Print Friendly and PDF

ADNAN MENDERES’İ, KİM YIKTI?

Bunlarada Bakarsınız



"Politika yolunda ilerledikçe anladım ki iktidar ateşten bir gömlek­miş. "
Adnan Menderes


“27 MAYIS İHTİLALİ ve SEPEBLERİ
- Görüp Yaşadıklarım- Çağdaş Türkiye’nin İç Siyaset Tarihi Araştırmalarına Katkı”
İsimli Eserden Alıntılar
Çoğu zaman hükümetler gerçekleştirdiklerinden ve iyiliklerinden çok, yaptıkları hatalara bakılarak yargılanır. Demokrat hükümeti, memleket hizmetindeki gayretlerinin yanında, ne yazık ki, sonunda kendisinin düşüşüne yol açan vahim hatalar da işledi.
Şimdilik pek fazla ayrıntıya girmeksizin, muhalefet karşısında aşırıya kaçan hassaslık, bazen de müsamahasızlık göstermiş olduğunu gözlemlemekle yetinelim.
Özel hayatında son derece yumuşak ve sevimli olan başbakan, yürüttüğü politikaya yapılan, isterse iyi niyetle olsun, en ufak tenkit karşısında kibirli ve kırıcı olup çıkıyordu. Diktatörlüğe eğilimli tutumundan ötürü, kendi bakanları da dâhil, herkesten sadece alkışlar ve övgüler bekliyordu.
Aslında bu tavrıyla o bir geleneği, kendi aleyhine de olsa, devam ettirmekten başka bir şey yapmıyordu. Maalesef Türkiye'de ve genellikle doğu ülkelerinde kendilerini tenkit edenlere karşı tavizsiz, ekseriya da sert görünmek devlet adamlarının pek çoğu için, neredeyse bir kuraldır.
Aslına bakarsanız, Menderes hükümetinin hatalarının pek çoğu, muhalefet karşısındaki hoşgörüsüzlüğüyle, görüş ayrılıklarından aşırı derecede korkmasıyla izah edilebilir. İşte birkaç misâl:
1954 yılında muhalefet partilerinden birinin (Millet Partisi’nin) yasaklanması, ardından liderine karşı oynanan oyunlar, sonunda da hemen hemen keyfî bir şekilde hapse atılması.
Daha az vahim olmayan bir başka hata: Muhalefetin gazetelerine yapılan baskı, özellikle de bazı tanınmış yazarların tutuklanması.
1954 seçimlerinde muhalefet safında yer aldılar ve hükümetin isteğine karşı çıkarak Demokratların rakibi Osman Bölükbaşı’yı seçtiler diye Kırşehir ilinin ilçe hâline getirilmesi hatası.
Yine, Türkiye'nin Yunanistan’la Kıbrıs adası konusundaki tartışmaları sırasında işlenmiş olan son derece ciddî bir yanlış: Hükümetin ileriyi görememesi ve ihmali 1955 Eylül’ünde İstanbul’da müthiş bir gösterinin yapılmasına imkân verdi. Selânik’te Atatürk’ün doğduğu evde patlamış olan bombayı bahane eden eski başşehir İstanbul’un kenar mahalle halkı, ekserisi Rum kökenli olan Türk vatandaşların oturduğu semtlere hücum edip mağazaların vitrinlerini kırdı, içlerindeki eşyayı yağmaladı veya sokağa atıp ayakların altında çiğnedi. Güvenlik güçleri ise yapılanlara müdahale etmeksizin seyretmekle yetindiler. Neticede hükümet bu tedbirsizliğini bir tazminat kanunu çıkararak telâfi yoluna gitti. Maddî zarara uğramış kimselere otuz milyon İsviçre Frangı’na kadar varan bir meblâğ ödendi.
Ve 1955’te yapılan bir diğer hata ile bu seriyi tamamlayalım: Bir propaganda gezisi sırasında, muhalefet partisinin liderine karşı, kasıtlı veya kasıtsız, çıkarılan güçlükler ve ayak takımı tarafından kendisine yapılan hakaretler. Sh:23-24

**
Hatta bir keresinde, Meclis'i çok dehşetli bir şekilde sarsan bu tartışmalardan birinde CHP lideri İsmet İnönü kürsüden Demokrat Parti milletvekillerine ve hükümet üyelerine şu esef verici, aynı zamanda da tarihî sözleri söyler.
“Arkadaşlar, şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâller meşru bir haktır, bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam.”
Haber bütün yurda yıldırım hızıyla yayıldı. Herkes şaşkına döndü. Gerçi, insanlar bir aydır huzursuzluk içinde yaşıyor ve "ihtilâl" kelimesi ağızdan ağıza dolaşıyordu. Bununla beraber hiç kimse Demokrat iktidarının bir tek gecede, dahası birkaç saat içinde, çürük bir bina gibi yıkılıp gideceğini düşüne- miyordu.
Öte yandan ise, Demokrat kabinesinin Başbakanı ve iktidar partisinin lideri Adnan Menderes, orada burada verdiği nutuklarda kendisi de ihtiyatsızca şöyle diyordu:
"Gûya onlar (muhalefettekiler) bir ihtilâl yapmaya hazırlanıyorlarmış. Gülerim ben buna. Bilsinler ki ihtilâli yapabilenler sadece muhalefettekiler değildir. İktidardaki parti de yapabilir, hem de en âlâsını!"
Sh:19
**
**
"Dörtler"in, özellikle de Bayar'ın rakiplerinin başında, yeni partinin il başkanı, İstanbul'un ünlü avukatı, karakter ve büyük medenî cesaret sahibi Avukat Kenan Öner bulunuyordu. Kendisi Meclis’e girememiş olmasına rağmen, Demokrat milletvekilleri ve bilhassa aydın çevrelerde büyük bir nüfuz ve itibara sahipti.
General Sadık Aldoğan, Osman Bölükbaşı ve Fuat Ama gibi belli sayıdaki milletvekilleriyle birlikte Demokratların saflarından ayrılıp "Millet Partisi" adında üçüncü bir parti kurdu (20 Temmuz 1948).
Tavrının ve programının orijinalliğiyle bu yeni siyasî oluşum büyük ilgi çekiyordu. Prensipler konusunda, Demokrat Parti CHP'den pek bir farklılık arzetmiyordu. Devletçilik ve lâiklik konusunda ufak tefek değişikliklerle CHP’nin altı temel ilkesini olduğu gibi almıştı. Buna karşılık, tuttuğu yeni yolla Millet partisi CHP’den olduğu kadar DP’den de ayrılıyordu. Gerçekten de bu partinin programı açıkça iktisat sahasında liberal, millî gelenekler konusunda ise muhafazakâr bir demokrasiyi savunuyordu. Zaten Millet Partisi'nin kurucuları Demokratların sıralarını terk etmezden önce de aşırı demokrat muhafazakârlar olarak ünlenmişlerdi.
Daha sonra çeşitli darbelere, birçok değişikliklere uğrayacak olan yeni parti, devlette özel girişime daha büyük yer verilmesini isteyen herkesi bayrağı altında toplayıverdi, bu yeni oluşumun yayılmasını dizginlemek için, rakipleri olan CHP'liler ile DP'liler haksız yere MPlileri "gerici yobazlar" diye karaladılar. Sh:58-59

**
Daha sonra da o dönemde hayli gürültü koparan bir siyasî skandal patlak verdi.
O sırada bu "61’ler”, olumsuz tavırlarına rağmen, henüz Demokrat Parti'nin Meclis grubundan ayrılmamışlardı. Bunlar belli bir bakanlığın koltuğunda oturan üç bakan ile bir devlet bakanı aleyhinde en ağır suçlamalarda bulundular. Bunlar, (Yassıada Mahkemesinde idama mahkûm edilip İmralı'da asılan) Maliye Bakanı Haşan Polatkan, (Kayseri hapishanesinden yeni çıkan) Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı, (ölüme mahkûm edilip İmralı'da idam edilen) Dışişleri Bakanlığına vekâlet eden Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski devlet bakanı ve milletvekili Mükerrem Sarol idi.
Demokrat Parti Meclis grubundaki sert tartışmaların ardından, bu iç muhalifler, sonunda adı geçen dört kişi hakkında bir araştırma yapılması kararını aldırmayı başardılar. Bu maksatla da kabine değişikliğine başlandı.
Suçlama, çok büyük ölçüde yolsuzlukları, özellikle de söz konusu üç bakanın yer aldığı "Döviz Tahsis Komisyonu"nda nüfuzun kötüye kullanılmasını hedef alıyordu.
Gerçekte bu komisyonun vazifesi, kamu kesimi ile özel kesimden gelen döviz isteklerini incelemek ve belgeleri gördükten sonra gerekli izinleri vermekti. O yüzden de bu araştırma, muhtemel döviz kaçırma veya yetkililerin görevleri sırasında yaptıkları tahsislere karşılık "bahşiş" alıp almadıklarıyla ilgiliydi.
Milletvekili sıfatıyla, gayrimeşru yollardan zengin olduğu şeklindeki aynı suçlama Mükerrem Sarol'a da yapılıyordu.
Araştırma komisyonu, iki kanadının da neredeyse aynı oranda temsil edildiği, sadece Demokrat Parti milletvekillerinden oluşuyordu. Araştırma olumsuz olarak sonuçlandı ve komisyon raporunun bütün milletvekillerinin hazır bulunduğu Meclis'te okunmasının ardından da adı geçen dört şahıs aklandı.
Araştırma, suçlanan kişilerin kendi partili arkadaşları tarafından yapıldığı için, aslında bu karar kimseyi tatmin etmedi. Kamuoyunda bu mesele tam bir neticeye bağlanmadan kaldı. Ortadan kalkmayan şüpheye rağmen, Menderes kabinesini bir kere daha değiştirdi ve Fatin Rüştü Zorlu'yu tekrar Dışişleri Bakanlığına, Haşan Polatkan’ı da Maliye Bakanlığına getirdi. Elbette bu gözü pek ve yüce gönüllü bir davranıştı, fakat siyaseten yanlıştı, zira bu iki adama halkın güveni sarsılmıştı.
Bakanlara Yapılan O Suçlamaların Dayandığı Delillerle İlgili Tartışma
Şimdi de, bakanlar ve milletvekilleri aleyhinde suç delili toplama hakkı konusundaki meşhur tartışmaya geçelim. Bu kavgadan "Hürriyet" adında yeni bir parti ortaya çıkacaktır.
Gerçekten de Türk ceza kanununa göre, bir kişiyi meselâ bir gazetede vurguncu, hırsız, vs. olarak teşhir etmek isteyen kimsenin, konuyla ilgili bilgi ve belgeleri yayınlama hakkı yoktur; buna karşılık, söz konusu kanunun 481. maddesine göre, bu niyetinden savcıyı haberdar etmek zorundadır. Bu yasak, kamuoyunda elbette skandal çıkarmayı önlemeye yönelikti. Şayet bu şekilde suçlanan şahıs bir devlet memuru veya hizmetlisi ise, o zaman o kanunun 482. maddesi suçlayan kimseye suç isnadının delillerini açıklama izni verir.
Bakanlar ve milletvekillerine gelince, onlar öteden beri memur sınıfının dışında tutula gelmişlerdir. Özellikle de Temyiz Mahkemesinin 1949’da bu yönde vermiş olduğu bir karardan sonra, onlar hukuken normal vatandaşlarla bir tutuldular ve dolayısıyla 481. maddenin kapsamına girdiler.
O yüzden de, gerekli delillerin yetkili mahkemeye sunulacağı ifade edilerek, bakanlar ve milletvekillerine karşı karalayın bir yayın kabul edilmiyordu. Bu yeni parti aslında hiçbir varlık gösteremedi; belli bir süre faaliyette bulunduktan sonra, kendisini kapatma kararı aldı ve "19"ların çoğu CHP saflarına katıldı.
Bu tartışmada kim haklıydı?
O dönemde Menderes'in ve taraftarlarının bakış açısını pek kavrayamayan kamuouyunun büyük kesimi" 19"ları haklı bulmuştu. Gerçekten de ilk bakışta, "Suçluyorum ve delillerimi mahkemeye sunacağım" gibi bir açıklamadan daha mantıklı ne olabilirdi? Suçlayan bir kimseye suçu ispat edecek belgeleri sunmasına imkân vermekten daha doğru ve davasını daha mahkemeye taşımazdan önce kendisini cezalandırmaya kalkışmaktan daha yanlış da bir şey olamazdı. En azından, o zamanın kamuoyundaki duygu ve düşünce böyleydi.
Sh:86-91
**
Hükümet ilk hatalarından birini Malatya’da meydana gelen bir hadise dolayısıyla işledi.
İstanbul, Ankara ve diğer büyük şehirlerde, özellikle üniversite öğrencilerinin en iyi kesimini bir araya getiren ve bir taraftan gençler arasında komünist propagandası yapılmasına bir set oluşturma, diğer taraftan da memleketin örf ve âdetlerini koruma gayesi güden "Milliyetçiler Derneği" adıyla dernekler kurulmuştu. Çağdaş Türk milliyetçiliğinin anlamı ve hedefi kısaca şöyle belirlenmişti: Her türlü komünist ideolojiyi red, vatana ve millî değerlere gönülden bağlılık.
Türk milliyetçiliğine karşı çıkan fikirleriyle tanınan "Vatan" gazetesinin başyazarı Ahmet Emin Yalman, o sırada gazetesi için bir araştırma yapmak maksadıyla Anadolu’daydı. Malatya'ya geldikten sonra, bir akşam postahaneye gitti. Issız, dar bir sokaktan dönerken üzerine tabancayla beş el ateş edildi, fakat kendisine bir kurşun isabet etti. O da çok yüzeyden bir yaralamaydı, zaten birkaç günde sağlığına kavuştu.
Saldırgan, bir lise talebesi olan Hüseyin Üzmez, hemen yakalandı ve yirmi yıl ağır hapse mahkûm edildi. Tutanaklara göre, kendisinin "Milliyetçiler Derneği" taraftarlarından olduğu bahane edilerek suç bütün teşkilâta mal edildi ve bu derneğin şubeleri kapatıldı (Ocak 1953).
Bu aşırı ve acemice tedbir, Demokrat Parti hükümeti için ileride çok ağır sonuçlar doğuracaktır. Çünkü bunu yapmakla üniversite çevrelerindeki sağlam bir destekten kendisini yoksun bırakıyor ve bundan böyle oralarda sadece komünist eğilimlerin değil, fakat bilhassa CHP propagandasının iyice güçlenmesine zemin hazırlamış oluyordu. Gerçekten de o Milliyetçiler Derneği mensubu gençler, hem solun ve kozmopolitliğin saldırılarına, hem de komünizm kadar Moskova tipi lâiklik anlayışı dolayısıyla nefret ettikleri CHP’nin gizli heveslerine karşı da bir kale oluşturuyorlardı.
O andan itibaren meydanı boş bulan CHPliler, her biri İnönü’nün partisine gençler kazandırma gayesi güden "CHP Gençlik Kollan", "Devrim Ocakları" ve "Mustafa Kemal Derneği" başta olmak üzere üniversite gençliği arasında çeşitli kışkırtma odakları kurdular. Demokratlar ise bu hareket karşısında tepkisiz kaldılar ve yaptıkları o çok büyük yanlışın farkına ancak felâket günü, yani 28 Nisan 1960'ta İstanbul Üniversitesi öğrencileri ayaklandığı zaman vardılar.
Millet Partisi’nin Kapatılması Bir Öncekinden Daha Ağır Bir Hata Oluyor
Gelelim öncekinden de daha vahim olan bir başka yanlışa, yani "Millet Partisi"nin 18 Ocak 1954’te kapatılmasına. 1951 ’e kadar çok sınırlı öneme sahip bu parti, o tarihten itibaren ülkenin bazı bölgelerinde, özellikle de muhafazakâr kesimlerde gelişmeye başladı. Gelecekte bir rakip olacağım belli eden bu yaygınlaşmadan kaygılanan Menderes hükümeti, "Millet Partisi"nin halkın dinî duygularını sömürdüğünü ileri sürerek partinin feshine ve teşkilâtının kapatılmasına karar verdi.
Halbuki Demokratlara muhalif olmasına rağmen bu parti, hiç değilse Demokratlarla CHPliler arasında tampon vazifesi görüyordu.Sh:94-95
**
1954 sonundan başlayarak birkaç sene süren kuraklık, genel bir ekonomik krizi başlattı. Söylemeye bile gerek yok, ilk kurban, Türkiye’deki önemi bilinen tarım oldu. Sadece kuraklık değil, üç dört sene önce ithal edilmiş olan traktör ve makinelerin bakımsızlıktan yıpranması da tarım işlerini aksatır hâle geldi. Bu traktörler ve bu makineler dışarıdan, bakım ve tamirleri için gerekli yedek parçalar hiç düşünülmeden ithal edilmişti. Bu ise hükümetin ileri görüş ve organizasyon eksikliğini gösterir.
Tarımdaki kriz ihracatın durmasına yol açtı, bu ise ödemeler dengesinin bozulmasından ötürü ithalâtın âniden yavaşlamasını doğurdu. Döviz yokluğundan Merkez Bankası sayısız yabancı alacaklıların taleplerini karşılayamıyordu. Krizin hızla yayılması iç piyasayı tamamıyla rayından çıkardı. Kamu yatırımlarının durması ve böylece işsizliğin alıp başını gitmesi bundan kaynaklanıyordu.
Birkaç sene önce uygulamaya konulan liberal sistem yerini çarçabuk dengeleme sistemine bıraktı ve ithalât en gerekli maddelere indirildi. O kadar ki, iç piyasada ilâçlar gibi zorunlu maddeler bulunamaz oldu. İnsanlar senelerce kahveden mahrum kaldı ve meselâ aspirin karaborsaya düştü. Durum, Türkiye’nin son dünya savaşında yaşadığı o korkunç 1940 ilâ 1944 yılları arasındakinden bile vahim hâle geldi. Ülkenin taze ürünlerini tüketmeye alışmış olan halkın büyük hayal kırıklığı içinde, ABD'den buğday ve dondurulmuş et, tavuk ithal edilmeye başlandı.
Bu acınası hâle bir çare aramak yerine hükümetin başı olan Menderes, İstanbul veya Ankara gibi büyük şehirlerde devasa çapta imar hareketlerine girişti.
O andan itibaren de, kamu yararı ileri sürülerek ve baskı uygulamaktan bile çekinil- meyerek toplu istimlâklere başlandı.Bunlara hiçbir bedel ödenmiyor, hatta önceden haber dahi verilmiyor, verilse bile çoğu zaman sadece yirmi dört saatlik bir süre tanınıyordu.
Derken, insanlar evlerini ve dükkânlarını yıkılmış olarak buluyorlardı.
Meselâ şu aile babasından bahsedilir: Kendisi işine gitmek üzere sabahleyin evinden ayrılır, dönüşte evini bulamaz, çünkü molozları bile çoktan kaldırılmıştır.
Yıkımlardaki bu hızdan hareketle halk "Menderes Fırtınası" der olmuştu.
Halk elbette yıkım bedellerini istiyordu, fakat belediyenin kasaları boştu. Mülkleri bu şekilde ellerinden alınan insanlara İstanbul Belediyesinin borcunun beş yüz milyon Türk lirasını aştığı tahmin ediliyordu. Bu sıkıntıyı aşmak için eski borçları kapsayan kâğıtların dağıtılması yoluna gidildi. Alacaklılara ister istemez dayatılan bu değerli evrak ise beş para etmiyordu. 
Beş sene süren bu imar çalışmaları sayesinde ge İstanbul bugün gördüğümüz modern şeklini aldı. Fakat ne kadar ıstırap ve gözyaşı pahasına?
Sonuçta, CHPliler de şeytanî bir zevk alarak bu millî çöküşe katkıda bulunmaktan geri kalmadılar. 1954 seçimlerindeki bozgunlarına rağmen, pusuda bekleyen ve rakiplerinin karşısına çıkmak için fırsat (ki bu fırsatı DP beceriksizliği yüzünden, CHP’ye vermekte gecikmedi) kollayıp duran CHPliler, halkın sefalet ve sızlanmalarını hem tahrik etmeye, hem de bundan yararlanmaya başladılar.
sh:97
**
Öyleyse bu çıkmazdan kurtulmak gerekiyordu. Ama nasıl?
Millet, sonuçta, hükümet tarafından yürütülen bu siyaseti onaylıyor muydu, onaylamıyor muydu?
Bu soruya, son sözü vatandaşlara bırakan demokrasi kuralı gereği, yeni seçimlerin vereceği cevaptan daha iyi hiçbir cevap verilemezdi. 
1957 sonbaharına doğru karar alındı: Normal seçimlerin yapılacağı zamandan bir sene önce seçmenin huzuruna çıkılacaktı.
Demokratlar için bunun oldukça uygunsuz bir zaman olduğunu söylemeye hâcet yok, çünkü gösterdikleri çabalar meyvelerini daha henüz yeni yeni vermeye başlamıştı. Bu halka danışmanın neticesi ne olursa olsun, iktidardaki parti neye dayanacağını açık seçik bilmek istiyordu.
Seçim nispeten normal şartlar altında 27 Ekim’de yapıldı. Gaziantep’te olandan hariç önemli bir olay çıkmadı. O şehirde ise Demokrat taraftarlar ile CHP yanlıları arasındaki kavgalarda yaralananlar oldu. CHPliler valilik konağı başta olmak üzere kamu binalarına saldırdılar; silâhlı kuvvetlerin araya girmesiyle hadise fazla bir hasara meydan vermeden kapandı. Diğer başka her yerde seçimler sükûnet içinde geçti.
Menderes’in partisi, İnönü’nün partisinin yararına olarak önemli bir kayba uğradı. Herkesi şaşırtan bir sonuçla CHP, Demokratların 404 sandelyesine karşılık 178 sandalye kazandı; Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ise 4 milletvekili çıkardı. Demokrat iktidarının bu düşüşü, yaptığı yanlışların elbette bedeli olarak görülebilir. Gerçekten de Ankara’da, İstanbul’un büyük bir kısmında ve diğer büyük şehir merkezlerinde, yani kamu yararı sebebiyle ön ödeme yapmadan istimlâk etme politikasını en ileri noktaya vardırdığı, böylece de halk arasında en fazla hoşnutsuzluğa sebep olduğu bütün yerlerde tam bir bozguna uğradı.
Bu beklenilmedik başarı karşısında ise CHPliler derhal başlarını kaldırdılar ve gitgide daha uzlaşmaz hâle geldiler. Bundan böyle Meclis’te, her mesele, özellikle de hükümetin veya DP grubundan bir üyenin her teklifi, ne kadar güzel olursa olsun, bitmez tükenmez bir tartışma fırtınası koparacaktı. sh:104
**
Bütün bu olup bitenler yetmezmiş gibi, bir de CHP’nin gizli dolapları ordu içinde ve aynı zamanda da üniversite gençliği arasında günden güne artıyordu.
Bu amaçla muhalefet, Güney Kore ayaklanmasını ve bilhassa da 14 Temmuz 1958 Bağdat ihtilâlini alabildiğince sömürüyordu. "Bizim ordumuz ve bizim gençliğimiz de bizdeki zalimleri devirmek için gerekli cesarete elbette sahiptir" gibi sloganları ortalığa yayarak ordu ve gençlik kışkırtılıyordu. CHP çevreleri tarafından bu yönde yapılan yoğun propaganda etkisini göstermekte gecikmedi. 
Bu tür telkinlere duyarlı olan çok sayıda subay memnun olmayanlar safında yerlerini aldılar. Bu hoşnutsuzluk ilk defa meşhur "dokuz subaylar" olayında kendisini gösterdi. Gerçekten de 1958’de bir askerî komplo ortaya çıkarıldı. General Faruk Güventürk (Demokrat Parti iktidarının amansız düşmanı ve şimdiki Kayseri garnizon komutanı) ve Albay Cemal Yıldırım’ın (şimdilerde emekli) da içlerinde olduğu dokuz subay bir araya gelmişti.
Anlaşıldığına göre, Demokrat Parti hükümetini devirip iktidarı İnönü’ye vermeye azmetmişlerdi. Komplo, aralarından biri, başarısızlığa uğrayacaklarından korkan Yarbay Samet Kuşçu tarafından, ihbar edildi.
Dokuz komplocu tutuklanır tutuklanmaz, konu, kendisi zaten ihtilâlciler tarafında olan General Cemal Tural’ın başkanlık ettiği askerî mahkemeye taşındı: Menderes hükümetinin şu körlüğünü varın siz hesap edin! Uzun süren duruşmalardan sonra, delil yokluğundan bütün zanlılar beraat etti, buna karşılık komployu haber veren yarbay, mahkemenin gerekçeli kararına göre, yalan beyanda bulunmak ve meslektaşlarına iftira etmekten ötürü on yıl hapse mahkûm edildi!
Olayların daha sonraki gelişimi tabii ki, bu komplonun gerçekliğini ispatlamakta gecikmedi. Zira söz konusu subayların çoğunluğu, bilhassa da General Güventürk, Albay Yıldırım ve askerî mahkeme başkanı General Cemal Tural, 27 Mayıs hükümet darbesini hazırlayan kimselerin başında yer almadılar mı?
Üniversite gençliğine gelince, hatırlayalım ki, CHPliler bu gençliği ihmal etmemişlerdi. Taraftarları olan bazı kimselerle, yani İstanbul Hukuk Fakültesindeki profesörlerle işbirliği ederek, daha önce bahsettiğimiz "Milliyetçiler Derneği" kapatılır kapatılmaz kurmuş oldukları çok sayıdaki örgütü harekete geçirdiler. Zaten onlar çoktan hem orduyu, hem de gençliği davalarına kazandırmışlardı. 
1960 Nisan ayında bu çifte destekten güç alan CHPliler, altından kalkılmaz güçlüklerin pençesine düştüğü için bütün cephelerde bozguna uğrayan Menderes hükümetini kuşatma altına aldılar ve dört bir yandan saldırıya geçtiler.
1960 yılının o Nisan ayında ortaya çıkan olaylar, Demokrat Parti iktidarının kaderinde, 27 Mayıs hükümet darbesiyle sonuçlanana kadar, kesin bir rol oynadı. Muhalefetin sürekli kışkırtması, ayrıca sol unsurların tahrikleri, iktidarın çalışmalarını tamamıyla felce uğratıyordu. O yüzden Demokrat Parti meclis grubu bütün bu karışıklıklara son vermek için elverişli tedbirleri görüşmek üzere hemen hemen her gün toplanıyordu.
7 Nisan’daki oturumda söz alan birçok milletvekili, özellikle de Sebatı Ataman, Mazlum Kayalar ve Sait Bilgiç, iktidarı zorla ele geçirmek niyeti taşıdığını apaçık gözler önüne serdikleri CHP’nin eylemlerine ve canice manevralarına karşı tavır alıp seslerini yükselttiler. Zaten Menderes de 31 Mart 1960’ta Zonguldak'ta yaptığı bir konuşmada, biraz farklı kelimelerle ifade etse de böyle bir niyeti gözler önüne serip kınamıştı.
Muhalefetin bütün eylemlerinin zor kullanarak iktidarı devirmeyi hedeflediğini ve bir ihtilâlin ilk homurtularının çoktan net bir şekilde duyulmaya başlandığını açıkça dile getirdikten sonra, 7 Nisan’daki o grup konuşmacıları sertlikle harekete geçmenin ve gerekli tedbirleri almanın gerekliliği ve âcilliği ile sözlerini noktalamışlardı. 
Sonunda, 18 Nisan günü, çok hareketli geçen bir oturumdan sonra, grup anlaşır ve neticeleri ağır bir karar alır. Bu karar, geniş yetkilerle donatılmış bir Meclis araştırma komisyonunun kurulmasıdır. Bu maksatla "YETKİ" adı verilen kanun tasarısını hazırlamakla yükümlü bir komisyonun belirlenmesiyle işe koyulunur. İvedilikle hazırlanan bu tasarı, 27 Nisan’da görüşülür ve Meclis çoğunluğu tarafından kabul edilip kanunlaşır.
Önce grup kararı, ardından da kanun tasarısının Meclis'e sunulması CHP çevrelerinde tam bir protesto fırtınası kopardı. Bu arada, İstanbul Hukuk Fakültesi’nden bazı profesörlerin az çok belli desteğiyle üniversite öğrencilerinin bir kısmı ayaklandı. Sh:112-115
**
Başbakan benden tavsiye istemişti. Fikrimi söylemenin ve somut bir teklifte bulunmanın zamanı gelmişti:
Bu kritik saatlerde vakit dardır. Hemen harekete geçmek, tedbirleri almakta acele etmek gerekir. Bir kere daha söyleyeyim, bana göre, şayet bir felâkete meydan verilmemek isteniyorsa, doğruca zora başvurmaktan kaçınılmalıdır. Bir iktidarın ayakta kalmak ve güçlükleri altetmek için sahip olduğu bütün çareler arasında, baskı yöntemi son çare olarak düşünülmelidir. İş o noktaya varmazdan önce, işte benim teklif ettiğim çözüm:
En başta, Menderes kabinesi derhal istifa etmeli. Ardından, mümkün olduğu ölçüde muhalefete de birkaç bakanlık vererek, Meclis’in ılımlı milletvekilleriyle yeni bir bakanlar kurulu oluşturulmalı. Böylece de bir çeşit koalisyon veya daha doğrusu bir millî birlik kabinesi kurulmalı. Bu yeni hükümet, öncekinin siyasetinden sorumlu olmayacağı için, kararlarını tam bir serbestlik içinde alacak ve Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilen kanunların, bilhassa da yetki kanununun değiştirilmesini Parlâmento’ye teklif edebilecektir. Bu durumda muhalefet artık suçlayacak bir şey bulamayacak ve siyasî tansiyon düşecektir.
Cumhurbaşkanı Bayar bu teklife şiddetle karşı çıktı:
Böyle bir hareket zaaf işareti olur ve rakiplerimizi daha da cesaretlendirmekten başka bir netice de doğurmaz. Bu sıkıntılı günlerde kabine değişikliğinden daha anlamsız bir şey olamaz. Tam aksine direnmeli, kararlı olmalı ve oldukça sert tedbirlere başvurulmalı.
“Söz konusu olan bensem, dedi Menderes, hiçbir tereddüt etmeden derhal istifa eder ve yerimi milletvekili arkadaşlarımdan birine bırakırım.” Fakat, dedi konuşmasına kısa bir ara verdikten sonra, “Sayın Hocam, bir kabine değişikliğinin bütün bu çalkantıya son vereceğinden emin misiniz?”
“Durmak şöyle dursun, gittikçe daha beter bir hâl almasından korkarım.”
Başbakan, çok açık bir şekilde, benim tekliflerimi Cumhurbaşkanı’ndan daha anlayışla ve daha soğukkanlılıkla karşılamıştı. Cevap verdim:
Böylesi durumlarda bir kabine değişikliği, demokratik ülkelerde müracaat edilen ilk tedbirlerden biridir. Bu, bilgelikle gerçekleştirilen bir çözümdür. Bunu bir yana bırakıp, her ne pahasına olursa olsun hemen zora başvurmak, tekrar ediyorum, bana gereksiz ve oldukça riskli görünüyor.
Bize tarihimizde basit birkaç sokak gösterisinin baskısıyla yerini başkasına bırakmış bir hükümet örneği verebilir misiniz?
Ben demokratik bir gelenekten söz ettiğim için, önce müsaade buyurun da ben size sorayım: Siz bana on yıldan beri ülkemizde girişilmiş demokratik uygulamaya benzer bir uygulama örneğini tarihimizde gösterebilir misiniz?...
Bizim memleket idaresinde böyle bir gelenek hiç olmadı, o yüzden Sayın Başbakan bunun ilk örneğini vermek şerefi bundan böyle size düşüyor.
Celâl Bayar araya girdi:
Sayın profesör, içinde bulunduğumuz benzer şartlardan dolayı bizimkinden başka bir ülkede yapılmış bir hükümet değişikliği misali verirseniz memnun olurum.
Fransa’da ortaya çıkmış benzer bir olayı hatırlıyorum. Geçen perşembe İstanbul Üniversitesi'ndeki gösterileri gördüğüm gibi o hâdiseleri de yaşadım. 1925 yılı Mayıs ayı idi, o sıra Paris Üniversitesinde eğitim görüyordum. Bir Uluslararası Kamu Hukuku kürsüsü boşalmıştı. Profesörler Kurulu toplandı ve âdet olduğu üzere iki aday -Sayın Le Fur ile Sayın Georges Sel- belirlendi. O zamana kadar uygulanan yönteme göre Profesörler Kurulu, Millî Eğitim Bakanlığı’na gönderdiği takdim mektubunda, belirlenen adayları sıralama tercihinde bulunurdu -böylece de kendi tercihinin asaleten tayin edilmesini istemiş olurdu-, dolayısıyla ilk sıradakinin atanması gerekirdi. Bu durumda Bay Le Fur’ün başta yer alıyordu. Alışılagelenin aksine, o zamanki radikal hükümete karşı gösterdiği apaçık sempatiden ötürü, bakan tarafından atanan Sayın Sel oldu.
Bu kurallara uymazlık, üniversite öğrencileri tarafından öğrenilir öğrenilmez, ilkin sert bir protesto ile karşılandı, ardından da Paris Talebe Derneği’nin kışkırtmasıyla protesto genel bir başkaldırmaya dönüştü ve çok geçmeden de gerçek bir isyan havasına büründü. Sayın Sel’in ders vermesi engellendi, Hukuk Fakültesine maddî zarar verildi, sokaklarda ve meydanlarda "Herriot'ya yuh! Herriot istifa!" sloganları atılmaya başlandı. Çıkan bu olaylar yüzünden üniversiteyi on beş gün kapatmak zorunda kalındı ve sonunda Herriot kabinesi de mecburen istifa etti. Yeni kurulan hükümet kürsüyü Sayın Le Fur’e verdi ve düzen sağlandı.
Bizde şu an görülmekte olan olaylar, anlattığım o hâdiselerle benzerlik taşımıyor mu?
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da tartışmaya katıldı:
Orası Fransa, burası Türkiye. Her ülkenin kendi yapısı vardır. Başbakanla Eskişehir’e gideli daha iki hafta olmadı. Hiç abartmadan söyleyeyim, iki yüz bin kişi Menderes’i coşkuyla alkışlayıp bağrına bastı. Böyle bir olayın hiçbir anlamı yok mu? Sanırım Sayın Profesör İstanbul Üniversitesi’ndeki gösteriler karşısında duyduğu heyecanın etkisinden kurtulamamış.
Elbette halkın devlet adamlarına gösterdiği sevginin anlamı küçümsenemez. En azından demokratik bir ülkede bu yakın ilgi, iktidarın takip ettiği siyaseti ayrıca beğendiğini de gösterir. Şüphesiz ki, bu iyidir ve oldukça teşvik edicidir. Fakat öte yandan buna fazlaca bel bağlamamak ve yapılan o alkış ve gösterilen o tezahüratın sağlamlığına da haddinden fazla güvenmemek lâzımdır. Halkın duyguları çoğu zaman ters yönden esen rüzgâra göre istikamet değiştirir. Tarihte bir gün önce taptıkları insanların suratına ertesi gün tüküren yığınlar görülmedi mi?
Burada Menderes biraz sinirli bir tavırla araya girdi:
Şahsen benim kimseden korkum yok. Hemen yarın Kızılay Meydanı’na korumasız gidecek, bir konuşma yapacak ve kalabalık bir kitleye durumu izah edeceğim ve başım dik olarak bana hakaret etmelerini bekleyeceğim.
Sayın Başbakan, böyle bir maceraya kalkışmaktan sakınınız. Sizin gibi önemli bir kişi için kalabalığın arasına rastgele dalmak tehlikeli olur, çünkü orada sizi sevenler olduğu kadar size diş bileyenler de olabilir. Diş bileyenlerin her zaman bir rezalet çıkarma riski vardır. İstirham ederim bu fikirden vazgeçin. [Bu görüşmeden aşağı yukarı on beş gün sonra Menderes kafasındakini yaptı, o meydana gitti, kalabalığın içine girdi ve yuhalandı.]
Efendiler, dedi Cumhurbaşkanı, ben fikrimi söyledim ve bunda kararlıyım. Yararlı görüyorsanız, sizler bu görüşmeyi sürdürün. Lütfen beni bağışlayın. Yarın NATO Konseyi’nin açılışında bulunacağım için trenle İstanbul'a gitmeliyim.
Saat on bir buçuk olmuştu. Kalkıldı. Bitişik salonda bekleyen Benderlioğlu beni otelime götürdü.
Yolda kendisine tartışmayı ve hükümetin istifa etmesi gerektiği telkinimi kısaca anlattım. 
Tam da, dedi, benim düşündüğüm gibi konuşmuşsunuz. Ben de başka bir çıkar yol göremiyorum. Birazdan Bakanlar Kurulu toplantısına katılacağım. Oturum gecenin on ikisinde başlayacak. Orada sizin tavsiye ettiğiniz kabul edilse bari. Yarın görüşürüz.
Pazar sabahı, saat 10'da Benderlioğlu'nun evindeydim. Kendisi çok yorgundu. Bakanlar Kurulu toplantısı galiba saat 3.30'a kadar sürmüş ve karar, ne yazık ki, hükümet değişikliğine gitmeme şeklinde alınmıştı.
Bana ise haksız çıkmayı temenni etmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.
30 Nisan akşamında İstanbul'a döndüm.
Her geçen gün durum daha kaygı verici bir hâl alıyordu. Sıkıyönetim ilân edilmiş olmasına rağmen, eski başşehir İstanbul'da da, yeni başkent Ankara'da da talebe çevreleri fokur fokur kaynıyordu. Her Allah'ın günü Ankara'da, Kızılay Meydanı'nda az ya da çok önemli gösteriler oluyordu. İstanbul'da ise gençler ayaklanma günü öldürülen arkadaşlarının nâşını istiyorlardı. Yüzlercesi tutuklanıyor, şehrin biraz dışındaki, eski tarihî kışla olan Davutpaşa'ya götürülüyordu.
Bir gün, Hukuk Fakültesinden birkaç meslektaşımla orada tutuklu bulunan öğrencileri ziyarete gittim. Aralarında benim eski asistanım, hâlen Türkiye İşçi Partisi lideri Mehmed Ali Aybar gibi solun bildik simalarını, tanınmış bir ressam olan Râtip Tahir'i ve daha başkalarını görünce çok şaşırdım.
Demek ki, CHPliler bu ayaklanmayı başlatmak ve devam ettirmek için solla ittifak yapmışlardı. Hükümete gelince, olayların patlak vermesinden itibaren artık ne yapacağını bilemez hâle geldiğinden, hemen hemen hareketsiz, cansız duruyordu. Demokrat Parti Meclis Grubu ise yerli yersiz toplanıyor ve alınması gereken tedbirleri boş yere tartışıyordu. Menderes’e bakarsanız, moralini hiç bozmuyordu. Ani bir kararla İzmir'e gidiyor, yüz binleri aşan kalabalığa kendisini alkışlatıyordu. Oradan Turgutlu’ya geçiyor, çok sert bir konuşma yapıyor, bazı profesör ve avukatların tutumunu ağır bir dille eleştiriyordu. Çünkü o sıra profesörlerle avukatlar -her zaman olduğu gibi CHPlilerin kışkırtmasıyla- siyah cübbelerini giyerek İstanbul sokaklarında sessiz bir yürüyüş yapmışlardı.
Ben ise, gelmekte olduğunu gördüğüm felâketi durdurabilmek için yapılması gerekenleri yapmaya gücüm yetmediğinden, bütün bu olayları endişeyle takip ediyordum.
Hükümetin iktidara inatla yapışıp kalması bana anlamsız geliyordu. Ve benim bu sezgim, Kızılay Meydanı’ndaki ardı arkası kesilmez gösterilerle, iktidarı resmen hırpalayan ve dolayısıyla hükümetin hedeflerine erişmesine artık hiçbir şans tanımadığını açıkça gösteren kalabalığın tutumuyla da -şayet ispatı aranıyorsa- ispatlanıyordu.
Acaba hükümet, 29 Nisan gecesi Çankaya’daki beşli görüşme sırasında Bakanlar Kurulu’nun muhtemel bir istifasını çok kesin ve net olarak reddetmiş olan Celâl Bayar’ın etkisi altında mı kalıyordu? Fakat Başbakan’ın anlamış olması gerekirdi ki, şayet Cumhurbaşkanı böyle bir ısrarda bulunduysa, bunun, on dört seneden fazla süren bir dostluğa sadakatten, Menderes gibi hâlâ dirayetli ve kabiliyetli bir yol arkadaşını son anda terketmek düşüncesinin doğurduğu samimi bir üzüntüden ileri geldiğini, -en azından ben bu kanaatteyim- anlaması gerekirdi. Öte yandan, çok güçlü bir karakter yapısına sahip olduğu için, bugün kendisinin ve ekibinin karşısına çıkan engelleri, uzun devlet adamlığı boyunca nice zorlukları altetmiş olduğu şekilde belki de yine aşabileceği umudundaydı. O dönemde Menderes'in halk tarafından çok sevilip tutulması meselesine gelince, daha önce belirttiğimiz destansı başarılarına rağmen, insaf ve iz’an yoksunu bir basının hep tesiri altında kalan kamuoyunun büyük bir kısmı, eskiden topluca derin bir kalbî bağlılık duydukları bu adamdan uzaklaşır gibi görünüyordu.
Doğrusu, bir an, yeni bir görüşme yapıp Başbakan’ı son bir kere daha ikna etmeyi denemek için az kaldı Ankara'ya gidiyordum. Ama neye yarardı? İlk denememdeki başarısızlık, ikinci bir girişimin de kesinkes aynı şekilde sonuçlanabileceğini gözler önüne serecek kadar açık ve net değil miydi?
Derken, Kurtuluş Savaşı’nın en ünlü komutanlarından biri olan Emekli General Ali Fuat Cebesoy aklıma geldi. Eski Meclis Başkanı ve o sırada Parlâmento’da bağımsız milletvekili olan Cebesoy, nâmı ve tecrübesiyle, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a herkesten daha fazla etki edebilecek konumdaki bir şahsiyetti.
Kendisiyle Münip Hayri Ürgüplü’nün evinde buluştuk. Paşa’ya Ankara seyahatimle ilgili bilgi verdim.
Bence de, dedi, Menderes’in istifa etmesinden başka bir çıkar yol görünmüyor.
Çok güzel! Mademki krizin tek çözüm yolunun bu olduğu konusunda aynı fikirdeyiz, o hâlde Paşam meseleye el atmalı ve derhâl Ankara’ya gitmelisiniz.
Karar verildi. Ne yazık! Artık çok geçti. Çünkü 22 Mayıs günü Harp Okulu öğrencileri Ankara sokaklarında sessiz yürüyüşlerini yapmışlardı. Hiç şühpesiz bu gösteri okul komutanları tarafından gizlice hazırlanmıştı. O yüzden de bu yürüyüş -en azından Türk tarihini bilenler için-, bundan sonra olacak olayların kesin bir işareti olarak gözüküyordu. Bundan böyle hiçbir şeyin Demokrat Parti hükümetini yıkılmaktan alıkoyamayacağı anlaşılıyordu.
Sh:133-150
**
"Benim arkamda millet var..."
Adnan Menderes
Buraya kadar sergilediğimiz olayların bütününden çıkan sonuç şudur ki: Demokrat Parti iktidarının düşme sebeplerinin arasında, en başta yöneticilerin bazı yanlışlarının ve bazı aşırılıkların konulması gerekir. Bu hataların çoğunu şimdi bizer biliyoruz, fakat asıl önemli olan, temel yanlış neydi, onu bilmek.
Bizce bu temel yanlışın kaynağı, gevşeklikle karışık bir ihtiyatsızlıktır. Çünkü iktidardakiler, sanki İngiltere veya İsviçre gibi eski bir demokrasi ülkesinde hükümet ediyorlarmış gibi, kendi güvenliklerini ihmal ettiler.
Bu yüzden, onlar sadece, şartlan bakımından, iğrençliğine tarihte az rastlanan kara bir yazgıya mahkûm olmakla kalmadılar, ülkeyi de öyle bir karışıklık içinde bıraktılar ki, Türk milletinin bundan kurtulabilmesi için muhtemelen onlarca sene gerekecektir.
Türk tarihi, onlara bu ülkede ihtirasların oynadığı rolü öğretmiş olmalıydı. Jön Türkler zamanında siyasi partileri parçalayıp bölen ve sonunda Osmanlı Cihan Devleti’ni yıkılışa sürükleyen o içler acısı çatışmalar ortadaydı.
Türkiye'de halkın egemenliği dönemini açtıklarına inanan Demokratlar, hasımlarının şeytanca ihtirasları olduğunu bilemediler. Bu dikkatsizlik onlara pahalıya mal oldu.
1950 seçimleri ertesinde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Celâl Bayar, selefi İnönü’nün en ufak yer değiştirmesinde bile kendisine eşlik eden o ünlü motorize polis korumasını istememişti. Milletin iradesi ve gücüyle bu makama geldiğini düşünerek -işin teorik yanına bakarsanız, elbette haklıydı- ve bundan dolayı da her türlü tehlikeden uzak olduğuna inanarak, her hangi bir vatandaş gibi gidip geliyordu. Aynı şekilde, İnönü’nün büyük bir gösterişle yolculuklarını yaptığı o beyaz ve zırhlı treni kullanmayı da reddetmişti. 
Peki, kendisini korumak için hiçbir tedbir almadan sade bir vatandaş gibi o da kalabalıkların içine karışan şu temiz kalbli Menderes’e ne demeli?
Ya, Millî Savunma Bakanlığı’nın kendi binalarında hazırlanmakta olan komployu tahmin edememek bir ihmal, daha da kötüsü burnunun ucunu görememek değil midir?
Hâlbuki adam akıllı örgütlenmiş bir gizli polis gücü vardı ellerinde. Böylesi bir gevşeklik kesinlikle affedilmez gözüküyor. Tehlikenin geldiğini, yarının kurbanları olacak kişiler dışında, herkes görüyordu.
Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüş yaptığı günün akşamı Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun (hâlen Kayseri hapishanesinde mevkuf) yanında bir grup subayla beraber okul komutanı General Sıtkı Ulay ile görüşmeye gider ve ona:
Bu disiplinsizlik kabul edilemez. Suçluları cezalandırmalısınız.
Hayır Generalim, öğrencilerimi cezalandırmaktansa istifa etmeyi tercih ederim.
Bu ret karşısında geri adım atan Erdelhun, öğrencileri paylamak ve nasihat etmekle yetindi. Has askerler bunu zaaf olarak değerlendireceklerdir.
Aslına bakarsanız, seçim döneminin sonunda, kalleşçe bir propagandanın da etkisiyle Menderes hükümeti, gücünden ve kendine olan güveninden çok şey kaybetmişti. Her adımda düşeceğinden korkan ihtiyarlara dönmüştü.
Muktedir olamadığını, acze düştüğünü kabul etmeyi reddettiği için de, kendisine kalan son çareye başvurmak istemedi:
Çekilmek.
Hayal ve kuruntularında ısrar edip durdu.
Nitekim, felaketten az önce, Menderes’e en gözde bakanlarından biri olan Samet Ağaoğlu sohbet sırasında şöyle der: 
Muhterem Başbakanım, sıkıyönetimi devam ettirmek için hep sadece ve sadece orduya dayandınız, halbuki güvenlik güçlerine ağırlık verebilirdiniz.
Menderes cevap vermediği için Ağaoğlu devam eder:
Bu tutumu hiç mi hiç doğru bulmadığımı söylememe müsaade buyurun. Çünkü olaylara ikide bir müdahale etmeye alışan ordu, bir gün bize karşı ayaklanacak olursa, onlara karşı koymak için elimizde hiçbir örgütlü gücümüz olmayacak.
Doğru söylüyorsunuz, dedi Menderes, benim ne Mussolini gibi faşist silahlı gruplarım, ne de Hitler gibi SS’lerim var, fakat benim arkamda bütün bir millet var.
Ah Menderes, ah! Bu ne saflık! Ha halka güvenmişsin, ha karınca sürüsüne.
Sh:165-168
**
Sonunda, 1961 Eylül’ünün kasvetli ve yağmurlu bir gününde Menderes, iki arkadaşı Fatin Rüştü Zorlu ve Haşan Polatkan’ın ardından idam edilmek üzere, Marmara’nın diğer bir adacığına, İmralı’ya götürülecektir.
Aydın'ın zengin ve asil bir çiftlik sahibinin bu biricik oğlunun kaderi işte bu oldu. Yumuşak huylu, son derece terbiyeli, en iyi niyetlerle bezeli bu adamın, parlak siyasi hayatının bir gün adi bir haydut gibi idam sehpasında noktalanacağı kimin aklından veya hayalinden geçebilirdi ki! Kadere inananlar buna "alın yazısı" diyeceklerdir.
Sh:164
**
  1. "Kendi ayrıcalıklarının sınırları içinde kalarak, hataya düşmeden ve aşırılığa kaçmadan iktidarını yürütebilen, ılımlı bir hükümetin yönettiği;
  2. Yönetmenin ağır sorumluluğunu yüklenmiş olanlara yardımcı, yapıcı ve iyi niyetli bir muhalefetin bu idarecilere tavsiyeleriyle yardım ettiği, tenkitleriyle de aydınlattığı;
  3. Seçkin aydınlarının taşıdıkları yüksek ahlâk ile halk kitlesine kılavuzluk ettiği;
  4. Her şeyden haberdar, fakat dürüst bir basının, maddi çıkarlar karşısında özgürlüğünü koruduğu; Ülkeye ne mutlu!"
Sağlıklı bir demokrasinin temelleri işte bunlardır ve bunlar Türkiye’de yoktu, hâlâ da yok. sh: 165

Kaynak:
Ord. Prof. Ali Fuad BAŞGİL: 27 MAYIS İHTİLALİ ve SEBEPLERİ- Görüp Yaşadıklarım- Çağdaş Türkiye’nin İç Siyaset Tarihi Araştırmalarına Katkı : Eserin Özgün Adı: La Râvolution militaire de 1960 en Turquie (Ses origines) Contribution a letude de Vhistoire politique intârieure de la Turquie contemporaine , trc: Cemal AYDIN, Yağmur Yayınevi, 5 Basım: Nisan 2011, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar