurur, hırs ve
şehvetin modern Batı medeniyetinde nasıl insânî hal ve durum, ideal kavram ve
müessese haline geldiğini kısaca ifade ettik. Aslında nefs-i emmârenin
müesseseleşmiş hali olan modernitenin insanlığa kurtuluş getiremeyeceği son
zamanlarda vukuu bulan hadiselerle iyice belirgin hale gelmiştir. Fakat bu
modern ve post-modern durum, Müslümanların medeniyet plânında kendi iyilik ve
güzelliklerini sınayarak ortaya koyduğu bir araç olabilir. Bundan sonraki safha
İslâm medeniyetinin yeniden inşası safhasıdır. Mazide olduğu gibi, şimdi ve
istikbalde de bizim medeniyetimizi var kılan dinamikler, gurur ve kibir yerine
tevazu ve mahviyet, hırs yerine kanaat ve tevekkül, şehvet ve cinselliğin
yerine iffet olmuştur ve olacaktır. Bu toplumsal şartlarda varlık kazanacak
bir İslâm medeniyeti sadece Müslümanların değil, belki de bütün bir insanlığın
huzur ve sükûnuna, saadet ve huzuruna hizmet edecektir.
Kaynakça
ASLAN Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin
Neresindeyiz, İstanbul- 2012.s.83-88
Bu çağın önemli düşünürlerinden, Alasdair Maclntyre,
Türkçe’ye Erdem Peşinde (Ayrıntı, 2001) diye tercüme edilen After
Virtue isimli eserinin hemen girişinde, ahlâkî ve dinî değerlerin varlık
alanı olarak telakkî ettiği cemaatin gerekliliği tezini temsilî bir hikâyeyle
şöyle anlatır.
Şu küçük yerküremizde bilimsel ve teknolojik
gelişmelerin neticesinde büyük bir çevre felâketi olduğunu tasavvur edelim. Bu
felâket neticesinde dünya tarumar olmuş ve insanlığın büyük bir kısmı yok olup
dünyadan silinip gitmekle yüz yüze gelmiş olsun. Geride kalanlar bu felâket karşısında
ne yapacaklarını şaşırmış kalmışlar. Oturup düşünüyor ve sonunda felâketin
sebeplerini tespit için bir âkil adamlar grubu oluşturuyorlar. Âkil adamlar
grubu mesele üzerinde yeterince mütalaada bulunduktan sonra, suçu tespit edip
ve suçlu buluyorlar. Suç, bilimle meşgul olmak ve suçlu, bütün bilim
adamları. Eğer bilim ve bilim adamları olmasaydı, insanlığın başına bu
felâketler gelmezdi. O halde hemen suçluların cezalandırılması gerekir. Bunun
için insanlar harekete geçiyor ve bir “KARA CÂHİLLER SİYASÎ CEMİYETİ” kuruyorlar.
Bu cemiyet halkı galeyana getirip ve büyük bir isyan başlatıyor.
Bu isyan neticesinde halk memleketteki bütün lise ve
üniversiteleri kapatıp ve laboratuvar ve kütüphaneleri yakıyor. Fizik ve
kimyacıları linç edip buldukları bilim adamlarını hemen oracıkta darağacına asıyorlar.
Felâketle ilgisi olmadığını söyleyen bilim adamlarını ise hapsediyorlar.
Bu olaylardan bir hayli zaman geçtikten sonra,
insanlar yine bilimin gerekli olduğunu düşünmeye başlıyorlar. “Kara
Câhiller” hareketine karşı bir hareket yeşeriyor. Bunlar bilimi yeniden
ihyâ etmeyi insanlığın yararına olduğuna inanıyor ve bunun için işe
koyuluyorlar. Harabe olmuş kütüphane ve laboratuvarlardan bilim ait materyaller
toplanıyor. Buldukları şey, yanmış kitapların bazı parçaları, bazen bir bölüm
bazen İlmî bir makalenin sadece giriş sayfası, başka bir makalenin ortasından
iki sayfa ve bir başka kitabın sonuç kısmı. Hepsi okunabilir durumda da değil.
Ellerinde laboratuvar aletinin bir kısmı olan bir cihaz var. Başına toplanmışlar
felâket öncesinde bu aletin ne işe yaradığını anlamaya çalışıyorlar. Biri şunu
diyor diğeri ise bir başkasını. Deneylerin yapıldığına dair bilgi var, fakat
bu deneylerin niçin yapıldığı ve ne işe yaradığı bilgisi yok. Bilimsel bir
teorinin bir parçası mevcut ve fakat bunun ne için geliştirildiğini ve
nerelerde kullanıldığını kimse bilmiyor.
Çaresi yok. Eldeki parçalar bir araya getiriliyor.
Acaba bilim nasıl bir şeydi sorusu soruluyor ve bu bağlamda bilim yeniden ihya
edilmeye gayret ediliyor. Bu noktada çok da mesafe katediyorlar. Artık bu yeni
ilim adamları bir araya gelip Darwin Evrim Teorisi veya izafiyet Teorisi
hakkında konuşmaya başlıyorlar. Fakat yangından öncekine nispetle bu teoriler
hakkında bilinenler çok az. Çocuklar çarpım tablosunun elde bulunan kısmını
severek, Öklit teoremini ise tılsımlı sözler gibi ezberleniyor. Fakat hiçbir
kimse bu yaptıkları şeyin bilim olmadığının farkında değil. Bu hususta onları
aldatan şey, yaptıkları ve söyledikleri her şeyin tutarlı olması. Fakat bilimsel
kavramları, teorileri ve deneysel bilgileri anlamlandıracak bağlamı, cemaati
kaybettiklerinin farkında bile değiller.
Felâketten sonra kurulan bu yeni bilim dünyasında,
“kütle”, “atom ağırlığı”, “özgül ağırlık” gibi kavramları neredeyse felâketten öncekilerin
kullandığı anlamda ve tutarlılıkta kullanıyorlar. Ne var ki bu kavramlara
gerçeklik veren inançlar yok olduğundan, uygulama sırasında büyük bir karmaşa
ve keyfilik söz konusu. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bu yeni bilimciler
meseleyi çözemiyor ve analitik felsefeden yardım talep ediyorlar. Analitik
felsefe var olan kavram ve teorilerden hareketle felâketten önceki bilim ve
teknolojiye dair felsefî ve derin analiz yapıyor. Fakat var olanı tasvirden
öteye geçemiyor. Fenomenoloji ve varoluşçuluktan medet umuyorlar. Heyhat, ne
mümkün! Onlar da olan biteni sezemiyor ve felâketten önceki bilim ve
teknolojiyi tasavvur etmekten aciz kalıyorlar. Yaptıkları şey ellerinde olanı
esas kabul etmek ve ona varoluşçu ve fenomenolojik bir temel hazırlamak.
Hikâye burada bitiyor ve Maclntyre bu kıssadan şu
hisseyi çıkarıyor. Temsili hikâyede yangın sonrası dünyada bilimin
durumu ne ise, içinde yaşadığımız şu modern dünyada ahlâkın durumu odur. Ahlâk
alanına büyük bir kargaşa hakim. Elimizde ahlâkî kavramlar, teoriler ve geçmişe
ait hikâyeler var. Fakat bütün bunlara önem ve anlam kazandıran bağlam, yani
cemaat yok olmuş. Ahlâk cemaatini ve dolayısıyla da gerçekliğini kaybetmiş
durumda. Maclntyre’e göre, aslında sahip olduğumuz şey ahlâkın kendisi değil
sûreti. Ahlâkla ilgili birçok anahtar kavramı biliyor ve kullanıyor olmamız
hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Maclntyre ahlâkla ilgili bütün rasyonel teorilerin ve
rasyonel argümanların ahlâkı diriltmek ve insanları ahlâklı yapma noktasında başarısız
olduğunu iddia ediyor. Ona göre, Batı toplumları ahlâkî anlaşmazlıkları
giderebilecek bir kültürel-sosyal ortamı kaybetmiş durumda. Mesela bugün Batı
toplumlarmda, savaşın meşru olup olmadığı veya kürtaj yaptırmanın ya da
özel-devlet eğitimi tartışmasını rasyonel tartışmalarla neticelendirmek ve bu
iddiaların lehinde veya aleyhinde kesin bir neticeye ulaşmak mümkün değil.
Rasyonel planda lehinde olduğu gibi aleyhinde de bir sürü delil getirmek
mümkün. Dolayısıyla, Maclntyre’a göre, ahlâkî anlaşmazlıklara rasyonel çözümler
üretmek mümkün görünmüyor. Hatta Maclntyre sadece ahlâkın değil, aynı zamanda
dinî inancın gerçekliğinin ancak onu gerçek olduğunu var sayarak davranan bir
cemaatle mümkün olacağını iddia ediyor. Ona göre artık Batı toplumu, cennet
ve cehennemi hakikaten var olduğuna inanarak davranan cemaatini kaybetmiştir.
Bunun doğrudan neticesi olarak dini anlama süreci, dinin inanç boyutuyla
çatışır hale gelmiştir.
Maclntyre bu tespitini şu kelimelerle sloganlaştırır: “It
is notu too late to be mecLiaeval and it is too empty and too easy to be
Kierkegaardian. (Alasdair Maclntyre, “Is Understanding Religion is
Compatible with Believing”, Contemporary Classics in Philosophy of Religion
ed. Ann Loades, Loyal D. Rue, Illinois: Open Court Publishing Co., 1993, s.
574)
Bu sözlerin anlamı şudur, artık ahlâkın toplumsal gerçekliği belirlediği
Orta Çağ toplumu inşa edebilme imkânı kaybolmuştur, diğer taraftan imanı her
şeyin temeli yapan Kierkegaardcı olma kolay ve fakat topluma yön veren bir
ağırlıkta olmadığı için içi de boş bir felsefî tutumdan başka bir şey değildir.
Alasdair Maclntyre’ın Batı toplumu için sorduğu bu
soruyu, biz İslâm toplumu için soralım. İslâm toplumunda ahlâkın ve dinin durumu
nasıldır?
Bu soruya iki farklı zaviyeden bakarak cevap
verebiliriz? Birincisi Batı toplumlarına nispetle Müslümanların durumu
nedir?
Batı Hıristiyan toplumlarıyla mukayese edildiğinde,
Müslümanlar Aydınlanma ve modernite gibi dinî anlayışı ve yaşayışı dönüştüren
kültürel devrimleri yaşamadıkları için, İslâmiyet’in Hıristiyanlık’la karşılaştığında
daha az sekülerleştiğini ve hatta sekülerleşmediğini iddia etmek mümkündür. İslâm
kendi inanç, ibadet ve ahlâk alanında sekülerleşmemiş, bütün gayretlere rağmen
Protestanlaşmamıştır. Bugün İslâm ümmetinin çoğunluğu olarak biz
Müslümanlar, Hz. Peygamber ve onun ashabı Allah’a ve ahiret gününe nasıl
inanıyorsa ve onlar nasıl ve ne zaman ibadet ediyorsa biz de öyle inanıyor ve
öyle ibadet ettiğimize inanıyoruz. Müslümanların modernite karşısında bu
sağlam duruşuna nispetle, Hıristiyanlar modernite karşısında çok büyük tavizler
vermişler ve Hıristiyanlığı modern düzenin bir alt unsuru haline
getirmişlerdir. Bugün bir kısım Protestan kiliselerinin, kadınların ve
homoseksüellerin din görevlisi olarak istihdam edilebileceği tartışması,
meselenin hangi boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Diğer bir husus da, Batı toplumuyla mukayese
edildiğinde Müslümanların İslâm’ın değişmemesinin veya sekülerleşmemesinin garantörü
olan cemaatini kaybetmemiş olmasıdır. Müslümanlar gayba inançlarının gerçek ve
hak olduğu âdeta testi olan dinî cemaat yapılanmasını hala korumaktadırlar.
Cuma namazlarında camiyi tıklım tıklım dolduran, ramazan ayında dinî bir emrin
ifası için yemeyi ve içmeyi bırakan, uykunun en tatlı olduğu seher vaktin
ibadet için kalkan bir mü’min bu davranışlarıyla metafizik, ahlâkî dinî
iddiaların gerçekliğini ispat etmektedir. Varlığını varsayılan dinî iddiaların
gerçekliği üzerine bina etmiş Müslüman cemaat sadece İslâm’ın
sekülerleşmemesinin garantörü değil, aynı zamanda da ferdî dinî bağlılığın ve
anlayışın sahihliliğinin de teminatıdır. Bu fonksiyonlarıyla Müslüman cemaat
dünyadaki diğer dinî cemaatlerinden kemiyet ve keyfiyet ölçüsünde farklıdır.
Maclntyre, ahlâkî ve dinî gerçeklik iddiasına göre yapılanmış Orta Çağ toplumu
özlemi duyarken, aslında şu andaki Müslüman cemaatlerin durumunu özlediğini de
burada vurgulamak gerekir.
İslâm toplumunda ahlâkın ve dinin durumu nasıldır
sorusuna, bir başka zaviyeden, Müslümanların İslâmî ideale nispetle durumu
nasıldır sorusunu sorarak cevap verebiliriz.
Müslüman cemaatin, Müslüman akademisyen ve
entelektüellerin durumu nasıl olacaktır?
Müslüman cemaat kendini dinî şuur, bilgi ve pratik
noktasında besleyen ve örnek olan âlim şahsiyetleri, İslâm dünyasına modern
eğitim müesseselerinin hakim olmasıyla kaybetmişse de, varlığını daha ziyade
geleneğe dayandırarak devam ettirmeyi başarmıştır. Cemaatin ideale nispetle
elbette ciddi dinî problemleri vardır. İslâmî inanç esaslarını içselleştirmede,
dinî şuur ve onun doğrudan yansıması olan dinî pratiklerin uygulanmasında,
ibadet ve ahlâk noktasında Müslüman cemaatin ciddi problemleri bulunmaktadır.
Fakat cemaatte görülen bu problemler bile aslında cemaatin değil, onlara
liderlik yapma durumunda olan din adamlarının, âlimlerin, entelektüel ve
akademisyenlerin problemidir. Cemaat masumdur. Onun zaafları aslında ona
kılavuzluk eden şahsiyetlerin zaafları olarak görülmelidir.
Meseleye ister cemaat perspektifinden isterseniz
Müslüman aydın ve akademisyenler açısından bakalım, asıl problem Müslüman
aydın, akademisyen ve âlim problemidir. Müslüman akademisyenlerin en ciddi
problemi bizce cemaatten kopuk yaşamalarıdır. Bunun doğrudan neticesi olarak
Müslüman akademisyenlerin akademik problemleri cemaatin problemlerinden
beslenmediği için, bu problemler daha ziyade kendi hâleti rûhiyelerini,
geleneksel İslâmî ilimlerle ve/veya Batı düşüncesiyle olan irtibatları veya
irtibatsızlıklarını yansıtan spekülatif, zihnî ve sanal problemler olarak
kalmaktadır. Müslüman cemaat, seküler bir kültürel ve sosyal alanda varlık
yokluk mücadelesi verirken,
Müslüman akademisyenlerin bir kısmı cemaatin bir parçası olmadığı için bu
mücadele yer alıp mücadeleyi üstlenme yerine uzaktan seyretmekte veya
görmezlikten gelmekte ya da daha da kötüsü seküler dinamikler tarafında yer
alarak, yangının üzerine benzinle gitmekteler. Diğer taraftan dinin geleneksel algılanışı ve
geleneksel uygulamaları noktasında modernlik adına dine karşı tavır alan bazı
Müslüman akademisyenler ve aydınlar dinî şuurda ve dinî ve ahlâkî pratiklerde
zaafı olan cemaatin kafasını karıştırmakta ve dinle olan alâkasını zayıflatmaktadır.
Modernist olmayan akademisyenler ise, geleneksel
bilgiyi devşirme ve özümsemeyle ziyadesiyle meşgul oldukları veya cemaati ve
onun sorunlarını küçümsedikleri için olan biteni göz ucuyla seyretmekteler. Bu Müslüman akademisyenlerin araştırdıkları konular,
akademik öncelikleri cemaatin beklenti ve önceliklerine ve problemlerine göre
tespit edilmediği için, yapılan araştırmalar, tezler ve kitaplar havada ve temelsiz
intibaı vermekteler.
Dinî düşünüş ve yaşayışı yeniden ihyâda cemaatin
kaçınılmaz rolünü daha iyi tespit edebilmek için dinî-ahlâkî kavramların şu
anki toplumlarda nasıl algılandığı ve nasıl gerçeklik kazandığı noktasının
aydınlığa kavuşması gerekir. Bu hususu daha iyi ortaya koymak için “ittikâ”
kavramını ele alalım. Müslüman akademisyenler “ittikâ” kavramının
Kur’ânî temellerini ve hangi âyetlerde nasıl ve hangi bağlamda geçtiği ile
ilgilenebilir, Kur’ân’ın bu kavrama ve onun pratiğine ne kadar çok önem
verildiğini ortaya koyabilirler. Hadisçiler muttakî nasıl olunur cevabına,
hadis literatürünü elden geçirerek en doyurucu cevabı araştırabilirler. Daha
sonra sahabe efendilerimizin, muttakî olma konusunda ne kadar gayretli
olduklarının bunu nasıl başardıklarının hikâyesini, tâbiûn ve etbâu’t-tâbiûn
dönemlerinde muttakî olmanın bin bir türlü formunun keşfedildiğini ve
yaşandığını ve bunların bize kadar eserler yoluyla nasıl nakledildiğini
araştırmalarının konusu yapabilirler. Tasavvuf alanında yetişmiş
akademisyenler, özelde tasavvufî çevrelerde ve genelde de bütün bir Müslüman
cemaatte ve cemiyette muttakî olmanın bütün imkânlarının bulunduğunu ortaya
koyabilir ve İslâm tarihi boyunca büyük şahsiyetlerin ittikâ kavramı ve muttakî
olma hususundaki geniş ve zengin külliyatına ulaşabilirler. Fakat asıl mesele
bu değildir.
Muttakîliğin ne olduğu konusunda bilgilenmek ve bu
konuda akademik çalışma yapmak ve teori üstüne teori üretmek hiçbir zaman bir
Müslüman akademisyeni veya aydını muttakî yapmayacaktır. Muttakî olmak ancak ve
ancak onu varlık yapısının bir parçası olan cemaat içinde mümkün olur.
Muttakîlik cemaat içinde yapılarak ve yaşanarak kazanılan bir şeydir. Asıl
önemli olan da ittikâ kavramı gerçekliği ve anlamı tam olarak ve bütün
boyutlarıyla ancak yaşandığında ve olunduğunda anlaşılacaktır. Müslüman
akademisyenler ve entelektüeller cemaat içinde ittika ve muttakîlik gibi bütün
dinî-ahlâkî kavramları yaşayarak yeniden kazanmadıkça onların gerçek
anlamlarını bilmeleri ve onları yerli yerinde kullanmaları mümkün değildir.
Bizce Müslüman akademisyen ve aydınlar dinî-ahlâkî kavramları cemaat içinde
bütün boyutlarıyla kazanarak yaşamadıkları için, dinî kavram ve manevî hallerin,
varoluşsal boyutunu eksik tanımakta bu durum ise akademisyenleri önemli
hatalara sevk etmektedir.
Müslüman akademisyen ve aydınlar dini manevî bir hal
ve metafizik bir gerilim içinde içselleştiremediği için, özünde ahlâkî ve
manevî örneklik ve temsil olan cemaate liderlik etme konumunda ciddi
problemleri bulunmaktadır. Bu durumun hem Müslüman akademisyenler hem de
cemaat açısından oldukça olumsuz etkileri kaçınılmazdır.
MÜSLÜMAN AKADEMİSYENLER VE AYDINLAR, YAZDIĞI KİTAPLAR
VE ÜRETTİĞİ FİKİRLERLE AKADEMİK VE KÜLTÜREL DÜNYANIN BİR PARÇASI OLABİLİRLER;
FAKAT SOSYAL GERÇEKLİĞİ TAYİNDE İNŞAÎ BİR KONUMLARI BEKLENİLEN ÖLÇÜDE
DEĞİLDİR. Yani cemaate liderlik yapamayacak durumdalar. Böyle bir
durumda akademisyenler cemaatin endişelerini kendi endişeleri, cemaatin
problemlerini kendi problemleri olarak görmedikleri için, kendilerini bu tür
sorumluluklardan azade görmekte ve nihayetinde sanal ve belki de sahte bir
özgürlük ortamında hissetmekteler. Bu sahte özgürlük ortamı Müslüman
akademisyene dinî konularda oldukça cüretkâr, çoğu zaman da sadece kendi zihnî
spekülasyonlarına dayanarak hüküm verme imkânım sunmaktadır. Bu sahte özgürlük
ortamında her şey söylenebilir, dinî konularda her türlü hüküm verilebilir
olmaktadır.
Müslüman akademisyenin cemaatinden kopuk yaşamasının
Müslüman cemaate de büyük zararı olmaktadır. Müslüman cemaat varlığını
geleneğe, fakat gelişmesini âlim ve entelektüellere borçlu olmalıdır.
İslâm geleneği diğer dinî geleneklere nispetle,
sekülerleşmediği için, diğer dinlere nispetle daha sağlıklı bir Müslüman
cemaatinden bahsetmek mümkün olmaktadır. İslâm geleneğinin canlılığının
doğrudan neticesi olarak geleneksel ve muhafazakâr bir cemaat bulunmakta, fakat
bu cemaat kendini yenileyememekte ve gelişememektedir. Cemaatin gelişmesi
ve kendini yenilemesi ancak ona kılavuzluk ve önderlik edecek, İlmî ve manevî
bakımdan yetkin âlimlerle mümkün olacaktır. Fakat bu günün Müslüman
akademisyenleri müstesnaları olmakla birlikte çoğunluğu itibarıyla, hem İlmî
hem de manevî bakımdan cemaate liderlik yapabilecek konumda bulunmamaktalar.
Dolayısıyla, Müslüman cemaatler kendinden önceki nesillerden tevârüs ettikleri
alışkanlıklar ve davranış biçimleriyle kendilerini korumaya gayret etmekteler,
gelişme ve yeni buutlar kazanabilme sadece gerçekleşebilecek bir imkân olarak
bulunmakta ve liderin zayıflığından dolayı henüz gerçekleşmemektedir.
Müslüman akademisyenler cemaatten kopuk yaşadığı,
entelektüel varlığı ve kimliğini cemaate değil daha ziyade, devşirdiği malumat
üzerine yaptığı zihnî spekülasyonlara dayandırdığı için, bu varoluşsal halin
doğrudan bir neticesi olarak, İslâm’ın yeniden ihyâsını sadece İlmî ve düşünsel
bir proje olarak görmektedir.
İster modernist ister gelenekçi olsun, Müslüman
akademisyene göre, İslâm’ın yeniden dirilişi Kur’ân, Sünnet ve İslâm ilim
geleneğine karşı bir zihnî tavırla gerçekleşecek bir şeydir. Bu tavrın kökenleri bizden daha ziyade Batı’ya
dayanmaktadır. BU DÜŞÜNCENİN ARKA PLANI ŞÖYLEDİR:
Batı modern medeniyeti nasıl ki zihnî bir aydınlanma
ile tesis etti ve bunun neticesinde bilgi ve teknolojide ileri giderek büyük
bir güç oluşturdu ve bu güçle sadece İslâm dünyasını değil bütün bir dünyaya
hâkim oldu ise, tıpkı bunun gibi İslâm’da dinî düşünceyi yeniden inşa etmekle
İslâm’ın yeniden eski gücüne kavuşacağına inanıldı. Abduhlardan başlayan ve
Muhammed İkbal’le devam eden ve Fazlur Rahman’la birlikte zirveye ulaşan
düşünce çizgisinde hep bu tez savunuldu. Diğer taraftan modernist
olmayanlar onların, Kur’ân ve sünnete ve İslâm geleneğine yaklaşımlarını
benimsemeseler, tam aksini düşünüyor olsalar da, İslâmî ihyânın İslâm’ın kaynaklarına
ve İslâm geleneğine karşı zihnî ve İlmî bir tavrın neticesi olacağı
noktasında, modernistlerle hemen hemen aynı konumda bulunuyorlar.
Bizce İslâm’ın ihyâsı, modern medeniyet gibi zihnî ve
ideolojik bir aydınlanmadan ziyade, manevî ve ahlâkî bir aydınlanmaya dayanmalıdır.
Manevî ve ahlâkî aydınlanma, klasik İslâm ilim geleneğine dair malumat
devşirmekle veya Batı düşüncesine aşina olmakla ya da her ikisinde ciddî İlmî
merhaleler katetmekle mümkün olacak bir şey değildir. Manevi ve ahlâkî
aydınlanma Müslüman cemaatin bir parçası olarak, hatta mümkünse ona kılavuzluk
edecek bir konumda bulunarak, dinî kavram, fikir ve halleri bütün boyutlarıyla
cemaat içinde yeniden kazanarak ve bunu metafizik gerilim içinde topluma
yayarak vukuu bulacak bir olgudur.
İSLÂM’IN YENİDEN İHYASI, SAHABE EFENDİLERİMİZDE OLDUĞU
GİBİ, AHLÂKÎ VE MANEVÎ AYDINLANMA YAŞAMIŞ BİR CEMAATİN GERÇEKLEŞTİRECEĞİ İŞTİR.
Müslüman akademisyenlerin bu ihya projesinde rol alabilmelerini, Müslüman
cemaatle olan ilişkileri belirleyecektir.
Kaynakça
ASLAN Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin
Neresindeyiz, İstanbul- 2012. s.89-97
İnsan bir muammadır.
Belki de bu sebeple, onun maddi yapısı, derûnî dünyası
ve ruh âlemini bütünüyle keşfetmek mümkün olmamaktadır. İnsanın sadece maddi
yapısını konu edinen müspet bilimler biyoloji, anatomi, fizyoloji ve tıp, bu
çağda büyük başarılar elde etmişler, bir taraftan DNA’nın yapısını en ince
detaylarına kadar tespit ederken, diğer taraftan gen teknolojisinde akıllara
durgunluk veren keşiflere ulaşmışlardır. Fakat ne hikmetse, insan vücudunu
meydana getiren unsurların detayları hakkında bilgimiz arttıkça cehâletimiz de
artmaktadır. Her bir keşifte bildiklerimizin, bilemediklerimize nispetle ne
kadar az olduğunu bir kere daha tecrübe etmekteyiz. İnsanın maddî yapısında
büyük keşifler gerçekleştiren modern bilim, deney ve gözleme müsait olmayan
duygu, düşünce, kin, nefret, hırs, arzu, şefkat, sevgi ve merhameti içeren iç
dünyası hakkında ne diyebilir? Metotlarına uymayan bir alanda söyleyeceği şey
elbette sınırlı olmak zorundadır. Nefsi ve ruhu inkâr eden modern psikoloji ise
insanın iç boyutunu, maddî yapısı, beden ve davranışlarından hareketle ihata
etmekle meşgul. Modern insanın ruh hali, psikolojinin başarı veya
başarısızlığını yansıtmaktadır. İnsanın ruh âlemi ise hem modern felsefeye hem
de modern psikolojiye kapalıdır. Sınırsız olduğu veya Sonsuz’a açıldığı için
tam olarak ihata edilemeyen insanın ruhî boyutunun sırlarına, ancak kendi ruh
dünyalarında, manevî ve ahlâkî yetkinlikle Sonsuz’a açılabilme imkânına
ulaşabilenler vâkıf olabilirler.
İnsanı çoğu zaman maddî boyutu ile özdeşleştiren
modern kültür, “insan nedir?” sorusunu, “görünüşü ve fonksiyonu
nedir?” sorusuna çevirmekte ve insanı, vücudu ve fonksiyonu ile
ölçmektedir. İnsan sanki sadece bedeninden ibarettir. O halde bu çağı
“insanların kendi vücutlarına perestiş ettikleri çağ” olarak tanımlamak hiç de
yanlış olmaz. Modern toplumda öz değil form, iç değil dış, ruh değil beden
önemli olmakta ve dolayısıyla görünüşü düzeltmek insanların en önemli gayelerinden
biri haline gelmektedir. Her geçen gün vücudu daha güzel, daha narin, dişleri
daha parlak, saçları daha dolgun, cildi daha düz yapabilmenin yolları
aranmaktadır. Bu sebeple insanın vücuduna hizmet eden ürünler en çok tüketilen
ürünler, kozmetik sanayii en hızlı gelişen ve değişen işkolu olmaktadır. Her
şeyde olduğu gibi bunda da aşırıya kaçma tersi ile neticelenmekte, insanlar
vücutları üzerine titredikçe, onu güzelleştireyim derken bozmakta,
narinleştireyim derken kırmakta ve daha da şişmanlatmaktadırlar. Amerikalıların
dünyanın en şişman toplumu olması bundandır.
Ne tuhaftır ki, görünüşün ve görüntünün adetâ her
şey olduğu modern toplumda, görünümü bozuk olanlar, şişmanlar, kısalar, uzunlar,
çirkinler, saçı olmayanlar, şaşı olanlar toplumdan merhamet ve şefkat
göreceğine baskı görmektedir. Bu baskı, insanları değişmeye zorlamakta ve
değişebilenler değişmekte ve değişemeyenler ise stres ve travma gibi psikolojik
hastalıklara duçâr olmaktadır.
Bedenin bu kadar önemli hale getirildiği bir toplumda
akıl ve düşünce; kalp ve ahlâk önemini kaybetmiş demektir. “Düşünüyorum o
halde varım.” diyerek insanın varlığını düşünceye bağlayan filozof hata
etmiş. Aslında “GÖRÜNÜYORUM O HALDE VARIM.” demeliydi. Bu toplumda
gerçek varlık hakkı, düşünenlere değil, vücudunu çağın beklentilerine göre
şekillendirerek takdim edenlere ait olmalıdır. Toplumun teveccühüne sadece
görünüşüyle kusursuz olanlar veya kusursuz olmayı becerenler, gösterişli
giyimliler, asude mekânlarda oturanlar ve pahalı arabalara binenler layıktır.
Bu ideali gerçekleştiremeyenler bu teveccühe mazhar olmanın bir yolunu
bulmalılar. Böyle bir toplumda tevazu, kanaat, tevekkül, sabır ve
diğergamlıktan bahsetmek ise günah sayılmalıdır.
HÂLBUKİ BİZİM DÜŞÜNCE DÜNYAMIZDA İNSAN BEDENİYLE,
GÖRÜNÜŞ VE GÖSTERİŞİYLE DEĞİL, KALBİ VE AHLÂKIYLA TARİF EDİLİRDİ. İnsanın
bedenî kusurları, onun toplumdan dışlanmasını değil, aksine şefkat edilmesine
sebep olurdu. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem dahi yanındaki âmâya
iltifat etmediği için İlâhî ikâba duçar olmuştu. Bugün modern yaşamın en önemli
unsuru haline gelen, uğruna müesseseler kurulan ve ödüller düzenlenen gösteriş
ve riya, bizde en azılı manevî hastalıklardan sayılırdı. En değerli insan,
en şık görünen ve en pahalı eşyayı kullananlar değildi. En değerli insan,
kalbi en saf, en rikkatli, en şefkatli, en merhametli, en iyi niyetli insandı.
İyilikle ve ibadetle varlık kazananlar, birer numûne-i imtisal olarak
yaşadıkları cemiyete de varlık kazandırırlardı. Onlar iyinin, doğrunun,
merhametin, fedakârlığın, samimiyetin, diğergamlığın, aşkın ve ıstırabın
timsali olarak yaşadıkları cemiyete hayat verirler, istikrar ve düzenin kaynağı
olurlardı.
İnsanı bedeni ile özdeşleştirmek, elmayı kabuğundan
ibaret saymak gibidir. İnsanı insan yapan, bedeni değil; kalbi yani manevî ve
ahlâkî yetkinliğidir. İnsan bedenle değil, ruhu ve kalbi ile
tekâmül eder.
Kalp insanın özüdür.
Kalp, Rahmeti Sonsuz’a açılan kapıdır. Bunun için Hz. Peygamber, kalbin insanın değerini
ölçen barometre olduğunu söylemiş, onun iyi olmasıyla bütün vücudun iyi
olacağını, onun kötü olmasıyla da insanın bütünüyle kötü olacağını ifade
etmiştir.
Kalbi kötü olanlar orada kin, nifak, fitne, hırs,
kıskançlık, buğz taşıyanlar önce kalplerini düzeltmeye çalışsınlar. Hiçbir kozmetik meta, görünüş ve gösteriş kalbin
nifâkını kamufle edemez. İnsan daima kalbinin ekmeğini yer.
Kalp, içindeki iyiliği de, kötülüğü de sızdırır. Nifâkı, kini, hırsı ve buğzu davranışlarıyla
gizlemeye çalışanlar muhataplarını belki aldatırlar ve fakat Allah’ı asla!
Kaynakça
ASLAN Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin Neresindeyiz,
İstanbul- 2012. s.105-107
Bir fikir adamının bazı kavramlara karşı negatif
hisler duyması pek doğru mudur? Bilemiyorum. Belki de doğru değil. Fakat ben “Türkiye
realitesi” veya “Türkiye gerçekleri” kavramlarına karşı negatif
duygularla doluyum. Çünkü ben bu kavramların insanımızın düşünce genişliğine ve
aksiyon zenginliğine engel olduğuna inanıyorum. İleri sürülen her bir proje,
vizyon ve fikir mevhum “Türkiye’nin gerçekleri” girdabında adetâ yok
oluyor. Ben bu kavramları ilerlemenin düşmanı ve statükonun savunma hattı
olarak görüyorum. Aslında “Türkiye’nin realitesi” olarak ileri sürülen
durumların çoğunun, var olan şartların ifadesinden daha çok kendi düşünce
sığlığımızın tezâhürü olduğunu düşünüyorum. Buna düşünsel, toplumsal ve ekonomik
bakımdan şartlara boyun eğmenin ve statükoyu kabul etmenin bir başka ifadesi de
diyebilirsiniz.
Davranışımızı kısıtlayan ve düşüncemizi sınırlayan,
kendi kendimize ördüğümüz bu zihin kalıplarından kurtulmalıyız. Olaylar ve gidişat
tarafından tayin edilmeden, olaylar ve gidişatı tayin etmek, ileri ufuklara
bakabilmek ve yarının Türkiye’sini kurabilmek için buna ihtiyacımız var.
İcraatın içinde olan kimselerin, özellikle
siyasetçilerin mevcut şartları hesaba katmaları elbette beklenir. Buna kimsenin itirazı olamaz. Fakat bizim karşı
çıktığımız şey, siyasetçilerin şartların ve dolayısıyla statükonun mahkûmu
olmalarıdır. Şartların mahkûmu olanlar, şartlar tarafından ezilirler ve büyük
işler başarmaları bir tarafa, mevcudu devam ettirmeyi dahi beceremezler. Fakat
içinde bulunduğu ve kendinden önce hazırlanmış şartları mahkûmu olmayanlar,
aksine bu şartları değiştirebilenler, işte büyük insanlar ve büyük siyasetçiler
bunlardır. İcraattan, fiilden çok fikre emek verenlerin gerçek bir vizyona,
hakikî bir tefekküre ulaşabilmesi için, içinde bulunduğu şartları aşması ve
geleceğin dünyasını tasavvur edebilmesi gerekir. Hep hali düşünenler ve hale
göre bir dünya tasavvur edenler, zaman tarafından çabuk tüketilirler. Fikir
adamı her zaman ideali hem de en ideali düşünmelidir. İdeal olanı tespit etmek
hedef belirlemeye benzer; hedef ne kadar uzağa konursa, o kadar geniş bir ufuk
kazanılır. MİLLET OLARAK BİZİM DE KOLAY ULAŞILMAYAN UZAK HEDEFLERİMİZ OLMALI.
Muasır medeniyet seviyesinin ötesini düşünmeli. Sadece bu milletin
değil bütün insanlığın yükünü yüklenmeli ve bu dünyada olan her kötülükten önce
kendimizi sorumlu görmeliyiz. MÜMKÜNÜ DEĞİL İMKÂNSIZI BAŞARMAK İÇİN, YENİDEN
DİRİLMEK VE YENİDEN DOĞMAK İÇİN BİR “KIZIL ELMA”YA İHTİYACIMIZ VAR.
“Türkiye realitesi”ne takılmadan fiil ve fikir
alanında ideal hedefler tayin etmek bir taraftan bu milleti iyi motive ederek
siyasî, ekonomik ve toplumsal problemlerimizi kolay halletmemizi sağlarken;
diğer yandan bu milleti gayesiz ve hedefsiz yaşamaktan, esen rüzgârlara göre
yön değiştirmekten kurtaracak ve sağlam ve sıhhatli bir duruş kazandıracaktır.
Siyasî sosyal ve ekonomik alanda başarılarımızın sırrı işte bu duruş ve
psikolojik güvende gizlidir.
Fiilin değil de fikrin ve düşüncenin temsilcisi
olanlar düşünce ve tasavvurlarında daha da pervasız olmalılar. Ortaya attıkları
düşünce ve fikirler, bilineni tekrardan veya moda düşünce ve fikirleri takipten
çok daha ileri gitmeli yeni ve sarsıcı olmalıdır. Yeni olan aynı zamanda
elbette sarsıcı olacaktır. Toplumda ve ilim âleminde yaratılan beklentiler
düşünce adamlarının tuzaklarıdır. İlmî mesailerini beklentileri doyurmaya
adayanlar veya İlmî ve fikrî modanın esiri olanlar, şartların mahkûmu oldukları
için geleceğin dünyasını inşa edenler arasında bulunamayacaklardır. Bir başka
ifadeyle, bilimde ve düşüncede insanların beklentileri doyurmayı gaye
edinenler, yani takdir edilen ve takdir edilecek fikirler üretip ve kitaplar
yazanlar geleceği değil de içinde yaşadıkları hali yansıtırlar. Zaman çabuk
eskitir bu insanları. Hayatları tenakuzlarla doludur. Doğru dedikleri her şeyin
zaman tarafından yalanlandığına tanık olurlar. Bu doğruları bırakıp yeni
doğrular edinirler kendilerine. 1970’lerde sol fikirleri militanca savunan Türk
entelektüellerinin hali pür melâli böyleydi. Şimdi birçoğu aynı hızla liberal
düşünceyi savunuyorlar. Küresel dünyamızın yaşadığı bu hızlı ve derin değişim
liberal düşüncenin sonunu getirdiğinde bakalım hangi limana demir atacaklar!
Ama imanlarının muhtevasını dünya görüşü haline getirenler veya bütün zaman
ve mekânları aşan kutsal prensiplere inananlar,
eskimeyen ve her daim taze kalan vahye bağlananlar. İşte bunları zaman
eskitemez. Onlar tedricen ve istikrarlı bir tarzda sadece olgunlaşırlar. Zaman
onları yanlışlayamaz, aksine onlar zamana hükmederler. Neden hâlâ Şâfiî,
Gazzâlî, İbn Haldûn, Fârâbî, İbn Arabî, Mevlânâ ve Yûnus Emre diridir ve neden
fikir ve düşünceleriyle içimizde yaşıyorlar? ZİRA ONLAR, VAHYE DAYANARAK İNSANÎ
VE İÇİNDE YAŞADIKLARI ŞARTLARI AŞTILAR VE ZAMAN VE MEKÂNDAN AZADE ÖLÜMSÜZ
HAKİKATİ TERENNÜM ETTİLER.
Kaynakça
ASLAN Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin Neresindeyiz,
İstanbul- 2012.s. 109-111 Yüzakı Nisan 2005.
İslâm dünyası ahlâkî ve fikrî bir kriz içindedir ve bu
kriz, ferdî, toplumsal, ekonomik ve siyasî problemlere kaynaklık etmektedir.
Bir zamanlar görkemli bir medeniyet kuran Müslümanlar bu yüzyılda ferdî ve
toplumsal problemlerle mücadele ederek varlığını devam ettirmeye çalışmakta,
bu meselelerin nasıl üstesinden geleceğini de pek bilememektedir. Şimdi
Müslüman entelektüeller, bir taraftan yıkılmış bir medeniyetin kalıntıları ve
diğer taraftan hâkim bir batı dünyasının zihnî ve sosyal dayatmaları ile karşı
karşıyadır. Bu sebeple, önce İslâm geleneğinin tarihî süreci hakkında
düşüncelerimizi ifade edeceğiz ve sonra İslam’ın bu çağdaki önemli problemi
olarak moderniteye işaret ederek, onu İslâm’ı insanından koparan bir fenomen
olarak nitelediğimizi ifade edeceğiz. Sonunda bir tez olarak, İslâmî yaşayış
ve düşünüşün yeniden inşasının ahlâkı bilmenin şartı sayan bir
epistemolojinin gerçekleştirdiği sosyal ve entelektüel yapılanma ile mümkün
olacağı fikrini savunacağız. Dolayısıyla, konuyu önce tarihi süreç ve algılanması
ve sonra sosyal kırılma olarak modernite ve en sonunda da fikrî ve sosyal
yeniden inşa olmak üzere üç merhalede ele alacağız.
İnsanlık tarihinin en önemli hadisesi belki de
Allah’ın elçileri vasıtasıyla insanlığa vahiy göndermesidir. Allah her yerde
ve her dönemde insanlara bilgi ve hikmetle doğru yolu gösteren peygamberler
göndermiştir. İnsanlık bu semavî ışıkla kendini, çevresini ve ışığın kaynağı
olan Yaratıcısını tanımış ve onunla yeryüzünde medeniyetler kurmuştur. Allah
âhir zamanda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi elçilerin sonuncusu,
Kur’ân’ı da insanlığa son vahiy olarak göndermesi neticesinde Hz. Peygamber bir
toplum ve Kur’ân da bir medeniyet inşa etmiştir. Kur’ân’ın nefsinde kemal olarak
somutlaştığı Allah Resûlü bir İslâm toplum oluşturmuş ve diğer taraftan Kur’ân
ise İslâm medeniyetine kaynaklık eden bir bilgi ve kültür yaratmıştır.
İlk İslâm toplumu Kur’ân toplumudur. Allah Resûlü
peyderpey gönderilen vahiyle 23 yılda bir inananlar toplumu meydana getirmiş ve
bunlar Kur’ân yoluyla kâinatı, insanlığı ve hayatı yeniden anlam-
landırmışlardır. Sahâbiler peygamberde temessül etmiş Kur’ânî hakikati, ferdî
planda ahlâkî ve manevî kemâl, toplumsal alanda ise bir yaşayış tarzı ve kültür
haline dönüştürdüler. Allah Resûlü’nün vefatından sonra, ellerindeki Kur’ân ve
Peygamber’in davranış ve sözlerinden oluşan sünneti esas alan bu toplum, önce
siyasî başarı ve daha sonraları bu siyasî ve toplumsal başarının neticesinde
kültür ve medeniyet yarattılar.
Her medeniyetin temelinde vahiy olduğu gibi İslâm
medeniyetinin temelinde de vahiy yani Kur’ân vardır. Kur’ân bu medeniyeti
oluşturduğu ideal insan tipi yoluyla bir toplum, ilim yoluyla bir kültür
inşa etmiştir. Allah Teâlâ Kur’ân vasıtasıyla Elçiyi eğitmiş, manevî ve ahlâkî
idealleri onun şahsında somutlaştırmış ve insanların her bakımdan hayranlık
duyacakları ve derin bir sevgiyle sevebilecekleri ideal tip haline
getirmiştir. Etrafındaki insanlar bu melek-insanın manevî ve ahlâkî cazibesinin
etkisindeydiler. Onu bu derece farklı yapan şeyi bilmek isteyenler onun yanında
bulunup sözüne kulak verip, Elçinin davasına ve getirdiği yeni dine inandılar.
İnanan bu topluluğun en büyük ideali onun gibi, en azından onun sevdiği biri
gibi olmak için Peygamber’in emirlerini itina ile yerine getirmekti.
Onunla birlikteliğin bir neticesi olarak, inananlar birlikte davranmayı ve
hatta birlikte düşünmeyi öğrendiler. Birbirlerine din ve sevgi bağıyla bağlı
ve aynı ideali paylaşan bu toplum, manevî ve ahlâkî açıdan mükemmeldi.
Manevî ve ahlâkî ölçüler gözetildiğinde çağımızdan
oldukça ileri olan bu erdemliler toplumunda, ‘sosyal insan’ olabilmek, topluma
iştirâk edebilmenin şartı sevgi, ibadet, doğruluk, fedakârlık, diğergam olmakla
ahlâkî ve manevî bir şahsiyet kazanmakla mümkündü. Bu toplumda en ideal insan,
dolayısıyla en çok itibar ve takdir kazanan fert, Peygamber’in kendinde
somutlaştırdığı ahlâkî ve manevî ideallere en çok yaklaşan fertti. Fertler
oluşturulan bu manevî ve ahlâkî alanda varlık buluyor ve sosyal benliklerini
oluşturuyorlardı. Ahlâkî ve manevî kemalin zirvelerine ulaşan bir Hz. Ebû
Bekir, bir Hz. Ömer, bir Hz. Osman ve bir Hz. Ali (radiyallâhü anhüm) ve daha niceleri sosyal
alandaki varlıkları ve sosyal olaylara iştirâkle toplumun manevî ve ahlâkî
tekâmülüne katkıda bulunuyorlardı. Diğer taraftan bu sosyal alanı paylaşan
fertler, bu ideal tipleri kendilerine örnek alarak, manevî ve ahlâkî bakımdan
eğitiliyorlardı. Yani toplum ve fert karşılıklı ilişki içinde bir birlerini
etkileyerek varlığını ve benliğini oluşturuyordu.
Evrensel ve hâkim bir medeniyeti tesisi edebilmek için
sadece sağlam ahlâklı ve sağlam karakterli bir toplum oluşturmak yetmiyor,
aynı zamanda yüksek seviyede bir ilim ve kültür ortaya koymak gerekiyordu.
Bu inanan topluluk daha ilk devirden itibaren Müslüman olmalarının gereği
olarak kendilerini aynı zamanda bir ‘ilim’ faaliyetinin içinde buldular. Müslüman
olan her fert Kur’ân’dan bir kısım parçalar ezberlemekle sorumlu tutulmuştu.
Okuma yazma bilme, önemli bir özellik olarak takdir ediliyordu. Bu yeni dinin
bizzat bir Kitaba dayanması ve bu Kitabı okuma öğrenme ve anlamanın dini bir
vazife ve bir ibadet olarak algılanması, Müslümanlardaki ilim kavramının
oluşmasında önemli rol oynadı. Önce Kur’ân’ı yazmak ve öğrenmek, Peygamber’in
söz ve davranışlarını tekrar ederek nesilden nesile aktarmak İlmî faaliyetler
olarak biliniyordu. Bununla birlikte Kur’ân ve Peygamber doğru ve yanlış
davranışların ne olduğunu tayin ediyor veya tayin etmenin yolunu gösteriyordu.
Diğer taraftan toplum büyüdükçe çeşitli hadiseler görülüyor, imanın mahiyeti
ve sınırları hakkında düşünceler ortaya çıkıyordu. Doğal bir seyirle gelişen bu
toplumsal sürecin bir parçası olan bilme, bildirme ve problem çözmeden
müteşekkil ilim faaliyetleri her geçen gün artmakta ve Müslüman toplumun önemli
bir özelliği olmaktaydı.
Bu İlmî faaliyetlerin neticesi olarak, Kur’ân’ı okuyup
anlamaya dair faaliyetler kıraat ve tefsir, Hz. Peygamber’in söz ve
davranışlarını kayıt ve nakil ise hadis, doğru ve yanlış olanı tespit etme yolu
ve işi fıkıh, imanın mahiyeti ve sınırlarını tespite dair düşünce ve
faaliyetler ise kelâm ilminin nüvesini oluşturdu. İlk İslâm toplumunda
Kur’ân’ın Peygamber vasıtasıyla oluşturduğu bu nüveler, Müslümanların siyasî ve
askeri bakımdan genişlemesi neticesinde ulaştıkları geniş kültür havzalarında
gelişip büyüdü. Her İlmî disiplin kendi metodu, konusu ve gayesini belirleyerek
Kur’ânî mesajın somut bir medeniyet olması noktasında rolünü mükemmelen
oynadı. Kısaca, İslâmî disiplinler, Kur’ânî özle yaşayan
hayat arasında aracılık ettiler. Diğer bir ifadeyle Kur’ân, İslâmî
disiplinler yoluyla, fikir, davranış, düşünce, hüküm; siyasî vizyon ve hedef;
dinî ve siyasî meslek ve teşkilâtlar; şiir, musikî, mimarî ve sanat olarak
yaşayan hayatta somutlaştı. İslâmî disiplinler o devirlerde İslâm toplumunun
mevcut problemlerini çözmekle görevlerini hakkıyla yerine getirdiler.
Kur’ân’dan neş’et eden bu medeniyet zamanla gelişti ve
olgunlaştı. Her medeniyetin kaderi olan bir düşüş ve yıkılış İslâm medeniyetini
bekliyordu. Yunan düşüncesinden alman felsefe ve mantıkla İslâm düşüncesi
muazzam zihni ve dolayısıyla da hayattan kopuk sistemler oluşturmaya başladı. Böylelikle
oluşla düşünce arasına sistemler girmeye başlamış ve hayatın dinamikliği ve
canlılığı, artık taze düşünce ve fikir olarak ilim dünyasına yansımamaya
başlamıştı. Bu durumda yaratıcı düşünce, mevcut muazzam zihnî
sistemlerin lâbirentlerinde adeta saklambaç oynuyor, bu lâbirent
içinde yeni dehlizler ve yeni yollar keşfetmekle uğraşıyor ve bunu büyük buluş
telakki ediyor ve zamanla kendini tüketiyordu. Böylelikle ilim ve düşünce,
kalın duvarlı müesseseler ile toplumdan ve yaşayan hayattan ayrılmıştı; ilim
adamlığı ise varlığını ve menfaatinin devamını gaye edinen bir sınıf olmaya
başlamıştı. Dolayısıyla, Kur’ân’ın diriltici soluğu, o sıcaklığı ve tazeliğinde
topluma ulaşmadan büyük zihnî sistemler, kalın duvarlı müesseseler, girişi ve
çıkışı sıkı kontrol altına alınmış sınıflar içinde kayboluyor etkisi ve gücü
asgariye indiriliyordu. Kur’ân’ın diriltici soluğunu taşımak için var olan
İslâmî disiplinler ve müesseseler taşıma görevini yapma yerine, diriltici
soluğun ulaşmasına engel olmaya başlamışlardı. Neticede, İslâm toplumu,
diriliğini, dinamikliğini ve canlılığını kaybetmişti.
Dinamikliğini kaybeden İslâm toplumu önce düşünce
planında yeni fikirler ortaya koyma yerine mevcudu öğrenme ve bir sonraki nesle
nakletme yolunu seçti, böylece muhafazakârlık bir erdem haline
getirildi. Bunu yapabilmek için ilimde bir nevi
standartlaşmaya gitti ve bazı düşünce okulları ve bazı kitaplar resmîleşti.
İlim talipleri okullarda, resmîleşmiş kitapları okuyor ve en azından resmî
anlayışın ve siyasî gücün devamını sağlamayı becerebiliyorlardı. Fakat bu durum
fazla süremedi, Batı’da XVII. ve XVIII. Yüzyıl’da gerçekleştirilen zihniyet
devriminin neticesi olarak, önce düşünce planında İslâm dünyası farkına
varmadan üstünlüğünü kaybetti. Descartes (1650), Spinoza (1677), Lock (1704),
Leibniz (1716), Hume (1776), Kant (1804) ve Hegel’lerin (1831) yetiştiği
dönemde, o zamanki İslâm düşünce ve dünyasının temsilcisi olan Osmanlı’da,
yaşadığımız hayatın tayinine tesir edebilmiş düşünce adamları maalesef
yetişmedi. Farkına varmadan kaybettiğimiz kültürel üstünlüğün
doğrudan neticesi, somut siyasî mağlubiyetti. XVIII ve XIX. Yüzyılda bütün
çabalara rağmen Osmanlı devletinin siyasî alandaki kayıp ve yenilgileri
durdurulamadı ve I. Dünya Savaşı sonunda ise İslâm dünyası hemen hemen bütün
toprakları işgal edildi.
XX. yüzyılda ise Müslümanlar çok farklı bir fenomenle
karşı karşıya kaldılar. Siyasî hürriyetlerini görünüşte kazandılar ve
fakat, seyahat ve iletişim araçlarının gelişmesiyle ortaya çıkan
modernite/globalleşme, İslâm’ın sosyal ve toplumsal üstünlüğüne son verdi. Bugün
bütün İslâm ülkelerinde, eğitim, yönetim ve iktisadi kurumlar, bütünüyle
meslekler ve sinema, tiyatro, roman, müzik, ve mimarî gibi bütün sanat
formları, ev döşeme usûllerinden giyiniş ve davranış tarzları orijini itibarıyla
İslâmî değil Batılıdır.
KÜLTÜREL, SİYASÎ VE SOSYAL ÜSTÜNLÜĞÜNÜ BİRER BİRER KAYBEDEN
İSLÂM DÜNYASI BİR KONUDA ÜSTÜNLÜĞÜNÜ ASLA KAYBETMEDİ: DİN.
Şimdi Müslüman nesiller bu üstünlük psikolojisinden
hareketle, kaybettikleri kültürel, siyasî ve toplumsal alanların yeniden nasıl
fethedileceğinin hayâllerini kurmaktadırlar.
b)
Bir Sosyal Kırılma Olarak Modernite
Kant’ın ‘insanın kendi kendine aşıladığı vesayet
hissinden kurtulma’ diye tarif ettiği Aydınlanma, Batı’da, Hıristiyan
geleneğinin gücünü kıran, iyiyi, doğruyu, güzeli ve yeniyi keşifte insana ve
insan aklına güvenen bir zihniyet devrimi yaptı. Bu Batı insanının tabiata,
insana ve tarihe bakışını değiştirdi ve insanoğlu için yeni gayeler ve hedefler
belirledi. Yönünü geçmişe değil, geleceğe yöneltmesini söyledi. Bu
dünyada yalnız olduğuna, inanan insan önce kendine, kabiliyetlerine ve aklına
güvendi ve sonra refahı, mutluluğu ve geleceğinin içinde bulunduğuna inandığı yeniyi
arayıp araştırmaya başladı. Önce maddeye yöneldi, maddeden kendine
teknoloji diye bir güç çıkardı. Kendisine kültürel, siyasî ve sosyal
alanlarda üstünlük veren bu güç aynı zamanda, doğru yolda olduğunun güvencesi
ve garantisini verdi. Modernite olarak niteleyebileceğimiz bu olgunun
temel özellikleri şunlardır:
1-
Modernite meşruiyetini kendinden almaktadır. Modern düşünceye kadar
tarihte her fikrî oluş kendini bir geleneğe bağlar ve bir düşünüş ve fikir
hareketinin devamı olduğunu iddia ederdi. Modernite ise fikrî planda kendisini
bir düşünce geleneğinin devamı olarak görmez, aksine öncekilerden ayrı ve
farklı olduğunu iddia eder. İşte bu sebeple moderniteyi evrensel anlamda bir
düşünce kırılması olarak niteleyebiliriz. Gelenek meşruiyetini aşkın bir
alandan devşirirken, modernite gerçeği, doğruyu, iyiyi ve güzeli tayinde aşkın
olanı değil kendini esas alır. Böyle davranmakla modernite, hem aşkın
olan bir tavır geliştiriyor, hem de gittikçe kendine güveni artıyordu. Dolayısıyla,
gerçeklik aklın ve tecrübenin sınırları ile sınırlandırılmış, insan imajı
değişmiş, insan Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olmaktan çıkarılmış ve hem
cinslerinden daha fazla gelişmiş bir canlı olarak algılanmaya başlanmıştı.
Otoritenin en çok gerekli olduğu ahlâkî alan ise tartışmadan başka bir şey
yapamayan aklın insafına bırakılmıştı. Kısacası modernite, hem kendi varlığının
meşrûluğunu hem de bir dünya görüşü olarak doğru olduğunu metafiziğe veya
tarihe dayanarak değil, bizzat kendi esaslarına dayanarak iddia etmekteydi.
2-
Modern bakış açısı kutsaldan bağımsız aklı, toplumda
ve düşüncede yegâne otorite kabul etmektedir. Geleneksel toplumlarda
gerçekliğin tayinini din yapmış ve ahlâkî alana daima dinî otorite hâkim olmuş,
akıl ise daima dinî esaslara tâbi olmuştur. Modern toplum ve düşüncede akıl
hâkim otorite, din ise ona tabii hale getirilmiştir. Tanrı dahi var olabilmek
için aklın varlık kriterlerinden geçmesi gerekir. Dolayısıyla ahlâkî,
metafizik ve İnsanî gerçekliğin vahiy vasıtası ile tayin ve tespiti Tanrı’dan
alınmış, akılla tespit etmeye çalışan insana verilmiştir. Bu tavır neticesinde,
dinin önce üretilen kültür ve bilgide ve daha sonra sosyal ve kamusal alanda
hâkimiyeti zayıflatılmıştır. Geleneksel toplumlardaki dinin yerini, modern
toplumda akıl almıştır.
3-
Modern dünya görüşünde hakikat sadece rasyonel ve
olgusal olanla sınırlandırılmıştır. Tabiat ve kâinat, aklın
ve tecrübenin ışığında ‘metafizik’ hurafelerden temizlenmiş ve insanın düşünce
ve tecrübesine amade bir obje haline getirilmiştir. Teolojik anlamda Tanrı’nın,
meleklerin ve âhiretin varlığı veya yokluğu rasyonel olarak ispat veya
reddedilmeye çalışılmıştır.
4-
Modernite kendi varlığını, modern devlette ve onun bir
yansıması olan, parlamento, üniversite ve bankalar gibi bütün modern
kurumlarda somutlaştırmaktadır. Bütün bu kurumlar hem
çıkış kaynakları bakımından hem de işleyişleri açısından meşruiyetlerini dinî
kültürden değil, insan tecrübesi ve akıldan almışlardır.
5-
Moderniteye göre din, ahlâk fizik ve metafizik alanı
tayindeki tekelciliği bırakmalı, sosyal, siyasî ve kültürel hayata ise hiç karışmamalıdır.
ŞİMDİ AKILLARA ŞU SORU TAKILMAKTADIR: Modernite
burada neden insan hayatına büyük kolaylıklar getiren teknolojinin mucidi ve müreffeh
ve mutlu bir toplum yaratmanın sebebi olarak görülmemektedir? Aksine
sosyal bir kırılma tarzında negatif bir olgu olarak takdim edilmektedir?
Moderniteyi bu tarzda algılama bir dünya görüşü ve
bakış açısının neticesidir. İnsanoğlu daima semadan gelen ışıkla, yani vahiyle
aydınlanmış ve bu ışığın aydınlığında kendini, toplumunu, kâinatı ve
yaratıcısını tanımıştır. İnsanoğlu semadan verilen hikmetle, toplumu var eden
ahlâkî kuralları, kâinata ve insana dair İlmî disiplinleri oluşturmuş ve
semadan gönderilen ruhla vizyon yakalamış ve sanatına can vermiştir. Bu temel
espiri insanlık tarihi ile birlikte her toplumda ve her coğrafyada modern
döneme kadar devam etmiştir. Modern çağa gelindiğinde insanoğlu ilk defa,
kendi aklı ile aydınlanabileceğini ve Tanrı’ya ihtiyacı olmadığına inandı. Bu
ışığın aydınlığında bilim ve teknolojide büyük devrimler gerçekleştirmesine
rağmen, manevî ve ahlâkî bakımdan belki de en karanlık dönemini yaşıyor.
Meseleye bu açıdan bakıldığında semavî dinlerle varlığını devam ettiren ve
birçok medeniyetler kuran insanoğlu belki de ilk defa semavî medeniyetler
halkasını kırmış ve kendi aklına dayalı bir medeniyet kurmaya çalışmıştır. İşte
bu sebeple modernite bir sosyal kırılma olarak görülmektedir. Fakat bu sosyal
ve düşünsel kırılma bir ara, hatta bir geçiş dönemi olma durumundadır.
Modernite insanlık tarihinin ulaşmak için büyük mücadelelerle tekâmül ettirdiği
bir son bir nihai nokta ve ulaşılabilecek en yüksek seviye değildir. TARİHİN
SONU GELMEMİŞTİR. Aksine, insanlık semadan gelen ışığın kıymetini daha iyi
anlayabilmesi için zorunlu bir ara döneme girmiştir. Bu ara dönemde insanoğlu
bir kez daha Tanrısız ve kitapsız yapamayacağını anlayacak ve yeniden Tanrı’ya
yönelecek ve ondan insanlığa gelen mesaja, yeniden kulak verecektir. Zira
insan i kendine varlık veren İlahî özünü yok ederek varlık bulamaz.
İnsanlık tekrar semaya ve Tanrı’ya yöneldiğinde önce kendi dinini yeniden
keşfedecek ve daha sonra da semadan gelen son mesajı gündemine alacaktır.
İnsanlık manevî açlığının ve ahlâkî çözülmenin zorunlu
bir neticesi olarak tekrar İslâm’a yönelecektir. Fakat bu çağda insanlığa
cazip gelen İslâm’ın kendi tarihi içinde ve İslâmî disiplinler çerçevesinde ortaya
koyduğu entelektüel ve fikrî birikimi değildir. İslâm medeniyetini yeniden inşa
gayesiyle sadece İslâmî disiplinlere yönelmek, İslâm’ı canlandıracak yerde
tarihselleştirecektir. Bu şekilde takdim edilen İslâm, çağdaş bir insanın
gözünde, geçmiş milletlerin dini olarak kalacaktır.
Bu çağın problemi, Orta Çağ Hıristiyan dünyasında
olduğu gibi, entelektüel zayıflık veya yeterince rasyonel olmama değil, tam
aksine manevî ve ahlâkî zafiyettir. Bu sebeple İslâm’ı bir nevi rasyonelleştirme
ameliyesi olan İslâm modernizmi, İslâm’ı bu çağda alternatif ruhî ve ahlâkî bir
yol tarzında takdim etmekten çok uzaktır. Onun yapacağı en iyi şey İslâm’ı
modern düşünceye entegredir. Dolayısıyla, İslâm’ın Hıristiyanlık’tan ve
İslâm düşüncesinin ise çağdaş Batı düşüncesinden daha fazla veya en az onun
kadar rasyonel olduğunu ortaya koymaya çalışan bu fikrî yönelişi fazla ciddiye
almamak gerekir. İslâm’ın bu çağa vereceği şey ahlâk, maneviyât ve fazilettir.
İslâm’ın bu boyutunu entelektüel manâda tasavvuf, sosyal boyutunu ise yaşayan
İslâm toplumu, cemaat ve cemiyetler temsil eder. Öyleyse önce ahlâkın,
faziletin ve maneviyâtın en önemli kriter olduğu sahabe toplumu gibi,
erdemliler toplumu yaratılması ve sonra bu sağlam sosyal zemin üzerine bilgi,
kültür ve medeniyet inşa edilmesi gerekmektedir. Fakat bu nasıl olacak? Kur’ân
ve hadisler, iyi ve kötüsüyle bütün bir İslâm tarihi, kelamı tasavvufu ve
fıkhıyla İslâmî disiplinler işte orada durmakta. Bunlardan bir ruh alıp, şu ölü
topluma diriltici soluklarıyla kim can verecek. Bize göre, İslâmî düşünüş ve
yaşayışı ihya etme, entelektüel (knowledge) bir iş olmaktan ziyade bir
ruh (presence) işidir. Bilgi kazanılır, ruh ise verilir.
Tanrı’nın kendi katından hikmetle yoğurduğu yüce ruhlar, Kur’ân ve İslâm
geleneğine meze edilmiş canı kendi ruhlarından geçirerek şu ölü toplumu can
veren soluklarıyla dirilteceklerdir.
İslâmî yaşayışın yeniden ihyası bir entelektüel
faaliyet olmaktan ziyade bir irşad işidir. Bu sebeple bir Müslüman entelektüel
İslâmî yaşayışın değil de İslâmî düşünüşün yeniden inşası hakkında fikir beyan
etmeye cüret edebilir; her ne kadar bu iki işin bir birinden tamamen ayrı
olmadığını bilse de. İslâmî düşünüşü yeniden inşayı düşünen her Müslüman
entelektüelin karşına uygun bir tavırla yönelmesi gerektiği iki farklı alan
çıkacaktır. Bunlardan biri, tarihî İslâm düşünce geleneği, diğeri ise içinde
bulunduğumuz durumu her yönüyle tayin ve tespit eden, modern Batı düşüncesi.
İslâmî düşünüşün yeniden inşasını hedefleyen Müslüman entelektüel bu iki alana
bir plan ve proje dahilinde yönelmek durumundadır. Aksi takdirde, plan ve
programsız yola çıkan Müslüman entelektüeller neyi alıp neyi bırakacaklarını
bilmedikleri için, zihnî enerjilerini ve fikrî cehdlerini çoğu zaman boşa
harcamak durumunda kalacaklardır.
İşaret edildiği üzere modernite Batı toplumunu
bütünüyle, diğer toplumları ise büyük ölçüde değiştirmiştir. İslâm toplumu söz
konusu olduğunda ise modernite önce devlet yapısı sivil ve askerî bürokrasiyi
değiştirmiş ve Batı hukukunun kabulüyle kamusal alanda, Batı tarzı yaşayış,
zevk ve giyimini benimseterek kültürel alanda kendini kabul ettirmiştir.
Dolayısıyla modernite önce kurum ve kuruluşlarıyla kamusal alanı tamamen işgal
edip kendi hâkimiyetine almış ve sonra sosyal ve ferdî alana yönelmiştir. Bu
gün Müslüman toplumların yapı taşı olan, geleneksel aile bile sarsılmakta ve
hatta toplumun aşırı modernleşen kısımlarında yıkılışa doğru gitmektedir. Modernite
Müslüman fertlerin sadece giyim tarzlarını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda
dünya görüşlerini de etkilemiştir. Binaenaleyh, dinden ve İslâmî dünya
görüşünden uzaklaşma tarzında neticelenen bu sürecin sebepleri irdelenmelidir.
İçinde bulunduğumuz durumun tek sorumlusu olarak Batı’nın siyasî kültürel ve
ekonomik hâkimiyetini göstermek sorumluluktan kaçmak olacaktır. İslâm’ı modern insanın
algılayacağı bir dünya görüşü olarak sunamayan Müslüman entelektüeller bu
durumdan en az Batı kadar belki de daha fazla sorumludurlar.
Fert olarak kendimizi, Müslümanlar olarak toplumumuzu
ve devletimizi ve insanımızı bu denli değiştiren modernitenin mahiyetini
anlamamız için Batı düşüncesinin temellerini oluşturan, Descartes, Kant ve
Hegel gibi düşünürlerine ulaşmak ve benimsemeden idrâk etmek durumundayız. BU İFADE EDİLDİĞİ KADAR
KOLAY BİR İŞ DEĞİLDİR. Batı düşüncesini benimsemeden idrâk etmenin Müslüman
araştırmacı için psikolojik ve zihnî problemleri vardır; zihni formatlarmız
Batı düşüncesini olduğu gibi kavramamıza uygun olmadığı gibi, psikolojimizde
ise az gelişmişliğin ezikliği vardır. Fakat dilemmadan kurtulmanın yolu kendi
kimliğimizde ve kendi tarihimizde saklıdır. Önce hak dinin ve tarihte büyük
başarılara imza atmış bir milletin mensubu olmanın getirdiği psikolojik
üstünlüğü kazanmamız ve sonra Batı’dan neyi alıp neyin terk edilmesi
gerektiğine işaret eden bir zihnî yapıya sahip olmamamız gerekmektedir.
Birincisi her Müslüman Türk ferdinin doğuştan getirdiği, diğerini ise bir niyet
ve gayretle elde edilmesi gereken hasletlerdir. BİR MÜSLÜMAN ARAŞTIRMACI Batılı
düşünürlerin düşünce dünyasına, bu niyetle ve bu özellikte girmediği takdirde,
Kant ve Hegel gibi düşünürlerin büyük zihnî sistemleri, Müslüman araştırmacının
düşünüş tarzını etkiler ve hatta kimliğini değiştirebilir.
Bu çağdaki Müslüman fikir adamlarının birçoğunun Batı
düşüncesinden etkilenerek ciddi bir mahiyet değişikliğine uğradıklarını görmekteyiz.
Bunlardan bir kısmının düşünce dünyaları ve hatta egzistansiyel yaşamları
tamamen Batılı olup sadece ismen Müslüman kalmışlardır. Türkiye’deki sol ve
laik entelektüel kesim bu zümredendir. Bunların benliklerinde imandan ve tarihten
kaynaklanan psikolojik üstünlük hissi ve zihinlerinde bu hisle doğrudan alâkalı
esaslı bir proje olmadığı için, her hangi bir alanda asla orijinallik ortaya
koyamazlar. Bunların yapabileceği en iyi şey Batı düşüncesini
Türkçe’ye tercüme etmek ya da onu Türkiye şartlarında yeniden üretmektir.
Sosyolojiden siyaset bilimine kadar, Türkiye’de sosyal bilimlerde yazılanlara
bir göz atmak bizim bu tespitimizi doğrulayacaktır.
Diğer tarafta ise, iman ve yaşayış ve entelektüel
birikim itibarıyla Müslüman kalabilmiş ve kısmen de psikolojik üstünlüğü
muhafaza edebilmiş olmasına rağmen, gerek Batı düşüncesinin üstünlüğünden,
gerekse zihninde esaslı bir proje olmaması sebebiyle, Batı düşünce ve
perspektifini esas alarak İslâm modernizmini benimseyenler vardır. Seyyid
Ahmet Han, Muhammed İkbal, Fazlur Rahman ve memleketimizdeki bir kısım
Müslüman entelektüellerin temsil etmeye çalıştığı İslâm modernizmi özü
itibarıyla Batılı bir projedir. Bu yolun nihayetinde,
özgün bir İslâm düşüncesi veya bir İslâm medeniyetine ulaşmak mümkün
görünmüyor. Bu tavrın yapabileceği en iyi şey, global fikrî hakimiyetini her
geçen gün güçlendiren Batı düşüncesi içine İslâm’ı uysallaştırarak
entegre edebilmektir. Bu bakış açısı aynı zamanda, İslâm düşüncesini yeniden
inşasını sadece zihni bir çabayla yapabileceklerine inanmış olmasıdır.
Hâlbuki biz, tamamen fikrî görülen bu inşanın sosyal zeminini ancak ahlâk ve
maneviyât ile kurulabileceğini düşünmekteyiz.
Bütün bu mülâhazalardan ilk ulaştığımız sonuç şudur: İSLÂM
DÜŞÜNCESİNİ YENİDEN İNŞA ETMEYİ HEDEFLEYEN MÜSLÜMAN ENTELEKTÜEL ÖNCE BATILILAŞMADAN
VEYA BATICILAŞMADAN BATI DÜŞÜNCESİNİ DERİNLİĞİNE NÜFÛZ ETMEK
DURUMUNDADIR. Bundan sonra tarihi İslâm düşüncesine yönelmelidir. Batı’yı
idrâk etmede olduğu gibi, kendi geleneğimizle karşılaşma ve hesaplaşma
sürecinde de bazı tehlikeler mevcuttur. Bunların başında düşüncede
tarihselleşmek gelir. Kelâmıyla, fıkhıyla ve İslâm felsefesiyle sadece İslâm’ın
tarihî düşünce formlarını iyi bilmek, Müslüman âlimleri tarihselleşmekte ve
günümüzden uzaklaştırmaktadır. Bu durumda fıkıh, kelâm ve tefsir bizim iç
kimliğimiz olarak algılamakta ve bunların bize fikri ve hayatî realitenin
kavranmasının kriterlerini verdiğini düşünmekteyiz. Bunun neticesinde, Gazzâlî
ve Râzî’nin gözüyle moderniteyi anlamaya veya algılamaya çalışma veya
fıkhın bir nevi tarım toplumunu esasa alarak geliştirdiği kurallarla endüstri
sonrası modern toplumların problemlerini çözmeye uğraşma gibi bir çelişkilerin
içine düşmekteyiz.
Bu sürecin neticesinde bir tarafta, tarihî İslâmî disiplinleri
benimseyerek oluşturduğu entelektüel kimlikleriyle yarattıkları kendi dar
alanlarında var olmaya çalışan İslâm âlimlerini ve diğer tarafta yaşayışı,
düşüncesi ve hatta dünya görüşü modenitenin prensipleriyle belirlenmiş,
‘Müslüman’ toplumları ve modern dünyayı tanımayan din âlimleri bu toplumun
kültürü, sanatı ve düşüncesine ve insanına klavuzluk ve rehberlik edecek
konumda değildir. Hatta sıradan insanlarla dahi iletişim güçlüğü
çekmektedirler. Dolayısıyla bu devrin Müslüman âlim ve aydınları toplumun
içinde bulunduğu durumu esas alan, entelektüel ve sosyal manada kurtuluşun yeni
stratejilerini belirlemek durumundadırlar.
Sahihi bir yeniden inşa projesi, bir taraftan
Batılılaşmadan ve batıcılaşmadan modernitenin esasını oluşturan Batı düşüncesini
anlayıp tahlil edebilmeyi, diğer taraftan fikrî kimlik olarak benimsemeden
İslâm düşüncesini kavrayıp ihata etmeyi gerekli kılmaktadır. Fakat Müslüman
entelektüel ister Batı düşüncesine ve ister ise İslâm düşüncesine yönelirken,
bizzat kendinin oluşturduğu özgün bir zihniyetle meseleye yaklaşmalıdır. Diğer
taraftan unutmamalıdır ki tamamen entelektüel bir faaliyet gibi görünen bu inşa
meselesi, ahlâkî ve ruhî bir iştir. Bu sebeple biz, bilgiyi ve bilmeyi sadece
entelektüel bir faaliyet olarak değil, aynı zamanda bir ahlâk ve maneviyât
meselesi olarak görmekte ve ahlâkı ve manevî yetkinliği, bilginin şartı telakki
etmekteyiz.
Bu yeniden inşa projesinde, biz İslâmî olan hiçbir
şeye karşı çıkmıyoruz. Kur’ân ve hadisler, İslâmî dünya
görüşünün esaslarını oluşturdukları için doğrudurlar. Eğer bunlardan bazıları
modern zihne garip hatta yanlış görünüyor ise, problem Kur’ân ve sünnette değil
modern zihindedir. Bu durumda yapılacak şey, Kur’ân’ı ve sünneti modern zihne
uygun gelecek şekilde yorumlamak, hatta değiştirmek olmamalı, tersine modern
zihnin esaslarını sorgulamak olmalıdır. Eğer Kur’ân ve sünnetin toplumsal
kuralları bu modern toplumda uygulanamıyor ise, yapılacak şey, bu kuralların
uygulanabileceği bir toplum yaratmak olacaktır. Bu anlamda dinde reformu
onaylamayız. Modern zihniyetin beklentilerine göre ve moderniteyi esas alan,
önce Kur’ân ve hadislerdeki topluma yönelik kaideleri hükümsüz kılan ve sonra
ibadetlerin yapılış biçiminde dahi değişiklikler yapmayı hedefleyen bir dinî
reformu tasvip etmeyiz. Diğer taraftan bu tarz bir reform, bize Kur’ân’daki
bütünlüğün bozulmaması ve İslâm toplumunun bu konudaki hassasiyeti sebebiyle
mümkün ve olası da görünmemektedir.
Şu son bir asırlık modernleşme ve Batılılaşma
maceramızda, Batı önce siyasî, kültürel ve ekonomik bakımdan İslâm toplumlarım
değiştirdi. Modernleşme ve sekülerleşme kamusal alanda tamamen ve sosyal
alanda ise kısmen gerçekleşti ve Batı teslim alıp işgal edemediği tek yer olan
dinî alanı ise İslâm modernizmi ve dinde reform silahlarıyla sarsmaya başladı.
Fakat İSLÂM, TARİHÎ ENTELEKTÜEL BİRİKİMİ VE BİR DİNÎ KİMLİK OLARAK BÜTÜNLÜĞÜ VE
GÜÇLÜLÜĞÜ SEBEBİYLE BATI’NIN BU SALDIRILARINA KARŞI KOYACAK POTANSİYELE
SAHİPTİR. Bütün çabalara rağmen, Müslüman toplumlarda sekülerleşme olmasına
rağmen, bizzat İslâm’da sekülerleşme olmamıştır. Dolayısıyla, İslâm
nihai planda kendi varlığına kasteden, İslâm modernizmine ve toplumsal
sekülerleşmeye karşı koymak zorunda kalacaktır. Aksi takdirde kendi varlığını
dahi koruyamayacaktır.
İslâmî düşünüşün ve yaşayışın yeniden inşası sadece
entelektüel kapasite ve birikim gerektirmez aynı zamanda rûhî ve ahlâkî bir yetkinliği
de öngörür. Bu durumda bilme aynı zamanda ahlâklı olmanın ve ruhî
yetkinliğin de kriteri olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, bu inşayı tahakkuk
ettirecek bilgi, sadece fikri ve zihinsel bir idrâkten öte bileni değiştirecek
ve ahlâkî ve ruhi bir transformasyona tabii tutacak bir bilgi olmak
durumundadır. (To know is to be saved). Daha öncede ısrarla
vurguladığımız gibi, İslâmî yaşayışın hâkim olduğu bir toplum inşa etmek fikir,
ahlâk, maneviyât ve aşkla mümkün olacaktır. Böyle bir toplumsal zemin üzerine
inşa edilecek İslâmî düşünüş ise ancak ahlâkı ve manevî yetkinliği esas alan
bir bilgi ile tesis edilebilir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında, İSLÂMÎ DİSİPLİNLER
İÇİNDE MANEVÎ YETKİNLİĞİ BİLMENİN ŞARTI YAPAN TASAVVUF, İbn Arabî, İmam
Rabbânî ve Mevlânâ’da görülen felsefî boyutu ve yaşayan tarikatlarda varlık
bulan toplumsal boyutu sebebiyle bu yeniden inşayı başaracak disiplin olarak
karşımıza çıkmaktadır.
TASAVVUF, tarihî fikrî
birikimi ve felsefî seviyesi bakımından Batı düşüncesini ihata edecek ve hatta
onu aşacak konumdadır. Bugün Batı’da, Mevlânâ ve İbn Arabî cemiyetleri
kurulmakta ve akademik ve akademik olmayan dergilerde tasavvuf ve büyük mutasavvıflar
hakkında her yıl yüzlerce makaleler ve kitaplar neşredilmektedir. Batı’da
tasavvufa yönelik bu teveccüh sadece entelektüel bir macera olarak kalmamakta
aynı zamanda insanların benliklerinde değişim yapan bir sosyal olgu olarak da
gözlemlenmektedir. Yapılan araştırmalar İslâm’a ihtida olaylarında tasavvufun
önemli bir etken olduğunu göstermiştir. Bu olgu aslında, çağımızdaki değişimi
ve beklenen inşayı sadece fazileti, ahlâkı ve maneviyâtı esas alan bir bilginin
yapabileceği şeklindeki iddiamızı da desteklemektedir. Fakat İSLÂM
MEMLEKETLERİNDEKİ TARİKATLAR GELENEKSEL SÛFÎ TİPİNİ MUHAFAZA ETMEYE
ÇALIŞTIKLARI İÇİN, MODERN TOPLUMDA MARJİNAL KALMAKTA VE ZAMANLA DA
ZAYIFLAMAKTADIR. Bu durumda tarikatlar modern dünyada, geleneksel yapıyı
devam ettirmekle, modern bir form kazanmak gibi zor bir dilemma ile karşı
karşıya kalmışlardır. Tarikatların geleceğini bu dilemmayı çözmedeki başarısı
tayin edecektir. TASAVVUF ANCAK BU DİLEMMAYI ÇÖZDÜKTEN SONRA, BU İNŞA
PROJESİNDE GERÇEK BİR ROL OYNAYABİLECEKTİR.
İslâmî düşünüş ve yaşayışı yeniden inşanın sadece
rasyonel ve zihni bir iş olmadığını, aksine ahlâkî bütünlüğü ve ruhî yetkinliği
esas alan bir bilgi vasıtasıyla başarılabileceğini ifade etmiştik. Bu durumda
entelektüelliği aynı zamanda bir ruhî ve ahlâkî talim ile birleştiren
bilgi ve bu bilginin sosyal ortamlarda asimilasyonu ideal bir tarz haline
gelmektedir. İbadet atmosferinde kazanılan bu bilgiden fikirle birlikte feyz
alınacaktır. Bunun neticesinde oluşan cemaatin sosyal boyutu, ahlâkî ve manevî
boyutu kadar önemlidir. Bu açıdan bakıldığında, dindarlıkla sosyaliteyi
özdeşleştirmiş ve hatta dinî ve manevî tekâmülü sosyalitede arayan yeni bir Müslüman
tipi ortaya çıktığı görülür. Bu yeni ve oldukça da farklı bir fenomendir.
Geleneksel anlamda rûhî yetkinlik ve takvânın, daha fazla ibadet, çile ve
inziva ile kazanılacağına inanılırdı. Fakat bugün, takvâyı ve rûhî yetkinliği
ibadetle birlikte sosyalitede arayan insanlar görmekteyiz. Modern dünyada,
tarikatlar kendi varlılarının devamını ve cemaatin geleceğini toplumdan
soyutlanarak gettolar oluşturmada görürken, okuyarak manevî bakımdan
yetkinleştiklerine inanan bu yeni ‘tip’ Müslümanlar, varlıklarının devamını ve
geleceğini toplumsal olanda arayan sosyal dervişler olarak karşımıza
çıkmaktadırlar. Dindarlık ve takvâ sosyalite ile yani sosyal
faaliyetlerle kazanıldığı için, nihai planda bunların hedefi toplumu
değiştirmek olacaktır. Binaenaleyh, Sahabe toplumunda olduğu gibi,
seviyeli bir ahlâkî standardı ve manevî yetkinliğe ulaşılır ise, İslâmî düşünüşün
sosyal zemini oluşmuş demektir. Asıl olan sağlam bir sosyal zemindir ve daha
sonraki fikrî inşa kendiliğinden oluşacaktır.
Kaynakça
ASLAN
Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin Neresindeyiz, İstanbul- 2012. s. 125-139;
Köprü, Sayı 73, Kış 2001.
Francis Fukuyama yıllar önce tarihin sonunu ilan
ettiğinde, herkes gibi ben de ne demek istediğini anlamakta güçlük çekmiştim. Tarifin
sonundan, yani kıyametin alâmetlerinden bahsedeceğini zannediyordum. Makaleyi
okuyunca onun bir fikir tarihi tahlili yaptığını anladım. O sosyalist sistemin
bittiğini, liberal kapitalizmle insanlığın son noktaya ulaştığını iddia
ediyordu. Zamanın sonundan değil, ideolojilerin ve sistemlerin sonundan
bahsediyordu. Bense milletlerin akıbetinin ideolojilerin sonundan çok daha
önemli olduğunu düşünüyorum. Varoluş mücadelesinde başarılı olamamış nice
milletler, kendi iradeleriyle değil, güçlü milletlerin tahakkümüyle yeryüzünü
terk etmişlerdi. Bunun için, milattan önceye gitmeye gerek yok, XVIII. ve XIX.
yüzyıl Batı emperyalizmi tarihini okumak veya Türk milletinin asrın başında
verdiği kurtuluş mücadelesini hatırlamak yeterli olacaktır.
Selçuklu ve Osmanlı hanedanları daha tarih sahnesi
çıkmadan yıllar önce, meşhur Arap edibi ve düşünürü, Ebû Osman el-Câhız
(774-870), Fezâi’lü’l-Etrâk (Türklerin Faziletleri) isimli
eserinde bu milletin özelliklerini şöyle tasvir ediyordu:
“Türkler savaşlarda başarılı bir millet olarak,
cömert, azimli, mükemmeli arayan, doğru hareketli, yüksek fikirli, parlak
anlayışlı, derin görüşlü, bilgili, itiyadı, sabırlı, sır saklayan, kültürlü,
attan ve silahtan anlayan kimselerdir... Az hareket ve az işle meşgul olmak
Türklere ağır gelir; zira onların bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur, rûhî
kuvvetleri bedenî kuvvetlerinden daha fazladır. Ateşli, hararetli, anlayışlı
kimselerdir. Kıt geçimi acizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık,
rahatlığı ayak bağı, kanâatkârlığı azimsizlik, muharebeyi terk etmenin zillet
getireceğini kabul ederler... Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık,
kovuculuk, yapmacıklık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına
karşı fenalık nedir bilmezler.”
Bu satırları okuyan herkes gibi ben de bu vasıflara
sahip bir milletin artık tarihte kaldığını itiraf ettim. Biz, şu halimizle o
millet değiliz. Değiştik ve değiştirildik.
Kim değiştirdi ve nasıl değiştik soruları önemli
olmakla birlikte, burada ele alınacak meseleler değil.
Şimdi ne olduğu değil, ne olacağı daha önemli. Bu millet tarihteki
başarısını tekrar yakalayabilir mi? Bunun için önce onu tarihte başarılı yapan
şeye bakmalı. Bizce, bu milleti başarılı yapan, irsî kabiliyetleri ve İslâm
dininden aldıkları yüksek ahlâk ve mücadele ruhudur. Şimdi bunlardan eser yok,
ne yüksek bir ahlâk ve ne de mücadele ruhu. Bu millet acaba irsî
kabiliyetlerini de mi kaybediyor?
Endişe etmemek mümkün değil. Eğer Câhız mezarından
kalksa ve bu çağda yaşayan Türkleri tasvir etmek isteseydi muhtemelen şunları
yazacaktı:
“Türkler iradesiz, sathî, sabırsız, bilgisiz,
itiyatsız, riyakâr, yapmacık ve aynı zamanda kibirli bir millet olup, ahlâk ve
dinden nasibi kıttır.”
Eğitim sistemi ve modern küresel sistem
Bu halde olmamızın bizce iki önemli sebebi vardır.
BİRİNCİSİ EĞİTİM SİSTEMİ, DİĞERİ İSE MODERN KÜRESEL
SİSTEM.
Türk millî eğitimi, eğitimde en önemli şeyin “iyi
ahlâk” ve “güçlü irade” kazandırma olması gerektiğini ve bu noktada din
eğitiminin önemini takdir edememiş durumda. Din eğitimi millî kimliğin
korunmasının güvencesidir. Müslüman olmayan Türk kavimlerinin çoğu neticede
Türklüğünü de terk etmiştir. Macarların bir zamanlar Türk olduğunu bizden başka
bilen var mı?
Eğitim sistemimizin millî ve dinî hasletlerle
donanımlı bir nesil yetiştirmeyi hedeflemediği kesin. Fakat adeta düşünen bir
nesil bile istemiyor. İnsan, kelime ve kavramlarla düşünür.
SAYISAL AĞIRLIKLI EĞİTİM SEBEBİYLE GENÇ NESİL DÜŞÜNCE
VE DÜŞÜNME FUKARASI OLARAK YETİŞTİRİLMEKTEDİR.
Bu yargıya katılmıyor musunuz?
O zaman lise öğrencilerine kullandığı ve bildiği
kelime sayısını tespit eden bir test uygulayın.
Sonucun vahim olduğunu siz de göreceksiniz. Bu eğitim
sistemi genç nesli, kelimelerin canlı dünyasından kopararak matematiğin soyut
dünyasına hapsetmekte ve yaratıcı enerjilerini orada tüketmektedir. Bu açıdan
bakılırsa, belki de şimdi ilköğretim ve lisede, neden matematik, fizik, kimya
ve biyolojinin en önemli, Türkçe, tarih ve din bilgisinin en önemsiz dersler
olarak algılandığı daha iyi anlaşılır.
Türk milletinin sonunu hazırlamada yegâne faktör
elbette eğitim sistemi değil, bir diğer etken, Türk millî karakterini ve dinî
vasıflarını koruma ve devam ettirmeyi adeta imkânsız hâle getiren modern
küresel sistem ve onun bizi mahkûm ettiği sosyal değişmedir. Bu milletin
karakterini, ahlâkî ve dinî şuurunu muhafaza eden Anadolu köy ve kentlerinin
hızla boşalması, bunun yerine kozmopolitizmin hâkim olduğu metropollerin
büyümesi meseleyi daha da dramatik hale getirmektedir. Köyün geleneksel sosyal
yapısının ferde yüklediği sorumlulukları, onun karakter eğitimindeki rolünü ve
buna karşın şehir hayatının ferdiyetçiliğini göz önüne getirirsek meseleyi
daha iyi anlarız. Şehirde sosyal yapılanma ve yaratılan sosyal ortamlar ahlâkî
ve dinî prensiplerle oluşturulmadığı için, dindar ve ahlâklı olma sosyal hayatın
tabii bir neticesi olmaktan daha çok, zorla devam ettirilen bir durum haline
gelmektedir.
Bir tarafta bu milletin millî seciye ve dinî
hasletlerini nesillere kazandırma gayesini unutan eğitim sistemimiz, diğer
tarafta hâkimiyeti ile millî kimliğimizi kazanabileceğimiz sosyal ortamları
azaltan modern küresel sistem, bu milletin sonunu mu hazırlamaktadır?
Ben endişe ediyorum.
Kaynakça
ASLAN Adnan [Kitap]. - Küreselleşmenin
Neresindeyiz, İstanbul- 2012. s.141-143
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar