ADNAN MENDERES’İ, KİM YIKTI?
"Politika
yolunda ilerledikçe anladım ki iktidar ateşten bir gömlekmiş. "
Adnan Menderes
Adnan Menderes
“27 MAYIS İHTİLALİ ve SEPEBLERİ
- Görüp Yaşadıklarım- Çağdaş Türkiye’nin İç Siyaset Tarihi Araştırmalarına Katkı”
İsimli Eserden Alıntılar
- Görüp Yaşadıklarım- Çağdaş Türkiye’nin İç Siyaset Tarihi Araştırmalarına Katkı”
İsimli Eserden Alıntılar
Çoğu zaman hükümetler
gerçekleştirdiklerinden ve iyiliklerinden çok, yaptıkları hatalara bakılarak
yargılanır. Demokrat hükümeti, memleket hizmetindeki gayretlerinin yanında,
ne yazık ki, sonunda kendisinin düşüşüne yol açan vahim hatalar da işledi.
Şimdilik pek fazla ayrıntıya girmeksizin,
muhalefet karşısında aşırıya kaçan hassaslık, bazen de müsamahasızlık göstermiş
olduğunu gözlemlemekle yetinelim.
Özel hayatında son derece yumuşak ve sevimli
olan başbakan, yürüttüğü politikaya yapılan, isterse iyi niyetle olsun, en ufak
tenkit karşısında kibirli ve kırıcı olup çıkıyordu. Diktatörlüğe
eğilimli tutumundan ötürü, kendi bakanları da dâhil, herkesten sadece alkışlar
ve övgüler bekliyordu.
Aslında bu tavrıyla o bir geleneği, kendi
aleyhine de olsa, devam ettirmekten başka bir şey yapmıyordu. Maalesef
Türkiye'de ve genellikle doğu ülkelerinde kendilerini tenkit edenlere karşı
tavizsiz, ekseriya da sert görünmek devlet adamlarının pek çoğu için, neredeyse
bir kuraldır.
Aslına bakarsanız, Menderes hükümetinin
hatalarının pek çoğu, muhalefet karşısındaki hoşgörüsüzlüğüyle, görüş
ayrılıklarından aşırı derecede korkmasıyla izah edilebilir. İşte
birkaç misâl:
1954 yılında muhalefet partilerinden birinin (Millet
Partisi’nin) yasaklanması, ardından liderine karşı oynanan oyunlar, sonunda da
hemen hemen keyfî bir şekilde hapse atılması.
Daha az vahim olmayan bir başka hata: Muhalefetin gazetelerine
yapılan baskı, özellikle de bazı tanınmış yazarların tutuklanması.
1954
seçimlerinde muhalefet safında yer aldılar ve hükümetin isteğine karşı çıkarak
Demokratların rakibi Osman Bölükbaşı’yı seçtiler diye Kırşehir ilinin ilçe
hâline getirilmesi hatası.
Yine, Türkiye'nin Yunanistan’la Kıbrıs
adası konusundaki tartışmaları sırasında işlenmiş olan son derece ciddî bir
yanlış: Hükümetin ileriyi görememesi ve ihmali 1955 Eylül’ünde
İstanbul’da müthiş bir gösterinin yapılmasına imkân verdi. Selânik’te
Atatürk’ün doğduğu evde patlamış olan bombayı bahane eden eski başşehir
İstanbul’un kenar mahalle halkı, ekserisi Rum kökenli olan Türk vatandaşların
oturduğu semtlere hücum edip mağazaların vitrinlerini kırdı, içlerindeki eşyayı
yağmaladı veya sokağa atıp ayakların altında çiğnedi. Güvenlik güçleri ise
yapılanlara müdahale etmeksizin seyretmekle yetindiler. Neticede hükümet bu
tedbirsizliğini bir tazminat kanunu çıkararak telâfi yoluna gitti. Maddî zarara
uğramış kimselere otuz milyon İsviçre Frangı’na kadar varan bir meblâğ ödendi.
Ve 1955’te yapılan bir diğer hata ile bu seriyi
tamamlayalım: Bir propaganda gezisi sırasında, muhalefet partisinin liderine
karşı, kasıtlı veya kasıtsız, çıkarılan güçlükler ve ayak takımı tarafından
kendisine yapılan hakaretler. Sh:23-24
**
Hatta bir keresinde, Meclis'i çok dehşetli
bir şekilde sarsan bu tartışmalardan birinde CHP lideri İsmet İnönü kürsüden
Demokrat Parti milletvekillerine ve hükümet üyelerine şu esef verici, aynı
zamanda da tarihî sözleri söyler.
“Arkadaşlar, şartlar tamam
olduğu zaman milletler için ihtilâller meşru bir haktır, bu yolda devam
ederseniz sizi ben bile kurtaramam.”
Haber bütün yurda yıldırım hızıyla yayıldı.
Herkes şaşkına döndü. Gerçi, insanlar bir aydır huzursuzluk içinde yaşıyor ve "ihtilâl" kelimesi ağızdan ağıza
dolaşıyordu. Bununla beraber hiç kimse Demokrat iktidarının bir tek gecede,
dahası birkaç saat içinde, çürük bir bina gibi yıkılıp gideceğini düşüne-
miyordu.
Öte yandan ise, Demokrat kabinesinin
Başbakanı ve iktidar partisinin lideri Adnan Menderes, orada burada verdiği
nutuklarda kendisi de ihtiyatsızca şöyle diyordu:
"Gûya onlar
(muhalefettekiler) bir ihtilâl yapmaya hazırlanıyorlarmış. Gülerim ben buna.
Bilsinler ki ihtilâli yapabilenler sadece muhalefettekiler değildir.
İktidardaki parti de yapabilir, hem de en âlâsını!"
Sh:19
**
**
"Dörtler"in, özellikle de
Bayar'ın rakiplerinin başında, yeni partinin il başkanı, İstanbul'un ünlü
avukatı, karakter ve büyük medenî cesaret sahibi Avukat Kenan Öner bulunuyordu. Kendisi
Meclis’e girememiş olmasına rağmen, Demokrat milletvekilleri ve bilhassa aydın
çevrelerde büyük bir nüfuz ve itibara sahipti.
General
Sadık Aldoğan, Osman Bölükbaşı ve Fuat Ama gibi belli sayıdaki
milletvekilleriyle birlikte Demokratların saflarından ayrılıp "Millet
Partisi" adında
üçüncü bir parti kurdu (20 Temmuz 1948).
Tavrının ve programının orijinalliğiyle bu
yeni siyasî oluşum büyük ilgi çekiyordu. Prensipler konusunda,
Demokrat Parti CHP'den pek bir farklılık arzetmiyordu. Devletçilik ve lâiklik
konusunda ufak tefek değişikliklerle CHP’nin altı temel ilkesini olduğu gibi
almıştı. Buna karşılık, tuttuğu yeni yolla Millet partisi CHP’den olduğu kadar
DP’den de ayrılıyordu. Gerçekten de bu partinin programı açıkça iktisat
sahasında liberal, millî gelenekler konusunda ise muhafazakâr bir demokrasiyi
savunuyordu. Zaten Millet Partisi'nin kurucuları Demokratların sıralarını terk
etmezden önce de aşırı demokrat muhafazakârlar olarak ünlenmişlerdi.
Daha sonra çeşitli darbelere, birçok
değişikliklere uğrayacak olan yeni parti, devlette özel girişime daha büyük yer
verilmesini isteyen herkesi bayrağı altında toplayıverdi, bu yeni oluşumun
yayılmasını dizginlemek için, rakipleri olan CHP'liler ile DP'liler haksız yere MPlileri
"gerici yobazlar" diye karaladılar. Sh:58-59
**
Daha sonra da o dönemde hayli gürültü
koparan bir siyasî skandal patlak verdi.
O sırada bu "61’ler”, olumsuz
tavırlarına rağmen, henüz Demokrat Parti'nin Meclis grubundan ayrılmamışlardı.
Bunlar belli bir bakanlığın koltuğunda oturan üç bakan ile bir devlet bakanı
aleyhinde en ağır suçlamalarda bulundular. Bunlar,
(Yassıada Mahkemesinde idama mahkûm edilip İmralı'da asılan) Maliye Bakanı
Haşan Polatkan, (Kayseri hapishanesinden yeni çıkan) Ticaret Bakanı
Sıtkı Yırcalı, (ölüme mahkûm edilip İmralı'da idam edilen) Dışişleri
Bakanlığına vekâlet eden Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve eski devlet
bakanı ve milletvekili Mükerrem Sarol idi.
Demokrat Parti Meclis grubundaki sert
tartışmaların ardından, bu iç muhalifler, sonunda adı geçen dört kişi hakkında
bir araştırma yapılması kararını aldırmayı başardılar. Bu maksatla da kabine
değişikliğine başlandı.
Suçlama,
çok büyük ölçüde yolsuzlukları, özellikle de söz konusu üç bakanın yer aldığı
"Döviz Tahsis Komisyonu"nda nüfuzun kötüye kullanılmasını hedef
alıyordu.
Gerçekte bu komisyonun vazifesi, kamu
kesimi ile özel kesimden gelen döviz isteklerini incelemek ve belgeleri
gördükten sonra gerekli izinleri vermekti. O yüzden de bu araştırma, muhtemel
döviz kaçırma veya yetkililerin görevleri sırasında yaptıkları tahsislere karşılık "bahşiş"
alıp almadıklarıyla ilgiliydi.
Milletvekili sıfatıyla, gayrimeşru
yollardan zengin olduğu şeklindeki aynı suçlama Mükerrem Sarol'a da
yapılıyordu.
Araştırma komisyonu, iki kanadının da neredeyse aynı oranda temsil
edildiği, sadece Demokrat Parti milletvekillerinden oluşuyordu. Araştırma
olumsuz olarak sonuçlandı ve komisyon raporunun bütün milletvekillerinin hazır
bulunduğu Meclis'te okunmasının ardından da adı geçen dört şahıs aklandı.
Araştırma, suçlanan
kişilerin kendi partili arkadaşları tarafından yapıldığı için, aslında bu karar
kimseyi tatmin etmedi.
Kamuoyunda bu mesele tam bir neticeye bağlanmadan kaldı. Ortadan kalkmayan
şüpheye rağmen, Menderes kabinesini
bir kere daha değiştirdi
ve Fatin Rüştü Zorlu'yu tekrar Dışişleri Bakanlığına, Haşan Polatkan’ı da
Maliye Bakanlığına getirdi. Elbette bu gözü pek ve yüce gönüllü bir davranıştı,
fakat siyaseten yanlıştı, zira bu iki adama halkın güveni sarsılmıştı.
Bakanlara Yapılan O Suçlamaların Dayandığı Delillerle İlgili Tartışma
Şimdi de, bakanlar ve milletvekilleri
aleyhinde suç delili toplama hakkı konusundaki meşhur tartışmaya geçelim. Bu
kavgadan "Hürriyet" adında yeni bir parti
ortaya çıkacaktır.
Gerçekten de Türk ceza kanununa göre, bir
kişiyi meselâ bir gazetede vurguncu, hırsız, vs. olarak teşhir etmek isteyen
kimsenin, konuyla ilgili bilgi ve belgeleri yayınlama hakkı yoktur; buna
karşılık, söz konusu kanunun 481. maddesine göre, bu niyetinden savcıyı
haberdar etmek zorundadır. Bu yasak, kamuoyunda elbette skandal çıkarmayı
önlemeye yönelikti. Şayet bu şekilde suçlanan şahıs bir devlet memuru veya
hizmetlisi ise, o zaman o kanunun 482. maddesi suçlayan kimseye suç isnadının
delillerini açıklama izni verir.
Bakanlar ve
milletvekillerine gelince, onlar öteden beri memur sınıfının dışında tutula
gelmişlerdir.
Özellikle de Temyiz Mahkemesinin 1949’da bu yönde vermiş olduğu bir karardan
sonra, onlar hukuken normal vatandaşlarla bir tutuldular ve dolayısıyla 481.
maddenin kapsamına girdiler.
O yüzden de, gerekli delillerin yetkili
mahkemeye sunulacağı ifade edilerek, bakanlar ve milletvekillerine karşı
karalayın bir yayın kabul edilmiyordu. Bu yeni parti aslında hiçbir varlık
gösteremedi; belli bir süre faaliyette bulunduktan sonra, kendisini kapatma kararı aldı ve "19"ların çoğu
CHP saflarına katıldı.
Bu tartışmada kim haklıydı?
O dönemde Menderes'in ve
taraftarlarının bakış açısını pek kavrayamayan kamuouyunun büyük kesimi"
19"ları haklı bulmuştu.
Gerçekten de ilk bakışta, "Suçluyorum ve delillerimi mahkemeye sunacağım" gibi bir açıklamadan
daha mantıklı ne olabilirdi? Suçlayan bir kimseye suçu ispat edecek belgeleri
sunmasına imkân vermekten daha doğru ve davasını daha mahkemeye taşımazdan önce
kendisini cezalandırmaya kalkışmaktan daha yanlış da bir şey olamazdı. En azından,
o zamanın kamuoyundaki duygu ve düşünce böyleydi.
Sh:86-91
**
Hükümet ilk hatalarından
birini Malatya’da meydana gelen bir hadise dolayısıyla işledi.
İstanbul, Ankara ve diğer büyük şehirlerde,
özellikle üniversite öğrencilerinin en iyi kesimini bir araya getiren ve bir
taraftan gençler arasında komünist propagandası yapılmasına bir set oluşturma,
diğer taraftan da memleketin örf ve âdetlerini koruma gayesi güden "Milliyetçiler
Derneği" adıyla
dernekler kurulmuştu. Çağdaş Türk milliyetçiliğinin anlamı ve hedefi kısaca
şöyle belirlenmişti: Her türlü komünist ideolojiyi red, vatana ve millî
değerlere gönülden bağlılık.
Türk milliyetçiliğine
karşı çıkan fikirleriyle tanınan "Vatan" gazetesinin başyazarı Ahmet
Emin Yalman, o
sırada gazetesi için bir araştırma yapmak maksadıyla Anadolu’daydı. Malatya'ya
geldikten sonra, bir akşam postahaneye gitti. Issız, dar bir sokaktan dönerken
üzerine tabancayla beş el ateş edildi, fakat kendisine bir kurşun isabet etti. O
da çok yüzeyden bir yaralamaydı, zaten birkaç günde sağlığına kavuştu.
Saldırgan, bir lise talebesi olan Hüseyin
Üzmez, hemen yakalandı ve yirmi yıl ağır hapse mahkûm edildi. Tutanaklara göre, kendisinin "Milliyetçiler
Derneği" taraftarlarından
olduğu bahane edilerek suç bütün teşkilâta mal edildi ve bu derneğin şubeleri
kapatıldı
(Ocak 1953).
Bu aşırı ve acemice
tedbir, Demokrat Parti hükümeti için ileride çok ağır sonuçlar doğuracaktır. Çünkü bunu yapmakla
üniversite çevrelerindeki sağlam bir destekten kendisini yoksun bırakıyor ve
bundan böyle oralarda sadece komünist eğilimlerin değil, fakat bilhassa CHP
propagandasının iyice güçlenmesine zemin hazırlamış oluyordu. Gerçekten de
o Milliyetçiler Derneği mensubu gençler, hem solun ve kozmopolitliğin saldırılarına,
hem de komünizm kadar Moskova tipi lâiklik anlayışı dolayısıyla nefret
ettikleri CHP’nin gizli heveslerine karşı da bir kale oluşturuyorlardı.
O andan itibaren meydanı
boş bulan CHPliler, her biri İnönü’nün partisine gençler kazandırma gayesi
güden "CHP Gençlik Kollan", "Devrim Ocakları" ve
"Mustafa Kemal Derneği" başta olmak üzere
üniversite gençliği arasında çeşitli kışkırtma odakları kurdular. Demokratlar
ise bu hareket karşısında tepkisiz kaldılar ve yaptıkları o çok büyük yanlışın
farkına ancak felâket günü, yani 28 Nisan 1960'ta İstanbul Üniversitesi
öğrencileri ayaklandığı zaman vardılar.
Millet Partisi’nin Kapatılması Bir Öncekinden Daha Ağır Bir Hata
Oluyor
Gelelim öncekinden de daha vahim olan bir
başka yanlışa, yani "Millet Partisi"nin 18 Ocak 1954’te
kapatılmasına. 1951 ’e kadar çok sınırlı öneme sahip bu parti, o tarihten
itibaren ülkenin bazı bölgelerinde, özellikle de muhafazakâr kesimlerde
gelişmeye başladı. Gelecekte bir rakip olacağım belli eden bu yaygınlaşmadan
kaygılanan Menderes hükümeti, "Millet Partisi"nin halkın dinî
duygularını sömürdüğünü ileri sürerek partinin feshine ve teşkilâtının
kapatılmasına karar verdi.
Halbuki
Demokratlara muhalif olmasına rağmen bu parti, hiç değilse Demokratlarla
CHPliler arasında tampon vazifesi görüyordu.Sh:94-95
**
1954
sonundan başlayarak birkaç sene süren kuraklık, genel bir ekonomik krizi
başlattı. Söylemeye
bile gerek yok, ilk kurban, Türkiye’deki önemi bilinen tarım oldu. Sadece kuraklık değil, üç dört sene önce ithal edilmiş
olan traktör ve makinelerin bakımsızlıktan yıpranması da tarım işlerini aksatır
hâle geldi. Bu traktörler ve bu makineler dışarıdan, bakım ve tamirleri için
gerekli yedek parçalar hiç düşünülmeden ithal edilmişti. Bu ise hükümetin ileri
görüş ve organizasyon eksikliğini gösterir.
Tarımdaki kriz ihracatın durmasına yol
açtı, bu ise ödemeler dengesinin bozulmasından ötürü ithalâtın âniden
yavaşlamasını doğurdu. Döviz yokluğundan Merkez Bankası sayısız yabancı
alacaklıların taleplerini karşılayamıyordu. Krizin hızla yayılması iç piyasayı
tamamıyla rayından çıkardı. Kamu yatırımlarının durması ve böylece işsizliğin
alıp başını gitmesi bundan kaynaklanıyordu.
Birkaç sene önce uygulamaya konulan liberal
sistem yerini çarçabuk dengeleme sistemine bıraktı ve ithalât en gerekli
maddelere indirildi. O kadar ki, iç piyasada ilâçlar gibi zorunlu maddeler
bulunamaz oldu. İnsanlar senelerce kahveden mahrum kaldı ve meselâ aspirin
karaborsaya düştü. Durum, Türkiye’nin son dünya savaşında yaşadığı o
korkunç 1940 ilâ 1944 yılları arasındakinden bile vahim hâle geldi. Ülkenin
taze ürünlerini tüketmeye alışmış olan halkın büyük hayal kırıklığı içinde,
ABD'den buğday ve dondurulmuş et, tavuk ithal edilmeye başlandı.
Bu acınası
hâle bir çare aramak yerine hükümetin başı olan Menderes, İstanbul veya Ankara
gibi büyük şehirlerde devasa çapta imar hareketlerine girişti.
O andan itibaren de, kamu yararı ileri sürülerek ve baskı uygulamaktan bile çekinil- meyerek toplu istimlâklere başlandı.Bunlara hiçbir bedel ödenmiyor, hatta önceden haber dahi verilmiyor, verilse bile çoğu zaman sadece yirmi dört saatlik bir süre tanınıyordu.
Derken, insanlar evlerini ve dükkânlarını yıkılmış olarak buluyorlardı.
Meselâ şu aile babasından bahsedilir: Kendisi işine gitmek üzere sabahleyin evinden ayrılır, dönüşte evini bulamaz, çünkü molozları bile çoktan kaldırılmıştır.
Yıkımlardaki bu hızdan hareketle halk "Menderes Fırtınası" der olmuştu.
O andan itibaren de, kamu yararı ileri sürülerek ve baskı uygulamaktan bile çekinil- meyerek toplu istimlâklere başlandı.Bunlara hiçbir bedel ödenmiyor, hatta önceden haber dahi verilmiyor, verilse bile çoğu zaman sadece yirmi dört saatlik bir süre tanınıyordu.
Derken, insanlar evlerini ve dükkânlarını yıkılmış olarak buluyorlardı.
Meselâ şu aile babasından bahsedilir: Kendisi işine gitmek üzere sabahleyin evinden ayrılır, dönüşte evini bulamaz, çünkü molozları bile çoktan kaldırılmıştır.
Yıkımlardaki bu hızdan hareketle halk "Menderes Fırtınası" der olmuştu.
Halk elbette yıkım
bedellerini istiyordu, fakat belediyenin kasaları boştu. Mülkleri bu şekilde
ellerinden alınan insanlara İstanbul Belediyesinin borcunun beş yüz milyon Türk
lirasını aştığı tahmin ediliyordu. Bu sıkıntıyı aşmak için eski borçları
kapsayan kâğıtların dağıtılması yoluna gidildi. Alacaklılara ister istemez dayatılan
bu değerli evrak ise beş para etmiyordu.
Beş sene
süren bu imar çalışmaları sayesinde ge İstanbul bugün gördüğümüz modern şeklini
aldı. Fakat ne kadar ıstırap ve gözyaşı pahasına?
Sonuçta, CHPliler de
şeytanî bir zevk alarak bu millî çöküşe katkıda bulunmaktan geri kalmadılar. 1954 seçimlerindeki
bozgunlarına rağmen, pusuda bekleyen ve rakiplerinin karşısına çıkmak için
fırsat (ki bu fırsatı DP beceriksizliği yüzünden, CHP’ye vermekte gecikmedi)
kollayıp duran CHPliler, halkın sefalet ve sızlanmalarını hem tahrik etmeye,
hem de bundan yararlanmaya başladılar.
sh:97
**
Öyleyse bu çıkmazdan kurtulmak gerekiyordu.
Ama nasıl?
Millet, sonuçta, hükümet
tarafından yürütülen bu siyaseti onaylıyor muydu, onaylamıyor muydu?
Bu soruya, son sözü
vatandaşlara bırakan demokrasi kuralı gereği, yeni seçimlerin vereceği cevaptan
daha iyi hiçbir cevap verilemezdi.
1957 sonbaharına doğru
karar alındı: Normal seçimlerin yapılacağı zamandan bir sene önce seçmenin
huzuruna çıkılacaktı.
Demokratlar için bunun oldukça uygunsuz bir
zaman olduğunu söylemeye hâcet yok, çünkü gösterdikleri çabalar meyvelerini
daha henüz yeni yeni vermeye başlamıştı. Bu halka danışmanın neticesi ne olursa
olsun, iktidardaki parti neye dayanacağını açık seçik bilmek istiyordu.
Seçim nispeten normal şartlar altında 27
Ekim’de yapıldı. Gaziantep’te olandan hariç önemli bir olay çıkmadı. O şehirde
ise Demokrat taraftarlar ile CHP yanlıları arasındaki kavgalarda yaralananlar
oldu. CHPliler valilik konağı başta olmak üzere kamu binalarına saldırdılar;
silâhlı kuvvetlerin araya girmesiyle hadise fazla bir hasara meydan vermeden
kapandı. Diğer başka her yerde seçimler sükûnet içinde geçti.
Menderes’in
partisi, İnönü’nün partisinin yararına olarak önemli bir kayba uğradı. Herkesi
şaşırtan bir sonuçla CHP, Demokratların 404 sandelyesine karşılık 178 sandalye
kazandı; Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ise 4 milletvekili çıkardı. Demokrat iktidarının bu
düşüşü, yaptığı yanlışların elbette bedeli olarak görülebilir. Gerçekten de
Ankara’da, İstanbul’un büyük bir kısmında ve diğer büyük şehir merkezlerinde,
yani kamu yararı sebebiyle ön ödeme yapmadan istimlâk etme politikasını en
ileri noktaya vardırdığı, böylece de halk arasında en fazla hoşnutsuzluğa sebep
olduğu bütün yerlerde tam bir bozguna uğradı.
Bu
beklenilmedik başarı karşısında ise CHPliler derhal başlarını kaldırdılar ve
gitgide daha uzlaşmaz hâle geldiler. Bundan böyle Meclis’te, her mesele,
özellikle de hükümetin veya DP grubundan bir üyenin her teklifi, ne kadar güzel
olursa olsun, bitmez tükenmez bir tartışma fırtınası koparacaktı. sh:104
**
Bütün bu olup bitenler yetmezmiş gibi, bir
de CHP’nin gizli dolapları ordu içinde ve aynı zamanda da üniversite gençliği
arasında günden güne artıyordu.
Bu amaçla muhalefet, Güney Kore
ayaklanmasını ve bilhassa da 14 Temmuz 1958 Bağdat ihtilâlini alabildiğince
sömürüyordu. "Bizim ordumuz ve bizim gençliğimiz de bizdeki zalimleri devirmek
için gerekli cesarete elbette sahiptir" gibi sloganları ortalığa
yayarak ordu ve gençlik kışkırtılıyordu. CHP çevreleri tarafından bu yönde
yapılan yoğun propaganda etkisini göstermekte gecikmedi.
Bu tür telkinlere duyarlı olan çok sayıda
subay memnun olmayanlar safında yerlerini aldılar. Bu hoşnutsuzluk ilk defa
meşhur "dokuz subaylar" olayında kendisini
gösterdi. Gerçekten de 1958’de bir askerî komplo ortaya çıkarıldı. General
Faruk Güventürk (Demokrat
Parti iktidarının amansız düşmanı ve şimdiki Kayseri garnizon komutanı) ve
Albay Cemal Yıldırım’ın (şimdilerde emekli) da içlerinde olduğu dokuz subay bir
araya gelmişti.
Anlaşıldığına göre, Demokrat Parti
hükümetini devirip iktidarı İnönü’ye vermeye azmetmişlerdi. Komplo, aralarından
biri, başarısızlığa uğrayacaklarından korkan Yarbay
Samet Kuşçu tarafından, ihbar
edildi.
Dokuz komplocu tutuklanır
tutuklanmaz, konu, kendisi zaten ihtilâlciler tarafında olan General Cemal
Tural’ın başkanlık ettiği askerî mahkemeye taşındı: Menderes
hükümetinin şu körlüğünü varın siz hesap edin! Uzun süren duruşmalardan sonra,
delil yokluğundan bütün zanlılar beraat etti, buna karşılık komployu haber
veren yarbay, mahkemenin gerekçeli kararına göre, yalan beyanda bulunmak ve
meslektaşlarına iftira etmekten ötürü on yıl hapse mahkûm edildi!
Olayların daha sonraki gelişimi tabii ki,
bu komplonun gerçekliğini ispatlamakta gecikmedi. Zira söz konusu subayların
çoğunluğu, bilhassa da General Güventürk, Albay Yıldırım ve askerî mahkeme
başkanı General Cemal Tural, 27 Mayıs hükümet darbesini hazırlayan kimselerin
başında yer almadılar mı?
Üniversite gençliğine
gelince, hatırlayalım ki, CHPliler bu gençliği ihmal etmemişlerdi. Taraftarları
olan bazı kimselerle, yani İstanbul Hukuk Fakültesindeki profesörlerle
işbirliği ederek, daha önce bahsettiğimiz "Milliyetçiler Derneği"
kapatılır kapatılmaz kurmuş oldukları çok sayıdaki örgütü harekete geçirdiler.
Zaten onlar çoktan hem orduyu, hem de gençliği davalarına kazandırmışlardı.
1960 Nisan ayında bu
çifte destekten güç alan CHPliler, altından kalkılmaz güçlüklerin pençesine
düştüğü için bütün cephelerde bozguna uğrayan Menderes hükümetini kuşatma
altına aldılar ve dört bir yandan saldırıya geçtiler.
1960 yılının o Nisan ayında ortaya çıkan
olaylar, Demokrat Parti iktidarının kaderinde, 27 Mayıs hükümet darbesiyle
sonuçlanana kadar, kesin bir rol oynadı. Muhalefetin sürekli kışkırtması,
ayrıca sol unsurların tahrikleri, iktidarın çalışmalarını tamamıyla felce
uğratıyordu. O yüzden Demokrat Parti meclis grubu bütün bu karışıklıklara son
vermek için elverişli tedbirleri görüşmek üzere hemen hemen her gün
toplanıyordu.
7 Nisan’daki oturumda söz alan birçok
milletvekili, özellikle de Sebatı Ataman, Mazlum Kayalar ve Sait Bilgiç, iktidarı zorla ele
geçirmek niyeti taşıdığını apaçık gözler önüne serdikleri CHP’nin eylemlerine
ve canice manevralarına karşı tavır alıp seslerini yükselttiler. Zaten Menderes
de 31 Mart 1960’ta Zonguldak'ta yaptığı bir konuşmada, biraz farklı kelimelerle
ifade etse de böyle bir niyeti gözler önüne serip kınamıştı.
Muhalefetin bütün eylemlerinin zor
kullanarak iktidarı devirmeyi hedeflediğini ve bir ihtilâlin ilk homurtularının
çoktan net bir şekilde duyulmaya başlandığını açıkça dile getirdikten sonra, 7
Nisan’daki o grup konuşmacıları sertlikle harekete geçmenin ve gerekli
tedbirleri almanın gerekliliği ve âcilliği ile sözlerini noktalamışlardı.
Sonunda, 18 Nisan günü, çok hareketli geçen
bir oturumdan sonra, grup anlaşır ve neticeleri ağır bir karar alır. Bu karar,
geniş yetkilerle donatılmış bir Meclis araştırma komisyonunun kurulmasıdır. Bu
maksatla "YETKİ" adı verilen kanun tasarısını hazırlamakla
yükümlü bir komisyonun belirlenmesiyle işe koyulunur. İvedilikle hazırlanan
bu tasarı, 27 Nisan’da görüşülür ve Meclis çoğunluğu tarafından kabul edilip
kanunlaşır.
Önce grup kararı, ardından da kanun
tasarısının Meclis'e sunulması CHP çevrelerinde tam bir protesto fırtınası
kopardı. Bu arada, İstanbul Hukuk Fakültesi’nden bazı profesörlerin az çok
belli desteğiyle üniversite öğrencilerinin bir kısmı ayaklandı. Sh:112-115
**
Başbakan benden tavsiye istemişti. Fikrimi
söylemenin ve somut bir teklifte bulunmanın zamanı gelmişti:
Bu kritik saatlerde vakit dardır. Hemen
harekete geçmek, tedbirleri almakta acele etmek gerekir. Bir kere daha
söyleyeyim, bana göre, şayet bir felâkete meydan verilmemek isteniyorsa,
doğruca zora başvurmaktan kaçınılmalıdır. Bir iktidarın ayakta kalmak ve
güçlükleri altetmek için sahip olduğu bütün çareler arasında, baskı yöntemi son
çare olarak düşünülmelidir. İş o noktaya varmazdan önce, işte benim teklif ettiğim çözüm:
En başta,
Menderes kabinesi derhal istifa etmeli. Ardından, mümkün olduğu ölçüde
muhalefete de birkaç bakanlık vererek, Meclis’in ılımlı milletvekilleriyle yeni
bir bakanlar kurulu oluşturulmalı. Böylece de bir çeşit koalisyon veya daha
doğrusu bir millî birlik kabinesi kurulmalı. Bu yeni hükümet, öncekinin
siyasetinden sorumlu olmayacağı için, kararlarını tam bir serbestlik içinde
alacak ve Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilen kanunların, bilhassa da yetki
kanununun değiştirilmesini Parlâmento’ye teklif edebilecektir. Bu durumda
muhalefet artık suçlayacak bir şey bulamayacak ve siyasî tansiyon düşecektir.
Cumhurbaşkanı Bayar bu teklife şiddetle karşı çıktı:
Böyle bir hareket zaaf işareti olur ve
rakiplerimizi daha da cesaretlendirmekten başka bir netice de doğurmaz. Bu
sıkıntılı günlerde kabine değişikliğinden daha anlamsız bir şey olamaz. Tam
aksine direnmeli, kararlı olmalı ve oldukça sert tedbirlere başvurulmalı.
“Söz
konusu olan bensem, dedi Menderes, hiçbir tereddüt etmeden derhal istifa eder
ve yerimi milletvekili arkadaşlarımdan birine bırakırım.” Fakat, dedi konuşmasına
kısa bir ara verdikten sonra, “Sayın Hocam, bir kabine değişikliğinin bütün bu
çalkantıya son vereceğinden emin misiniz?”
“Durmak şöyle dursun, gittikçe daha beter
bir hâl almasından korkarım.”
Başbakan, çok açık bir şekilde, benim
tekliflerimi Cumhurbaşkanı’ndan daha anlayışla ve daha soğukkanlılıkla
karşılamıştı. Cevap verdim:
Böylesi durumlarda bir kabine değişikliği,
demokratik ülkelerde müracaat edilen ilk tedbirlerden biridir. Bu, bilgelikle
gerçekleştirilen bir çözümdür. Bunu bir yana bırakıp, her ne pahasına olursa
olsun hemen zora başvurmak, tekrar ediyorum, bana gereksiz ve oldukça riskli
görünüyor.
Bize
tarihimizde basit birkaç sokak gösterisinin baskısıyla yerini başkasına
bırakmış bir hükümet örneği verebilir misiniz?
Ben demokratik bir
gelenekten söz ettiğim için, önce müsaade buyurun da ben size sorayım: Siz bana
on yıldan beri ülkemizde girişilmiş demokratik uygulamaya benzer bir uygulama
örneğini tarihimizde gösterebilir misiniz?...
Bizim memleket idaresinde böyle bir gelenek
hiç olmadı, o yüzden Sayın Başbakan bunun ilk örneğini vermek şerefi bundan
böyle size düşüyor.
Celâl Bayar araya girdi:
Sayın profesör, içinde
bulunduğumuz benzer şartlardan dolayı bizimkinden başka bir ülkede yapılmış bir
hükümet değişikliği misali verirseniz memnun olurum.
Fransa’da ortaya çıkmış
benzer bir olayı hatırlıyorum. Geçen perşembe İstanbul Üniversitesi'ndeki
gösterileri gördüğüm gibi o hâdiseleri de yaşadım. 1925 yılı Mayıs ayı idi, o
sıra Paris Üniversitesinde eğitim görüyordum. Bir Uluslararası Kamu Hukuku
kürsüsü boşalmıştı. Profesörler Kurulu toplandı ve âdet olduğu üzere iki aday
-Sayın Le Fur ile Sayın Georges Sel- belirlendi. O zamana kadar uygulanan
yönteme göre Profesörler Kurulu, Millî Eğitim Bakanlığı’na gönderdiği takdim
mektubunda, belirlenen adayları sıralama tercihinde bulunurdu -böylece de kendi
tercihinin asaleten tayin edilmesini istemiş olurdu-, dolayısıyla ilk
sıradakinin atanması gerekirdi. Bu durumda Bay Le Fur’ün başta yer alıyordu.
Alışılagelenin aksine, o zamanki radikal hükümete karşı gösterdiği apaçık
sempatiden ötürü, bakan tarafından atanan Sayın Sel oldu.
Bu kurallara uymazlık, üniversite
öğrencileri tarafından öğrenilir öğrenilmez, ilkin sert bir protesto ile
karşılandı, ardından da Paris Talebe Derneği’nin kışkırtmasıyla protesto genel
bir başkaldırmaya dönüştü ve çok geçmeden de gerçek bir isyan havasına büründü.
Sayın Sel’in ders vermesi engellendi, Hukuk Fakültesine maddî zarar verildi,
sokaklarda ve meydanlarda "Herriot'ya yuh! Herriot istifa!" sloganları atılmaya
başlandı. Çıkan bu olaylar yüzünden üniversiteyi on beş gün kapatmak zorunda
kalındı ve sonunda Herriot kabinesi de mecburen istifa etti. Yeni kurulan
hükümet kürsüyü Sayın Le Fur’e verdi ve düzen sağlandı.
Bizde şu an görülmekte olan olaylar,
anlattığım o hâdiselerle benzerlik taşımıyor mu?
Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu da tartışmaya katıldı:
Orası
Fransa, burası Türkiye. Her ülkenin kendi yapısı vardır. Başbakanla Eskişehir’e gideli
daha iki hafta olmadı. Hiç abartmadan söyleyeyim, iki yüz bin kişi Menderes’i
coşkuyla alkışlayıp bağrına bastı. Böyle bir olayın hiçbir anlamı yok mu? Sanırım Sayın Profesör
İstanbul Üniversitesi’ndeki gösteriler karşısında duyduğu heyecanın etkisinden
kurtulamamış.
Elbette halkın devlet adamlarına gösterdiği
sevginin anlamı küçümsenemez. En azından demokratik bir ülkede bu yakın ilgi,
iktidarın takip ettiği siyaseti ayrıca beğendiğini de gösterir. Şüphesiz ki, bu
iyidir ve oldukça teşvik edicidir. Fakat öte yandan buna fazlaca bel bağlamamak
ve yapılan o alkış ve gösterilen o tezahüratın sağlamlığına da haddinden fazla
güvenmemek lâzımdır. Halkın duyguları çoğu zaman ters yönden esen rüzgâra göre
istikamet değiştirir. Tarihte bir gün önce taptıkları insanların suratına
ertesi gün tüküren yığınlar görülmedi mi?
Burada Menderes biraz
sinirli bir tavırla araya girdi:
Şahsen
benim kimseden korkum yok. Hemen yarın Kızılay Meydanı’na korumasız gidecek,
bir konuşma yapacak ve kalabalık bir kitleye durumu izah edeceğim ve başım dik
olarak bana hakaret etmelerini bekleyeceğim.
Sayın Başbakan, böyle bir maceraya
kalkışmaktan sakınınız. Sizin gibi önemli bir kişi için kalabalığın arasına
rastgele dalmak tehlikeli olur, çünkü orada sizi sevenler olduğu kadar size diş
bileyenler de olabilir. Diş bileyenlerin her zaman bir rezalet çıkarma riski
vardır. İstirham ederim bu fikirden vazgeçin. [Bu
görüşmeden aşağı yukarı on beş gün sonra Menderes kafasındakini yaptı, o
meydana gitti, kalabalığın içine girdi ve yuhalandı.]
Efendiler, dedi Cumhurbaşkanı, ben fikrimi
söyledim ve bunda kararlıyım. Yararlı görüyorsanız, sizler bu görüşmeyi
sürdürün. Lütfen beni bağışlayın. Yarın NATO Konseyi’nin açılışında bulunacağım
için trenle İstanbul'a gitmeliyim.
Saat on bir buçuk olmuştu. Kalkıldı.
Bitişik salonda bekleyen Benderlioğlu beni otelime götürdü.
Yolda kendisine tartışmayı ve hükümetin
istifa etmesi gerektiği telkinimi kısaca anlattım.
Tam da, dedi, benim düşündüğüm gibi
konuşmuşsunuz. Ben de başka bir çıkar yol göremiyorum. Birazdan Bakanlar Kurulu
toplantısına katılacağım. Oturum gecenin on ikisinde başlayacak. Orada sizin
tavsiye ettiğiniz kabul edilse bari. Yarın görüşürüz.
Pazar sabahı, saat 10'da Benderlioğlu'nun
evindeydim. Kendisi çok yorgundu. Bakanlar Kurulu toplantısı galiba saat 3.30'a
kadar sürmüş ve karar, ne yazık ki, hükümet değişikliğine gitmeme şeklinde
alınmıştı.
Bana ise haksız çıkmayı temenni etmekten
başka yapacak bir şey kalmamıştı.
30 Nisan akşamında İstanbul'a döndüm.
Her geçen gün durum daha kaygı verici bir
hâl alıyordu. Sıkıyönetim ilân edilmiş olmasına rağmen, eski başşehir
İstanbul'da da, yeni başkent Ankara'da da talebe çevreleri fokur fokur
kaynıyordu. Her Allah'ın günü Ankara'da, Kızılay Meydanı'nda az ya da çok
önemli gösteriler oluyordu. İstanbul'da ise gençler ayaklanma günü öldürülen
arkadaşlarının nâşını istiyorlardı. Yüzlercesi tutuklanıyor, şehrin biraz
dışındaki, eski tarihî kışla olan Davutpaşa'ya götürülüyordu.
Bir gün, Hukuk
Fakültesinden birkaç meslektaşımla orada tutuklu bulunan öğrencileri ziyarete
gittim. Aralarında benim eski asistanım, hâlen Türkiye İşçi
Partisi lideri Mehmed Ali Aybar gibi
solun bildik simalarını, tanınmış bir ressam olan Râtip Tahir'i ve daha başkalarını
görünce çok şaşırdım.
Demek ki, CHPliler bu
ayaklanmayı başlatmak ve devam ettirmek için solla ittifak yapmışlardı. Hükümete gelince,
olayların patlak vermesinden itibaren artık ne yapacağını bilemez hâle
geldiğinden, hemen hemen hareketsiz, cansız duruyordu. Demokrat
Parti Meclis Grubu ise yerli yersiz toplanıyor ve alınması gereken tedbirleri
boş yere tartışıyordu. Menderes’e bakarsanız, moralini hiç bozmuyordu. Ani bir kararla
İzmir'e gidiyor, yüz binleri aşan kalabalığa kendisini alkışlatıyordu. Oradan
Turgutlu’ya geçiyor, çok sert bir konuşma yapıyor, bazı profesör ve avukatların
tutumunu ağır bir dille eleştiriyordu. Çünkü o sıra
profesörlerle avukatlar -her zaman olduğu gibi CHPlilerin kışkırtmasıyla- siyah
cübbelerini giyerek İstanbul sokaklarında sessiz bir yürüyüş yapmışlardı.
Ben ise, gelmekte olduğunu gördüğüm
felâketi durdurabilmek için yapılması gerekenleri yapmaya gücüm yetmediğinden,
bütün bu olayları endişeyle takip ediyordum.
Hükümetin iktidara inatla yapışıp kalması
bana anlamsız geliyordu. Ve benim bu sezgim, Kızılay Meydanı’ndaki ardı arkası
kesilmez gösterilerle, iktidarı resmen hırpalayan ve dolayısıyla hükümetin
hedeflerine erişmesine artık hiçbir şans tanımadığını açıkça gösteren
kalabalığın tutumuyla da -şayet ispatı aranıyorsa- ispatlanıyordu.
Acaba hükümet, 29 Nisan
gecesi Çankaya’daki beşli görüşme sırasında Bakanlar Kurulu’nun muhtemel bir
istifasını çok kesin ve net olarak reddetmiş olan Celâl Bayar’ın etkisi altında
mı kalıyordu?
Fakat Başbakan’ın anlamış olması gerekirdi ki, şayet Cumhurbaşkanı böyle bir
ısrarda bulunduysa, bunun, on dört seneden fazla süren bir dostluğa sadakatten,
Menderes gibi hâlâ dirayetli ve kabiliyetli bir yol arkadaşını son anda
terketmek düşüncesinin doğurduğu samimi bir üzüntüden ileri geldiğini, -en
azından ben bu kanaatteyim- anlaması gerekirdi. Öte yandan, çok güçlü bir
karakter yapısına sahip olduğu için, bugün kendisinin ve ekibinin karşısına
çıkan engelleri, uzun devlet adamlığı boyunca nice zorlukları altetmiş olduğu
şekilde belki de yine aşabileceği umudundaydı. O dönemde
Menderes'in halk tarafından çok sevilip tutulması meselesine gelince, daha önce
belirttiğimiz destansı başarılarına rağmen, insaf ve iz’an yoksunu bir basının
hep tesiri altında kalan kamuoyunun büyük bir kısmı, eskiden topluca derin bir
kalbî bağlılık duydukları bu adamdan uzaklaşır gibi görünüyordu.
Doğrusu, bir an, yeni bir görüşme yapıp
Başbakan’ı son bir kere daha ikna etmeyi denemek için az kaldı Ankara'ya
gidiyordum. Ama neye yarardı? İlk denememdeki başarısızlık, ikinci bir
girişimin de kesinkes aynı şekilde sonuçlanabileceğini gözler önüne serecek
kadar açık ve net değil miydi?
Derken, Kurtuluş Savaşı’nın en ünlü
komutanlarından biri olan Emekli General Ali Fuat Cebesoy aklıma geldi. Eski
Meclis Başkanı ve o sırada Parlâmento’da bağımsız milletvekili olan Cebesoy,
nâmı ve tecrübesiyle, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a herkesten daha fazla etki
edebilecek konumdaki bir şahsiyetti.
Kendisiyle Münip
Hayri Ürgüplü’nün
evinde buluştuk. Paşa’ya Ankara seyahatimle ilgili bilgi verdim.
Bence de, dedi, Menderes’in istifa
etmesinden başka bir çıkar yol görünmüyor.
Çok güzel! Mademki krizin tek çözüm yolunun
bu olduğu konusunda aynı fikirdeyiz, o hâlde Paşam meseleye el atmalı ve derhâl
Ankara’ya gitmelisiniz.
Karar verildi. Ne yazık! Artık çok geçti.
Çünkü 22 Mayıs günü Harp Okulu öğrencileri Ankara sokaklarında sessiz
yürüyüşlerini yapmışlardı. Hiç şühpesiz bu gösteri okul komutanları tarafından gizlice
hazırlanmıştı. O yüzden de bu yürüyüş -en azından Türk tarihini bilenler için-,
bundan sonra olacak olayların kesin bir işareti olarak gözüküyordu. Bundan
böyle hiçbir şeyin Demokrat Parti hükümetini yıkılmaktan alıkoyamayacağı
anlaşılıyordu.
Sh:133-150
**
"Benim arkamda millet var..."
Adnan Menderes
Adnan Menderes
Buraya kadar sergilediğimiz olayların
bütününden çıkan sonuç şudur ki: Demokrat Parti iktidarının düşme sebeplerinin
arasında, en başta yöneticilerin bazı yanlışlarının ve bazı aşırılıkların
konulması gerekir. Bu hataların çoğunu şimdi bizer biliyoruz, fakat asıl önemli
olan, temel yanlış neydi, onu bilmek.
Bizce bu temel yanlışın
kaynağı, gevşeklikle karışık bir ihtiyatsızlıktır. Çünkü iktidardakiler, sanki
İngiltere veya İsviçre gibi eski bir demokrasi ülkesinde hükümet ediyorlarmış
gibi, kendi güvenliklerini ihmal ettiler.
Bu yüzden, onlar sadece,
şartlan bakımından, iğrençliğine tarihte az rastlanan kara bir yazgıya mahkûm
olmakla kalmadılar, ülkeyi de öyle bir karışıklık içinde bıraktılar ki, Türk
milletinin bundan kurtulabilmesi için muhtemelen onlarca sene gerekecektir.
Türk tarihi, onlara bu ülkede ihtirasların
oynadığı rolü öğretmiş olmalıydı. Jön Türkler zamanında siyasi partileri
parçalayıp bölen ve sonunda Osmanlı Cihan Devleti’ni yıkılışa sürükleyen o
içler acısı çatışmalar ortadaydı.
Türkiye'de halkın egemenliği dönemini
açtıklarına inanan Demokratlar, hasımlarının şeytanca ihtirasları olduğunu
bilemediler. Bu dikkatsizlik onlara pahalıya mal oldu.
1950 seçimleri ertesinde Cumhurbaşkanlığı
koltuğuna oturan Celâl Bayar, selefi İnönü’nün en ufak yer değiştirmesinde bile
kendisine eşlik eden o ünlü motorize polis korumasını istememişti. Milletin
iradesi ve gücüyle bu makama geldiğini düşünerek -işin teorik yanına
bakarsanız, elbette haklıydı- ve bundan dolayı da her türlü tehlikeden uzak
olduğuna inanarak, her hangi bir vatandaş gibi gidip geliyordu. Aynı şekilde,
İnönü’nün büyük bir gösterişle yolculuklarını yaptığı o beyaz ve zırhlı treni
kullanmayı da reddetmişti.
Peki,
kendisini korumak için hiçbir tedbir almadan sade bir vatandaş gibi o da
kalabalıkların içine karışan şu temiz kalbli Menderes’e ne demeli?
Ya, Millî Savunma
Bakanlığı’nın kendi binalarında hazırlanmakta olan komployu tahmin edememek bir
ihmal, daha da kötüsü burnunun ucunu görememek değil midir?
Hâlbuki adam akıllı
örgütlenmiş bir gizli polis gücü vardı ellerinde. Böylesi bir gevşeklik
kesinlikle affedilmez gözüküyor. Tehlikenin geldiğini, yarının kurbanları
olacak kişiler dışında, herkes görüyordu.
Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüş
yaptığı günün akşamı Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun (hâlen Kayseri
hapishanesinde mevkuf) yanında bir grup subayla beraber okul komutanı General
Sıtkı Ulay ile
görüşmeye gider ve ona:
Bu disiplinsizlik kabul
edilemez. Suçluları cezalandırmalısınız.
Hayır Generalim,
öğrencilerimi cezalandırmaktansa istifa etmeyi tercih ederim.
Bu ret karşısında geri adım atan Erdelhun,
öğrencileri paylamak ve nasihat etmekle yetindi. Has askerler bunu zaaf olarak
değerlendireceklerdir.
Aslına bakarsanız, seçim döneminin sonunda,
kalleşçe bir propagandanın da etkisiyle Menderes hükümeti, gücünden ve kendine
olan güveninden çok şey kaybetmişti. Her adımda düşeceğinden korkan ihtiyarlara
dönmüştü.
Muktedir olamadığını, acze düştüğünü kabul etmeyi reddettiği
için de, kendisine kalan son çareye başvurmak istemedi:
Çekilmek.
Hayal ve kuruntularında ısrar edip durdu.
Çekilmek.
Hayal ve kuruntularında ısrar edip durdu.
Nitekim, felaketten az önce, Menderes’e en
gözde bakanlarından biri olan Samet Ağaoğlu sohbet
sırasında şöyle der:
Muhterem Başbakanım,
sıkıyönetimi devam ettirmek için hep sadece ve sadece orduya dayandınız,
halbuki güvenlik güçlerine ağırlık verebilirdiniz.
Menderes cevap vermediği için Ağaoğlu devam
eder:
Bu tutumu hiç mi hiç doğru bulmadığımı
söylememe müsaade buyurun. Çünkü olaylara ikide bir müdahale etmeye alışan
ordu, bir gün bize karşı ayaklanacak olursa, onlara karşı koymak için elimizde
hiçbir örgütlü gücümüz olmayacak.
Doğru söylüyorsunuz, dedi Menderes,
benim ne Mussolini gibi faşist silahlı gruplarım, ne de Hitler gibi SS’lerim
var, fakat benim arkamda bütün bir millet var.
Ah Menderes, ah! Bu ne saflık! Ha halka güvenmişsin, ha karınca
sürüsüne.
Sh:165-168
**
Sonunda, 1961 Eylül’ünün kasvetli ve
yağmurlu bir gününde Menderes, iki arkadaşı Fatin Rüştü Zorlu ve Haşan
Polatkan’ın ardından idam edilmek üzere, Marmara’nın diğer bir adacığına,
İmralı’ya götürülecektir.
Aydın'ın zengin ve asil bir çiftlik
sahibinin bu biricik oğlunun kaderi işte bu oldu. Yumuşak huylu, son derece
terbiyeli, en iyi niyetlerle bezeli bu adamın, parlak siyasi hayatının bir gün
adi bir haydut gibi idam sehpasında noktalanacağı kimin aklından veya
hayalinden geçebilirdi ki! Kadere inananlar buna "alın
yazısı" diyeceklerdir.
Sh:164
**
- "Kendi
ayrıcalıklarının sınırları içinde kalarak, hataya düşmeden ve aşırılığa
kaçmadan iktidarını yürütebilen, ılımlı bir hükümetin yönettiği;
- Yönetmenin ağır
sorumluluğunu yüklenmiş olanlara yardımcı, yapıcı ve iyi niyetli bir
muhalefetin bu idarecilere tavsiyeleriyle yardım ettiği, tenkitleriyle de
aydınlattığı;
- Seçkin
aydınlarının taşıdıkları yüksek ahlâk ile halk kitlesine kılavuzluk
ettiği;
- Her
şeyden haberdar, fakat dürüst bir basının, maddi çıkarlar karşısında
özgürlüğünü koruduğu;
Ülkeye ne mutlu!"
Sağlıklı
bir demokrasinin temelleri işte bunlardır ve bunlar Türkiye’de yoktu, hâlâ da
yok. sh: 165
Kaynak:
Ord.
Prof. Ali Fuad BAŞGİL: 27 MAYIS İHTİLALİ ve SEBEPLERİ- Görüp
Yaşadıklarım- Çağdaş Türkiye’nin İç Siyaset Tarihi Araştırmalarına Katkı :
Eserin Özgün Adı: La Râvolution militaire de 1960 en Turquie (Ses origines)
Contribution a letude de Vhistoire politique intârieure de la Turquie
contemporaine , trc: Cemal AYDIN, Yağmur Yayınevi, 5 Basım: Nisan 2011,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar