Print Friendly and PDF

AKIŞKAN AŞK- İNSAN İLİŞKİLERİNİN KIRILGANLIĞINA DAİR

Bunlarada Bakarsınız


 Hzl: Zygmunt Bauman
Robert Musil’in büyük romanı Niteliksiz Adam’ın kahramanı Ulrich, eserin adına layık biriydi: Tam bir “niteliksiz adam”. Kalıtım yoluyla aktarılmış ya da kendi edindiği, elinden alınamayacak, kendine özgü niteliklerden yoksun biri olduğun­dan, sahip olmayı arzuladığı nitelikleri kendi çabasıyla oluş­turmak, beynini ve önsezisini çalıştırmak zorundaydı. Ancak kafa karıştırıcı işaretlerle dolu, hızla ve tamamen öngörüle­mez bir halde değişmeye müsait bir dünyada bu niteliklerin hiçbirinin sonsuza dek süreceği garanti edilemezdi.
Elinizdeki eserin kahramanı Der Mantı ohne Verwandt- schajten'dir; yani “bağsız insan”, özellikle de Ulrich’in zamanındaki akrabalık bağları gibi sabit bağları olmayan in­san. Kopmaz ve daimi bağlardan yoksun olan bu kahraman -yani bizim modern akışkan toplumumuzun sakini- ve ar­dılları, kendi yetenekleri ve sadakatleri sayesinde insanlığın geri kalanıyla irtibata geçmek için ne tür bağlar bulursa onları kullanarak kendi çabalarıyla birbirlerine bağlanmak zorunda­dır artık. Hiçbir bağları olmadığından, birbirleriyle bağlantı kurmak zorundalar... Yine de, eksik ya da bozulmuş bağların bıraktığı boşluğu dolduran herhangi bir bağlantının süreklili­ğinin hiç garantisi yoktur. Daha ilk ortam değişiminde, hiç ara vermeden, yeniden bağsız kalabilmek için yüzergezer kalma­lıdırlar. Şu kesindir: Akışkan modernite içinde tekrar tekrar bağsız kalırlar.
İnsanlar arasındaki bağların tekinsiz kırılganlığı, bu duru­mun esinlediği güvensizlik duygusu ve bu duygunun bağları bir yandan sıkılaştırırken, diğer yandan gevşek tutma yönün­de kışkırttığı çatışan arzular... İşte bu eserin aydınlatmaya, anlatmaya ve anlaşılır kılmaya çalışacağı şey bu.
Musil’in görüş keskinliği, palet zenginliği, ve fırça darbele­rinin zarafeti -aslında Niteliksiz Adam’ı modern insanın mut­lak portresi yapan Musil’in üstün yetenekleri- bende bulun­madığından, tıpatıp benzerlik bir yana, tam bir portre deneme- sindense, kaba ve kısmi bir dizi eskiz çizmekle yetinmeliyim. Umabileceğim en iyi şey, vesikalık bir fotoğraf, tamamlanmış kısımlar kadar boşlukları ve beyazlıkları da olan karma bir görüntü. Gelgelelim nihai kompozisyon bile tamamlanmamış bir iş olarak kalacak, tamamlamak da okurlara düşüyor.
Bu eserin başkahramanı insan ilişkisi. Başkişiler erkekler ve kadınlar, çağdaşlarımız, beyinlerinden ve kolayca kulla­nılıp atılabilir duygularından başka bir şeye güvenmekten umutlarını kesmiş, ihtiyaç durumunda güvenebileceği yar­dımsever bir el kadar birlikteliğin güvenliğine de özlem du­yan, “ilişkiler kurma” ya can atanlar... Yine de, “ilişkide olma” durumu, “sonsuza dek” şöyle dursun, “sürekli” ilişkide olma durumu onları tereddüde düşürüyor. Bunun onlara yüküm­lülük dayatmasından ve baskı uygulamasından çekiniyorlar, böyle bir şeye ne dayanabiliyorlar ne de hazır hissediyorlar kendilerini. Dahası, -evet, iyi bildiniz!- ilişki kurmak için ih­tiyaç duydukları özgürlüğü ciddi biçimde sınırlandırabileceğini düşünüyorlar...
“Bireyleşme”nin başıboş olduğu dünyamızda ilişkiler iki ucu keskin kılıç gibidir. Güzel düşler ile kâbuslar arasında gi­dip gelirler, birinin diğerine ne zaman dönüşeceği bilinmez. Çoğu zaman, bu iki hal, farklı bilinç düzeylerinde de olsa, bir aradadır. Akışkan bir modern yaşam çerçevesinde ilişkiler, en canlı, en dayanılmaz, en derinden hissedilen ve en yaygın müphemliklerin tezahürüdür belki de. Bu durum, “buyrukla birey olmuş” modern akışkan bireylerin kişisel gündemleri­nin başına ve dikkatlerinin merkezine niçin ilişkilerin yerleş­tiğini açıklıyor olabilir.
“İlişkiler” en sıcak sohbet konusudur ve görünen o ki adı kötüye çıkmış risklerine rağmen oynanmaya değer tek oyun­dur. İstatistiklerden ve bu istatistiklerin getirdiği sağduyulu inançlardan teoriler oluşturmaya alışmış kimi sosyologlar bu duruma bakıp, çağdaşlarının dostluk, bağ, birlik, topluluk özlemi içinde olduğu sonucunu çıkarıverirler. Ancak insanla­rın dikkati [sanki Heidegger’in kuralını izliyor gibidir: Şeyler ancak yol açtıkları hüsranla -yıkıma yol açarak, yok olarak, karakterleriyle çelişki halinde hareket ederek ya da doğalarına ihanet ederek- bilinçte ortaya çıkarlar], günümüzde özellikle bu ilişkilerden elde etmeyi umdukları tatminler üzerinde yo­ğunlaşma eğilimindedir, çünkü, her nedense gerçekte bu iliş­kileri tamamen tatmin edici bulmamışlardır; gerçekten tatmin edici bulduklarında ise, talep ettikleri bedeli genellikle aşırı ve kabul edilemez addetmişlerdir. Miller ve Dollard, ünlü deneylerinde, “adyans abyansa denk” olduğunda, yani elektrik şoku tehdidi ile iştah kabartıcı yiyecek vaadi arasında gayet hassas bir denge olduğunda, laboratuvar farelerinde heyecan ve hareketliliğin doruğa eriştiğini saptamışlardı.
Günümüzün “danışma patlaması” nın ana etkenlerinden birini "ilişkiler” in oluşturmasına şaşmamalı. Kişilerin görev­leri tek başlarına altından kalkamayacakları kadar karmaşık, yoğun ve güçtür. Miller ve Dollard’ın farelerinin hareketlilik hali genellikle bir eylem felcine yol açıyordu. Hoşlanma ile tiksinme arasında, umut ile kaygı arasında tercih yapmayı becerememek, harekete geçme beceriksizliği halinde orta­ya çıkıyordu. Farelerin tersine, benzer durumlarda insanlar uzman danışmanlara başvurabilir ve ücret karşılığı onlardan hizmet talep edebilirler. Öğrenmeyi umdukları şey, daireden nasıl kare yapılacağıdır: Ne yardan ne serden vazgeçmek is­terler, ilişkilerin zevkli kısmını alıp acıyı ve tatsızlıkları uzak tutmak; ilişkilerden güç alırken güç yitirmemek, boğulmadan tatmin bulmak isterler...
Uzmanların tek isteği hizmet vermek; müşterilerinin asla suyunu çekmeyeceğinden eminler, çünkü hangi öğüdü verir­lerse versinler bir daire asla daire olmaktan çıkıp kare şeklini alamaz... Öğütlerinin sonu gelmez; genel olarak yaptıkları ise ortak pratiği ortak bilgi düzeyine yükseltmektir yalnızca, bu bilgi de güvenilir, allame teorinin yüksek mertebesine erişir. Bu öğütlerden yararlananlar haftalık ve aylık lüks dergilerin ve ciddi ya da daha az ciddi gazetelerin haftalık eklerinin “iliş­ki” sütunlarına göz gezdirerek, “haberdar” kişilerden işitmeyi diledikleri şeyi işitmeye çalışırlar, çünkü kendi adlarına bunu yapamayacak; "kendilerine benzer” kişilerin yapıp ettiklerini dikizleyecek ve ikilemle baş etme çabalarında yalnız olmadık­ları konusunda uzmanların onayladıkları bilgiden neyi edin­mek onları rahatlatacaksa onu çıkartacak kadar utangaçtırlar.
Böylece okur, danışmanların dolaşıma soktukları başka okurların deneyiminden, “elde var bir ilişkiler”, yani “ihtiyaç duyduklarında ellerinin altında bulabilecekleri” ama ihtiyaç­ları olmadığında ceplerine atabilecekleri ilişkiler deneyebileceklerini öğrenirler. Bu ilişkiler hazır portakal suları gibidir: Konsantre olduklarından mide bulandırır ve sağlığı ciddi bi­çimde tehlikeye atarlar. Tıpkı bunlar gibi ilişkiler de kullanılır­ken sulandırılmalıdır. Bu “yarı-bağımsız çiftler”, “ikili olmanın boğucu baloncuğunu patlatma şerefine ermiş devrimci ilişki kurucuları” olarak övülür. Bu ilişkiler, otomobiller gibi, hâlâ trafiğe çıkabilir olduklarından emin olmak için düzenli araç muayenesine katlanmak zorundadır. Sonuçta öğrendikleri şey, taahhüdün, özellikle de uzun vadeli taahhüdün tuzak oldu­ğudur ve “ilişki kurma” çabası herhangi bir başka tehlikeden çok bundan uzak durmalıdır. Uzman bir danışman, okurları, “gönülsüzce bile olsa taahhüt altına girdiğinizde, unutmayın ki, çok daha tatminkâr ve dolu dolu olabilecek diğer romantik ihtimallere kapıyı kapatmış oluyorsunuz” diye uyarır. Başka bir uzman ise daha dobradır: “Taahhüt vaatleri uzun vadede anlamsızdır... Diğer yatırımlar gibi bunların da mumu söner.” Dolayısıyla, “ilişkiye girmeyi” arzu ediyorsanız, mesafeli olun; birlikteliğinizden icraat bekliyorsanız, ne vaatte bulunun ne de vaat bekleyin. Bütün kapıları her daim açık tutun.
Calvino’nun Görünmez Kentlerinden biri olan Leonia’nın sakinleri, eğer sorulsaydı, tutkularının “yeni ve farklı şeyler­den zevk almak” olduğunu söylerlerdi. Gerçekten de, her sabah “yeni marka giysiler giyer, son model buzdolabından hiç açılmamış konserveler çıkarır, en yeni radyodan son dakika şarkılarını dinlerler.” Fakat her sabah, “dünkü Leonia’dan kalanlar çöp arabasını beklemektedir,” dolayısıyla Leonialılarm gerçek tutkusunun “kendilerini sürekli kirletip yeniden temiz­leme zevki” olup olmadığını haklı olarak düşünebiliriz. Aksi takdirde, görevleri “saygın bir sessizlikle çevrili” olsa bile, çöp­çüler niçin “melekler gibi hoş karşılanır”dı? “Bir kez eşyalar atıldı mı, bir daha artık kimse onları düşünmek istemez.”
Biz düşünelim bari...
Modern akışkan dünyamızın sakinleri de, tıpkı Leonia sa­kinleri gibi, bir şeyden söz ederken başka bir şeyi kafaya ta­karlar mı? Onlar kendilerinin arzu, tutku, emel ve düşlerinin “ilişkiye geçmek” olduğunu söylüyorlar. Ama aslında ilişkile­rinin tıkanıp yozlaşmasına nasıl engel olacaklarıyla daha fazla meşgul oldukları doğru değil midir? Gerçekten de oturaklı ilişkilerin peşinden mi koşarlar -ki kendileri böyle söyler-, yoksa bu ilişkilerin her şeyden çok hafif ve gevşek olmasını mı ve böylelikle Richard Baxter’in verdiği örnekteki gibi, “hafif bir pelerin gibi omuza atılacağı” farz edilen zenginlikler mi­sali “fırlatılıp atılabilir” olmasını mı arzularlar? Nihayetinde, gerçekten istedikleri tavsiye nedir: İlişki nasıl kurulur mu, yoksa zarar ziyan görmeden ve rahat bir vicdanla nasıl kurtulunur mu? Bu sorunun kolay bir cevabı yoktur, yine de soru­nun sorulması gerekir ve modern akışkan dünyanın sakinleri günlük yaşamlarında karşılaştıkları sayısız muğlâk görevin sayısız muğlâk ağır yükü altında acı çektikçe sorulmaya da devam edilecektir.
Belki de “ilişki” fikri kafa karışıklığını daha da artırıyor. “İlişki arayan” bahtsızlar ve danışmanları ne kadar çabalasa da, kavram rahatsız edici ve can sıkıcı yan anlamlarından tamamen ve gerçekten temizlenmeye karşı direniyor. Belirsiz tehlikelerle ve karanlık özsezilerle dolu olmayı sürdürüyor; birlikte olmanın hazlarıyla, kapanmanın dehşetinden aynı anda söz ediyor. Belki de bu nedenle, insanlar deneyimleri­ni ve beklentilerini “ilişkiye girme” ya da “ilişki yaşama” gibi sözcüklerden çok, “bağlantıda olma”, “hatta kalma” gibi (ma­lumatfuruş akıl hocalarının yardım ve yataklığındaki) sözcük­lerle ifade ediyorlar. Partner yerine “ağlar 'dan söz ediyorlar. “Bağlantıda kalma” dilinin meziyeti nedir ki, “ilişkiye geçme” dilini unutturuyor?
“İlişki”, “yakınlık”, “partnerlik” ve karşılıklı bağlanmayı belirgin kılarken karşıtını, yani bağlanmamayı dışlayan ya da sessizce geçiştiren, benzer terimlerin tersine, “ağ,” eşzamanlı olarak hem ağa girme hem de ağdan çıkma özelliğini temsil eder; bu iki işleme aynı anda imkân tanımayan bir ağ hayal et­mek imkânsızdır. Bir ağın içinde, bağ kurma ve bağın kopma­sı, biri diğeri kadar meşru, aynı statüde ve aynı önemde ter­cihlerdir. İki faaliyetten hangisinin ağm “öz”ünü oluşturdu­ğunu sormak bir işe yaramaz! Bir “ağ”, “bağlı” olunan anlara, serbestçe hareket edilen evreler serpiştirilmiş olduğunu ima eder. Bir ağda talep üzerine bağlantıya girilir, iradi olarak ke­silebilir. “Arzulanmayan ama koparılamayan” bir ilişki, “ilişki kurma”nın olabildiğince güvenilmez hissedilmesini sağlayan imkândır. Bununla birlikte, “arzu edilmeyen bir bağlantı” te­zattır: Bağlantılar, daha onlardan tiksinmeye başlamadan par­çalanabilir ve parçalanmıştır da.
Bağlantılar “sanal ilişkiler” dir. Eski tarz ilişkilerin tersine (“taahhüt edilmiş” ilişkilerden, hatta uzun vadeli bağlanma­lardan hiç söz etmiyoruz), akışkan bir modern yaşam orta­mına uygundurlar; bu ortamda, “romantik olasılıkların (ve yalnızca romantik olanların değil), gitgide hız kazanacağı, sayıca asla azalmayacağı, birbirlerini sahne dışına iteceği ve “daha hoşnut ve tatmin edici” olma vaadiyle birbirleriyle yarı­şacağı umulur ve varsayılır. “Gerçek ilişkiler”in tersine, “sanal ilişki”ye girmek ve bu ilişkiden çıkmak kolaydır. Ağır, yavaş hareketli, atıl ve muğlâk, “ciddi şeyler”le kıyaslandığında, şık ve bakımlı görünürler, bunları kullanmak kolay gözükür, “kullanıcı dostu”durlar. Bath’tan yirmi sekiz yaşındaki bir er­kek, bekâr barları ve gazetelerdeki çöpçatan ilan köşeleri yok olurken, internette flört etmenin gitgide yaygınlaşması üzeri­ne sorgulandığında, elektronik ilişkinin kesin bir avantajın­dan söz ediyordu: “‘Delete’ tuşuna basmak her zaman müm­kün!”
Sanal ilişkiler (adı yeniden “bağlantı” olur) sanki Gresham'* yasasına itaat ediyorlarmış gibi, tüm diğer ilişkileri ortadan kaldıran modeli yerleştirirler. Bu, baskıya teslim olan erkek ve kadınları mutlu kılmaz; sanallık-öncesi ilişkilerin onlara verdiği mutluluk da pek farklı değildir. Bir yandan kazanırken diğer yandan kaybedilir.    
* I. Elizabeth'in mali danışmam Thomas Gresham’ın (1519-1579) adıyla anılan Gresham yasasına göre, nominal değeri aynı, fakat külçe değeri farklı iki madeni paradan külçe değeri yüksek olan dolaşımdan çekilir. Böylece külçe değeri az olan “kötü para ", külçe değeri yüksek olan “iyi para”yı kovmuş olur -ç.n.
Ralph Waldo Emerson şöyle diyordu: incecik bir buz taba­kası üzerinde paten kayıyorsanız, kurtuluş şansınız sürat yap­manıza dayanır. Nitelik hayal kırıklığına uğrattığında, selame­ti nicelikte ararız. “Taahhütler anlamdan yoksun olduğunda” ve ilişkiler güvene layık olmaktan çıkıp sürme şansları pek az olduğunda, partnerlerin yerine ağları geçirmeye daha meyyal oluruz. Ama bu durumda, bir yerde sabit kalmak öncekin­den daha güç (dolayısıyla da daha rahatsız edici) olur -işlemi gerçekleşebilir kılan yetilerimiz artık yoktur. Hareket halinde olmak vaktiyle bir ayrıcalık ve başarıyken artık kaçınılmaz­dır. Hızı korumak vaktiyle sarhoş edici bir macerayken, artık tüketici bir angaryadır. Sonuçta önemli olan, hız sayesinde kovulmuş gibi gözüken nahoş belirsizliğin ve can sıkıcı kafa karışıklığının çekip gitmeyi reddetmesidir. Bağlanmamanın kolaylığı ve “talep-üzere-fesih” riski azaltmaz; riski, tıpkı yay­dıkları kaygılar gibi, farklı şekillerde paylaştırır.
Sh:7-14
**
“İnternetle büyüyen kuşak flört konusunda kemale ererken, siber-buluşmalar da gerçekten atılım kazanmaktadır. Ve bu son sığmak değildir. Boş vakit faaliyetidir. Eğlencedir.”

Louise France’ın görüşü bu yönde.[ Louise France, “Love at first site”, Observer Magazine, 30 Haziran 2002.] Günümüz bekârlarının gözünde gece kulüpleri ve bekâr barları geçmişte kalmış bir anıdır, sonucuna varıyor France. Bu tür yerlerde arkadaş edin­mek için gereken sosyallik kapasitesini edinmemişlerdir (ve bundan da telaşa kapılmazlar). Ayrıca, siber-buluşmaların kişisel buluşmalarda olmayan avantajları vardır: Kişisel bu­luşma durumunda buz parçalandığında kesin olarak parçalan­mış kalabilir ya da eriyebilir; siber-buluşmalarda ise tamamen farklıdır. Bu konuda görüşü sorulan, Bath Üniversitesinden bir öğrenci şu itirafta bulunuyordu:
“Delete tuşuna her zaman basılabilir. Bir e-mail’e cevap vermemekten daha kolay bir şey olamaz."
France’ın yorumu: İnternet üzerinden buluşma araç­larını kullananlar tamamen güvenlik içinde buluşabilirler, geri dönüp tekrar çılgınca alışveriş yapabileceklerinden her zaman emindirler.
Yahut, France’ın aktardığı, Bath Üniversitesinden Dr. Jeff Gavin’in ileri sürdüğü gibi: Internet üzerinden, ‘“ger­çek’ sonuçlarından çekinmeden” randevulaşılabilir.
İnternet üzerinden partner aramaya giderken bu izlenim daima edi­nilebilir. Tıpkı mektup yoluyla gönderilmiş bir satış katalo­gunun sayfalarını çevirir gibi; katalogun başında “satın alma zorunluluğu yok” vaadi ve “memnun kalmazsanız ürünü iade edebilirsiniz” garantisi bulunur.
Anında, krizsiz, zarar ziyan hesabı yapmadan “istek üze­rine sonlandırma”, siber-buluşmalarm en büyük avantajını oluşturur. Risklerin azaltılması, “opsiyon-kapanışı”ndan kur­tulmayla birlikte, akışkan ihtimalli, değişken değerli ve son derece istikrarsız kurallı bir dünyada rasyonel tercihten geriye kalan şeydir; siber-buluşmalar, karşılıklı angajmanların nazik pazarlığının tersine, rasyonel tercihin bu yeni ölçütlerini ku­sursuzca (ya da hemen hemen kusursuzca) yerine getirirler.
Alışveriş merkezleri hayatta kalma çabasını boş vakit ve eğlence olarak yeniden tasnif edebilmek için çok çaba sarf et­tiler. Zorunluluğun acımasız baskısı altında, hınç ve tiksinti­nin karışımıyla, vaktiyle tahammül edilen şey, bundan böy­le tahmin edilemez risklerden arınmış tahmin edilemez haz vaadinin baştan çıkarma gücünü edinmiştir. Alışveriş mer­kezlerinin hayatta kalmak için günlük olarak yaptıkları şeyi, siber-buluşmalar partnerlik pazarlığı için gerçekleştiriyorlar. Bununla birlikte, “düpedüz hayatta kalma”nın zorunluluk ve baskılarının azaltılmasının, alışveriş merkezlerinin başa­rısının zorunlu koşulu olması gibi, siber-buluşmalar da tam zamanlı angajmanın ve “bana her ihtiyaç duyduğunda senin için hazır olurum” yükümlülüğünün partnerliğin zorunlu ko­şulları listesinden çıkarılmasının yardımı ve teşviki olmadan elbette başarısız kalırdı.
Bu koşulların “silinmesi”nin sorumluluğu elektronik bu­luşmaların sanallığına atfedilemez. Bireyselleşmiş akışkan modern toplumun yolu üzerinde başka birçok şey daha mey­dana gelmiştir ve bunlar uzun vadeli bağlanmaların zeminini ortadan kaldırmış, uzun vadeli angajmanları ender beklentile­re ve karşılıklı yardım (“ne olursa olsun”) yükümlülüğünü de ne gerçekçi ne de büyük çabalara layık görülen bir perspektife dönüştürmüştür.
Sh:96-98
**
AŞK VE ÖLÜM
Aşk ve ölüm, hikâyemizin bu iki temel karakteri, bir olay ör­güsüne ya da sona sahip olmasalar da yaşamın hengâmesinin büyük bölümünü kendilerinde toplayarak, bu türden tefek­küre, yazmaya ve okumaya başka her şeyden daha fazla imkân tanır.     
Ivan Klima bize şunu diyor: Tamamına ermiş aşk ile ölüm kadar birbirine yakın pek az şey vardır. İkisinin her belirişi biricik ama aynı zamanda kesindir, tekrara tahammülü yok­tur, hiçbir çağrıya cevap vermez ve hiçbir erteleme vaat et­mez. Her biri “tek başına” ayakta durmalıdır ve durur da. Her biri her zaman hiçlikten doğarak, geçmişsiz ya da geleceksiz varlık-olmayanın karanlıklarından gelip ortaya çıktığında ilk kez ya da yeniden doğmuş olur. Aşk da ölüm de her seferinde baştan başlar, geçmiş tasarıların gereksizliğini ve gelecekteki bütün tasarıların da boşunalığını çırılçıplak ortaya koyar.
Ne aşka ne ölüme iki kez girilebilir; Herakleitos’un ırmağından bile az girilir. Gerçekten de onlar kendi kendilerinin baş ve kuyruklarıdır, diğer her şey karşısında horgörü ve ihmalkârlık gösterirler.
Bronislaw Malinowski, müze koleksiyonlarını soykütüklerle karıştıran yayılmacılarla* alay ediyordu; camekânlarm al­tına, çakmaktaşından kaba aletlerin daha rahne olanların ön-
cesine yerleştirilmiş olduğunu görüp “aletlerin tarihlerinden dem vurmuşlardı.
* Kültürün gelişim ve değişiminde en önemli etkenin başka kültürlerden gelen maddi ve manevi unsurların başka bir kültüre girmesiyle gerçekleştiğini öne süren antropoloji akımı -ç.n.
Sanki, diye alaylı alaylı gülümsüyordu Malinowski, tıpkı hipparion'un yeri geldiğinde equus caballus’u doğurması gibi taş bir balta da bir başka baltayı doğuracaktı. Atın kökenlerinin izi başka atlara kadar götürülebilir, ama aletler başka aletlerin ne atasıdır ne onların soyundan gelir. Atlardan farklı olarak, aletlerin kendilerine özgü hiçbir tarih­leri yoktur. Onların bireysel insan biyografilerini ve kolektif tarihleri belirgin kıldığı söylenebilir; onlar bu tür biyografilerin ve tarihlerin akıntıları ya da çökeltileridir.
Aşk ve ölüm konusunda da aynı şey aşağı yukarı ileri sürü­lebilir. Nedensel ilişkiler, yakınlıklar ya da akrabalıkların hep­si insani bireyselliklerin ve/veya birliğin özellikleridir. Aşk ve ölümün kendi tarihi yoktur. Bunlar insani zamanın bağrında­ki olaylardır -her biri ayrı bir olaydır, başka “benzer” olaylara bağlı değildir (nedensel biçimde bağlı hiç değildir) ; bağlantıları saptamayı -uydurmayı- ve anlaşılamazı anlamayı iş işten geç­tikten sonra arzulayan beşeri kompozisyonlar hariç.
Dolayısıyla sevmeyi öğrenemeyiz; ölmeyi de. Bunların etkisinden kurtulmayı ve yollarıyla kesişmemeyi amaçlayan kavranılamaz -ateşli bir şekilde arzulanmış olsa da, var olma­yan- sanat öğrenilemez. Aşk ve ölüm, zamanı gelince insanı yakalar; bunun ne zaman olacağınıysa asla bilemeyiz. Ne za­man gelirse gelsin sizi hazırlıksız yakalar. Gündelik kaygıları­nızın göbeğinde, aşk ve ölüm ab nihilo -hiçten- ortaya çıkar. Elbette, hepimiz iş işten geçtikten sonra ders çıkarmak için geçmişe uzanır, evveliyatın izini sürmeye çalışır, post hoc’un kesinlikle propter hoc’ olduğu yolundaki şaşmaz ilkeye baş­vurur, olayın “anlamlı” bir soy haritasını çıkarmaya çalışır ve genellikle de bunu başarırız. Bu başarı getirdiği rahatlık için bize gerekir: Zihinsel sağlık için şart olan dünyanın düzenli­liğine ve olayların öngörülebilirliğine duyulan inancı -dolaylı yoldan da olsa- diriltir. Aynı zamanda, bilgelik kazandığımız yanılsamasına kapılırız; J. S. Mill’in tümevarım yasalarını öğ­renmek gibi, araba kullanmayı, çatal yerine çubuklarla yemek yemeği öğrenmek gibi, hatta bir anketörde iyi izlenim uyan­dırmayı öğrenmek gibi bunu da öğrendiğimizi sanırız.
Ölümü öğrenmenin başkalarının deneyimiyle sınırlı ol­duğunu kabul etmek gerekir ki bu da aşırı bir yanılsamadır. Ötekinin deneyimi bir deneyim olarak gerçekten edinilemez; nesneyi öğrenmenin sonucunda, Erlebnis [yaşantı], öznenin yaratıcı güçlerinin katkısından asla ayrılamaz. Ötekinin dene­yimi ancak ötekinin yaşadığı şeyin dönüşmüş, yorumlanmış hikâyesi olarak bilinebilir. Tom & Jerry çizgi filmindeki Tom gibi, belki de bazı kediler dokuz canlıdır ya da din değişti­ren bazı kişiler yeniden doğmuş olduklarına ikna olabilirler -nedir ki ölüm, yaşam gibi, yalnızca bir kez meydana gelir; bir daha yaşanmayacak bir olayı “bir dahaki sefere doğru yap­mak” öğrenilemez.
Aşk sanki diğer biricik olaylardan farklı nitelikte gibi.
Gerçekten de, birden çok kez âşık olunabilir ve bazıları çok kolaylıkla aşka düşmekten ya da aynı kolaylıkla aşkı kaybet­mekten -bu süreçte karşılaştıkları başka kişiler gibi- gurur duyar ya da şikâyet eder. “Aşka âşık” ya da “aşk yarası olan” bu tür kişilerden söz edildiğini herkes işitmiştir.
Aşkı -ve özellikle “âşık olma” durumunu- yinelenen bir durum olarak görmek için; neredeyse doğası gereği, tekrar­lanmaya yatkın, hatta yinelenen teşebbüslere davet eden bir durum olarak düşünmek için pek çok sağlam gerekçe vardır.
Israrla sorulduğunda, çoğumuz defalarca âşık olduğumuzu hissettiğimizi belirtiriz. Şu varsayılabilir ki (ama olguların bi­linmesine dayalı bir varsayımdır bu), çağımızda yaşamların­daki birçok deneyime aşk diyen, yaşamakta oldukları aşkın sonuncu olduğuna güvence veremeyen ve gelecekte de aşk yaşayacağım düşünen insan kesimi hızla artmaktadır. Eğer varsayımımız doğrulanırsa, bunda şaşılacak bir şey olmaya­caktır. Sonuçta, “ölüm bizi ayırana kadar” şeklindeki roman­tik aşk tanımının kesinlikle modası geçmiştir; vaktiyle hizmet ettiği ve kuvvetini ve kibrini borçlu olduğu akrabalık yapıları radikal biçimde altüst olurken “son kullanma tarihi”ni çoktan aşmıştır. Bununla birlikte, bu kavramın sonunun gelmesi, ka­çınılmaz bir şekilde, bir deneyimin “aşk” diye adlandırılmak için başarması gereken sınavların basitleştirilmesi anlamına gelir. Birçok insanın genellikle aşkın yüksek ölçütlerine yükseltilmesindense, bu ölçütler düşürülmüştür; sonuç olarak, aşk adı verilen deneyim yelpazesi önemli ölçüde gelişmiştir. “Sevişmek” kod adı altında tek gecelik ilişkilerden bahsedil­mektedir artık.
“Aşk deneyimleri”nin bu ani bolluğu ve görünüşte kolayca ulaşılırlığı, aşkın (âşık olmak, aşk talep etmek) öğrenilen bir beceri olduğu ve bu konudaki ustalığın öğrencinin teşebbüs sayısıyla ve devamlılığıyla arttığı inancını besleyebilir (ve bes­ler de). Hatta aşkla ilgili becerilerin deneyim sayısıyla arttığı­na; bir sonraki aşkm halihazırda yaşanandan daha baş dön­dürücü bir deneyim olacağına, ama daha sonraki kadar kalp çarptırmayacağına ve heyecan vermeyeceğine de inanılabilir (genellikle inanılır da).
Fakat bu da yeni bir yanılsamadır... Aşk serüvenleri dizi­si uzadıkça artan bilgi türü, kırılganlığın ve kısalığın a priori bilincine bulanmış, canlı, kısa ve şoke edici serüvenler olarak “aşk”ın bilgisidir. Edinilen beceri, “hızla bitirmeye ve yeniden başlamaya” yardım eden beceridir; Soren Kierkegaard’a göre, bu durumun arketipal virtüözü Mozart’ın Don Giovanni’siydi. Bununla birlikte, yeniden deneme takıntılı ve bir sonraki de­nemenin yolunu tıkayacak her yeni teşebbüsü engellemekten başka bir şey düşünmeyen Don Giovanni aynı zamanda “ik­tidarsız aşk”m da arketipiydi. Onun yorulmak bilmez arayış ve denemelerinin hedefi aşk olmuşsa, deneme zorunluluğu bu hedefe meydan okumuş olsa gerekti. Görünürde “beceri edinme”nin etkisinin, Don Giovanni örneğinde olduğu gibi, aşkı öğrenmeme, yani aşk konusunda “beceriksizlik kazanma” ihtimali taşıdığını ileri sürmek de çok iştah kabartıcıdır.
Böyle bir sonuç beklenebilir: Aşkın doğasına meydan okumaya cüret edenler, deyim yerindeyse, aşkın intikamına uğrarlar. Öğrenmeyi, hatırlamayı ve sonuç olarak “mekanik işleyişi” teşvik eden monoton bir tekrara sahip bir çerçeveye denk düşen bir dizi değişmez kuralın bulunduğu bir faaliyeti icra etmeyi öğrenmek mümkündür. İstikrarsız bir çevrede - başarılı bir öğrenimin işaretleri olan- bellek oluşturmak ve alışkanlık edinmek ket vurmakla kalmaz, ayrıca ölümcül so­nuçlar da taşıyabilir. Şehirlerdeki kanalizasyon fareleri -yani yiyeceklerini zehirli yemlerden ayırt etmeyi çok çabuk öğre­nen bu parlak zekâlı yaratıklar- açısından ölümcül olan şey, istikrarsızlık ve kurala aykırılık öğesidir; yeraltı oyukları ve ivintileri ağma, öteki zeki canlıların -insanların- düzensiz, öğrenilemez, öngörülemez ve gerçekten de nüfuz edilemez “başkalığı” tarafından sokulan şeydir: İnsanlar, rutini kırma ve düzenli ile olumsal arasındaki ayrımı altüst etme eğilim­leriyle ün salmış yaratıklardır. Bu ayrım sürdürülmezse, (fay­dalı alışkanlıklar edinme anlamında) öğrenme düşünülemez. Son muzaffer seferlerini tekrar tekrar yapmakla tanınmış ge­neraller gibi, eylemlerini önceki eylemlerine bağlamakta ısrar edenler, intihar riski alırlar ve sıkıntıları sona ermez.
Aşkın doğasında -iki bin yıl önce Lucanus’un gözlemlediği ve Francis Bacon’ın yüzyıllar sonra tekrarladığı gibi- yazgı­ya rehin verme anlamı vardır.
Platon’un Şölen’inde Mantinealı Diotima (çevirisi, “Şehrin kâhininden çekinen kadın kâhin”) Sokrates’e, onun da ona­yıyla, şunu söyler: “Aşk (...) senin sandığın gibi, (...) güzel sevgisi değildir”; “güzel içinde üremek ve çocuk yapmak de­mektir”. Âşık olmak “gebe kalmayı ve çocuk doğurmayı” ar­zulamak anlamına gelir, böylece âşık, “çocuk doğurmak için her yerde güzeli arayacaktır”. Başka bir deyişle, aşk anlamım önceden hazır, eksiksiz ve tamamlanmış şeylere duyulan ateş­li ihtiyaçta bulmaz -bu tür durumların oluşmasına katılma açlığında bulur. Aşk aşkınlıkla bağlantılıdır; yaratıcı enerjiyi belirtecek diğer sözcük odur ve bu haliyle, riskle dolup taşar, çünkü hiçbir yaratı kendi sonundan emin değildir.
Her aşkta en azından iki varlık vardır, her biri bir diğerinin denklemindeki büyük bilinmeyendir. Bu anlamda aşk yazgı­nın bir kaprisi gibidir; önceden söylenmesi, önlenmesi ya da kaçınılması, hızlandırılması ya da durdurulması imkânsız tu­haf ve esrarengiz bir gelecektir. Sevmek, bu yazgıya açılmak demektir, insanlık durumlarının en yücesidir; bu durumun içerisinde korku neşeyle karışır ve bu harç, içindeki mad­delerin ayrılmasına izin vermez. Bu yazgıya açılmak, sonuç­ta, varlığın içine özgürlüğün dahil edilmesi anlamına gelir: Aşktaki ortakta, yani Ötekinde cisimleşen özgürlüğün. Erich Fromm’un dediği gibi: “... Eğer alçakgönüllülük, cesaret, inanç, gerçek disiplin yoksa (...) bireysel aşk tatmin kayna­ğı olamaz.” Fakat, diye ekler hemen, üzüntüyle: “Bu nitelik­lerin ender bulunduğu bir kültürde, âşık olabilmek istisnai olmalıdır...”[ Erich Fromm, The Art of Loving (1957; Thorsons, 1995), s. vii.]
“Kullan-at” türü ürünleri, hızlı çözümleri, anlık tatmini, hiçbir çaba sürdürmeyi gerektirmeyen sonuçları, şaşmaz reçe­teleri, bütün risklerin güvence altına alınmasını ve geri ödeme garantilerini teşvik eden bizimkisi gibi bir toplumda durum tam da budur. Sevme sanatını öğrenme vaadi (doğru olması canla başla istense de yanlış, sinsi vaat), “aşk deneyimi”ni, isteklerden beklemeyi, çabalardan alın terini, ürünlerden ça­bayı çekip çıkarma vaadinde bulunan bütün özellikleri parla­tarak cezbeden ve baştan çıkaran diğer metalara benzer kılma vaadidir.
Alçakgönüllülük ve cesaret yoksa aşk da yoktur. Keşfedilmemiş, haritası çıkarılmamış bir alana girildiğinde, bu iki nitelik, büyük miktarlarda ve sürekli tazelenerek talep edilir; ve iki ya da daha fazla insan arasında aşk meydana gel­diğinde, böyle bir bölgeye girerler.
Sh:17-23

Başkasını sevmek, hayatta kalma içgüdüsünün başlıca ürü­nü olmayabilir; keza başkasını sevmenin modeli olarak alı­nan kendini sevmek de...
Kendini sevmek; ne demektir bu?
Ben, “kendimde” neyi seve­rim?
Ben kendimi sevdiğimde neyi severim?
Biz insanlar ha­yatta kalma içgüdüsünü, yakınımız olan -pek de o kadar ya­kın değil, aslında oldukça uzak olan- hayvan akrabalarımızla paylaşıyoruz; ama kendini sevmek söz konusu olduğunda, yollarımız ayrılıyor ve kendimizi yapayalnız buluyoruz.
Kendini sevmenin bizi “hayata asılmaya”; iyi kötü hayatta kalmaya çabalamaya, yaşamın vakitsiz ya da aniden sona er­mesine yol açabilecek her şeye direnmeye ve karşılık vermeye ve bu direnişi etkili kılabilmek için formumuzu ve gücümüzü korumaya, hatta daha da artırmaya yönelttiği doğrudur.
Yine de bu konuda hayvan akrabalarımız, içimizdeki en sadık ve maharetli sağlık ve form meraklıları kadar yetkin ve deneyim­lidir. Onlar (“evcilleşmiş” olanlar hariç; yani onların efendisi olan biz insanların, onların hayatta kalmasından ziyade bizim hayatta kalmamıza hizmet edebilsinler diye doğal yetilerinden yoksun bırakmayı başarmış olduklarımız istisnadır), hayatta ve formda nasıl kalacaklarını uzman danışmanların söyleme­sine ihtiyaç duymaz. Keza hayatta ve formda kalmanın yapı­lacak en doğru şey olduğunu öğrenmek için kendini sevmeye de ihtiyaçları yoktur.
Hayatta kalma (hayvani hayatta kalma, fiziksel, bedensel hayatta kalma) kendini sevmeden de mümkündür.
Aslında kendini sevme yoksa, hayatta kalmak daha kolay olabilir!
Hayatta kalma ve kendini sevme içgüdülerinin yolları paralel olabileceği gibi, ters istikamette de olabilir...
Kendini sevmek yaşamın sürmesine karşı isyan edebilir, keza bizi tehlikeyi davet etmeye ve tehditten hoşlanmaya yöneltebilir.
Velhasıl, aşkımızın ölçütlerini yerine getirmediği için artık yaşanmaya değmeyen bir hayatı reddetmeye sevk edebilir bizi.
Çünkü kendimizi severken sevdiğimiz şey, sevilmeye layık olan benlerimizdir. Bizim sevdiğimiz şey, sevilme durumu ya da umududur.
Sevgiye layık nesneler olmak, bu şekilde kabul edilmek ve bu kabulün kanıtına sahip olmak demektir.
Kendini sevebilmek için sevilmek gerekir.
Sevginin reddi -sevilmeye layık nesne statüsünün reddi- ken­dinden nefreti doğurur.
Kendini sevmek başkalarının bize sunduğu sevgiden yola çıkarak oluşur.
İkame edici şeyler kul­lanılsa bile, bunlar bu aşkın hileli dahi olsa kopyaları olmalı­dır.
Kendimizi sevmeye başlayabilmemiz için öncelikle başka­ları bizi sevmelidir.

Oysa umutsuz vaka olarak küçümsenip küçümsenmediğimizi ya da baştan savılıp savılmadığımızı, aşkın hazır olup olmadığını, gelip gelmeyeceğini, bizim buna layık olup olma­dığımızı, dolayısıyla kendini sevmeye ve bundan zevk almaya hakkımızın olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Bizimle konu­şulduğunda ve bizi dinlediklerinde, bunu biliriz, yanılmadı­ğımıza emin oluruz. Dikkatle dinlenildiğimizde, bize cevap verileceğini belirten/işaret eden bir ilgi gördüğümüzde... Bu durumda saygı gördüğümüzü düşünürüz. Yani düşündüğü­müz, yaptığımız ya da yapmayı düşündüğümüz şeyin önemi olduğunu varsayarız.
Başkaları bana saygı gösteriyorsa, her koşulda, “bende” yalnızca benim başkalarına sunabileceğim bir şey var demek­tir, öyle değil mi?
Her koşulda, eğer ben bunu onlara sunar­sam, onlar mutlu ve minnettar olurlar. Ben önemliyim ve benim düşündüğüm, söylediğimde yaptığım şey de önemli. Ben, yerine başkası konan ve kolaylıkla baştan savılan bir hiç değilim. Ben “farklılık yaratıyorum”, hem de yalnızca kendim için değil.
Ne söylediğim, ne olduğum ve ne yaptığım, bütün bunlar önemli ve bu benim hülyalı fikirlerimden biri değil.
Çevremdeki dünyada ne olursa olsun, ben aniden yok olur­sam ya da çekip gidersem bu dünya daha yoksul, daha az il­ginç ve daha az vaatkâr olur.
Bizi iyi ve uygun özsevgi nesnesi yapan şey buysa, o za­man “yakın arkadaşını kendin gibi sev” çağrısı (yani, bizim kendimi­zi sevmemize yol açan nedenlerle onların da sevilmeyi arzulamalarını beklemek) arkadaşlarımızda kabul görme, tanınma ve biricik, yeri doldurulmaz ve fırlatılıp atılamaz bir değeri taşımaya layık olma arzusunu uyandırır.
Bu çağrı -en azından tersi kanıtlanana dek- bizi yakın arkadaşlarımızın fiilen bu tür de­ğerleri temsil ettiklerini varsaymaya yöneltir. Yakın arkadaşlarımızı kendimizi sevdiğimiz gibi sevmek, her birinin biricik karakte­rine saygı göstermek anlamına gelir -ortak olarak yaşadığımız dünyayı zenginleştiren ve böylelikle bu dünyayı daha büyüle­yici ve hoş kılan, aynı zamanda da vaatlerinin bereketini artı­ran şey farklılıklarımızın değeridir.
Sh:113-116
Kaynak: Zygmunt Bauman,  AKIŞKAN AŞK- İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair, Özgün Künye Liquid Love, Çeviri: Işık Ergüden ,VERSUS KİTAP 2. Baskı, Ocak 2012, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar