AHMET HAŞİM’DE KADIN
Nereden geldiği ve nasıl başladığı meçhul
bir kürk modası, İstanbul’un hemen bütün kadın tabakalarına yayıldı.
Bu moda, dedelerimizin ve ninelerimizin
bildiğimiz kürkünü çevirip sırta geçirmek ve kurt veya goril gibi, iri cüsseli
bir hayvana benzemek tuhaflığından ibarettir.
Bu moda, o kadar yayılmış ki, şimdi kastor
mantosu olmayan hanımın, hiç olmazsa kedi veya fare derisinden bir kürkü
olması gerekiyor.
Tırnaklarını
uzatıp sivrilten ve vücudunu baştanbaşa tüylü göstermek isteyen kadın, belli ki
insandan başka bir hayvana benzemek için uğraşıyor. Kadınlarda
bu insan şeklinden uzaklaşma meylinin sebepleri ne olsa gerek?
Sh: 8-9
İntiharlar tekrar
çoğaldı. İhtiyarları açlık, gençleri aşk ölüme sevkediyor. Gençler içinde kendini öldürenlerin büyük
çoğunluğunu erkekler teşkil ediyor.
Şu halde: Erkeği,
seve seve, ölüme yollayacak derecede cinsî bir üstünlük ve kudrete sahip olan
kadının erkeğe, yani kendi esirine, eşit olmak ve benzemek için dişini
tırnağına takarak yaptığı gayretlerin sebebi delilikten başka ne olabilir?
Altın gözlerin tılsımını ve mercan
dudakların ateşini bir kâğıt çantasına, bir mürekkepli kaleme ve bir muşambalı
pardösüye değişen modern kadınla, beş on dakika, biraz yakından konuşmak,
erkekleşme merakının kendisine ne pahalıya oturduğumu anlamağa kâfidir: İş
kadını — erken yazıhanesine gitmeğe ve geç evine dönmeğe mecbur olduğu için,
yıkanmağa ve temizlenmeğe hiç vakti olmayan kirli iş adamı gibi — acı acı ter,
kepek, yağ ve toprak kokuyor. Lâvanta ve pudra, deriden ve saçtan dağılan o
karışık kokuyu daha iğrenç yapmaktan başka bir şeye yaramıyor.
Binlerce asırlık
erkek medeniyetini anlamak ve benimsemek için işe pek geç koyulan kadın, şimdi-
müthiş bir hızla çalışmağa mahkûmdur. Er geç, zihin yorgunluğu, dünya yüzünü,
saçı vaktinden evvel dökülmüş, cascavlak fikir kadını başları ile de
dolduracaktır.
İşte
o gün fecî intiharın, dünya yüzünden tamamen kalkacağı gündür.
Sh:13-14
Hiç bir şey lisan kadar bir ağaca benzer
değildir. Lisanlar — tıpkı ağaçlar gibi — mevsim mevsim rengini kaybeden ölü
yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.
Edebî
bir metni okuyorken, daha düne kadar canlı bir mânası olan “melek” kelimesinin,
bugün tamamen hayatiyeti tükenmiş, renksiz ve şekilsiz bir lâfız haline
geldiğini hissettim. Bu kelime şimdi Türkçede soğuk bir naaştan
başka bir şey değildir.
Edebiyattaki
mânasına göre, melek bir kadındır ki gözleri mavi, saçlan sarı ve beyaz
entarisinin etekleri uzundur. Hıristiyan san’atında melek, lepiska saçları
topuklarına kadar uzanan, büyük güvercin kanatlı, mahçup bir genç kız şekline
benzetilir ve daima elinde sur cinsinden uzun bir musikî âleti olduğu halde,
gökte beyaz bulut yığınlarının kenarından tebessüm ettirilir.
Bu
verem çehreli mâveraî güzelin örneği, kadın kıyafetinin son inkılâbına kadar
devam edebilmişti Fakat kadın saçları, berber makasıyla kısalıp, eteklerin
yarısı da terzi nefesiyle uçarak dizleri çıplak bıraktığı günden sonra, melek,
birden geçmişin silik şekilleri arasına düşmüştür.
Şeytanî bir alevin temasıyla, taraf taraf
ateş kırmızılığına, boyanan çağdaş kadın çehresi yanında, uzun sarı saçlı ve
mavi gözlü “melek”, şimdi aptal bir halayık çehresinden daha fazla cazip değil.
Sh:20-21
— Şu
ışıklar içinde görünüp kaybolan kadınlara bak! Ne derilerindeki beyazlık insan
derisi beyazlığı, ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü siyahlığı, ne
dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı kızıllığıdır. Tabiatın eserleri hiç de bu
sahne yaratıkları kadar güzel değil! Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar,
renksiz etleri, çipil gözleri, soluk dudakları değişikliğe uğratarak, harap
uzviyetlerden birer gençlik ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş.
Kim diyor ki kadın
şimdi, eskisi gibi, yüzünü sıkı Örtüler altında saklamıyor?
Ya boya örtüleri?
Bunların altında
hakikî çehreyi hiç görmek kabil mi?
Boyalar olmasa
bilmem kadın ne yapardı?
— Kadın
ne yapardı bilmem... Fakat boyalar olmasa bilmem ki göz nasıl boyanırdı?
Sh:41
Kadınlara erkekleri cezbetmek hünerini
öğretmek üzere Amerika’da bir mektep açıldığını, bir gazetenin havadis
sütununda okudum ve hayret ettim. Estetiğin mühim bir mes’elesi halledilmiş
demek! Zira bugüne kadar cinsî cazibe mes’elesi, büyük bir sır halinde idi.
Mahiyetinin ne gibi şartlara bağlı olduğu bilinmiyordu. Eskiden cazip olmak
için güzel olmanın kâfi olduğu zannedilirdi. Fakat hayatın her günkü vak’aları,
çirkinliğin bazen öldürücü bir büyüsü olabileceğini gösterince iş büsbütün bir
muamma halini almıştır.
Gazetenin verdiği havadise bakılırsa
Amerikalılar “cazibe” nin unsurlarını bilmem nasıl bir vasıta ile tahlil ederek
ayırmışlar ve onu birleşmesi kabil olan bir hale getirmişlerdir. Âlâ! Eğer
doğru ise, bu hârikulâde keşfin ehemmiyeti büyüktür. Zira Lucrece’in [Titus
Lucretius Carus] dediği gibi, aşk ilâhesi Afrodit kâinata mutlak surette ve müstebitçe
hâkimdir. Asırlardan sonra Darwin ve Freud Lâtin şâirine hak vermişlerdir.
Fakat, bu keşfe inanmağa imkân yoktur. Bu
da Amerikalılara has şarlatanlıklardan biri veyahut şu “güzellik enstitüsü”
ismini verdikleri berber veya manikür ilânı olsa gerek!
Bence İlâhî başların pembe dudakları, her
açılışta, dimağdan inen koca bir hamakat öküzüne yol veren bir kapı vazifesini
görür. Bu itibarla bazı kadın başları, gerçekte, altın, elmas ve yakuttan
yapılmış tiksindirici birer alıklık deposudur.
Yılışmamağa ve yüz vermemeğe gelince;
bunun ehemmiyeti tasavvur edildiğinden büyüktür.
Sh: 50-51
Şöhreti dünyayı
tutan Paris kadını nadiren güzeldir. Paris
caddelerinde rastlanan güzel kadınlar, ekseriyetle ya güneyli veyahut
yabancıdır. Fakat, estetik ölçülerine uygun bir güzelliğe sahip olmayan
Parisli kadınlar, istisnasız sevimlidirler. Mide bulandırıcı çirkinliğe burada
hiç rastlamadım.
Gayet sade giyinen, hattâ kıyafetçe
iptidaî bir şekil arzeden bu, ekseriyetle henüz saçlarım kestirmeyen kadının
bütün tehlikeli cazibesi ağırbaşlılığından, saflığından, konuşmasından ve
bilhassa anlatılmaz işve ve edasından geliyor. Bunlar, dünyanın en güzel
kadınlarına Parisli kadının cesaretle meydan okuyabilmesi için kâfidir.
Parisli en büyük moda atölyelerinde bizzat
Fransız kadınının parmaklan ve iğnesiyle vücut bulan o kıymetli, çeşit çeşit
elbise, hemen hemen sadece yabancılar için yapılır. Fransız kadını, dünyanın
diğer kadınlarım sırma ve ipekten örülmüş en sihirli kıyafetlere soktuktan
sonra onları sırt üstü getirir. Bir aşk dakikasının lezzetine ebediyet verecek
kudrete sahip olmayanlar, süsten medet ummakta belki çok haklıdırlar. Fakat,
ipekler ve boyalar, ruhun eksikliklerini bilmem ki nasıl telâfi edebilir?
Yabancıya mahremiyetinin kapılarını güç
aralayan Fransız cemiyeti hakkında bir yabancının, kısa bir müşahede sonunda,
umumî bir hüküm yürütmeye kalkışması küstahlıktır. Bundan dolayı, bütün bu
satırlarda anlatılan sathî hayatın, bir sokak görüşü olmaktan fazla bir iddiası
olmadığım söylemek lâzım. Yalnız Paris’te vesikalı fahişe sayısının dört yüz
bin olduğunu bir resmî makamdan öğrenmiştim. Fakat, buna gizli fuhşun
belki dört yüz binden bile fazla olan rakamı ilâve edilirse, caddelerde, umumî
bahçelerde, otellerde, dansiglerde aşk avcıları için ne kolay bir iş sahası
mevcut olduğu hakkında aşağı yukarı bir fikir edinilebilir. Fakat her gün,
bir kapısından altı yüz bin yabancı çıkarken, diğer bir kapısından bir o kadar
yabancı giren, nüfusu dört milyona ulaşmış muazzam bir medeniyet merkezi için
bu serbest kadın sayısı hiç de fazla değildir. Fakat iyi bilmeli ki bu fuhuş ve
eğlence âlemi hiç de asıl Paris değildir. Zira Montmartre mahallesi, bütün
Fransa’nın küçük bir modeli addedilse, o zaman üniversiteler, akademiler,
enstitüler, hastahaneler, fabrikalar, âlimler ve san’atkârlar Fransa’sı tamamen
izah edilmesi mümkün olmayan bir hale gelir. Dün hakikî bir Fransız ailesinin
sofrasında öğle yemeğine davetli idim. Ruhum kudsi bir günlük kokusuna benzer
heyecan verici bir namus ve iffet ıtriyle hâlâ doludur. O sofrada bir Türk
ailesinin nezahat ve mahremiyetini mütemadiyen hatırladım.
Yabancıya etini
satan Parisli sokak kadınının, yakından tetkik edilse, ruh bakımından bir aile
kadınından farklı olmadığı görülür. Bir gece,
Montpamasse’da, süslü bir bar, kibar bir kadın ve eğlence yeri olan Coupole
kahvesinde bir arkadaşla beraber otururken yanımızda gazetesini okuyan genç bir
kadınla tesadüfen ahbap olduk ve beş dakika içinde, eski dostlar gibi konuşmaya
koyulduk. Arkadaşım sözün gelişiyle, Fransız kadınının maddeye taptığından ve
paraya düşkünlüğünden üzüntüyle bahsetti ve ahlâkî mütalâalardan örülmüş keskin
bir nutuk verdi. Genç kadın, kayıtsız gözlerle bu uzun ve Asya’ya has nutku
dinledikten sonra, pembe dudaklarıyla şu kısa ve makul cevabı verdi:
— Ne için parayı kazanmak istememeli?
İnsan parasız ve fakir olduktan sonra...
Sh:66-69
Karanlık kıyılarına doğru ilerlediğimiz
ölüm denizinden sıçrayan köpük serpintileri gibi, şakaklarında ilk beyaz saçlar
belirmeye başlayan, kırk yaşına basmış okuyuculara soruyorum.
Gençliğinizi,
gençliğinizin o tatlı kalbini hatırlar mısınız?
Bir kapı
aralığından parıltısı size bir saniye vuran siyah bir gözün, veya ipek bir peçe
dokusu arkasından seçebildiğiniz taze bir tenin veyahut bir şimşek sür’atiyle
önünüzden kaçarak perdeler arkasında kayboluveren genç bir eteğin sizi içine
düşürdüğü o tahayyül, ürperme ve sıtma geceleri hatırınızda mı?
Sır
ve hava gibi göze görünmeksizin etrafınızda yaşayan o mahrem kadının uzaktan,
mıknatıs akınlarıyla kanınızda uyandırdığı fırtınalara karşılık niçin bugünün
renkli, kokulu ve çıplak kadını, kendi neslinin gencine aynı ürperme ve aynı
çarpıntıyı veremiyor?
Siz, ey kırk
yaşına basanlar, gençliğinizde kadından titrer, aşktan korkardınız! Bugünkü
gencin gözündeki sert parıltı, dudaklarındaki zâlim tebessüm, o eski tehlikeli
aşkın gülünç ve ehlî bir hayvana döndüğünü anlatmıyor mu?
Bunu bazıları
kadın kıyafetinin açık saçıklığına verdiler, bazıları da bu açık saçıklığı,
kadında iffet hissinin eksilmesine ve neticede aşkın soysuzlaşmasına bir sebep
diye öne sürdüler.
Halbuki,
kıymeti nisbî olan iffet, zaman, iklim, din, âdet ve bilhassa giyiniş
tarzlarına göre değişen kararsız bir fazilettir.
Kadın
psikolojisini tahlilde üstat olan bir yazara göre, kadın kıyafetinin, somurtkan
fikir adamlarını acı düşüncelere sevkeden bu açık saçıklığı ile iffet arasında
bir münasebet aramak hatadır. Harpten beri
kadın elbiselerini bu derece hafifleten başlıca sebep sporun medenî hayatta
işgal etmeye başladığı yerdir. Vücut zindeleştikçe dış tesirlere karşı
mukavemeti de artmış ve artık hasta göğüsleri, sızılı kemikleri örtmekle
vazifeli olmayan elbiseler, sıhhatli bir vücudun güzelliğini gizlemeyecek bir
tarzda biçilmeye başlamıştır.
Kadın
tavırlarındaki aşın serbestliğe gelince, bunun da sebebi harp imiş. Birçok faaliyet sahalarında erkeğin
yerine geçen kadın, erkek işlerim görmekle erkek tavırlarını edinmeye
başlamıştır.
Fakat sebepler her ne olursa olsun,
bugünkü kadın çıplaklığının cinsî cazibeyi azaltmakta ve hassasiyeti
uyuşturmakta olduğunda hiç şüphe yoktur. Sonsuz çıplak bacaklar ve sayısız açık göğüsler göre göre, erkek gözü,
kadın etinin yalnız görünüşüyle doyuyor. Bu soğuk ve kayıtsız göze hırs parıltısını verebilmek için şimdi
kadın ne müthiş kudretler sarf etmeye mecburdur!
Giyinmekte ve soyunmakta
kadının yegâne muharriki aşk olduğuna göre, aşk oyunlarına bu derece zararı
dokunan bir kıyafetin fazla devam etmesine imkân olmadığını haber vermek için
hiç kâhin olmaya lüzum yoktur. Gariptir ki
kıyafet bahsinde aşk ile iffetin dileği birleşiyor. Onun
için ergeç kadın, yine yıldırımlarla yüklü bir gökyüzü gibi, yavaş yavaş
dumanlanıp kapanacak, sırma ve ipekten biçilmiş heyecan verici bulutlar arkasına
çekilecek ve esrarengiz ışıklarım yine oradan yaymaya başlayacaktır.
Spor açıklığı istiyorsa,
spordan daha kuvvetli olan aşk, sır ve müphemiyeti istiyor.
Sh:125-127
“Son Saat” in anket yazarı A. Sırrı Bey,
tertip ettiği anketin suallerini gönderdi. Sırrı Bey’in bütün sualleri bende
aynı alâkayı uyandırmadı. Onun için yalnız ikisi üzerinde duracağım!
[Son Saat. 1925 ten sonra İstanbul’da
çıkmağa bağlayan resimli günlük gazete.]
Anket yazarı
soruyor:
— Kadınları açık saçık mı, kapalı mı görmeyi
tercih edersiniz?
Sırf ahlâkî bir endişeye uyarak, kadınları
mümkün olduğu kadar açık saçık görmeyi tercih ettiğimi itiraf ederim. Çıplak
kadın tamamen zararsızdır. Kadın ancak örtünüp saklandığı andan itibarendir ki
bir fitne ve fesat unsuru oluyor. Eski san’at, çıplak kadın heykellerinde
ahlâka aykırı hiç bir mahiyet görmezdi. Bunda derin bir isabet var. Çıplak
Afrodit heykeli örtülü Meryem sembolü yanında baştan başa safvet ve iffettir.
Zira çıplak bir kadın karşısında hayâlimiz harekete gelmek için hiç bir gıda
bulmaz. Halbuki “hayâl”, örtülü bir kadınla karşı karşıya gelince derhal
mahrem örtülerin altına girer ve orada heyecan verici bir âlem yaratmaya
başlar. Hayâli tahrik eden her şey gibi “örtülü kadın” da ahlâka aykırıdır.
“Kadın” tabiî unsurlarına irca edilince,
sanıldığı kadar korkunç ve tehlikeli bir yaratık değildir. Erkek kadından
değil, kendi yarattığı kadının elinden şu çektiği azabı çekiyor. Yüz binlerce
tezgâh, kadının hakikî vücudunu gizlemek için, rengârenk kumaşlar dokuyor,
binlerce kimyahanede soluk dudaklarım kırmızılatmaya, sönük gözlerini
siyahlatmaya, esmer yüzünü beyazlatmaya, kansız tırnaklarını pembeleştirmeye ve
ona çiçeklerin kokusunu vermeye mahsus tozlar, boyalar, macunlar hazırlanıyor.
Bazen bütün bu sırmalar, bu ipekler, bu boyalar da kâfi gelmiyor. Vehmi
tamamlamak için gecenin karanlığı veyahut lâmba ışığının sihri lâzım geliyor. Halbuki
terzi, manikür, kürkçü, berber ve kunduracı hünerinin müthiş elektriklerle
yüklü bir ölüm bataryası halinde bize gösterdiği kadın, tabii halinde bir iğne
iplik çekmecesi kadar zararsız ve tehlikesizdir.
Kadın açık saçık
göründükçe, etinin bizim etin cinsinden olduğunu anlar ve onu sevmek ve ona
hürmet etmek için cinsî cazibe dışındaki faziletlerini bulmaya çalışırız. Erkek, ipek ve sırma örtüler arkasından
bakan sürmeli siyah ve derin bir gözün tılsımıyla yüreği çarptıkça, kadının
dostu değil, düşmanıdır. Erkek, ancak sihir ve füsunundan sıyrılmış, yani
çıplak kadının karşısında emniyetle durabilir ve onun hakiki faziletlerini
görmek için korkusuz gözünü açabilir.
Anket yazarı A. Sırrı Bey’in dikkate değer
bulduğum ikinci suali.
— Kadın mı güzel, erkek mi?
Bu beyhude sual, dünya dünya olalı, belki
yüz binlerce defa sorulmuş ve bir o kadar defa da cevabı verilmiştir. Estetik,
mes’eleyi erkek lehine halletmiştir. Tabiatın müşahedesi de estetiğe hak
veriyor.
Birçok hayvan cinslerinde erkeğe
nazaran dişi çirkindir. Bunu kim bilmez? Keçi, cılız, sarkık etleri ve ahmak
çehresiyle erkeğinin yanında gülünç bir hayvandır. “Teke” tümsekli burnu, adaleli
vücudu, dar beli ve gergin göğsüyle, çıplak kayalar üzerinden ufka dik durduğu
zaman, zannedilir ki mitolojik bir ilâh, dünya nizamının sonsuz hatlarını
gözden geçiriyor. Güzelliği anlamakta üstat olan eski
Yunanlılar “teke” den çoban bir tanrı meydana getirmişlerdir.
Şehvetli ve saldırgan Pan, keçi tırnaklı ayakları, kıllı baldırları, yassı burnu,
boynuzları ve çekik altın gözleriyle “teke” nin İlâhî şekilde görünüşüdür.
Miskin inek ve öfkeli boğa arasında da aynı mukayese yapılabilir. Tavukla horozu,
insan aynı cinse mensup addetmekten utanır, biri o kadar çirkin, diğeri o kadar
güzeldir. Hilkat, tavuktan bütün
esirgediklerini horoza bol bol vermiştir. Tavuk, bodur şekli, şerefsiz çehresi,
nizamsız hareketleri ve çirkin sesiyle korkaklık, oburluk ve dar akıllılığın
tam bir nümunesi iken, horoz, rengârenk şafak madenlerinden dökülmüş zannedilen
zengin ve muhteşem tüyleri, iç içe girmiş akik ve yakut halkalardan yapılmış
ateşli gözleri ve mercandan oyulmuş savaşçılara has ibiği ile, nefis feragati,
mertlik ve kahramanlığın mükemmel bir timsalidir, iplik boyunlu, kuru kafalı,
alık kısrağın yanında, alnında perçemleri, boynunda yeleleri ve kırları
dolduran kişnemeleri ile gergin at ne şanlı bir mahlûktur! Tavus,
ceylân, sülün, arslan ve hemen bütün hayvanların erkek ve dişisi arasında
yapılacak mukayese bizi aynı neticeye götürür.
İnsan cinsinde de, dişinin erkekten
daha güzel olması için hiç bir sebep yoktur. Kadının süslenmeye muhtaç olması,
saçlarını bir uzatıp bir kısaltması, hayvan kürklerine sarılması, yaradılıştan
güzel olmadığının ve bunu kendisinin de bildiğinin kâfi bir delili değil midir?
Erkek sun’î süs vasıtalarına tenezzül etmez, zira erkek güzelliği buna muhtaç
değildir.
Sh:141-144
Paris’te tanışmakla şeref duymuş olduğum
Nuriye Hanımefendinin delâletiyle Dreykul’un hususî defilelerinden birine davet
edildim. Herkes bilir ki kadın modaları bahsinde Paris şehri, dünyanın başında
yürür. Yeryüzünün bütün genç kadınları, her mevsim, süslenmek ve güzelleşmek
için, oradan gelecek emirleri beklerler. Bu öncülük hakkını Paris’e veren üç
dört büyük müesseseden biri de, Champs-Elysees caddesinde gösterişli bir binası
olan ve kapısında sırmalı uşaklar bekleyen Dreykul terzihanesidir. Dreykul, her
altı ayda bir, mevsime göre hazırladığı yeni elbise modellerini, başlıca moda
temsilcileriyle Amerikalı milyarderlerin zevce ve kızlarından ve her türlü
kraliçe ve prenseslerden müteşekkil müşterilerine teşhir eder. İnsan hayatında
mevsimlerin değiştiğini gösteren veyahut tarihî dirsek yerlerini teşkil eden
günlerin ehemmiyeti ne ise milletlerarası moda âleminde de bu günlerin
ehemmiyeti odur.
Gizli bir peri âyinini andıran ve kadın
şeklini yeni ve güzel değişikliklere uğratan bu celselerde hazır bulunanların
hepsi, müessese tarafından, ya doğrudan doğruya veyahut vasıtalı olarak
davetlidirler.
Dünyanın
büyüklerini ve zenginlerini yakından görmek, nasıl konuştuklarını, nasıl
güldüklerini işitmek, lokmayı çiğneyişlerini, su içişlerini seyretmek, insanı
cidden mahzun ediyor. Paradan fazla saadet
beklememeye alışmak için insan, zenginlerin civarında bir müddet bulunmalıdır.
Onların yakınında geçirilecek bir mevsim, bütün adî hırsları öldürmeye yeter. Karşımda oturan Yunan kraliçesi ve
akrabasından tahmin ettiğim diğer genç bir kadın, halayık entarisi biçiminde
uzun etekli adî bir yazlık elbise giymişlerdi. Büyük Alman ve Avusturya
ticarethanelerinin şişman karınlı patronları, tavır ve hareketlerindeki
bayağılıkla dikkati çekiyorlardı; hepsinin yumuşak yakası terden buruşmuş ve
yamru yumru kunduralarının ökçesi yarı yarıya aşınmıştı. O gün anladım ki kibar
İngilizlerin, yeni terziden gelen elbiselerini uşaklarına giydirip
kullanmamakta hakları varmış; meğer fazla süs, zenginliğe değil fıkaralığa
delâlet edermiş. Şimdi paha biçilmez kürklere sarılmış kadınlar ve göz
kamaştırıcı kıyafette erkekler gördükçe, her tarafından iğrenç paçavralar
sarkan bir dilenciye acır gibi acımak lâzım geldiğini zannediyorum.
Türkçe yazarken Dreykul gibi müesseselere
“terzihane” ismini vermek belki bir yanlış anlamaya meydan verebilir.
Kadıköy’ünün her mahallesinde, köhne ahşap bir evin kapısı üzerindeki teneke
levhada şu “kadın terzihanesi” cümlesi, “terzihane” tabirine dilimizde
hazin ve fakir bir mâna verdirmiştir. Onun için “terzihane” ismi, Dreykul gibi
müesseselerin çalışmasını anlatmağa yetmez. Bunlara “süs kimyahaneleri”
ismini vermek daha uygun olur. Tıpkı bir büyük imalâthanenin mühendisi ve
mütehassislan olduğu gibi, Dreykul gibi evlerin de emri altında çalışan bir
sürü yardımcıları vardır: Bunlar kumaşlara görülmemiş renkler bulur, yeni
dokular düşünür, sırmalar tahayyül eder, danteller işler, nakışlar resmeder;
işitilmemiş boncuklar, pullar, teller imâl eder.
Bunların başında büyük ressam, şâir,
müzisyen âyarında bir iki kudretli san’atkâr tıpkı bir manzume için hayâl, bir
tablo için renk ve bir beste için melodi düşünür gibi, bütün milletlerin
edebiyatlarını, tarihlerini karıştırarak, havaya, ışığa, gökyüzüne bakarak, her
mevsimde yaprak ve çiçek renklerindeki değişikliklere dikkat ederek, kadın
elbiselerini yaratmak için ilhamlar ararlar. Dreykul’un bu sonbahara mahsus
hazırladığı modeller, sıra ile önümden geçerken gördüm ki, Paris kadını
terzisi, “kelime” den ibaret fakir bir sermayeye sahip olan şâiri pek çok
gerilerde bırakmıştır.
Elbiseler, duvarlara asılı değil, canlı
mankenlere giydirilerek seyircilere gösteriliyor. Bu mankenlerin ekserisi
Paris’in en güzel kadınlarındandır. Çalıştıkları müesseseden, ayda, bizim para
ile yüz lira bile almazlar. Fakat dışarda zengin âşıkları, ayaklarının ucunu
öpebilmek için heveslerine servetlerini hazır bulundururlar. Birinin inci
gerdanlıkları, birinin elmasları, birinin zümrüt ve yakutları meşhurdur. Buna
rağmen mankendirler, çünkü: Para, zevk ve safâ Paris’ine güzel bir kadını
eriştiren en kısa yol mankenliktir. Kâh bir Kleopatra’nın, kâh bir Belkis’in
ihtişamına bürünerek göründükleri bu defilelerde, zengin aşıklan bir bakış, bir
gülüş ve bir tek gamze ile tuzaklarına düşürürler.
Beni davet ettiren ve salonda yanımdan
ayrılmayarak, gözümün önünden harikulade bir rüya gibi akıp geçen âlemin
hususiyetlerine dair, yorulmaz bir lütufkârlıkla izahat veren hanımefendi,
mehtap donukluğunda ve gurup kızıllığında sırmalardan bir elbise giyinmiş;
mevzun ve havaî bir yürüyüşle sağa sola dönerek yürüyen kesik sarı saçlı; vücudunun
elbiseden hariç kalan çıplak kısımları tırnak izleri ve bere morlukları içinde
bir taraftan bir müşteriye cevap verirken diğer taraftan, uzakta bir güzel
arkadaşına çapkınca göz kırpıp şımarıkça küçük pembe dilini çıkaran genç bir
mankeni göstererek:
— Bunu
görüyor musunuz dedi bu, bütün zengin Paris’in paylaşamadığı Lusette’dir. Her
akşam, beşte, onu gösterişli hususî otomobili gelip kapıdan alır.
Taze ve masum çehreli, büyük elâ gözlü
diğer bir mankeni göstererek:
— Bu
henüz on altısında bir İspanyol kızıdır, dedi, yaşı küçük olduğu için erkekler
ona bakmıyor. Zavallı, arkadaşlarım kıskanıyor. Kederi çok olduğu zaman bana
gelir ne zaman ben de büyüyeceğim. Ne zaman beni de sevecekler? diye ağlar.
Yavrucağa ara sıra şeker alırım.
Bu masum güzel çocuğu, üç gün sonra, gece
yansından evvel, meşhur bir dansingin kapısı önüne gelip duran mükellef siyah
bir Limousin’den etrafında üç telâşlı ihtiyar âşıkla inerken gördüm.
Teşhir edilen
elbiseler, sokak, tiyatro, dans ve müsamere kıyafetinden yatak mahremiyetine
kadar bir kadının giyebileceği bütün elbiselerin, yeni mevsime göre icat edilen
modelleri idi. Şiir başlıkları gibi bu elbiselerin: “çıldırtmak için”, “baş
dönmesi”, “gurup”, “sonbahar” tarzında hayâli tahrik eden isimleri vardı. Belli idi ki bu elbiseler için Tunus,
Cezayir, Çin, Hint ve İran’ın pazarları soyulmuştu. Cesur avcıların kuzey buz
ovalarından, Afrika çöllerinden ve dünyanın insan ayağı değmemiş dağlarından ve
ormanlarından getirdikleri yumuşak hayvan kürkleri ve bin renkte parlak kuş
tüyleri, bir kadın mantosunu süslemeye ancak yetebilmişti. San’atkâr yeni,
eski, medenî, vahşî bütün kavimlere ait şekillerden, bütün iklimlerin
hususiyetlerinden faydalanmış ve gözüne ilişen her şeyden yardım görmüştü.
Gayesi sevdiğimiz kadını süslemekten
ibaret olan bu san’atın, ruhu tatlı bir rüya uçurumuna doğru çeken eserleri
karşısında, kendi kendime, İngiliz yazarı George Moore gibi düşündüm:
— “Ey, en küçük heveslerine esir olduğumuz
kadınlar! Söylemezsiniz ama pekâlâ bilirsiniz ki bütün varlığınız erkeğin size
karşı duyacağı aşka bağlıdır. Erkeğin aşkı olmazsa, düşük omuzlu, kısa ayaklı,
iri kalçalı, korkunç bir mahlûk şekli almanıza mâni ne kalır? Erkek aşkına
lisan veren dâhilerin, sihirli aynalar teşkil eden ulvî eserlerinde aksinizi
gördüğünüz içindir ki kendinizi beğenirsiniz.”
Sh:160-164
Kaynak:
Günümüz Türkçesiyle: Ahmet Haşim: Bize Göre,
Gurebâhâne-i Laklakan Frankfurt Seyahatnamesi, Hazırlıyan : Mehmet Kaplan, Mîllî Eğitim Basımevi — İSTANBUL 1969,
sh: 125-127- Sh:143-144
Alıntı : https://twitter.com/ImaCelik/
Kadın cazibesindeki bu tenakus
[noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek] acaba nedendir?
Bunu bazıları kadın kıyafetinin açık
saçıklığına atfettiler; bazıları da bu açık saçıklığı, kadında iffet hissinin
tenakusuna ve binnetice aşkın tereddisine [gerilemek. soysuzlaşmak. aşağı
düşmek. ] bir sebeb diye öne sürdüler.
Halbuki, kıymeti nisbî olan iffet, zaman,
iklim, din, âdet ve bilhassa giyiniş tarzlarına göre değişen kararsız bir
fazilettir.
Kadın ruhiyatını tahlilde üstad olan bir
edibe nazaran, kadın kıyafetinin, somurtkan mütefekkirleri acı düşüncelere
sevkeden bu açık saçıklığı ile iffet arasında bir münasebet aramak hatadır.
Harbden beri kadın elbiselerini bu derece hafifleten başlıca âmil sporun medeni
hayatta işgal etmeye başladığı mevkidir. Vücut zindeleştikçe harici tesirata
karşı mukavemeti de artmış ve artık hasta göğüsleri, sızılı kemikleri örtmekle
muvazzaf [vazifeli, görevli. ] olmayan elbiseler, sıhhatli bir vücudun
güzelliğini gizlemeyecek bir tarzda biçilmeye başlamıştır.
Kadın etvarındaki [Tavırlar, haller,
davranışlar. ] müfrit [aşırıya kaçan ] serbestiye gelince, bunun da saiki harb
imiş. Birçok faaliyet sahalarında erkeği istihlâf [Birisini kendi yerine
geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek ] eden kadın, erkek işlerini
görmekle erkek etvarını da edinmeye başlamıştır.
Mamafih sebebler her ne
olursa olsun, bugünkü kadın çıplaklığının cinsî cazibeyi azaltmakta ve
hassasiyeti uyuşturmakta olduğunda hiç şüphe yoktur. Namütenahi [sonsuz. ]
çıplak bacaklar ve sayısız açık göğüsler göre göre, erkek gözü, kadın etinin
yalnız görünüşüyle doyuyor. Bu soğuk ve lâkayıt göze hırs parıltısını
verebilmek için şimdi kadın ne müthiş kudretler sarfetmeye mecburdur.
Şehevi ve mutaarrız Pan, keçi tırnaklı
ayakları, kıllı baldırları, yassı burnu, boynuzları ve çekik altın gözleriyle
tekenin ilahi şekle istihalesidir. Miskin inek ve öfkeli boğa arasında da aynı
mukayese yapılabilir. Tavukla horozu, insan, aynı cinse mensup addetmekten haya
eder, biri o kadar çirkin, diğeri o kadar güzeldir. Hilkat, tavuktan bütün
esirgediklerini horoza ibzal [Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma.] etmiştir. Tavuk, bodur şekli, şerefsiz
çehresi, nizamsız hareketleri ve nahoş sesiyle korkaklık, oburluk ve dar akıllılığın
bir enmüzeci [Nümune, misâl, örnek. ] iken; horoz, rengarenk şafak
madenlerinden dökülmüş zannedilen zengin ve muhteşem tüyleri, iç içe girmiş
akik ve yakut halkalardan yapılmış ateşin gözleri ve mercandan masnû [sanatla
yapılmış eser. ] cengaverâne ibiğiyle, feragat-ı nefs, mertlik ve kahramanlığın
mükemmel bir timsalidir. İplik boyunlu, kuru kafalı, alık kısrağın yanında;
alnında perçemleri, boynunda yeleleri ve kırları dolduran kişnemeleriyle gergin
at ne şanlı bir mahluktur! Tavus, ceylan, sülün, aslan ve hemen bütün
hayvanların erkek ve dişisi arasında yapılacak mukayese bizi aynı neticeye
götürür.
İnsan cinsinde de, dişinin
erkekten daha güzel olması için hiçbir sebep yoktur.
Kadının süslenmeye muhtaç
olması, saçlarını bir uzatıp bir kısaltması, hayvan kürklerine sarınması, fıtraten
güzel olmadığının ve bunu kendisinin de bildiğinin kâfi bir delili değil midir?
Erkek sun’i [uydurma, takma, sahte, ] süs
vesaitine [Vasıtalar] tenezzül etmez, zira erkek güzelliği buna müftekir
[muhtaç-fakir] değildir.
Kaynak:
Bize Göre, Gurabahane-i Laklakan,
Frankfurt Seyahatnamesi, sayfa 172 ve 173, İnkılap Kitapevi, 2004
Günümüz Türkçesiyle: Ahmet Haşim: Bize Göre, Gurebâhâne-i
Laklakan Frankfurt Seyahatnamesi, Hazırlıyan :Mehmet Kaplan, Mîllî Eğitim Basımevi — İSTANBUL 1969,
sh: 125-127- Sh:143-144
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar