Ahmet Hamdi Tanpınar
Not: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın SAATLERİ
AYARLAMA ENSTİTÜSÜ romanı konu alan yazılarda "zaman"ı ele alan
bilgiler ve düşünceler öne çıkarılmaya çalışılmıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserlerinde
"zaman meselesi" çok mühim bir yer tular. O, hemen hemen her şeyi,
mekânı ve cansız eşyayı dahi Türkçenin
en güzel şiirlerinden biri olan "Bursa'da zaman"ı hatırlayınız zaman ile münasebeti bakımından ele alır.
Şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında, ilmî araştırma ve denemelerinde,
insan hayatının bu temel mefhumu, en mücerret şeklinden en müşahhas
tecellilerine kadar binbir görüşü içinde karşımıza çıkar. 1954 yılında Yeni
İstanbul gazetesinde tefrika olunarak, son günlerde kitap halinde basılan
Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında
da "zaman" gerek sembol, gerek hayat manzarası olarak ön plânda bir
yer işgal ediyor.
Fakat
yazarın burada, "zaman"a bakış tarzı, diğer eserlerinden tamamıyla
farklıdır. Tabir caizse, bu romanda "zaman"ın karikatürü yapılmış,
çarpık aynalardaki acayip akisleri tasvir olunmuştur. Bergson'un felsefesinde
olduğu gibi "zaman"! bir akış, bir "süre" telâkki eden
Tanpınar, Saatleri'Ayarlama Enstitüsünde, bu sürenin içinde bir ada gibi donmuş
kalmış, veya onun dışına çıkmak için delice çırpman insanları ve çevreleri
canlandırmaya çalışıyor.
Bu
donmuş veya parçalanan bir saat gibi çığırından çıkmış olan zamanın esas
kahramanı, Türk cemiyetidir. Yazarın asıl gayesi, Türk cemiyetinin son elli yıl
zarfında, nasıl donmuş bir hayal şekli ile onu gülünç şekilde aşmak isteyişini
anlatmaktır. Eser, buna göre
başlıca iki veya aradaki geçiş devrini de hesaba katarsak, üç kısma
ayrılmıştır.
Romanın kahramanı Hayri İrdal'ın çocukluk
yıllarına rastlayan birinci merhalede bu
devir istibdat devridir insanlar bir
Şark ortaçağının masal havası içinde yaşarlar. Yaşanılan gerçek zaman ile
insanların kapalı bir kavanoza hapsedilmiş gibi yüzdükleri masal atmosferi
arasında tam bir tezat vardır. Hepsi de kendilerini musallat bir fikre
kaptırmış olan bu insanların gerçek ile hiç bir ilgileri yoktur. Duyuları dış
âleme kapalı olduğu için, şuurlarına acayip bir lakım hayaller, rüyalar,
ümitler, yani gayrişuur hâkimdir. Hayri İrdal onların bu durumunu şu cümlelerle
anlatır:
"Onların,
gördükleri, elleriyle yokladıkları, duygularına cevap veren şeylere herkes gibi
inanmamaktan başka hiç bir günahları yoktu" (s. 44).
Fakat hayat karşısında işlenilebilecek en
büyük günah bu değil midir? Bütün Şark asırlarca gözlerini dış dünyaya
kapayarak, kendisini gayri şuurun icat ettiği bir masal âlemine kaptırmamış ve
bu yüzden gerçek âlemde değişen zamanın farkına varamayarak bindiği geminin
paramparça olduğunu görmemiş midir?
İkinci merhalede, yani 11. Meşrutiyet
devrinde ve Birinci Dünya Harbinden sonra, imparatorluk tamamıyla dağılmış,
fakat insanlar yine de yaşadıkları çağın vazıh şuuruna ulaşamamışlardır.
Romancı bu merhaleyi kahvehane ve
İspirtizma Cemiyeti sahnelerinde çok güzel tasvir eder. Dış dünya, eski
masallarda olduğu gibi, burada da, irreel bir hayal âlemi şeklinde görünür.
Fakat bu esnada masal çok abes bir rüya şekline girmiştir. Hayri İrdal, bu
sıralarda duyduğu ruh halini şu satırlarla ifade eder:
"Bu daima böyleydi. Ne kadar ciddi
başlarsa başlasın burada her iş en beklenmedik neticelerle biterdi. Bu kahvenin
bir adım ötesinde yüzde yüz gibi bakılan bir hesap, burada birdenbire en hafif
ihtimal şekline girer, bir yığın gidip gelmeden sonra talihin bir alayı olurdu.
Hülâsa bu abes denen şeyin bataklığı idi. Ve ben farkında olmadan boynuma kadar
ona gömülmüştüm.
Sanki çok tüylü, yumuşak bir yığın kol ve
kanatlı, insanı adeta bilmez tükenmez gıdıklamalar, kısık gülüşler ve haz
baygınlıkları içinde sömürüp tüketen bir hayvanın eline düşmüşüm gibi bu
mânâsız âleme gömüldüm. Hiçbir şeyin birbirini tutmadığı ve her şeyin en
şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dünyada, bilmediğimiz bir yerde
kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi
yaşamaya başladım. Bu fırtına nerede kopmuştu? Hangi tuhaf ve zıtlarla dolu
âlemleri yağma etmiş yahut nasıl karmakarışık bir armadayı böyle didik didik
savuşturmuş ki bize kadar getirip önümüze yığdığı şeylerin hiçbirini asıl kendi
çehrelerinde tanımamıza imkân yoktu. Her şey bir hokkabaz şapkasından çıkar
gibi birbirinin peşinden birbirine takılı geliyordu. Bu yaşanırken çok rahat,
sonradan üzerinde düşünülünce bir kâbus gibi sıkıcı bir şeydim" (s. 140).
Metinde "abes" kelimesi koyu
harflerle basılmıştır. Filhakika bu kelime romanda tasvir olunan bütün hayatı
izah eden bir anahtar kelimedir. Roman,
baştan sona kadar, realitenin dışında yaşayan insanların "abes
hayatı"nı anlatır. Fakat "abes", en kuvvetli ve en gülünç
tezahürünü, romanın Cumhuriyet devrine tekabül eden üçüncü kısmında bulur.
Saatleri Ayarlama Enstitüsünün kuruluş ve
çalışmasını tasvir eden bu kısım, bu devrin zihniyetini gösteren bir sembol
olarak Türk edebiyatında şaheser denilebilecek bir kudreti haizdir. Bu bölümde
hayatı sistem haline getirdiği sloganlarla değiştirmeğe kalkan Mefisto benzeri
bir tiple karşılaşırız: Halit Ayarcı, hiçbir içtimaî, ahlâkî ve dinî kıymete
inanmayan korkunç bir şarlatandır. O da bir masalın peşindedir. Bu gerçekle
hiçbir ilgisi olmayan güya ileri, modern bir masal, daha doğrusu bir slogandır.
Sistematik olarak işlenen bir sloganın ne kadar gülünç bir şekle
girebileceğini, Saatleri Ayarlama Enstitüsü çok güzel ifade eder. Bu sembol
üzerinde düşünenler, Cumhuriyet devrinde kurulmuş bir çok içtimai müesseseye
hâkim olan zihniyetin harikulade bir karikatürünü göreceklerdir.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ilk bakışta
bir fantezi, bir alay gibi görülmekle beraber, büyük bir ciddiyetle okunması ve
üzerinde derin derin düşünülmesi lâzım gelen bir eserdir. Ahmet Hamdi Tanpınar
bu romanıyla bizim içtimai hayatımızın gizli noktalarına kuvvetli bir projektör
çevirmiştir. Okuyanlardan birçoklarının gözleri bu ışıktan rahatsız olacaktır.
(Çağrı,
sayı 49, Şubat 1962, s. 14).
**
**
"Bıırsa'da Zaman" şâiri ve Huzur
romanının yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, XX. Yüzyıl Avrupa edebiyatının ortak
problemi sayılan "zaman" kavramıyla, hem konu hem de anlatım tekniği
bakımından ilgilendiğini göstermiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961) adlı
romanda modern çağın, insanı saate tutsak eden yaşama temposu başta olmak üzere
toplum mekanizmasının çeşitli unsurlarını hicivci bir bakış açısından ele alır.
"Modern Romanın Kurguları"
(Strukturen des modernen Romans) başlıklı bir karşılaştırmalı edebiyat
araştırmasında Theodore Ziolkowski, modern Batı romanının beş ana konusundan
biri olarak "zaman" kavramını tesbit ediyor. Edebiyat ve kültür
tarihi bu açıdan incelendiğinde görülüyor ki XVII. Yüzyıla kadar insan varlığı,
Tanrı'nın ebedî düzeni içinde sarsılmazlığını korurken zaman kavramında âdeta
bir hiyerarşi vardı: İnsanın
ölümlülüğüyle başlayıp Tanrı'nın ölümsüzlüğüne doğru yükselen bir hiyerarşi,
insanî zamanla ilahî zaman arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildi,
çünkü "ölümsüzlük", bütün insanların ulaşmak istediği en son
"değer"di. "Öznel zaman" (subjektive Zeit) üzerinde
durulmuyordu. Descartes'in "cogito, ergo sum" (düşünüyorum, o halde
varım) düsturundan sonra insan bilincindeki inkılâp, zamanda tutarlı bir
ard-ardalıktan uzaklaşıp "öznel zaman" anlayışını ön plâna çıkardı.
Faulkner,
James Joyce, Rilke, Kafka, Thomas Mann ve Döblin'de nesnel saatle öznel saat
arasındaki uyumsuzluk probleminin çeşitli imajlarla dile getirilişi bir
rastlantı olmasa gerek.
Hayat
temposunun belirgin değişikliğiyle birdenbire büyük önem kazanan zaman kavramı,
zaman ölçme âleti saati yalnız edebiyatta değil, resim sanatında da işlek bir
motif düzeyine yükseltmiştir. Salvador Dali'nin sürrealist manzaralarında yer
alan "yumuşak saatlerini çoğumuz biliriz. Toplum hayatının zaman düzenini;
iş, bilim ve günlük ilişkiler dünyasının zaman düzenini sembolize eden saat,
XX. Yüzyıl edebiyatında ilgi çekici bir şekilde karşımıza çıkıyor: Ya bozulmuş,
ya kırılmış, ya eksik ya da arka plâna atılmış haliyle. Kafka ve Joyce'da
insanın "iç saati" dış dünyanın "resmî saatiyle" hiç
uyuşmaz. Thomas Mann, ünlü romanı "Zauberberg" (1924)'de kahramanı
Hans Çastorp'a üç haftalığına geldiği halde yedi yıl kalacağı sanatoryumda
saatini yatağının başucundaki konsoldan düşürtüp kırdırır. Çünkü kendisi için
yeni ve dışa kapalı (hermetik) bir dünya olan Zauberberg sanatoryumunda resmî
saate gerek duymayacaktır. Keza "Berlin Alexanderplatz" (1929)
romanında Döblin, kahramanı Franz Bieberkopf u hapishane dönüşü eski, yıpranmış
saatiyle günlerce uğraştırır. Faulknerm The Sound and the Funj (1929)'sinde
Dilsey'in saatinde akrep ve yelkovandan yalnızca biri mevcuttur ve çok ağır
işler. Ve nihayet Alman sembolistlerinden Rilke, biçim ve teknik açısından XX.
Yüzyılın çığır açıcı romanı sayılan Die Aufzeichnungen des Malte Lauritz Brigge
(1910) adlı romanında bir "zaman enstitüsünden söz eder. Roman kahramanı,
St.Petersburg'daki bir otel komşusunu, Nicolaj Kusmitsch adındaki bir küçük
memurun ilgi çekici tasavvurunu hatırlar: Alelade bir Pazar günü bu şahıs, elli
yıl daha ömrü olsa, bunun kaç gün, kaç saat ve kaç dakika daha yaşayacağı
anlamına geldiğini hesaplamaya koyulur. Sonra bunun muazzam bir sermaye
olduğunu ve nasıl harcanması gerektiğini, nasıl tutumlu olunabileceğini
düşünürken farkeder ki, para konusundaki terimler bu alanda da uygun düşüyor. O
zaman bir "zaman bankası" (Zeitbank) olması gerektiğine inanır.
Şehrin adres fihristini karıştırmaya başlar ve böyle bir banka ya da bir
"İmparatorluk Zaman Enstitüsü" (Kaiserliches Zeitinstitut) arar.
Tasarruflarını değerlendirmede kendisinin danışmak istediği bir kurumdur bu.
"Zaman" gibi soyut bir kavramı, "maliyecilik",
"bankacılık" alanında kelimelerle somutlaştırma deneyi, sembolist bir
yazar olan Rilke'nin yaratıcılık kurallarına uygun düşüyordu.
XX. Yüzyıl Avrupa romanına biriki çizgiyle
değindikten sonra Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bu çağdaş ortak konuyu Türk romanına
nasıl getirdiğine bakalım.
Romanın başlığı, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü, zaman kavramına ilişkin fantastik (hayal gücü ürünü) bir buluş.
Roman dokusu içinde hem "saat", türlü bakış açıları ve benzetmelerle
"odak motif" niteliğinde, hem de "saatleri ayarlama"
düşüncesi bir "Leitmotiv" gibi baştan sona varlığını sürdürüyor. Öte
yandan "saatleri ayarlama" işi için bir enstitünün kurulması,
çalışması, uyandırdığı ilgi, varlığını koruması, geniş anlamda bir toplum hicvi
oluşturuyor.
Dört bölümlü, 371 sayfalık bu roman,
birinci şahıs anlatımla yazılmış. Bölümlerin başlıkları şöyle: "Büyük
Ümitler", "Küçük Hakikatler", "Sabaha Doğru" ve
"Her Mevsimin Bir Sonu Vardır". Her bölüm farklı sayıda ve
numaralanmış alt bölümlere ayrılıyor. Romanın anlatıcı kişisi, Hayri İrdal
adında sıradan bir adam. Hayatım kaleme alışını şöyle açıklıyor:
"Hayır, hâtıralarımı yazmaktan
kastım, kendimi anlatmak değildir. Sadece şahidi olduğum birtakım vakaların
unutulmamasına yardım etmektir. Bir de üç hafta evvel toprağa gömdüğümüz aziz
insanı anlatmak ve anmak."
Hayri İrdal'ın hayatını bir anda
değiştiren ve onda, unutulmaması gerektiği için yazma hevesi uyandıran ilgi
çeken insan Halit Ayarcı'dır. Onun, hayatındaki önemini roman kahramanı şöyle
özetliyor:
"Kendi kendime, yatağımda uzun zaman
düşümdüm. Hayri İrdal dedim, çok şey gördün, geçirdin. Yaşın ancak altmış
olduğu halde birkaç insanın ömrünü birden yaşadın. Sefaletin, bir köşeye atılmış
olmanın her türlü acısını tattın. İkbalin merdivenlerinden çevik ve çâlak
çıktın. Hiçbir zaman ve hiçbir kuvvetin halledemeyeceği meselelerin halloldu.
Bütün bunlar hep Halit Ayarcı'nın sayesinde oldu. Seni mezbeleden o çekip
çıkarttı. Hayatın için, düşüncen ve rahatın için hakiki düşman olan her şeyi ve
herkesi o sana dost yaptı. Etrafında sade çirkinlik, fakirlik, sefalet gören
bir adam iken birdenbire insana lâyık birtakım asil zevk ve saadetlerin
bulunduğunu duydun ve insan ruhunun asilliğini anladın." (s. 13).
Ahmet Hamdi
Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Remzi Kitabevr, İstanbul, 1961
(Metindeki alıntılar eserin bu basımından verilmiştir).
Hayri İrdal'la Halit Ayarcı'yı bir araya
getiren motif, saat merakıdır. Hayri İrdal, asıl hayatının dayısından sünnet
hediyesi olarak aldığı saatle başladığını söylüyor. Saat merakı, saat zevki
konusunda Türk toplumunun özel bir durumu olduğunu ileri sürüyor:
"Herkes
bilir ki, eski hayatımız saat üzerine kurulmuştur. Hattâ sonraları Muvakkit
Nuri Efendi'den öğrendiğime göre Avrupa saatçiliğinin en büyük müşterisi daima
müslümanlar ve onlar içinde en dindarı olan memleketimiz halkı imiş. Günde beş
vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü saatle idi. Saat Allah'ı
bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare
ederdi." (s. 26).
Romanda dikkatimizi çeken çeşitli saat
tasvirleri var. Saat âdeta ailenin, evin, sahibinin yaşama biçimini, hayat
düzeyini, zevkini, kısacası dünyasını aksettiren bir sembol. Meselâ Hayri
İrdal'ın baba ocağındaki saatin hikâyesi, bir çeşit aile geçmişinden ilgi
çekici bir kesit. Dedenin, yaptırmaya niyetlendiği bir 'cami için düşünüp satın
aldığı bir saat, dileği gerçekleşmeyince oğluna kalmış, ama "çalıntı"
olduğu hakkında konu komşu arasında dedikoduya sebep olmuştur. Aile içinde bu
saatin yeri; Önemi hakkında şunları öğreniyoruz:
"Halbuki güzel saatti. Kendi hâlinde,
hiç kimsenin işine karışmadan, kervanını kaybetmiş bir mekkâre gibi başı boş,
dalgın dalgın yürüyüşü vardı. Hangi takvimle hareket eder, hangi senenin
peşinde koşar, neleri beklemek için birdenbire günlerce durur, sonra ağır, tok,
etrafı dolduran sesiyle hangi gizli bir mühim vakayı birdenbire ilân ederdi?
Bunu hiç bilmezdik. Çünkü bu bağımsız saat ne ayar, ne ıslah ve tamir kabul
ederdi. O başını almış giden, insanlardan tecerrüt hâlinde yaşayan hususi bir
zamandı.
( )
Annem onun bu ihtiyarî hallerini hiç iyiye yormazdı. Ona göre bu saat ya bir
evliya idi, yahut da onu iyi saatte olsunlar çarpmıştı. Bilhassa İbrahim Bey'in
vefat ettiği gece, belki birdenbire en derin sesiyle vurmaya başlamasından
sonra bu korku hepimizin içine yerleşti." (s. 29).
Hayri İrdal, sünnet hediyesi saati, nasıl
işlediğini öğrenmek için parçalarına ayırdığını, bununla "zihnî hayatının
birkaç merhaleyi birden alladığını" (s: 31) yazıyor.
"Bu tecrübeden elimde iki şey kaldı.
Her gördüğüm saati çözmek ve içine bakmak hevesi, bir de saatten gayri şeye
alâkasızlık." (s. 31).
Ortaokuldan sonra Nuri Efendi'nin
"muvakkithanesi"nde çalışmaya başlayan Hayri İrdal, ustasından saate
insana davranır gibi davranmayı öğrenir. Ustasını bir saat doktoruna benzetir,
hattâ bir teolog, bir filozof gibi konuşturur:
Roman kahramanı, kişiliğinin oluşumunda
iki kişinin payı olduğunu söyler: Nuri Efendi ve Halit Ayarcı.
"Birisini çok gençken, insanlara ve
hayata gözlerim henüz açıldığı sırada tanıdım. Öbürü her şeyden ümit kestiğim;
hattâ ömür defterimi tamamlamış sandığım bir zamanda karşıma çıktı. Fakat bu
ayrı meziyette, ayrı zihniyette insanlar bütün zaman ayrılıklarının üstünden
hayatımda bir daha ayrılmamak şartıyla birleştiler. Ben onların bir
muhasalasıyım." (s. 36).
Nuri Efendi'nin ilgi çekici bir tutumu,
zaman konusundaki rahatlığıdır.
"Nuri
Efendi bana fazla iş vermez, verdiği işin de behemal yapılmasını istemezdi.
Aceleye lüzum yoktu. O, zamanın sahibi idi. Ona istediği gibi tasarruf eder,
yanındakilere de az çok bu hakkı tanırdı" (s. 37).
Roman kahramanını çocuklukilk gençlik
yıllarına yön veren, kendisine örnek aldığı ustanın bu rahatlığında yazar, bir
önceki kuşağın hayat temposunu duygusal bir yaklaşımla dile getirirken, Halit
Ayarcı'nın saatleri ayarlama enstitüsünde çağın "dakik olmak"
zorunluluğunu sembolik ve hicivci bir üslûpla işliyor.
Hayri İrdal'ın ikinci karısı, sinema
modasının en hararetli olduğu yılların yarattığı ruh hastası tiplerden biridir.
Kendini film kahramanları ya da sinema artistleriyle özdeşleştiren ve sık sık
kişilik değiştiren karısını Hayri İrdal iyimserlikle anlatıyor:
"Bununla beraber işin eğlenceli,
hattâ faydalı tarafları da vardı. Karım, dediğim gibi sinema ile tatmin
oluyordu. Vakıa Adolf Menjou gibi en aşağı yüz otuz kat elbisem olduğu için
artık düğmelerim dikilmiyordu. Fakat ceketimin dirsek yerlerinin çıktığını da
pek farketmiyordu. Gördüğü filmlerdeki her şey bizimdi, şatolar, elmaslar,
bahçeler, asil, kibar dostlar..." (s. 150).
Romanın bu figürü, 50'li yılların sinema
tutkusuna kapılmış toplum kesitini hicivci perspektiften canlandıran kişisidir.
Eserin ilk iki bölümü, kahramanın çeşitli işlerde çalıştığı, bir çeşit sefalet
denebilecek hayatının dönüm noktasına kadarki safhalarına ayrılmıştır. Hali t
Ayarcı'yı tanıyıncaya kadar geçirdiği hayat tecrübelerinden edindiği şudur:
"İnsanoğlu
insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce
vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz" (s. 177).
Kahramanın Halit Ayarcı'yla dostluk
kurması, bir saat tamiri vesilesiyle olur:
" İki aydır
işlemiyor. Baba yadigârı... Onun için çok severim. Nesi var acaba? diye
tekrarlıyordu.
Hata, dedim. Hem de büyük hata... Elbette
işlemez. Kordonsuz saat, yularsız hayvan, nikâhsız kadın gibidir. Saatini seven
evvelâ bir kordonla kendisine bağlar" (s. 188).
Hayri İrdal'ın saat sevgisini, ona inanmış
bir kişi olduğunu konuşmaları ilerledikçe anlayan 1lalit Ayarcı, onu yanma alıp
daha önce saati tamir ederken yedek parçayla bozan ilk tamircisine, ordan da
yemeğe götürür. Yolda meydan saatlerine baktıklarında Hayri İrdal herkesin
tesbit ettiği şu gerçeği söyler:
Daha sonra saatçi dükkânına gittiklerinde
saat konusunda ustasının özdeyişlerinin en etkililerini konuşmaları arasına
serpiştirir. Meselâ:
"...bu saatler nazik âletlerdir;
böyle tartaklanmağa gelmez; bakın şunun arkasına, bu fabrika işi değil, el
işi... Sanki ustadan ustaya mektup, ama belli ki size yazılmamış..." (s.
195).
Yemek sırasında ilerleyen sohbette de
Halit Ayarcı ile Hayri İrdal; ortak konulan olan saat merakı sayesinde iyice
dost olurlar. Ayarcı, bir filozof keşfettiğine inanır:
"Olur şey değil... diyordu. Böyle bir
adam, aramızda bulunsun... Monşer, bu tam filozof, hem de muhtaç olduğumuz
filozof... Zaman felsefesi... Anladınız mı? Zaman, yani çalışma felsefesi...
Siz de filozofsunuz Hayri Bey, hem hakiki bir filozofsunuz! diyordu" (s.
216).
Roman kahramanı bu olayın hayatındaki
rolünü şöyle anlatıyor:
"Elbette böyle bir adamla karşılaşma,
göz göze gelme bir uğur, bir saadetti. Elbette insana bu yüzden birtakım
iyilikler gelecekti. Nitekim öyle oldu. O geceden sonra hattâ o gece içinde
hemen hemen hayatımın mahreki ve mânası değişti.
Bu evvelâ üzerimden bahsettiğim ağırlığın
kalkmasıyla başladı. Sonra yavaş yavaş mantığım değişti. Hattâ dünyaya bakışım,
eşyayı görüşüm, insanları anlayışım değişti" (s. 214).
Hayri İrdal'ın ailesini anlatırken
kızının, karısının, baldızlarının dertlerinden söz etmesi sırasında Ayarcı
bütün şikâyet konularını akla gelmedik iyi yanlarından ele alarak âdeta birer
fazüet, birer kabiliyet keşfeder. Meselâ Hayri İrdal'ın "sesi çirkin,
sonra kabiliyetsiz, ...Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı,
birbirinden ayıramıyor." (s. 219) dediği, ses sanatçısı olmak isleyen
baldızını orijinal bulur. Müzik ve ses sanatçısı konusunda aralarında geçen
konuşma, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, günün müzik kalitesine yönelttiği ince bir
hiciv örneğidir:
"Şimdi artık o klasik devirde
değiliz. İsfahan'la acemaşiranı birbirinden ayırmak kimsenin aklından geçmez.
Siz bana söyleyin, kimi taküt ediyor?
•
Meşhurların hemen hepsini... Fakat hepsini aynı sesle, aynı makamdan,
aynı şekilde söylüyor.
Demek son derecede şahsi! Mesele halloldu.
Orijinal ve yeni... Dikkat edin, yeni diyorum. En büyük harflerle yeni! Yeninin
bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur. Halk musikisi mi, alaturka mı?
Yoksa alafrangaya kaçan halk musikisi mi, yahut halk musikisine kaçan alafranga
mı?" (s. 220).
Daha ilk tanıştıkları akşam aralarında
kurulan dostluk bağı, Ayarcı'nın önemli kararıyla iş arkadaşlığına dönüşür:
"Bakın Hayri Bey, ben karar verdim,
beraber çalışacağız bundan sonra... Onun için anlaşmamız lâzım. Realist olmak
hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde
münasebetimizi tayin etmektir" (s. 221).
Romanın 3. ve 4. bölümleri boyunca
üzerinde durulacak ve hicivci bir tutumla işlenecek olan işte bu dünya
görüşüdür: Pragmatizm. Hayri İrdal'ın deyişiyle Ayarcı ona "dürbünün
bakılacak yerini göstermişti" (s. 223). Değişik bir perspektiftir söz
konusu olan. Herşeyi değerlendirilecek bir yanını bularak faydalı bir hale
sokmak esasına dayanan bu turumun romanda çeşitli örnekleri sergileniyor. Halit
Ayarcı, bu tutumuyla toplumda "başarılı insan"dır. Hayri İrdal'ın
baldızını "ses sanatçısı" olarak bir yere yerleştirir. Sonra
"Saatleri ayarlama enstitüsü"nün çekirdeği olan küçük daireyi
açarlar. Bu enstitünün açılışı, gelişmesi, çalışma havası, memurları,
reklamları, her şeyi bürokrasinin hicivci anlatımla gözler önüne serilmesidir.
Meselâ dairelere alınan memurların öncelikle hısım akrabadan seçilmesi, kadın
memurların işyerinde örgü örmesi şu tabloyla karşımıza çıkarılıyor:
"Halit Ayarcı'nın akrabasından
olduğunu bildiğim kalem şefimiz Nermin Hanım beni görür görmez kırk yıllık
ahbap gibi sevindi. İş için elindeki örgüyü bile bırakmıştı. Nermin Hanım'ın
daha o gün ya örgü ördüğünü, yahut konuştuğunu öğrendim. Daha doğrusu daima
konuşur, yalnız kalınca örerdi" (s. 224).
Alman prensip kararı gereğince kadroların
akrabalara tahsisini işleyen pasajlar sayıca çok, ama her birinde ayrı
motifler, ayrı bakış açıları var:
"Zehra enstitüde pek az kaldı. O ayar
istasyonlarında çalışmayı tercih etmişti. Ve o sayede evlendi. Ve tabii evlenir
evlenmez kocasını yelkovan şubesi şefi ve mütehassısı yaptık. Damadımı da
dışarda bırakacak değildim ya! Küçük baldızım, Zehra'dan boş kalan yere tayin
edilmişti. Onu da enstitümüzde iş arayan tavsiyesiz bir genç, müesseseye girmek
için başka çare kalmadığını anlayınca, hemen o gün istedi" (s. 254).
Bütün eksiklikleri tamamlayıp
donatıldıktan sonra enstitünün ilk işi, zaman ve saatle ilgili özdeyişleri
toplamak, biner adet basmak ve şehre dağıtmaktır. Çoğunluk Hayri İrdal'ın eski
ustası Nuri Efendi'ye ait bu sözler, slogancılığın modern toplumdaki etki
gücünden yararlanarak enstitüye ilk "uğraş" olur:
"
'İnaden kendiliğinden ayar kabul etmez', 'Ayar saniyenin peşinde koşmaktır.
Bazan bunlara Halit Ayarcı'nın kendi buluşları da karışıyor ve onlar daha
manalı oluyordu: Müşterek zaman müşterek iştir, 'Hakiki insan zaman
şuurudur", 'Refahın yolu sağlam bir zaman anlayışından geçer"
gibi şeylerdi bunlar.
( ) Böylece hiç işi olmayan enstitümüz
yavaş yavaş kendi varlığının etrafında bir yığın iş peydahlamış oldu" (s.
226).
Belediye başkanının yardımcılarıyla
birlikte enstitüyü ziyaret edişi ve yapacak işi olmayan, sırf hısım akrabaya
işyeri halinde ayakta tutulan enstitünün, müteşebbis Halit Ayarcı'nın sunuş
biçimiyle nasıl ciddi bir etki bıraktığı ve varlığını garanti ettiği güzel bir
hiciv örneklerinden biridir:
"Tekrar bizim odaya geçtik. Belediye
reisi boş klasörlere, kılıfları içinde uyuyan yazı makinelerine ve büyük siyah
defterlere bir müddet baktı. Duvarda sloganları okudu:
Ayar
saniyenin peşinde koşmaktır... Mühim söz bu Halit Bey!...
Tahmin
ederim efendim...
Halit Bey hiç de mütevazı değildi. Mamafih
belediye reisine, Nuri Efendi'nin adını söylemeden, eski saatçilerimiz
tarafından bu cins birçok sözlerin söylendiğini ve bu adamların cemiyet ve
çalışma işlerini çok iyi bildiklerini, enstitümüzün gayelerinden birinin de bu
ustaları halkımıza tanıtmak olduğunu anlattı.
Neşriyat
büromuzun vazifesi bu olacak..." (s. 233234).
Kadroların "gerekliliği",
"ihtisas dalları", "koordinasyon meselesi" hep belediye
başkanının ziyareti sırasında kararlaştırılarak enstitünün resmiyeti
temellendirilir. Belediye başkanının bazı "ciddî" kuşkulan vardır:
"Bu kadar mütehassısı nereden bulacaksınız?" Ayarcı,
"Personelimizi kendimiz yetiştireceğiz" gibi idealist bir cevap
bulur. Personel seçimi konusundaki tereddüdü de şöyle giderilir:
"Halit Bey bir el işaretiyle bu
vehimlere son verdi:
Biz
bu meseleyi hallettik. Müessesemize tam referansı olmayan, iyi tanımadığımız
kimse giremez. Bunun için de prensibimiz gayet sağlam. Memurlarımızın yansı,
kendi akraba ve yakınlarımız olacak. Yarısı da dışardan güvendiğimiz yüksek
insanların tavsiyeleri. Böylelikle her nevi dedikoduyu önlemiş olacağız...
Herkes kefaleti umumiye altında çalışacak.
Belediye reisi bunu çok beğendi." (s.
239).
Bir kuruluşu işlevi açısından eleştirmek,
herşeyden önce ona gerek var mı sorusunu yöneltmek geleneğinin oluşmadığını,
bir kere kurulmuşsa artık yaşama hakkını garanti ettiği inancıyla onu eş dost,
hısım akraba için ekmek kapısı olarak kullanma alışkanlığını hicveden Ahmet
Hamdi Tanpınar, bu kuruluşların işleyişiyle de ilgili ilgi çekici tablolar
vererek hiciv alanını gittikçe genişletiyor. Bunlardan biri meselâ istatistik
düzenlenmesi. Roman kahramanı bu konudaki acemiliğinin de üç dört gün içinde
Ayarcı tarafından giderildiğini anlatıyor. Ayarcı, renklerin seçiminde
sekreteri Nermin Hanım'dan yardım gördükten sonra renkli sütunlardan oluşan
hazır bir tabloyla gelir ve sıra ile her renkli sütuna bir meslek adı koymaya
başlar. Söz konusu grafik, saat ayarında mesleklere göre bir tesbiltir:
"Aman beyefendi, dedim, bu tam tersi
olmuyor mu? Yani evvelâ incelemeler yapılır, rakamlar, yani neticeler elde
edilir. Sonra onların ifadesi olan kolonlar tanzim edilir. Hiç olmazsa benim
bildiğim böyle...
Halit Ayarcı ilk defa görüyormuş gibi
yüzüme baktı:
Eski
usul, dedi, eski ve mânâsız. Müthiş zaman yer. Sonra hiçbir neticeye götürmez.
Böylesi daha doğrudur. Yanılma ihtimali bunda azalır. Çünkü kontrole imkân
vermez." (s. 243).
Roman kahramanı Halit Ayarcının
kişiliğinde doğrudan doğruya "başarılı insan"ı bulur. Onun yanında
"yetişmek"te kararlıdır:
"Bütün mesele burada idi. Halit Bey
rahat insandı. Bu para meselesi filân değildi. Alelade kendine güvenme hissi de
değildi. Daha başka bir şeydi. Hayatla, herhangi bir şeyle oynar gibi
oynuyordu. Onu tanıdığımdan beri ister istemez hep onun verdiği çerçeveler
içinde düşündüğümü, hattâ onu taklit ederek yaşadığımı bir daha anladım."
(s. 256).
Başarıya götüren mekanizmayı Hayri İrdal
çok geçmeden kavramıştır. Ustasını sevindiren ve onu keşfetmiş olmasıyla
gururlandıran "buluşları" birbirini kovalar. Bunlardan biri gezici
ayar istasyonları oluşturmak, personelini bayanlardan seçmek, onlara üniforma
giydirmek, müşteriye hitap tarzını belirlemektir:
"Yani bir nevi otomatizm... Asrımızın
asıl büyük zaafı ve kudreti. İçten içe hazırlanan aydınlık ve düzenli yeni
Ortaçağ'ın temeli ve belkemiği. Haklısınız Hayri Bey... Hayri Bey siz bir
dâhisiniz. Öyle bir şey buldunuz ki... Tam çalar saat gibi konuşup susacak
insanlar, değil mi? Plâk insan... Harika!" (s. 251).
Halit Ayarcı ile Hayri İrdal arasındaki
ilişki romanın yine bir başka hiciv alanını oluşturuyor: Menejerlik müessesesi.
Halit Ayarcı, bir kabiliyet keşfetmiş, onu topluma göstermek, kanıtlamak ve
yüzde yüz ilerletmekte kararlı bir menejer tipidir. Çoğu zaman "emri
vaki" hedefler koyar. Hayri İrdal'ın ufak tefek itirazlarından sonra bu
hedefe doğru ilerleyeceğinden emindir. Meselâ ilk tanıştıkları sırada ondan
hikâyesini dinlediği saatçi ustasını kafasında bir zaman filozofuna dönüştürür
ve beklenmedik bir anda belediye başkanına Hayri İrdal'ın "AhmetZamanî
Efendi" üzerine bir etüd hazırlamakta olduğunu söyler. Bu bir
görevlendirmedir, İrdal için bir hedef olacaktır:
" Ahmet Zamanî Efendi mi? Hiç
işitmedim...
Onyedinci
asrın meşhur âlimlerinden... Dördüncü Ahmet devri adamı. Tam klâsik
devrimizde...
Ne
yapmış bu adam?
Devrinin
en büyük saatçisi... Hattâ Graham'dan evvel rabia hesaplarını bulmuş diyorlar.
Hayri Bey doğrudan doğruya onun mektebinden gelen bir zatın talebesidir.
Muvakkit Nuri Efendinin..." (s. 263).
Romanda hiciv konularından biri de basın.
Saatleri ayarlama enstitüsünün yankıları. "Bu kadar mühim iddialı bir
müessesenin bu cinsten bir iş adamına verilmesi"ne şaşan yazıların
yanısıra Hayri İrdal'ın öz geçmişi de konu ediliyor:
"Ertesi hafta gazetelerden birinde
dünyanın en garip başlıklı makalelerinden biri vardı. 'Hayri İrdal'ın çıraklık
seneleri' diye başlayan bu yazıda benim üç yaşımdan itibaren saat ve zamanla
meşgul olduğum anlatılıyordu" (s. 272).
Menejer Halit Ayarcı'nın bu gelişimleri
değerlendirişi, konuya başka bir yönden bakıp başka hiciv odakları
keşfetmesidir yazarın:
"Voltaire'e
veya Faust'a benziyorsanız kabahat benim mi? Yahut benzetiyorlarsa... Onlar da bizim
bir şeylerimiz olmasını istiyorlar. Elli senede bir medeniyete bütün tarihiyle
yetişmek kolay mı? İşin içine elbette biraz mübalâğa girecek! Nasıl filân
romancımızı Balzac'a, öbürünü Zola'ya benzettilerse, sizi de başkalarına pekâlâ
benzetirler" (s. 273).
Hayri İrdal'ın sinema dünyasıyla yaşayan
hayalci karısının da peşine düşen gazeteciler onunla kocası hakkında bir
röportaj yaparlar. Gerçeğe hiç uymayan bir Hayri İrdal imajı veren bu yazıdan
sonra Ayarcı, bu kadında da büyük bir "kabiliyet" keşfeder ve bir
gazete çıkarmak, yönetimini de ona vermek için hemen harekete geçer. Söz konusu
röportajın verdiği yanlış imajın dışında başka özellikleri de vardır:
"Hakikaten röportajdaki resimlerin
birçoğu benim değildi. Beni at üstünde gösteren resim aşikâr şekilde İngiliz
manzarasının ortasında idi. Kütüphanem diye tanıtılan yeri bütün ömrümde
görmemiştim, göremezdim. Saat koleksiyonum hayalimden bile geçemezdi" (s.
284).
Roman kahramanı, menejerinin
görevlendirilişiyle "Şeyh Zamanî'nin Hayatı ve Eserleri" adlı
kitabını hazırlar ve yayınlar. 17. Yüzyıla yerleştirdiği bu hayal ürünü
biyografinin uyandırdığı yankı yine bir toplum hicvi tablosudur:
"...hakikaten büyük bir teveccühle
karşılandı. Halit Ayarcı'nın bir çırpıda bulduğu bu mühim şahsiyet etraftan
derhal kabul edildi. Pek az insan Graham hesaplarının bundan iki yüz sene evvel
ve bilhassa aramızda yaşamış bir adam tarafından bulunup bulunamayacağını
düşünüyordu. Esasen Halit Ayarcı'nın ısrarıyla ecdadın riyazî bilgilere olan
merakı üzerinde o kadar geniş tafsilât vermiştim ki Ahmet Zamanî'nin keşfi,
kendiliğinden herhangi bir hesap ameliyesinin en tabiî neticesi oluyordu"
(s. 296).
Romanda başka vesilelerle gözler önüne
serilen "İspiritizma Cemiyetleri" nin bu "eser"e tepkisi de
ilginçtir:
"İkincisi, eski İspiritizma
Cemiyetindeki bazı dostların bir ay geceli gündüzlü bir uğraşmadan sonra Ahmet
Zamanî'nin ruhunu çağırmaya ve onunla konuşmaya muvaffak olmalarıydı. Bu
konuşmada Ahmet Zamanî Efendi de kitabımın bâzı yerlerine itiraz etmişti.
Ezcümle peltek ve kekeme olmayı reddediyor, nisbet ve tarikatı hakkında daha
geniş malûmat veriyordu. Gazeteler bunu da yazarak işi biraz daha
alevlendirdiler. Asıl garibi bu mülakatın merhum tarafından bana bir teşekkürle
bitmesiydi" (s. 298-299).
Tanpınar, hicvin abartma boyutlarını
sonsuza götürmeyi denemiyor. Hakikati savunan insanların az da olsa var
olduğunu sezdiren bir belirtiye yer veriyor:
"Yazık ki etrafın gösterdiği çok
dostça ilgiyi birkaç âlim taslağı bozmaya kalktı. Böyle bir insanın mevcut
olmadığını, kitabımın baştan aşağı uydurma olduğunu söylemek küstahlığında
bulundular" (s. 298).
Kuruluşların varlıklarını sürdürebilmek
için modern toplumda "yenilik" ve "buluşlar" la çalışması,
aktüalitelerini korumaları gerektiğine saatleri ayarlama enstitüsünün çalışma
tarzı ilginç bir örnektir. Bu "enstitünün" birbiri ardına
gerçekleştirdiği "atılımlar" ayrıntılarıyla işlendikten sonra bir ara
şöyle özetleniyor:
"Üç gün sonra ikramiyesiyle,
piyangosuyla, zamlarıyla, tenzilâtıyla nakit ceza usulümüz bütün bir sistem
oluşmuştu. Halit Ayarcı benim keşfimi tam Hollywood metodiyle ilân etti. Birkaç
hafta içinde Ahmet Zamanı Efendi'yi herkes unutmuştu. Saatleri ayarlama
enstitüsü ilk kuruluş anlarında dahi erişemediği bir teveccüh ve muhabbet
kazandı. Bunun arkasından Saat Sevenler Cemiyeti vasıtasıyla tesis ettiğimiz
köyler için saat ayar ekipleri geldi. Zaten saat ayar istasyonlarımız
çoğalmıştı. Şehir bizimdi. Bir yığın genç kız ve erkek, sırtlarında Samiye
Hanım'ın icadı üniformalar, yakalarında rozetlerimiz, gidip geliyorlar, umumi
hayata neşe katıyorlardı" (s. 304).
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama
Enstitüsünü bir toplum hicvi olmakla sınırlandırmak istemiyor. Hicvettiği
bürokrasinin yalnız bizim toplumun problemi olmadığını, "evrensel"
olduğunu saklamıyor:
"Bu asra birçok ad verilebilir. Fakat
o her şeyden evvel bürokrasi asrıdır. Spingler'den Kayserling'e kadar bütün
filozoflar bürokrasiden bahsederler. Ben hattâ derim ki, bürokrasinin asıl
kemal çağı, istiklâl devri, bu devirdir. Bunu anlayan adam mühim adamdır. Ben
mutlak bir müessese kuruyorum. Fonksiyonunu kendisi tayin edecek bir cihaz...
Bundan mükemmel ne olabilir?., (s. 271).
Romanın son bölümü enstitünün yan kuruluşu
"Saat Sevenler Cemiyeti" aracılığıyla Türkiye sınırları dışına
yayılmasını işliyor. Altı Güney Amerika şehrinde kurulan bu
"cemiyetlerin" İstanbul'daki "Saat Sevenler"le bağıntı
kurmasından sonra:
"Saatleri Ayarlama Enstitüsünün
esbabı mucibe lâyihasiyle nizamnamesini istediler. Bunu uzak ve yakın şarkta,
bazı Avrupa memleketlerindeki hareketler takip etti. Böylece iki buçuk sene
içinde yurt dışında otuzdan fazla Saat Sevenler Cemiyeti ve üç enstitü kurulmuş
bulundu. İşin garibi, enstitünün kurulmasını kabul etmeyen memleketlerde bu
hususta efkân umumiyeye sarih sebep gösterilerek izahat verilmesiydi. Filhakika
hemen hepsi 'sanayi hayatı kâfi derecede gelişmiş olduğu için böyle bir
müesseseye ihtiyacımız yoktur" diyorlardı" (s. 345).
(Millî
Kültür, C. 111, sayı 5, Ekim 1981, s. 713).
**
Ahmet Hamdi Tanpınar in ozan, deneme
yazarı, edebiyat tarihçisi, düşünür yanları öykü ve roman yazan kişiliğini
beslemiştir. Gerçekte onun ürün verdiği bütün dallarda karşılıklı etkiler söz konusudur.
Denemesinde şiirinin, edebiyat tarihinde denemeci kimliğinin, romanında düşünür
yönünün büyük payı yardır.
Öykülerinde insanı konu edinirken
bilinçaltı serüvenini, düşler evrenini geniş biçimde işleyen Tanpmamn
romanlarındaki kahramanları da sık sık zengin çağrışımlı düşler görürler. Bu
nokta onun öykü ve romanlarını şiirlerine bağlamaktadır. Öykülerin ve
romanların tarihimizi, uygarlık değişimimizi konu edinişi ise bu türlerdeki
ürünlerini yapıtının bütünüyle birleştirmektedir. Tanpınar yaşamımıza tarihin
taşıdığı sorunlar üzerinde en geniş biçimde durmuş yazarlarımızdandır. Eski
uygarlığımızın nitelikleri, Batılılaşma sürecimiz, çağdaş uygarlığımızı
kurabilecek öğelerin araştırılması onun hemen bütün yapıtlarının temelini
oluşturmuştur. Birbirini tamamlayan, ortak kahramanlar çevresinde gelişen üç
romanı (Mahur Beste Sahnenin
Dışındakiler Huzur) Kırım Savaşı'ndan
11. Dünya Savaşı'nın çıkışına kadar gelen süre içinde uygarlık değişmesi
bunalımını ele ahr, geçmişi ve "şimdi"yi türlü yönlerden karşılaştırır,
çözüm ve yargılar getirir. Toplu yapıtından gelen sonuç onun şu sözlerinde
özetlenmiş sayılabilir: "Teklif ettiğim şey ne türbedarlık, ne de mazi
hırdavatçılığıdır. Bu toprağın macerasını ve kendi maceramızı bilmek, onun
içinden büyümek, onun içinden tabii şekilde yetişmek ve Batılı anlayışla Batılı
ustaları severek eser vermektir."
Mahur Beste romanmın kahramanlarından
İsmail Molla da yazarın görüşleriyle bütünleşecek biçimde, "Ben Doğuya
bağlı değilim, eskiye de bağlı değilim, bu memleketin hayatına bağlıyım. (...)
Bizi yapan bu hayattır. Bütün özelliklerimiz oradan gelir. Bu ise kitapta
okuduklarımız gibi bir kere için olup bitivermiş şeylerden değildir, daima
değişen, değiştikçe bizi de değiştiren bir şeydir. (...) Din, inanç, hepsi
hayatta şekil alıyor, değişiyor. (...) O (bizim hayalımız) değişir. Değiştikçe
de yaratır. Arkasında kendisini yapan kuvvetle o duruyor. (...) Ne kadar
değişirsek değişelim, yapacağımız her yeni şeyde bu memleketin kendisinden
gelen bir damga olacaktır. Onu doğuracak olan bu anadır." diye konuşur.
"SAATLERİ
AYARLAMA ENSTİTÜSÜ"
Tarihi, eski uygarlığımızı, değişimini,
değişmeyle yeni bileşimin özellikleri' ni Tanpınar'ın öykü ve romanları canlı
gözlemlerle ve zengin bir kahramanlar kadrosu aracılığıyla konu edinir. Bu
yapıtlar arasında konuya en yoğun biçimde Saatleri Ayarlama Enstitüsü, roman
tekniği bakımından da türün bizdeki gelişimi içinde önemli bir yer tutmaktadır.
Gerçeği alışılmış şemaların dışına taşarak irdeleme bakımından Oğuz Atay'ın,
günümüzde Nazlı Eray'ın sanatlarıyla SAE romanının akrabalığı bulunduğu
kesindir.
SAE'de tarihsel, kültürel toplumsal
eleştiri boyutları Tanpınar'ın sanatında önemli yeri olan iki öğeyle daha
birleşmektedir. Bu öğeler için yazar, "Antalyalı Genç Kıza
Mektup"unda, "Şiir ve sanat anlayışımda Bergson'un zaman anlayışının
önemli bir yeri vardır. (...) Rüya sorunları beni Freud'a ve psikanalistlere de
götürdü." demiştir. Mahur Beste romanını tamamlayan "Behçet Be/e
Mektupla da "Freud ile Bergson'un paylaştıkları bir dünyanın çocuğuyuz.
Onlar bize sırrı insan kafasında, insan hayatında aramayı öğrettiler."
denmektedir. SAE romanı ise Bergson'un zaman felsefesi ile psikanalizciliğe,
Tanpınar'ın başka yapıtlarını beslemiş bu iki kaynağa yergili eleştiriler
getirmektedir. Aynı davranış değişimi tarihe bakış için de ileri sürülmektedir.
Bu noktaya Prof. M. Kaplan'ın Tanpınar'ın Şiir Dünyası yapıtında şöyle
değinilmiştir: "Tanpınar'ın gençliğinde Yahya Kemal'in etkisiyle
benimsediği, uzun yıllar güzel yanlarını birleştirerek muhayyilesinde yeniden
kurduğu ve özeDikle düzyazılarında geliştirdiği .estetik tarih görüşünde daha
sonra bazı sarsıntılar olur. Osmanlı tarihinin etkileri, bugüne kadar gelen
eski; gülünç ve 'dekadan' yanları üzerinde daha fazla ısrar eder ve günlük
olayların sıkıntılarını daha kuvvetle duymaya başlar. SAE romanında bu görüş
değişikliği kuvvetle duyulur Bu esere hem eski uygarlık şeklini hem şimdiyi
kapsayan ironik bir davranış biçimi, hattâ bir abeslik duygusu egemendir.
Geçmişe bakış yönünden 'Beş Şehir' ile SAE'nin geçmişle ilgili sayfaları
arasında tam bir çelişki vardır."
ELEŞTİRİ TEZGÂHINA YATIRILAN BÜROKRASİ
Tanpınar'ın tarihe başka yapıtlarında ve
SAE'de ayrı biçimlerde baktığını ileri sürmek bizce doğru olmayacaktır. Çünkü o
yukarıdaki alıntıda sözü edilen
Beş Şehir'de bile kalıplaşmış, gelenekçi,
tutucu bir davranış içinde olmadığı açıktır. Bu yapıtın önsözünde geçmişteki
dünyamız ve uygarlığımız için şöyle denmektedir: "Şimdi onu, kimliğimizde
gittikçe büyüyen bir boşluk gibi duyuyoruz, biraz sonra, bir köşede
bırakıvermek için sabırsızlandığımız ağır bir yük oluyor. İrademizin cn sağlam
olduğu anlarda bile, içimizde hiç olmazsa bir sızı ve bazen de, bir vicdan
azabı gibi konuşuyor.
Yalnız ulus ve toplumların değil,
kişiliğin de asıl anlam ve kimliğini, çekirdeğini tarihsellik denen şeyin
yaptığı düşünülürse, bu iç didişme hiç de yadırganmaz. Geçmiş daima vardır.
Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya
mecburuz."
SAE, yazarın gündeminde her zaman yer
tutmuş bu hesaplaşmanın ürünlerinden biridir.
Romanın Yeni İstanbul Gazetesi'nde
tefrikası başlarken Azra Erhat yazarla bir konuşma yapmış, roman kahramanı
Hayri İrdal için Tanpınar şöyle demiştir: "Şehir saatlerinin birbirini
tutmaması yüzünden vapuru kaçırdığım bir günde Kadıköy iskelesinin saati
altında birdenbire onunla karşılaştım ve bir daha beni terketmedi."
Hayri
İrdal, romana adım veren enstitünün on yıl müdür yardımcılığını yapmıştır.
Şehir saatleri birbirini tutmadığı için kurulan bu ayar enstitüsü,
"Ayar saniyenin peşinde koşmaktır",
"Müşterek zaman müşterek iştir",
"Hakiki insan zaman şuurudur",
"Refahın yolu sağlam bir zaman anlayışından geçer"
gibi
sloganları yayar. Saatleri doğru olmayanlara bir videolu parasal ceza sistemi
uygular. Ayar istasyonlarına sahiptir. Bir Saatleme Bankası, çalışanları için
Saat Evleri vardır. Uluslararası saatsevenler kurultayları düzenler. Bütün bu
sistemin kanmaya ve kandırmaya dayanan boşa dönmüş bir çark olduğu on yıl sonra
anlaşılacak, fakat kuruluşun lağvedildiği emrini enstitüde çalışan 300'e yakın
kişinin görev alacağı "daimi tasfiye komisyonu"nun kuruluşu izleyecek
ve boşuna dönen çark, devinimini sürdürecektir. Romanın bütünü içinde ancak
yüzde kırk yer tutan bu enstitü serüveni romanın eleştiri kapsamına çağdaş
"bürokrasi"yi de eklemektedir. Yüzyılımızın bir bürokrasi yüzyılı
olduğu vurgulanmakta, "Spinglerden Kayserling'e kadar bütün filozofların"
söz konusu ettiği bürokrasi, tarih ve uygarlık değişimi sorunlarıyla birlikte
eleştiri tezgâhına yatırılmaktadır.
SAE nın eleştiri tonu fanteziyle,
gerçekdışıyla birleşmektedir. Bir anı kitabı olarak dile getirilmiş olayların
kahramanı Hayri İrdal bir süre akıl hastası olarak gözlem altında tutulmuştur,
ama anlattıkları kendi açısından tutarlıdır. Anlatılanların saçmalığı ise bize
açıklandığı kadarıyla, içinde yaşanan olayların, ilişkilerin çarpıklıklarından,
şaşırtıcıhklarından gelmektedir.
GERÇEKDIŞINA UZANAN
YERGİ
Romanın yüzde altmışını oluşturan bölüm,
İrdal'ın enstitü kurulmadan önceki yaşamıyla ilgilidir. Böylece II. Abdülhamit
döneminden 1945'lere kadar uzanan bir döneme ait olaylar ve kişiler, özellikle
geçmişteki dünyamız, tarihimiz, eski kültürümüz ele alınmış olmaktadır. Bütün
bunlar bize yaşanmış gerçekler diye sunulmaktadır. Ancak, kahramanın dediği
gibi "Her insanın hayatında hiçbir muhayyilenin icat edemeyeceği kadar
aksaklık vardır." Bu aksaklıklar üstüste gelince inanılmaz bir tablo oluşmakta,
roman gerçekdışına uzanan bir yergi niteliği kazanmaktadır.
Hayri İrdal, geçen yüzyılın sonlarında
Edirnekapı'da Mihrimah Camii'nin yanında bir evde doğmuştur, bir kayyumun
çocuğudur. Babasının dedesi Takribi Ahmet Efendinin yaptırmaya hazırlandığı
camiyle ilgili eşya arasında yer alan ayaklı bir saat kahramanın serüvenini
hazırlamış ve kişiliğini belirlemiştir. Onun çocukluğunu ve ilk gençliğim
kuşatan çevre eski kültürümüzün tutarsızlıklarını, bozukluklarını,
saçmalıklarını gözler önüne serer. İrdal bu çevrenin insanları için "Onların
rüyaları içinde yaşadım... Mizaçlarını benimsedim." demektedir. Bu
insanların içinde yaşadığı olayları ise "Bunlar o cins şeylerdir ki, ne
hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlayamaz" diye
tanımlamaktadır. "Şehzade Camii'nin biraz aşağısında, Burmalımescit
taraflarında aşı boyalı, cephesi bitmek tükenmek bilmeyen bir konakta atlı
arabalı muhteşem bir hayat süren Tunusluzade Abdüsselam Bey" bu
kahramanlardan biridir. Abdülhamit döneminde hafiye damadmın kendisi için, onun
da damadı için verdiği jurnallar dönemin portresinde bir yanı oluşturur.
"Vefa ile Küçükpazar arasında, bir yokuşun üzerinde Lûtfullah"
topluluğun başka bir üyesidir. "Aklı ortadan kaldırmadan gerçeğe ermenin
imkansızlığını" söyleyen Lûtfullah yazarın "Kerkük Hatıralan"nda
sözünü ettiği uşakları Seyyid Abdullah'la, Cemalettin Efganî'den alınma
çizgilere sahiptir. Tılsımlı Andronikos hazinelerinin peşinde olan Lûtfullah'a
karşılık "Veznecilerde bir eczane işleten Aristidi Efendi kimya yoluyla
cıvadan altın yapma işine kaptırmıştır kendini. Yalan, masal, düş bütün bu
grubu yaşamın ve gerçeğin dışma itmiştir. Hayri İrdal'ın, yanında çırak olarak
çalıştığı saat tamircisi yan evliya muvakkit Nuri Efendi geçmişin arıduru bir
yanını yansıtır ama o da yaşamın içinde eylemli yer alacak güçte değildir.
İmparatorluk dönemine ait dünyanın
sergilendiği bölümde İstanbul'un türbeleri, yatırları, geçmişin eski tıp,
cefir, ilmi menafiyülâzâ, ilmi havas, ilmi huruf gibi akıldışı bilgileri
sıralanır.
Hayri İrdal, "sırf yalan olduğu için
kendiliğinden bana güzel görünüyordu" dediği tiyatro dünyası içinde de
kısa bir süre yer alır. Ama onun asıl canlı gözlemleri "bazen bütün günü
geçirdiğini" söylediği Edirnekapı veya Şehzadebaşı kahveleriyle ilgilidir.
Romancının kendisi Mütareke yıllarında bazıları Sultanahmet ve Nuruosmaniye'de
bulunan bu tür kahvelerde uzun süreler bulunmuştur. SAE'de kahve insanları
anlatılırken, buralarda yaşayan aydınlarımızın davranışları, düşünceleri
sergilenip eleştirilmiştir. Üç saat süren Hazreti Ali Cengi hikâyesinin sahibi
meşhur tarih üstadı, yıllardan sonra bakan koltuğuna oturacak kahve müşterisi;
Mükrimin Halil Yinanç, Hasan Âli Yücel gibi gerçek kişilere dayanan portreler
oluştururlar. Bu kahvelerde toplananlar "topluluk halinde rüya görmektedirler."
Hayri İrdal, onların arasında geçirdiği yılları, "Ne kadar ciddi başlarsa
başlasın burada her iş en beklenmedik sonuçlarla biterdi. Bu kahvenin bir adım
ötesinde yüzde yüz gibi bakılan bir hesap, burada birdenbire en hafif ihtimal
biçimine girer, bir yığın gidip gelmeden sonra talihin bir alayı olurdu. Hülâsa
bu abes denen şeyin bataklığı idi. Ve ben boynuma kadar ona gömülmüştüm."
diye anlatır.
TEDİRGİNLİĞE BOĞULMUŞ
AYDİN TİPİ
Abdüsselam Beyin yetiştirdiği aydınlık
yürekli Emine'yle evlenen fakat yaşlı adamın artık yoksullaşmış konağından
ayrılamayan Hayri İrdal, onun ölümünden sonra varolmayan bir mirasın hesabını
vermek zorunda kalır ve şerbetçibaşı elmasından sözeden bir yalanı dolayısıyla
Adli Tıp'ta gözetim altına alınır. Burada karşılaştığı Doktor Ramiz; Viyana'da
okumuş, yurda dönünce hakettiği yere getirilemediği sanısıyla tedirginliğe
boğulmuş bir aydın tipidir. Psikanalizi "hayat muammasının biricik
anahtarı" saymaktadır. "Bu mucizeli kaldıraçla bütün memlekete eksen
değiştirlecek bir mevki ve imkân yakalamaya çalışmaktadır. İrdal'ın onun
aracılığıyla girip muhasibi olduğu İspirtizmacılar Kulübü müdürlüğünü yaptığı
Psikanaliz Cemiyeti bir yönüyle Freudculuğun yarı aydınlar tarafından
değerlendirilişini, hattâ öğretinin kendisini eleştirir. Öte yandan da böyle
bir "kolektif yalan"la vakit geçirip avunan çevreleri alaya alır.
Romanın kahramanı bu çevreler için "böyle demekler daha çok beraberce
yalan söyleyip beraberce aldanıp hoşça vakit geçirmek isteyenlerin
işidir." der.
İrpirtizmacılar Kulübü'nün İrdal'a
tanıttığı insanların (Nevzat Hanımefendi'ye tutkun Cemal Bey, Cemal Bey'e
tutkun medyum Sabriye Hanım, Matmazel Afrodili) serüvenleri karmaşık sevgi
cinayetlerine yol açar: Zeynep Manim Nevzat Hanıma tutkun kocası tarafından
öldürülmüştür. Cemal Bey, Zeynep Hanımın kocası Tayfur Bey tarafından
öldürülür. Kulüp üyelerinden Pakize'yle evlenen Hayri İrdal, yaşamını
"sinemanın yalnız terbiye değil, tatmin de ettiği bir insanla"
birleştirmiş olur. İlk eşi Emine'nin ölümünden sonra ailesine ses sanatçısı
olma sevdasında bir büyük baldızla güzellik kraliçesi olma hevesinde bir küçük
baldız da girmiştir. Ama yaşamını değiştirecek olan Saatleri Ayarlama
Enstitüsünün kurucusu Halil Ayarcı'dır. Saat onarımında usta olan, eski kültürün zaman
felsefesine şöyle böyle yakınlığı bulunan Hayri İrdal, "Hepimiz Halil
Ayarcı'nın elinde bir kukla gibiydik. O bizi istediği noktaya getiriyor ve
orada bırakıyordu." diyecektir. Halit Ayarcı, Ayarlama Enstitüsü'nü
kurar ve İrdal'la birlikte bütün bir toplumu bir yalanın arkasına yerleştirir.
On yıl süren serüven, enstitü çalışanları için yapılacak konutlar dolayısıyla
büyüsünü yitiriverir. Enstitü binasının yapımında alabildiğine genişletilen
fantezi enstitü çalışanlarının kendi oturacakları evlerin yapımına uygulanmak
istenince itirazlarla karşılanır. "Yeniliği kendilerine ucu dokunmamak
şartıyla seviyorlardı... Fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih
ediyorlardı. Kendi menfaatleri ortaya konunca birdenbire dönmüşlerdi."
Yeniliğin, dönüşümün, devrimin gerçekleşme süreciyle ilgili sayılabilecek bu
eleştiri "Bir insan, iki türlü düşünür mü? İki türlü mantık bir kafada
bulunur mu?" sorusunu getirir. Halit Ayarcı, "Bir yerde
aldandım... Nerde?" diye düşünmektedir. İntiharı da düşündürecek bir
otomobil kazası yaşamını ve romanın bize anlattığı serüveni sona erdirir.
SAE'de zaman, geçmiş, tarih konularında
türlü eleştirilerle karşılaşırız. Dr. Ramiz'e göre "tarih günün
emrindedir." Ona göre geçmişten yakınmamız geçmişi değiştirmek istememiz,
"baba kompleksiyle açıklanabilir, "Şu Etilere, Frikyahlara bilmem ne
kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka bir şey mi?"
Romanda sık sık "eskileri çok az bildiğimizden" yakınılır. Fakat
Ayarcı'nın desteklediği, İrdal'ın kaleme aldığı tarih çalışması apaçık bir
yalandan başka bir şey değildir.
"Saatçilerin pîri Şeyh Ahmet Zamani
Hazretleri'nin hayatını ve keşiflerini" anlatan bu inceleme tarihi
araştıran, onu yeniden kurmak isteyen araştırmalara yönelmiş bir yergidir.
Tanpınar'ın Huzur romanında Mümtaz Şeyh Galip'in yaşamıyla ilgili bir roman
için kitaplıkları dolaşır, incelemeler yapar; Yaz Yağmuru öyküsünün kahramanı
Sabri de XVII.yy'ı konu edinen bir roman için araştırmalarını sürdürmektedir.
Hayri İrdal'ın tutumu onlardan bütün bütüne ayrılır. O, bir yalanı ispatlamak
için bir geçmiş yaratmıştır. Roman kahramanlarından birinin söylediği
"Herkesin ayrı bir gerçeği vardı. Ve herkes zemin ve zamana göre onu yavaş
yavaş yeniden yaratıyordu" sözü, geçmişi değerlendirmedeki tutum içinde
geçerli olmuştur.
Halit Ayarcı uygarlık değişiminin
yarattığı bunalım karşısında "Elli yılda bir medeniyete bütün tarihiyle
erişmek kolay mı?" diye konuşur. Eski uygarlığın çöküş döneminin boş
inançları, insan ilişkilerinin bozuklukları ve boşa çıkan umutlan "üstüste
devrimler yapmış, türlü zümreleri ve nesilleri geride bırakarak doludizgin
ilerlemiş" toplumda da tekrarlanacaktır: "Politikadaki hürriyet, bir
yığın hürriyetsizliğin anahtan veya ardına kadar açık duran kapısıdır.";
"Siyasal inançlar ise çok defa şu ya da bu nedenle gizlenilen şeylerdir.
Hiç kimse ortada o kadar kanun yaptırımı varken elbette durduğu yerde, 'Benim
düşüncem şudur" diye bağırmaz."
Hayri İrdal "Doğdum doğalı herkes
bana dürbünün ters tarafından bakmayı teklif ediyordu" diye yakınır. Bir
yerde de şu itirafta bulunur: "Yalana alışmıştım. Hayatım denen bu kalp
akçeyi başka türlü süremezdim. İnsanlar benim böyle olmamı istemişlerdi."
SAE'ınn iki baskısında da yer almayan ve
Turan Alptekin'in Bir Kültür, Bir İnsan (1975) kitabında yer alan "Halit
Ayarcı'dan Doktor Ramiz'e" başlıklı mektup biçimindeki yazı İrdal'ın
"yalan"nın niteliğini acaba açıklayabilecek midir? T. Alptekin bu
yazı için "romanın yayınlandığı günlerde, Hamdi Bey ya söyleyeceği son
sözün bitmeyişinden ya da esere bir reklam zemini hazırlamak amacıyla mektubu
yazdırmış, fakat sonra yayımlamaktan vazgeçmiştir" diyor. Mektuptan daha
önce Tahir Alangu da söz etmiştir fakat ilk yayımlayan T. Alptekin'dir. Yarım
kalan Mahur Beste romanını da böyle bir mektupla sonlandıran Tanpınar'ın SAE
için Halit Ayarcı' nın ağzından kaleme aldığı mektuptan İrdal'ın bir
"paranoyak" olduğunu öğreniyoruz. Ayarcı Vefa Lisesi'nden arkadaşı
İrdal'la Ankara'da yeniden beraber olmuştur; o sıralarda kendisi bankada, Dr.
Ramiz Numune Hastanesi'nde, İrdal da Baro'da çalışmaktadır. Ayarcı, arkadaşı
İrdal için "realitenin acılığından, insicamsızlığından ve hayata hâkim
abesten (saçma) o kadar güzel intikam alan bu acaip zekâ..." demektedir.
Dr. Ramiz'in kliniğinde yıllarca tedavi gördükten sonra yaşamı son bulan İrdal,
SAE adlı bir yapıtın müsveddelerini bırakmıştır arkasında. Ayarcı'nın bu
müsveddelerle ilgili yargısı şöyledir. "Hayri'nin zekâsında ve
konuşmasında daima spektaküler bir taraf vardı... Gönderdiğin müsveddelerin o
konuşmalara benzemesini, realiteyle öyle sarmaş dolaş yürümesini, abes bir
masallaştırmaya düşmeden hayattan intikam almasını ben de çok isterdim.
Bu muhayyel hatıraların asıl hızının,
ifrata ve kendisine çevrilmiş bir tür kötüye kullanma duyusu olduğu
muhakkak."
Hayri İrdal'ın hastalığı toplumun onun
anlattıklarına yansıyan hastalıklarından daha ağır değildir. Tanpınar'ın
eleştirisi Ayarcı'nın özlemine uygun biçimde gerçeklerle sarmaş dolaş yürümüş,
abes bir masallaştırmaya düşmeden geçmişi ve günceli dile getirmiştir. İfrata
ve toplumumuza çevrilmiş hiçbir kötüye kullanma duygusundan hız almamıştır. Ama
geçmişle hesaplaşmış, onun ölmeye yargılı yönlerini, "hâl"in de
yaşama gücü taşımayan aksaklıklarını cesaretle sergilemiştir.
(Milliyet
Sanat, sayı 40,15 Ocak 1982, s. 1921).
**
"Zaman denen şey onun için
akıcılığını kaybetmişti.
Her gelecek lâhza ayrı bir korku içinde büyür,
öyle karşısına çıkardı." (17. nota bakınız)
Her gelecek lâhza ayrı bir korku içinde büyür,
öyle karşısına çıkardı." (17. nota bakınız)
Kırk yıl önce yazılmış ve öteden beri hep
övülmüşse de, hakkında yazılanları okuduğumda Saatleri Ayarlama Enstitüsünün
doğru dürüst anlaşılabildiği sonucuna varmakta güçtük çekiyorum. Örneğin
romanın psikanaliz seanslarıyla ilgili bölümünü değerlendiren eleştirmenler
burada olanları abes ilan etmekle kalmıyor, böyle yapmakla yazarın asıl
niyetini kavradıklarına da inanmış görünüyorlar. Bu yorumlarda, analizin öznesi
olan Hayri İrdal'ın aynı zamanda kurmaca bir metnin başkişisi ve anlatıcısı
olduğu gözden kaçıyor, Tanpınar'ın sonradan paranoya bağlamında sözünü etliği
Hayri İrdal, anlaşılması güç bir görev hissiyle hiç de inandırıcı olmayan bir
saflığa büründürülüyor, yazarın romana yazdığı eki önemsememek doğru bir tercih
sayılıyor. Bu tuhaf durumun varoluşçuluğun (metinde sözü geçen) abesine itiraz
edilirken oluşması komikse de, kültür yaşamında ısrarla karşımıza çıkan
başarısız yorumların basil nedenlerden kaynaklanmadığını düşünmek yerinde olur.
Nitekim, sözünü ettiğim tipik algılayış şekli ile Tanpınar'ın 1954'le tefrika
edilen romanına yönelik yorumlarda sık sık öne sürülen "toplumsal
eleştiri", "tarihsel yorum", "hiciv",
"protesto" türünden içeriğe ilişkin temel saptamalar arasında bir
süreklilik olduğu gözden kaçmıyor.» Tanpınar'ın diğer roman ve öykülerinde bu
tür saptamaları destekleyecek verilerin ancak ikincil bir rol oynadığı,
varoluşsal iç çatışmanın arazları ve bunlara uygun düşen metafizik bölünmelerin
ise fazlasıyla belirgin olduğu kısmen de olsa biliniyor. Bu durumda, kitabın
eleştirileriyle yetinecek olsak, ya Saatleri Ayarlama Enstitüsünde Tanpınar'ın
kendisine büsbütün yabancı bir sanat anlayışını benimsediği sonucuna varacağız
ya da bambaşka metinlerden söz ediyor olacağız.
Yine de, romanın bundan önceki yorumlarını
hafife almamak için en az iki önemli neden var. Bunlardan biri romanın
alışılmamış, modern Türk edebiyatında hâlâ eşi olmayan bilmecemsi niteliği.
Okur olarak romanın özel diline yabancı kaldığımız, bu özelliğe dikkat çeken
göndermeleri alladığımız oranda bu niteliğin iyice belirginleşmesi kaçınılmaz.
Diğer neden ise TanpınaıTa yaşam hakkında temel bazı ahlaki nosyonları
paylaştıklarını varsayan ve romanda bunların savunulduğunu düşünen
eleştirmenlerin iyi niyeti. Örneğin Mehmet Kaplan, romanın en önemli
karakterlerinden biri olan Halit Ayarcı'yı "hiçbir içtimai, ahlaki ve dini
kıymete inanmayan korkunç bir şarlatan" olarak tanımlarken hocasının
yazdığı bu Türk edebiyatı "şaheserinin (Kaplan, 143) dayandığı hiciv
ilkesini kavradığını düşünüyor, bu karakter ile başkişi arasındaki iç bağları
(280, 297) hesaba katmıyordu. Aynı şekilde, Hayri İrdal'ı "romanın büyük
bir kısmında... geleneksel değerleri savunan bir adam" olarak gören Berna
Moran, onu kolayca özdeşleşilebilecek bir figür olarak değerlendiriyor, ama
yine de, yazısının bir yerinde, Tanpınar "başta ironi'ye dayanan bu hiciv
yöntemini kullanmakla, sanırım, okuru gereksiz yere yanıltmış, işini,
güçleştirmiş oluyor" diye eleştirirken yapılın değişik yorumlarına kapıyı
aralıyordu (Moran 312, 327, 329).
Bu yazıda daha önceki yorumları tek tek
ele almamam Saatleri Ayarlama Enstitüsii'ne yaklaşımımdaki temel farklılık
nedeniyle hoşgörülür sanıyorum. Kısaca söylersek, Tanpınar'ın bu romanının
bütün yapıtları içinde bir istisna ve yazarın diğer kurmacalarından daha
"tarihsel", daha "toplumsal" ve daha "eleştirel"
olduğunu düşünmediğim gibi, bu doğrultudaki verilerin zayıflığına bakarak, bu
romanın "hiciv" olarak tanımlanabileceğini de sanmıyorum. Enstitü'yil
iyiden iyiye bir sorun yumağı haline getiren, bir yandan muğlak benzeşimlere,
diğer yandan lafız düzleminin ötesine uzanmayan okumalara dayanan yorum türü
ise belli bir kültürel oluşum ve tarihsel dönemin parçası sayılabilir
sanıyorum; ne de olsa okur/eleştirmen sanat yapıtlarını, belki de kaçınılmaz
olarak, tanıdığı örneklere bakarak değerlendiriyor. Öyleyse, romanı konu
alan isabetsiz yorumlar dizisinin bir okuma kuramcısının deyişiyle,
"kuralların yanlış uygulanmasından değil, yanlış kuralların
uygulanmasından" kaynaklandığını düşünebiliriz (Rabinowitz, 175).
Bu yazıda Tanpınar'ın süregelen geleneksel
ya da neoklasik imgesi sorgulanacak ve daha dikkatli okuma stratejileri
önerilecek. Bu yüzden, aceleyle her şeyi anlamış görünme yerine, romanı daha
yetkin bir düzeyde anlamaya giden yolda şimdilik yeterli saydığım bir
çerçevenin zorunlu öğelerine dikkat çekilecek. Romanda geçen bir cümle okuma
girişimleri için uyarıcı sayılmalı ve ciddiye alınmalı kanımca: "Bizde üstünkörü okumak
âdettir" (286).
Tanpınar kurmacasının dayandığı temel
estetik pratiklerin yeterince anlaşılmamış olmasının yorum girişimlerine büyük
bir engel oluşturduğunu öncelikle vurgulamak istiyorum. Mahur Beste
incelemesinde simgeleme ve eşdeşleme teknikleri olarak özetlediğim bu
pratiklerin doğurduğu ve kurduğu özel dilin farkına varmadıkça Enstitü
yorumumuz üstünkörü okuma ve ilk tanışıklık düzeyinde kalacaktır. Bu pratikler
yoluyla iletilen örtük anlamlara duyarlı bir okuma ise yorumumuzu hiç olmazsa
daha çıkışta kusurlu olmaktan kurtarabilir. Saatleri Ayarlama Enstitüsünde
olanların şimdiye kadar anlaşılıp aktarılandan epey farklı bir düzlemde
geliştiğini kabul edecek olursak, romanın türünü saptarken, aceleyle
yakıştırıldığı anlaşılan "toplumsal eleştiri" ve "hiciv"
terimlerinin yerine, Tanpınar'ın felsefe ve sanatsal sorunlarıyla da uyum içinde
olabilecek kategoriler arayabiliriz.
1. Simgesel Hakikatler
Saatleri Ayarlama Enstitüsü sorununu
çözmeyi hedefleyen bir okuma, kitabı baştan sona saran simgesel kullanımların
farkına varmak zorunda, hepsinden çok Tanpınar'ın bu romanı için gerekli bu.
Eğer romandaki simgesel kullanımları belirleyebilir ve bunlar aracılığıyla dile
getirilen kısmi hakikatleri doğru yorumlayabilirsek romanı sarmalayan gizem
perdesini aralama şansımız doğabilir. Burada "simge" derken,
başlangıçta ve hemen anlaşılandan farklı anlamlara gönderme yapan kullanımları
kastediyorum. Mahur Bestenin gündeme getirdiği "ev",
"kitap", "saat", "servet" ve "Şark"
gibi simgelerin çözümlenmesinde ortaya çıktığı gibi, Tanpınarda simgesel kullanımları
belirleme ve yorumlamanın çeşitli güçlükleri var. Hepsi bir düşünce ya da
düşünceleri anlatsa da, bu simgeler, imge ve kavram şeklinde ortaya çıkabilir,
bir figüre yakıştırılmış olabilir, bir karakterin ya da sosyal varlığın adında
gizlenebilirler; köken bakımından herhangi bir sözcük grubunun parçası
olabileceklerinden başlangıçta yazarın alışılmış anlatımı içinde
belirginleşmezler. Örneğin
bir zamanlar benim durumumda olan deneyimsiz bir Mahur Beste okuyucusu, bu
romanda "Şark"ın, "ev" gibi, aslında annenin varlığı ile
ilgili olduğunu düşünmez; "kitaplar"ın kadın giysilerine gönderme
yaptığını fark etmez; bozuk "saatler"in bedensel eşgüdüm eksikliği
(ahenksizlik), özdenetim zayıflığı ve parçalanmış beden imgesi ile ilgili
olduğunu aklına bile getirmez. Öte yandan, bu simgelerin düşünsel
karşılıklarına varabilmek için bunların metinde beklenilenden farklı, dolaylı
ve bağlam dışı yollarla, ömeğin anlamlı suskunluklar ve tuhaf yinelemelerle ya
da açıkça belirtilmiş mecazlarla anlatılmış olmaları gerekmiştir. Gerekli
bağlamsızlaşma bir kez gerçekleştiğinde, yani belirli bir anlatım, içinde
yeraldığı alışılmış kullanımlar bağlamından kopup kendi başına bir varlık
haline geldiğinde, burada "simge" adını verdiğim görüngü ortaya
çıkıyor. Hayri İrdal, yine bağlamından kopartılmış bir anlatımla, "Hayatım
kelime öğrenmekle geçri. Hemen her safhasında sözlüğümü yeniden yapmıştım"
(146) derken aslında "anılar"ının dayandığı simgesel özel dile
gönderme yapmaktadır.
Simgenin ortaya çıkış tarzı Tanpınar
estetiğinin diğer temel pratiğini akla getiriyor: eşdeşleme ve ikileyerek
çoğaltma. Eşdeşin de kökeninde bir bağlamsızlaşma göze çarpar. Daha önce
tanışmış olduğumuz bir figürle birdenbire yeniden karşılaşırız. Yeni figürün
birçok özelliği öncekiyle örtüşmektedir. İşte bu yüzden Tanpınar'da tam
anlamıyla bireyselleşmiş karakterlere değil, bazen şu, bazen bu ad çevresinde
toplanmış yinelenen kişilik özelliklerine rastlarız; bunların kimlikleri
psikolojik bakımdan "arkaik" yansılama ve bölünme süreçlerine uygun
olarak çoğalır ve birbirine karışır. Tanpınar'ın bu simge ve eşdeşler yoluyla
anlattığı felsefi ve psikolojik düşünceler ya da öznel hakikatler yazarın diğer
kurmaca metinlerinde olduğu gibi burada da sürekli olarak sorunlu, karışık bir
kişilik oluşumuna, asıl ötekine duyulan imkânsız bir özleme, hep aile romansı
temelinde gelişen nafile aşk/nefret ilişkilerine işaret ederler..
Epey basitleştirilmiş olsa da Saatleri
Ayarlama Enstitüsü'ını oluşturan simgeleri tek tek saptayabilmek ve
çözümleyebilmek için bu tür bir hazırlık gerekiyor. Romanın sunduğu ve birçok
okuru tam anlamıyla şaşırtan değer karmaşası, kabul edilmek istenmeyen
varoluşçu abes duygusu, unutturulmaya çalışılan ekte çocuksu, düşsel ve
patolojik olanın tam da Freud'daki gibi buluşturulması, tüm bunlar romanın
içeriğiyle bağlantılı olmakla kalmaz, onun ana sorunlarına götürürler bizi.
Örneğin, anlatıcı başkişi Hayri İrdal'ın düştüğü mahkemede ve gördüğü tedavide
yanlışlıklar komedisi yalnızca bir görünüm olarak vardır. Çünkü biraz dikkat
edince, bu olayların Türkiye'yi ya da psikanalizi hicvetmek için Tanpınar'a
birer vesile sağladığını varsaymak yerine, burada ciddiye alınması gereken,
üstelik yazarın başka yapıtlarında da dikkati çeken öznel simgesel hakikatlerin
dile getirildiği fark edilebilir. Öyleyse, yetkin düzeyde bir yorum için
romanın simge dağarcığının saptanması ve simgelerin düşünsel karşılıklarının
bir envanterinin çıkarılması gerekiyor. Bu yazıda böyle bir şeyi hedeflemediğim
için romanın kısa bir bölümüne biraz daha yakından bakmak ve burada dikkati
çeken simgesel kullanımların romanın diğer bölümlerindeki bazı yankılanmalarını
izlemekle yetineceğim.
Başlan beri gündemimizde olan ve romanın
alımlanmasını iyice karmaşaya düşüren terapi seansları böyle bir girişime uygun
görünüyor. Bu seçimin kısmen de olsa keyfi olduğunu teslim etmekle birlikte,
Tanpınar'ın kurmaca anlatılarının (yazarın dillere destan olduğu oranda sırrını
bir türlü öğrenemediğimiz "zaman felsefesine karşın) hep uzamsal nitelikte
olduğunu, bu eşzamanlı durumun kurmaca yaşam öykülerinin sergilediği ilerleyen
zaman benzetisince gizlenmediğini ve olay örgülerinde doruk ve çözüm gibi
ayrıcalıklı kısımlar bulunmadığını göz önünde tutarsak bu seçimin mantığını
fazla sorgulama gereği duymayız. Üstelik romanın bu bölümü simgesel kullanımlar
açısından epey zengindir ve "sıhhat" ile "saat" bütünüyle
simgesel, yani mecazi olmayan bir şekilde buluşturulmuştur.*
* "Mübarek" figürünün bu buluşmayı temsil ettiğini
aşağıda göreceğiz. "Sıhhat" ile "saat" arasındaki simgesel
ilişkinin, "saatler olsun!" ve "saatinize!" gibi standart
olmayan kullanımlımdaki bozulmada "saat'in gösteren olarak özgürleşmesi ve
kendine özgü bir yaşam edinmesinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu yüzden
romanda geçen "Sen saatinden şikâyet ediyordun" (154) cümlesinde
"sıhhat" anlamının simgesel düzeyde korunabilmesi mümkün oluyor. Bu
şekilde özgürleşen "saat" artık özel anlamlar kazanabiliyor, örneğin
birçok yerde (27; 4041; 15557) fallik çağrışımlar taşıyor. Bu süreç, modem
şiirde imgenin dönüşen rolünü anımsatmakta; Karsten Harries'in belirttiği gibi,
"mecazi işlevi belirsizleştikçe, imge tuhaf şekilde inatçı bir yer
edinmektedir" (78).
Simgesel işlemin yanı sıra, Santim
Ayarlama Enstitüsünde "saaf'in açıkça belirtilen mecazi kullanımları da
var. Bunların en önemlisi, Nuri Efendi'nin bozuk ve ayarsız saatleri hasta insanlara
benzetmesi. Hep mecazlarla konuşan bu adamın (29,31) yaşlı bir bilge olarak
betimlenmesi dikkat çekici (3. nota da bakınız).
Hayri İrdal, aklî yeterliliğinin
saptanması için gönderildiği Adli Tıp'ta Dr. Ramiz ile karşılaşır. Kendisini
oraya getiren duruşmada üstüne atılan imgesel suç, imgesel bir mirası imgesel
olarak iç etmiş olmaktır. Görünüşte hep komiktir bunlar. Zaten bu noktaya kadar
Hayri İrdal'ın yaşamındaki olayların simgesel anlamı farsa benzer bir akış
içinde başarıyla gizlenmiştir: birdenbire keşfedilecek hazineler, büyü ile
üretilecek altın, üstüne konulacak miras; bunlarda hep azametli yanılsamaların
cazibesi ve yoldan çıkarıcılığı anlatılmıştır. Zaten bu ilk bölümün tefrikadaki
adı da "Büyük Düşler"dir. Daha önceki okumaların, böylesi şartmış,
başka türlü olamazmış gibi, bu bölümde bir tarihsel dönem, bir Tanzimat öncesi
bulmakta epey ısrar ettiklerini biliyoruz. Oysa başka modernist ve varoluşçu
anlatılar gibi Tanpınar anlatılarının da genelde doruksuz oluşu, ondaki kişi
sorunlarının "ebedi" ve "evrensel" niteliği, romanın
bölümlere ayrılmasının mutlaka "dönemleme" anlamına gelmeyebileceğini
düşündürebilirdi. Ne de olsa Tanpınarda "dönem", yani
kahramanlarımızın hep tutsağı kaldıkları çocuklukları, yaşamın tümünü kapsar.
"Büyük Düşler"de anlatılan girişimlerin simgesel içeriği ise tek
tanrılı dinlerin, idealist, mistik sistemlerin ve romantik söylemlerin dogmatik
vaadlerinde gösterir kendini: bir anda ve toptan varlık edinme (varlığa
kavuşma), hazır zenginliğe konma, tümden erişme. Ve tabii vadedilen hep başka
bir yerde, başka bir zamanda ve başkasındadır; ona ulaşmanın, gerçeklik
terbiyesi ve yaşam deneyimi ile bağdaşmayan arkaik, imkân dışı. yolları ise hem
akıl hem etik açısından kuşkuyla karşdana gelmiştir. Uyanıkken görülen çocuksu
düşlerdir bunlar; Ereud'un diliyle söylersek, bu düşlerde zihnin birincil
süreçleri olan bitiştirme ve kaydırma, zaman ve uzamdaki kopma ve atlamalar,
ikincil süreçler olan düşünme, öğrenme ve anımsamanın yerini almakta, bu arada
ahlâkın emek verme, hak etme, hakkıyla edinme gibi ölçütlerine de yan çizilmiş
olmaktadır ki Tanpınar zaten metinde bu sonuçları sezdirir (62, 77)
Terapistiyle ilk buluştuğu anda Hayri
Irdal'ın "karısı" Emine'yi düşünüyor olması son derece önemli. Biraz
sonra olacaklar yüzünden bu pasajı rahatlıkla gözden kaçırabiliriz; çünkü biraz
sonra doktor, Hayri İrdal'da bir "baba kompleksi" teşhis edecek
(Freud'da bu kavrama rastlanır); doktor ile hasta arasındaki komik diyalog
görünüşte kahramanın babası ile ilişkileri üstünde yoğunlaşacak; terapist,
kendini Freud dinine adamış bir fanatik gibi görünebilecektir. Baba sorununa
gelmeden önce Hayri İrdal'ın aklından geçenler ise "karısı" ile
ilgili:
"Bir an, bütün davanın devamı boyunca
korktuğum şey tekrar aklıma geldi. Ya karımı da bu işe karıştırırlarsa? Hakim
şimdiye kadar garip şekilde onu dışarda tutmuştu. Bu bir ümitti. O halde bu
ithamın ciddiliğine inanmıyordu. Öyleyse ne diye beni buraya göndermişti?
Hayır, bekliyordu. Emine'yi de bu korkunç ağa sokacaklardı." (84)
Roman boyunca Hayri İrdal'ın duygu
dünyasında Emine'nin özel bir yeri olduğunu biliyoruz. Onunla evlendiğinde bir
yabancıyla değil tanıdığı biriyle evlenmiştir (69). Emine, "ev"in
dışa kapalılığını ve tutsaklığı düşündürmektedir (70). Daha ilerde Hayri İrdal,
"Bütün bunlar hayatımda tek bir hadisenin doğurduğu şeylerdi. Emin
ölmeseydi hiçbiri olmayacaktı" (296) diye yakmacaktır. Üstelik Emine'nin
hastalığı ve ölümü (118) bize Hayri İrdal'ın annesinin hastalığı ve ölümünü
(47-18) anımsatacaktır ki Tanpınarda bu bağlantının rastlantısal olduğu
söylenemez.4 Tüm bunlar Hayri İrdal'ın terapi öncesindeki kaygılarında ne
derece haklı olduğu sorusunu uyandırır: acaba korktuğu gibi sonuçta
"karısı" da bu işe karıştırılır mı? Bu soruya olumsuz yanıt vermek
için bütün nedenler var gibi; Emine görünüşte doktorun teşhisinin dışında
kalır. Simgesel düzeyde olan ise tam tersi; Emine'nin örtük olarak temsil
ettiği hakikat aslında terapinin konularından biridir.
Terapinin ilk "komik" olayı Dr.
Ramiz'in obsesifkompalsif davranışlarıdır. Kendisini bir ritüele kaptırmış
olarak çantasından bir şeyler çıkarır, kullanır; yerine koyar, çantayı kapatır.
Kahramanımız önce doktora çantasındakilerı üstünde taşımasını söyleyecek (88),
sonra bunları cebine koymadığı için kızacaktır (96). Masum olduğu söylenen Hayri
İrdal ile "herkes gibi" özdeşleşecek olursak terapiye gereksinimi
olanın doktorun ta kendisi olduğunu düşünmek zorunda kalırız. Sorunun doktorun
davranışında değil, Hayri İrdal'ın algılayışında olduğu, doktorun belki de
hiçbir özelliği olmayan bu davranışlarına tepkisinin simgesel anlamı ise
sonradan ortaya çıkar.
Hayri İrdal'ın çocukluğu üstünde durmaya
başlayan doktorun ilgisi roman boyunca göreceğimiz ve annesinin Mübarek adını
verdiği saate çevrilir. Bir
"yangın"dan kalmış olan bu
"ayaklı" saat, adından da anlaşılabileceği gibi, düzensiz ve keyfi
davranışlarıyla dikkat çekmekte, ancak annenin tersine, baba tarafından
satılmak istenmekte (23), uğursuz sayılmaktadır (2526). Tabii ki doktor saatin
insan biçimsel özelliklerini de, anne ve baba tarafından farklı
değerlendirmelere tabi tutulduğunu da fark eder. Metnin açıkça belirtmediği ise
Hayri İrdal'ın yaşamıyla Mübarek'inki arasındaki paralelliktir; kahramanımızı
yaşamı boyunca ikinci benliği ya da gölgesi gibi izleyecektir bu saat. Örneğin
Hayri İrdal "iyileşip" evine döndüğünde Mübarek de "tertemiz,
pırıl pırıl, bütün azametiyle kurulmuş"tur ve evdeki boşluğu
doldurmaktadır (105). Aynı şekilde, aralarına döndüğü arkadaşları sanki Hayri
İrdal'ınkini sorarlarmışçasına Mübarek'in hatırını sorarlar (109).s
Dolayısıyla, bir kez Mübarek'in kahramanımızın eşdeşi olduğunu saptadıktan
sonra doktorla hasta arasındaki konuşmaların örtük anlamına yabancı kalamayız.
Artık Dr. Ramiz'in Mübarek'in "bozuk" ve "bakımsız" (87)
oluşunu önemsemesine tepkimiz deneyimsiz bir okurunkinden farklıdır.
Tanpınar'ın özel dilinde
"bakım"ın farklı anlamlan (bakış; ilgileniş) birbirle' riyle yer
değiştirebildikleri gibi anlatılan eylemlerde öznenin yansılama sonucu kendini
nesnede yitirmesi, ya da bu etkinliklerin olmadığı yerdevarolmaması söz
konusudur. Öznenin yokluğu ya da yitimi, bu dildeki iyelik, sahip olma ve
ekonomik alışveriş nosyonlarında da dikkati çeker. Bunlar göz önüne alındığında
Hayri İrdal'ın Mübarek'i doktora "satma" arzusu ["gözlerine
satın alır ümidiyle bakıyordum" (86)] ve babasının Mübarek'e para harcamak
istememesi (87), simgesel anlamlara dikkat edilmezse anlaşılmayan yepyeni ve
özet anlamlar kazanırlar. Öyle ki, bu "alışverişler" kahramanımız
açısından küçültücü (şahsiyeti silici) olmasa, o, ironiyle "Bu hale girdiğim
için teşekkür ediyordu" (87) demeyecekti. Yine Dr. Ramiz için "Baştan
aşağı irade ve dikkat kesilmiş, yüzüme bakıyordu" (88) diyen kahramanımız
burada kendisini kaybettiği,, kimliğinin karmaşaya düştüğü bir anı betimliyorsa
da aynı zamanda arzusu yerine gelmekte, "bakım"ı elde etmektedir.*
Bunlar bize "bakım"la ilgili başka bir konuyu, Hayri İrdal'ın
"özgür" çocukluğunu anımsatır. Özgürlükten "çocukluğumun belli
başlı imtiyazı" (20) şeklinde söz eden kahramanımız aslında çocukluğundaki
yalnızlığını, bakım görmeyişini anlatmakta, o zaman ihmal edilişi ile ilerde,
yaşamda seyirci konumunda kalması arasında bir bağ kurmaktadır (21). Tanpınarda
yinelenen bu izlek Hayri İrdal'ın oğlu "Ahmef'in bakım görmeyişinde bir
kez daha gündeme gelir (152-53)
Demek ki Hayri İrdal'ın, Mübarek'in ihmal
edilmiş olması, doğru dürüst işlememesi, "ev"deki yeri vb. hakkında
söyledikleri, izini sürdüğümüz özgül anlam sistemi çerçevesinde son derece
önemli. Metnin "baba kompleksi" teşhisinden önceki bölümünün
gösterdiği, "anne-eş" birimi ve bununla ilgili özlem ve ikilemleri
simgeleyen Emine'nin Hayri İrdal'ın hararetle yadsıdığı hastalığıyla yakından
ilintili olduğu. Yani görünenin tersine, hem kahramanımız hem de doktoru
Emine'yi "bu korkunç ağa" sokmuş oluyor. Asıl ironi, bunun iyice
açığa çıkmasının Hayri İrdal'ın davadan da terapiden de kurtulmasını
izlemesinde. Kahramanımızın gördüğü bir rüya bize bunu anlatır. Bu bilginin
terapi sırasında doktor ile hastanın anlaştığı örtük dilde anlatımını fark
etmek ise neredeyse olanaksız kılınmıştır. Ancak doktorun kullandığı, sıradan,
fakat bağlam içinde tuhaflığıyla dikkati çeken birkaç sözcük önemli ipuçları
verir. Hayri İrdal'ın "Doktor, karım hasta. Yüzünden belli, hasla. Beni
buradan bir an evvel çıkarın" şeklindeki sözlerine Dr. Ramiz
(tefrikadakinden farklı olarak) şu yanıtı verir: "O ayrı şey, dedik
ya!" (90) İlk bakışta yersiz gibi görünen bu yanıtın anlamı doktorun
"başka" ve "ayrı" sözcüklerine yaptığı vurguda gizlidir. Bu
da ister istemez Dr. Ramiz'in Hayri İrdal'a anlamsız bir ritüel gibi görünen,
nesneleri "ayrı tutma" davranışını anımsatır. Demek ki esas terapiye
gereksinimi olanın Dr. Ramiz olduğu sonucuna varmakta acele etmemek, tersine
Hayri İrdal'ın, Emine'nin temsil ettiği Öteki'nden "farklı" olmaya
katlanamamak, bağımsız bir kimlik oluşturamamak; başkalarıyla ilişkide
sınırları ve mesafeleri ayarlayamamak gibi ciddi sorunları olduğunu düşünmek
gerekiyor. Nitekim romanın bir sonraki bölümünde aktarılan ve yansılama
özdeşliğinden psikolojik doğumu anlatan çarpıcı düşte, kahramanımız ile Emine
çok acılı ve korkuyla dolu bir Öteki'nden "ayrışma" sahnesinin
başoyuncuları olurlar (102-104); ayrılmanın, diğer bir deyişle büyüme ve
bağımsız bir kimlik edinmenin gerekliliği ile korkusu arasındaki çelişme hep
yinelenir Tanpınar'da.
Terapinin onuncu gününde Dr. Ramiz, komik
görünüşüne karşın romanın bütünü içinde hiç de hafife alamayacağımız teşhisini
bildirir. Özetle şöyle der:
"Sizde tipik
bir baba kompleksi var. Babanızı beğenmemişsiniz... Bu o kadar mühim değil.
Reşit olmak için belki de en kısa yoldur. Fakat siz daha mühim bir şey
yapmışsınız... (...) Beğenmedikten sonra kendiniz onun yerine geçeceğiniz
yerde, kendinize durmadan baba aramışsınız... Yani reşit olamamışsınız. Hep
çocuk kalmışsınız!"(92)
Hayri İrdal'ın bu yorumları bir tür
taarruz olarak değerlendirmesi, ikide bir araya girmesi, kurtuluş ümidiyle
kendini iyice küçültmesi, mecazi anlama değil çıplak kelimelere tepki
göstermesi konuşmayı tam bir sağırlar diyaloguna çevirir. Hasta, kendini
savunduğunu sanarak doktorun tezlerine yeni kanıtlar sağlamakta, doktorun
işlevi ise komedinin mantığına uygun sıçramalarla inandırıcılık ve dogmatik
katılık arasında gidip gelmektedir. Ara sıra, örneğin hastasına göreceği
rüyaları ısmarlarken (98), iyiden iyiye saçmalar doktor. Bu yüzden her dediğini
kuşkuyla karşılayabilir, kısa ve kestirme sözlerinin otomatik ve anlamsız
olduğunu düşünebilir, romanın ekindeki övücü sözleri hiçe sayıp yan cahil bir
ilgisizlikle Tanpınar1! psikanalizin karşısında görebiliriz: Oysa okuma deneyimimizin
daha zenginleşmesi için Dr. Ramiz'in sözlerinin romanın dolaylı yoldan ilettiği
simgesel hakikatlerle eklemlenişini izleyebilmeliyiz. Biraz dikkat edince
doktor ile hastanın hiçbir zaman anlaşamadıklarını düşünmek yerine, farklı
yollarla da olsa çoğu kez aynı şeyi söyledikleri fark edilebilir. Örneğin Dr.
Ramiz, anne, baba ve Mübarek'ten oluşan üçgende babanın "ev" ile
"saat" arasındaki ortakyaşama ilişkisini kırmaya çalıştığını tam da
hastası gibi anlar. Bu yüzden "Yani evden uzaklaştırmak istiyordu"
der (94). Hayri İrdal'ın buna yanıtında, babanın saat için "Evimi âdeta
zaptetti" (94) dediğini öğreniriz ki dikkat edilirse burada hem doktor hem
de hasta aynı, baştan beri varolan "ev" simgesini kullanırlar. Aynı
şekilde, Hayri İrdal'ın babasının "saat"i kıskandığını söyleyen Dr.
Ramiz'in bu düşüncesi ("saaf'in ta kendisi olan) Hayri İrdal tarafından
yalnız görünüşte yadsınır. Çünkü "Saat kıskanılmaz... Eşya kıskanılır mı
hiç? Başkasının olsa anlarım. Kendi malını insan kıskanmaz!;] belki beğenmez,
bıkar, atar, satar, yakar, mahveder, amma..." (94) derken Hayri İrdal'ın
ilettiği, kendi varoluşçu hissiyatından başka bir şey değildir. Romanın başka
yerlerinde de belirtildiği gibi (146,155), o kendisini edilgen bir nesne,
duyarsız bir otomat, başkaları tarafından sahip olunan, kullanılan, atılan bir
eşya olarak görebilmektedir. Yine benzer şekilde, terapi sırasında gündeme
gelen vodvil türü karışıklıklar, kızın anne ile karıştırılması, Hayri İrdal'ın
kendi annesi olmadığını belirtmek zorunda kalması (9495), bu görüşün Dr. Ramiz
tarafından doğrulanması
(ama hangi anlamda?), bunlar hep romanın
odağındaki psikolojik sorunların simgesel hakikatler dilindeki karşılıklarıdır.
Farkh kuşaklar ve cinsiyetler arasındaki bu karışmalar, Flayri İrdal'ın kişilik
sınırlarını belirleyememesi, özlemden de öte, kendisini annesiyle karıştırması
ve kız sanması ile ilgilidir. Romanın, sonraki bölümlerinde bunların birçoğu
veri olarak gündeme gelecek, romanın bütün ana izleklerini esinleyen karışık
kişilik sorunu ("karışık" sözcüğüne dikkat), İspiritizma Cemiyeti'nde
olduğu gibi, kılık ve kişilik değiştirme şeklinde su yüzüne çıkacaktır. Son
olarak, hem doktorun hem de hastanın üstünde anlaştığı bir nokta olan Hayri
İrdal'ın babasını kıskanmaması üstünde duracak olursak (95), burada bir kez
daha romanın simgesel sisteminin örtük olarak ama ısrarla vurguladığı gerçeği
görürüz. Anlatıcıkahramanm iç çatışmalarım belirleyen karmaşa "baba
kompleksi" kavramının çağrıştırdığı Ödipal çekişme değil, normalde birey
evriminin daha erken aşamalarında görülen farklılık/aynılık çalışmasıdır.
Kısacası, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün
burada irdelediğimiz psikanalitik terapi bölümü, romanın diğer kısımları (ve
Tanpınar'ın burada değinmediğimiz diğer yazıları) açısından
değerlendirildiğinde; kahramanımızın komik görünüşlü trajik
"talih"inin odağında daha önce "ithamın ciddiliği" (84)
bağlamında sözü geçen "karısı" Emine'nin bulunduğu söylenebilir.
Diğer bir deyişle, hâlâ bir "baba kompleksinden söz edecek olsak bile
bunun adı konmamış fakat dolaylı olarak anlatılan ve simgesel düzeyde son
derece belirgin olan bir "ana kompleksinin üstüne aşılanmış olduğunu kabul
etmek gerekmektedir. Öyleyse romanın terapi seanslarıyla ilgili bölümü
kahramanımızın iç dünyasında Emine'nin temsil ettiği hakikati ortadan
kaldırmamış, tersine, psikanaliz bunu dolaylı olarak vurgulamanın bir aracı
haline getirilmiştir. Biraz ilerde anlatıcı bunu hileli bir dille de olsa
açıkça söyleyecektir: arkadaşları Hayri İrdal'a "baba psikozu
dolayısıyla" (evet, bu yüzden!) "Öksüz" adını takacaklardır
(109).
2. İmkânsız Anlamlar
•
Kahramanın gözündeki birçok arkaik özelliğinden dolayı Hayri İrdal'ın
babasının tam bir "Ödipal baba" olmadığı öne sürülebilir sanıyorum.
Yukarıdaki çözümleme Saatleri Ayarlama
Enstitüsünün zengin simgesel yapısı ve özel diline dikkat çekerek bu yapıtın
toplumsal bir hiciv gibi okunuşunu sorgulamayı hedefliyordu. Bu yorum, yazarın,
başlangıçta hayal bile edemeyeceğimiz hakikatleri aynı anda hem gizleyen hem de
açığa vuran kompozisyon tekniği ile okuma stratejimiz arasında daha büyük bir
uyum kurma gereksiniminden doğmuştu. Tanpınar'ın başka yapıtlarında olduğu gibi
bu romanında da olanın görünenden, kastedilenin söylenenden hemen her zaman
farklı olduğunu göz önünde bulundurmak önceki yorumların çıkmazlarından
koruyacaktı okuru. Romanın söylenen ile kastedilen arasındaki ilişkiyi ne
ölçüde kopardığını fark ettiğimizde, kısa bir bölüm üstünde dursa da,
yukarıdaki türden bir okuma, metnin yapısı, izlekleri ve imgeleriyle ilgili
görüşleri değiştirmekle kalmaz, bizi böyle bir metnin türünü yeniden saptamaya
zorlar. Yapıtların sürekli gözden geçirilmesi ve türlerin yeniden belirlenmesi
edebiyat araştırmalarının ayrılmaz bir parçası olduğundan, Tanpınar'ın bu
romanı hakkındaki son sözü söylediğim gibi bir yanılsamaya kapılmadan, Wayne
Booth'un bu tür yol ayrımlarında esin verebilecek sözlerini aktaracağım:
"Okurlar yapıdan türe ilişkin beklentilerinin olanakları doğrultusunda
yorumlasalar da, yapıtlar sonuçta geçerli olacak çıkmaz sokak levhaları ve yön
okları koymaya uğraşırlar" (435).
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün türüne
ilişkin tartışmada sorun doğuran konu bu yapıtın roman statüsü değil. Modern
Türkiye edebiyatında yanlışlıkla "roman" adı verilen başka bazı
yapıtlann tersine, ve bütün özgül niteliklerine karşın, bu yapıtın sunduğu
yaşanmış zaman, bireysel karakter ve ampirik ger• çeklik benzetilerini,
modernist romanı da içine alacak geniş kapsamlı bir roman paradigması açısından
sorgulama gereği duymuyoruz. O halde tartışılması gereken, yapıttaki başat
temsil yöntemi ve yazarın anlatısı ile kurduğu ilişkinin niteliği.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde söylenen
ile kastedilen arasındaki sürekli ve sistemli kopuş, bu işlevi kendi farklı
kurallarına göre yerine getiren iki tür retorik tekniğiyle baş başa bırakır
bizi: alegori ve ironi. Alegorik anlatılar anlamlama düzlemlerinin yatay
bölünmesiyle tanınırlar; ironide ise sözün kendi içinde bir anlaşmazlık
gizlidir. Konuyu fazla uzatmadan; Tanpınar'ın romanında her iki stratejiye de
yer verildiğini söyleyerek yapıtın başat temsil yönteminin "ironik
alegori" ya da "ironi kipindeki alegori" olduğunu
söyleyebiliriz. Ancak bu temsil yöntemlerinin edebiyat kuramcıları tarafından
farklı şekillerde değerlendirildikleri göz önünde tutulursa, bunların Tanpınar'ın
romanına uygulanışında belli bir isabet kaydetmek için bazı açıklamalar
gerekiyor.
Alegorinin kendisi farklı yorumlara açık
bir yöntem olduğu gibi (De Man, Van Dyke, Whitman) Tanpınar'ın anlatılarında
alegorinin tam olarak nasıl işlediği de üstünde uzun uzun durulabilecek bir
konu. Özellikle alegoriden bazı Ortaçağ ve Rönesans yapıtlarındaki gibi soyut
kavramları açıkça kişileştiren anlatı sistemleri anlaşılıyorsa, böyle bir şeyin
Tanpınar'da görülmediği açık. Öte yandan, Erich Auerbach'ın "tarihin
temsili yorumu" (75) ya da "temsili gerçekçilik" (196) diye
adlandırdığı, Dante'nin büyük yapıtında örneklenen, ilahi düzen ile somut
dünyevi tecellinin hem ayrı tutulabildiği hem de dikey olarak bağlantılı
kılınabildiği daha incelikli alegori tarzları bulunduğunu anımsamakta yarar
var. Eğer sürekli olarak "asıl" öykü ile dikey olarak bağlantılı
başka bir söylem düzlemine sistemli göndermeler yapan kompozisyonlarda
alegoriyi anımsatan bir şey olduğunda ısrar edersek, Auerbach'ın "temsili
gerçekçilik" ile alegoriyi birbirinden ayırma dileğine saygısızlık etmiş
olmayız.» Öyleyse Saatleri Ayarlama Enstitüsii'nün yalnız bu anlamda bir
alegori sayılabileceğini, yani romanın "birincil" ve
"ikincil" düzlemlerinden birinin, diğeri anlaşıldığında
vazgeçilebilecek bir fazlalık (Van Dyke 215) olmamasına karşın,
"asıl" öykünün ancak "öteki" öykünün izdüşümü olarak
kavrandığında doğru dürüst anlaşılabildiğini belirtmeliyiz. Yalnız bu; iki
düzlem arasında saydam bir ilişki olduğunu, iki paralel çizgi üstündeki
noktaların bire bir karşılıkları bulunduğunu düşündürmemen. Ben bu romanda daha
çok her zaman ve her yerde geçerli iki düzlem varmış gibi düşünüyor, üstelik
simge sistemi çözüldüğünde farkına varılan "üst" anlatının sürekli
müdahalesi nedeniyle, insan etkinliğine dayalı ve sürekliliği olan bir olay
örgüsü bulmakta güçlük çekiyorum.
Tekrar tekrar yazdığı ya da yazmaya
çalıştığı için, Tanpınar ın yapıtlarının "arkasındaki" (ya da
"üstündeki") öykünün ne olduğunu biliyoruz. Hikâyeler'ele yer alan ve
ünlü miti mesel tarzında yeniden anlatan "Adem'le Havva" öyküsüdür bu
(12635). Tanpınar'ın yeniden anlatımında bu mitin psikanalizin nesne ilişkileri
kuramını (Buckley, Kernberg, Mahler) akla getiren bir ayrışma-bireyleşme
öyküsü, bir eksik doğum, psikoseksüel ve metafizik düşüş (cennetten kovuluş)
öyküsüne dönüştüğünü görüyoruz. Bu öyküyü bir prototip saymamın nedeni, aynı
izleği farklı şekillerde yineleyen bir dizi öykü içinde yazarın en çok bunu
işlemiş olması. Yukarda sözü edilen; Hayri İrdal'ın "karısı"
Emine'den ayrış(ama)masını anlatan düş; "Deli" Seyit Lülfullah'ın
geçici olarak ayrıldığı ve bir gün kavuşmayı düşlediği halüsinasyon ürünü
sevgilisi, o şahane, başka dünyalı ve harikulade Aselban (3839), hep aynı
başlangıç hayalinin ürünüler." Bir romans öyküsü" değil (melodramı
çağrıştırmasın diye "romantik öykü" demiyoruz), romansın la
kendisidir bu: imkânsız, umarsız, narsisist ve, bayağı da olsa, ensesti
düşündüren bir aşk.12 Dolayısıyla; Tanpınar"daki simgelerin çoğunlukla bu
hayali başlangıç (ev, deniz), bunun yokluğu (saat) ve onu yeniden elde etme
çabası (ayna) ile ilgili olduğunu söylersek abartmış olmayız. Tek tek simgeler
ve simgesel kullanımlar öteki ("üst") anlatıya işaret ederken, o
anlatıdan haberdar olmamız onun "alt" anlatı üstündeki dönüştürücü
etkisini görmemize olanak sağlar." Bu noktada alegorinin doğası hakkında
genellemelere girişmenin çekiciliğine direnmek zor görünüyor: genelde
düşündürdüğü niteliksiz insan ilişkileri, içinden çıkamadığı zaman sorunu,
döngüsel mantığı, söylediğinin tersine saplantılı derecede "dünyevi"
oluşu, vb. Tanpınar'ın romanında bu görüşlere haklılık kazandıracak pek çok
örnek bulabilir, istersek alegorinin gayrişahsiliği ile insanın ve dünyasının
"saat gibi" işlediğini düşünme arasındaki paralellikten yola
çıkabiliriz. Bunları bir yana bırakıp, sahte bir olay örgüsüne sahip
"üst" anlatının "alt" anlatıdan daha anlamlı olmadığı gibi
onu açıklamasını 'da bekleyemeyeceğimizi vurgulamak istiyorum. Tanpınar'ın
alegorisi, özne ve .nesnenin yokluğunda anlaşılmayacak ve anlatılamayacak bir
şeyi anlatıyormuş gibi yaparak kültürle alay etmekte, onu mümkün kılan dille
oynamaktadır yalnızca."
Saatleri Ayarlama EnstitÜsü'ndeki ironi
üstünde durmak onu bir alegori olarak okumaktan daha kolay görünebilir; çünkü
daha önce eleştiri, onaylamasa da, bu konuya dikkat çekmiştir. Romanı bir hiciv
olarak değerlendiren Berna Moran'ın içtenlikle dile getirdiği kararsızlıklarda
romanın türü konusunda vardığı kararın sorunları iyice belirginleşiyor. Moran,
hicivden beklenenlerin ne olduğu konusunda son derece açık: "Hiciv, geleneksel,
toplumsal ve ahlaki değerlerle, hayatta bunlara ters düşen davranışların
yarattığı uyumsuzluktan kaynaklandığına göre, etkili olması için yazarın okurla
paylaştığı rasyonel bir normlar sisteminin bulunması gerekir" (311). Öte
yandan, anlatıcıbaşkişinin güvenilmez oluşu ve değerlerinin muğlaklığı yüzünden
tam bir hicivci rolüne bürünemediğini fark eder. Bunlar Moran'a göre
"durumu biraz karıştırmaktadır" (312); hatta iş "bir yerde
okunan eseri anlamasını güçleştirecek kerteye varır" (312). Yine de Moran
"romanın, büyük bir kısmında" (312) Hayri İrdal'a güvenmeye karar
verir. Yazısında çeşitli hiciv tekniklerini örnekleyen Moran, sona doğru
romanın giriş bölümüne döner ve buradaki ironi tekniğini "okuru, esere
nasıl bakacağı konusunda şaşkınlığa düşürüyor" (327-28) diye eleştirir. Bu
bakış açısına göre, kullanıldığında şaşırtıcı olsa da, Saatleri Ayarlama
Enstitüsünde ironinin çok sınırlı bir yeri vardır. Moran ironinin bütün romana
egemen bir strateji olduğunu düşünmez, bu yüzden "Tanpınar, başta ironi'ye
dayanan bu hiciv yöntemini kullanmakla, sanırım, okuru gereksiz yere yanıltmış,
işini güçleştirmiş oluyor" (329) diyebilir. Eleştirmen ne de olsa genelde
Hayri İrdal'ın "hangi değerleri temsil etliğini biliriz" (327) diye
düşünür.
Saatleri Ayarlama Enstitüsüne daha
"kararlı" bir yaklaşımın ortaya çıkabilmesi için bence vazgeçilmesi
gereken, ironi tanımlaması değil, hiciv tanımlaması. Romanın görünüşte
anlattıklarının simgeler aracılığıyla sürekli olarak başka bir dile aktarılıyor
olması, yani "öteki" anlatının varlığı, bizde Hayri İrdal'ı pek
tanımadığımız, (varsa eğer) değerlerini bilmediğimiz, hatta "değer"
diye bir şeyi önemseme kapasitesine sahip olup olmadığına karar veremeyeceğimiz
şeklinde kuşkular uyandırıyor. Belki de yazarın bu konuda okuru uyarmaya çalıştığı
bile söylenebilir. Romanın tefrikası başlamadan önce yapılan bir görüşmede,
kendisine yöneltilen "Bu kitabın bir mizah ve hiciv tarafı var, değil
mi?" sorusuna Tanpınar'ın yanıtı, "Belki... Hayri İrdal neş'eli adam,
galiba biraz da görmesini biliyor. Kendi aleyhinde olsa bile, konuşmaktan
hoşlanıyor" olmuş (Tanpınar, "Ahmet Hamdi", 554). Romanın hiciv
şeklinde okunuşunu kuşkuya düşürebilecek bu yanıt aynı zamanda
"kurban"ın kim olduğunu da açıkça belirtiyor: Hayri İrdal'dan başkası
değil bu. Ne de olsa roman haksızlık ve düzmeceyle mücadeleyi değil, romanın
ekinde de ısrarla üstünde durulduğu gibi (Alptekin, 33), Hayri İrdal'ın
benliğinin çeşitli versiyonlarıyla iç mücadelesini anlabyor." Bu yüzden;
anlatıcının yadsıma tutkusunun, alay, karikatür, nefret ve iğrenmesinin boy
hedefi olan nesneler en iyi ihtimalle kısmi nesneler olmaktan öteye gitmezler.
Hedeflerin bir ayrıcalıklı seçimi, "olumsuzlama" gibi görünen tavrın
tersinde, yani karakterlerin bitişme ve kaynama durumlarında da geçerli. Diğer
bir deyişle, karakter, "aşk'ında da, nefretinde de, imgesel özdeşliğe
dayalı eşdeşlenme süreci tarafından tutsak ediliyor, yutuluyor. Hem ben, hem de
öteki, sırayla, aynı şekilde ve aynı nedenlerle yadsındığında, hiciv ve parçası
olduğu etik evren ile birlikte terk edilmesi gereken, farklı benliklerin ilişki
içinde olmalarını anlayan model oluyor. Bu model, kurmaca insan bağlantılarının
mantığını ve kaos sonucunu doğuran ironinin özgül niteliğini kavramamıza
yardımcı olamıyor.
Romandaki anlamlama etkinliğini karmaşaya
düşürerek "abes", "korkunç" ve "kaçıkça" sonuçlar
doğuran ironi, kişinin sözde övgü, sahte tevazu, ya da hafifseme türü
yöntemlerle söylediğinin tersini kastettiği masum bir söz sanatının zekice
kullanılması değil. Örneğin anlatıcının Dr. Ramiz'e söylettiği ve hicivle
pekâlâ bağdaşan "ilim ağızdan nakledilir" (101) sözünden bu tür
sonuçlar doğmuyor; kastedilenin tersinden söylendiği belli burada; ironist
kendisiyle "buluşuyor", ironi aldatıcı olmuyor. Ancak
"aynı" Dr. Ramiz, görünüşte budalaca fakat simgesel
"hakikat"! dile getiren sözler söylediğinde, yani anlatıcı ona
başlangıçta anlaşılandan farklı olmakla birlikte yine de anlamsız sözler
söylettiğinde kaosun doğması kaçınılmaz. Burada söz konusu olan, kastedilenin
tersinin söylenmesi değil, söylenenlerin herhangi bir anlamı kastetmemesi;
anlamın farklı bir yere konması değil, yersiz kalması. Mistisizm de zaten
"asıl varlık"la buluşmanın "kasıtsız" olduğunu, kasıttan
vazgeçmekle mümkün olabileceğini söylemez mi? "Karisinin hasta olduğunu
söyleyen Hayri İrdal (93) karısı "hakkında" değil, karısı
"olarak" konuşurken, Tanpınar kurmacasının tipik "rüya
düzeni" devrede değil midir? Son çözümlemede anlamı olmayan bu ses çıkarma
etkinliğinde onu bulmak olanaksızdır. O kadar "biçare" ve
"yer"den yoksundur ki o, kendisi olarak bir anlam ifade edemez.
Kimliklerinin çoğalışı yalnızca yokluğunu garantilemektedir."
Bildiğim
kadarıyla, "alegori ile ironi arasında retorik tarihi boyunca görülen
örtük ve bilmecemsi bağlantiya (208) ilk dikkat çeken Paul de Man olmuşta. De
Man, bu bağlantıyı özellikle Alman romantizminde buluyor, daha sonra
Baudelaire'in comique absolu'sünden yola çıkarak, ironiyi, ampirik benliğin
otantik olmayışının bilincinde olması şeklinde yorumluyordu (214). De Man'a
göre "mutlak ironi, kendisi tüm bilincin sonu olan deliliğin bilincidir;
bilinçsizliğin bilinci, deliliğin içinden delilik üstüne kafa yoruştur"
(216). De Man şöyle sürdürüyordu: "[İroninin]
açığa vurduğu zamansal boşluk, alegorinin hiç ulaşılamayacak bir eskiyi
çağrıştırmasında karşımıza çıkan boşluktur. Dolayısıyla alegori ile ironiyi yan
yana getiren ortak keşif insan kaderinin tam anlamıyla zamana
bağımlılığıdır" (222). De Man bu kaderi, "bölünmüş benlik tarafından
art arda kopuk anlar olarak yaşanan varoluşun düzmece niteliği" (226)
şeklinde değerlendiriyordu."
Saatleri Ayarlama Enstitüsünün hiciv
şeklinde yorumlanışında yazar ile anlatıcı arasındaki ayrımın neden sık sık
gözden kaçtığı da anlaşılabiliyor. Anımsanacak olursa, modern kurmacada yazarın
(artık "geleneksel", dolayısıyla fazlalık sayılan) kişisel sesinin
boğulması ile her kılığa girebilen anlatıcının sahneyi tümüyle doldurması
arasındaki bağlantı, tartıştığımız romandaki türden "özgür",
"hafif ve nihilist ironi çerçevesinde ele alınmış ve belgelenmişti
(özellikle Booth; De Man, 219, 227). Bu dönüşümün Tanpınar'ın romanındaki
yansıması, kendi kendine konuşma idealini gerçekleyen bir "iç
diyalog" dünyası kurması olmuştur. Okuma stratejimiz, tam da bu yüzden,
çevresi duvarlarla örülü ve sürekli kendisiyle meşgul olan bu "kişisel
dil"in dünyasında, söyleyen, söylenen ve söz edilen arasındaki ayrımların
silinmesine, yer değiştirmesine ve birbirine karışmasına uyum göstermek
zorunda. Bu bağlamda yazarın romana yazdığı ekte Hayri İrdal'ın bir sağlık
evinde, yatağa oturmuş, başı elleri arasında, dış dünyadan habersiz kendi
kendine konuşurken gösterilmesi (Alptekin, 33) son derece önemli ve ister
istemez De Man'ın sözlerini düşündürüyor. Asıl yoksa, ben de yoktur. Öyleyse,
romanda birçok kez gündeme gelen ve aşkınlık ile değer ihlâlini buluşturan
"yokluk" izleğinin (147, 238, 245) Saatleri Ayarlama Enstitüsünün
şifresini çözebileceğini söyleyebiliriz. Bu durumda, "anılar"ını
hiciv gibi okutması, Hayri İrdal'ın "hayattan intikamını alması"nın
bir uzantısı mıdır acaba? Onun "kendine (çevirdiği) i'tisaf hissi"ni,
okurun farkında olmadan topluma çevirmesi yerinde bir tepki midir?"
Şubat 1995
(Defter, sayı 23, Bahar 1995, s. 65-83).
**
**
Türk romancısı, şairi ve eleştirmeni Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın (1901-1962) yayımlanmış son romanı Saatleri Ayarlama
Entitüsü'ndeki başkişinin özyaşamöyküsü içinde zaman ve bellek can alıcı bir
rol oynuyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün, 1980 ve 1990'lı yıllarda yazan
çağdaş romancılar grubuna kadar Türkçede yazılmış en karmaşık roman olduğunu
iddia etmek, abartılı bir tulum olmayacaktır. Bu romanın yorumlanması, hatta
tür açısından kimliği, 1954'te tefrika olarak yayınlanmasından bu yana tartışıla
gelmektedir, çünkü bu roman daha önce yayımlanan Türk romanlarına dayanılarak,
hatla romanın yazarı tarafından yayımlanan romanlara dayanılarak oluşturulacak
türsel beklentilere uymaz.' Türk eleştirmenler, gerek Mehmet Kaplan ve Berna
Moran gibi Batı-yönelimli akademisyenler, gerekse daha genç, İslam-yönelimli
Mustafa Kutlu ve Beşir Ayvazoğlu gibi yazarlar, bu romanda keskin bir toplumsal
hiciv bulunduğunu belirtmişlerdir: Kaplan ve Moran, XIX. yy.'ın başlarından
beri Türk tarihinin belli başlı dönemlerine ilişkin alegorik öğeleri
belirlemeye çalışmışlardır. Bu yorumlama çizgisinin inandırıcılığı, yazarın
Osmanlı yazını ve bu yazının Batı'ya özgü yazınsal türlere geçişi konusunda bir
uzman olması nedeniyle daha da artmış oldu. Hatta, Ayvazoğlu, (umarız) biraz da
abartarak şu saptamada bulundu: "Tanpınar, Osmanlı uygarlığının çöküşü
üzerinde ciddi olarak düşünen tek Türk aydınıdır" (1987: 346). Bugüne
kadar Saatleri Ayarlama Enstitüsü, birbirinden çok farklı yorumlara yol açan
ezoterik bir kitap olarak kaldı.
Eleştirmenlerin, bu romanın türsel
niteliği üzerinde anlaşmaya varamamaları, büyük ölçüde içinde yaşamöyküsünün
oynadığı rolden kaynaklanır. Yazarın koyduğu başlık bir anlamda romanın bu
kendine özgü enstitünün tarihi "hakkında" olduğunu düşündürüyor: bu enstitü
İstanbul'da, sonunda bütün Türkiye'de bulunan kol, masa, duvar ve kule
saatlerinin ayarlanması ve birbirine uyacak biçimde çalışmasını güvence altına
almak için kurulmuştur. Bu izleğin, "Doğu" ve "Batı" zaman
kavramlarını da anıştıran alegorik niteliği, aşağıda incelenerek
kararlaştırılacaktır. Bununla birlikte, kitabın yapılandırıldı, daha ilk
sayfasından başlayarak, bu betimlemeyi yalancı çıkarır. Saatleri ayarlama
enstitüsüne kitabın ilk bölümünde şöyle bir değinilse de, bu enstitü asıl
anlatıya üçüncü bölümün başında girer: yani neredeyse romanın ortasına kadar
girmez. Durum böyle olunca, bu roman gerçekten "saatleri ayarlama
enstitüsünün tarihi olabilir mi? Romanın başından sonuna dek okuduğumuz,
aslında anlatıcı Hayri İrdal'ın yaşamıdır. Bu ünlü enstitü ve kurucusu,
anlatıcının "koruyucusu" (velinimeti) Halit Ayarcı, anlatıya
Hayri'nin yaşamıyla kesiştikleri noktada sokulur. Romanda bu anlatıcı dışında,
hiçbir şeyin ve hiç kimsenin bağımsız bir varlığının bulunmadığı söylenebilir.
Örneğin, tanışmalarından önce Hayri'nin Halit hakkında söyleyebileceği hiç mi
bir şey yoktur. Hayri'yi kişisel olarak doğrudan ilgilendirmediği açıklanan bir
konuda en önemsiz bilgileri sağlamak üzere bile doğrudan sorulan sorular ve
Halit'in Doktor Ramiz gibi eski arkadaşlarının gözlemleri kullanılır. Romanda
yer alan başka herkes için de aynı şey söylenebilir. Hakkında art-zamanlı
(diyakronik) derinlik taşıyan kesintisiz bir anlatı üretilebilecek tek kişi
Hayri İrdal'dır. Bu koşullarda, bu kitaba "Hayri İrdal'ın Kendisi
Tarafından Anlatılan Yaşamı" gibi bir başlık koymak daha uygun olmaz mı?
Romanda (yazarın değil, anlatıcının)
yaşamöyküsünün vurgulandığını ilk paragraftan başlayarak açıkça görürüz:
Beni tanıyanlar, öyle okuma yazma
işleriyle bir ilgim olmadığını bilirler. Hattâ bütün mütalâalarım, çocukluğumda
okuduğum Jul Vern ve Nike Karter hikâyelerini ortadan çıkarırsanız, arapça
vefarsça kelimelerini atlaya atlaya gözden geçirdiğim birkaç tarih kitabıyla,
Tutinâme, Binbir Gece, Ebu Ali Sina hikâyeleri gibi eserlerden ibarettir. Daha
sonraki zamanlarda, enstitümüz kurulmadan evvel işsizlikten evde çocukların
mektep kitaplarına zaman zaman göz attığım gibi, bazen bütün günümü geçirdiğim
Edirnekapı veya Şehzadebaşı kahvelerinde gazeteleri hatme mecbur kaldığım
zamanlarda ufak tefek tefrika parçaları ve makaleleri de okudum. (11: 9)3
Sayfa numaraları
1987 baskısına göre verilmiştir. Burada alt bölümler Romen rakamlarıyla, bölüm
sayıları da Arap rakamlarıyla gösterilmiştir. Dolayısıyla 11:9 rakamlarıyla
gösterilen sayfa, romanın ilk sayfasıdır.
Bu giriş paragrafında, romanın geri kalan
kesimi boyunca sürecek olan birkaç izlek başlatılmış oluyor. Bunların en açık
olanı da öykünün, anlatıcının kişiliği ve kişisel tarihi çevresinde
örülmesidir. Kitabın başlığında yer almasına karşın, "saatleri ayarlama
enstitüsü", herhangi bir tümcenin öznesi değildir; yalnızca, zamanı
gösteren bir yan tümcede ortaya çıkar: "Enstitümüzün kuruluşundan
önce." Tümcenin asıl öznesi. "ben"dir; bu da (Türkçeye özgü, kişiyi
gösteren son ek biçiminde) beş kez kullanılmıştır. Enstitü sözcüğüne eklenen
iyelik eki "bizim enstitümüz" bile, bu kurumun, anlatıcmın ve onun
"benimsediği grubun" elinde bulunduğunu vurgular. Bu formülleştirme,
bize şunu düşündürür: Okuyacaklarımız, hiçbir anlamda enstitü çevresinde
örülmüş bir anlatı değil, anlatıcı çevresinde örülmüş bir anlatı olacaktır.
Aslında, bundan sonra gelen üç yüz altı sayfa boyunca, hiç kesintiye
uğratılmadan, okuru bekleyen de budur. Gene de bu anlatıcı, ilk tümcede birinci
bölümün çeşitli yerlerinde genişletileceği bir izleği başlatır kendisi yazar falan değildir; yazma ya da
okuma konusunda hiçbir deneyimi yoktur. Daha sonra açıklayacağı gibi, Hayri'nin
yazı yoluyla kendisinden söz etmek gibi bir isteği yoktur; yazın aracılığıyla
kendini ifade etme görevini ona yükleyen, enstitünün taşıdığı önem ve
enstitünün kurucusu Halit Ayarcı'dır. Tanpınar da, enstitünün adını, olduğu
gibi kitabın başlığı yaparak ona katılıyor gibidir; ama bu başlığın arkasında
yatan hiciv, daha ilk paragrafta açıkça görülür. Dikkate değer olan başka bir
şey de, Hayri'nin bildiğini iddia ettiği okuma malzemeleridir bu, aslında onun kuşağında, Türkçe olarak
ulaşılabilecek en yüzeysel yazılı malzemedir (onun 1892'de doğmuş olduğunu daha
sonra öğreniriz). "Birkaç tarih kitabı"nın ve gazete makalesinin
dışında bunların hepsi Arapça'dan, Farsça'dan, Fransızca'dan ve İngilizce'den
yapılmış çevirilerdir. Türkçe yazılmış bir tek şiirsel ya da dinsel yapıttan
söz edilmemesi oldukça şaşırtıcıdır; ama Hayri, kendi yazılı dilini anlamasını sağlayacak
Arapça ve Farsça sözcükleri anlayamadığını kabul eder. Gerçekten de bunlar,
kişisel seçme hakkını en düşük düzeyde kullanan, ancak bir yeniyetmeyi
eğlendirebilecek şeyleri okumayı kabul eden bir bireyin okuma malzemeleridir.
Onun burada adını andığı şeyler, temelde Amerika'da bir doktorun bekleme
odasındaki dergiler ve gazetelerin Osmanlı'daki eşdeğerleridir.
İşte böylece, yazar olmadığını
açıkladıktan, bu nedenle arkadan gelecekler için özür diledikten sonra, Hayri
İrdal bize yaşamının öyküsünü anlatmaya girişir. Saatleri Ayarlama Enstitüsünü
okuyuşumuz, daha işin başında, bu kitabı belli bir türe oturtamamamız nedeniyle
zorlaşır. Gerçekten de Hayri İrdal, romanın başından sonuna kadar birinci tekil
şahıs kullanır; iyi ama, Türkiye'de Hayri İrdal gibi birinin özyaşamöyküsünü
yazmanın ne gibi yananlamları olabilir? Hayri bunu şöyle açıklar:
Bütün bunlara bakıp hakikaten hayatımı,
mühim, anlatılması behemehal lâzım gelen bir şey sandığıma, ona olduğundan
fazla bir değer verdiğime inanmayınız. Öteden beri Cenabı Hakk'ın insanlara bu
hayatı yazmak için değil, iyi kötü yaşamak için bahşettiğine inananlardanım.
Zaten yazılmış şekli mevcuttur. Nezdi İlahi'deki nüshasından, kaderimizden
bahsediyorum. (11:12)
Burada Hayri, kendi öyküsünü yazmaya
karşı, din temeline dayanarak bir gerekçeyi açığa vurur; bu da, canlı
yaratıkların görsel imgeleminin yaratılmasına getirilen karşı çıkışa benzer.
Tanrı, nasıl yaratıcıların en iyisiyse, gene Tanrı anlatıcıların da en
iyisidir. Tek bir gerçek anlatı vardı: bu da, büyük Anlatı'yı yaratan Tanrıydı.
Bize özgü insan anlatıları, mükemmellikten yoksundur; abartmalarla ve olayların
anlatılmasında öznel çarpıtılmalarla doludur; kendimizi betimlerken
anlatılarımız, bu özelliklere daha da çok bürünür. Ama yazgımızın (kader) kitabı
(nüsha), mükemmel bir biçimde doğru ve nesnel olmak zorundadır. Durum böyle
olunca, kendi öykülerimizi anlatma yolunda zayıf ve dürüstlükten uzak çabalara
girişmeye gerek var mıdır?
Alçakgönüllülüğünü böylece yeterince
sergiledikten sonra Hayri, yazmak için her zaman ileri sürülen o geleneksel
açıklamayı yapar; bu da, manevi hocasının yaşamını ve söylediklerini yazıya
geçirmektir:
Hayır, hâtıralarımı yazmaktan kastım
kendimi anlatmak değildir. Sadece şahidi olduğum birtakım vakaların
unutulmamasına yardım etmektir. Bir de üç hafta evvel toprağa gömdüğümüz aziz
insanı anlatmak ve anmak, (a.y.)
Anlatıcı, aslında bir özyaşamöyküsü
yazmadığını, daha çok manevi hocası nın, (daha sonra öğrendiğimize göre)
yaşamını geri dönülemez biçimde değiştirip düzelten tek insanın söylediklerini
ve yaptıklarını kayda geçirdiğini açıklar. Böylece Tanpınar, anlatıcısının,
özyaşamöyküsüne karşı getirilecek en geleneksel sava el atmasını sağlar; ama
oldukça uzun bir özyaşamöyküsünü de başlatmış olur. Bu savın "geleneksel oluşu",
bu özyaşamöyküsünün nereden kaynaklandığı ve Tanpınar'ın romanı için bunu neden
uygun bulduğu üzerinde düşünmeye zorlar bizi.
Osmanlı yazını içinde özyaşamöyküsü
sorunu, yakınlarda Cemal Kafadar (1989) tarafından ele alınmıştır. Cemal
Kafadar XVII. yy'ın ortasında, İstanbul'daki dervişleri inceleyen kitabı
Sohbetnâme'de şunları belirtir: "Bu kitap günceye benzer bir şeydir, ama
adından da anlaşılacağı gibi, öncelikle, yazarın toplumsal ilişkilerinin kayda
geçirilmesi, bunun yanı sıra yazarın yedikleri, geceyi nerede ve nasıl
geçirdiğiyle ilgili her şeyin en ince ayrıntısına kadar anlatılmasıdır."
Genellikle, Türkiye'de dervişlerin, Sufi hocalarının konuşmalarını yazıya
geçirdikleri bilinir; gerçekten de bu, derviş olmak isteyen birine daha uygun
düşecek bir yazınsal roldür. Tanpınar'ın bu yayımlanmamış kayıtlardan herhangi
birini okuyup okumadığını bilmiyoruz, ama Osmanlı yazınını çok iyi tanıdığını
göz önüne alacak olursak, bu kayıtlardan bazılarını görmemiş olması şaşırtıcı
olurdu. Durum ne olursa olsun, Hayri'nin birinci tekil şahısla aktardığı
anlatısına verdiği biçim, bu derviş güncelerine ve dervişlerin hocalarının
söylediklerinin kayda geçirilmesi geleneğine bir şeyler borçluymuş gibi
görünüyor.
Osmanlılarda özyaşamöyküsü yazma sorunu,
Orhan Pamuk tarafından ustalıklı bir yazınsal biçime sokulmuştur; Orhan Pamuk,
Beyaz Kale adlı romanının merkezi ağırlıktaki kesimini, XVII. yy'da yaşamış
Osmanlı astrolog-kahramanı Hoca'nın, özyaşamöyküsünü günahların itirafı, yaşamı
için bağışlatıcı bir gerekçe ya da düşmanlarını aşağılama fırsatından başka bir
şey olarak görememesini açıklamaya ayırır:
Birkaç gün sonra Doğu'dan getirilen o pahalı ve temiz
kâğıtların üstüne, her sabah "niye benim ben" diye yazmaya başladı,
ama bu başlığın altına ötekilerin neden o kadar aşağılık ve ahmak olduklarından
başka bir şey yazamıyordu. Gene de, annesinin ölümünden sonra ona haksızlık
edildiğini, eline geçen parayla İstanbul'a geldiğini, bir ara bir tekkeye
dadandığını, ama oradakilerin hepsinin alçak ve sahtekâr olduğunu gördükten
sonra ayrıldığını öğrendim. Bu tekke macerasını biraz daha anlattırmak istedim;
onlardan kurtulmasının, Hocanın gerçek bir başarısı olduğunu düşünmüştüm:
Kendini ayırabilmişti. Bunu ona söylediğimde öfkelendi, çirkin ayrıntıları bir
gün ona karşı kullanmak için merak ettiğini söyledi; zaten şimdiye kadar
öğrendiklerim fazlaymış, bir de üstüne o tür
kaba denilen cinsel kelimelerden birini kullandı burada ayrıntıları
öğrenmek istemem onu şüphelendiriyormuş. (Pamuk 1991: 64)
Roman ilerledikçe, Türk kahramanın dil
açısından güçsüzlüğü, kendisi hakkında bir şey söyler ya da yazarken
kullanabileceği bir dil bulamaması, onu Hıristiyan kurbanlara karşı göz
kamaştırıcı acımasızlık edimlerine sürükler; kahraman, özyaşamöyküsünde
gizlenmiş olan günahları keşfetmek için Hıristiyan kurbanlara işkence eder. Eva
Hoffman, "dilsel yoksunluk" üzerine şu gözlemde bulunur:
Kör öfke, çaresiz öfke, sözcükleri
bulunmayan öfkedir insanı karanlıkların
içine gömen bir öfke. İnsan sürekli olarak sözcüklerden yoksun kalırsa, sözcüklerin
direnmesinden doğan bir yitiklik içinde var olursa, bu durumun kendisi de,
ister istemez öfkeye yol açacak bir engelleme yaratacaktır. (1989: 124)
Pamuk'un Türk kahramanı, kendi kopuk
kişiliğini Avrupalı kölesinin kişiliği içinde yitirinceye kadar, sözcükleri
olmayan, kendine bakmayı bilmeyen bir insandır. Pamuk'un, Tanpınar in
yapıtlarına duyduğu saygı göz önüne alınacak olursa Hoca'nın, yazında pekâlâ
Hayri İrdal'ın soyundan gelen biri olmasının yanı sıra tarihsel atası olarak da
düşünülmüş olduğu varsayılabilir.
Türk eleştirmenler; özyaşam-öyküsel
monologu söyleyenin, yani 1892'de İstanbul'da doğmuş olan Hayri İrdal'ın
kişiliği üzerinde yaptıkları yorumlarda oldukça büyük görüş ayrılıklarına
düşmüşlerdir. Elbette bu, çok ciddi bir anlaşmazlık alanıdır, çünkü Saatleri
Ayarlama Enstitüsü'nün öyküsünü bütünüyle bu anlatıcının gözlerinden görürüz.
Tanpınar, bu sorunu, romanın sonuna eklediği notla daha da karmaşık duruma
getirmiştir; hiç yayımlamadığı bu ek notta Tanpınar, konuşucuyu, kitabın en
önemli kişilerinden biri olan Doktor Ramiz'in kliniğinde tedavi gördüğü sırada
ölen bir "paronayak" olarak göstermiştir. Moran, bu yayımlanmamış
notu (mektubu), Tanpınar'ın, metnin içerdiği toplumsal hicivin siyasal ortama
aşırı sert gelmesi olasılığına karşı hazırlamış olabileceği, savunma
niteliğinde bir tür özsansür olarak görüyor (1987: 329).4 Bütün kitabı
"açıklayacak" tek bir yorumlayıcı anahtar önermek yerine, bu yazıda
ben, kişisel bellek, kamusal belleğin işlevi ve bunların zamanla ilişkisi üzerinde
durmaya çalışacağım.* Bütün romanın birinci tekil şahıs anlatıyla sunulmuş
olması nedeniyle, bu öğeler yapıtın biçimini büyük ölçüde belirliyor. Bu yazıda
birkaç kavram ele alınacaktır: Zamanın geçişinin temsil edilişi; zamanın,
birinci tekil şahısla konuşan anlatıcının söyledikleri içinde kişisel bellekle
bağıntısı; romanın öbür kahramanı, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün kurucusu
Halit Ayarcı ("Ayarcı Halit") tarafından zamanın ve kamusal belleğin
ele alınışı.
Bakhtin'in chronotope kavramı açısından
(Bakhtin: 1981), Saatleri Ayarlama Enstitüsü, ikinci öğe olan yere bakıldığında
çok zengin, ama birinci öğenin, zamanın belirlenmesi açısından biraz zayıf
görünmektedir. İstanbul'un Eyüp'ten Şişli'ye kadar pek çok bölgesi, toplumsal
açıdan kendine özgü nitelikleriyle romana eksiksiz girer, ama olayların geçtiği
zaman, ancak çok ender anlarda belirlenebilir. Zaman açısından en açık
göndermeler, romanın dört bölümünden birincisinde ve ikinci bölümün başında
ortaya çıkar. Birinci bölümde, konuşucunun 1892'de doğduğunu, önemli
hocalarından ve kendisini en çok etkileyen kişilerden ikisinin 1912'de öldüğünü
öğreniriz. İkinci bölüm, kahramanın 1. Dünya Savaşı'ndan dönüşüyle başlar.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk on yılı, bu bölüme artalan oluşturuyor gibidir, ama
üçüncü bölümün geçtiği dönem, en iyi biçimde, adı geçen Amerikan film
yıldızlarının parlama tarihlerine bakılarak belirlenebilir. Bu, hiç de
rastlantısal bir şey değildir: tam tersine, konuşucunun, öyküsünü anlatırken
genelde benimsediği yönteme uygun düşer
her şey aynı anda, bir arada verilir: ancak bundan sonra bir anlatı
oluşturma çabasına girişilir. Konuşucunun ikinci evliliğine giriş kesimi, bu
tekniğe iyi bir örnektir:
Evlendiğimiz zaman Pakize'nin tiroid
guddeleri henüz bozulmamıştı, binaenaleyh huysuz ve sinirli değildi. Hayat
hakkında hiçbir fikri yoktu, binaenaleyh neşeli ve rahattı. Annesi ile babası
henüz ölmemişlerdi. Hatta böyle bir ihtimal kimsenin aklına gelmeyecek kadar
sıhhatli, dinç görünüyordu. Bu itibarla kardeşleri henüz bizimle beraber
yaşamaya karar vermemişti. Ayrıca büyük baldızım musikiye olan istidadını henüz
keşfetmemiş, küçük baldızım sadece irade ve ısrarıyla dünya güzeli olabileceği
fikrine düşmemişti. Ben, İspritizma Cemiyetinde tanıdığım Cemal Bey'in sözüne
uyup Fener Postanesinden vazifemden henüz istifa ederek, onun idare meclisi
azası bulunduğu ve sonradan reisi olduğu Türlü İşler Bankasına memur
olmamıştım. Binaenaleyh elimde henüz güvenebileceğim bir işim vardı ve
hayatımız emniyette idi. Üstelik Selma Hanımefendiye de henüz âşık olmamıştım.
(2 VIII: 123)
Zamansal ilişkilerde sürüp giden bu
karışıklık, kitabın başlığı ve ana izleğiyle çok yakından bağlantılıdır bu da,
Türkiye'de zamanın karmakarışık bir biçimde algılanışıdır; bu durum, açıkça
dile getirilen amacı, cumhuriyetin tüm vatandaşlarının zamanın geçişini aynı
biçimde ölçebilmelerini güvence altına alabilmek için bütün masa, kule, duvar,
cep ve kol saatlerini ayarlamak olan bir enstitünün kurulmasına yol açmıştır.
Türklere özgü zaman, çeşitli toplumsal sınıflara, hatta bireylere egemen olan
bir dizi kopuk kopuk, yazı yoluyla algılanan kronolojilerden oluşmuştur.
Enstitünün kurucusu olan Halit Ayarcı'ya göre, Türk toplumunun bu belirleyici
özelliği, pek çok ekinsel ve ekonomik olumsuzluğun kökenini oluşturmuştur.
Halit Ayarcı, Türkiye'nin modernliğine ancak tek tek bireylerin bilincinin,
zamanı aynı biçimde algılamaya başlamasıyla adım atabileceğine karar vermiştir.
Bu amacını gerçekleştirebilmek için Halit Ayarcı; Amerikan tarzı reklamlar ve
halkla ilişkiler yolunu, para cezalan vermek gibi parasal yaptırımları ve kendi
geçerli zaman anlayışını geriye, Osmanlı dönemine yansıtan yayınlarla halkın
belleğini yanıltma yöntemlerini kullanır. Yürüttüğü kampanyanın ekonomik
araçlar, enstitü için yarattığı şu gibi sloganlarda açıkça görülür:
Yaşamın hızında kendini gösteren
değişikliğe, XX. yy'ın ilk yarısında Avrupa yazınında, hatta I. Dünya Savaşı'ndan
hemen önceki dönemde Viyana üzerine yazdıklarında Robert Musil gibi bir yazar
tarafından gönderme yapılır. Batı'nın bakış açısından, kenarda kalan
ülkelerdeki aksaklıklara dayanan hicivci bir bakış açısı için, zamanın kişisel
olarak algılanması, en açık görülebilecek malzeme seçimlerinden birini
oluşturuyordu. Bruno Schulz'un, 1930Tu yıllarda, anavatanı Polonya'da zamanın
niteliği konusunda yazdıkları gibi:
. Kullanılıp tüketilmiş bir zamandır bu, başkaları
tarafından aşındırılmış bir zaman, her yanı delik deşik edilmiş pejmürde bir
zaman.
Buna şaşmamak gerekir. Bir bakıma bu, kusularak dışarıya
atılmış bir zamandır bu deyişi
kullandığım için beni bağışlarsanız: elden düşme bir zamandır. Tanrı hepimizin
yardımcısı olsun! (1979:131)*
Son zamanlardaki Türk yazarları, zaman
kavramında 1830'lu yılların sonlarında Tanzimat reformlarıyla başlayan büyük
değişikliğe büyük bir duyarlıkla eğilmişlerdir. 1987 tarihli bir makalesinde
Ekrem Işın şunu ileri sürüyor:
XIX. yy'ın gündelik hayat bilgisi, önce,
acemi öğrencinin kafasındaki geleneksel zaman kavramını yıkmıştır. Saatin doğal
karakteriyle şekillenen mistik zaman, mahalle hayatını idare eden bir halk
takvimi olma özelliğini henüz korumaktaydı. Akrep ve yelkovanın belirlediği
modern zaman ise adeta kendi koyduğu yasaya mutlak bir itaat istercesine
gündelik hayatı programlamak düşünü doğurdu. Zamanı rastlantının girdabından
çıkarıp her parçasını farklı işlevlere göre programlamak, Osmanlı insanının
kişisel dünyasına modern hayatın standartlarını kazandırmıştı. Akrep ve
yelkovan arasındaki modern zaman kendiliğinden akıp giden mistik zamana oranla
insanı gündelik hayatın hızlı ritmine daha kolay çekebiliyordu. (1987: 31)
İşın, bu sorunu 1894'te Ahmet Mithat
Efendi tarafından yayımlanan bir romanla ilgili olarak ele alırken, Tanpınar'ın
bu tarihten iki yıl önce doğan kahramanı için zaman sorunu hâlâ can alıcı önem
taşımaktadır. Hayri, "geleneksel zamanen bir ürünüdür; geleneksel
kavramları kendinde somutlaştıran ve dile getiren bir Sufi saat tamircisinin
yanına girerek onun çırağı olmuştur. Gene de, kronolojik açıdan bakıldığında,
modern zamanın savaşı kazanmaya başladığı yeni Cumhuriyet döneminde yaşamakla
kalmaz, yeni zamanın en saldırgan savunucularının saflarına çekilir.
Yazdıklarını, bir toplumbilimci olarak değil de bir romancı olarak yazan
Tanpınar, birbirine karşıt zaman kavramlarının dile getirebilecek yetenekte
olan iki karakter yaratır saatçi derviş
Nuri Efendi ve modern bir işadamı (aynı zamanda dolandırıcı) olan Halit Ayarcı.
Romandaki hiciv, büyük ölçüde Hayri İrdal'ın her iki görüş açısını da
konuşmalarında dile getiren kişi olmasından kaynaklanır. Bir zamanlar Nuri
Efendi'nin müridi olan Hayri İrdal, giderek Halit Ayarcının sağ kolu durumuna
gelir. Gene de, bir felsefeden öbürüne tam bir dönüş yaşamaz. Daha çok, eski
hocasının görüşlerine saygı duyar, ama bu görüşleri hiçbir zaman tam olarak
anlayamaz; oysa, bu arada Halit Ayarcı'nın yeni öğretilerine karşı edindiği
tutum, iki yanlı bir tutumu olarak nitelendirilebilir. Ama bir yandan Halit'i
kurtarıcısı ve "velinimeti" olarak görürken, bir yandan da onun
taleplerinden hep kaçınması nedeniyle, onun bu iki yanlı tutumunu yorumlamak
zordur.
Kitabın anlatısı içinde, geçişinin
dışavurulma tarzından ayrı olarak zamanın kendisi de, başkişilerin özellikle de
Halit Ayarcı, Hayri İrdal ve Hayri'nin ilk hocası saatçi Nuri Efendi'nin açık
söylemlerinin önemli bir parçasını oluşturur. Aşağıdaki alıntı, Nuri'nin zaman
ve muvakkitlerle ilgili dinsel görüşünü bütün havasıyla aktarmaya yeter:
İnsanları iğfal
etmek, onlara vakitlerini israf ettirmek suretiyle hak yolundan ayırmak için
şeytanın baş vurduğu çarelerden biri de Nuri Efendiye göre, şüphesiz ayarsız
saatlerdi. (1 V: 31)
Nuri Efendi'nin fikirleri Kuran'daki (103:
12) vel'asri innel'insane lefiy husrin ("And olsun zamana ki, şüphe yok ki
insan elbette ziyan içindedir") Asr suresinden türetilmiş gibidir; bu da,
çoğu zaman, Türkiye'de namaz vaktinin farkında olma zorunluluğuna gönderme
yapan bir sure olarak yorumla nır. Nuri'nin düşüncesine göre, kötü ayarlanmış
bir saat, öncelikle insan için bir tehlike demektir, çünkü insanın namaz
konusundaki farkındalığını bozar; ikinci olarak da çalışma planlarına engel
olur. Bununla birlikte, Halit Ayarcı'nın gözünde asıl ağırlıklı önem taşıyan
neden, bunların yalnızca ikincisidir:
Ayarı bozuk
saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye
kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. Günün asıl faydalı kısmını
on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon
saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz.
Hesab et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu on sekiz
milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde
yarım saat, bir saat gecikenleri vardır. Çıldırtın bir kayıp... Çalışmamızdan,
hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıp. Şimdi anladın mı Nuri
Efendinin büyüklüğünü, dehasını?., (a.y)
İşte Halit, Türkiye'deki ekonomi yaşamında
bu kendi kendini yok etme eğilimini düzeltmek için kurar Saatleri Ayarlama
Enstitüsü'nü. Bu enstitü, bütünüyle kapitalist bir tarzda çalışacak, ülkenin
dört bir yanına yayılacak, dünyanın kalkınmamış ülkelerine ulaşacak, bu arada
da belki Halife, Hayri'ye, onların tüm akrabaları ve dostlarına rahat bir yaşam
sağlayacaktır.
En ince ayrıntılarıyla düşünülmüş olan bu
Enstitü'nün çalışması, kitaptaki fars öğesini oluşturan malzemenin çoğunu
sağlasa da, tek ya da ana öğe olsaydı, o zaman roman temelde Haldun Taner'e
özgü tarzda, yalnızca sahnelenmek üzere yazılmış kısa bir fars olurdu. Bu
durumuyla Tatıpınaı'ıtı romanı çok daha karmaşıktır; bu nedenle okurun da
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün anlatısını, Hayri İrdal'ın yaşamıyla
çakıştırmaya çalışması gerekir.
Kurgu
Saatleri Ayarlama Enstitüsünün dört ana bölümü
vardır: "Büyük Ümitler", "Küçük Hakikatler", "Şafağa
Doğru" ve "Her Mevsimin Bir Sonu Vardır". Hayri'nin 1892'de
doğduğunu, ortalama bir eğitim gördüğünü, ailesinin, büyükbabasının inşa etmeye
yemin ettiği bir caminin eşyaları arasında yaşadığını, aralarında Mübarek
adında bir duvar saatinin de bulunduğu yedek parçalardan oluşan bir miras
bıraktığım öğreniriz. Resmi eğitime ilgi duymayan Hayri, delikanlılığında
kendisinden büyük olan ve hocalık rolünü benimseyen dört erişkinin etkisi
altında girmiştir. Ortaya çıkış sırasıyla bunlar, dervişe-benzeyen saatçi Nuri
Efendi, gezgin Bülûcistanlı kalender Seyit Lûtfullah, aristokrat Abüsselâm Bey
ve Rum eczacı Arisddi Efendidir. Hayri, Nuri Efendi'den derin bir zaman
felsefesinin yanı sıra saatlerle insanlar arasında animist bir bağıntı
bulunduğunu öğrenir. Seyit Lûtfullah'ın hayalleri ve büyücülük güçleri
karşısında Hayri'nin gözleri kamaşır. Hayri'nin gündelik uygulamalarla ilgili
endişeleri, cömert ve konuşkan Abdüsselâm Bey tarafından giderilir; Abdüsselâm
Bey, Seyit Lûtfullah'ın, Bizans İmparatoru Kayser Andronikos'un kayıp
haznesinin nerede olduğunu bildiği konusundaki iddialarına inanır ve Aristidi
Efendi'nin simyacılık deneylerini hevesle izler. "Büyük Umutlar",
Aristidi'nin kazayla kendisinin çıkardığı bir yangında talihsiz bir biçimde
ölmesiyle son bulur; bundan sonra Hayri, gezgin bir oyuncu ve şarkıcı olarak
yollara düşer.
"Küçük Hakikatler, Hayri'nin I. Dünya
Savaşı'nda Kafkaslardaki Rus cephesinde yıllarca savaştıktan sonra İstanbul'a
dönmesiyle başlar. Hayri, babasının öldüğünü öğrenir; başlangıçta biraz zorluk
çektikten sonra, Abdüsselâm Bey'in aracılığıyla postanede bir iş bulur. Bu
cömert soylu hane halkı arasına kabul edilir; koruyucusunun ölümüne kadar,
şefkatli karısı Emine'yle birlikte huzur içinde burada yaşar. Abdüsselâm'ın
ölümü, geride bıraktığı mirasla ilgili müthiş bir kavgaya yol açar; bu kavga
sırasında, bu soylu adamın Kayser Andronikosün hazinesini gizlice bir yere
saklamış olduğu yolundaki söylentiler, Hayri için yasal açıdan bir kâbusa
dönüşür. Artık herkes bu hazineyi Hayri'nin sakladığına inanmakladır. Hayri,
tanık koltuğunda bir öfke nöbetine kapılarak kendini kaybeder ve yeni mahkeme
psikiyatristi Doktor Ramiz'e teslim edilir. Ramiz, Türkiye'de psikiyatrinin
içinde bulunduğu acınası duruma hayıflanır ve Hayri'yi "baba kompleksine
yakalanmış olduğuna ikna etmeye çalışır. Karısı Emine'nin ölümünü önceden
gördüğü bir rüyasını anlattıktan sonra Hayri, Doktor Ramiz'in saygısını
kazanır. Sanatoryumdan çıktıktan sonra, Doktor Ramiz Hayri'yi en çok sevdiği
kahvehaneye getirir; bu kahvehane, kitapla adı geçen etkinliklerin çoğu için
bir odak noktası oluşturacaktır. Bununla birlikte, taburcu olmasından kısa bir
süre sonra Hayri, karısı Emine'nin ölümüne tanık olur. Daha sonra, ikisinin çocukları
olan Zehra'yla Ahmet'i büyük ölçüde ihmal eder ve çoğu evlenmemiş kadınlardan
oluşan İspritizma Cemiyeli'nin üyeleri arasına karışır. Orada güzel bir genç
kadın olan Pakize'yle tanışır: Cemal Bey, Hayri'ye bankasında bir iş teklif
eder. Cemal'in, Hayri'yi her fırsatta küçük düşürmekten zevk alan acımasız bir
zorba olduğu anlaşılır. Hayri artık, Pakize'ye, onun iki kız kardeşine, bu
arada Emine'den olan iki çocuğuna bakmaktadır. Bu bölümün sonunda Hayri,
korkunç haberi öğrenir: Cemiyet'teki hanımlardan biriyle kurduğu dostluğu
kıskanan Cemal Bey kendisini işten atmıştır.
"Sabaha Doğru" bölümünün
başlarında, Hayri'yi bir kahvehanede Seyit Lûtfullah'tan öğrendiği çok çeşitli
büyücülük numaralarını yaparak hayatını kazanırken görürüz. Bir gün Doktor
Ramiz, onu onarılması gereken bir saati olan bir arkadaşıyla tanıştırır. Adı
Halit Ayarcı olan bu arkadaş, Hayri'nin saatlerden bu kadar iyi anlamasından,
yıllar önce onun Nuri Efendi'den öğrenmiş olduğu zaman ve saatlerle ilgili yarı Sûfi aforizmalarından çok derinden etkilenir.
Halil, Hayri'yi tasarladığı yeni bir kurumu
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü
yasal kılmak için gerek duyduğu, artık yok olup gitmekte olan Osmanlı
geçmişiyle bir bağ olarak görmeye başlar. Kitabın en uzun bölümü olan bu üçüncü
bölümde Halit Hayri'ye zaman ve çalışmayla ilgili modernci felsefeyi ve
pazarların yaratılmasıyla ilgili Amerikan felsefesini kabul ettirmeye çalışır.
Hayri sürekli olarak "velini'imlim" diyerek söz ettiği Halife karşı
dalkavukça bir bağlılık geliştirirken, bir yandan da tutuculuğu ve burjuvalara
uygun düşen değerleriyle Halil'i hiç durmadan umut kırıklığına uğratır.
Enstitü'nün yardımcı müdürü olarak Hayri
için yıllar güven içinde geçerken, kişiliği çeşitli yönlerde, en dikkate değer
biçimde de, Cemal Bey'in eski karısıyla yaşadığı evlilik dışı ilişki yoluyla,
benlik duygusunu öne çıkarma gereksinmesi açısından gelişir. Hayri'nin Selma
Hanımefendi'ye taparcasına duyduğu hayranlık izleğine kitap boyunca gönderme
yapılır, ama bölüm ilerledikçe, bu duygunun yoksul bir gencin duyduğu çocukça
tutkudan, Selma'yı art niyetli bir biçimde Cemal Bey'den alacağı öç için
kullanmaya, sonunda da içi bütünüyle boşalmış bir aldırmazlığa dönüştüğünü
görürüz. Cemal Bey'in, kıskanç eşi tarafından öldürülmesiyle Selma'nın taşıdığı
çekicilik büyük ölçüde azalır.
Hayri'nin karşısına en büyük güçlük,
Halit'in, kendi zaman kavramları için elle tutulur bir çıkış noktası yaratma ve
Osmanlı döneminin derinlerine inme konusunda ısrar etmesiyle çıkmış olur. Bu
amaçla Halit, XVII. yy'da IV. Mehmet'in saltanatı sırasında bir derviş ve
İstanbul'daki bir camide muvakkit olan "Şeyh Ahmet Zamânî Efendi"nin
hayali kişiliğini yeniden canlandırmaya çalışır. Hayri'nin, Osmanlıca ve
Osmanlı ekini üzerinde sahip olduğu varsayılan bilgisi göz önüne alınarak, Hayri'ye
Akıl Çağı'nın büyük Avrupalı bilim adamlarının Osmanlı' daki dengi olan bu
dikkate değer kişi hakkında bir kitap yazma görevi verilir. Kalbinin
derinlerinden direnme ve karşı koyma sesleri yükselse de, sonunda Hayri
utanarak ve korkarak bu kitabı yazar. Ne var ki Van Humbert adında bir
Hollandalı Oryantalist, kitabı okuyup Türkiye'ye gelerek bu büyük Osmanlı bilim
adamının mezarını ziyaret etmekte ısrar edince Hayri için işler daha da
karmaşıklasın Hayri'nin Van Humbert'e kötü davranması, sonunda bu Hollandalıyı
Enstitü'nün amansız düşmanı durumuna getirir.
Bütün bunlar olup biterken, Hayri
Enstitü'yü düzenlemekle meşguldür; bunu, bütün akrabalarını ve kahvehaneden
tanıdığı arkadaşlarını işe almak için bir fırsat olarak değerlendirir.
Pakize'nin Amerikalı film yıldızlarına duyduğu büyük hayranlığın artık
kendisinin gerçekten nerede ve hangi zamanda yaşadığının farkında olamayacak
dereceye ulaşmasına karşın, evlilik yaşamı iyiye gitmektedir. Ayrıca, Hayri
baldızlarından birinin sevilen bir şarkıcı, öbürünün de güzellik kraliçesi olma
girişimlerinden dolayı derin acılar çeker. Bu arada Halit, kendisine bir zor
görev daha yükler: Ona Enstitü için göz kamaştırıcı bir bina tasarlamasını
emreder. Hayri, genç oğluyla birlikte dev boyutlu bir saat kulesi tasarlar; bu
saatin, bütün kentin dikkatini üstüne çekeceğinden emindir. Her ne kadar
Halit'in müridine olan inancı doğrulanmış olsa da, bu yapı Enstitü'nün içinde
acı bir bölünmeye yol açar. Çünkü Enstitü çalışmalarının hepsi Hayri'nin
tasarımına inanç duymazlar ve bu kadar çok para harcanmasını çok gereksiz
bulurlar. Halit, büyük bir hoşnutsuzluk içinde Enstitü'den çekilir, o suratını
asmış dururken, Amerikalı bir araştırmacılar grubu Enstitü'ye ziyarette
bulunur. Anlaşıldığına göre, İstanbul Belediyesi'nin Saatleri Ayarlama
Enstitüsü'nün kapatılması ve lağvedilmesi yolundaki emrini etkileyen onların
verdiği çok olumsuz rapor olmuştur. Halit, Enstitü'nün lağvedilmesini yürütmek
üzere bir "Devamlı Lağvedilme Komitesi" kurar. Son bölüm olan
"Her Mevsimin Bir Sonu Vardırma HalitTe Hayri'nin son buluşmaları
anlatılır. Son tümcede, bu buluşmadan hemen sonra, Halit'in bir otomobil
kazasında öldüğünü öğreniriz.
Kişisel Bellek,
Kamusal Bellek
Anlatıyı birinci tekil şahısla vererek
Tanpınar, zaman bilincimizi kahramanın bilincinin oluşturduğu süzgeçten
geçirir; sonunda, kahramanın belleğinin özellikle hatalı çalıştığı ortaya
çıkar. Hayri'nin bu kitabı yazmaktan tek amacının tanıklık ettiği dikkate değer
olayları, özellikle de velinimeti Halit Ayarcı'nın eylemlerini ve sözlerini
kaydetmek olduğu yolundaki açıklamasına karşın, Hayri her durumda kendini
anlatının merkezine yerleştirir; bu tutum o dereceye varır ki onun kendi yaşamı
ve mutluluğuyla doğrudan bağıntılı olmadıkça hiçbir şey öğrenemeyiz. Kişilerden
bazılarını, ancak birinci kitapta, Hayri'nin çocukluğu ve ergenliği sırasında
biraz daha derinlemesine görebiliriz, çünkü Hayri kendi kişiliğini hâlâ bu
insanların kişilikleri çevresinde oluşturma süreci içindedir. Bu bölüm, romanda
gene gerçek tarihlerin verildiği tek kesimdin 1892 Hayri'nin doğduğu yıldır;
1906'da Seyit Lûtfullah, Abdüsselâm Bey'e ait olan değerli bir altın saat bulur
ve kâhin olarak ünü yayılmaya başlar; 1912'de saatçi Nuri ölür. Bu tarihten
sonra, bütünüyle Hayri'nin öznel zaman kavramının pençesine düşeriz. I. Dünya
Savaşı, neredeyse hiç sözü edilmeden başlar ve biter. Hayri'nin ordudan terhis
olduktan sonra İstanbul'a dönüşünün 1918 yılma rastladığını çıkarım yaparak
bulmak zorunda kalırız; bununla birlikte, İstanbul'un Müttefiklerce işgal
edilmesi de, İstiklâl Savaşı da, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu da
anlatıcımızın üzerinde büyük etkiler bırakmıştır. Siyasete arada bir yaptığı
göndermeler, ya tam bir kiniklik havası içindedir ya da belki çok zekice
kullanılmış bir ironiyi sergiler:
Benim çocukluğumun bellibaşlı
imtiyazı hürriyetti.
Bu kelimeyi bugün sadece siyasî
mânasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler
korkarını ki, hiçbir zaman mânasını anlamayacaklardır Politikadaki hürriyet,
bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır.
Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice
karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu
kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve atlarının altında kaybolan nesne
görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğim işittim. Evet,
bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve
o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.
Nereden gelir? Nasıl birdenbire
gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar,
"Buyrunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldın:. Sizin olsun, belki bir
işinize yarar!" diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde
birdenbire parlayan, fakat yanma yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür
veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinlere mi benzer? Bir türlü
anlayamadım. (1 II: 20)
Hayri, kişisel yaşamını zamanının çok
önemli siyasal olaylarıyla bağlantılandırmak için özgürlük (hürriyet) sözcüğünü
kullanır. "Özgürlük"ün pek çok kez ortaya çıkıp kayboluşunu
betimlerken başvurduğu siyasal yergi açıkça görülür, ama bu terimin onun kendi
yaşamındaki anlamı pek o kadar açık değildir. Hayri'nin bu sözcüğü kullanışı,
bu yazıda ele alınamayacak ölçüde karmaşıktır ama bu kullanış, Tanpınamn bu
kahramanının kişiliğini nasıl gördüğü açısından temel önem taşır. Bu gibi
gözlemler, Hayri'nin Buberm For the Sake ofHeaven adlı romanındaki Gizemci
Musevi tarikatı üyelerinden birine benzemesine yol açar; bu kişinin gözlerinin
birinden naiviSe' okunurken, öbüründe kurnazlık ifadesi vardır. Nahif göz,
kurnaz gözün gördüklerinin farkında değildir oysa kurnaz göz, nahif gözün
görebileceği her şeyi görür. Aslında Hayri'nin bıraktığı bu izlenim, kitap
boyunca hiç peşimizi bırakmaz; onun bu kişilik özelliği Türk eleştirmenleri
birbirinden çok farklı yargılarda bulunmaya götürmüştür. Bu eleştirmenlerden
bazıları Hayri'yi, sevgili dostu Halit Ayarcı dahil, herkes tarafından
acımasızca kullanılan biraz palyaçovari de olsa sevimli bir kişi olarak
görürken, bazıları Hayri'yi, tutarlı-bir kişiliği bulunmayan yalancı bir
canavar olarak görürler. Moran, konuya büyük bir duyarlıkla yaklaşarak,
Hayri'nin roman boyunca büyük bir değişim geçirdiğini belirtir:
Saatleri Ayarlama Enstitüsünde çalışmaya
başladıktan sonra İrdal, ezilen, beceriksiz, yoksul İrdal değildir; eleştirdiği
kokuşmuş çevreye ayak uydurmuş bir İrdal'dır. (1987: 327)
Savaştan döndükten sonra Hayri, kendi
kişisel zamandizini içinde kalır. Bu sonu gelmez birinci tekil şahıs anlatının
dokusunda öne çıkan, olaylar değil, konuşucunun bu olaylarla ilgili duygularını
sarıp sarmaladığı düdir. Hayri'nin dili, hem duyduğu ekinsel yakınlık
nedeniyle, hem de kendisi üzerinde kendi ekini açısından bile düşünmekten ve
açıksözlülükten kaçınması nedeniyle şimdinin dışına taşınmıştır. Bu dili
aktarabilmek için Tanpınar, kendi kuşağında İstanbul'da yaşayan
"geleneksel" orta sınıf nüfusun büyük bir kesiminin paroie'ünden
yararlanmıştır. Bu parole'ün, 1950'li yılların başlarmdaki yazınsal dil
olmadığı çok bellidir. Hayri'nin konuşmasının, roman okuyacak ya da yazacak
insanların konuşma dili olmadığı söylenebilir. Bu dil, yozlaşmıştır ve
Batılılıktan görece uzaktır; dine ve Sufiliğe göndermelerle doludur; basmakalıp
deyişleri evirip çevirmekte ve yeni basmakalıplıklar yaratmakta Hayri'nin çok
esnek bir yeteneği vardır. Bununla birlikte, Tanpınar'ın bu parole'ü
kullanışım, 1930'lu ya da 1940'h yıllarda etkin olan ve geleneğin kendileri
için olumsuz anlam taşıdığı modernci yazarların parole'üyle karıştırmamak
gerekir. Tanpınar'ın Osmanlı mirası karşısındaki turumu hiç de böyle değildi;
zaten Tanpınar, öbür romanlarında Osmanlı yüksek ekininin gerçek
taşıyıcılarının (örneğin, Huzur romanındaki Mevlevi Neyzen Emin Dede'nin)
parole'ünü çok sevecen bir yaklaşımla vermiştir. Oysa, Hayri'nin konuşmasındaki
hicivli öğe, genelde hemen hemen hiç gerçek bilgi de taşımayan (Huzur'daki
kişiler, Osmanlı şiirinden alıntılar yaparlar; Hayri hiçbir zaman böyle bir şey
yapmaz), yeni düşünceler yaratma yetisi de bulunmayan Osmanlı dilini
korumasından gelir. En kötümser anlamda, Hayri'nin konuşması, "resmi dil,
benim tek dilimdir" iddiasında bulunan Adolph Eichmann'ın konuşmasına
benzer. Sonra gene şu da var: Arendl'in de belirttiği gibi, "resmi dil,
onun dili oldu, çünkü kendisi basmakalıp olmayan tek bir tümce üretme
yetisinden gerçekten yoksundu" (1963:48). Cumhuriyet Türkiyesi'nin eğitim
sisteminden geçmiş olan Türk vatandaşlarının oluşturduğu kuşaklar için,
Hayri'nin dili Osmanlıca sözcük dağarcığı ve ekinsel göndermeleri nedeniyle tam
anlamıyla anlaşılmaz bir dildir ve biraz da tehdit içerir; bu dil, her türlü
deneyimi, bürokrasinin işlemden geçirmesine ve uygun bir biçimde sunmasına tabi
kılmak üzere dönüştürüyor gibidir. Hayri, "behemelınl" (her nasılsa,
bir yolla) gibi çok sevdiği sözcükleri tekrar tekrar kullanmaktan hiç korkmaz;
bu sözcük, onun aşırı dakik ve doğru davranmaktan uzak durmasını sağlar. Gene
de, kendisini çevreleyen Halit Ayarcı ya da Doktor Ramiz gibi kişilerin gözünde
Hayri, gerçekten yaşamakta olan Osmanlı geleneğini, geçmişle kurulan ve çok
gereksinme duyulan bu bağlantıyı temsil eder.
Hayri için zaman sorunu, bellekle ve
anıların dil yoluyla en uygun biçimde dışavurulmasıyla sıkı sıkıya
bağlantılıdır, kitabın karmaşıklığı da büyük ölçüde buradan kaynaklanır. Kendi
dilini seçmekle Hayri, kendi anılan ve arzularıyla, konuştuğu kişilerin
beklentileri arasında uygun bir denge oluşturmaya çalışır. Konuşmalarının
çoğunda, Hayri'nin kendine özürler bulduğunu, başkalarını suçladığını, sık sık
tanınmış bir ötekiye saldırdığını görürüz; Hayri, bu kişiye duyduğu nefreti,
kendisini dinleyen kişiyle paylaştığı umudu içindedir. Bütün bunları yaparken
dilden yararlanır; çoğunlukla istediği bulanıklık, belirsizlik ve toplumsal
tutarlılık düzeyleriyle birlikte, en uygun toplumsal düzeyin dilini yakalar;
bunu da, herkesin benimsediği (öyle sandığı) ortak dinsel ve ulusal değerlere
göndermeler yaparak sağlar. Hayri, yöntemini şöyle tanımlar:
...hulâsa bir
yazıdan ve bilhassa hâtırat cinsinden bir yazıdan samimilik denen şeyin
istediği bütün sıkı şartlan göz önünde tutarak, hadiseleri zihnimde sıralamağa
çalıştım.
Çünkü ben Hayri
İrdal, her şeyden evvel mutlaka bir samimilik taraftarıyım. İnsan her şeyi
açıkça söylemedikten sonra neden yazı yazsın? ...Bu cinsten kayıtsız ve şartsız
bir samimilik ise behemehal bir süzme, eleme ister. Siz de kabul edersiniz kı,
her şeyi olduğu gibi söylemek mümkün değildir. Sözü yarıda bırakmaktansa,
vaktinde iyi tasarlamak, okuyucu ile behemehal anlayacağınız noktaları seçmek
gerekir. Çünkü samimiyet tek başına olan iş değildir. (1 -1: 11)
Bunu başarabilmek için Hayri, Özel
yaşamıyla kamusal yaşamı birbirinden ayırma gereksinmesi duyar. Hayri, kişisel
anılarıyla oynamaya çok hevesli olsa da, kamusal alanda tutucu biri gibi
görünür; o zamanlarda (1950'li yıllarda) seçkin olmayan kentli Türklerin hâlâ
"sessiz" olan çoğunluğu adına konuşur; "bu sessiz" çoğunluk
için Osmanlı ya da İslam geçmişi sorgulamak pek söz konusu olamazdı; ama gene
de bu çoğunluk, seçkinlerin öylesine saldırganca izlediği modernleşme
programlarından aşırı korkmuş ve sinmiş durumdaydılar.
Hayri, Şehzadebaşı'ndaki kahvehanede bir
bakıma "yerini bulmuş" olsa da, Nuri Efendi'nin, Abdüsselâm Bey'in,
Seyit Lûtfullah'ın, Aristidi Efendi'nin, bu arada hiç sevmediği babasının
yerini alacak yeni bir baba figürü arar durur. Bu yeni baba figürünü Halit
Ayarcı'da bulur. İlişkileri geliştikçe, Hayri'nin gözünde Halit, hem bir arzu
nesnesini, hem de yıldırıcı bir güçlüğü temsil etmeye başlar. Halit
aracılılığıyla Hayri, yaşamında ilk kez olmak üzere, bir yere ait olduğunu
hisseder; kendi deyişiyle: "Sıraya girdim." Hayri, Saatleri Ayarlama
Enstitüsünde sahip olduğu bütün beceriler, bu arada bütün ekinsel birikim için
mükemmel bir dışavurum yolu bulmuş olur. Hayri aracılığıyla da Halit, ekinler
ve kuşaklar arasındaki uçurumu kapatabileceğini, Hayri'nin Nuri Efendi'den
edinmiş olduğu Su fi düşüncesini benimsemiş olması nedeniyle de, bu kisve
altında kendisinin çalışma ve zamanla ilgili yeni fikirlerini satabileceğini
ummaktadır.'
Cemal Bey'in yanında, bankadaki berbat
işini kaybettikten ve yıllarca geçmişini kahvehanede Seyit Lûtfullah'tan
öğrendiği büyücülük numaralarıyla sağladıktan sonra Hayri, kişiliğini dürüstlük
açısından sınayan en büyük güçlükle karşı karşıya kalır. Başlangıçta Hayri,
Halit Ayarcı'nın görüşünü hiç beğenmez: " 'Hem de küstah bir adama benziyor!'
diye içimden söyleniyordum. Durmadan insana bakıyor. Sanki satın alacak
gibi." Bununla birlikte, Hayri, neredeyse başka •herkesin tersine, bu yeni
kişinin kendisine küçümseyerek bakmadığım hemen sezer:
Bununla beraber bakışlarında hiç de insanı
rahatsız edecek bir şey yoktu. Bu bakış, hiç de öbürlerine, kendimi bildim
bileli üstümde hissettiklerime hiç benzemiyordu. Onlarda ne küçültme, ne
yadırgama, ne alay vardı. Sadece herhangi bir şeye bakar gibi bakıyordu. Ne
olduğumu anlamak istiyordu, o kadar. (3 1: 154)
Hayri, hep seyircileriyle o "ortak
zemin'i bulmaya istekli olduğundan, iletişimde bulunmanın (aynı zamanda yalan
söylemenin) mümkün olduğu daha geniş ekinsel çevre var olduğu sürece, her türlü
kişisel ayrıntı tartışılarak bulunup çıkarılabilir ve uyarlanabilir. Ama Halit,
tarihsel ve ekinsel gerçeklerin çok kaba bir biçimde, acımasızca çarpıtılmasını
savunmaktadır. Kitabın üçüncü bölümünün büyük kesimi, bir yanda topluma ait
belleği, bir pazarın yaratılması için istendiği gibi oynanabilecek malzeme
olarak gören Halit ile Türkiye'nin bütün sorunlarını ruh çözümleme bilmeye
bağlayan Doktor Ramiz, öte yanda "ideolojisi olmayan" Hayri İrdal
arasındaki çatışmaya ayrılmıştır. Kitabın üçüncü bölümü, bu kişiler arasında
geçen sert tartışmalarla doludur:
"Başkaları seni olduğu gibi görüyor
da, sen kendini göremiyorsun! Birtakım miskince korkularda hapsoluyorsun. Bu
tahammül edilir iş mi?"
Ona göre Ahmet Zamanı Efendinin mevcut
olmasındaki tereddütlerimle, kamum anlattığı banjo çalan ve ata binen bir adam
oluşumu kabul etmeyişim hep aynı şeylerdi.
Karın
seni bize dünyanın en modern adamı diye takdim ediyor. Sen hâlâ şüpheci
vaziyetler takmıyor, her şeyi inkâr ediyorsun!
Karım
delidir, evlendiğim günlerde beni bir akşam evvel gördüğü filmin artistleri
zanneder, sabahleyin yataktan kalkınca Bağdat Hırsızı filminde giydiği incili
terliklerini arardı. Bunu sen de biliyorsun!
Doktor Ramiz bir an afallar gibi oldu.
Fakat Halit Ayarcı aldırmadı:
Tabii!
Karın deli, ben yalana ve madrabaz... Peki kızma ne dersin? Zehra Hanıma?...
Zehra
işin alayında... Daha evvelki gece, "Hayatımdan çok memnunum... Kendimi
bir operet, yahut vodvilde sanıyorum... Yaşama denen şeyin tadını almaya
başladım!" diyordu.
Doktor Ramız:
Gördün
mü? Dedi. Demek ki artist ruhlu olduğunuzu o da kabul ediyor. Zaten bu sabah
kendisi söylemiş. Baba, sen busun, demiş!
Halit Ayarcı bana iyice dargın, artık
yalnız onunla konuşuyordu:
Bırak
camın, o şiiphelcriyle, inatlarıyla övünsün dursun... Hayat yürüyor. Bir gün
kervanın dışında kalınca anlar! Bu dünyada yeni diye bir şey var! Onu inkâr
edenin vay haline! Zorla değiştirenleyiz ya! Sağduyusu kendine mübarek olsun!
Biz canlı hayatın peşindeyiz! (3- IV:
229)
Ya da Halit'in başka bir yerde dediği
gibi:
Realist olmak, hiç de hakikati olduğu gibi
görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir.
Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir mânası ve kıymeti olmayan bir
yığın hüküm vermekten başka neye yarar? (3- IV: 221)
Sonunda Hayri, kamusal bellek duygusuna
ihanet eder. Aslında var olmayan Ahmet Zamanî Efendi hakkındaki kitabı yazar ve
Saatleri Ayarlama Enstitüsünün anıtsal boyutlardaki acayip binasını tasarlar.
Moran'ın da belirttiği gibi (1987), bizimle konuşan Hayri, çok önceden,
içerleyerek de olsa, yeni çevrenin kendisinden istediklerine boyun eğmiş olan
Hayri'dir. Hayri bize, sık sık ölümsüzlüğe ve iç huzuruna erdiğini anımsatır,
kitabın başından sonuna kadar velinimeti Halit Ayarcı'ya övgüler yağdırır.
Bununla birlikte, Hayri'nin çok derinden içerleyerek çizdiği Doktor Ramiz
portresinde başka bir kanının ortaya çıkmasına olanak yaratılır. Doktor Ramiz
de Halit'le aynı fikirleri dile getirir, ama ekonomi diliyle değil de ruh
çözümleme diliyle. Moran ve Ayvazoğlu gibi eleştirmenler, sezgili bir yaklaşımla,
Hayri'nin "modern dünya"nın taleplerine kısmen bilinçaltından,
istemeyerek boyun eğmesini Türk İnsanı'nın (hatta aydınlardan bazılarının)
modernleştirici seçkinlerden gelen talepler karşısında edindikleri tutumun bir
alegorisi olarak yorumlamışlardır. Etkin eylem adamı olan Hayri, Halit'i
putlaştırırken, Alman eğitimi görmüş ve Halit'in reformlarına ideolojik bir
temel bulmaya çalışan Doktor Ramiz'i alaya alır.
Daha ilk sayfalardan başlayarak Tanpınar,
Hayri'nin yaşadığı özsansür sürecini görmemize olanak verir. Nitekim, ikinci ya
da üçüncü sayfanın sonunda, Hayri bize sırasıyla şunları söyleyerek, aslında
hayali bir kişi olan Ahmet Zamanî Efendi hakkında bir kitap yazmış olmaktan
duyduğu endişeyi ele verir: Halit Ayarcı, XVII. yy. Osmanlı muvakkiti/âlimi
Ahmet Zamanî'nin mezarını ziyaret etmek üzere Türkiye'ye gelmiştir: Ahmet
Zamanı diye biri hiç yaşamamıştır: Hayri, başka birinin mezar taşındaki yazıyla
oynayarak oraya "Zamanî" mahlasını eklemiştir: Van Humbert'in, o
mezarın önünde fotoğraf çektirme isteğini, bir Hıristiyan olması nedeniyle
reddetmiştir. Hayri, bu noktaların ilk dördünü atlatmayı başarır; bunu,
Hollandalının, ölmüş dindarların ve genelde Müslüman Türklerin duygularını hiçe
sayma terbiyesizliğine duyduğu öfkeyi dile getirerek yapar: "Biz kendi
aleminde yaşayan insanlarız'." (1- 1: 11)
Merkezi önemde olduğu, Hayri'nin kitabının
ilk sayfalarında gönderme yapmasıyla vurgulanan bu olay önemlidir, çünkü hem
Hayri'nin anlatı tekniğini, hem de onun kamusal belleği nasıl çarpıttığını
örnekler. Anlatı tekniğini ele alırsak, Hayri'nin sık sık,
"samimiyetle" ilgili önermesinde kaçınmayı umduğu şeyin ta kendisini
yaptığma dikkat etmek gerekir: Ne kadar şeyi açıklamak istediğini önceden
belirleyememiş olduğundan, Hayri daha sonra, başlangıçta söylediklerinin bir
kısmını inkâr etmek zorunda kalır. İkinci noktayı ele alırsak, Tanpınar
belgelerin bulunmasının, bir şeyin olmadığı anlamına geleceğini önerecek kadar
nahif değildi, bu nedenle, gizemli Ahmet Zamanî Efendi kişiliği, aslında
Tanpınafın ölümünden bu yana Türkiye'de çok yaygın duruma gelen tarihsel söylem
türü için bir eğretileme olarak kullanmıştır. Osmanlı Türkiye'sinin entelektüel
gelişmesiyle çağdaş Avrupa'nın gelişmesi arasındaki çakışmazhk, 1908
Anayasası'nı ya da Cumhuriyet devrimlerini yaşayan kuşak açısından öylesine
açık olan bu çakışmazhk, daha sonra kuşaklardaki aydınlarca ya o kadar önemli
sayılmıyor ya da inkâr ediliyor/ Bu aydınlar, özellikle de çok ağır basan
İslamcı bağlantıları olan aydınlar, bazen Avrupa Rönesansı, Akıl çağı ya da Ay
dınlanma kişileriyle, Osmanlı
İmparatorluğu'nun entelektüel tarihinde, daha sık olmak üzere de evrensel İslam
uygarlığının geçen bin yü kadarhk dönemi içinden seçilmiş olaylarda koşutluklar
bulmaya çalışıyorlar.» Halit Ayarcı, kendi modernleştirme programı için bir
yerli öncü ararken, işte bu yaygın entelektüel gereksinmeye yanıt vermektedir;
böyle bir öncü ortaya çıkmayınca da, onu kendisi yaratmaktan çekinmez. Bunu
yaparken Halit, pazardan gelen talep duygusunu, bütün düşüncelerinin itici gücü
olan bu duyguyu ele vermiş olur, oysa küçük hesaplar peşinde koşan bir işadamı
olan Hayri, "bir avuç berbat korkunun esiri olarak" kalır.'
Yaşamının ilk yıllarında Hayri, sık sık
ezilmiş ve aldatılmıştır, bu nedenle, haklı patlamalarının bir gerekçesi
vardır. Halasının yeni kocasına karşı tanık sandalyesinden çektiği, ona
"dolandırıcı" ve "harp zengini" dediği uzun tiradda,
Hayri'nin gerçekte Doğu Cephesi'nde askerlik yaparken çektiği ve başka hiçbir
yerde sözünü etmediği zorlukları şöyle bir görür gibi oluruz. Ama genelde ilk
karısının ölümünden sonra, Hayri neyin doğru, neyin yanlış olduğu yolundaki
yargılara ilgisini büyük ölçüde yitirmiştir. Şehzadebaşı'ndaki kıraathanede
geçerli olan sınıflandırmaya göre, Hayri Nizamı alemci biri olmaktan çıkarak
Esafili Şark olmaya doğru kaymıştır.30
Sonuç
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde işlenen
pek çok başka izlek, bu uzunluktaki bir yazıda gerektiği gibi ele alınamaz; bu
izleklerden bazıları, özellikle de "baba kompleksi" aynı ölçüde
önemli olabilir. Hayri İrdal kişiliğinin yaratılmasında pek çok etken söz
konusudur: Sonra Tanpınar bu öbür izlekleri, varlığı her yerde hissedilen
Enstitü'yle ve bu enstitünün karizmatik kurucusuyla iç içe örmüştür. Tanpınar,
Hayri'yi çok yakından tanıyordu, Hayri, Tanpınar'ın kuşağından biriydi ve
Tanpınar'ın içinde yaşadığı çevreden gelmese de, ona bütünüyle yabancı olmayan
bir çevrede ortaya çıkmıştı; onun aracılığıyla konuşarak Tanpınar, Cumhuriyet
Türkiyesi'ndeki seçkinlerin ifade gücü yüksek bir üyesi olarak, kendi dünya
görüşünün büyük ölçüde ötesine geçmeyi başarmıştır. Tanpınar hicivi, alegoriyi,
ruhbilimi ve ekinsel araştırmaları çok incelikli bir biçimde kullanışıyla
kendisine Türk yazınında, belki dünya yazınında da özel bir yer edinmiştir.
Türkiye içinde, çeşitli yazın tekniklerini ve türlerini ustaca bağdaştırarak bu
ölçüde kapsayıcı bir dünya görüşü yaratan başka kimse yoktur.
Bu romanın İslamcı Dergâh Yayınları
tarafından "Türk Edebiyatı Roman Dizisinin 1 numaralı kitabı olarak
basılan 1987 baskısına giriş yazısında, roman türünün "İslamcı" Türk
uygarlığına yabancı olduğu vurgulanmakta, böylelikle okurlar, Tanpınar'ın
Cumhuriyet'ten, belki Tanzimat'tan bu yana Türk toplumunun ve ekininin yaşadığı
başarısızlıklara getirdiği eleştiri olarak algılanabilecek şeye hazırlanmaktadır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün, böyle "Batı karşıtı" bir yaklaşımla
okunması, büyük olasılıkla bu romanın yeni Türk okurları kuşağınca algılanışını
da belirleyecektir. Bu okumaya göre, romandaki kişilerin neredeyse hepsi, Türk
aydınları arasında Tanzimat'tan Cumhuriyet'in ilk yıllarına "geçiş"
tiplerini temsil eder." Gene de, romanın baş kahramanının gördüğü, ayrıca
kendisinde bol bol sergilediği başarısızlıklar, Cumhuriyet dönemi olsun,
Tanzimat dönemi olsun, Türk tarihinin tek bir döneminde ortaya çıkmış olan
başarısızlıklar olmayabilir. Tanpınar'ın Türkiye hakkındaki görüşü, pekâlâ
bundan daha karanlık ve umutsuz da olabilir; hicivlerin bu en karasında ortaya
çıkan Türk toplumu ve Türk kişiliği görüşünün pençesinden şimdi de, geçmiş de
yakasını kurtaramaz.
(The
Journal of Middle Eastern Literatures, 8 (1998), s. 3761, Kitaphk, sayı 34, Güz
1998, s. 122140). İngilizceden çeviren: Yurdanur Salman
**
Ahmet Hamdi Tanpınar, sadece dilin bütün
güzelliği ve mûsikîsi ile vücut bulan şiir ve düz yazılarıyla değil, Doğu ile
Batı arasında sıkışan kültürel kimliklerimiz etrafında sürüp giden tartışmalara
katkıları nedeniyle de güncelliğini koruyan bir isim. Osmanlı'dan Cumhuriyef e
geçiş sürecini yaşayan ve her iki dönemi tek bir kimlikte birleştirmeyi
arzulayan modern bir muhafazakâr o, belki de muhafazakârca modern..!
1901'de İstanbul'da doğmuştu. Babasının
işi gereği, ilkokuldan liseye kadar Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde sürdürdü
eğitimini. İstanbul Darülfünun Edebiyat bölümünden 1923'te mezun olduktan sonra
Erzurum, Konya ve Ankara'da edebiyat öğretmenliği yaptı. İstanbul Güzel
Sanatlar Akademisi'nde dersler veren Tanpınar, İÜ Edebiyat Bölümü Tanzimat
Edebiyatı kürsüsünde profesörlüğe seçildi. 1942-1946 yıllan arasında ise
TBMM'deydi; Maraş milletvekili olarak "atanmıştı". Yeniden eğitim
hizmetine döndüğünde İÜ Edebiyat Bölümü Yeni Türk Edebiyatı profesörlüğüne
getirildi. 1962 yılında kalp rahatsızlığı sonucu ölen Ahmet Hamdi, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Mahur Beste gibi romanlar,
Beş Şehir gibi şiirsel bir gezi-deneme kitabı, Türk edebiyatı ve düşünsel
hayatına dair bir çok önemli inceleme bırakmıştı geriye. Kimileri için ise onun
şair kimliği hepsinden önemliydi.
"Huzur
ekolü"
Tanpınaı'ın 1980'li yıllara kadar
yeterince öne çıkmayışınm çıkarılmayışının ardında, edebiyatı yönlendiren
siyasî duruşların onu nereye ve nasıl konumlandıracağını bilememesi, sanat ve
edebiyatı siyasetin dolaysız bir alanına indirgeyen bir zihniyetin izleri
vardır. Tanpınar'ın düşünce hayatımızdaki yeri hakkında tartışırken kullanılan
argümanların edebiyat ya da felsefeden değil siyasal ve ideolojik yan
tutuşlardan temellenmesi, yani doğu-batı, sağ-sol, ilerici-gerici ikilemlerine
takılıp kalınması elbette bir zenginlik getirmemiş, sonuçta miras onu har vurup
harman savuran muhafazakâr ve milliyetçi kesime kalmıştı. Oysa Tanpınam basitçe
muhafazakâr olarak görmek ya da geleneksel değerleri savunduğunu söylemek, bu
kavramların içini boşaltmaktan başka bir anlam taşımaz. Çünkü Ahmet Çiğdem'in "Taşra
Epiği" incelemesinde vurguladığı gibi muhafazakârlığın, gericiliğin ve
gelenekçiliğin ayırdedici vasfı gelecekten uzaklaşmaktır. Geleceği kuşatan bir
zaman bilinci ise sadece moderne özgüdür. Öyleyse, Doğu ile Batı, eski ve yeni,
Osmanlı ile Cumhuriyet, İslam ve laisizm arasında sıkışıp kalan kültürel
kimlikler etrafında sürüp giden tartışmalara yaptığı müdahale, bir
"hars" arayışını barındırmasıyla muhafazakâr renkler taşısa bile,
geçmişşimdi-gelecek algısını barındıran romanlarıyla Tanpınar'ın
muhafazakârlığı, bugünkü hayatımızı kaplayan teknoloji ürünlerinden ya da
kültürün popülerleşmesinden, edebiyatın yetersizliğinden, dilin kuruluğundan
yakınan bir entelektüelin muhafazakârlığından çok da farklı değildir. Tersine,
Tanpınar'ın toplumsal fikriyatı değişme ve gelişme üzerine şekillenir. Üstelik
kendi kültürel kimliğindeki Batılı yanları, Cumhuriyetin Batılılaşma hamlesini,
ustası Yahya Kemal'in "realizm"inin ardındaki Batılı düşünce tarzını
özellikle belirtmiş, ancak bu açılımın bir bellek yitimine karşılık gelmemesi
gerektiğini savunmuştur.
Geçmişin mirasını koruyup modern bir
hayatla kaynaştırmak elbette zor bir mesele. Kaldı ki AB'nin kapısını çalan
Türkiye Cumhuriyeti'nin bugün bile en temel ve hallolmayan meselelerinden bir
tanesi. Tanpınar, bütün eserlerinde zaman ve mekân algılarımızı canlandırarak
işte bu konuyu, DoğuBatı sentezini, işlemiştir. Kimi zaman karamsar, kimi zaman
iyimserdir. Mesela beş ayrı kente ilişkin gözlemlerinden oluşan Beş Şehir
(1946), onun düşünce ve duygu dünyasını, "bu iki dünyayı oluşturan
küçük unsurları, eskiye ait ama kaybolmuş şeyleri ve kayıpların yarattığı
üzüntüyü; ufukta beliren ve hayatımızı derinden etkileyecek olan yeninin
unsurlarını ve yarattığı coşkuyu okura bütün açıklığıyla gösterir".
1908'den sonra üç cereyan vardı der
Tanpınar Edebiyat Notları'nda; "Osmanlıcılık, Türkçülük (Mehmet Emin),
İslamcılık (Mehmet Akif)... Bir de garpçılık (Tevfik Fikret) vardır. Bunlar
birbirleriyle çarpışmış, bazısı Türk milletinin lehine, bazısı neticede
aleyhine olmuştur. Mesele İmparatorluğun elden çıkması. Sonra bunlar hep birden
Yahya Kemal'de toplanmıştır". Hesaplanması hayli güç bu toplamın sonuçları
kültüreldi ve Cumhuriyet dönemine kendine özgü bir muhafazakârlık olarak
aktarıldı.
Şark ve Garp
Yahya Kemal'in biricik mirasçısı ve
muhafazakârlığın romandaki en güçlü temsilcisi Ahmet Hamdi Tanpınar, BatıDoğu
ikilemini maddî değerlerle manevî değerler karşıtlığında tartışma kolaycılığını
benimsememiştir. Tek bir şark olamayacağı gibi ne Şark ve ne de Şark medeniyeti
sözlerinin tek başlarına muayyen bir manaya gelmeyeceğini; Şark ve Garp
meselesinin aslında pratik hayat içerisinde hallolduğunu, aslında meselenin
münevverlerin kendi aralarında konuşmaktan vazgeçmedikleri bir meseleden ileri
gitmediğini bilmektedir Tanpınar. Onun. meselesi kendisiyledir ve bu meselenin
topluma taşınması yine kendisi dolayımıyla gerçekleşir.
Doğu-Batı karşıtlığı ve kimlik sorununu,
İstanbul'un farklı semtlerini karşı karşıya getirerek işleyen Ahmet Hamdi
Tanpınar, aynı meselenin takipçisi olan yazarlar arasında en rafine örnektir.
Osmanlı'dan kalan mirası sürdüren ilk dönem Cumhuriyet romanlarında mekân,
DoğuBatı değerlerini temsil etmek bakımından bir anlam taşıyor ve kent ikiye
ayrılıyordu. İstanbul tarafının mahalleleri Osmanlı-İslam geleneklerinin,
göreneklerinin, değerlerinin yaşadığı semtlerdi. Beyoğlu tarafı ise kentin
Batılılaşmış öteki yansıydı. "Beş Şehir"de; "Beyoğlu, küçük ve
orijinalite damgası çoktan kaybolmuş, hatta bu damgayı üstünde bir defa bile duymamış
en ucuz cinsinden bir 19. yüzyıl Avrupa'sıdır" ifadesiyle dillendirdiği
çarpık Batılılaşmayı "Huzur" romanında, hikâyesinin merkezine
koymuştu Tanpınar.
Yazarın en tanınmış romanı
"Huzur" (1949), bir olayı ya da bir hikâyeyi değil, karakterlerin ruh
ve düşünce dünyalarını yine Tanpınaı'ın temel meseleleri etrafındaanlatmaya
yöneliktir; "geçmişimiz, kimliğimiz, Doğu ile Batı'nın engin kültürleri
arasında, iki cihan arasında kendimizce ve kimi zaman kendimiz olamadan
duruşumuz, tereddütlerimiz, günü ve anı yaşayışımız, itiyatlarımız,
itikarlarımız, "sükut musikisinden aldığımız haz, kendi kültürünü üreten,
ürettikçe harcayan İstanbul, neylerin, kudümlerin ve derin bir mûsikîyi
yaratmışların hala bizi çeken halesi, ruh gezintileri, yumuşak ama derin
sorular, bütün bu "terkip"ten bize kalan lezzetli bir huzursuzluktur
"Huzur"da bulduğumuz...
Romanın en başanlı yerleri, roman
kahramanı Mümtaz'ın düşlerini yaşadır ğı İstanbul manzaralarının
"resmedildiği" yerlerdir. Tanpınar, okuyucusunu Mümtaz ile birlikte,
Beyazıt Sahaflar Çarşısında, salaş dükkânlarda, bitpazarında, Çekmece'deki
balıkçı muhitinde ve kır kahvelerinde dolaştırırken, İstanbul'un bir kronikçisi,
İstanbul'da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin bir tasvircisidir
sanki. Huzurun sonraki bölümlerinde Boğaz'a, zengin bir eve, sanki başka bir
dünyaya geçeriz. Pınl pırıl görünen modern semtte önceleri çok mutlu olan
Mümtaz, giderek bu çevrede yaşayan insanlara uyum sağlayamaz ve yıkılır.
Geçilmemesi gereken bir sınırı çiğnemiştir o!
Huzur'da dile getirildiği gibi, şarka da
eskiye de değil, bu memleketin hayatına bağlıdır Tanpınar; "bu
Müslümanlık mıdır, şarklılık mıdır, Türklük müdür" ilgilenmez...
Yaşadığı hayatı anlamlandırırken, Mümtaz'ın "Mazi ile bağlarımızı
kesmek. Garb'a kendimizi kapatmak. Asla!" çığlığında özetlenebilecek "her
şeyden biraz" ihtiva eden yeni bir 'terkip'in arayışındadır.
Ayar Veren Kim?
Geçen
zaman içerisinde belki de "Neyim?" sorusuna bir yanıt bulmuştu
Tanpınar. "Neyiz?" sorusuna olumlu bir yanıt verilemeyeceğini ise
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde (1961) ilân etmiştir. Tanzimat döneminden Cumhuriyet'e uzanan
elli yıllık bir zaman diliminde geçen "Saatleri Ayarlama Enstitüsü",
Cumhuriyet toplumunun düşünce ve davranış yapısına yönelmiş keskin bir
eleştiri, Doğu-Batı sentezciliğinin sınırlarını çizen kinik bir metin. Ülkedeki
saatleri zamanları eşitlemek için kurulan enstitünün kuruluş amacında sırıtıp kalan
cumhuriyetin modernizmiyle kalmıyor, enstitünün kuruluşu, toplumu yönlendirişi,
tasfiye edilirken yaşanan bürokratik sorunlar, Amerikalıların olaya el atışı
gibi alt temalarla Türkiye'deki devlet kurumlarının hantal ve giderek
anlamsızlaşmış yapısını da açığa çıkarıyor. Batılılaşmanın etkilerini
bireysel yaşamlardaki yıkımlar, ahlâki bozukluklar ve değerler yitimi gibi
alışıldık simgelerde aramamış; tersine, kurumlara çevirmiş gözünü ve bu
taklitçiliğin Batılılaşma anlamına gelmediğini bilerek, sonu ölümle biten bir
trajedi yerine olup bitenlerin iç yüzünü daha çarpıcı biçimde dışa vuran komik
bir hikâyeyi tercih etmiş.
Modernizmin biçimselliğinin yarattığı
illüzyonu ironik anlatımıyla açığa çıkarıyor Tanpınar; "İkinci elbiseyi bana enstitümüzün ilk
kuruluş günlerinde o zamanki kıyafetimle müesseseye gelemeyeceğimi düşünen
Halit Ayarcı hediye etmişti, sırtıma daha ilk geçirdiğim günde bütün varlığımın
değiştiğini gördüm. Birdenbire ufkum görüş ve zaviyem genişledi. Değişme,
koordinasyon, çalışmanın tanzimi, zihniyet değişikliği, üst düşünce, ilmi
zihniyet gibi tabirlerle konuşmağa, kendi isteksizliğime
"zaruret", "imkânsızlık" gibi adlar koymağa, Şarkla
Garp arasına ölçüsüz mukayeseler yapmağa, ciddiliğinden kendim de ürktüğüm
hükümler vermeğe başladım. Bir kelime ile, onun cesareti ve icat kudreti bana
aşılanmış gibiydi. Sanki bu elbise değil bir büyü idi".
Tanpınar, Batılı fen adamı ile Doğulu din
adamını altın yapma hayali etrafında bir araya getirirken, Batı'nın bilim ve
teknikteki gelişmelerini Doğu'nun kültürüne, Doğulu kimliklerinden ödün
vermeden taşıma gayretine giren "küçük hesap adamı" sentezciliğini de
katmış mizahına; "Seyit Lütfullah'ın asıl istediği kâinatın sırrına,
maddeye ruhen tasarruf etmekti... Bununla beraber Aisddi Efendi'nin eczanesinin
arka tarafındaki gizli laboratuarda imbikler, körükler, her cinsten şişeler,
korneler arasında yapılan tecrübelerde de öbürleri gibi hazır bulunuyor, eski
yazmalardan çıkardığı formülleri Aristidi Efendi'ye veriyordu. Hatta bu yüzden
bu iki adamın arasından günlerce süren münakaşalar oluyordu. Bu münakaşalarda
Aristidi Efendi'nin münevver Avrupalı müsamahası ve sabrı ile gaip âleme o
kadar kuvvetle tasarruf eden Lütfullah'ın gurur ve alınganlığı tıpkı ateşte
kaynayan büyük bir şişenin içinde ve etrafında dövüşen zıt kuvvetler gibi
birbirleriyle karşılaşırlardı".
Cumhuriyet projesinin dönüp dolaşıp aynı
karşıtlığa geldiğine işaret ederken, Cumhuriyet devrimleri ile başlayan modern
yaşam tarzlarının geçmişi ihmale ve yabancılaşmaya neden olduğunu hissettirir.
Tanpınar'a göre, "hayat ve halk, yani asıl kütle devlete yetişmek
mecburiyetinde" kalmıştır. Muhafazakârlığı işte burada çıkar ortaya.
Ne kafatasçı bir milliyetçilik, ne mistik inançlar; ilerleme adına gözden
çıkarılanların belleğimizdeki önemini bilen, muhafaza edilmesi gerekenlerin
bilincinde, zengin bir mirastan yoksun kalmak istemeyen bir sanatçının
muhafazakârlığıdır onunkisi...
(BirGün
Kitap, sayı 31, 25 Ocak 2007)
**
Ahmet Hamdi Tanpınar'la ilk kez 1955 yılında,
Varlık Yaymevi'nde karşılaşmıştık. Hangi nedenle, anımsamıyorum, benim bakımsız
odama gelmişti. Beş on dakika süresince, Fransız yazınından, özellikle de
Nerval'den sözetmiştir. Bana o gün imzaladığı Yaz Yağmurunun üzerine
"Tahsin Yücel Beye, genç meslektaşım, beraberce Nerval'dan konuşalım.
Sevgilerle" diye yazmıştı. 1961'de, Edebiyat Fakültesi'nde asistan olarak
göreve başlamamdan sonra, daha sık görmeye başladım onu. Hocalarımın, Süheyla
Bayrav'ın, Neşterin Dirvana'nın, Adnan Benk'in yakın dostuydu, sık sık bizim
bölüme uğrardı. Bir gün, elinde birkaç Saatleri Ayarlama Enstitüsü'yle geldi,
uzun sunuşlarla imzalayıp verdi dostlarına. Yanıbaşında dikiliyordum.
"Hocam, bana yok mu?" diye
sordum.
Rahatsız olmuş gibi görünmedi.
"Kusura bakma, Remzi ne cimri
adamdır, bilirsin; elinden kitap alamıyorum ki" dedi.
Şeytan dürttü.
. • "Yazık, ben de Varlık'a bir yazı
yazacaktım" dedim.
Ahmet Hamdi Bey kolumdan tuttuğu gibi
Türkoloji Bölümü'ndeki odasına götürdü beni. Bir dolap açtı, burada üst üste,
yan yana dizili yetmiş seksen Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden birini çekti,
adıma imzalayıp verdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, kitap üzerine bir yazı
yazmayı düşünmüyordum. Yazık ki aradan iki hafta bile geçmeden Ahmet Hamdi Bey
öldü: yazıyı yazdım, ama bir borcu yerine getirmekten çok, içten bir hayranlığı
dile getirdim sanırım.
Şimdi, bunları yazarken, biri belleğimde,
biri gözlerimin önünde duran iki görüntü içimi sızlatıyor. Birincisi,
Süleymaniye'nin avlusunda, Ahmet Hamdi Bey'in cenazesinde, sevgili hocam Sabahattin
Eyuboğlu'nun anlatılmaz bir acıyla gülümseyen yüzü; ikincisi, bunca yıldan
sonra, ancak şimdi, şu anda ayrımına vardığım bir ayrıntı: Ahmet Hamdi Beyin
bana imzaladığı Saatleri Ayarlama Enstitüsünün üzerine koyduğu tarih:
10.2.1962. Unutulmaz usta 24 Ocak 1962' de öldüğüne göre, ölümünden 17 gün
sonrasının tarihi, nerdeyse aşağıdaki gençlik yazısını yazdığım tarih.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okumaya
başlayan okurun, sayfalan çevirdikçe bir kararsızlık, bir duraksamadır
başlayacaktır içinde; bir tuhaf rahatsızlık duyacaktır. Kitabın öyle güç
anlaşılır, güç okunur bir roman olmasından değildir bu. Ahmet Hamdi Tanpınarın
hangi eseri sıkıcıdır ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü de sıkıcı olsun! Bu
kararsızlık, bu duraksama, bu rahatsızlık romandan çok, okurun kendisiyle
ilgilidir. Bütün bunların sebebi, okurun roman karşısında kendine belirli bir
nokta seçememesi, daha açık bir deyimle, romana hangi açıdan bakması
gerektiğini tam olarak kestirememesidir. Esere belirli bir açıdan bakmak, okura
bir kolaylık sağlar. En basitinden bir örnek vereyim: Okunan roman gözler önüne
olayları oldukları ya da olabilecekleri gibi gösteren ya da göstermek isteyen
bir eser midir, yoksa gerçek olamayacak olaylardan, kişilerden sözeden bir eser
mi, okur bunu kolayca görebilir, gördükten sonra da romanı değerlendirmesi,
romanla kendi arasında daha sıkı bir yakınlık kurması kolaylaşır. Ama Saatleri
Ayarlama Enstitüsü'nün okuru, onu bu iki sınıftan birine yerleştirmekte güçlük
çeker. Seyit Lütfullah'ın, Aristidi Efendi'nin garip dünyaları, tam mezara
gömüleceği sırada tabutundan başını kaldırıp dosdoğru eve götürülmesini
söyleyen, alkışlar, ıslıklar arasında evine geldikten sonra sağlığa kavuşarak
bambaşka bir ömür sürmeye başlayan ihtiyar hala, Avrupa'da okumuş, bir hekimden
beklenmeyecek derecede sakat ruh hekimi Ramiz, sonra her yanıyla Saatleri
Ayarlama Enstitüsü adlı kurum. Bunlar da, bunlara benzeyen başka birçok şeyler
de, ilk bakışta gerçekle ilgisi bulunmayan bir hayal ülke, bir hayal oyunu
izlenimi bırakıyor. Buna karşılık, yalnız yazarın ustalığından, inandırma
gücünden gelmeyen romanın her satırına sinmiş bir gerçeklikle karşı karşıya
gelirsiniz durmadan. Kitaba gerçek açısından mı, hayal açısından mı
bakacağınızı kestiremezsiniz. Bir karara varmak için biraz daha beklemek, biraz
daha ilerlemek, düşünmek gerekir.
Gerçek ile hayalin basit birer örnek
olduklarını yukarıda belirtmiştim. Tanpınar'ın romanı da çok güzel gösteriyor
basitliklerini. Gerçekten de, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün okuru, bu iki
açıdan birini benimsemeye kalktı mı, büyük bir yanlışlığa düşmekle kalmaz,
romanı anlama imkânını da yitirir. Çünkü Tanpınar'ın anlattığı ne dar ve geniş
anlamlarıyla gerçek, ne de dar ve geniş anlamlarıyla bir hayal dünyadır.
Elbette hayalden, hayal oyunundan çok, bir gerçek söz konusudur, ama bu gerçek
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kişiliğiyle zenginleşmiş, "gerçek"
kelimesinin kapsayamayacağı kadar genişleyip yoğunlaşmış bir gerçektir. Ahmet
Hamdi Tarıpınar'ın gördüğü, duyduğu, hatırladığı, düşündüğü gerçektir, Ahmet
Hamdi Tanpınar gibi "içli", son derece bilgili bir sanatçının
süzgecinden geçip roman olmuş, çok yönlü bir gerçektir. Böyle yazıyorum ya
fazla bir şey anlatamamanın, konunun özüne varamamanın sıkıntısı içindeyim,
bütün bunların hemen hemen bütün gerçek sanatçılar için söylenebilecek şeyler
olduğunu da iyi biliyorum. Belki de bütün güçlük bu "gerçek"
kelimesinden doğuyor. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar'ın anlattığı, bir gerçekten
çok, bir düşüncedir, bir fikirdir. Ne var ki hayatla, hayatımızla ilgili bir
fikir ya da fikirler söylenmesi, bu fikirlerin de olaylarla, kişilerle
verilmesi, fikri gerçekle iç içe, üst üste getiriyor. Karışıklık da bundan
doğuyor.
Yakından bakılınca görülebilir: Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın anlattığı o unutulmaz, ama gerçek olamayacak kadar benzersiz kahve,
gerçek bir kahve değildir, Tanpınar'ın kahve fikridir. Doktor Ramiz yalnız
budala, tuhaf bir hekim değildir, Tanpınar'ın bir takım ruh hekimleri
üzerindeki fikridir (onlarla alayıdır da.) Saatleri Ayarlama Enstitüsü de, onu
kurup sürdüren insanlar da, Tanpınar'ın çağımız, memleketimiz üzerinde,
çağımızın, memleketimizin insanları üzerinde görüşleri, her şeyi her yanıyla
kavrayan düşünceleridir. Romanın başlıca kahramanı Hayri İrdal da herhangi bir
roman kahramanı olmaktan çok, Tanpınar'ın insan üzerindeki, insanın durumu
üzerindeki fikri, bir canlılık, bir kişilik kazanmış görüşüdür. Bu örnekler
alabildiğine çoğaltılabilir.
Bir romanda kişilerin, olayların her
şeyden önce belirli bir fikrin anlatılması için kullanıldıkları çok görülmüş
bir şey. Ama Tanpınar bu kadarla yetinmiyor, bir yeri, bir insanı doğrudan
doğruya bir fikir, bir düşünce, bir görüş olarak sunuyor. Soyut düşünceleri,
duyguları, kavramları somutlaştırarak, bir yerin, bir insanın, bir olayın
biçimi, rengi, kokusu, hareketi içinde veriyor. Her fikir, her kavram, her
duygu canlı varlıkların ya da nesnelerin biçimine, rengine, kokusuna,
sıcaklığına bürünüyor Tanpınar'ın son romanında. Okura da bu somut şeylerden
öze, kaynağa, yani fikre gitmek düşüyor. Meselâ, romanın bir yerinde, Tanpınar kumar
oynayan birinden şöyle sözediyor: "Oyun, dışardan yaptığı bir hareket
değildi; onun içine girmiş, bütün vücudunu ayrı ayrı çalıştırıyor, birşeyleri
didikliyor, gagalıyordu. Yamalı kundurasından çorabının yırtığı görülen sağ
ayağı masanın altında bir dikiş makinesinin kolu gibi işliyor, gırtlağı
durmadan etrafa hücum ediyor, parmakları çengel gibi muttasıl birşeylere
takılıyor, birşeylere asılıyor; dudakları etrafı somuruyor, çene onların
sömürdüğünü kusuyor ve burun acayip homurtulanyla bütün hayatı korkutmaya
çalışıyordu." Açıkça görülüyor: Oyun canlı bir varlık oluvermiş, kumarcı
da kumar oynayan bir insandan çok farklı, nerdeyse bir garip canavar diyeceği
geliyor insanın. Bunun böyle olması, kumar oynayan adamın burnunun burundan
farklı bir şey, çenesinin çeneden farklı bir şey olması, bu burnun, bu çenenin
bir fikrin, bir görüşün resim halinde, görüntü halinde birer unsuru
olmasındandır. Tanpınar'ın bu turumu, Saatleri Ayarlama Enstitüsünün sayısız
kişilerinden biri olan Madmazel Afroditi'nin portresinde elle tutulacak
derecede belirli bir duruma geliyor:
"Afroditi, sımsıkı bir ten, her
ağzını açışta bir ispirto alevi gibi parlayan otuz iki diş, uzun kirpikleri
arkasında telkinleri bir ufuk gibi derinleşen bakışlar, konuştukça sizin
boğazınızda düğümlenen, İtalyan babasından kalmış ağdalı, hardal gibi sert ve
dik, yine de son derece tatlı bir ses, isteyerek çolpalaştırdığı hareketleriyle
bir örümcek gibi dört bir tarafınızı saran eller, bir yığın cazibe ve dostluk,
hulâsa belki de farkına varmadan hareket ve hücum halinde bütün
kadınlıktı." Afroditi, belki söylemek bile fazla, Madmazel Afroditi
olmaktan çok, sımsıkı bir ten, otuz iki diş, tatlı bir ses, insanın dört bir
yanını saran iki, belki de birçok el, bir yığın cazibe ve dostluktur. Bütün bu
özellikler, nitelikler, daha doğrusu çizgiler, daha başka 'çizgilerle de
birleşerek "bütün kadınlık" oluyor. Afroditi adıyla, sımsıkı bir
tenle, parlak dişlerle, hardal gibi sert ve dik bir sesle, bir yığın cazibe ve
dostlukla somutlaşan, bir cisim olarak çizilen kadın fikri oluyor. Bu örnekler
de alabildiğine çoğaltılabilir.
Ama bütün bunlar gelişigüzel yığılmış, iş
olsun diye sıralanmış fikirler, görüşler, duygular, izlenimler değil. Romana
adını veren Saatleri Ayarlama Enstilüsü'nün pek de fazla bir yer tutmaması, bu
garip enstitüyle o kadar ilgili gibi görünmeyen olayların, insanların daha
geniş bir yer tutması bizi yanıltmamalı. Her şey bir ana fikrin çevresinde
belirli bir denge içinde yer almakta, her şey bu ana fikrin, anlamsız insan,
anlamsız dünya fikrinin birbirlerini tamamlayan, ayrı ayrı yanlarıdır. Tanpınar
çağımızın başlıca konularından biri olan bir fikri, insanın, dünyanın, hayatın
anlamsızlığı fikrini, günümüz insanının artık yeterli bulmadığı, anlam
bakımından da pek yoksun görünen bir çevrenin iki ayrı çağı içinde ele almakta,
sanatının aynasından gözler önüne sermektedir. Bu ana konunun çevresinde Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın dünya görüşünün gözlerimiz önüne serilmesi, beklenmedik
ölümünün uyandırdığı büyük acı karşısında son kitabını bizim için
küçümsenmeyecek bin avuntu haline getiriyor.
(Varlık, sayı 568,15 Şubat 1962, s. 9).
Kaynak: “Bir Gül Bu Karanlıklarda” Tanpınar
Üzerine Yazılar; Hazırlayanlar: Abdullah Uçman, Handan İnci, İkinci Baskı 2008,
İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar