“ÂL-İ MUHAMMED” VE “EHL-İ BEYT” KAVRAMINA DAİR BAZI HADİSLERİN TASAVVUFÎ YORUMLARI
Sûfiler aşırı yorum örneklerinden birisini ehl-i beyt kavramını içeren
hadislerin yorumunda ortaya koymaktadırlar. Hz. Peygamber’in âli ve ehli meselesi Şiileri
olduğu kadar sûfileri de yakından ilgilendirmiş, sûfiler Şiilerin
görüşlerine karşı “âl” kavramına farklı yorumlar getirmişlerdir. Bu konuda Kelâbâzî (380/990), Hakîm et-Tirmizî (285/898) ve İbnu’l-Arabî (638/1240)
eserlerinde yer ayırmışlar ve hadislerle bu meseleye açıklık getirmeye
çalışmışlardır. Aynı hadisler ve kavramlar
hakkında onların
yaptıkları yorumlar ve vardıkları neticeler bu üç müellifin
tasavvuf anlayışlarının hadis yorumlarına nasıl etkide bulunduğunu göstermesi açısından bir kıyaslama
yapmamıza da imkan tanıyacaktır.
Hakîm et-Tirmizî (320/932), Hatmu’l-Velâye adlı eserinde velâyet meselesi hakkında 157 soru sormaktadır. Hakîm, soruları zikrettiği yerde cevaplarını vermekten kaçınmışsa da, gerek bu eserinde ve gerekse
başka risâlelerinde yeri geldikçe bunların
büyük çoğunluğuna cevap teşkil edecek kanaatlerini açıklamıştır.445 Asırlar sonra İbnu’l-Arabî, özellikle bu soruların
cevaplarının yer aldığı bir risâle kaleme almıştır.
Bu risâle “el-Cevâbu’l-Müstakîm amma sele anhu et-Tirmizî el-Hakîm” adını taşımaktadır. Bu eserinin yanı sıra İbnu’l-Arabî Futûhât’ta bu soruları yeniden tek tek ve daha geniş bir şekilde cevaplandırmış yeri geldikçe daha önceki açıklamalarını da temasta bulunarak yeni ilaveler
yapmıştır.446 İşte bu sorulardan ikisi “âl-i
Muhammed” ve “ehl-i
beytim ümmetim için emândır”
hadisi hakkındadır. Hakîm et-Tirmizî’nin yönelttiği sorular şu şekildedir:
“Ehl-i beytim ümmetim
için emândır’447 hadisinin açıklaması nasıldır.” “Âl-i Muhammed” ne ifade etmektedir?”448
Hakîm et-Tirmizî, “Ehl-i Beytim ümmetim için
emândır. Onlar gittiğinde (geride kalanlara) tehdit edildikleri şey gelir.
(korkutulduklar şey başlarına gelir)”449 hadisini ele alarak “ehl-i beyt” kavramı hakkındaki görüşlerini ortaya
koyar. Hakîm et-Tirmizî, “âl” kavramını, geliştirmiş olduğu “hatmu’l-velâye” nazariyesine bağlı olarak değerlendirir. Hakîm’in, hatemu’l- evliyâ nazariyesine göre, hatemu’l-evliyâ, Hz. Peygamber’in vefatının ardından, bir anlamda onun boşalttığı makama oturacak olan 40 kişinin
en sonuncusudur. Hakîm et-Tirmizî bu kırk kişinin ehl-i beyt/âli
beyt ile ilişkisini şu şekilde belirler:
“Aziz ve Celil olan Allah nebîsinin ruhunu kabzettiğinde, onun ümmetindne kırk sıddık ortaya çıkar. Yeryüzü
onlarla ayakta durur ve onlar onun ev halkıdır.
(Âl-i beyt) onlardan biri öldüğünde yerini
bir başkası alır.
Onların
sayıları tükenip
dünyanın sonu geldiğinde Allah bir veli gönderir.
Allah onu seçmiş, ayırmış kendisine yaklaştırmış, yakınlaştırmış, evliyaya
verdiğini ona da vermiş ve ona özel olarak hâtimu’l-velaye’yi ihsan etmiştir.
Böylece o diğer velîlere Allah’ın kıyamet
günündeki delili olur.
Muhammed’de sıdku’n-nübüvvet bulunduğu
gibi onda da bu mühür sebebiyle
sıdku’l-velâyet bulunur.
Ne şeytan ona yaklaşabilir ve ne de nefs bu velâyetten kendi payına düşeni alabilir.”450
Hakîm et-Tirmizî’ye göre hadiste geçen “âl” kavramı işte bu kırk kişiye
işâret etmektedir: “Sözü edilen kırk kişi her dâim
onun ehl-i beytidirler. Bununla nesep olarak aile efradını değil, zikir ehlini
kastediyorum.”451
Hakîm et-Tirmizî, doğrudan ehl-i beyt kelimesinin
velilere tekabul ettiği şeklinde aşırı
bir yorumla
hadisi te’vil etmektedir. O, bu te’vilini şöyle açıklamaya devam eder: “Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah’ın zikrini ikâme etmek ve ona belli bir yer
tespit etmek için gönderilmiştir. Bu hâlis ve saf olan zikirdir. Bu yere (eve)
sığınan herkes O’nun ehli (ev halkı) olur.” 452
Hakîm et-Tirmizî’ye göre bu kırk kişi bu ümmet için emândır.
Yeryüzü onlarla
ayakta durmakta
ve insanlar onları
vesile kılarak yağmur duasına çıkmaktadırlar. Bundan dolayı onlar öldüğünde tehdit edildikleri şey başlarına gelir. Yine Hakîm’e göre şayet Hz. Peygamber’in ehl-i beytten kastı kendi
nesebinden gelenler olsaydı,
onlardan kimse kalmayıncaya dek hepsinin ölmesi imkansız
olurdu. Halbuki
Allah onları sayılamayacak kadar çoğaltmıştır.453
Hakîm et-Tirmizî bu
hadise Nevâdiru’l-Usûl adlı eserinde
de yer verir ve orada da hadiste geçen ehl-i beytten maksadın,
Hz. Peygamber’den sonra gelen ve onun yolundan
giden sıddîklar
ve Hz. Ali’nin naklettiği şu hadiste
yer alan abdâllar olduğunu
söyler: “Şüphesiz
abdallar, Şam’da olacaktır. Onlar kırk adamdır. Onlardan biri öldüğünde, Allah
onun yerine bir başka adamı geçirir. Allah onlar sayesinde rahmetini indirir,
düşmanlara karşı zafer sağlar ve belayı yeryüzünden defeder. İşte bunlar Hz.
Peygamber’in ehl-i beyti ümmetin emânıdırlar. Öldüklerinde yeryüzü fesada
uğrar, dünya harap olu. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’ın insanları
birbiriyle savması olmasaydı, yeryüzü fesâda uğrardır.”454
Hakîm et-Tirmizî’ye göre “beyt” kelimesi
‘zikri bir yere yerleştirmeyi’ ifade eder. Hz. Peygamber, zikri yeryüzüne yerleştirmek için gönderilmiştir. Buna Mekke’den
başlamış, sonra buradan kovulmuş,
zikir yok edilmek istenmiştir. Daha sonra Allah,
Hz. Peygamber’e hicret edecek ve karar kılacağı bir yer vermiştir. Ona hicret eden, ona yapışan kimse ehl-i zikirden olur. Bunlar Hz. Peygamber’in ehl-i
beytidir. Ona sığınıp
da ehl-i zikirden
olmayan kimseler
onun ehl-i beytinden değildir. Onlar ancak onun ashabı
ve etbâıdır.455
Hakîm et-Tirmizî’den (285/898) sonra ‘âl’ ve ‘ehl-i beyt’ kavramları üzerinde
duran Kelâbâzî (380/990)
et-Ta’arruf adlı eserinde ehl-i sünnetin kelâmî görüşlerine uygun bir tasavvuf anlayışı ortaya
koymaya çalışır.
Kelâbâzî’nin
eserleri
sunnî
sûfiliğin mahiyeti, doğuşu
ve gelişmesi hakkında önemli bir değere sahiptir.456 Kelâbâzî yazdığı bu eserde, Ehl-i sünnet inancını, tasavvufun esaslarını terminolojisini açıklayıp, sûfilerin görüşlerinin Ehl-i sünnete uygunluğunu ispatlamaya çalışmış ve kendinden önceki sûfilerden nakiller yaparak, onlarla aynı görüşü paylaştığını ortaya koymuştur. et-Ta’aruf’ta cennetle müjdelenen sahabeler
üzerinde oldukça geniş bir şekilde durması Şiî çevrelerdeki Sabbe fırkasına
karşı sunnî görüşü savunmaya yönelik olmuştur.
Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid adlı eserinde
“âl-i Muhammed” kavramıyla ilgili
hadislerin yorumunda
da Şii düşünceye karşı sunnî düşünceyi ortaya
koymaya çalışmıştır. Burada dikkat çeken bir unsur “ma’rifet” ve “muhabbet” kavramlarını tıpkı Şia’daki gibi “âl” kavramıyla birlikte kullanmış
olmasıdır. O, “ma’rifet” kelimesini “ﻣﺤﻤﺪ ﺁل ﻣﻌﺮﻓﺔ” “ﻣﺤﻤﺪ ﻣﻌﺮﻓﺔ” ve “اﷲ ﻣﻌﺮﻓﺔ” şeklinde “muhabbet” kelimesini de “ﻣﺤﻤﺪ ﺁل ﻣﺤﺒﺔ” “ﻣﺤﺤﺪ ﻣﺤﺒﺔ” ve “اﷲ ﻣﺤﺒﺔ” şeklinde
üç aşamada ele almıştır.
Kelâbâzî’nin ele aldığı hadis Zeyd b. Erkam’dan
rivâyet edilen şu hadistir: “Resûlullah
şöyle buyurdu: ‘Size Allah’ı ve ehli beytimi hatırlatırım, size Allah’ı ve ehli
beytimi hatırlatırım’ ve bunu üç defa tekrarladı.”457 Yezid b. Hayyân
ve yanında bulunanlar kendisine Hz. Peygamber’in ehl-i beytinin kimler olduğunu sorduğunda o şu cevabı vermiştir: “Onlar,
Ali’nin, Akil’in, Cafer’in ve Abbas’ın aile efradıdır. (âl)”458
Zeyd b. Erkam’ın rivâyet
ettiği ve “Sekaleyn” hadisi olarak meşhur olan bu rivâyet Sahih- i Muslim’de yer alan uzunca bir rivâyette
yer almaktadır. Hadisin konumuzu ilgilendiren bölümü şu şekilde
geçmektedir: “Ey
insanlar, dikkat edin, Ben de sizin gibi bir beşerim. Rabbimin size göndermiş
olduğu bir elçiyim. Size iki önemli şey bırakıyorum. Onların birincisi
kendisinde hidâyet ve nur olan Kur’ân’dır. Allah’ın kitabını alıp ona sımsıkı
sarılınız. Ona gerekli ihtimamı gösterip emir ve nehiylerine uyunuz.” Sonra şöyle devam etti: “Ve… Ehl-i Beytim. Ehl-i Beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım.” diyerek
bunu üç defa tekrar etmiştir. Rivâyetin
devamında Ehl-i Beyt’in kimler olduğu sorulan Zeyd b. Erkam, onların âl-i Ali, âl-i Akil, âl-i Cafer ve âl-i Abbas, yani Rasûlullah’ın tüm yakın
akrabaları olduğunu bildirmiştir.459
Kelâbâzî, “ﺁل” kelimesinin “ﻧﺴﻠﻪ و وﻟﺪﻩ اﻟﺮﺟﻞ ﺁل” şeklinde
‘bir kimsenin, çocukları
ve nesli’ anlamında
kullanıldığını söyler. Kelâbâzî’ye göre, Hz. Peygamber
“ehl-i beyt” ifadesiyle, Zeyd b. Erkam’ın ifade etmiş olduğu şeyi söylemiştir. Çünkü Zeyd b. Erkam, Hz. Peygamberin ehl-i beytini ve çocuklarını bir arada zikretmiştir. Çünkü Ali’nin
ev halkı (âl) Hz. Peygamber’in çocuğudur. (Kelâbâzî burada
Hz. Fâtıma’yı kastetmektedir.) Bu şekilde
Kelâbâzî “ehl-i beyt” kavramının hem nesil hem de çocuğu kapsayacak şekilde tanımlamıştır. Hz. Fatıma çocuğu olma yönünden Hz. Peygamber’in âli, Akîl, Ca’fer ve Abbas ise nesil olma yönünden
âlidir. Kelâbâzî’ye göre onların hepsi Peygamberimizin ehl-i
beytidir.460
Şia’ya göre ehl-i beyt ise; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ailesi, eşleri ve çocuklarıyla Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dir.461 Kelâbazî, Zeyd b. Erkam’ın ehl-i beyt tanımını dikkate alarak kelimenin anlamının
daraltılmasına, Şiî düşüncedeki ehl-i beyt anlayışına karşı çıkmış olmaktadır. Kelâbâzî, bu bilgileri verdikten sonra “Muhammedin ev halkını (âl) tanımak (ma’rifet), cehennem
azabından kurtuluştur.” hadisine yer vererek yorumlarına şöyle devam eder: “(Bu
hadis) Muhammedin ev halkının hakkını bilmeyi (ma’rifet) gerekli kılmaktadır.
Âl-i Muhammedi bilmek, onların hakkına
icâbet etmekle mümkündür.
Çünkü ma’rifet, bir
şeyi delil ve alâmetle/işâretle bilmek demektir.”462
Kelâbâzî, “ma’rifet” kelimesinin ne anlama geldiğini
Ebû’l-Kâsım el-Hakîm’den şöyle aktarır: “Ma’rifet, eşyayı suretleri
ve nitelikleriyle bilmektir. İlim ise, eşyayı hakikatleriyle bilmektir.”
463
Kelâbâzî, devamla
şöyle der: “O halde ma’rifet, eşyayı sûret ve niteliğiyle bilmek anlamına geldiğine
göre, Muhammed’in ev halkını (âl-i Muhammed) bilmek de onların sûret ve niteliğine göre olur. Onların
niteliği ise Ali’nin, Abbas’ın Ca’fer’in ve Akîl’in âli olmaları
ve Nebî (sallallâhü aleyhi ve sellem)’nin âli olmalarıdır.”464
Kelâbâzî, âl-i Muhammed’i bilmenin (ma’rifet) Muhammed’i bilme ve onun hakkını yerine getirmek
anlamına geldiğini şu şekilde izah eder:
“Onları (Peygamber’in âlini) bilen
(ma’rifet), Hz. Peygamberle bilmiş (ma’rifet) gibidir. Onları Hz. Peygamberle
bilen (bir) kimsenin, peygamberin nübüvvetini, risâletini ve insanların en
üstün olduğunu bilmesi gerekir. Her kim bu şekilde bilirse onun (Peygamberin)
hakkının gerekliliğini de bilir. Çünkü Allah onun hakkını gerekli kılmış, ona
saygıda bulunmayı zorunlu kılmış ve ona itaat etmeyi farz kılmıştır. Her kim bu
şekilde bilirse Hz. Peygamberi bilmiş olur ve onun âlini de onunla bilir
ve onlara saygıyı
da bilir, onların hakkının
Nebî’nin (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’nin hakkıyla olduğunu bilir. Her kim Nebî’nin hakkını Allah’ın belirttiği
şekilde bilirse ve O’na büyük saygıda bulunma, hakkının gerekliliği ve ona
itaatin farziyeti gibi hususları Allah’ın kendisine gerekli kıldığını bilirse,
Resûlullah’ın, Allah’ın farzlarından, onun sünnetlerinden kendisine gerekli
kıldıklarını uygulayarak yerine getirir. Her kim bu şekilde davranırsa bu
kendisi için cehennem azabından kurtulmuş olur. Her kim onun gerekli kıldığı
(hususlara) uygulayarak tutunursa ve (kalbiyle) inanarak ve (diliyle) ikrar
ederek inanırsa (bu kendisi için) ebediyet cehenneminden kurtuluş olur.”465
Kelâbâzî, Hz. Peygamber’i bilmenin Allah’ı
bilmek, âlini sevmenin (muhabbet), Muhammedi ve Allah’ı
sevmek (muhabbetullah) anlamına geleceğini ise şu şekilde açıklamaktadır:
“Hz. Peygamber sanki şöyle
buyurmaktadır: “Allah’ın hakkını bilmek, benim hakkımı bilmektir. (O halde) her
kim onun hakkını bilirse Allah’ın hakkını bilmiş olur. (Nitekim) Resûlullah
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Hasan ve Hüseyin hakkında şöyle buyurmuştur: “O
ikisini seven beni sevmiş, beni seven de Allah’ı sevmiştir. O ikisine buğzeden
bana buğzetmiş, bana buğzeden de Allah’a buğzetmiş sayılır.’ Peygamber’in
âli’ni sevmek, Peygamberi sevmek, Peygamberi sevmek ise Allah’ı sevmek gibidir.
Aynı şekilde Peygamber’in âlini bilmek, Peygamberi bilmek, Peygamberi bilmek de
Allah’ı bilmek (ma’rifetullah) gibidir. Ma’rifetullah ise cehennemden
kurtuluştur. (Çünkü) Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Muhammed’in âlini
sevmek sıratta ruhsattır. Çünkü Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Sıratta (beklemektedir).”466
Kelâbâzî’nin
âl-i Muhammed bağlamında ele adlığı
“ma’rifet” ve “muhabbet” hakkındaki
bu görüşlerini şu şekilde göstermek mümkündür:
Âl-i Muhammedi bilmek → Resûlullah’ı bilmek → Allah’ı bilmek → Cehennemden Kurtuluş
Âl-i Muhammedi sevmek → Resûlullah’ı sevmek → Allah’ı sevmek → Cehennemden Kurtuluş
Kelâbâzî, konuyla ilgili şöyle bir rivâyete
de yer verir: “Muhammed’in âlinin bilmek kurtuluştur, Muhammed’in âl’in
sevmek sıratta ruhsattır. Âl-i muhammed’in velâyeti ise azabtan kurtuluştur.” Kelâbâzî, “âl” kavramı hakkında
insanların ihtilâfa
düştüklerini belirterek, bir grubun bu kavramı ehl-i beyt olarak açıkladıklarını, bazılarının ‘bir kimsenin kavmi’, diğer bazı kimselerin ise, ‘Firavunun âli onun milletidir’ diyerek açıkladıklarını belirtir.
Diğer bir grup ise ‘âl’ kelimesini ‘bir kimsenin
çocukları’ şeklinde açıklamışlardır.467
Kelâbâzî, “ehl-i beyt” kavramını
yukarıdaki hadisi yorumlarken hem nesil hem
de çocuğu kapsayacak
şekilde tanımlarken bir başka hadisin yorumunda ise “âl” kelimesinin takvâ sahibi kimseler hakkında
olduğunu ileri sürer ve bu konuda rivâyetler nakleder. Konuyla
ilgili şöyle bir rivâyete yer verir:
Enes b. Mâlik, Hz. Peygambere ‘Ya Resûlellah ‘Muhammed’in âli’ kimdir’ diye sorduğunda, Hz. Peygamber
şu şekilde cevap verir: “Bana öyle bir konu hakkında sordunuz ki bunu sizden önce Müslümanlardan hiç kimse sormadı. Muhammed’in âli her takvalı kişidir. (âl-i Muhammed
kullu takiyyin)”468
Kelâbâzî’nin
belirttiğine göre rivâyetin
râvilerinden Ebû Hamzâ’ya, hadisteki
takvâlı kimselerin Hz. Muhammed’in âlinden olan
takvâlı kimselere mahsûs olup olmadığı sorulduğunda o şöyle cevap vermiştir: “Hayır, Muhammed
ümmetinden takvâlı olan her kimse (kastedilmektedir).” Kelâbâzî, herhangi bir senede
yer vermeksizin “denildi
ki” şeklinde naklettiği başka bir rivâyete
göre ise Hz. Peygamber’e “Ya Resûlellah senin âlin kimlerdir” diye sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “Kalbini mahmûm kalple arındıran takvâlı her mü’mindir.”469 Kelâbâzî’nin
bu rivâyet hakkındaki yorumu ise şu şekildedir:
“Öyleyse (âl) Hz. Peygamber’in buyurduğu gibidir.
Etkiyâ (takvâlı kimseleri) bilmek ise, onların arasına
karışmak ve onlara dahil
olmak demektir. Kim bir kavmin arasına karışır ve onların ahlâkıyla
ahlâklanırsa kurtuluşa
erer. Bu, kendisi
için ateşten kurtuluş olur. Hz. Peygamber’i ‘âl-i Muhammedi
sevmek sıratta
ruhsattır’ sözüne
gelince, Muhammed bu rivâyet hakkında
şöyle demiştir: “takvalı
her kimse, her kim takvalı
kimseleri severse ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir’ hadisi gereğince onlardandır. Başka bir husus ise, muhabbet, mahbûbun vasıflarını sevmeyi gerektirir. Bir kimseyi seven
her kimse onun vasıflarını ve ahlâkını
da sever. Bir şeyi seven onu elde etmeye ve ona sahip olmaya ve ona samimi davranmaya
çalışır. Her kim takvalı kimseleri severse
onların davranışlarını sever. Onların davranışlarını sevdiğinde ise takvayı elde etmeye çalışır.
Takvayı elde etmeye çalışan kimse ise muttaki,
takvâlı kişidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ‘Sonra takvalı kimseleri kurtarırız ve zalimleri orada öyle dizüstü çökmüş olarak bırakırız’ (Meryem, 19/72) İşte bu şekilde onların
sıratta ruhsat olmaları
sahih olur. Velâyet de takvâlı
kimseler içindir ve onlara
mahsustur. Çünkü doğruluk
ve saflık onlarla beraberdir. Onların bu vasıfları
sahip olunması gereken vasıflardır. Takvâlı
kimselerin vasıflarıyla vasıflanan kimse muttakîdir. Muttakîler azaptan emindirler. (güven
içerisindedir.) Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Her kim Allah’a
karşı takvâlı olursa, Allah
onun kötülüklerini örter ve onun mükafatını büyütür.”
(Talak, 65/5) Günahları
örtülen ve mükafatı
büyütülen kimse azaptan emîn olur.
Tevfîk Allah’tandır. Kim takvâlı kimseleri
dost edinirse, Allah
da onu dost edinir. Allah hidâyete ulaştırandır.”470
Kelâbâzî (380/988), ile aynı asırda yaşayan
Şiî âlimlerden Kuleynî
(329/940) ve Şeyh Sadûk adıyla tanınan Ebû Ca’fer Muhammed İbn Ali Bâbeveyh el-Kummî
(381/991) Şiî imâmet nazariyesini, imameti inanç esasları
arasında mütalaa ederek eserlerinde hadislere
de yer vermek suretiyle
tesis etmeye çalışmışlardır.471 Şia’da ma’rifetullah ve ma’rifet
kavramı ise Hz. Ali’nin velâyeti ve imâmet bağlamında ele alınmaktadır. Nitekim
Kuleynî’ye göre ma’rifetullah, ancak “Allah’ı,
Resûlünü ve Ali’nin velâyetini tasdik etmekle
onu ve hidâyet üzere olan imamları bilmekle (ma’rifet)” mümkündür.472 Şiî imamlar
konuyla ilgili
eserlerinde pek çok rivâyete
ve hadislere yer vermişlerdir.
Konuyla ilgili olarak Şiî kaynaklarda yer alan rivâyetlerden birisi şu şekildedir. Rivâyete göre Hz. Peygamber,
Allah’ın nurunun ehl-i beyt ile
olan bağlantısını şu şekilde açıklamıştır:
“Ey Ali, Allah’ı ancak sen ve ben bildik. Beni de ancak Allah ve sen bildiniz.
Seni de ancak Allah ve ben bildik.”473 Hz. Ali’ye nispet
edilen bir sözde onun şöyle dediği rivâyet edilir: “Beni ve hakkımı
bilen her kimse Rabbini
bilmiş olur.”474 Bu rivâyetlerde
yer alan bilmek ve tanımak,
özel bir bilgiyi
ifade eden “ma’rifet
bilgisi” ile bilmeyi ifade etmektedir. Şiî düşünceye
göre Hz. Muhammed ve ehl-i beyti olmasaydı
Allah’ı bilmek de mümkün olmayacaktı. Bu yüzden onları bilmek ve kabul etmek Allah’ı bilmek ve kabul etmektir.
Onlara göre Hz. Muhammed, Allah’ın nurunu, yolunu
ve bilgisini ehl-i beyt ile belirtmişti.475 Şiî kaynaklarda “Ma’rifetullah” kavramının ‘imâmı bilmek’
bağlamında yer aldığı
diğer bazı rivâyetler şu şekildedir:
1.
İmam Hüseyin (a.s) Allah’ın
ma’rifeti hakkında
sorulunca şöyle buyurmuştur: “(Ma’rifetullah) Her zaman ehlinin
kendisine itaat etmeleri farz olan imamlarını tanımasıdır.”476
2.
İmam Sadık (a.s) Allah Tealâ’nın
“Kime hikmet verilirse”
âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: “(Hikmet)
Allah’a itaat etmek ve imamı tanımaktır.”477
3.
İmam Sadık (a.s) şöyle
buyurmuştur: “Biz Allah’ın itaatini farz kıldığı kimseleriz. Sizler insanların tanımamakta mazur
olmadığı kimseye
uyuyorsunuz.”478
4.
Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ehl-i Beyt’in sevgisine bağlı kalın. Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a
andolsun ki kul ma’rifetimiz ve velâyetimiz olmadıkça hiçbir amelinden fayda görmez.”479
5.
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah’ı sadece
biz Ehl-i Beyt’ten
olan imamını tanıyan kimse tanır ve O’na ibâdet
eder.”480
6.
Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her kim imamını tanımadan ölürse
cahiliye ölümü üzere ölmüştür.”481
Kelâbâzî ve Şiî âlimlerin
eserlerinde “âl” ya da “ehl-i beyt” kavramları bağlamında yer alan rivâyetlerde ortak bazı temâlar yer almaktadır. Bunlar âl-i bilmenin
ma’rifet ve ma’rifetullahla ilişkisi ve âlin kapsamına giren kimselerin korunmuşluğudur. Şiî düşüncede
Hz. Ali’nin velâyetini ve ehl-i beyti bilmek Hz. Peygamber’i ve Allah’ı bilmek şeklinde ele alınırken, Kelâbâzî’de âl-i Muhammedi bilmek, Hz. Peygamber’i
ve Allah’ı bilmek anlamına
gelecek şekilde
yorumlanmaktadır. Şia’da
korunmuşluk imamların masum olması şeklinde görülürken, Kelâbâzî’de velîlerin emniyet ve güven içerisinde olmaları cehennem azabından emîn olmaları şeklinde
ortaya çıkmaktadır. Kelâbâzî, aslında
yukarıda yer verdiğimiz görüşleriyle Şii düşüncenin imamet anlayışına iki yönden cevap vermiş olmaktadır. Bunlardan birincisi ilk yer verdiğimiz hadis yorumunda
görülmektedir. Buna göre “âl” kavramı Şiîlerin
görüşlerinin aksine ‘nesil ve çocuğu’
kapsamaktadır. İkincisi
ise diğer hadislerle vardığı
neticedir ki o da ‘âl’ kavramı Şiilerin iddia ettiği bir içeriğe
sahip olamaz. Çünkü
‘âl’, Kelâbâzî’nin rivâyetlere dayanarak bütün takvalı kimseler dediği velîleri kapsamaktadır. Kelâbâzî’de âl kavramı bütün velileri ve takvalı kimseleri kapsayacak bir şekilde
ele alınırken Hakîm et-Tirmizî’de kavramının kapsamı Kelâbâzî’ye göre daraltmış ancak o da, Kelâbâzî gibi, âl kavramını Şiî düşünceye
karşı geliştirmiştir.
Kendisinden önceki sûfiler tarafından ele alınan ehl-i beyt kavramını Muhyiddin İbnu’l- Arabî (638/1240) de el-Futûhâtu’l-Mekkiyye’sinde
yirmi dokuzuncu bölümde şu
başlık altında
ele alır: “Selman’ı
ehl-i Beyte katan sırrın bilinmesi, Onun vârisi olan kutuplar ve onların sırlarının bilinmesi”482 Başlıktan da anlaşılacağı üzere İbnu’l-Arabî, Selman’dan hareket ederek ehl-i Beyt kavramının içeriğini belirlemeye çalışmaktadır. Pek çok hadisin
yorumunda olduğu gibi
bu hadiste de İbnu’l-Arabî öncelikle hadisin vahdet-i
vücud yönünü açıklamaya çalışır. “Selman bizdendir” rivâyeti
İbnu’l-Arabî’ye göre onun ehl-i beytten olduğu anlamına
gelir. İbnu’l-Arabî, ilk etapta ehl-i
beyt kavramından ziyâde vücudun birliğini ispata
gayret eder. Bu amaçla her kölenin efendisinin niteliklerine sahip olduğunu
belirterek “Allah’ın kulu, O’na yalvarmaya kalkınca”483 âyetini zikreder ve ehl-i beytin Hz. Peygamber’in niteliğiyle nitelenen herkesi kapsayacağını söyler:
“Allah, nitelik bakımından kulunu
kendisine tamlama yapmıştır. Başka bir ifade ile onun niteliği kulluk, ismi
Muhammed ve Ahmeddir. Kur’ân ehli Allah ehlidir, çünkü onlar, Allah’ın niteliği
olan Kur’ân ile nitelenmişlerdir.. Kur’ân ise emanettir. Çünkü o, şifâ ve
rahmettir. Hz. Peygamber’in ümmeti ise kendilerine gönderildiği kimselerdir.
Peygamber’in ehl-i beyti onun niteliğiyle nitelenenlerdir.”484
İbnu’l-Arabî, “ehl-i beyt” kavramında yer alan “beyt” kelimesini (ﺑﺎت) ‘gecelemek’ anlamını da göz önünde bulundurarak bâtınî yönden yorumlamakta, ehl-i beytin Hz. Adem’den son insana kadar uzanan Muhammed
ümmeti anlamına geldiğini belirtmekte ve kavramın içeriğini en geniş boyuta ulaştırmaktadır:
“Hz. Peygamber’in kendilerine
gönderildiği insanlar kıyamet günü ehl-i beytin bereketi içerisinde olacaktır.
Bu ümmet ne kadar da mutludur. Hz. Muhammed’den önceki her şeriat onun şeriatı
olduğuna göre Allah (ehl-i beyt’teki) “beyt” kelimesini bâtınî yorumuyla
(i’tibâru’l-bâtın) fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadarki süre olarak
dikkate alırsa, güneşteki aydınlık ve aydınlığın sürekli artışı, Âdem’den var olacak son insana kadar uzar ki, hepsi Muhammed
ümmetidir- böylelikle hepsi Muhammed ümmetinden olduğu gibi bütün insanlar
ehl-i beytin bereketini elde ederek hepsi mutlu olurlar. Hz. Peygamber ‘Kıyamet
günü ben insanların efendisiyim’ buyurmuş, sözü tahsis edip ‘ben ümmetimin
efendisiyim’ dememiştir.”485
İbnu’l-Arabî’nin ehl-i beyt kavramına
bakışı bu şekildeyken “âl” kavramı
hakkındaki kanaatleri ise daha farklıdır. İbnu’l-Arabî’ye göre âl-i Muhammed, ümmetin içindeki bilginlerdir. Onlar, Allah nezdinde nebîlik
mertebesinin sahibidir. Bu mertebenin hükmü âhirette
ortaya çıkarken
dünyadaki hükmü, kendileri için belirlenmiş içtihatla
sınırlıdır. Dolayısıyla onlar,
din (inanç) ve hükümlerde (amel) sadece Allah katından
şeriat yapılmış emirlere göre içtihat ederler. Ehl-i beytin
içinden herhangi
bir kimse bu bilgi ve içtihat düzeyine
ulaşabilmişse onlar da Peygamberin ehli ve ailesidir. İbnu’l-Arabî, Hasan, Hüseyin
ve Cafer’in hem ehl-i beytten
hem de âl-i Muhammed’den olduğunu söyler.486 İbnu’l-Arabî,
‘âl’ kelimesinin Arapça’da
‘âl-i’r-recul’ şeklinde
kullanıldığında ‘onun en yakın seçkinleri’ anlamının kastedildiğini belirtir
ve kavramın Kur’ân-ı Kerim’de
‘Firavun’un seçkin adamları’ şeklinde kullanımından hareketle
Hz. Peygamber’in âlinin de bu anlamda
olması gerektiğini düşünür:
“Hz. Muhammed’in âlinin sadece
ehl-i beyt olduğunu zannetmeyiniz! Arapça’da (âl kelimesi) bu anlama gelecek
şekilde kullanılmaz. Allah “Firavunun âli, giriniz”487 demiştir. Âyette onun
seçkin adamları kastedilmiştir. Çünkü bu özelliğiyle ‘âl’ kelimesi, sadece
dünya ve âhirette büyük kıymeti olan kişiye izafe edilebilir. Bunun için bize
şöyle dememiz emredildi: ‘Allah’ım! İbrahim’e merhamet ettiğin gibi Muhammed’e
ve onun âline de merhamet et!’ yani toplamı olmaksızın onların özel varlıkları
yönünden değil, zikrettiğimiz yönden İbrahim’e merhamet ettiğin gibi
(Peygambere de merhamet et) Öyleyse söz konusu olan İbrahim’in ailesi içine
giren bütün peygamberler yönünden merhamet edilmektir. Salavâtta onu zikrettik
çünkü Hz. İbrahim, zaman bakımından Hz. Peygamber’den öncedir.” 488
Ehl-i beyt ve âl kavramı
hakkındaki hadisleri
yorumlayan Hakîm
et-Tirmizî (320/932), Kelâbâzî (380/988)
ve İbnu’l-Arabî (638/1240) arasında yorum tarzı açısından herhangi bir fark söz konusu
değildir. Her üç müellif
te bu hadisleri tasavvufî görüşleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Her ne kadar Kelâbâzî “Size
Allah’ı ve ehli beytimi hatırlatırım” hadisinde yer alan “ehl-i beyt” kavramının içeriğini belirlerken diğer rivâyetlerle açıklama cihetine
gitmiş, ehl-i beyti “âl” kelimesinin sözlük anlamını
tespit ederek açıklamaya çalışmışsa da diğer bazı rivâyetlere dayanarak yaptığı değerlendirmeler bu yorumlarını gölgelemiştir. Kelâbâzî, hadis hakkındaki
-ilk yorumuyla- isabetli
sayılabilecek değerlendirmelerinin yanı sıra sıhhat açısından problemli bazı rivâyetlere yer vermek sûretiyle ‘âl’ kavramının içeriğini bütün velîleri
kapsayacak şekilde
bir değerlendirme yoluna gitmiştir. Bu durumda
Kelâbâzî ile Hakîm
et-Tirmizî ya da Kelâbâzî ile İbnu’l-Arabî arasında bu hadisin yorumu özelinde
düşünecek olursak
aslında herhangi bir fark söz konusu
değildir. Her üç müellif
de ‘âl’ kavramını kendi
tasavvufî anlayışları doğrultusunda velâyet düşüncelerinin merkezine oturtmuşlardır.
Sh: 444-452
DİPNOT:
445 Çift, Salih, Hakîm
et-Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İnsan Yay., İstanbul, 2008,
s.370-71.
446 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye,
(Çev.), VI/207-429, VII/15-89.
447 Benzer bir rivâyet
Muslim’in Sahih’inde şu şekilde yer almaktadır: “Yıldızlar Semânın emniyetidirler. Yıldızlar gidince vaat edilen şey semâya gelir. Ben de Ashabım için bir emniyetim. Ben de gittiğimde,
onlara vaat edilen gelecektir. Ashabım da ümmetim için bir emniyettir. Ashabım da gittiğimnde ümmetime vaad edilen şey gelir.” Muslim, 44. Fedâilu’s-Sahâbe, 207, (h. no:2531),
II/1961. Aynı rivâyet İbn Hibbân’ın Sahih’inde de yer almaktadır. İbn Hibbân, Sahih, XVI/221. Rivâyet hakkındaki değerlendirmeler hakkında Bkz. Gökçe, Ferhat, Ümmetimin
İhtilâfı Rahmettir Haberi ve İhtilâf Olgusu, (Yayımlanmamış Lisans Tezi), Ankara, 2001, s.48.
448 Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.320, 322.
449 Ahmed b. Hanbel, Musned, III/14, 17, 26. Hakîm et-Tirmizî,
A.g.e., s.345-346.
450 Hakîm et-Tirmizî, Kitâbu Hatmi’l-Evliyâ, s.344.
451 Hakîm et-Tirmizî, A.g.e., s.345.
452 Hakîm, A.g.e., A.y.
453 Hakîm, A.g.e., s.346.
454 Hakîm, Nevâdiru’l-Usûl, III/61;
Hadis için Bkz., Ahmed b. Hanbel, Musned, I, 112
455 Hakîm, A.g.e., III/63.
456 Uludağ, Süleyman, Doğuş Devrinde Tasavvuf
, s.14.
457 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.
458 Kelâbâzî, A.g.e. A.y.
459 Muslim,
44. Fedâilu’s-Sahâbe,
36, (h. no:2408), II/1873.
460 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.
461 Öz, Mustafa, “Ehl-i beyt” mad. T.D.V.İ.A., X/499.
462 Kelâbâzî, A.g.e., A.y.
463 Kelâbâzî, A.g.e., A.y.
464 Kelâbâzî, A.g.e., A.y.
465 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.
466 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.372.
467 Kelâbâzî, A.g.e., s.370.
468 Kelâbâzî, A.g.e., 375
469 Kelâbâzî, A.g.e., A.y.
470 Kelâbâzî, Bahru’l-Fevâid, s.375.
471 Onat,
Hasan, “Şiî İmâmet Nazariyesi”, A.Ü.İ.F.D., Ankara,
1992, c.XXXII/89-110.
472 Kuleynî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Ya’kûb, el-Usûl
mine’l-Kâfî, Dâru’l-Kutubi’l-İslâmiyye, Tahran, 1365, I/180.
473 Ali Meclisî, Muhammed
Bakır b.
Muhammed Taki b. Maksud,
Biharü'l-Envâri’l-Câmia
li-Düreri
Ahbâri’l-Eimmeti'l-Ethar, Müessesetu’l-Vefâî, Beyrut, 1983, XXII/149.
474 Ali
Meclisî, A.g.e., IV/9, XXIV/199, XXVI/258, XXXIX/339.
475 Emir, Enis, İslâm Tarihinde
Ehl-i Beyt ve
Eshâb, Can Yay.,
y.y., t.y., s.12.
476 Ali
Meclîsî, A.g.e., XXIII/83,
22
477 Kuleynî,
el-Kafi, 1/185/11
478 Ali
Meclîsî, A.g.e., 96/211/13
479 Muhammed Mufîd, Ebû Abdullah İbnu’l-Muaalim, el-Emalî, (thk. Hüseyin
Üstâdüli, Ali Ekber Gıfârî), Dâru’l-Mufîd, Beyrut, 1993, s.140.
480 Kuleynî,
el-Kafi, 1/181/4.
481 Ali
Meclisî, A.g.e., 76/1.
482 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), III/228.
483 Cin, 72/19.
484 İbnu’l-Arabî, A.g.e.,
(Thk.), XIII/145-146.
485 İbnu’l-Arabî, A.g.e.,
(Thk.), XIII/152-153.
486 İbnu’l-Arabî, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (Thk.), VIII/179
487 Gâfir, 40/46.
488 İbnu’l-Arabî, A.g.e.,
(Thk.), VIII/180.
Kaynak: Ferhat GÖKÇE, İslâm İrfân Geleneğinde Hadis Yorumu, T.C.
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri (Hadis)
Anabilim Dalı, Doktora Tezi, 2010, Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar