Albert Caraco
Bahtsız biri
miyim ki ben?
Bir Yahudi
olarak görünüşte böyle olmam gerek, Yahudilerin çoğu bahtsızdır, ama aynı
zamanda çılgınca bir iyimserlik sergilerler, onlardaki yaşam sevgisi idam
edilen erkeklerin ereksiyon olmasını çağrıştırıyor, bu iyimserliğin de aynı
kökenden kaynaklandığına rahatlıkla inanabilirim. Trajediyi reddetmek kölelere
özgüdür, Yahudiler yüzyıl boyunca köle kaldılar, bu kurnaz zihniyetleri onları
son derece iğrenç kılarak hayatta kalmalarını sağladı, emaneti korumak için
alçaklığa rıza gösterdiler, emaneti korudular da, alçaklığa ve bunu onlara
dayatanlara rağmen.
Sh:3
**
Benim bu
dünyaya duyduğum nefret, içimdeki hislerin en saygınıdır, hasta ve Yahudi biri
olarak dünyadan nefret ediyorum, işte en niteliklisinden iki sıfat, ölümü
seviyorum, iyi de yapıyorum, hastaların çoğu ölümü yeterince sevmiyor, yaşam
tutkuları onları aşağılık kılıyor, Yahudiler de ölümü hiç sevmiyorlar, hayata
bağlılıkları esinledikleri tiksintinin nedenidir. Bu iki insan soyunda eksik
olan şey, geri çekilme, ihtiyat ve hayadır, ne hastaların ne de Yahudilerin
kendi üslubu olur, onlar sözcüğün kötü anlamında yoksuldurlar, sefaletlerinin
ihtiyacı doğrultusunda silahlanırlar
Sh:4
**
Aybaşı
kanaması, hamilelik, doğurma ve emzirme; bu türden kölelikleri _ yüceltemeyiz,
tiksinti verici şeyler bunlar, çok sayıda erkek, canavar olarak görülme
korkusuyla hissettikleri dehşeti sergilemeseler de bunlar karşısında ürperiyor.
Aşık erkekler bunları unutmuş gibi yaparlar, diğerleri sessizliği korurlar, yan
çizilen ve hepimizi üzen bir konudur bu, Müslümanlar kadınların
bizimle birlikte cennetteyken bu acıları çekmeyeceklerini ileri sürerler,
iyileşmekten umudu kesmektir bu, Yahudiler her sabah Tanrı'ya kendilerini erkek
yarattığı için şükranlarını sunarlar.
Sh:11
**
Sayın Anne'nin
parfümlerini kokladıkça şaşırıyorum, onu bana derhal geri getiriyorlar, hem de
nasıl bir büyüleyicilikleri var anlayabilirsiniz, derin bir mutluluk bu, bir
varlığı benim için yeniden vücuda getirerek bir felsefeyi derli toplu hale
getiren bir mutluluk, ben -benden önce Marcel'in yaptığı gibi- zamanı yeniden
buldum. Sabbat'ı tattım, bu sayfaların okurunu Yahudi mistiklerinin ışığında
Proust'un eserini analiz ettiğim sayfalarıma gönderiyorum. Marcel zaman
yapıcılarından biriydi, gerçek bir Asurlu, onu anlamak Fransızlara kalıyor, şu
an için ancak onun tadını çıkarıyorlar ve niçin bir cazibesi olduğunu boş yere
kendilerine sorup duruyorlar?
Sh:23
**
Hayat, bizim
yaşama nedenlerimizin yanında hiçtir, Sayın Anne yaşamı sevmesine rağmen bunu
hissediyordu. Onu İngiliz ya da Alman sanıyorlardı, bu da durumu
kolaylaştırıyordu, kimse onun Yahudi olduğuna inanmıyordu, Yahudiler de onun
kendilerinden olduğunu öğrenince şaşırıyorlardı, onun girginliğinin ve
rahatlığının başka kaynağı yoktu, ben de bunu ona belirttim: "Zavallı
Annem," dedim, "mutluluğunu bilmiyorsun, teyzelerimden birine
benzeseydin hayal bile etmediğin şeye maruz kalırdın, nefret ve aşağılama her
adımında karşına çıkardı, dengen kalmazdı, dengeni yitirirdin!"
Sh:58
**
Sayın Anne
benim içimde yaşadı, onun için gözyaşı dökmem gerekmiyor, cisimleşti ve ben onu
bağrımda taşıyorum, o benim çocuğum, oysa unutacağımı sanmıştım. Nafile
kurumlanmayın, hayır, Sayın Baba, o yok olmadı, onu benim içimde bulacaksınız,
gözyaşlarınızı kurulayın. Mutluluğumuz ölçülüydü, en azından Yahudilerin olabileceği kadar
mutluyduk, çünkü Yahudiler pek mutlu değildir, akıl yürütüp hissettiklerinde,
yöntemli iyimserlikleri temeldeki iğrençliklerine tanıklık eder ve umut
üzerinde bir şeyler inşa etmeye kalkışıyorlarsa, şimdiki zaman ellerinden
kaçtığı ve tutundukları her şey toza döndüğü içindir.
Sh:60
**
Ben ne acıyı
ne hazzı seviyorum, kadın dünyası beni cezbetmediği gibi ikna edici de
gelmiyor, Annemin içindeki kadın beni asla çekmiyor, benim derinliklerim soğuk,
tasasız, arzudan ve endişeden nefret ediyorum, Sayın Anne de benim bu
meziyetlerime hayran olmuyor değildi, benim özgürlüğümün kaynağını burada
görüyordu. Ölüm beni uzun süre sarsmayacak, çünkü artık hiçbir şey beni
etkilemiyor, Sayın Anne de benim kaygılarımın kalıntılarını yanında götürüyor,
onun sonu beni özgürleştiriyor, ayaklarımın altında düzenden başka bir şey
görmüyorum, kaos yok oluyor, her yer ışıl ışıl, benim içimde sakin bir güven
gibi doğduğunu hissediyorum.
Sh: 75
**
Ezeliyet
duygusuyla buluşanlar teselli bulurlar ve bu duyguya sahip olanları hiçbir şey
yıkamaz. Yaşam bir dayanaktır, yoksa neden değil, yaşam zorunludur, ama yeterli
değildir: Ölülerin bize verdiği ders bu- dur. Sayın Anne sağlığında bilmediği
ve yokluğunda söylediği yüce hakikatleri bana öğretti, gölgedeki ağzı kuşku
duymadığım kavramları bana gösteriyor, Sayın Anne öldü ve Ezeli Ana onun yerini
aldı. Kuşkusuz tek bir annemiz var, ama seçilmişler onun bir olduğunu
bilmezler, bir ve aynı, üstelik ülke, yüzyıl ya da kişi ne olursa olsun.
Sh:91
**
Kadındaki
Ezeli Anne'yi uyandıranlara, onu O'na benzemeye zorlayanlara ne mutlu!
Kendilerini daima hayal kırıklığına uğratacak kadında bitmez tükenmez bir
zenginlik bulurlar, o kadın bir şahıs olduğunda, kadın olarak kadın eşitsizdir,
erkeğin dengi değildir, onun derin nitelikleri kişisellikten yoksundur, en
yüksek erdemleri arketipiktir, feministlerin eseri ancak belirgin haklarına
bağlı olarak ilerler, bu eseri reddetmemekle birlikte, yetersiz olduğunu
düşünüyoruz, kadını bir alt-erkek yapmaya vardı; tanım gereği şüpheli bir
erkekliğin sıradan bir düşüğü oldu.
Sh: 92
**
Bizim
denektaşımız olgunluktur, birçok kadın bu noktada kendini yalanlar ve gölgeleri
ortaya çıkar: Doğurgan, çalışkan ve sofu oldukları için övülen bu aile
analarına yakından baktığınızda sizi bağlayacak hiçbir şeyleri olmadığını
görürsünüz, onlar aptallıkları kötülük yapmalarını engelleyen yıpranmış zavallı
yaratıklardır, cazibesiz, incelikten yoksun, ışıksız ve benim harabe diye
adlandırdığım, düzenin, ahlâkın ve inancın yarı yolda bıraktığı kadınlar. Sayın
Anne dinle alay ediyordu, asla ibadet etmedi, batıl inançlarından vazgeçti,
ölümünden önceki yıllarda kendini felsefeye verdi.
Sh: 44
**
Sayın Anne her
gece düş görüyordu, hem de bütün gece boyunca, ima edişinden belliydi, ama bana
rüyalarını anlatmıyordu, alacakaranlıktaki yaşantısını bilmiyordum, belki de
kimi zaman benimle oyun oynuyordu, kadınlar soluk alır gibi yalan söyler, onun gölgedeki yüzü benim
meçhulümdü, bu da Ana Oğul oyununun kuralıdır. Kadının gölgedeki yüzü
bizim-kinden daha korkunçtur, Batı'da kadının karanlıklarını bilmezden
geliyoruz, ortaçağın Melusine'den söz ettiği doğrudur ve Melusine bana göre en
hayranlık verici kadın portresidir, bu konuda Batı asla daha öteye gidemedi.
Sh:28
**
Erkek
kadından vazgeçer, kadın geçmez, kadın erkeğe asılır ve erkek haksız yere
kendisinin kadının peşinden gittiğini hayal eder, oysa kadın onu çağırır. Erkek
manastırları kadın manastırlarından son derece daha değerlidir, erkeklerin aşka
ihtiyacı yoktur, ten onların aklını başından aynı güçle almaz, erkek erkek
olduğu için ıstırap çekmez, parasız kaldığı ya da gücü kudreti olmadığı için
ıstırap çeker, kadın kadın olduğu için ve sevilmediğiiçin ıstırap çeker. Güzel
görünüm, kahkahalar, oyunlar, ıvır zıvır ve sevimlilikler; derin denizin köpüğü
ve köpüğün altında artık kendimize değil, türe ait olduğumuz siyah bir dünya.
Sh:29
**
Erkek kadına karşı yaratıldı
ve eğer direnseydi dünya başlangıcından bu yana değişmemiş olurdu.
Sayın Anne bunu kabul etmişti ve bir bütün olarak, Medea'dan çok Antigone'ye
benziyordu, Sayın Anne'yle birlikte akıl yürütülebilir, Sayın Anne kafasının
içinde güzel öğütler veren ve aydınlık bakışlı, ölçülü ve dürüst, namuslu,
kusursuz bir erkek taşıyordu. Ne yazık ki hastalık onun en soylu niteliklerini
alt etti, biz teni ona tekrar tekrar ıstırap vermesin diye zihnimizde öldürdük
onu, pek az acı çekti, yalnızca da ölümünden önceki saatlerde.
Sh: 30
**
Dolayısıyla kadınlara karşı
gönül okşayıcı davranış doğaldır, cinsiyetlerine bağlı sefaletten onları
teselli etmeye çalışırız, bizim ' yasalarımız genellikle bu sefaleti iki
misline çıkarmaya yarar, en başta da ahlâki ve dini yasalarımız, kadınlar bu
yasaların kurbanıdırlar, biz onları mütevekkil kıldıkça daha da içler acısı
olur halleri. Yüzyıllardan
beri onları daimi hamileliğe mecbur ediyoruz, onlara en insanlıkdışı fikirleri
aşılıyoruz: Bizim üretkenlik idealimizden daha acımasız ne olabilir? Biz kadını
kişisellikten yoksun bir alet mertebesine indiriyoruz ve onu üretmeye
zorluyoruz, feda edilecek olanları, hem de zorunluluktan.
Sh:12
**
Mutlu bekârlar! Mutlu
kısırlar! İsa ile Buda hemfikirdi, onlar öldüğünden beri dünyaya gelen
milyarlarca insanın kaçına imrenebiliriz ki? Pek azına, kuşkusuz. Ne diyordu
Platon? Çağının en mutlu insanı olan büyük Pers kralının, düşsüz bir gece kadar
güzel pek az gün geçirmiş olduğunu söylüyordu. Hayatın büyük bir zevk ve
mutluluk olduğuna yemin edenlere baktığımda, onları ne güzel bulurum ne de
şanslı doğmuş sayarım, ne akıllıdırlar ne duyarlı, ne inceliklidirler ne bilge,
ne de derin, ama överek göklere çıkardıkları kişilere çok benzerler.
Sh: 13
Kaynak:
Post Mortem Albert Caraco, Fransızcadan Çeviri Işık Ergüden, Özgün Künye Post
Mortom “La Merveilleuse Collection” Editions l’Age d’Homme, 1968, VERSUS KİTAP
Mayıs 2008, İstanbul
Uruguaylı
ünlü yazar ve politik eylemci Eduardo Galeano (13 Nisan 2015 günü) 74 yaşında
yaşamını yitirdi. Usta yazarın anısına 2009 yılında Türkçe’ye çevirdiğimiz
“Verdiğim rahatsızlıktan dolayı bağışlayınız” başlıklı makalesini paylaşıyoruz:
Adalet adil
midir?
Dünyanın adaleti ayakları üzerinde
ters mi duruyor?
Bush’un üzerine ayakkabılarını
fırlatan Iraklı zapatista, üç yıl hapis cezasına mahkûm edildi. O daha iyisini,
bir madalyayı hak etmiyor muydu?
Terörist olan
kim?
Ayakkabı fırlatan mı yoksa ayakkabı
ile ezen mi?
Yalan söyleyerek Irak savaşını
yaratan, bir yığın insanı öldüren, işkenceyi onaylayan ve uygulanması emrini
veren seri katil bir terör suçlusu değil mi?
Topraklarını savunma haklarını
kullandıkları için terörizm yaratmakla suçlanan Brezilya’nın topraksız
köylüleri, Şili’nin mapuche ya da Guatemala’nın kekchíe yerlileri ya da Meksika
– Atenco’da yaşayan yerli halklar suçlu mudur?
Eğer toprak kutsal ise, her ne kadar
yasalar bunu ifade etmeseler de; onu savunanlar kutsal değil midir?
Foreign Policy dergisine göre Somali en tehlikeli yer.
İyi de korsan olan kim?
Açlıktan gemilere saldıranlar mı
yoksa yıllardır dünyaya saldıran ve bu çabalarından dolayı multimilyonluk
ödüllere konan, Wall Street’in vurguncuları mı?
Niçin dünya
kendini soyanları ödüllendirir?
Niçin adaletin tek gözü kör?
Şirketlerin en güçlüsü Wal-Mart,
çalışanlarına sendika yasağı koyuyor. McDonald’s da. Uluslararası hukuku ihlal
eden bu suçlu şirketler niçin cezadan muaf olurlar?
Günümüz dünyasında emek atıklardan
ve işçi hakları şimdiye kadarkinden daha az değerli olduğu için mi?
Kim haklı kim
haksız?
Eğer gerçekten uluslararası adalet
varsa; niçin güçlüler hiçbir zaman yargılanmazlar?
Onlar mahkûm değiller. Cezaevlerinin
anahtarlarının sahibi onlar oldukları için mi?
Niçin Birleşmiş Milletler’de veto
hakkına sahip beş güç dokunulmazdır?
Bu hakkın ilahi
bir kökeni mi var?
Savaşı iş haline getirenler barışı
mı koruyacaklar?
Esas işleri
silah üretmek olan bu beş gücün, dünya barışından sorumlu olması adil mi?
Uyuşturucu tüccarlarını aşağılayan
yok; buda mı bir “organize suç” değil?
Gürültü çıkaranlara karşı her yerde
ısrarla ölüm cezası istenirken dünyanın sahiplerine karşı ceza talep eden yok?
Daha fazlası gerekirken. Füzeleri
kullananlara karşı değil bıçakları kullanan katillere karşı yaygara
koparılıyor.
Hayret ediyoruz: Mademki şu
koruyucular, bu kadar öldürme arzusu çılgınlığı içinde bulunuyorlarsa; neden
sosyal adaletsizliğe karşı ölüm cezası talep etmezler?
Her bir dakikada üç milyon doların askeri
harcamalara ayrıldığı sırada tedavi edilebilir hastalıklardan ve açlıktan on
beş çocuğun öldüğü bir dünya adil olabilir mi?
Adı uluslararası toplum olan yapı,
dişlerine kadar, kime karşı silahlanıyor?
Fakirliğe karşı mı yoksa fakir
fukaraya karşı mı?
Ölüm cezasının ateşli savunucuları,
sürekli kamu güvenliğine saldıran tüketim toplumunun değerlerine karşı neden
ölüm cezası istemiyorlar?
Milyonları, milyonlarca genci, düşük
ücretliyi serseme çeviren reklâm bombardımanları suça davet etmiyor mu? Var
olmak sahip olmaktır diye gece gündüz tekrarlanan; arabaya sahip ol, markalı
ayakkabıya sahip ol, sahip ol, sahip ol…
Ve o, sahip olmayan var olmuyor mu?
Ve neden ölüme karşı ölüm cezası
uygulanmıyor?
Dünya ölümün hizmetine organize
olmuş durumda. Bizim enerjimizin ve kaynaklarımızın büyük bir kısmını yalayıp
yutan silah endüstrisi, yoksa ölüm üretmiyor mu?
Dünyanın sahipleri, şiddeti yalnızca
diğerleri uyguladığı zaman cezalandırıyorlar. Bu şiddet tekeli, bütün
olumsuzluklara karşın hayatta kalmayı isteyen dünyalılar için dayanılmaz ve
yeryüzünün dışında var olanlar için de açıklanamaz bir duruma dönüşüyor: Biz
insanlar karşılıklı olarak birbirimizi yok etmede uzmanlaşmış tek hayvan
türüyüz ve bizler, diğer şeyler arasında, doğayı ve onun canlılarını da yok
etmekte olan bir imha teknolojisi geliştirdik.
Bu teknoloji korkuyu besliyor. Bu
korku, polisiye ve askeri savurganlıkları haklı gösteren düşmanları üreten bir
korkudur. Peki, bizler ölüm treninde; korkuyu ölüme mahkûm etseydik nasıl
olurdu? Profesyonel dehşet vericilerin, bu evrensel diktatörlüğüne son vermek
sağlıklı olmaz mıydı?
Panik ekiciler, bizi yalnızlığa
mahkûm ediyor ve bize dayanışmayı yasaklıyorlar: altta kalanın canı çıksın,
birbirlerini yesinler, bu komşu daima bir tehlike, dikkat, çok dikkat et, bir
şeylerini çalar, o sana tecavüz edecek, bir Müslüman şu bebek arabasına bomba
koymuş, eğer şu kadın sana bakarsa, şu masum görünüşlü komşu, eminim ki sana
domuz gribi bulaştıracak…
Alt üst olmuş bu dünyada, ortak
düşünce ve adaletin sağlanmasına yönelik en basit eylemler karşısında bile
korku yaratılıyor. Başkan Evo Morales, ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan
yerlilerin, kendilerine aynada bakma utancını üzerlerinden atmaları için
Bolivya’yı yeniden yapılandırmaya kalkışınca paniği kışkırttılar. Elbette, bu
cüret, mümkün olan tek düzen bizimkidir diyenlerin geleneksel ırkçı bakış
açısından bir felaketti: Kargaşa ve şiddeti getiren Evo idi ve onun kabahati
yüzünden ulusal birlik bozulacaktı ve ülke parçalara bölünecekti.
Yine, Ekvador Devlet Başkanı
Correa’nın, yasadışı kabul ettikleri borçların ödenmeyeceği konusunda ısrarlı
olduklarını bildiren haberi, dünya mali piyasalarında terör üretti ve kötü bir
örnek olacağı için de Ekvador korkunç bir şekilde cezalandırılmakla tehdit
edildi.
Askeri diktatörler ve hırsız
siyasiler, uluslararası bankalar tarafından her zaman şımartılmış olsalar bile;
biz, zaten halkın, kendisini sopalayan sopanın ve kendisini yağmalayan aç
gözlülüğün bedelini ödemesini kaçınılmaz bir kader gibi kabul etmesine
alışmadık mı?
Fakat ortak düşünce ve adalet,
sonsuza dek birbirlerinden ayrılmış mı olacak?
Bunlar birbirine bağlı, birlikte
yürümek için doğmamışlar mıydı?
Feministlerin
söylediği “eğer biz erkekler, hamile kalsaydık, kürtaj serbest olurdu” sloganı
adalet anlayışı ve ortak düşüncenin bir ürünü değil mi?
Niçin kürtaj
hakkı yasallaştırılmıyor?
Kürtajın
bedelini ödeyebilenlerin ve bundan kazanan doktorların, sonra cinsiyet ayrımı
yapmayı terk edecekleri için mi?
Ortak düşünce ve adaletin, aynı
şekilde, inkâr edilmesi başka bir skandal olayda yaşanıyor: Niçin uyuşturucular
yasallaştırılmıyor?
Yoksa o da kürtaj gibi bir halk
sağlığı sorunu değil mi?
En fazla uyuşturucu bağımlısına
sahip olan ülke; bağımlıların taleplerini karşılayanları cezalandırmak için
hangi ahlaki otoriteye sahip?
Ayrıca, uyuşturucu belasına karşı
savaşı, bu kadar yücelten büyük medya, neden dünyada tüketilen eroinin, hemen
hemen tamamının Afganistan’dan geldiğini hiç söylemiyor?
Afganistan’dan gönderen kim?
Bu ülke, hepimizi kurtarmakla
görevlendirilen Mesih’in memleketinin askeri işgali altında bulunan bir ülke
değil mi?
Neden uyuşturucuları bu en uygun
zamanda yasallaştırmıyorlar?
Askeri istilalar için iyi bir bahane
olmayacağı ve dahası, geceleri kirli çamaşırları yıkayan çamaşırhaneler gibi çalışan,
büyük bankalara daha sulu kârlar sağlamayacağı için mi?
Bugünlerde dünya daha az otomobil
satılması nedeniyle üzgün. Küresel krizin sonuçlarından biri de, gelişen
otomotiv sanayi üretimindeki düşüşün devam ediyor olması. Eğer bir parça ortak
düşünce ve birazcık adalet duygusuna sahip olsaydık; bu güzel haberi kutlamaz
mıydık? Otomobillerin azalması, biraz daha az toksin salgılanacak olan doğa
acısından ve biraz daha az ölecek olan yayalar acısından iyi bir haber değil
mi?
Lewis Carollo’ya göre, harikalar
ülkesinde, adaletin nasıl işlediğini soran Alicia’ya, Kraliçe “İşte görüyorsun”
der. “Fakat yargılama gelecek çarşambaya kadar başlamayacaktır. Ve elbette, suç
da en sonunda işlenmiş olacaktır.”
El
Salvador’da, Başpiskopos Oscar Arnulfo Romero, adaletin, bir yılan gibi,
yalnızca çıplak ayaklıları soktuğunu ispatladı. Ülkesindeki çıplak ayaklıların,
dünyaya gelme suçunu işledikleri için peşinen suçlu doğduklarını söylediği için
de kurşunlanarak öldürüldü.
El Salvador’da yapılan son
seçimlerin sonucu; herhangi bir şekilde gösterilen saygının ifadesi değil mi?
Adaletsizliğin krallığında, adil bir
adalet için Başpiskopos Romero ve onun gibi mücadele ederek ölen binlere
gösterilen bir bağlık ifadesi değil mi?
Tarihin gelişim aşamaları bazen kötü
biter; ama o, Tarih, bitmez. Elveda derken daha sonra görüşmek üzere, der.
[Kaosenlared’deki İspanyolca
orijinalinden Sendika.Org için Atiye
Parılyıldız tarafından çevrilmiştir]
“DOĞRU”NUN YANLIŞ “ÂN”I
Baktığımız
konum bizi haklı çıkarabilir. Bir konuda haklı olmak bizim doğru yerde
olduğumuzu gösterir mi/ göstermez mi?
Unutmayalım
ki, kararlarımızı “ân”a göre verebiliyoruz. Ancak “ânlar” zaman ve
mekanla değişime uğrayınca kararlar ve yargılar da değişiyor. Örnek:
Gençken hoş görülenin yaşlılıkta hor oluşu gibi. Bu nedenle yargılarımızda
dikkatli olmalıyız.
Hayatımızın
uzun ince yolunda ki çizgimiz ve noktamız şu olabilir!
“İki
yargıdan U dönüşü olabileceği tercih etmek.”
“Hata
yapmamaktan kurtulamayız, ancak açık kapıları olan yapıda ve düşüncede bulunmak
bir şekilde can simiti olabilir.”
Aşağıdaki
yazıda feminist görüş sistemi içerisinde haklılığını savunabilir ve doğruda
olabilir. Tabii ki kürtaj kadının hakkını savunmak doğrudur. Ancak hiçbir suçu
ve iradesi olmayan doğacak çocuğun hakkı ile kadın arasındaki adalet çizgisinde
durulacak nokta ne olabilir?
Kadınlar
birçok alanda kendilerini savunabildiler. “Cenin”in hakkını savunmak “kim”e
düşecektir?
Hayvanların
hakkını savunan feminist kurum ve kuruluşlar kadınlar tarafından kurulurken
savunmasız bir canlının hakkına kim sahip çıkmakta niçin yavaş/yavan
kalıyorlar?
Bu nedenle
düşüncelerimiz “Benden bize” “Bizden bene” de orta yolu bulmanın güçlüğünü
aşmak için “rahmet” tarafında durmak hatalı ve eksikleri de olsa tercih
edilmelidir.
İhramcızâde İsmail
Hakkı
“Kürtaj
hakkı kadınların kendi yaşamlarını belirleme haklarına ve kazanmış oldukları
özgürlük haklarına saygıdır.” Alice DELRE
Kürtaj lafı geçti mi
şöyle bir irkilir insan. Sandalyesine iyice yerleşir, yutkunur. Etrafı iyice
bir süzer acaba bir duyan var mıdır diye. Sözlerinin yanlış anlaşılmasından da
korkar. Kürtaj kelimesi hani çok “utanılacak, tiksinilecek, kimsenin ağzına
bile getirmek istemediği” bir kelime ya kimsenin olmadığı ortamlarda
konuşulması gerekiyor belki de...
Kürtaj kadının kendi
bedeni üzerinde tek söz sahibi olduğunu kanıtlayan insanlık hakkıdır. Kürtaj
Yasası 1984’ten beri bu ülkede uygulanan bir yasa. Ama sadece kürtajın yasal
olması onun utanılacak sakınılacak bir iş olmasının önüne geçemiyor bizim
ülkemizde. Televizyonlarda yayınlanan dizilerde bile eğer bir kadın kürtaj
olmuşsa ve özellikle bu kadın evli değilse binlerce şikâyet gelebiliyor dizinin
Türk aile yapısına aykırı olduğu gerekçesiyle.
Kürtaj yasası hâlâ
birçok ülkede yasak. Kürtajın “cinayet olması” sebebiyle kürtaj devletler
tarafından yapılmıyor. Buralarda kürtaj olmak İsteyen kadınlar ya başka
ülkelere gidiyorlar ya da sağlıksız koşullarda gizli kürtaj yaptırmak zorunda
kalıyorlar. Türkiye’de 10 haftaya kadar kürtaj hakkı serbest. Ancak annenin
hayatını tehlikeye soktuğu ya da çocuğun sakatlığı söz konusu olduğunda bu süre
24 haftaya kadar çıkabiliyor. Ancak her ne kadar kürtaj hakkı yasal olmasa da
uygulamada bu hak engellenebiliyor.
Şöyle ki bazı devlet
hastanelerine kürtaj yaptırmak için gittiğinizde sizden mutlaka evli olduğunuza
dair bir belge ve eşinizin kürtajı onayladığına dair imza isteniyor. Eğer
eşiniz bu kürtajı istemiyorsa kürtaj hakkınız elinizden alınıyor. Çünkü eğer
kadın evliyse ve gebeliğini eşinden izinsiz sonlandırmışsa eşi hukuki olarak
şikâyetçi olduğunda yasa hekimi cezalandırıyor. Dolayısıyla hekimler imajlarının
sarsılmaması adına kürtajı devlet hastanelerinde yapmaya girişmiyorlar. Ancak
aynı hekimlerin muayenelerinde dehşet paralara kürtajınızı rahatlıkla
olabiliyorsunuz. Tabii paranız varsa.
18 yaşını tamamlamamış
iseniz ailenizin onayı gerekiyor. Eğer 18 yaşınızı doldurmuş ve evli değilseniz
yasada kürtaj yaptırabilirle hakkınız var deniliyor ama yine kadınların önüne
birçok engel geliyor.
Mesela devlet
hastanesine gittiniz ve ücretsiz kürtaj yaptırmak istiyorsunuz. Öncelikle sizi
sorgulayan bakışlardan kurtulduktan sonra bebeğin babasının kim olduğu sorusu
gündeme geliyor. Çünkü yine bu kişinin onayını almak istiyorlar. “Babasını
bilmiyorum” dediğinizde ise size yönelik bakışların şeklinin nasıl
olacağını tahmin edebilirsiniz bu ülkede.
Ya da tecavüze uğradınız
ve hamile kaldınız. Peki, şimdi ne olacak? Tabii ki bizim “çok saygıdeğer
devletimiz" buna da bir çözüm bulmuş. Tecavüz vakalarında 20 haftaya kadar
kürtaj hakkı serbest. Ancak yine burada kocaman bir “AMA” karşılıyor sizi.
Tecavüze uğradığınızı kanıtladığınız ve tecavüzcüden onay imzası aldığınız
takdirde kürtaj yaptırabiliyorsunuz. Hala birçok ülkede tecavüz sonucu hamile
kalmış kadınlara kürtaj yaptırmak yasak. Mesela İran. İran Parlamentosu
kadınların hamileliklerinin dördüncü ayma kadar kürtaj yaptırabilmelerini kabul
etti. Ancak yasa sadece annenin ya da fetüsün hayatı tehlikedeyse kürtaja izin
veriyor. Tecavüz sonucu hamileliklerde kürtaj izni yok. Yine aynı şekilde bazı
ülkelerde, örneğin Brezilya’da, kürtaj hukuken yasak. Hatta kürtaj yaptırmak
tecavüz etmekten daha “ahlaksızca”. Tecavüz edenler beraat ediyor ama kürtaj
yaptıran kadınlar cezalandırılıyor. Bununla da yetinmeyip dinden çıkartıyorlar.
Özellikle İslam
çevreler, kürtajın yasalarla desteklenmesine rağmen kürtajın yapılmasına karşı
çıkıyorlar. Çünkü onlara göre “Allah’ın verdiği canı Allah alır” safsatasıyla
kürtaj yaptırmanın dine aykırı olduğunu dayatarak kürtajı engellemeye
çalışıyorlar. Çoğu İslamcı hekime kürtaj için gittiğinizde sizi ikna etmenin
yollarını arıyor hatta sizin duygusal ikilemde kalmanızı sağlayarak ceninin
kalp atışlarını dinletmeye çalışıyor. Ve hatta bebeğin sakat doğması riski
olmasını durumunda bile kürtajın yapılmasının da dine aykırı olduğunu
söylemektedirler. 2003’te AKP “Yaşama hakkının kutsallığı ve dokunulmazlığı
temelinde özürlü doğma ihtimali gerekçesiyle kürtaja izin verilemez” maddesini
yasa tasarısı şeklinde sundu. Devletin özürlülere yönelik hizmetinin yetersiz
hatta olmadığının farkına varırsak bu özürlü doğacak çocukların bakımını kimin
üstleneceği ise aşikar. Çünkü özürlü çocuklar için yapılan rehabilitasyon
merkezlerinde bu çocukların tedavi görebilmeleri için bu ailelerin hatırı
sayılır cinsten paraları olması gerekiyor.
Kadının gebeliğini
sürdürüp sürdürmemesi embriyoya danışarak alacağı bir karar değil. Embriyo
kadının bir uzantısıdır. Karar hakkı kadınındır. 1970’lerde feministlerin “İstediğimiz
çocuklara, şayet istersek ve ne zaman istersek sahip olacağız.” sloganı bu
talebe tanıklık etmektedir. Dolayısı ile ne kürtaj cinayettir, ne de kürtaj yaptırmak
isteyenlerin karşılaştığı zorluklar kabul edilebilirdir. Kürtaj hakkı yukarıda
da belirttiğim üzere, kadının kendi bedeninin tek hâkimi olduğu gerçeğinin en
doğal sonucudur.
Cansu
Eralan
Alıntı
Kaynak: PROVOKATÖR- Mayıs 2010, Sayı 4
Hzl:Irmak
Alçar
“Heideger
çizgisiyle”
Ölüm; herkesin öyle ya
da böyle hakkında konuşabildiği ama özünde kimsenin hiç birşey bilmediği “şey”
iken, tam da deneyimlenemeyen olarak kendisi hakkında akıl yürütmeleri de
imkansız kılmaz mı?
Ölüm kendini
göstermeyendir, görüngü-olmayandır, en nihayetinde var-olmayandır. Bu durumda
susmak yapılacak en iyi şey değil midir?
Heideger’e göre değildir
çünkü ölüme sırt çevirmek, hayatı da başından atmak demektir. Ölümlü olan; bir
gün ölecek olan değil, öleceğini bilendir. O halde ölüm felsefi sorgulamanın
zorunlu nesnesidir. Asıl sorun bunun nasıl mümkün olduğunu ortaya koymaktır ki
bu yazının konusu da tam olarak budur.
Ölüm kimi zaman
antropolojik bir gerçeklik olarak (cenaze törenleri, yas tutmalar vs.) kimi
zaman da metafıziksel olarak (ruhun bedenden ayrımı, ruhun ölümsüzlüğü, ölümden
sonra yaşam vs.) ele alınır. Heidegger’in felsefesinde ise durum bambaşkadır.
Heidegger’e göre görüngübilim[1];
tam da görüngülerin başından beri ve çoğunlukla verili olmadıkları için
görüngübilimine ihtiyaç olduğunu bilmektir ve eğer ölüm mutlak görünür-olmayan,
mevcudiyete dahil olmayan, fiili hayatı oluşturan şeylerin arasından sıyrılan
ise, o zaman ölüm; görünbiliminin sorgulamasında yer alan mutlaktır. Ölüm bir
“şey” değildir, bir “olay” değildir. Heidegger’in derdi de ölümü,
indirgediğimiz bayağılıktan kurtarmak ve özünde ne olduğunu bulmaktır. Bu da
ancak bizim “ne olduğumuz” sorusunun başlangıç noktası olduğu bir
sorgulamada yapılabilir çünkü ölüm hakkında hiçbir şey bilmesek de bildiğimiz;
olduğumuz ve bir gün artık olmayacağımızdır, ölüm; görüngübilimsel bir
söylevdir ve ölüm üzerine bir söylevin konusu “ölüm” değil, “varlığın
kendi ölümlülüğü ile kurduğu ilişkidir”.
Dasein’in[2]
[varlık.
mevcudiyet: hayat yaşam
] kendi ölümüyle nasıl bir ilişki kurduğunun betimlemesi üzerinden “Varlık”ın
sonluluğunun “Mevcudiyet’ine nasıl göründüğünün söylevidir. Öyleyse bu
artık-olmamak ile kurduğumuz ilişki üzerinden varlığımızı sorgulamamız
gerekmektedir.
Ölüm; mevcut olmamaktır
ve bu bakımdan “Varlık”’ın olma biçimlerinden biridir. Artık-orada-olmama,
oradalığın bir özelliğidir, bulunmamak dünyada-olmanın en uç biçimidir öyle ki
bu namevcudiyet ititbariyle mevcutluk kavranır.
Heidegger için ölümün
olumsuzluğu hayatın varlığını en iyi açığa çıkarandır. Ölüm görüngüsü işaret
ettiği hayatın değillenmesi ile dünyeviliği en radikal şekilde açığa çıkarır ve
“Mevcudiyet”i sonluluğunda ortaya koyar. O halde en belirleyici soru ölümün
dünyeviliğin ta kendisinde nasıl mevcut olduğudur. İnsan hayatının ölümü göz
önünde bulundurmadan belirleyebilmek imkansızdır.
Ölüm
hayatın görüngüsüdür, hayatı açığa çıkarandır ve görünür olmadığı haliyle tüm
tezahürlerin koşuludur. Mevcudiyet; ölümcül bir
harekettir. Hiçliğin
varlığın karşıtı olmadığı gibi namevcudiyet de mevcudiyetin karşıtı değildir.
Böylece varlığı mevcudiyet, yokluğu da hiçlik olarak tanımlayan bir felsefe
geleneğini de burada feshetmiş olur Heidegger. Bu geleneğin aksine Heidegger
için ölüm; mevucidiyetin kucağındaki namevcut olarak, değişim imkanını veren
koşul olarak varoluşsal bir kavrayış gerektirir. Bu yüzden Heidegger, Varlık ve Zaman’da “Varlık”ın
varoluşsal çözümlemesinde ortaya koyduğu varoluşsal yapıları ölümle
ilişkilendirme girişiminde bulunacaktır. Dünya bir şeyler toplamı değildir,
aksine “Varlık”a kendini “olduğu şey” olarak kavramasının imkanını veren
ufuktur. “Varlık” dünyada-olmaklığı üzerinden ancak kendinin ne olduğu sorusuna
bir cevap bulma imkanına sahiptir. Ancak “Varlık” bu dünyada olmaklığında hep
dünyanın açılmışlığında, dünyadaki açıklıkta kendini açandır ve bu yüzden de
“Varlık” tan bir özne olarak bahsetmek yanlış olacaktır. Zaten tam da bu
yüzündedir ki Heidegger modern felsefenin mirasını bu noktada devralmayı
reddeder ve varlığı sorgulama imkanına sahip olan felsefi „özne“ sine
Dasein der. Dasein [varlık. mevcudiyet: hayat yaşam] tamamlanmamış olandır, hep
“olmaya doğru” olandır. Temelinde özdeklik yoktur. Olmaya-doğru olma
“Mevcudiyet”e hem kendine dönebilme hem de kendini anlama imkanı verdiğinden
onun en önemli varoluşsal özelliğidir. “Mevcudiyet”in tamamlanmamışlığı, her an
kendini yeniden kurma hali, olmaya- doğruluğu bize dünyayı olumsallık olarak
kavrama imkanı verir. Dünyaya atılmış olan “Varlık”, varoluşunun iyeliğini her
an kendini yeniden olmaya-doğru kurduğunda kavrar ki bu ölümlülüğünü kavramayı
da beraberinde getirir. “Mevcudiyet” kapalı bir sistem olarak ele alınamıyor
olması onun varlığının kaygı olarak tanımlanmasına sebep olur. Bu açıklık
sonuna kadar vardır ve “Varlık”ın kaygılanmama, kendini imkanlarına doğru öne
atmama gibi bir seçeneği yoktur. Bu durumda kaygı “Varlık”ın varlığının
yapısını tanımlayandır. Kaygıyla yöneldiği imkanlarında “Varlık” sürekli olarak
"olma-imkanı” ile ilişkidedir ve henüz-olmayanı olma imkanında eksiklik de
varoluşsaldır. O yüzden dir ki “Varlık”ın varlığının sonu ölüm anında
gerçekleşecek bir son değildir, ölüm; en uç “henüz-olmama" hali olarak
“Mevcudiyet” hep içseldir ve yalnız “Varlık”a özgüdür.
Ölümlü hale gelmek
“Varlık”ın izlediği yoldur ve bu yolda güdülen “telos” o yolu izleme
hareketinden başka birşey değildir. “Varlık” kendine doğru yola çıkmıştır ve bu
yolda hayatı boyunca ilerleyecektir. Dasein, kendine doğru yola henüz kendi
olmayan olarak, kendi olma kaygısı taşıyarak çıkmıştır. Ölüm bu yüzden ilerde “Mevcudiyet”i
tamamlayacak, ona mükemmellik ve bütünlük verecek olan eksiklik değildir.
Ölüm “Mevcudiyet”in
önünde ona en yakın olarak durmakta ve onu tehdit etmektedir. Eğer ölüm
“Varlık”ı bekliyorsa, bu “Mevcuiyet”in kendi ölümü olmasından kaynaklanmaktadır.
Nasıl ki “Mevcudiyet”, olduğu haliyle hep bir henüz-olmama halidir, aynı
şekilde “Mevcudiyet”, olduğu haliyle, hep kendi sonudur ve bu sonlu olmak
olarak değil, kendini kendi sonuna taşıyanın varlığı olarak anlaşılmalıdır,
ölüm, “Varlık”ın olduğu anda kendine yüklediği bir olma halidir. Ölüm, kendini
kendi sonuna taşıyan “Varlık”ın sonudur. Başka bir deyişle ölüm, öncelikle
“Varlık”ın kendine doğru çıktığı yolda, olumsuzluk ile, henüz olmama ile
kurduğu en uç ilişkidir, ölüm; “Mevcudiyet”in en yalın imkansızlık İmkanıdır
Heidegger’e göre. Böylece ölüm en kişisel ve en aşılamaz imkan olarak ortaya
çıkar.
Peki ölümlülük hali
hangi deneyimde açığa çıkar? “Varlık”ın her zaman ölümü deneyimleme imkanı
vardır çünkü “Varlık” bir Mitsein’dır yani ötekilerle birlikte vardır ki bu
varoluşun yapısıdır. Ancak ölüm görüngüsünü ele aldığımızda temel bir zorlukla
karşılaşırız, hiç kimsenin doğrudan deneyimleyebildiği ve başkalarına
iletebildiği bir ölüm deneyimi yoktur. Ölmenin ölen kişi için ne ifade ettiği
iletilemez. Buradan da içsel deneyimi betimleme imkansızlığı doğar. Her
seferinde varolmanın ve ölmenin aktarılamaz deneyimi söz konusudur. Peki o
zaman dolaylı yoldan deneyimlemek yani başkasının ölümünden yola çıkarak ölümün
varoluşsal anlamını kavramaya çalışmak bir çözüm değil midir?
Heidegger böyle bir yol
seçmekte tereddüt eder çünkü bu yol “Mevcudiyet”in bütünlüğünün çözümlenmesi
yerine öteki “Varlık”ın tamamlanmışlığını seçmek demektir. Elbette ki
Heidegger’i ötekinin ölümünü hiçe saymakla suçlamak saçmadır. Yalnızca detaylı
bir inceleme Heidegger’i tereddüt etmeye iten şeyin ne olduğunu anlamamıza
yardımcı olabilir. Yaşamaya içsel olan ölmek iki varoluşsal tutum belirler.
Bunlardan biri kaçış diğeri de takiptir. Kaçış, ölüme olan gündelik yaklaşım
iken takip, “Varlık”a ölümle hususi bir ilişki kurmasını sağlar. Ancak öyle ya
da böyle söz konusu olan hep “Varlık”ın kendi ölümüdür ve “Mevcudiyet” bunun
farkındadır. Gündelik hayatta sıklıkla rastlarız ölümlere. Genellikle ölünür
etrafımızda ama aynı genellikte kimin öldüğüyle ilgilenilmez. “Varlık”a ölüm
haberleri gelir, ölümle uzaktan haşır neşirdir, “Varlık” ölündüğünü de bilir bu
ölümün ona ait olmadığını da. Özünde “Varlık”a ait olan ölüm toplumsallaşmış ve
herkese ait kılınarak tek bir kişiye aidiyeti ortadan kaldırılmıştır. Toplumsal
bir olaya dönüştürülmüştür ölüm.
Günlük
konuşma dili ölümden sürekli meydana gelen bir durum olarak bahseder.
Heidegger burada dikkatleri ölüme yabancılaşma sürecine çekmek ister. Ölümün
topluca bastırıldığını vurgular. Oysaki ölüm insanın esas özelliğidir çünkü
hiç kimse ölümünden sıyrılmaya muktedir değildir. Başkası için/başkası
uğruna ölmek, intihar etmek mümkün olsa da hiç bir zaman başkasının yerine
ölmek söz konusu olamaz. “Varlık”ın ölmeyle kurduğu bağ varlığı için kurucudur,
dahası diğer tüm belirlenimlere göre öncelik taşır. Ölmek zorunda olmak
“Mevcudiyet”in kendi kesinliğinin temelidir. Ölmek Dasein’ın varlığının asıl
tanımıdır: Ben ölmekte olanım, ben ölmeye mahkum olanım. Üstelik “Varlık”
için söz konusu olan bir gün ölecek olmak değil, her zaman ölebilecek olmaktır.
Her an, her yerde, şimdi, burada ... mutlak belirsizlik. Peki en uç imkanım
olarak ölümümün tamamen bana ait olmasını sağlayan nedir? Anlamak der
Heidegger, öncelikle bir anlamı saptamak değildir, kendini bir tasarıda ortaya
koyan "olabilme” imkanında kendini
anlamaktır. Heidegger’in ölüm üzerine tefekkürü nihaî imkanı ölmek
olan hayat üzerine bir tefekkürdür. O halde ölümü en
benim kılan hal, kendi ölüm imkanım içinde onun önüne geçmekten başka birşey değildir.
Yani ölümün önüne geçme halimde, imkan hep bir imkan olarak kalacaktır: imkan
çok yakındadır ve tehditkardır. Ben de gerçekleştiremem, imkansız olan bu
gelecek imkana yönelirim çünkü yaşadığım sürece ben burada ve şimdide olduğum
halimle bu imkan hep gelecek olacaktır. Buna gelecek-olma der Heidegger, burada
en uç imkanımı yorumlayarak ve bu yorum sayesinde anlayarak onu açığa çıkarır
ve böylece kendi kendimi öngörürüm, ölümün önüne geçerek kendi kendini anlamak
ise varolmaktır. Öyleyse anlamak imkanların imkan olarak korunduğu haldir.
Ölmek üzere olmanın otantik kavrayışında beş özellik sayar Heidegger: ölmek
üzere olmak Dasein’ın en şahsi imkanıdır, en şahsi imkan ise mutlaklıktır,
mutlak şahsi imkan ise aşılamazdır. Bu varoluşsal bir kesinliktir ve ölümün bu
kesinliği belirlenimsizdir. Toparlayacak olursak ölmek; artık yaşamamak değil,
varolmaya başlamaktır. “Ölünür" demek varolmaya başlamaya köstektir.
Heidegger’e göre “ölünür” derken kastedilen genellik ve onun yarattığı
diktatörlük en ciddi olanı önemsizmiş gibi görmemize sebep olur. Toplu katliamlarda planlanmış seri ölümler ise “kendi”
ölüm imkanları verilmemiş ölümlerdir. Yaşamlar
belki çalınmıştır ama bu onlara kendi ölümleri verilmeden yapılmıştır, üstelik
kendi ölümleri de yasaklanmıştır. Heidegger daha
da ileri giderek aslında genel ölümün varolmadığını söyler. Genel ölüm yoktur çünkü ölüm imkanı benim olduğu sürece ölümün
imkanı da benden başkası değildir.
Alıntı
Kaynak: PROVOKATÖR- Mayıs 2010, Sayı 4
Not: Okuyucuya rahatlık
versin diye orijinal metinde geçen “ Dasein” [ varlık. mevcudiyet:] kelimeleri
ile değiştirilmiştir. Anlam düşüklüğü olabilirsede tutarlılık içindedir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Hzl: Okan
Çil
Öfkeli
bir erkekten bahsedeceğim size. Hemen her cümlesinde bunu hissedebileceğiniz,
ölüme övgüler düzen ve öfkeyi ve merhametsizliği kurtarıcı bir dürtü olarak
karşımıza koyan bir düşünürden, Albert Caraco’dan.
Kendine
ahir zaman peygamberi diyen bu asık suratlı ihtiyarın kaosa dair düşünüp
yazdıklarının hayatındaki yansımasını tahmin etmek zor olmasa gerek:
İntihar!
Topluma,
aileye dair onca laf etmiş bir düşünürün, ailesini üzmemek için intiharını
ertelemesi garip bir durum tabii. Bu anlamlandırılamayan bir şey. “Sayın Anne”
ölmüştür. Ardından “Sayın Baba” da ölür ve bir iki saat sonra intihar eder
Caraco.
“Ölüm için
yaşıyor, ölüm için seviyoruz, ölüm için doğurup çalışıyoruz, işlerimiz ve
günlerimiz artık ölümün gölgesinde birbirini izliyor, uydurduğumuz disiplin,
koruduğumuz değerler ve yaptığımız projeler, hepsi tek bir sona karşılık
geliyor, ölüm, ölüm bizi olgunlaşınca toplayacak, biz ölüm için olgunlaşıyoruz
ve küle dönmüş bu ökümen üzerinde olsa olsa bir avuç olacak torunlarımız bizim
taptığımız her şeyi yakarak bize lanet okumaya devam edecekler. Biz yapmacık
figürler kisvesi altındaki ölüme tapıyoruz, ama onun ölüm olduğunu bilmiyoruz,
bizim savaşlarımız övdüğümüz şeye kurban verme savaşı, ölümün şerefine kendimiz
kurban ediyoruz, bizim ahlakımız bir ölüm okulu, değer verdiğimiz erdemlerse
ölümün erdemleri yalnızca.
Bunun
dışına çıkamayız, dünyanın düzenini değiştiremeyiz, bizi parçalayıp dağıtan
şeye dayanmaya, bizi ezen şeyi sırtımızda taşımaya mahkumuz, bize kalan tek
şey—kendimiz de ölmeden önce ve sonuncu ölüler biz olmadan—ya yok olup gitmek
ya da öldürmek; yüksek sesle söylüyorum, üçüncü bir yol imkansızdır."
Kaos
diye üst bir oluşumdan bahseder Caraco, bu kadiri mutlak makinenin oluşumunda
herkesin payı vardır. Salt papazlardan ve tacirlerden söz etmez konu
açıldığında, halkın kendisidir asıl hedef aldığı. "Yitik
kitle”ye
asla değer vermez, yerden yere vurur da rahat etmez içi. Her şeyin sorumlusunun
gelenekler ve gelenekçiler olduğunu söyler, babaları eleştirir.
İnsanları
üç kategoriye ayırır:
Uyurgezerler,
aklı başında ve duyarlı olanlar, tinselciler.
Bazen
tinselcileri yüceltip diğerlerini eleştirirken, bazen aklı başında ve duyarlı
olanlara yakınlık gösterir, sokaktaki insana kızmadığını, yazdıklarının genç
nesile (yeniye) hitap ettiğini söyler başka bir yerde de. ama sonra yine döner
dolaşır ve “böcekler” diye
seslenir hepsine “fare orduları, aptallar vs.” ne
yapsa boşaltamaz içindeki nefreti ve ölümü yücelterek rahatlamaya çalışır.
“Olsun
artık şu yıkım ve tamamlansın yok olup gitme! Tekrar tekrar başlayan bir kavrukluk
ve başarısızlık içinde hayatta kalmaktansa telafisi imkansız olan şeyi tercih
ederiz biz. ”
Filozofları
halktan üst bir noktaya yerleştiren Caraco toplum düşmanlığı saflarında
gezinirken entelektüelleri yalan söyleyen, dünya üzerine kafa yormayan, kariyerist
insanlar olarak yaftalar. Dilinin kemiği yoktur. Yazdıkça sinirlenir,
sinirlendikçe yazar.
“[...]
çünkü toplum bir hiçtir, bir biçimdir, içeriği yitik kitleden ibarettir,
spermatik uyurgezerlerin dalaşıdır toplum, son derece aşağılık bir şeydir, filozofu
hiç ilgilendirmez.”
Kaosun
tek suçlusu insanlardır. Hali hazırda yaşayanlar değil sadece, topyekün tüm
insanlık. Varolan düzensizliğe tahammül edemez peygamber, “otuz bir
çekenlerle ve oğlancılarla dolu bir dünya daha az sefil olurdu.” der
ve bununla kalmaz tabii, işi bir adım öteye götürerek sevgi kavramını alır
karşısına. “En iyisi kuşkusuz kimseyi sevmemektir ve bunun için de önce
kendimizden başlamamız gerekir. Kendinden nefret etmeyi savunan kişi hissi
bağları parçalar.” Daha sonra üremeye itiraz eder, hadımlara
ve kısırlara övgüler düzer.
“Onlar
suçlu, çünkü çok sayıdalar, insanın yenilenip canlanmasının mümkün olabilmesi
için yitik kitlenin ölmesi gerek... Her yoksul aile varlığıyla kriminaldir.”
“Ne
zamandan beri benim komşum spermatik bir otomat oldu? Komşumun böyle olması
şartsa eğer, komşumun varolmadığını ve benim görevimin hiçbir biçimde ona
benzememek olduğunu söylüyorum. Merhamet bir aldatmacadır, bana merhamet
öğretenler benim düşmanımdır, merhamet böceklerle dolu bir dünyayı kurtaramaz,
onların tek bildiği bu dünyayı yiyip bitirmek ve kendi pislikleriyle, çer
çöpleriyle kirletmektir. Ne onlara yardım etmeliyiz, ne de onları kırıp geçiren
hastalıktan önlemeye çalışmalıyız, bu hastalıklardan ne kadar çok kişi ölürse
bizim için o kadar iyi olur, çünkü biz onların kökünü kazımak zorunda
kalıyoruz. Barbar bir geleceğin kapısındayız ve bu gelecek kadar ölçüsüz
olabilmek, onun tutarsızlığına direnebilmek için, onun barbarlığıyla
silahlanmamız gerekir, ya varlığımızı sürdüreceğiz, ya feragat edeceğiz, ya
egemen olacağız, ya serbest bırakacağız, yarın vuracak olanlara biz bugün
vurmalıyız, oyunun kuralı budur ve bize yakaranlar, bir süre sonra bunu
unuttuğumuz için bizi cezalandıracaklardır."
Akabinde
sonradan bahseder. Kendi ütopyası içinde gayet basit bir denklemle işleyen bir
site dünyadan: “Gelecekteki evrende yitik kitle olmayacak, insanların hepsi
mutlu olacağı için değil, kitle olmayacağından. Yüz milyon insanla yeryüzü
cennet olur.”
Çok
keskindir Caraco, tavizsiz ve pervasızdır da. Nihilizm, faşizm, anarşizm
üçgeninde döner durur. Son kertede nihilist kabul edilse de,
Caraco, ideoloji karşıtı, dahası fikir düşmanı olduğunu net olarak söyler. Ona
göre tüm fikirler katildir ve bizleri otomatlaştırmaktan başka bir işe
yaramazlar.
Dilin
yozlaştığını, sanatın yok olduğunu, bilimcilerin doğaya tecavüz ettiğini yazan
Caraco, militarizme, edebiyata, cinselliğe, sembolizme, Yahudi sorununa (ki
bunu gerçekten merak ediyorum) ve pek çok felsefîk meseleye dair laf ettiyse de
kitaplarının hepsi basılmamıştır, basılı kitaplarıysa çok az dile çevrilmiştir,
(Turkçeye çevrilmiş iki kitabı vardır.) Belki de bu yüzden üzerine yazılı pek
bir şey bulamayız. Çağdaşları açısından (araştırdığım kadarıyla) pek ses
getirmemiş bir düşünürdür. Halbuki söylemlerindeki sertlik elbet birilerinin
dikkatini çekmiştir diye düşünmüştüm ilk başta, belki de ben bulamamışımdır.
Karşı
durduğu şeylerden biri de sanayileşmedir, dolayısıyla mimaridir. İnsanların
durmadan üretip tüketmelerine itiraz eder. Dünyanın koca bir şantiye haline
geldiğini söyler. Beyazkarıncalar gibi soluksuz kalıncaya dek buna devam
edeceğimizin kehanetinde de bulunur. Ta
ki bitime dek!
Din
konusunda da benzer fikirlere sahip olan Caraco, imanın insanı kurtaracak bir
şey olmadığını, aksine insanları ölüme sürükleyeceğini söyler.
“Duaların
ve büyülerin vakti geçti; başımıza ne gelirse gelsin ibadet vakti geçti.
Dinlerimiz artık hiç işimize yaramıyor, müminlerin de varlık nedeni kalmadı,
çünkü dinler bize gerçekliğimizi yitirtiyor." Fakat burada yeni bir tanrı
arayışından bahseder Caraco: Dişil Tanrı’dan. Üreme karşıtlığı mevzuunda
kadınlardan uzak durulmasını öğütleyen, onları olumsuzlayan, kadına yüklenen
misyonun erkeklerin bir uydurması olduğunu söyleyen düşünür dini
metaforlaştırarak (!) Magna Mater'in (Bereket Tanrısının) yeni dirilişinden
bahseder. Dört İncil’de de hiçleştirilen Meryem'in sonunda göğe çıkacağını ve
hakimiyeti eline alacağını söyler. Meryem’in bütünlüğe kavuşması için bakire ve
anne olmasının yanısıra fahişe de olması ve Magdelena’nın tamamlanmasının
gerekliliğine inanan Caraco ancak bu şekilde gökyüzüyle yeryüzünün
evlenebileceğini söyler.
“Dünyayı
ahlaksızlık kurtaracak; dinlenme ve gevşeme, her türden fedakarlığın reddi ve
militan erdemlerin terk edilmesi, saygın olarak nitelediğimiz her şeyin
küçümsenmesi ve uçarılığa rıza göstermek kurtaracak, erkekliğin bizi götürdüğü
ve asla geri dönülmeyecek kabustan bizi dişilik kurtaracak, çünkü erkek ölümün
eşidir ve ölüm erkeğin yoluna yordamına öncülük eder. Savaş erkeğin iklimidir,
erkek savaşa hazırlanır, savaş onun varlık nedenidir ve tıpkı tarikten önce
kadının hem efendi hem rahibe olduğu o zamanlarda olduğu gibi daimi barışa
kavuşmuş olsaydık, dünyevi iktidarla manevi iktidar erkeğin elinden düşmüş
olurdu ve elli yüzyıl önce olduğu gibi hiçliğe gömülürdü.”
Babalarının
dinini yıkıcılıkla eş tutan Caraco eskiye dair ne varsa parça parça edilmesini
söyler. Babaları gökte bir baba aradığı için cezalandırılmıştır ve “...gök
boştur ve sizler özgür insanlar olarak yaşamak ve ölmek için öksüz kalmalısınız." der.
Ne
kadar karamsar olursa olsun kendince geliştirdiği bir çözüm ve çözüm önceli de
vardır. Yapılması gerekenleri açıkça söyler.
Ölçülülüğün,
nesnelliğin ve tutarlılığın her şeyi çözebileceğini söyleyen Caraco, insanların
böyle olmamalarından şikayetçidir. Dünyayı düşünmenin vakti geldi diye bağırır
birkaç yerde. Kendi zincirlemesi üstünden dişil bir kurtuluş yaratır.
“Şehirlerimizi
ancak yok ederek değiştirebiliriz, hem de o şehirlerin içini dolduran
insanlarla birlikte yok etmek gerekse bile... Bu insan kıyımını
alkışlayacağımız zaman da gelecektir. Artık o zaman hiçbir şey karşısında geri
çekilmeyeceğiz ve en barbar şey olarak gözükse bile, bizler kaosun ve ölümün
rahipleri olacağız, düzen bizim kurbanımız olacak ve saçmalığın sona ermesi için
düzeni feda edeceğiz, doğal felaketleri arttıracağız, kötülüğü misline
çıkartacağız. Böylece arzulanmadan doğanları ve daha fazla çoğalma umudu
taşıyanları cezalandıracağız, onlara yaşamanın asla bir hak değil, bir
suiistimal olduğunu ve yok olmayı hak ettiklerini öğreteceğiz, çünkü aşırı
kalabalık insanın bunalttığı dünyaya çirkinlik katarak fazla yer tutuyorlar.
Biz onarmak istiyoruz ve bu nedenle yok etmeyi düşünüyoruz, uyuma yeniden
kavuşmak istiyoruz ve bu nedenle kaosu sevgimizle silahlandırıyoruz, her şeyi
yenilemek istiyoruz ve bu nedenle hiçbir şeyi affetmeyeceğiz. Çünkü eğer
canlılar böcek olma ve karanlıklarda, uğultu ve pis koku içinde hızla üreyip
çoğalma tercihinde bulunsa bile, biz onları engellemek İnsan’ı soyunu kurutarak
kurtarmak için buradayız.”
Öngördüğü kurtuluştan, diğer bir ifadeyle
büyük felaketten sonra mutluluğa göz kırpar ve paganizme olumlu göndermelerde
bulunur. Yeni neslin pagan olacağını savunur, çünkü paganizm doğayla uyumludur.
Tüm bu karmaşa ortasında ve tüm karşı çıkış ve kabullenişleri arasında kendini
anarşistlere ve nihilistlere yakın görür. Onları beğenir fakat yeterli bulmaz,
daha fazlası lazımdır ona, daha provokatif, daha terörist bir sıçramadır
beklediği. Yeni neslin onlardan üst basamakta olacağını gururla söyler.
“Bana
yapıcı olmadığım söylenecek, felaketin üzerinde inşaat yapmakla ve felaketi bu
evreni düzene koymaya elverişli görmekle suçlanacağım; bana sosyal olmadığım
söylenecek, kitlelerin kurban edilmesini öngörmekle ve insanın düzelebilmesi
için felaketi gerekli bulmakla
suçlanacağım; benim gayri insani olduğum söylenecek, çünkü milyarlarca böceğin
yaşamı beni ilgilendirmiyor ve ben ökümen’in insansızlaşmasını savunuyorum;
benim ahlaksız olduğum söylenecek, çünkü ben değerler eksenimi sarsıyorum ve
işaretlerin sırasını değiştiriyorum. Haksızlıklarımı biliyorum, suçlu olduğumu
kabul ediyorum, aynı yolda yürümekte ısrarlıyım. ”
1919
yılında doğmuş, vahşi kapitalizmin ve dünya savaşları ortasında kalmış bir yarı
göçebe için oldukça sert ve duygusal tepkilerle düşünen bir filozoftur Caraco.
Destekleyip desteklememenin ötesinde bir durum bu, derdini anlamaya çalışmaktır
maksat. Caraco üstüne yazmanın zor taraflarından biri de bu, bir de kelimelerle
oynamayı sever bir hali var, keyifli tarafı bu.
Bu
yazıyı yazmaya başlarken sadece alıntılardan bir seçki yapmayı düşünmüştüm
ilkin, sonra vazgeçtim ki bu kadar alıntı yapmamın nedeni de budur. Kendini
kendinden okumanın daha sağlıklı bir iletişim olacağını düşündüğümden, hem de
başkası adına konuşmanın verdiği ağırlığı azaltma niyetiyle...
Kendi
intihar sorunsalından sonra, gördüğüm çelişkilerden birisi de Post
Mortem kitabındaki
anne özlemidir. Ölüyü değil, ölümü kutsallaştırmak mı demeli buna bilmem, ama
annesinin ölümünün başına gelen en kötü şeylerden biri olduğunu yazar ve
babasıyla onu yad edişlerinden bahsettiğindeyse duygusallığından ötürü özür
diler ve parantezin birazdan kapanacağını söyler. Tabii felsefesinin kaynağı
kabul edilen Kaos’un Kutsal Kitabı’nı daha sonra yazıyor, belki de bu süre
zarfında keskinleşmiştir, bilemeyiz.
“Yok olup
gidecek olan bir ölüm ezgisidir benim söylediğim ve beş para etmez naiplerimiz
karşısında, kafalarına ayin başlığı geçirmiş düzenbazlarımız karşısında ve çoğu
olgunluğa bile erişmemiş bilginlerimiz karşısında, ben, bir münzevi, meçhul
biri, kendi kuşağının kahini, yakılmak yerine sessizliğe canlı canlı kapanmış
ben, yarın insanların koro halinde terennüm edecekleri bu silinmez sözleri ben
söylüyorum. Tek tesellim, bir dahaki sefere bu naiplerin, düzenbazların ve
bilginlerin de bizimle birlikte ölecekleri, bu melunların felaketten kaçıp
sığınabilecekleri bir yer altı olmayacak, okyanusta onları kabul edebilecek ada
kalmayacak, onları yutacak çöl de kalmayacak; onları, hâzinelerini ve
ailelerini. Karanlıkların içine hep birlikte geri dönüşsüzce yuvarlanacağız ve
gölgeler kuyusu kabul edecek bizi; bizi saçma tanrılarımızı, bizi cani
değerlerimizi, bizi ve gülünç türlerimizi. Ancak o zaman yalnızca o zamana
adalet yerini bulacak ve bizi hiçbir gerekçeyle taklit edilmemesi gereken bir
model olarak anımsayacaklar, biz yükselen kuşaklar için uyarı olacağız ve gelip
metropollerimizi çirkin kalıntılarını—düzenin yarattığı bu kaos
evlatlarını!—seyredecekler.
Sh: 2-8
Kaynaklar
Albert
Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı, Çev. Işık Ergüden, Versus Yay.
Albert
Caraco, Post Mortem, Çev. Işık Ergüden, Versus Yay.
Alıntı Kaynak: PROVOKATÖR- Mayıs 2010, Sayı 4
trc: Işık Ergüden
Ölüme
doğru gidiyoruz, tıpkı okun hedefe doğru gitmesi gibi, asla ıskalamayacağımız
da kesin, ölüm bizim tek kesinliğimiz, tek gerçeğimiz, öleceğimizi daima
biliyoruz, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, biçiminin bir önemi yok. Çünkü
ebedi yaşam bir anlamsızlıktır, ebediyet hayat değildir, ölüm özlem duyduğumuz
istirahattır, hayat ve ölüm birbirine bağlıdır, başka şey talep edenler
imkânsızı isterler ve tek elde edecekleri, ödülleri ise duman olup gitmek
olacaktır. Bizler, sözcüklerle yetinemeyenler, yok olmaya razıyız ve rıza
göstermekte de haklıyız, doğmayı biz seçmedik ve bize verilmekten çok
dayatılmış olan bu yaşama, kaygı ve acı dolu, neşesi sorunsallı ya da kötü bu
yaşama hiçbir yerde katlanamadığımız için kendimizi mutlu addediyoruz.
Bir insanın mutlu olması neyi kanıtlar?
Mutluluk
türe özgü bir durumdur, bizse cinsin yasalarına bakıyoruz yalnızca, bu
yasalardan yola çıkarak düşünüyoruz, bu yasalar üzerine kafa yoruyor ve bu
yasaları derinleştiriyoruz, mucize arayanları küçümsüyoruz, sonsuz mutluluğuna
düşkün değiliz, bizim gerçekliğimiz bize yeter, türümüzün üstünlüğü başka yeri
kapsamaz.
Her
birimiz tek başımıza ölüyoruz ve bütünüyle ölüyoruz; bu iki hakikati çoğu kişi
reddeder, çünkü çoğu insan yaşadığı süre boyunca uyuklar ve yok olacağı anda
uyanmaktan çekinir.
Yalnızlık, ölümün okullarından biridir,
çoğunluk asla bu okula giremez, bütünlük başka bir yerde elde edilemez, aynı
zamanda yalnızlığın da ödülüdür bütünlük.
İnsanları birbirinden ayırt etmek gerekirse, insanlar üç takıma
ayrılır:
Uyurgezerler, ki bunlar sürüyledir;
aklı başında ve duyarlı olanlar iki
düzlemde yaşarlar ve kendilerinde neyin eksik olduğunu bilerek, hiç
bulamadıkları şeyi aramaya çalışırlar;
tinsel insanlar iki kez doğmuşlardır,
tek başlarına ölmek ve bütünüyle ölmek için düzenli adımlarla ölüme doğru
yürürler, ölüm ânını, yerini ve tarzını tesadüfen de olsa seçemedikleri
durumda, gündelik işleri küçümsediklerini belirtmenin tek yoludur bu onlar
için.
Uyurgezerler putperesttir; aklı
başında ve duyarlı olanlar mümindir; iki kez doğmuş tinseller, uyurgezerlerin
hayal edemedikleri, ötekilerin ise tahayyül bile edemediği şeye taparlar tinde,
çünkü onlar kâmil insanlardır, dolayısıyla zaten elde etmiş oldukları şeyi ne
aramaya kalkışırlar ne de ona taparlar, çünkü kendileri odur zaten.
İçinde
yaşadığımız şehirler ölümün okullarıdır, çünkü gayri insanidirler. Bu
şehirlerin her biri uğultunun ve leş kokunun kesiştiği kavşaklar halini
almıştır, her biri binalardan oluşan bir kaos olmuştur, bu şehirlerin içine
milyonlarcamız yığılarak, yaşama nedenimizi yitirmekteyiz. Biz çaresiz
bahtsızlar, kendimizi saçmalık labirentine iyi kötü girmiş hissediyoruz ve
buradan ancak ölümüz çıkacak, çünkü bizim yazgımız daima çoğalmakta, tek
amacımız da sayısızca ölmekte. İçinde yaşadığımız şehirler, çarkın her
dönüşünde birbiri ardına hissettirmeden ilerliyor, birbirleriyle kaynaşma
özlemiyle yanıp tutuşarak; bu yürüyüş mutlak kaosa doğru, uğultu ve leş kokusu
içinde. Çarkın her dönüşünde arazi fiyatları artıyor, boş alanı yutan
labirentin içinde plasman geliri şehir duvarlarını günden güne yükseltiyor.
Paranın para getirmesi ve içinde yaşadığımız şehirlerin ilerlemesi şart
olduğundan, her kuşağın evlerinin iki misli yükselmesi ve iki günde bir suların
kesilmesi ele meşrudur. Mimarların tek özlemi, bize hazırladıkları kaderden
kaçıp kırda yaşamaya gitmektir.
Dünya,
Büyük Keşifler öncesi gibi, yine kapandı, 1914 yılı ikinci Ortaçağ’ın gelişine
işaret ediyor, kendimizi yeniden Gnostiklerin tür hapishanesi dedikleri şeyin
içinde, asla içinden çıkamayacağımız sonlu evrende buluyoruz. Dört yüzyıl
boyunca sayısız Avrupalıya nasip olmuş iyimserliğin sonucu bu; Kader Tarih’e
geri dönüyor ve birden bire nereye doğru yol aldığımızı, başımıza gelenin
nedenini soruyoruz kendimize, giderek daha insani bir yaşama eşlik edecek
sınırsız bir ilerlemeye babalarımızın duyduğu boş güven demek ki uçup gitti: Çemberin
içinde dönüp duruyoruz, kendi eserlerimizi bile tahayyül edemiyoruz. Demek ki eserlerimiz bizi aştı geçti, insanın dönüştürdüğü
dünya bir kez daha insan zekâsından kaçıyor, hiç olmadığı kadar ölümün
gölgesinde inşa ediyoruz binalarımızı, ölüme bizim şatafatımız miras kalacak,
çıplak olma vakti yaklaşıyor, geleneklerimiz giysiler gibi birbiri ardına
üzerimizden düşerek bizi çıplak bırakacaklar, ancak o zaman yargılanacağız,
dışımız çıplak içimiz boş, ayaklarımızın altında uçurum, başlarımızın üzerinde
kaos.
İnsanlar
hem özgürdür hem bağlı, arzu ettiklerinden daha özgür, fark ettiklerinden daha
bağlıdırlar, çünkü faniler kitlesi uyurgezerlerden ibarettir ve onların uykudan
uyanması asla düzenin çıkarma değildir, yönetilemez olurlar çünkü o zaman. Düzen
insanların dostu değildir, onları keyfince yönetmekle yetinir, ender olarak
uygarlaştırmaya, daha da ender olarak insanileştirmeye çalışır. Düzen
şaşmaz olmadığından, onun hatalarını günün birinde telafi edecek olan şey
savaştır, ve düzen bu hataları iyice arındığı için savaşa gidiyoruz; savaş ile
istikbal birbirinden ayrılmaz gibiler.
Tek kesinlik şudur: Ölüm, tek kelimeyle, her şeyin anlamıdır, insan ölüm
karşısında sıradan bir şeydir yalnızca, halklar da aynı; Tarih bir
tutkudur, azaptır, kurbanları sürüyledir, içinde yaşadığımız dünya cehennemdir,
hiçliğin ılımlılaştırdığı bir cehennem. Bu cehennemde, kendini tanımayı
reddeden insan kendini feda etmeyi tercih eder, o çok kalabalık hayvan türleri
gibi, çekir go sürüleri, fare orduları gibi feda etmeyi tercih eder, içinde
yaşadığı dünyayı yeniden düşünmektense yok olmanın daha yüce olduğunu,
sayılamayacak kadar çoklukla yok olmanın yüceliğini hayal eder.
Gençliğimiz
kendini mahkûm edilmiş hissediyor, bu nedenle üniversiteler kaynıyor, gençlik
haklı, biz haksızız, ona yeni bir savaş hazırlıyoruz. Düzen
ve savaş birbirine bağlı, ahlakımız bunun gayet iyi farkında, büyük
ahlakçıların öğretisine bakmak yeter: Tek kesinlik bu, müebbet barış durumunu
hayal bile edemiyoruz, düzen buna katlanamaz. Gençliğimiz düzen ile savaşın
uyuştuğu bu ilişkiyi kavradı, bizim değerlerimiz ile kendi bahtsızlıkları
arasındaki bağlantıyı anladı, bu artık karşı konulmaz bir keşif. Ama asıl
paradoks, gençliğimizin haklıyken haksız olması, çünkü tekbiçimliliğin tehdidi
altındaki bu evrende halklar birbirlerinin çağdaşı değil; gençliğin kendini
feda etmeye hazır olduğu yeterince ulus var hâlâ. Gençlerimiz bu dünyada barış
ilan etmenin dünyanın sizi dinlemesine yeteceğini mi sanıyorlar? Biz
Cehennemdeyiz ve lanetli olmaktan, sürekli acı çekmekten başka tercihimiz yok,
bir de bu azaptan sorumlu şeytanlar var.
Yüzyıl
ölümün yüzyılı, ölüm bizzat bize dönük, her bir insanın kırk kez öldürülmesine
yetecek kadar imkâna sahibiz, silahlarımızla ne yapacağımızı şimdiden
bilemiyoruz, binalar artık bize yetmiyor, dağları oymaya başladık bile, ölüm
araçlarımız toprağın derinliklerine yığılıyor. Bizim
ökümenimiz sanki askeri cephanelik, on milyonlarca insan savaş için çalışıyor,
ahlak ile çıkarın ittifak yaptığı bu çözüm yolunu bozmayı artık hayal bile
etmiyoruz, gençliğimiz paradoksun bedelini yarın ödeyecek, o bunu hissedip
isyan ediyor, bizse ona mucize vaat edemiyoruz, yavan söylevler çekmeye bile
cesaret edemiyoruz, çoktan mahkûm edildiğini ve devrimlerle nasibinin
değişmeyeceğinin farkındayız. Çok geç artık, Tarih durmuyor, bizi sürüklüyor,
eğik düzlemlerinden [ya da tasarılarının eğiliminden] herhangi bir yavaşlama
bekleyemeyiz, gezegen çapında felakete doğru gidiyoruz ve evren, düzenden
kaçmak için bu felaketi arzulayan, giderek de daha çok arzulayacak insanlarla
dolu; giderek saçmalaşan bir düzen çünkü bu ve ancak tutarlılığın, dolayısıyla
insanın insanlığının zararına varlığını sürdürebiliyor.
Ölüm için yaşıyor, ölüm için seviyoruz, ölüm için
doğurup çalışıyoruz, işlerimiz ve günlerimiz artık ölümün gölgesinde birbirini
izliyor, uyduğumuz disiplin, koruduğumuz değerler ve yaptığımız projeler, hepsi
tek bir sona karşılık veriyor: Ölüm.
Ölüm
bizi olgunlaşınca toplayacak, biz ölüm için olgunlaşıyoruz ve küle dönmüş bu ökümen
[Yeryüzünün
tamamı yerleşmeye uygun değildir. Doğal ve ekonomik kökenli bazı etmenler
yerleşmeleri sınırlamaktadır. Dünyada yerleşmeye uygun alanlara ökümen alan
denir.] üzerinde
olsa olsa bir avuç olacak torunlarımız bizim taptığımız her şeyi yakarak bize
lanet okumaya devam edecekler. Biz yapmacık figürler kisvesi altındaki ölüme
tapıyoruz ama onun ölüm olduğunu bilmiyoruz, bizim savaşlarımız övdüğümüz şeye
kurban verme savaşı, ölümün şerefine kendimizi feda ediyoruz, bizim ahlakımız
bir ölüm okulu, değer verdiğimiz erdemler ise ölümün erdemleri yalnızca. Bunun
dışına çıkamayız, dünyanın düzenini değiştirenleyiz, bizi parçalayıp dağıtan
şeye dayanmaya, bizi ezen şeyi sırtımızda taşımaya mahkûmuz, bize kalan tek
şey, kendimiz de ölmeden önce ve sonuncu ölüler biz olmadan ya yok olup gitmek
ya da öldürmek; yüksek sesle söylüyorum, üçüncü bir yol imkânsızdır.
İçimizde
taşıdığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor, şehirlerimiz
zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin
bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz, tekrarlanıp duran işlere
koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz, ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve
düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca
bir şantiye olacak. Burada, beyazkarıncalar gibi, milyarlarca kör, uğultunun
ve leş kokusunun içinde otomatlar gibi didinip duracaktır soluksuz kalana dek.
Günün birinde, deli gibi uyanıp, bıkıp usanmadan birbirlerini boğazlamaya
koyulacaklar. İçine gömüldüğümüz bu evrende delilik, yabancılaşmış insanın,
cinli insanın, imkânlarının gerisinde kalmış ve eserlerinin kölesi olmuş
insanın kendiliğindenliğinin alacağı biçimdir.
Delilik artık elli katlı konutlarımızın
altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize
rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu:
Ölümümüzdür o; hiç durmadan her şeyi talep eder.
Asıl tanrılarımızın kimler olduğu öğrenilmek isteniyorsa, bizi
asla ilkelerimize göre değil eserlerimize göre değerlendirmek gerekir. O
zaman cevap vermek zor olmaz ve söylemekten ve hatta düşünmekten kaçındığımız
şey söylenebilir: Onlar deliliğe ve ölüme tapıyorlardı. Aslında, başka hiçbir
şeye taptığımız yok, ama buna her zaman ikna olamayız, çünkü delilik ve ölüm, vahyedilmiş dinlerin nihai
tamamlanışıdır ve çünkü bu dinler en başta da Hıristiyan imanı delilik ile
ölümü fiilen kapsamaktadır.
Biz
deliliği ve ölümü sunakların üzerine yerleştirdik, hem çılgınlığı hem de Yüce
Tanrı’nın can çekiştiğini söylüyorsak artık ne kalır geriye sorarım size?
Paradoksun bedelini ödemek kalır ve bunun ödeneceğini öngörüyorum, vaktiyle
oynadığımız fikirler şimdi insanlarla oynamaya başlıyor ve insanlar ölçüsüzce
tüketecekler kendilerini. Hiçbir şeyden kaçamayacağız ve hiçbir şey bize artık
lütufta bulunmayacak, sürdürdüğümüz düzen asla iyileşmeyecek, delilik ve ölüm
bu düzenin temelleri olarak kalıyor, düzen onlara bağlı ve sağlıklı bir şekilde
değişemeyeceğinden, biz istemesek de destekleyen şey öldürecek düzeni.
Fikirler
insanlardan daha canlı olduğundan, fikirlerle yaşar insanlar ve onlar için
ölürler gıklarını çıkarmadan. Oysa, tüm fikirlerimiz katildir, hiçbir fikir
nesnelliğin, ölçünün ve tutarlılığın yasasına uymaz, ve bizler, bu fikirleri
sürdüren bizler, otomatlar gibi yürürüz ölüme. Önce gençlerimiz ölecek, onlar
kendilerinin ritüel kurban olduklarını biliyorlar, onlar evreni anlamdan yoksun
diye yargılıyorlar, onları onaylamazlık edemeyiz, giderek daha fazla kötü
niyetli oluyoruz ve cevap verirken tökezliyoruz. Artık ne diyebiliriz ki
onlara? Diyalog imkânsız, çünkü onlar haklılar ve onlar da delilerle,
sersemlerle ve yalancılarla aynı yazgının içine kapatılmışlar. Yeni Vahiy bize
ne kadar gerekli gelirse gelsin, öncelikle skandalin patlak vermesi gerek,
canice fikirlerimizin kötücüllüklerini ortaya sererek çılgınlıklarını
tüketmeleri gerek, biz felaketi es geçecek değiliz, felaket düzenin içinde ve
biz de onun suç ortaklarıyız, felaketi reforma tercih ediyoruz, dünyayı yeniden
düşünmektense kendimizi feda etmeyi tercih ediyoruz; bu dünyayı ancak
harabelerin ortasında yeniden düşüneceğiz.
Yok
olup gidecek olan için bir ölüm ezgisidir benim söylediğim ve beş para etmez
naiplerimiz karşısında, kafalarına ayin başlığı geçirmiş düzenbazlarımız
karşısında ve çoğu olgunluğa bile erişmemiş bilginlerimiz karşısında, ben, bir
münzevi, meçhul biri, kendi kuşağımın kâhini, yakılmak yerine sessizliğe canlı
canlı kapanmış ben, yarın insanların koro halinde terennüm edecekleri bu
silinmez sözleri ben söylüyorum. Tek tesellim, bir dahaki sefere bu naiplerin,
düzenbaz ve bilginlerin de bizimle birlikte ölecekleri, bu melunların
felaketten kaçıp sığınabilecekleri bir yeraltı olmayacak, okyanusta onları
kabul edebilecek ada kalmayacak, onları yutacak çöl de kalmayacak; onları,
hâzinelerini ve ailelerini. Karanlıkların içine hep birlikte geri dönüşsüzce
yuvarlanacağız ve gölgeler kuyusu kabul edecek bizi; bizi ve saçma
tanrılarımızı, bizi ve cani değerlerimizi, bizi ve gülünç türlerimizi. Ancak o
zaman, yalnızca o zaman adalet yerini bulacak ve bizi hiçbir gerekçeyle taklit
edilmemesi gereken bir model olarak anımsayacaklar, biz yükselen kuşaklar için
uyarı olacağız ve gelip metropollerimizin çirkin kalıntılarını düzenin
yarattığı bu kaos evlatlarını! seyredecekler.
Ustalarımız
bizim daima düşmanlarımız oldular ve şimdi ustalarımız her zamankinden çok
yanılgı içindeler, çünkü bizim bu kadar kalabalık olmamız onların hatası;
yüzyıllardır ve hatta binlerce yıldır işe koşabilecekleri ve ölüme
sürükleyebilecekleri astlarının çoğalmasını istiyorlar. Dünyanın parçalandığı ve insanların toprak sıkıntısı
çektiği günümüzde, doğan bu milyarların ihtiyaçlarını karşılamak bahanesiyle,
onların düşü elli katlı evler inşa etmek ve ökümen’i sanayileştirmek,
çünkü onlara kendi iddialarına rağmen her zaman ve her zaman daha fazla canlı
gerekiyor. İçinde tükendiğimiz Cehennemi sistemli biçimde örgütlüyorlar,
düşünmemizi engellemek için bize aptalca gösteriler öneriyorlar,
duyarlılığımızı barbarlaştıran ve idrak gücümüzün sonunda yok olup gideceği
gösteriler; hiçbir şatafattan kaçınmadan ve kendi manyaklıklarına yön vererek
bu oyunları kutsayacaklar. Bizans sirkine geri dönüyor ve gerçek
sorunlarımızı unutuyoruz, ama
O
sorunlar bizi unutmuyor, yarın tekrar karşımıza çıkacaklar ve biz şimdiden
biliyoruz, bu sorunlar çözümsüz kaldığı sürece savaşa gideceğiz.
Biz ne
zaman korksak, bütün bu uyuşuk halimize rağmen gazeteciler
kalkıp kaygılarımızı dağıtmaya çalışırlar; onların vaatlerinden bir Düzenbazlık
Antolojisi yapabiliriz. Günün birinde kutupların suyunu içeceğiz,
buzullar ihtiyaçlarımızı karşılayacak; günün birinde elimizi attığımız her şey
leziz yiyeceklere dönüşecek; günün birinde atıklar, okyanusların dibindeki
kırık çizgilerine yığıldıktan sonra toprağın derinlerine gömülecekler; günün
birinde yaşamak için çalışmak zorunda kalmayacağız ve vaktimizi eğlenerek
geçireceğiz; günün birinde gezegenleri birbiri ardına kolonileştireceğiz. Ayakta uyutan bu masalları, insan türünün dörtte üçü
köpeklerimizden ve kedilerimizden bile daha berbat koşullarda yaşarken
yayımlıyorlar; hem de sınırsız bolluk vaat edilen en kötü durumdaki dörtte
birlik nüfusun kendi aşağılık durumlarından çıkma umudu yokken ve bu
mucizelerin geçerliliğinden kuşku duyacak gerekçesi varken yapıyorlar bunu.
Çünkü, sonun, yerkürenin yüzeyine dalga dalga ve şimşek hızında yayılması için,
mutlak dehşetten hayatta kalanların kadim yoksulluğun sultası altında acılar ve
sıkıntılar çekerek sürünmesi için tek bir savaş yeterlidir.
Bir Tanrı
varsa eğer kaos ve ölüm de O’nun sanları arasında yer alacaktır, eğer Tanrı
yoksa, bu da aynı anlama gelir, o zaman kaos ve ölüm kuşaklar tükenene dek
birbirlerine yeter. İstediğimiz kadar günlük yakalım,
belirsizliğe ve çürümeye mahkûmuz, neye taparsak tapalım, kurtuluş yok,
iyilerle kötülerin yazgısı aynı, azizleri de canavarları da aynı uçurum
kucaklıyor, adil olma ve adaletsizlik fikri, görgü kuralları gereği bağlı
kaldığımız bir sayıklamadan başka bir şey olmadı hiç. Aslında, dinsel ve
ahlaki fikirlerin kaynağı insandadır, bunu insanın dışında aramak
anlamsızlıktır, insan metafizik bir hayvandır ve evrenin yalnızca kendi için
varolmasını ister, ama evren insanı bilmez, farkında değildir ve insan bu
tanımazdan gelmeye teselli bulmak için uzamı tanrılarla, kendi imgesinden
yarattığı tanrılarla doldurur, böylece, içi boş gerekçelere tutunarak yaşamayı
başarırız, ama bu gayet hoş ve teselli edici gerekçeler, bizler gözlerimizi
kuşatması ve tehdidi altında yaşadığımız ölüme ve kaosa açtığımızda hiçliğe
düşerler. İman, boş şeylerden biridir ve bu dünyanın doğası üzerine insanı
aldatma sanatıdır.
Çünkü
bu dünyanın doğasında mutlak ilgisizlik vardır ve bu dünyanın doğasına benzemek
filozofun görevidir ama elbette vazgeçemeyeceği insan olmayı sürdürerek:
Tutarlılığın, ölçülülüğün ve nesnelliğin bedeli budur. Bütün sorunlar
nesnellik, ölçü ve tutarlılıkla çözümlenir, ama çoğu insan bunu yapamadığından
bütün sorunlar çözümsüz kalıyor; salaklıkları ve delilikleri nedeniyle hak
ettikleri felaket alçakların eğitileceği tek okuldur. Uyurgezerleri kâhin
yapamayacağımız gibi bu doğuştan körlere de ışığı sevdiremeyiz, düzenin yasası
yitik kitlenin kurtarılamayacağı yönündedir ve bu kitle, sürüyle çoğalarak ve
bıkıp usanmadan sayısız kurban vererek soluksuz kalana dek üremeyi kendi
yitiminin tesellisi kabul ediyor. Bizi bekleyen şeyi hayal meyal seçiyoruz ve davranışımızı
gözlerimizle gördüğümüz ve öğrendiğimiz şeye göre düzenliyoruz, ama ölümlülerin
çoğunun hiçbir şeyi fark etmediğini ve kendi düşlerinden ancak umutsuzluğa
düşmek için çıktıklarını hissediyoruz; onların tek yasası ancak işitmedikleri
şeye tabi olmaktır.
Duaların
ve büyülerin vakti geçti; başımıza ne gelirse gelsin ibadet vakti geçti.
Dinlerimiz artık hiç işimize yaramıyor, müminlerin de varlık nedeni kalmadı,
çünkü dinler bize gerçekliğimizi yitirtiyor, müminlerse dünyayı tekrar
düşünmeyecekler: Oysa,
içinde yaşadığımız dünyayı yeniden düşünmezsek burada üç kuşak daha varlığını
sürdüremeyecek, üç kuşak daha gerekliğini yitirmemeli. Artık kendimizi
yargılama imkânlarımız var, vahyedilmiş sistemlerimiz bunlara baskın çıkamaz,
düşünce zamanı müjdeleniyor, meditasyon vakti başlıyor. Aslında, yitik kitleyi
müminler oluşturuyor, müminler geleceğimizi İç; kendimiz arasındaki
fazlalıktır, bu yüzden ölüm onlara ödül olacak, bundan daha adili olamaz.
Körlerin bizi yönetmesi, hem de kör diye onurlandırılmaları doğru değil: Devlet
başkanlarının kendi batıl inançlarını bir unvan haline getirmeleri ve bir
ibadetin törenlerini bundan böyle kendi varlıklarıyla onurlandırmaları meşru
değildir. Yaşadığımız yüzyılda insan adına layık biri hiçbir şeye inanmaz ve bunu
da övünç kaynağı yapar.
Yeni
bir Vahye ihtiyacımız var, bu arada, öncekiler hükümsüz kaldı, hatta daha
kötüsü, kargaşanın kaynağı bunlar. Bütün ahlaki otoritelerin desteğiyle ölüme
gidiyoruz. Tüm dinsel otoritelerin onayı ve cezalandırmasıyla evrensel ölüme
doğru gidiyoruz, hiçbir şey bunu engelleyemez, geleneklerimiz bizim ölüme
yönelmemizi son derece onaylıyorlar, çıkarlarımızla denk olan değerlerimiz de
bizi aynı yöne itiyor, bundan daha uyumlu bir onay asla görülmedi. Yeryüzü,
kurban edilen insanların sunağı oldu; başı dönen, serseme dönmüş insanlık
kendini feda etmek için bu sunağa çıkarken, düzenbazlığı duyuran bir avuç
insanı ayakları altında çiğniyorlar. Çok geç olduğunun farkındayız artık, ve bu
dünyadaki her fedakârlığın bir düzenbazlık olduğunu biliyoruz, hem de en
dikkate değer düzenbazlık, ama bunu tam yok olacakken öğrendik. Yarın hayatta
kalan insanları Yeni Vahiy kendini feda etmenin saçmalığı üzerine aydınlatacak,
şimdiki kuşak çoktan mahkûm edildi, geri dönüşü yok, insan kıyımlarının sunağından
dumanlar tütüyor ve türümüz bu dumanları besleyecek, hem de aşk çığlıklarıyla
besleyecek, içinde bulunduğu durumdan, gayri insani bu halinden kaçma umuduyla
besleyecek.
İman
artık insanları kurtaramaz, ne kurtarması! Onları ölüme sürükler, iman oburluktan
ve zinadan başka bir şey değildir, ama oburluk ve zina bize düşünmeyi
öğretemez. Çünkü artık kendini adamanın bir önemi yok, işin kolayı olur bu;
artık haç taşımanın bir önemi yok, bu çok basit olur; böyle birini taklit
etmenin, hatta takip etmenin de hiç önemi yok, bu ancak bir kaçış olabilir:
Artık dünyayı yeniden düşünme zamanı, gerçekliğimizi arşınlamamız, ölçüp
biçmemiz ve yeni temeller atmamız gerek, bu görevler diğerlerinin önüne
geçiyor. Oysa, bu görevler çoğu insanın uzağında kalır, dolayısıyla insanların
çoğunluğu, bunları yerine getiremediğinden suçlu olacaktır, suçlu ve cezalı;
başlarına geleni anlamayacaklar bile. Yitik kitle kaosun eseridir, o kaostur
ve; kaosa geri döner, bu kitlenin ölümüne ağlayacak değiliz, çünkü o gölgeler
ordusudur ve kavruk kalmış, gelişememiş gölgelerin ancak ikircilliğin bağrında
sahte bir yaşamı olabilir, hepsi bu: Dinler bu bölgeler için yapılmıştır,
onların iğrençliklerine, aşağılanmışlıklarına tesellidir dinler, ama onlar bu
iğrençliği sürdürmeye devam ediyorlar.
Gelecek
kuşakların hangi tanrılara tapacağını bilmiyoruz; bizim aramızda kaosun ve
ölümün Babası olmuş Gökteki Peder’e ayırdığımız yeri dişil ilkenin alacağı bir
düzenin kurulacağına inanıyoruz. Meryem’in yükselişini onaylıyoruz: Dört İncil’de de bir hiç olan Meryem, sonunda Göğe
çıkarak, iki bin yılın sonunda hakimiyeti eline alır; o, dirilen Magna
Mater’dir ve İsa yalnızca onun bir eklentisidir, ama Meryem’de de kendisinin
bir yarısı daima eksiktir. Gelecek yüzyıllarda Tanrıça bütünlüğüne
yeniden kavuşacaktır, çünkü onun Bakire ve Anne olması yetmez, aynı zamanda
Fahişe de olması ve bütünselliğin tamamlayıcısı olan Magdalena figürünü
kapsaması gerekir. O zaman ve yalnızca o zaman, Gökyüzüyle Yeryüzünün
evliliğini kutlayabiliriz, o zaman ve yalnızca o zaman kurban etme fikrinden
vazgeçeriz, o zaman ve yalnızca o zaman barış kalıcı olur ve dişil ilke
dünyanın mutlak hakimi olur tıpkı Tarih’ten önce olduğu gibi, o zaman ve
yalnızca o zaman hareketsizliğin hüküm sürmesi için hareket durur, o zaman ve
yalnızca o zaman merkez yeniden ele geçirilmiş ve uzam da bu merkezden yola
çıkarak örgütlenmiş olur.
Ama
daha önce hiçbir şey çözülemez, çünkü ölçüsüzlük egemen olmadan ve skandal
patlamadan ilke değiştiremeyiz, iyi niyet geleceğin reddettiği ve bizim
gerçekliğimizi tüketerek varlığını sürdüren bir düzeni korumaya yetmez; bu,
ölüm düzenidir ve minisi kaosa kalacaktır. Felaketten kaçamayız, keza bu
felaketin kusursuz mantığından da kaçamayız, onun kimileri öngörülebilir
kimileri öngörülemez evrelerinin tek tek akışına katlanmaya mahkûmuz, bizi
sürükleyen hareketi durdurmayacağız: Erkekler döllemeye devam edecek, kadınlar
doğurmaya; ve yitik kitleyi beslemek için her şey kullanılacak, gelecek ipotek
altına alınacak. Şu anki insanlığın yalnızca küçücük bir parçası olacak
soydaşlarımız, güzelliği bir anıdan başka bir şey olmayan talan edilmiş bir
dünyayı miras alacaklar, bunu onarmak yüzyılları bulacak, doğumu
sınırlandıracaklar ki toprak dinletisin, sular temizlensin, bu ökümen’i zorla
kirletmeye ya da ökümen’in yasalarından tanrılar aramaya niyetlenmeyeceklerdir,
bu gerçekliği aşkınlığın yanılsamasına kurban etmeyeceklerdir, Yeryüzü’ne sadık
kalacaklar ve Gökyüzü’nü onu onaylamaya mecbur edeceklerdir.
İşte bu
nedenle ölüme yürüyoruz, sığınacak bir yer bulma umudumuz yok, deliyiz ve
meczubuz, Tarih bizi bağışlamıyor, bizi Kader’in ellerine teslim ediyor bizim
yüzümüzden gücü giderek artan Kader’in. Artık
çok geç, tek kesinlik bu, paramparçayız ve bir sentez tasarlamak bile elimizden
gelmiyor, kendimizi tahayyül edemiyoruz, kendi sorumluluğumuzu üstlenemiyoruz,
kendimizden kaçarak kendimizi arıyoruz ve bu kaçışın içinde kendi
tutarlılığımızdan kaçış sanatını buluyoruz. Artık hiç durmayan hareket bizi
parçalara ayırıyor, dağıtıyor ve biz zevkle bu duruma rıza gösteriyoruz,
üzülmüş gibi yaptığımız şeyi alttan alta onaylıyoruz, en despotik düzenin içine
sızmış bu kaos bize zevk veriyor, amaçlarımızın hilafına, özgürlüklerimizi
ölümden alıyoruz. İnsanlık, maruz kalacağı şeyi bütünüyle ister, sahip olduğu
şeydense feragat eder; biz onu kendini yalanlamaya mecbur etmeyeceğiz, fark
ettiği birazcık şeyi de anlamayı reddediyor, kendisini uyaranlardan tiksiniyor,
sivil ve dini iktidarın fikir birliğiyle sessizliğe mahkûm ediliyor bu
uyaranlar, onlar sağırları harekete geçirerek körleri aldatan bir avuç
insandır.
Tutarsızlık
özgürlüğü diğer özgürlüklerin yerini aldı, bundan da vazgeçmeyeceğiz, sanat
bunu açıklıyor, edebiyat buna gönderme yapıyor, sadece bunlar mı, bilim
tutarsızlığı itiraf ediyor, en büyük bilginler bil o sentez fikrinden
vazgeçiyorlar. Oysa, sentez fikri bir yana bırakıldığında tutarlılık imkânsız
olur ve hümanizma da boş bir laftan başka bir şey olmaz; ölçülülük artık uzun
süredir moda değil, kimse ölçülülüğü korumayı düşünmüyor, ama onunla birlikte
hümanizma ikinci öğesinden de mahrum kalmış uluyor; üçüncü kavram olan
nesnellik karşısında gereken mesafeye sahip değiliz ve hiç olmadığı kadar
nesnel olan bilimlerden çıkan derse rağmen bugünün insanları arasında
öznelliğin zaferi de bir başka paradokstur. İşte bu yüzden bizim
gerçekliğimizin imgesi labirenttir, çünkü bize zamanın özetini veren şey
labirent imgesidir, labirent sürüdür, artık kendimizle buluşamayız, ortak
paydamız yoktur arlık, biz gerçekdışıyız ve gerçekdışı olmayı onaylıyoruz.
Ortaklık sorun olmasaydı iletişim sözcüğü hiç moda olur muydu? Aslında, biz bir
yığın yalnızız, yine de karmakarışık bir halde yuvarlanıyoruz, bizi birbirimize
katarak tek başımıza bırakmaya devam eden şeyin kurbanıyız.
Ancak
öfkemiz yardım ederse yanlıştan çıkarız, ama geri döndüğümüzde yeniden yanlışın
içine düşeriz; umutsuzluğa ve büyük öfkeye kapılmadan doğruya gidemediğimizden
sahicilikten söz ediyoruz, hâlâ yalan söylediğimizi itiraf etmemek için. İki
düzlemde yalan söylemeyi başardık ve nesnelliğin kendi haklarını koruduğuna kendimizi
ikna etmek için bunları karşı karşıya getiriyoruz; hatta düzlem değiştirme ânı
geldiğinde diyalektikten bile söz ediyoruz, çabamızın püf noktası bizi harekete
geçirmek yerine ajite etmesidir ve karşılaştırma yapmak yerine bizi bundan
kurtarmasıdır. Böylece kapalı bir küre içinde kaynayıp coşuyoruz, kendimizi
gösteriye veriyoruz, boş laflar zafer kazanıyor her seferinde, ama bu küreyi
taşıyan mukadderat halini almış ve bizim giderek daha az belirleyebildiğimiz
bir Tarih’tir; yaptığımız işlerin, biz istemesek de kesin bir itilim
kazandırdığı ama fikirlerimizin hakim olamadığı bir kasırga. Artık kendimizi
tahayyül edemiyoruz, kendi sorumluluğumuzu üstlenemiyoruz ve hoşumuza giden bir
durumun içine gömülüyoruz, bizi ancak bir felaket çıkarabilir bunun içinden,
kendi gerçekliğimiz karşısında erkekliğimizi yitiriyoruz, yazgı karşısında
kadınız.
Entelektüellerimizin
tek bildiği oyun oynamak, tinselcilerimizin tek bildiği de yalan söylemek,
hiçbiri dünyayı yeniden düşünmek üzerine kafa yormuyor, hiçbiri bize gerçekliği
ölçüp biçme imkânı vermiyor, hepsi de kariyer peşinde; görgü kurallarını asla
incitmeden birbirlerinin gözlerini oyma sanatındaki ustalıkları hayranlık
verici! Giderek daha tutucu oluyoruz, en yıpranmış ve en utanç verici
köhnelikteki düşünceleri sürdürmeyi başarıyoruz, bizim devrimlerimiz yalnızca
laftadır, şeyleri yeniden şekillendirdiğimiz yanılsamasını edinmemiz için
sözcükleri değiştirmemiz yeter, her şeyden ve kendimizden korkuyoruz, cesaretin
ötesine geçerek cesaretin içini boşaltmanın ve deliliği ifrata vardırarak
delilikle uğraşmanın yolunu buluruz, hiçbir şeye karşı çıkmıyoruz ve her şeyin
düşük yapmasına, başarısız kalmasına yol açıyoruz, güçsüzlüğe bağlı
ölçüsüzlüğün zaferi bu. Bunlarla birlikte ölüme yürüyoruz; tekrar ediyorum,
birkaç istisna hariç, herkesi kapsayacak ölüm, onu, Tarihi, sona erdirmekle
görevli. Geleneklerimiz bize bu durumu vahyettiğinde tutarlıdırlar, bizse
onları gülünç hale getirdiğimizde kötü niyetliyizdir, geleneklerin haber
verdiği şeye hiçbir güvence baskın çıkamaz ve hiçbir olasılık bu olacakları
önleyemez.
Geleneklerimiz
yalan söylememişti, çünkü onlar insaniydi ve bu dünya hakkındaki cehaletlerine
rağmen insanı biliyorlardı; bizler, bu dünyayı iyi bilen bizler, hatta giderek
daha fazla kötüye kullanacak kadar iyi bilen bizler ise insanı bilmemeye
başlıyoruz imkânımız olmadığından değil, bizi kendimize dair kör eden bir hüner
gösterisi nedeniyle. İnsan aşılmış olduğundan, acınacak bir halde ve sefil
olmamasına imkân yoktur; ve biz bunu kabul etmek istemiyoruz, bu sefalet bizi
rahatsız ediyor, niyetimizi aşıyor, onu kendimizden uzak tutuyoruz, ondan
kaçıyoruz, geri püskürtüyoruz, çünkü bizim eserimizin iflasının habercisi bu. Bizim putumuz aşmak; artık tutarlılığı ona feda ediyoruz,
ona olan sevgimizden dolayı sentez fikrinden vazgeçiyoruz, değerlerimizi ve
yaşama nedenlerimizi birbiri ardına yakacağız, ama put doymak bilmez, sonunda
bir insan kıyımına kalkışıp kendimizi sunmak zorunda kalacağız. Umutsuz gençliğimizin yapmayı öğrendiği şeyi yarın
milyonlarcamız yapacağız; en büyük eylem somutlaştırma olacak, burada delilik
ile bilgelik, yüce bir aşma içerisinde, kendi sentezlerini gerekleştirecekler,
böylelikle tek yaşayan ölüm olacak ve düzen simgelerini tek başına kaos üzerine
geçirecek.
Kaynağa
geri dönüş temel görevdir, insanın işi budur. Bu yüzden, düşünür adına layık
ender kimseler, bir metafizik oluşturmak amacıyla ontoloji ve etimolojiyle
ilgilenirlerken, modadan kopmamayı dert edinmiş kıt zekâlılar, aşağı bir
ayrıntı olan toplumsalı seyrede seyrede yok olup gidiyorlar. Çünkü toplum bir
hiçtir, bir biçimdir, içeriği yitik kitleden ibaredir, spermatik uyurgezerlerin
dalaşıdır toplum, son derece aşağılık bir şeydir, filozofu hiç ilgilendirmez. Tarih
büyük adamların eseridir, seçkinlerin boy ölçüştüğü kapalı alandır, yığınlar
gösteriye kabul edilir ve yıkıma sürüklendiklerinde ise ölülerine ineklerden
daha fazla değer verilmez. Çağımızın ılımalarından biri Meçhul Asker
Mezarı’nı doldurmuş olmasıdır: Bunu yaparak, kaosun doğurduklarımı kalkan olan
adsız sansızları bozguncuların en kötülerine rehin verdik; kaosun bizim
aramızda sunakları var ve bizler de şimdiden orada tapınıyoruz. Sunakların
kapıları adsız putlardandır ve kaos bu kapılın ıhın geçerek girer meydana;
kapılar açık kalacak kaos her şeyi istila edebilsin.
Felaket
şart, felaket arzu edilir, felaket meşru, felaket tanrının lütfü, dünya daha
ucuza yenilenmez ve eğer dünya yenilenmezse, kendisine mikrop bulaştıran
insanlarla birlikte yok olmak zorunda kalacak. İnsanlar evrene cüzam gibi
yayıldılar ve çoğaldıkça evrenin doğasını bozuyorlar, çoğalarak tanrılarına
hizmet ettiklerini sanıyorlar, tüccarları ve papazları onların doğurganlığını
onaylıyor, tüccarlar bu sayede zenginleştikleri için, papazlar ise kendi
saygınlıkları artıyor diye onaylıyorlar. Bilginler bize tehlikeyi belirtiyor
ama onların sesi neredeyse her zaman boğuluyor, ahlakın ve ticaretin çıkarları
bozulmaz bir ittifak oluşturuyor, para ve tinsellik hareketin durmasına
tahammül edemezler, tacirler tüketici ister, papazlar aile ister; savaş onları nüfusun
azalmasından daha az korkutuyor: Ölüm düzeninin en sağlam destekleri tacirler
ve papazlar. İnsanlık bu komployu hatırlamak zorunda; ve facia gündelik yaşamın
bir parçası olduğunda, yalnızca kendi yaşamları adına insanlığı kaosa teslim
edenleri cezalandırmalıdır.
Sefaletin
tek çaresi sefil durumda olanların kısırlaştırılmasıdır, ama ölüm düzeni,
tacirlerin ve papazların düzeni bu lafı ağzımıza almamıza bile izin v(irmiyor.
Tacirler ve papazlar zenginleşmek ve tahakküm kurmak isterler, maddi kâr ve manevi
itibar İslerler, bunları bizim salaklığımız sayesinde elde ediyorlar, çünkü
bizim gözümüzün açılması onların vıı sefaletin sonu olacaktır. Geleneklerimizin
zamanı geçti ve onları savunanların, hırsız ursuz takımının, bize itaat vaaz
edenlerin niyeti, bizi öldürmek pahasına da olsa kendi kurumlarını
ebedileştirmektir. Onların büyük saygı gösterdikleri şeye hakaret etmek
görevdir, çünkü kutsallığa hakaret etmeden deri, mı kök salamaz, değişmekte ne
kadar gecikirsek kötülükleri ve ıstırapları o kadar fazla hissederiz.
Şimdi
herkese sesleniyorum ve yüzü olmayan bir çokluk oluşturmaya son vererek
yitiminden kaçabileceğini söylüyorum yitik kitleye; onun çıkarı artık hayat
kaynaklarını kurutmaktadır, bu dünyada yoksuI olmaktan başka bir kusur
olmadığını anlamalıdır. her yoksul, bir başka yoksul doğurarak sefalete yeni
bir rehin verdiği andan itibaren suçlu olur.
qqqDevrimlerimiz
birbiri ardına başarısız kaldı ve bu da adildir, hiç kimse işin özüne temas
etmeye cesaret edemedi, kendi üzerine geri çekilerek, kaynağın içinde sönen bir
geçmişin evrensel mirasçısı olma iddiasında herkes. Aslında eksen değiştirmemiz
gerekiyor, bunu felaketten sonra yapacağımız kesin, öncesinde aynı yanılgılı
gidişatı tekrarlayacağız ve hep yeniden aşacağımız yolda bir adım bile ilerleyemeyeceğiz.
Günün birinde ailenin statüsünü tepeden tırnağa
değiştireceğiz, çünkü tüm ahlakçıların övgü düzdüğü geleneksel aileler
kalabalık nüfusludur. Bu ahlakçıların sözünü senet kabul ediyoruz ve
üreme suç olduğundan, günün birinde, ailenin statüsünü altüst ederek bu suça
karşı çok sert davranacağız. Kölelik okulunun kaynağının aileden başka yer
olmamasını da buna eklemeli; zorbalar bu nedenle geleneksel aileleri severler,
bu ailelerde kadın köledir ve çocuklar teba, ama baba müstehcen, gülünç ve sefil
olsa bile kendi evinde hakimdir ve bizim hükümdarların arketipidir, evet,
tanrılarımızın ve krallarımızın yaşayan modeli babadır! Bu düzenleme fazla
sürmüş olmalı ki, ardından yitik kitle ortaya çıktı.
Otuz
bir çekenlerle ve oğlancılarla dolu bir dünya bizimkinden daha az sefil olurdu,
hakikat bu işte. Hayali bir görevi yerine getirdiğimiz ve zaman aşımına uğramış
buyruklara uyduğumuz için sefiliz, ama görev bizi iğrenç durumumuzdan çekip
çıkarmıyor ve buyruklar bizi orada sebat etmeye zorluyor. Yirmi yüzyıldır
üzerimizde tahakküm süren ahlak düzeni miadını doldurdu bizse onun barbarlığını
ölçüyoruz hala, o ayakta kalmaya çabalıyor biz ölüyoruz, hem ılıt sayısızca, o
düzen kurbanlarından daima reddetmiş olduğu hoşgörüyü talep ediyor şimdi,
kardeşlik vaaz ediyor, kendi hiç aldırmamıştı oysa, başkalaşmaktan söz ediyor,
o ki hareketsiz olmakla övünür ılü. eskimiş tulumlarına doldurmak için
yenliklere ııl koymak istiyor, gelmekte olandan tiksiniyor ve Im.lıir şeyi
engelleyemediğinden, kendini gösteriyor
■ lıizo olmayacak vaatlerde bulunuyor.
Oluşmasında temel etken olduğu felaketten sonra, ahlak düzeni ılo sırası
geldiğinde kurban olacaktır; ama bu dü "iıi ıı kalıntıları korunacaktır
ki, bizlerden biri canlı
I alırsa onu kınama vesilesi olsun ve
insanlar dünyanın kötülüğünün üzerinde toplandığı ve içinde da \ anıklılık
kazandığı insanlara çullanabilsinler diye.
Gecenin
karanlığına giriyoruz ve buradan ancak cılız kalıntılarımız çıkacak, çok
kalabalığız, daha da kalabalık olacağız ve giderek daha da kalabalıklaşacağız,
böylece sonunda kaos galip çıkacak ve ölüm karnını doyuracak. Efendilerimiz
bizim düşmanlarımızdır, tinselcilerimiz de bizi ayartanlar ve efendilerimizin
suç ortaklarıdır, bizler öksüzüz ve bunu işitmek istemiyoruz, her yerde baba ve
anne arıyoruz kendimize, Gökyüzünde bile bize bu vaat ediliyor ve bizler ahlak
düzeninin bizi varlığımızı sürdürmeye mecbur ettiği bu uçurumların dibinden
sesleniyoruz onlara. Gelecekteki evrende yitik kitle olmayacak; insanların
hepsi mutlu olacağı için değil, kitle olmayacağından. Yüz milyon insanla
yeryüzü cennet olur; yeryüzünü kemirip duran ve pisleten milyarlarla ise bir
kutuptan diğerine uzanan bir cehennem olur, türün hapishanesi olur, evrensel
işkence odası olur, kendi pislik ve süprüntüleri içinde hayatlarını sürdüren
mistik delilerle dolu bir çirkef kuyusu olur. Kitle düzenin günahıdır, ahlakın
ve imanın altürü nüdür, düzeni, ahlakı ve imanı mahkûm etmeye bu kadarı yeter,
çünkü bunların tek yaptığı, insanları çoğaltmak ve onları böceğe çevirmek.
Ben
kendi zamanımın peygamberlerinden biriyim v<> söz hakkım olmadığından,
söyleyeceğim şeyi yazıyorum. Çevremde, delilik, aptallık ve cehalet, yalım ve
hesapla yer değiştiriyor, hepsi de aynı erdemin m dayanıyor, çünkü işin trajik
yanı ki ahlakçılar İmi konuda hemfikir değildir dünyanın erdemden
parçalandığıdır, bence hiç bu kadar çok erdem gör momiştir. Bunca erdeme rağmen
kaosa doğru gidiyo ı n/,, bunca erdem bizi evrensel ölümden kurtaramıyor;
nesnelliğin ölçütü olan tutarlılık ile bizim aramızda erdemin bir fazlalık olup
olmadığını sonunda Inrıdime sorar hale geldim. Erdemler bizi düzenden I' n
Karamıyor ve düzen bizim yitimimiz için erdem Inıden yararlanıyor, bizler artık
bir sistemin kandır
11 ığı kurbanlarız, çıkarlarımız konusunda
bizi aldatıyor ve bizi kendi çıkarlarına kurban ederken bunla 1111 bizim de
çıkarımız olduğu konusunda bizi ikna mliyor. Böylece hepimiz iyi bir şey
yaptığımızı sanıyoruz ve birbirimizle yarışırcasına kanıyoruz, ödülümüz
delilik, içinde yaşadığımız atmosfer aptallık, bu nlmosferde birinci görevimiz
cahillik sanki, böylelikle yalan ile hesabın eli kolu serbest kalacak. Bizim
çocuk kaldık ve aile varlığını sürdürdükçe de çocuk kalacağız.
Aile
günün birinde aşılması gerekecek bir kurumdur, varlık nedeni yoktur: Aile, çoğu
durumda, kalabalıktır, evren aşırı kalabalıktır, dahası, en tartışmalı
fikirlerimizin kaynağı ailedir ve doğruluğu korkutan eserler arasında yanlış
fikirleri sürdürme lüksümüz olamaz. Yalnızca öjenik ailelere hoşgörü
gösterilebilir, bunların da az sayıda olduğunu biliyoruz, diğerleri sonunda
bize arzu edilmez gelecektir ve yoksulluğun tehdit ettiği bir dünyada her
yoksul aile sefaleti arttırır, her yoksul aile, varlığı nedeniyle zaten
kriminaldir. Şuna ikna olalım ki merhamet bir saçmalıktır, merhamet gösterilen
kişileri bozar, hayırsever ruhlara trapez olup merhametin kurbanı olmaktansa
kendini yok etmek yeğdir. Muhtaç durumda olanların nasibi olan izdiham, hangi
ülkede ve hangi çağda olunursa olunsun, dinsel ve ahlaki otoritelerin
sessizliğine rağmen, iğrençliğin zirvesidir: Oysa, elli yüzyıldır kimse bunu
dert etmedi, çünkü düzen çare kısırlık bulmaktansa iğrençliği tercih eder.
Düzen her zaman gayri insaniydi, ahlak düzeni tüm düzenlerin en gayri
insanisidir.
Dünyayı
ahlaksızlık kurtaracak; dinlenme ve gev vome, her türden fedakârlığın reddi ve
militan er ılomlerin terk edilmesi, saygın olarak nitelediğimiz hur şeyin
küçümsenmesi ve uçarılığa rıza göstermek kurtaracak, erkekliğin bizi götürdüğü
ve asla geri dönülmeyecek kâbustan bizi dişilik kurtaracak, çünkü erkek ölümün
eşidir ve ölüm erkeğin yoluna yordamına öncülük eder. Savaş erkeğin iklimidir,
erkek ıvaşa hazırlanır, savaş onun varlık nedenidir ve tıpI ı Tarih’ten önce,
kadının hem efendi hem rahibe olduğu o zamanlarda olduğu gibi daimi barışa
kavuşmuş olsaydık, dünyevi iktidar ile manevi iktidar er İMiğin elinden düşmüş
olurdu ve elli yüzyıl önce olduğu gibi hiçliğe gömülürdü, ölümün onu çekip
çılgınlığı hiçliğe gömülürdü: Ölüm, ahlak düzeni, sa \ .ıs ve militan
erdemlerin gerekliliği, yasal barbarlık nygıtı ve sistematik gayri insaniliğin
inşası. Erkek, lelaketi örgütleyerek kendi üstünlüğünü meşrulaştırmak zorunda,
kendini ancak bu bedelle vazgeçilmez I ılıyor, ama bu bedeli biz daha ne kadar
süre ödeyebiliriz?
Aslında
erkeğin derinliği, gönlü yoktur, onun merhameti bir temrinden başka bir şey
olamaz, şid detkâr olmamak için kendinin şiddet olması şart, erkeğin inşa
ettiği düzenin temellerinde cinayet var. Kadim halklar, Tarih’ten öncekiler,
bizim geleneklerimizi ve buyruklarımızı borçlu olduğumuz halklardan daha sade
ve daha yumuşaktılar, kadınlar tarafından yönetiliyorlardı ve biz onları
ahlaksızlıkla damgalıyoruz, ama bu onları yenenlerin niteleyişidir ki biz de
her zaman onlardan esin aldık. Erkek şimdi yolun sonuna gelmiş gözüküyor ve
onun acımasız buyrukları ölçüsüz imkânlarıyla elbirliği ettiğinden, ona kalan
tek şey ökümenik insan kıyımına hazırlanmak; bu kıyım erkeğin eserlerinin tacı
olacak yarın. Çünkü ancak bu tarihi tüketerek kendi Tarih’imiz den çıkabiliriz
ve ancak kendimizi kurban ederek tarihi tüketebiliriz, duyarlılık değişiminin
baskın çıkması için tüm dünyanın mezarlık olması gerekecek; daha az feragat
edecek değiliz, biz kendi bahtsızlığımızı reformdan daha fazla seviyoruz ve
elimizdeki silahlarla bunu kanıtlayacağız, bize ölümün yolunu öğretecek olanları
izleyeceğiz daima ve onları izlediğimiz için kendimizi değerli sayacağız.
İçinde
yaşadığımız dünya serttir, soğuktur, karanlıktır, adaletsiz ve yöntemlidir,
yöneticileri ya içli salaklardır ya da derinlikli haytalar, kimse bu çağa denk
değildir, biz aşıldık, ister küçük olalım ister büyük, meşruiyeti aklımız
almıyor, iktidar bir oldu bitti iktidarıdır yalnızca, boyun eğilen bir ehveni
şer. Tüm egemen sınıfları bir uçtan ötekine ortadan kal dırsak bile hiçbir şey
değişmiş olmaz, elli yüzyıl önce kurulmuş düzenin kılı bile kıpırdamaz, ölüme
doğru yürüyüş tek bir gün bile durmaz ve muzaffer isyancılara kalan tek seçenek
eskimiş geleneklerin ve saçma buyrukların mirasçısı olmak olur. Komedi sona
erdi, trajedi başlıyor, dünya giderek daha sert, daha soğuk, daha kasvetli ve
daha adaletsiz olacak; her yanı istila eden kaosa rağmen giderek daha yön temli
bir dünya olacak: Hatta bana kalırsa, dünyanın en az tartışmalı niteliği,
sistem ruhu ile kargaşanın ittifakıdır, asla daha fazla disiplin ve daha fazla
saçmalık, daha fazla hesap ve daha fazla paradoks, sonuçta daha fazla çözülmüş
sorun ama katışıksız kayıp olarak çözülmüş sorun görülmeyecektir.
Her
şeyin anlamı ölüm olduğundan, başlamış olan Tarih’in bitmesi gerektiğini
varsaymak da mümkündür. Tarih’ten önce bir dünya vardı ve Tarih’in, canlı bir
şey olduğundan, sonsuzluk ayrıcalığına sahip olmadığı, bizim Tarih’imizin sona
erdiği müjdesini veren Selamet olmadığı varsayılabilir. Çünkü Metafizik
Tarih’ten çok önce de vardı, insan öncelikle metafizik bir hayvandır, en azından
yüz bin yıldır böyleydi, Tarih’in parantezi açıldığında ve tekrar kapandığında,
insan Tarihsiz, kendi nihai amaçlarıyla birlikte var olacaktır. O zaman ve
yalnızca o zaman Tarih biçimlenerek anlam edinmiş olacaktır ve bir bütün halini
alarak, türün zamandışı meditasyonla rma konu olabilir ama bugün Tarih hakkında
ancak kendimizi sorgulayabiliriz ve bizi kendi yitimimize götürdüğünü bilerek,
ona kendi eserlerimizin dengi olarak maruz kalabiliriz. Gerçekten de giderek
daha fazla eğilen bir düzlem boyunca ölüme doğru koşuyoruz, ölüme doğru kayıyor
ve koşturuyoruz, sarhoşuz ve razıyız, çünkü insanlar erkek olduğu ölçüde yok
olmaktan da o denli az çekinirler ve ölüm onlara yaşama nedenlerini de kapsayan
bir şenlik gibi gelir. Çünkü erdemlerimizin diyeti asla insan katlinden başka
bir şey olmayacaktır.
Şehirlerimizi
ancak yok ederek değiştirebiliriz, hem de o şehirlerin içini dolduran
insanlarla birlikte yok etmek gerekse bile... Bu insan kıyımım alkışlayacağımız
zaman da gelecektir. Artık o zaman hiçbir şey karşısında geri çekilmeyeceğiz ve
en barbar şey olarak gözükse bile, bizler kaosun ve ölümün rahipleri olacağız,
düzen bizim kurbanımız olacak ve saçmalığın sona ermesi için düzeni feda
edeceğiz, doğal felaketleri arttıracağız, kötülüğü misline çıkartacağız.
Böylece arzulanmadan doğanları ve daha fazla çoğalma umudu taşıyanları
cezalandıracağız, onlara yaşamanın asla bir hak değil, bir suiistimal olduğunu
ve yok olmayı hak ettiklerini öğreteceğiz, çünkü aşırı kalabalık insanın
bunalttığı dünyaya çirkinlik katarak fazla yer tutuyorlar. Biz onarmak
istiyoruz ve bu nedenle yok etmeyi düşünüyoruz, uyuma yeniden kavuşmak
istiyoruz ve bu nedenle kaosu sevgimizle silahlandırıyoruz, her şeyi yenilemek
istiyoruz ve bu nedenle hiçbir şeyi affetmeyeceğiz. Çünkü eğer canlılar böcek
olma ve karanlıklarda, uğultu ve pis koku içinde hızla üreyip çoğalma
tercihinde bulunsa bile, biz onları engellemek ve İnsan’ı soyunu kurutarak
kurtarmak için buradayız.
İnsanlar
ölüm dışında çare olmadığını anladıklarında, kendi kendilerini öldürmek zorunda
bırakmadıkları için kendi katillerini kutsayacaklardır. Bizim bütün
sorunlarımız çözümsüz olduğundan ve çözemediğimiz sorunlara sürekli yenileri
eklendiğinden, içinde tükendiğimiz yaşama öfkesinin yok olması ve bana bu
dönemlerin utancı gibi gelen canice iyimserliğin yerini bunaltının alması
gerekecektir. Çünkü zengin ülkelerin refahı, dünya mutlak bir felakete
gömülürken, sonsuza dek sürecek değildir ve dünyayı bu felaketten çekip
çıkarmak için çok geç olduğundan, zengin ülkelerin yoksulları yok etmek ya da
kendilerinin de yoksul olması dışında bir tercihi olamayacaktır, onlar da
kaostan ve ölümden kaçamayacaklardır; tabii eğer en barbar çözümde karar kılma
mışlarsa... Böylece, neye kalkışılırsa kalkışılsın, sonu yalnızca dehşete
varacaktır, ve araçların ruhu bize iletilmediğinden, İkarus’un peşinden bizim
de düşeceğimiz ya da Phaeton’la birlikte uçuruma yuvarlanacağımız kesindir;
bilimin geleceğine artık inanmıyorum, insanın mutasyonu ikili bir kâbus
olduğundan, bizim soyumuzdan gelenler de bizim yok olduğumuz kaosa ve ölüme
kavuşacaklardır.
Dünya
çirkin, giderek daha da çirkinleşecek, ormanlar balta darbeleriyle yok oluyor,
her yandan şehirler her şeyi yutarak yükseliyorlar, çöller her yerde yayılıyor,
çöller de insanın eseri. Toprağın ölümü şehirlerin uzağa yansıyan gölgesidir,
şimdi buna suyun ölümü de ekleniyor, sırada havanın ölümü var, ama dördüncü
element olan ateş, diğerlerinin intikamını almak için varlığını sürdürecek;
bizler, sıramız geldiğinde, ateşle öleceğiz. Evrensel ölüme doğru ilerliyoruz,
en bilgili ve görgülü olanlar bunun farkındalar, insan eserlerinin zincirinden
boşalttığı bu musibetlere çare olmadığını onlar biliyor, uçarı varlıklar
arasında trajik bir halleri var onların, gevezelerin ortasında sessizliklerini
koruyorlar, gevezelerin vaat ettiği şeyi uçarıların ummasına izin veriyorlar,
ne uçarıları uyarmaya kalkışıyorlar ne de gevezelerin aklını karıştırmaya,
dünyayı yok olmaya layık görüyorlar, bizden ancak yıkım pahasına uzak
tutulabilecek olan mutlak dehşet ile kusursuz çirkinlik içindeki bu serpilip
gelişmedense felaketi tercih edilir buluyorlar. Olsun artık şu yıkım ve
tamamlansın yok olup gitme! Tekrar tekrar başlayan bir kavrukluk ve
başarısızlık içinde hayatta kalmaktansa telafisi imkânsız olan şeyi tercih ederiz
biz.
Her şey
parçalanıp birbirinden ayrılıyor, edinilmiş kabul ettiğimiz kavramlar
çözülüyor, büyük sarsıntının müjdesi geliyor ve babalarımızın kullandığı
enstrümanları kırıyoruz hepimiz. Sansürün egemen olduğu ülkelerde gerçekliği
inkâr etmekten helâk olunuyor; sansürün kalktığı ülkelerde herkes akima geleni
söylüyor. Farklılık önemsiz gelebilir, çünkü yalan söylemek ile kendini
yitirmek aynı anlama geliyor ve yalan söyleyenlerin de günün birinde kendini
yitirenlere katılacakları varsayılır. Esin perileri yeryüzünü terk etti, güzel
sanatlar öleli kaç kuşak oldu, dalavereciler alanı boş buluyor, daha inanılmazı
asla yaşanmadı, ama en üzüntü veren şey onların dalaverelerine karşı duranların
bile bize hiçbir şey önermemeleri, boş laflardan başka bir şey etmemeleridir.
Şehirlerimiz birer kâbusa döndü, şehirliler termitlere benziyor artık, her inşa
edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapmaklar, saraylar ya da mezarlar,
zafer alanları ya da amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. Her adımda gözümüze
hakaret ediliyor, kulağımız sağıra çevriliyor ve koku duyumuz umutsuzluğa
kapılıyor, yakında kendimize, düzen neye yarar diye sorar hale geleceğiz.
On bin
fersah bizi bir adım bile ilerletmeyecek, dünya giderek aynılaşıyor, felaket
farkıyla, uluslar arasına biraz fark koyan o. Yolculuk etmek neye yarar? Kaçmak
neye yarar? Burada bıraktığımız her şeyi orda tekrar bulacağız, hapishane kendi
üzerine kapanıyor, bizim buradan ancak ölümüz çıkar; ne ay ne gezegenler
yaşanabilir gibi. Çok sayıda cehennemin bulunduğu, hem alevlerin hem de
buzların cehenneminin bulunduğu göğün iyiliğine inanmak mıdır artık tek çare?
Hayatın bir gölgefenomenden ve insanın da kazadan başka bir şey olmadığı bu
bilinçdışı yaratılış nedir? Binlerce başarısızlık binlerce can çekişmenin
habercisiyken tek bir başarının görüldüğü bu doğal düzen nedir? İyi, Güzel,
Doğru ve hoş olarak değerlendirdiğimiz şeyler, heyhat! hayali bir Tanrı'mn
yansısı değildir, bunlar bizim içimizde, yalnızca bizden yola çıkarak doğan
şeylerdir, bunların ne modelini ne amacını başka bir yerde aramalıyız, bunlar
bizzat bizim yetkinliğimizin meyvesidir, aynı zamanda insanların eşit
olamayacağının, kaosun imgesinden yapılmış ve daima yok olmaya layık yitik
kitle ile ışığın ve düzenin barındığı seçilmişler arasında bir uçurum olduğunun
da kanıtıdırlar.
Bilginlerimiz
dünyayı pahalı oyuncaklarla dolduruyorlar, onlar, doğayı bozarak, ona tecavüz
ederek oyun oynayan koca oğlanlardır ve kimi zaman onlara hak etmedikleri halde
hayran oluyoruz, çünkü onların bize verdiği hizmetler giderek daha sorunlu bir
hal alıyor. Herhangi bir keşfin bizi nereye götüreceğini kimse öngöremez, bu
keşifler insan soyunun değil Kaderin ilerlediği yollardır, kaynak ellerimizin
arasından çıkıyor olsa da nehrin akışına hakim değiliz, dünya yeniden bilinemez
oluyor ve bizler, felaket değil mucize bekleyen sıradan insanların umudunu
kırma pahasına da olsa bunu kabul edemiyoruz. Dünyayı yeniden düzene koymak
artık imkânsız, dünya paramparça, daimi bir değişim bunca civcivliyken sentezi
hayal edecek halimiz yok, yalnızca yöntemli bir geri çekilme amacıyla hareketi
durdurmak gerekiyor: Oysa bizi sürükleyen akıntıyı durdurabilecek kadar hakim
değiliz, en bilgili insanlar artık çok geç olduğunun yıllardır farkındalar, biz
kaosa gidiyoruz, ölüme gidiyoruz, tüm Tarih’in en büyük felaketini
hazırlıyoruz, Tarih’i sonlandıracak olan felaket bu; hayatta kalanlar yüzyıllar
boyunca bunun damgasını taşıyacaklar.
Böceklerle
dolu bir dünyadan nefret ediyoruz, bu böceklerin insan olduğuna yemin edenler
yalan söylüyorlar: Yitik kitle asla insanlardan değil, dışlanmışlardan,
cehennemliklerden oluşmuştur. Ne zamandan beri benim komşum spermatik bir
otomat oldu? Komşumun böyle olması şartsa eğer, komşumun var olmadığını ve
benim görevimin hiçbir biçimde ona benzememek olduğunu söylüyorum. Merhamet bir
aldatmacadır, bana merhamet öğretenler benim düşmanlarımdır, merhamet
böceklerle dolu bir dünyayı kurtarmaz, onların tek bildiği bu dünyayı yiyip
bitirmek ve kendi pislikleriyle, çer çöpleriyle kirletmektir: Ne onlara yardım
etmeliyiz ne de onları kırıp geçiren hastalıkları önlemeye çalışmalıyız, bu
hastalıklardan ne kadar çok kişi ölürse bizim için o kadar iyi olur, çünkü biz
onların kökünü kazımak zorunda kalıyoruz. Barbar bir geleceğin kapısmdayız ve
bu gelecek kadar ölçüsüz olabilmek, onun tutarsızlığına direnebilmek için onun
barbarlığıyla silahlanmamız gerekir, ya varlığımızı sürdüreceğiz ya feragat
edeceğiz, ya egemen olacağız ya serbest bırakacağız, yarın vuracak olanlara biz
bugün vurmalıyız, oyunun kuralı budur ve bize yakaranlar, bir süre sonra bunu
unuttuğumuz için bizi cezalandıracaklardır.
Kendimizi
aldatmak neye yarar? Acımasız olacağız, toprağımız ve suyumuz olmayacak, belki
havamız da olmayacak ve varlığımızı sürdürmek için kendimizi yok edeceğiz,
sonunda birbirimizi yiyeceğiz ve bizim tinsellerimiz de bu barbarlıkta bize
eşlik edecekler, tanrıyiyiciydik insanyiyici olacağız, böylece biraz daha
tamamlanmış olacağız. Dinlerimizin içindeki barbarlığı o zaman açık seçik
göreceğiz; koşulsuz buyruklarımızın cisimleşmesi ve dogmalarımızın gerçek
varlığı olacak bu barbarlık, ürkütücü gizlerimizin vahyi ve ceza yasalarımızdan
yedi kat daha gayri insani olan efsanelerimizin uygulanışı olacaktır. Sanatlar
bu uğursuz ve kanlı dehşetleri bizden gizliyordu, yarın bu dehşeti tüm
çıplaklığı içinde tadacağız, onlarla öleceğiz, hayatta kalan bir avuç insan ise
onları güvenilir kılan ve sürdüren canavarlarla birlikte yasaklayacak bu
dehşetleri. Geleneklerimizin yanında en canice yöntemlerimiz nedir ki?
Kendimizden çok bağlı kaldığımız bu gelenekler, artık onlarla boy ölçüşebilecek
ve her şey tüketilebil sin diye ilk kez bizi kusmaya zorlayacak imkânlarla
karşılaşırlar.
Zamanın
sonundayız ve bu nedenle her şey çözülüyor, geleceğimiz kargaşayı çoğaltarak
başlıyor; Ta rih’ten aldığımız ders, değişimin bir bedeli olduğudur, olabilecek
en yüksek bedel ise başkalaşımın bedelidir; oysa, başkalaşım geçiriyoruz, hem
de kendimize rağmen, ne olacağımızı da bilmiyoruz, bizi tanımlamaya yarayan
sözcükler yarı yolda bırakıyor. Biçimler açılıyor ve içerikler kaçıyor,
ağırlıklara ve ölçülere hile karıştı, en bilgili insanların bile yargısına
güven olmuyor artık ve niteliksizlik zafer kazanıyor, hem de ona değer veren
dalaverecilerle birlikte, hiç cezalandırılmadan. Dillerimiz yozlaşıyor, en
güzel diller çirkinleşiyor, en iyi işitilenleri anlaşılmaz oluyor, şiir öldü,
düzyazı kaos ile yavanlık arasında seçim yapma durumunda. Sanatlar yok olalı
kaç kuşak geçti, en ünlü sanatçılarımız gelecekte küçümsenecek hokkabazlara
benziyorlar. Ne bir şey inşa etmeyi biliyoruz ne heykel yapmayı ne de resmi;
müziğimiz bir iğrençlik, bu nedenle eski anıtları yıkmak yerine restore
ediyoruz ve bu nedenle bütün üslupların koruyucusu kesiliyoruz güçsüzlüğümüzün
iki kez itirafı.
Üslupların
eşzamanlılığı biçimlerin karışıklığına eklendiğinden, çağımız her şeyi seçmek
istedi, bu nedenle biz hiçbir şey bulamadık, tıpkı can çekişenlere benziyoruz,
tüm Tarih bize açılıyor, bizim güçsüzlüğümüzü bize tükettiriyor. Aslında, tam
da kendi gücümüze çok güvenirken can çekişir bulduk kendimizi, çünkü kendinin
farkına varamayan bir gücün sonu kaostur. Gelecek çiledir bizim için, ve bizi
harekete geçiren öfkeye rağmen, tutarlılık yokluğu herhangi bir şeye varmamızı
engelleyecektir, nihayetinde biz bu çemberin içinde dönüp duruyoruz, bizden
daha özgür zihinsel içeriklere av oluyoruz. Biz zaten kaybettik, sentez
fikrinden vazgeçerek sonunda düzenle tutarsızlığın uyumunu varsayar hale
geldik, bozguna uğradıktan sonra rahat rahat hayatta kalabileceğimizi hayal
ediyoruz, paramparçayız ve ilk sınavda bunu öğreneceğiz, bir daha kendimize
gelemeyeceğiz, dehşet kapıda, dile getirilebilir bir dehşet değil bu; geride,
kavrayamayacağımız zamandışı öğe kalacak bir tek ayakta. Çünkü biz
eserlerimizle birlikte ve eserlerimiz aracılığıyla öleceğiz.
Evrene
dair bir ölüm şarkısı yükseliyor dudaklarımdan, içinde yaşadığımız dünyanın
bizden önce gelen ve bizimkiyle birlikte yok olsunlar diye bulup ortaya
çıkardığımız bu dünyaların bir uçtan ötekine yok olacağını öngörüyorum. Evrenin
bir ucundan öteki ucuna dirilttiğimiz yüz küsur ölü şehir bir kez daha
ölecektir, hem de dirilme olasılığı olmadan, hatıraları bile yok olacaktır,
esin perilerimiz de, içlerinde barındırdıkları servetlerle birlikte yok
olacaktır. Bütün milletler geçmişlerini kaybedecektir; önce şu koşul yerine
gelmezse herkes kendi bolluğunu, efsane ve umutlarını kurban etmeli insan soyu
hayatta kalamaz. Kıyamet gününün anlamı budur; ya hiçliğe ya da yeni bir yaşama
girmek için çırılçıplak ortaya çıkacağız ve gelenekleri tarafından bunca
yüzyıldır sınava hazırlanan vahyedilmiş dinlerin müminlerinin, mallarından
mülklerinden iyi niyetle feragat etmek ve yükümlülüklerini karşılamak isteyip
istemeyeceklerini görecek ve onların fedakârlık ruhuna hayran kalacağız. Bir
ölüm ezgisi yükseltiyorum ve uçurumdan yükselen kaosu ve çağların derinliğinden
gelen kadim korkuyu selamlıyorum!
Ölümle
birlikte kaosun türküsünü söylüyorum, ölüm ve kaos evliliklerini kutlayacaklar,
ökümenin kor gibi yanışı onların düğünlerini aydınlatacak, şehirlerimiz yok
olacak ve evler oralarda oturan ve pisleten böceklerin mezarı olacak. Çünkü
sorunlarımızın çözümü ateştedir, yalnızca ateş bizi çözümsüz binlerce
paradokstan kurtaracak ve anlaşılmazlığın kurbanı olarak içinde kımıldadığımız
labirentin duvarlarını yıkacaktır, umudumuz bundan böyle ateşte toplanıyor.
Sadeliğe özlem duyuyoruz; kaos geçtiğinde, ölüm galebe çaldığında, tek bir
insan kaldığında —ve içinde yüzlercesinin kaynaştığını gördüğümüzde—, neredeyse
bomboş kalmış yeryüzü bakirliğine geri döndüğünde, şehirlerin yanıp kavrulmuş
kalıntısını ormanların yutacağı, suların yeniden doğacağı ve yeniden
berraklaşmış ırmakların akacağı mutlu zamanlarda, her kitle yitik kitle
olduğundan kitle diye bir şeyin olmayacağı gelecek zamanlarda sadelik bize
gelecektir. Bizi sadelikten ayıran kaos ve ölümdür, ama biz ne ölümden
çekiniyoruz ne kaostan, bu dünyadan tiksiniyor ve hiçbir koşulda istemiyoruz
onu.
Bugünkü
dünyaya kaosu ve ölümü çağırıyoruz ve onların gelişini alkışlıyoruz, düzen
sürdükçe berbatlaşıyor, eğer dağılıp yok olmazsa insanları böceğe çevirecek.
Yitik kitle; işte düzenin günahı! Ve eğer kitle her şeyi istila etmişse, her
şeyi kirletmiş, her şeyi bozmuşsa, her şeyi kokutmuş, her şeyin üzerini
örtmüşse, her şeyi kaostan da berbat hale getirip kaosu bile arzu edilir
kılmışsa, düzenin ona ihtiyacı olduğu içindir bu. Bizim hizmet ettiğimiz ve
bizi işkenceye gönderen düzenin üreticilere ve tüketicilere ihtiyacı vardır,
yoksa bütünlüklü insanlara değil, bütünlüklü insanlar düzeni tedirgin eder,
onlardansa başarısızları, eciş bücüşleri, uyurgezerleri ve otomatları her zaman
tercih edecektir, düzenin suçu buradadır, düzen hem günahkâr hem canidir, ona
yalnızca ateş borçluyuz, düzen ateşle yok olacaktır. Aziz, aziz, azizdir ateş,
bizi canavardan ve canavarca işlerinden o kurtaracaktır! Ne sevimlidir, intikamcı
kaos! Ne güzeldir ikinci ölüm! Ve ne mutlu bize ki bunları bekliyoruz ve de her
ikisinin de kaçınılmazlığını biliyoruz! Aslında bizler şimdiden yarınlarımızın
konformistleriyiz.
Düzen
dayanıksız, hatta giderek daha da dayanıksızlaşıyor, çünkü kendi ölçüsüzlüğünü
yansıtıyor ve kendi tutarsızlığını aşamıyor, düzen kendi ölümüne gebe, çünkü
giderek daha kaotik bir hal alan ve kendi varlık nedeninden giderek daha da
uzaklaşan kendi öznelliğini yansıtıyor. Gelecek felaketten sonra hayatta
kalacak olanlar bu düzeni tersine dönmüş dünya diye adlandıracaklar; bizim
yaşadığımız dünya, kabul olunamaz bir düzene göre kendini düzenleyerek ve bizim
nihai amaçlarımıza zarar verecek şekilde sürdürdüğümüz, giderek saçmalaşan bir
dünya. Çünkü insan üretmek ve tüketmek için bu dünyada değildir, üretmek ve
tüketmek daima yalnızca tali olabilir, var olmak ve var olduğunu hissetmektir
önemli olan, gerisi bizi karıncalar, termitler ve arılar düzeyine indirir.
Nasibimize sosyal böcek olmanın düşmesini reddediyoruz, moda ideolojiler bizi
buna yöneltiyor, biz kaosu ve ölümü tercih ediyoruz, ve bunların ilerlemekte
olduğunu biliyoruz, bizim ideolojilerimizin de şaşmaz bir biçimde ölüme ve
kaosa doğru yürüdüklerini biliyoruz; o ideolojiler ise yeryüzü cennetini inşa
etmekle övünüyorlar kayıp cennet; kitlelerin, yitik kitlelerin mezarı üzerinde
kavuşacağımız cennet.
Şimdiden
yaşayamayacak kadar kalabalığız; böcek gibi değil ama insan gibi yaşayamayacak
kadar kalabalığız; toprağı tüketip çölleri büyütüyoruz, ırmaklarımız birer
batak, okyanuslar can çekişiyor, ama iman, ahlak, düzen ve maddi çıkar bizi
ilkel topluluklar halinde yaşamaya mahkûm etmek için el birliği ediyorlar:
Dinlere mümin gerek, uluslara savunacak insan, sanayicilere tüketici; bu
demektir ki herkese çocuk gerek, yetişkin olunca ne olacaklarının bir önemi
yok. Felaket karşısında güç durumdayız ve temellerimizi ancak ölüme giderken
koruyabiliyoruz, bundan daha trajik bir paradoks hiç görülmedi, daha belirgin
bir saçmalık hiç görülmedi, bu evrenin tesadüfi bir yaratı olduğunun, hayatın
bir gölgefeno men ve insanın da bir ilinek olduğunun kanıtı hiç bu kadar genel
onay görmedi. Bizim hiçbir zaman Gökte Babamız olmadı, bizler öksüzüz, bunu
anlaması gereken bizleriz, yetişkin olması gereken bizleriz, bizi yolumuzdan
şaşırtanlara itaati reddetmemiz gerekir, bizi uçuruma mahkûm edenleri kurban
etmesi gerekenler bizleriz, çünkü eğer biz kendimizi kurtaramazsak hiçbir şey
bizi kurtaramaz.
Ama
tinsel ayartıcılarının çoban değneğiyle ve efendilerinin sopası altında kaosa
doğru sakin sakin yürüyen bu milyarlarca uyurgezere vaaz çekmek neye yarar?
Onlar suçlu, çünkü çok sayıdalar, insanın yenilenip canlanmasının mümkün
olabilmesi için yitik kitlenin ölmesi gerek. Komşum kör ve sağır bir böcek
değildir, komşum spermatik bir otomat da değildir, komşum karanlık ve muğlak
fikirlerin esiri olmuş adsız sansız biri asla olmayacaktır, bunlar insanın
çeşitli düşük halleridir; neşeleri de acıları kadar saçmadır ve geceleyin
bunları diledikleri gibi birbirine katabilirler. Bu kölelerin hiçliğinin ne
önemi var bizim için? Onları ne kendilerinden ne de gerçeklikten kurtarabilecek
bir şey olabilir, her şey onları karanlıklara yöneltecek şekilde
düzenlenmiştir, tesadüfi çiftleşmeler sonucu döllendiler, sonra kalıplarından
çıkan tuğlalar gibi doğdular ve işte, paralel diziler oluşturuyorlar ve
yığınları bulutlara dek yükseliyor. Bunlar insan mı? Hayır. Yitik kitle asla
insandan oluşmaz, çünkü insan ancak yığın beşerin mezarı olduğu andan itibaren
başlar.
Evren
yok olduğunda ve insanlara şeylerden daha ender rastlandığında ancak evreni
yeniden oluşturabiliriz. O zaman ve yalnızca o zaman bizim Hüma nizmamız
sağırlar ve körler arasında boş bir laf olmaktan çıkacaktır, çünkü artık o
zaman, fazla yer tutma korkusuyla kendimizi tahayyül etmemize izin verilmeyen günümüzde
olduğu gibi işitmekten ve görmekten ölmeyiz. Yabancılaşma ilk görevdir, insan
aşırı kalabalıklaşır; bu görevi kalabalıklar yerine getirir, onlar hem
yabancılaşmıştır hem de rıza gösterendir, hem güçsüz hem de Cinlidirler. Yitik
kitlelerin mezarı üzerinde evreni yeniden oluşturabiliriz, kaosun doğurduğu ve
ölüme mahkûm edilmiş bu kitleleri tüm kurtarıcılar bir araya gelse, sayıları
binle çarpılsa bile uçurumdan kurtaramayacaktır, çünkü milyarlarca kişi gözünü
kurtuluşa diktiğinde kurtuluşun bir anlamı kalmaz. Duvarın içindeki tuğla geri
çıkmaz, düzen bir duvar kaosudur ve duvarlar artık bir labirent
oluşturmaktadır. Labirentin içindeki insan kimdir? Yerine başkası konabilen,
hem de hiç güçlük çekmeden konulabilen bir eleman, aynı kalıptan çıkma ve birbiri
yerine geçebilen yığınla elemandan biri.
En kötü
düşmanlarımız, bize umuttan söz edenler, sorunlarımızın çözüleceği ve
arzularımızın karşılanacağı, neşeli, aydınlık, çalışmanın ve barışın olduğu bir
gelecek vaat edenlerdir. Vaatlerini yenilemenin onlara bir bedeli yoktur, ama
onlara kulak vermek bize çok pahalıya mal olur ve yalnızca yanlış fikirler
ediniriz, biz ne kadar ilerlersek bu fikirler de o kadar etkili olur ve
muğlaklığın sultası altında o ölçüde eziliriz; üç yüzyıldan beri bizim gözümüzü
açmış olan şeylerin hiçbirini hatırlamamamızı sağlayan ve bilimsel olduğu ileri
sürülen bu anlaşılmaz ve muğlak kavramlar yığını altında bocalayıp duruyoruz.
Diyalektik denen boş sözler herhangi bir şeyi ânın ihtiyaçlarına ve
kanıtlayıcıların çıkarına göre kanıtlamayı sağlar, çünkü referans noktalarını
direniş olasılıklarıyla birlikte ortadan kaldırır: Kaos yapma makinesidir bu ve
düzen adına bile olsa, gerçekten de saçmanın hizmetine verilmiş olan ve yok
oluşun serbest alan bulduğu muhakeme gücümüzün son çabasıdır, elebaşıları en
son yok olacaktır, her şeyi kurban ettikten sonra, hiçliğin içinde bir şey
olarak kalma isteğiyle...
Düzen,
bize vaaz ettiği disipline uyarak kendini sistemli olarak tasfiye etmektedir;
bilginler daha çok keşifte bulunuyor, deliliğin kucağına düşmüş düzen de
bunları ele geçiriyor; nihayetinde her şey en kötüsüne hazır ve biz, ahlak ve
iman adına, bizi oraya götüren yollarda sebatla yol alıyoruz; gelenekler
düzenbazlıkta birbirleriyle yarışırken, icatlar da kötülükte yarışıyorlar, bu yarıştan
da kaçamayacağız ve sonunda uçurum ağzını açmış durduğu uzlaşmaya düzen öncülük
ediyor. Saçmanın kendi mantığı var ve biz onun evrelerine katılıyoruz, hatta
hazırlıksız bir şeyler yaptığımıza inanıyoruz, oysa ki yaptığımız her şey
anlamadan icra ettiğimiz bu genel plana gönderme yapıyor: Bu bir mekanizma ve
binlerce çark binlerce kez, insanın özniteliği olarak gördükleri bir özgürlük
üzerine uzun uzun söylev çekiyorlar, düzen ise saçma bir şekilde bunu
yankılamakla yetiniyor. Bizler görev gereği körüz ve düzene dayanıyoruz, düzen
bizden daha kör ama uzgörüşlü olduğuna kendini ikna ediyor, bu çift taraflı
aldatmacanın tüm halklar için eşit olarak hazırladığı yıkımdan artık kimse
kaçamaz.
Tarih’in
dersleri belagat dolu, ama biz bu dersler tarafından aydınlatılmak istemiyoruz,
Tarih’i reddediyoruz, tek amacımız gerçekliği inkâr edebilmek ve kendi
yanılsamalarımız içinde ayak diremek, mucizeye inanıyoruz ve kendimizi yazgıya
terk ederek bile olsa, bizi sürükleyen şeye teslim oluyoruz, bir şeyler değişir
umuduyla; ütopyaya duyduğumuz inanç dışında hiçbir şey doğrulamıyor oysa bu
umudu. En soğuk, en matematik ve en sinik ruhları ele geçiren bir tür
taşkınlıktır bu, onların idealizme ödedikleri diyettir; ama gelecek, karanlık
ve muğlak fikirlerin insafına kalmış bu derin hesapçılarla ve bu sözde di
yalektikçilerle alay edecektir. Bizim aramızdaki hiçbir sorumlunun felaketi
öngörecek cesareti yoktur, itiraf edecek cesareti hiç yoktur; günümüzün
koşulsuz buyruğu iyimserliktir, dipsiz uçurumun kıyısında bile iyimserliğimizi
koruyoruz, sözlü büyüye geri döndük, duayla koruyoruz kendimizi ve şeytan
çıkartıyoruz; işin tuhafı, davranışlarımızdaki gülünçlük artık düzen içinde
görülüyor, devlet şeflerimiz keramet taslayanlardan başkası değiller ve biz de
onların egemenliğinde yaşarken, rıza gösteren kurbanlardan başkası olamayız.
İletişimden
söz ederek bizi bir labirente sürüklüyorlar, gelecekteki aşmanın ve nihai
gelişmenin aşkı uğruna geri çekilmeye zorluyorlar. Düşünce ustalarımız boş
sözlere batmış haldeler, anladığımız üç düzine sözcüğün yerine üç düzine meçhul
söz koyduklarında ve bunlar aracılığıyla kendi kullanacakları bir kod
oluşturduklarında, yeni temeller attıklarını onlara hayranlık diyeti ödememiz
gerektiğini söylüyorlar bize. Dünya hiç bu kadar sefilce açıklanmamıştı,
ağırlıklar ve ölçüler yanlış, referans noktalarının hepsi sorunsallı; ben
terimlerin kabulünden söz etmiyorum, fikirlerin kaosuna giriyoruz ve
sözcüklerin fahişeliği bizi buna sürüklüyor. Hiçbir şey olduğundan fazla değil,
her şey başka bir şey olma iddiasında, göründüğü gibi olmayı reddediyor; akıl
almaz yüzlerce aldatmaca doğuyor böylelikle; yazarlar, saygınlık ve itibarla
çevreli, ne yapacaklarını bilemez haldeler. Bunun sonucunda genel bir uyuşukluk
yayılıyor her tarafa; ve eğer Tarih’in dersine kulak verseydik, uyuşukluktan
sersemliğe giden yolun en kaygan yollardan biri olduğunu bilirdik.
Hangi
alanda olursa olsun, aptallıkta birbirimizle yarışıyoruz, icatlarımız paradoksa
çare bulamıyor. Giderek daha zekice imkânlara sahip olurken giderek daha
aptallaşıyoruz, biz bu imkânların yasasına tabi olacağız ve bu imkânlar da bize
sahip olacak, biz hayal kırıklığına uğrarken devlet şeflerimiz imkânların ilk
hizmetkârları olacaklar ve biz de sınırsız bir köleliğe bağlanacağız.
İmkânlarımız bizi aşıyor kâhinlerimizin bize vaat ettiği aşma bu işte;
imkânlarımızın serpilip geliştiğini şimdiden hissediyoruz bu kâhinlerin bize
öngördüğü serpilip gelişme bu işte; biz bu imkânlara sahipken ortak bir dil yok
artık, bu nedenle iletişim sözcüğü moda; imkânlarımız bizi sürüklüyor, nereye
gittiğimizi bilmiyoruz, tesadüf yeni bir boyut kazanıyor ve zorunluluk da öyle,
her ikisi de özgürlüğe zarar veriyor, belirsizlik özgürlüğüyle çakışan
özgürlüğe... velhasıl, bizler artık atalarımızdan daha donanımsızız ve terslikler
denizinde boğulma tehdidi altındayız. En donanımlı tekneleri batırmaya birkaç
kuşak yetti ve o teknelerin üzerine biz çullandık, yalnızca biz, Tarih’in
fırtınaları değil.
Yok
olma ruhu her şeyi istila edecek, zevkle gömülüyoruz dehşete ve ilahi bir deliliğin
vurgunuyla, inceleme programlarında hiç durmadan reform yapıyoruz,
uzgörüşlülüğe basamak olmuş elementleri birbiri ardına kesip atıyoruz.
Uzgörüşlülük yerine, kırıntılardan bir kaos sunuyoruz yükselen kuşağa; Tarih’in
derslerini reddederek, sürekli yenilenmek istiyoruz, moda olabilmek için.
Değişenle değişime ayak direyenin diyalektiğini reddediyoruz, ayak di reyeni
değişime feda ediyoruz ve sonra da hiç referans noktamızın kalmamasına,
kendimizi barbarların ortasında bulmamıza şaşırıyoruz. Çünkü tek bildiğimiz
şey, eğitmek iddiasında olduklarımızı barbarlaştırmak, onları hayata hazırlar
gibi yaparak hayat karşısında silahsız bırakmak. Daimi değişimin içinde, ayak
direy ene her zamankinden daha fazla bağlanmamız gerek, Hümanizma’mızı hiç
olmadığı kadar eğitmeli, Filoloji ile Tarih’i hiç olmadığı kadar düşünmeliyiz,
referans noktalarımız, ağırlık ve uzunluk ölçülerimiz hiç olmadığı kadar çok
olmalı. Yarın bizleri, suçluları yutacak olan şeye şimdiden gömüldük.
Yitik
kitleyi uygarlaştırmak isterken kendi temellerimizi sarstık, her şeyi herkese
iletmek isterken elimizdeki yüzlerce çözümü yeniden problem haline getirdik;
peki bizim ödülümüz ne olacak diye sormamıza gerek var mı? Oyunu kaybettik,
yitik kitle kendisini yükseltecek olanı kendi düzeyine indiriyor, kendi ekseni
etrafında dönerken kendini beğenmişliğimizle onun liyakatsizliğine
bahşettiğimiz elementleri, hatta kimi zaman bizi de peşinden sürüklüyor.
Ayrıcalıklarımızın kırıntılarını korumak zahmetli oluyor ve gelecekteki
meşruiyeti haksız yere aradığımız bir derinlikte onları yeniden ele geçirmeye
cesaret edemiyoruz. Çünkü hiçbir meşruluk uçurumdan çıkmaz, ütopyacılarm
yanılgısı bizim yanılgımız oldu, ama sosyal lağım bu evreni ve kendini oraya
atmayı düşünen azizleri günahlarından kurtaramayacak. Onlar geri dönüş umudu
olmadan orada kalacaklar. Türün kurtuluşu kitleye karşı olacak, kitle insan
yüzlü kaostur ve biz kitleyi gelecekteki eserlerinin uçurumuna iyice soktukça,
geride insandan başka bir şey kalmayacak, yığınlar kötülüğü de beraberlerinde götürerek
yok olup gitmiş olacak.
Sonuncu
felaketten pek az insan sağ çıkacaktır; kötülüğün doğurduğu ve kötülüğe
adanmış, kötülükle eştözlü yitik kitle bu felakette yok olacaktır. Yarın
insanlık nadide bir kalıntı olacaktır ve her zaman kalıntı olmak isteyecektir,
ve o zaman kalabalığa, sayıya duyulan batıl inanç yüzyıllar tükenene dek
sönecektir ve Tarih’in bütün derslerine tercih edilen dersi şu olacaktır: “Asla
çoğalmayın ve kesinlikle artmayın, facianın kaynağı üremedir, yeryüzünün
kaynaklarım tüketmekten ve onun masum giysisini kirletmekten çekinin, ateşin
milyarlarcasım yok ettiği, çer çöpün ve pisliğin ortasında varlığını sürdüren
ve kendi dışkılarını içen o eciş bücüş yaratıkları hatırlayın, tek bir ağacın
bile bitmediği, uğultunun ve leş kokusunun istila ettiği bir sürü canavarca
şehirde beşi altısı tek bir odada yaşıyordu onların. Babalarınız böyle
insanlardı, onların iğrençliklerini hatırlayın ve onları sakın örnek almayın,
aynı ölçüde iğrenç olan ahlaklarını aşağılayın, inançlarını bir kenara atın,
onlar çocuk kaldıkları ve Gökte bir Baba aradıkları için cezalandırıldılar. Gök
boştur ve sizler özgür insanlar olarak yaşamak ve ölmek için öksüz
kalmalısınız.”
Ve
şimdi Büyük Gece’ye giriyoruz, elimizde silah, bizler hem kurbanız hem cellat,
hem deliyiz hem cinli, kaosun çocuklarıyız, ölümün şer ortakları. Çünkü önce
milyonlarcamız ölecek, sonra milyarlar camız ve yitik kitle yok olup gidene
dek, aşırı kalabalık insanların evreni kemiren cüzamından bu evren kurtulana
dek ölmeye devam edeceğiz. Evren ancak bu bedelle değişmiş olur, ancak bu
bedelle iki bin yıldan beri bize sözü edilen Kurtuluş bir varsayım olmaktan
çıkar ve hayatta kalmayı hak edenleri, insanlığın geri kalanını, bizim karanlık
ve muğlak fikirlerimizden kurtulmuş olanları ancak anıtlarıyla birlikte yok
olmuş ulusların mezarı üzerinde canlandırabiliriz. Aslında hiçbir şey daha
kolay sonuçlana maz ve orada bizim geleneklerimiz artık eserlerimizle buluşur,
gelenekler de eserler de sonsuza dek aynı uçurum içinde birbirlerine karşılık
verirler, geleneklerimiz eserlerimizin etkisini meşrulaştırır, eserlerimiz
geleneklerimize özgü ölçüsüzlüğü onaylar. Sentez eksikliğinden boşuna şikayet
ediyoruz, onların gerçekliğini kanıtlamaya hizmet edeceğiz.
Eserlerimizin
ortasında, deliliğe ve aptallığa mahkûmuz, kullandığımız imkânların ruhuna asla
sahip olamıyoruz, kendi aralarında uyuşmayan planlar üzerinde yaşıyoruz,
birbirlerimizin çağdaşı bile değiliz. Ölçüsüzlük bizim ortak paydamız,
tutarsızlıktan asla şaşmıyoruz, en hayranlık verici bahanelerle nesnelliğin
içini boşaltıyoruz ve diyalektiğe başvurarak hakikatten gizleniyoruz, referans
noktalarını keyfimizce çoğaltma ve ihtiyaçlarımıza göre bunları değiştirme
sanatında mahiriz, sonunda bir labirent içinde dönüp durur hale geldik ve bizi
sürükleyen hareket adına sentezi imkânsız ilan ederek kendi müşkül durumumuzu
meşrulaştırıyoruz. Artık her şeye izin var ve kimse sorumlu değil, şimdi bizler
kendimizi insan olarak hissetmekten bizi korusun diye tanrılaştırdığımız
kaderin özgürce suç ortağı otomatlarız, terk edilmekten zevk alıyoruz, manevi
çöküşümüzün içine yan gelip uzanıyoruz, bizi sürükleyen şeyden kopmayı
reddederek kendi yitimimize doğru yuvarlanıyoruz, büyülenmişiz, razıyız...
Böylece
uçurum uçurumu çağıracaktır, biz hakim olamadığımız ölüm iradesini kendi
içimizde taşıyoruz, yaşama tutkusunun bizi harekete geçirdiğini hayal ederken
aslında bu tutku karşıtının içinde karşılık buluyor ve bu zincirinden boşanma
bizi uçuruma sürüklüyor. Düzen kendi sandığından daha delidir, düzen hayal
ettiğinden daha aptalcadır ve bizler, düzeni destekleyen bizler, onun bize
benzediğini hissediyoruz, biz nasıl kendimizi tahayyül edemiyorsak o da bizi
tahayyül edemiyor, o biz körleri peşinden sürükleyen bir kördür. Hiçbir şey bu
tablodan daha ürkütücü olamaz, ama bu tabloyu yalnızca gelecek zaman
seyredecektir, biz bunu asla kavrayamayacağız, biz görevimizi yerine
getiriyoruz ve bundan zevk alıyoruz, mücadele ediyoruz ve uyuyoruz, bu
anlaşmaya tek şaşıranlar ve düzenlemeyi reddedenler yalnızca bizim
anarşistlerdir, onlara kem küm etmeden elimizi uzatacağız, düzen adamlarına
karşı anarşistler haklıdır. Düzen adamları sistem değiştiremez ve sistem onları
kaosa götürse bile, haksızlıklarını itiraf etmektense bu düzenin kurbanı olup
ölmeyi tercih ederler. Zaten itiraf neye yarar ki, rakiplerinin önerecek hiçbir
şeyi yokken?
Herkes
haklı olduğunda her şey yitirilmiştir, her şey mubah ve mümkün olur, bu en
trajik andır, bizim ânımız budur. Biz, iyi niyetli insanların ortasm dayız,
onlar davaları için kendilerini feda etmeyi kabul ederek öleceklerdir, onların
davasının çoğu durumda bir yanlış anlama olduğunun farkındayız, ama bunu onlara
anlatmak bir işe yaramaz, bize inanmayı reddedeceklerdir, üstelik yaşama
nedenleri buna sıkışıp kaldığından büyük bir kararlılıkla reddedeceklerdir.
İdeal neredeyse her zaman muğlaklıklardan ibaret bir dokudur ve eğer karşıtanla
mın kökünü kazırsak, çoğu insanı anlamsızlığa mahkûm ederiz, hakikat asla
onlara göre değildir. Oysa, elimizdeki imkânlar, tekerin her dönüşünde hakikati
daha da güçlendirmektedir, bizse kendimizi bu evrenin içinde, sürekli
insanileştirdiğimiz bu evrende giderek daha yersizyurtsuz hissediyoruz: Bu
paradoks öncekinden daha az trajik değildir ve bunun çözümü yoktur.
Düzensizliğe kurban olmaya daha ne kadar devam edeceğiz? Düzensizlik sonsuza
dek süremez, düzensizliğe tahammül edemeyen insan ruhu parçalanır. Bu durumda
felaket tercih edilir ve insan, geleceği zorlamak umuduyla, felakete koşmakta
tereddüt etmez.
Ben
zamanımızın peygamberlerinden biriyim, sessizlik kaplıyor üzerimi, benim
söyleyecek sözüm olduğu hissedilince bunu öğrenmek istemediler, moda olmuş
usullerle bu sözden uzak duruluyor, beni canlı canlı gömmek istiyorlar ama
bunun sonucu benim yandaşlarımı günün birinde daha fanatik kılmak olacak. Ben
kendime çizdiğim yolda ısrarlıyım, bu yol artık açıktır, burada uzun süre tek
başıma yürüyecek değilim, benim fikirlerim bu dünyada yoktu ve bu fikirleri
benimseyecek olanlar, düzen adamları ile anarşistler arasında yeni bir halk
oluşturacaktır. Anarşistlere yakın olduğum söylenemez, düzen adamları da
anarşistler de beni aynı ölçüde dehşete düşürüyor, ben onların tartışmalarının
üzerindeyim, yasallığa yeni bir eksen atfederek bu iki alternatiften kopuyorum,
gelecekteki Site’nin oluşumuna dişi ilkenin öncülük etmesini istiyorum ve bütün
işaretlerin yerini değiştiriyorum, negatif olan artık negatif olmak zorunda
değil ve henüz negatif olmayan muhakkak ki negatif olacaktır, benim devrimim
işte bu, gözlerimizin önünde başlıyor ve benim fikirlerim bunu yansıtıyor. Ben
ütopya vaaz etmiyorum, bir hakikati hayal meyal seçiyorum.
Bana
yapıcı olmadığım söylenecek, felaketin üzerinde inşaat yapmakla ve felaketi bu
evreni düzene koymaya elverişli görmekle suçlanacağım; bana sosyal olmadığım
söylenecek, kitlelerin kurban edilmesini öngörmekle ve insanın düzelebilmesi
için felaketi gerekli bulmakla suçlanacağım; benim gayri insani olduğum
söylenecek, çünkü milyarlarca böceğin yaşamı beni ilgilendirmiyor ve ben
ökümen’in insan sızlaşmasını savunuyorum; benim ahlaksız olduğum söylenecek,
çünkü ben değerler eksenini sarsıyorum ve işaretlerin sırasını değiştiriyorum.
Haksızlıklarımı biliyorum, suçlu olduğumu kabul ediyorum, aynı yolda yürümekte
ısrarlıyım: Gelecekteki düzene inanıyorum, ben de o düzenin peygamberlerinden
biriyim, soyumuzdan gelenler arkaik insanların savunmuş oldukları şeyi o
düzende bulacaklar. Ben dünyanın başlangıçtaki halini yeniden kuranlardan
biriyim, kadınların düzeni bizim itaat ettiğimiz düzenden çok daha eski, işte
ben o düzenle bağ kuruyorum, temellerimizi altüst ederken tek amacım bu
temelleri taşıyan şeyi gün ışığına çıkarmak, ben bunun üzerinde zamandışı bir
Site inşa edeceğim yarın.
Tarih
aşılması gereken bir maceradır, Tarih elli yüzyıl önce başladı ve biz onunla
birlikte ölmek istemiyoruz. Gelecekteki düzen Tarih’in mezarı olacaktır ve
bizim türümüz ancak bu bedel pahasına varlığını sürdürecektir, Tarih’ten
çıkmamız gerekiyor ve yalnızca kadınlar aracılığıyla bundan çıkabiliriz,
kadınların hakimiyeti bizi tarihin vesayetinden kurtaracak ve tarihin ipoteğini
kaldıracaktır. Ancak ve ancak bu koşullarda zaman diye bir şey artık
olmayacaktır ve zamanın olmasından önceki gibi— her gün zamandışı olacaktır;
ancak ve ancak bu koşullarda Toprak Gökle birleşecek ve Tanrısal birleşme
Kurban Etme’nin yerini alacaktır; ancak ve ancak bu koşullarda içinde
yaşadığımız dünyanın sonu varlık nedenine kavuşacak ve bundan çekinmemize hiç
gerek kalmayacaktır. Felaketten kaçamayız, ama tohum ekebiliriz, bu evrenin
çöküşü tohumların büyümesini engellemeyecektir, her şekillenmiş niyetin ve görünüşte
akla yatkın her projenin terk edilmesine umut bağlayabiliriz, çünkü elementleri
doğuşundan önce gelen ve bizim ölümümüzle son bulmayacak bir durumun mantığına
hiçbir şeyin baskın çıkamayacağını biliyoruz.
Elimizde
kalan biricik kesinlik niçin en kötüdür? Bunun iki nedeni vardır, birincisi,
bizi sürükleyen hareketi frenlemenin imkânsızlığıdır, ve İkincisi de bizzat bu
hareketin doğasında yatar. Çünkü aslında bizi sürükleyen hareket bizden
kaçmaktadır ve bizler güçsüzlüğe mahkûm nesnelerden başka bir şey değiliz, bu
hareket bir uçurumdur, biz kendimizi orada yitireceğiz, uçurumu ölçmek bir işe
yaramaz, dahası o kendi kendinin varlık nedenidir, insanın anlayabileceği
hiçbir tasarıya itaat etmez ve her olasılığa göre— bu hareket artık saçmadır.
Böylece saçmalık yazgı olur, yazgısallık mantık; her şeyin bizi dağıtmak için
el birliği ettiği ve kendimizi sorumsuz hissettiğimiz bir zincirleniştir bu. En
kötü olan, kesindir ve bizler onun suç ortaklarıyız; en kötü, ölümün
şehvetiyken bir yaşama nedeni olmuştur. Böylece, kaçınılmaz olana doğru
koştururuz, çok kalabalıklaşmış ve kendini kitle halinde yok etmekten başka bir
şey düşünmeyen o hayvanların dengiyiz; hem de bu yok oluş, yarın kafamıza
aşılanacağı gibi, fedakârlık ya da maneviyattaki ruh aşırılığı nedeniyle
olmayacaktır.
Yitik
kitlenin bilinci yoktur ve asla da olmayacaktır, bilincin özü varlıkları tek
başına bırakmaktır ve insanlar kendi bilinçlerinden kaçmak için bir araya
gelirler, yitik kitle onların kaçış yoludur, başarısız yalnızlıkların
kavşağıdır, her zaman suçludur, onun laneti daima düzenin içinde olacaktır,
kendisini oluşturan değersiz ve başarısız yığını kendi yitimi içine katar. Sayı
kötülüğün aletidir, kötülük insanların çoğalmasını ister, çünkü insanlar ne
kadar artarsa insan o kadar değersizleşir, beşer insan olmak için gereken
enderlikte asla olmayacaktır. Gerçekten de kitleler halinde ölüyoruz, kitleler
bizi ölçüsüzlüğün ve tutarsızlığın uçurumlarına sürüklüyorlar, kurtuluş ile
kitleler zıt kutuplarda yer alır, kurtulamayız, ne olursa olsun, bizler çok
kalabalığız ve bizim aramızdan kendini soyutlayıp tek kalabilenler evrenin
yazgısını değiştiremeyecektir, yalnızca ötekilerin nereye doğru yürüdüklerini
göreceklerdir, körlerden ve sağırlardan daha umutsuz olacaklardır, uyurgezerler
okyanusunun şaşmaz biçimde düzenli ve değişmez bir hareketle yuvarlandığı
yüzsüz bir burguya cepheden bakacaklardır.
Evren
arzunun bir araya getirip ölümün parçaladığı bir mekanizma olduğundan, yitik
kitle bu evrenin durumunu en korkunç haliyle yansıtır, onun cisim leşmiş
halidir ve bu nedenle bu kitleyi ne sevebiliriz ne de ona acıyabiliriz, yitik
kitle çekirge sürüleriyle ve kemirgenler ordusuyla aynı yasalara itaat eder,
milyonlarca kafası olan bir canavardır. Yitik kitlenin bir tanrıya tapmak
istemesinin bu tanrının ona benzemesi ve kitle aracılığıyla bu evrenin yansısı
olabilmesi için yeterlidir, kitle tinin içini boşalttığından, bu tinin nerede
tezahür edeceğinin önemi yoktur. Aslında tin kitleyi asla harekete geçirmez ve
asla fikirler kitlede kararlılık kazanmaz, kitle tini kabul edemez, fikirlerin
tini işlemesine de katlanamaz, kitlenin derinlikleri ölüdür ve buz tutmuştur,
kitlenin gecesi ışığa baskın çıkar, Tarih, insanın boş bir laf olduğu bu
zamandışı denizin enginliği boyunca kayacaktır. Yüzsüz gölgeler arasında
kurtuluştan söz eden de kim? İlerlemeden kim söz eder? Aşmadan kim söz eder?
Çünkü insanlığın kurtuluşunun anlamı yoktur, ilerleme nereyi ısıracağını
bilemez ve aşma daha başlarken son nefesini verecektir.
Birkaç
kişiyi kurtarabiliriz ama kitleyi kitle olarak asla kurtaranlayız, akıl
yürütebilir ve baştan soyutlayıp tecrit edebileceğimiz az sayıda insanı
bilinçlen direbiliriz, ama bilimimizin katışıksız kayıp olarak çoğalttığı
imkânların kullanımı bile yığınların payına düşeni değiştirmeyecektir, yığınlar
iyi niyetli olduklarına inanarak bize yalan söylemeyi öğreneceklerdir,
karışıklık daha da ölümcül olacaktır ve buna çare bulmak için gözümüz çok geç
açılacaktır. Ölçü korunmadığında, kurtuluşun, ilerlemenin ve aşmanın kabul
edilemez fikirler olduğunu; milyarlarcası nın kemirdiği ve kirlettiği evrende
ölçüden söz etmeyi ancak kendimize zarar vererek öğreneceğiz. Aşırı sayıdaki
insanların ölmesi için dünyanın yok olması gerekecektir, yeni doğanların suçlu
doğduğunu zaten biliyoruz, onlar burada oldukları için suçlular, suç onları
hiçliğe mahkûm etmek değil, suç onları dünyaya getirmekte. Canlılar hızla
çoğaldığı andan itibaren hayat kutsal değildir, aşırı kalabalık insanların
hayatı böceklerinkinden daha değerli değildir ve savaşta ölmüş askerler onları savaşa
sürükleyenlerin gözünde de daha değerli değildir.
İnsanlar
hiçbir umut taşımasa kaderleri aynı olmazdı, insanlar hiçbir şeye inanmasa,
durumları belki değişirdi: Dolayısıyla umut ve iman onların başlarındaki
musibetin parçasıdır yalnızca, ama bunlar efendilerinin mutluluğudur ve
tinselciler, ermişliklerine rağmen, efendilerin bekçi köpekliğini yapmadan
duramazlar. Kıyamet gününde ne umut ne iman bağışlanacak; son nefeslerini
verene dek tohumlarını çoğaltmaya yönelttikleri can çekişenlerin ve ölenlerin
müsebbibi onlardır. Erkekler hiçbir şeye umut bağlamasalardı kadınlar kısır
ölürdü, erkekler hiçbir şeye inanmasalardı döllemektense ahlaksızlığı sever
olurlardı, ahlaksızlıklar onları görevden daha az mutsuz ederdi, görev
ahlaksızlıklardan daha kötüdür, görev musibetin içine yerleşmektir. Hakikat
nihayet çırılçıplak ortada ve hakikatin açığa çıkması her zaman cezalandırıldı,
nedeni de malum, düzenin umuda ihtiyacı vardır ve umut düzen için tüketilir,
düzen imana daha fazla ihtiyaç duyar, iman yalnızca düzen için yaşar ve
insanlar hayatı çoğaltarak yaşarlar...
Umut ve
iman geçmiş kuşaklan aldattılar, gelecek kuşakları aldatacaklar ve yanlış
fikirlerin ağırlığı arttıkça sefalet de bununla birlikte aktarılır; düzen
çağların çökeltisine göz kulak olur ve aldatılan insanların ölümüyle yaşar. Ara
sıra dünyada bir kurtarıcı belirir, ama bu kurtarıcının mesajı daima
anlaşılmazdır ve düzen bu mesajı kendi keyfine uydurmakta tereddüt etmez.
Okuduklarını anlayan ender kişilerin karşısına, söze sığmaz bu lafların ortasında
yeniden düzen çıkar, çünkü düzen peygamberlerin konuşmasına izin verir ve onlar
konuşmalarını bitirdiklerinde son sözü düzen söyler, hem umuda hem imana
damgasını düzen basacaktır: Metinler bu koşullarda kabul edilir ve onların
esinleri yanılmaz olarak değerlendirilir, bu yöntem binlerce yıl geçmişe uzanır
ve çağlar tükenene dek de asla değişmeyecektir. Kurtarıcılar kuşakların dengi
geçinirler ve düzen kalır, onlara teslim olmuş gibidir ve onların eserleriyle
silahlanmayı amaçlar, Tarih bize her kurtarıcıdan sonra düzenin daha güçlü
olduğunu öğretir, bütün kurtarıcıları inanılır ve güvenilir kılmak için hizmet
ettikleri umut ve imandan daha güçlü olur.
Umut
ettiğimiz için ölüyoruz, inandığımız için ölüyoruz, aldatılan ve kendi
kendilerini aldatan insanların nasibine düşen budur, bu nasip değişmeyecektir,
yalnızca felaket bizi bundan kurtarabilir ve felaketten kaçamayacağımızı
biliyoruz. Ölüme doğru gidiyoruz, umut ve iman bizi tavlıyor, umut ve iman
ölümüne doğru gidiyoruz, onlarla birlikte ve onlar tarafından ölüyoruz,
insanlığın geri kalanı bunlardan sonra hayatta kalacaktır, insanlığın geri
kalanı yaşayacaktır, ama tinde yaşayacaktır, imana karşı koyan tinde, umuda
ihtiyaç duymayan tinde. Aslında, yitik kitle bu dünyanın dengesini sarstığı
sürece tinin hükümranlığı olamaz, tinin egemenliğine ancak kitle hiçleştiğinde
erişebiliriz. Derdin devası acımasızdır, hastalık daha da acımasız, ya
iyileşeceğiz ya da yok olacağız, bu tercihten kaçamayız, iyileşmemizin bedeli
en şaşırtıcı felaket olacaktır, geleceğin gölgesi şimdiden bizim üzerimizde
olduğundan Tarih bu felaketi anımsamaktadır. Çünkü gelecekteki ölümün
gölgesinde ilerliyoruz, ölüm bizim varoluşumuzun aşırı miktardaki boyutudur,
uçurum bizim üzerimizde asılı duruyor ve bizler sıra sıra uçuruma teslim
ediyoruz kendimizi.
Bu
dünyanın şimdiki halinde varlığımızı sürdüremeyiz, çünkü bu dünyanın şimdiki
halinin geleceği yoktur, bizi şimdiki zaman öldürecek ve hayatta kalacak
olanlar pek az olacaklardır! bir başka dünyada bulacaklar kendilerini, bizim
içinde yaşadığımız dünya bunun vaadi olamaz. Gelecek zaman şimdi maruz
kaldığımız gerçeklikten kopacaktır, eğer bunu sürdürürse gelecek zaman
olamayacaktır, bizimle geleceğimiz arasında bir uçurum uzanmakta; bizim içinde
yok olup gitmemiz gereken uçurum bu. Böy lece kaosa ve geceyle eştözlü
eserlerimizle dolu olan ikinci ölüme gireceğiz, böylece bu eserlerin altına
kendimizi daha iyi gömebileceğiz, böylece geçmiş yeniden ortaya çıkmasın diye
daha da derinleştireceğimiz karanlıklar içinde bizim peşimizden gelecektir.
Bizler Tarihi kapatmaya yazgılıyız, Tarih bizimle birlikte ölecek, parantezin
sonuna değiyoruz, kaçınamayacağımız şeye rıza gösteriyoruz, hem de tamamen ve
hiçbir şey bizi daha fazla ürkütmüyor, en kötüyü bekliyoruz, en kötüyü
umuyoruz, umudu çoktan feda ettik, imana el çektirdik, özgürüz, hiç olmadığı
kadar özgürüz, kendi ölümümüzde mevcuduz ve bizim için artık ölümün bile
vekalet ettiği bu yaşama nedenleriyle birlikte varlığımızı sürdürüyoruz.
Uçuruma
doğru yürüyüşü durduramayacağız, aşırı kalabalık insanların ağırlığı bizi
bağışlamayacak, başlarımızın üzerinde birikmiş yüzyıllar bizi dönüp durmaya
zorlayacak ve bizi uçurumdan yuvarlaması için varlıklarını koruduğumuz yanlış
fikirler kaosu aklımızı karıştıracak. Her şeyi yapabiliriz, geri çekilmek hariç,
yolda sıkıntı bile çekmeyeceğiz, yolun bizi neye hazırladığım biliyoruz.
Çözümler birbiri ardına geriliyor, bizi geride kalanlardan koparıyorlar,
tekerleğin her dönüşünde paradokslar çeşitleniyor ve problemler
karmaşıklaşıyor, çoğumuz bu problemleri önümüze koymaktan kaçınıyoruz, çoğumuz
kendini tahayyül etmekten kaçmıyoruz ve en zekilerimiz tutarsızlığımızın
meşruiyetini savunacaklar, en ünlü bilginlerimiz sentez savından vazgeçiyorlar,
sonunda bu dünyanın imgesi parça parça oldu ve düşünürlerimiz dünyanın artık bu
haliyle varlığını sürdüreceğini ileri sürüyorlar. Peki ne kadar zaman için?
Çünkü hiçbir düzensizlik kendi düzensizliği içinde varlığını sürdüremez,
yalnızca giderek daha fazla dağılabilir, türün yasasıdır bu, bizim kâhinler
bunu unutmak istiyorlar, bizse bunun hem kapsamını hem doğruluğunu
hissedeceğiz.
Bir
ülke Tarih yapıyorsa yirmiden fazlası Tarih’e maruz kalıyor ve bu yirmi
ülkedeki her parti, hangisi olursa olsun, milliyetçi olduğunu ilan eden Yabancı
partisidir. Artık Tarih yapmayan uluslar, başlarına geleni anlamıyorlar,
onların yazgısı kaos, ihtişamları onları bu kaostan koruyamaz, onların nasibine
düşmüş olan uyuşukluk içindeki manevi çöküşe karşı erdemleri de onları
uyaramayacak. Bağımsız kalmış az sayıdaki ulus dünyanın geleceğini başlarının
üzerinde taşımayı üstleniyor, geçmişte daha kolay yapabiliyorlardı, giderek
daha zorlaşacak. Yazgının payı büyüyor; yazgının fırlattığı gölgedir uyuşukluk:
Bir gün onlar da halkların çoğunluğuyla aynı nasibi paylaşacaklar, güçleri
hiçbir işlerine yaramayacak, ayrıcalıkları yalnızca hayali olacak, nihayet
Tarih herkesin tutkusu olacak. Bizimle onlar arasında kaç yıl var? Ne kadar
süre sonra biz de kaçınılmaz olarak güçsüzlüğe mecbur hale geleceğiz hem de
birinciler en başta olmak üzere? O zaman en kötü kesinleşmiş olacak, düzenin
dış görünüşünü boşuna koruyor olacağız, kaosa gideceğiz, iyi niyet gözümüzü kör
etmiş olacak, giderek daha despotikleşecek düzen, ve giderek daha saçma bir
geleneğin onayım almış olacak.
Milliyetçilik
evrensel bir hastalıktır, ancak çılgınların ölümüyle şifa bulur, bu kadar
zararlı düşüncenin iyice daralttığı bir dünyada varlığımızı sürdüremeyiz, yok
olacağız. Geleceğin tarihçisi, doğanın halklara baş döndürücü bir ruh musallat
ederek halklardan öcünü aldığını ve Milliyetçiliğin çok kalabalıklaşmış hayvan
topluluklarını ele geçirmiş olana benzer bir çılgınlık olduğunu söyleyecektir.
Biz çok kalabalığız ve ölmek istiyoruz, bize soylu bir bahane gerekiyor ve işte
bulduk: Sahip olma ve yabancılaşma huyu, hem de olabilecek en kusursuz haliyle.
En aşağılık edimleri gerektiğinde çoğaltarak kendimize itibar vermemizi sağlar,
bizi kurban olmaya mecbur bırakarak kendi kendimize bakıp sarhoş olmamızı
sağlar, bizi tüm saflığımızla canavarlaştırır, erdemlerimizin bütün
erdemsizliklerin sıfatıyla donanmasını sağlar ve en iyisi arzuladığımız ama
seçmeye cesaret edemediğimiz şeyi bizim için o seçecektir. Bizler adamakıllı
hapı yuttuk, bu hastalık hiçbir ulusu esirgemez, bütün ülkeler onları
birbirlerinin karşısına çıkartan ve boğaz boğaza gelecek denli harekete geçiren
öfke türüne varana dek birbirine benzemektedirler.
Hiçbir
ulus kendi tarihi olarak adlandırdığı şeyi unutmak istemediğinden ve çoğu zaman
kendini Ta rih’ten ayırt edecek bir gerekçesi olmadığından, günün birinde
hepsinin vazgeçmesi gerekecektir. Son galip, uzamı ve zamanı
silahsızlandıracaktır, araçlara ve fikirlere, iddialara ve anılara, biçim ve
içeriklere el koyacaktır, kendini elli yüzyılın tek mirasçısı ilan edecektir,
kendisinin insan türünün varlık nedeni olduğunu ve yüz halkın görevinin de her
şeyden feragat etmek olduğunu kanıtlayacaktır, kimilerinin kökünü kazıyacak,
geri kalanların çoğunu sürecektir ve her yerde bir sürü insan görülecektir, tek
efendisi de o olacaktır. Çünkü sadelik, gözlerimizin önünde çığ gibi büyüyen
farklılıkların en azından bollaşmasıyla ve bu bollaşma sayesinde düşünülebilir,
gelecek sadeliktedir, bir düzensizlikten diğerine ilerleyerek nihai düzene
doğru gidiyoruz, bir kıyımdan ötekine giderek ahlaki silahsızlanmaya gidiyoruz,
pek az kişi kurtulacak ve pek az kişi kurtulmuş olacak, yitik kitle ise bu
arada yok olup gidecek, kendisiyle birlikte çözümsüz sorunları da uçuruma
sürükleyecek. Milliyetçilik, yalnızca bir kitle olan kitleyi teselli etme ve
ona Narsissus’un aynasını sunma sanatıdır: Geleceğimiz bu aynayı
parçalayacaktır.
Nezaketin
alana ihtiyacı vardır ve dünyada en fazla eksikliği çekilecek olan şeydir alan,
sıkışık bir dünyaya doğru gidiyoruz, bunu hiç anlamadık, bizi abartan
anılarımızdan feragat etmeliyiz, fazla yer kaplayan yanılsamalarımızdan feragat
etmeliyiz. Ulusların bunu kendi rızalarıyla yapmayacağına inanabiliriz, bu ret
sayısız dehşetin habercisidir, son galibin başının üzerinde yargıçlar olmayacak
ve tek bir günde bir milyar insanın kökünü kazıdığında kimse onu eleştirmeyecek.
Gelecekte verilecek kararlar üzerinde uzlaşma aranmayacak, gelecek kesip
atacak, geleceğin sıfatları şiddet ve sadelik olacak, bu sıfatlar hakkında
kendimizi aldatabiliriz, filozoflarımız bir birleriyle yarışırcasına mucize
tahmininde bulunuyorlar, en iyi mantıklı zincirleri ve en kesin gerekçeler
karşısında bile asla bu kadar geri çekilmezler. Kelimelerden duyulan korku
büyüyor; demek ki onlara bir güç atfetmişiz ve bu güç olayların akışı içinde
gün be gün yalanlanıyor, onlara yüklediğimiz anlama gülüp eğip büküyoruz bu
anlamları açık seçik ve belirgin nedenler önünde titremek hariç.
Ciddiyetten
uzaklaştık, ciddiyetsizlik hayra alamet değil, yargılarımız içimizi kemiren ve
belki de başka çare kalmadığından yalan söylediğimiz korkunun izini taşıyor.
Babalarımız kimi zaman trajik görünmeye cesaret ediyordu, çünkü bizim gibi
ölümün gölgesinde yaşamıyorlardı, dünyanın sonundan söz ederken, bu sonla
aralarında sayısız kuşak olduğunu hissediyorlardı bizse yakınımızda kabul
ediyoruz. Bizlerin görmeyi kabullendiğimiz şeyi babalarımız hayal ediyordu,
onların hipotezi artık bizim tezimizdir, onlar ölmekle yaşamak arasında tercih
yapabilirlerdi, oysa ki bizler şimdiden hayatta kalmaya çabalıyoruz. Tarih’in
beş bin yılı aşkın bir süredir ilerlediği bu olay pek yakında sona erebilir ve
bizi her türlü gerçekliğin dışına sürükleyebilir; bizim kimliğimiz pek yakında
sona erebilir, öğle vakti alacakaranlık çökebilir, parantezin kapanabilir ve
zamanlar karışıp zamandışma gelip dayanabilir ve aniden orada parçalanabilir.
Ölüm orada olduğu için bizler gerçekliğimizden kurtulmaya çabalıyoruz;
babalarımız ise yalnızca vaat arayıp müjde buluyorlardı.
Sağır
olmayan herkesin işittiği derin ses bizi bekleyen şey konusunda uyarıyor,
kötülüğün çaresi olmadığını ve mucizeye inanmanın kutsallığa saygısızlık
olduğunu biliyoruz, yokuşu çıkamayacağımızı ve görünüşte kabul edilebilir
nedenlerle inişi onaylayacağımızı biliyoruz, bir uçtan öteki uca
parçalanacağımızı ve fikirlerimizin imkânlarımıza denk olarak hazırladığı
kıyamet içinde yok olacağımızı biliyoruz. Yakında ortak paydamız kaos olacak,
kaosu kendi içimizde taşıyoruz ve onu aynı anda bin yerde bulacağız, her yerde
düzenin geleceği kaos olacak, düzenin şimdiden bir anlamı kalmadı, boş bir
mekanizmadan başka bir şey değil ve bizi telafisi imkânsız şeye mahkûm etmesi
için düzeni sürdürerek biz tükeniyoruz. Yazgı’ya bir tapmak yükseltiyoruz,
kurbanlar sunarak onu onurlandırıyoruz ve kendimizi de sunacağımız saat uzak
değil, dünya, başkalarını da ölüme sürükleyerek ölmeyi hayal eden insanlarla
dolu. Aşırı kalabalık insanlar, evrene yayılan ve ökü men’i yaşanmaz kılan bir
zehri damıtıyor gibiler. Cehennem, hiçlik olmak bir yana, varlıktır.
Çünkü
ahlakın ve imanın bedeli, çok fazla çoğalmış ve insanın Cehennem’i olmuş beşer
varlığıdır. Bu bize ahlakın hiçbir anlamı olmadığını ve imanın tanrısal
olmadığını göstermektedir; her ikisi de efendilerimizin hizmetindedir, bizim en
berbat düşmanımız bizi yöneten efendilerdir. Efendilere köle gerekir, köleler
ne kadar çoksa efendiler de o kadar çok zenginleşir, yeter ki kadınlar doğursun
ve çocuklar doğsun, gerisi vız gelir onlara, nüfusun azalması onların yıkımı
olacağından evrenin parçalanmasını tercih ederler, dünyayı kurtaracak olan
hareketin durması onların zararınadır. Bizler bu dünyada derimizi yüzen
soygunculara kanmışız ve Tanrı’ya itaat ettiğimizi sanırken aslında insanlara
itaat ediyoruz, hem de bizi kaosa sürükleyen ve ölümden sakınmayan insanlara,
cahil insanlara, güçsüz ama bize dayattıkları gelenekler adına ölüme zorlayan
insanlara. Çünkü yetkililerimiz hiçbir şey bilmiyorlar, hiçbir şey
yapamıyorlar, hiçbir değerleri yok, bizi hiçbir şeyden korumuyorlar, yalanlarla
bizim beşiğimizi sallamak dışında hiçbir konuda hemfikir değiller, tek amaçlan
kazandıkları ayrıcalıkları korumak ve yerleşik düzenlerini sürdürmek.
Bizim
sözde dini ve ahlaki yetkililerimiz, kendi gerçekliğimiz karşısında bizi
silahsızlandırmaktan başka bir işe yaramıyorlar, bizim imkânlarımızın ruhu
onları hükümsüz kılacağından bu ruha karşı duruyorlar, bizim yetişkin olmamızı
istemiyorlar, onlara saygınlık sağlayan hataları sürdürmekten başka bir şey
düşünmüyorlar, bize itaat ve kafa karışıklığı vaaz ediyorlar, onların eseri
olan her şey bu dünyanın felaketine gelip ekleniyor. Eğer biz utanç içinde
öleceksek bu onların hatası, çünkü soluk alır gibi ihanet ediyorlar bize, onlar
bizim ayakbağımız, bizse onları bize destek olan temel zannediyoruz, onların
yok edilmesi bizi özgür kılardı ancak uygun zamanda onlardan kopmayı göze
alamadık. Bu yüzden sadakatimiz bizi lanetliyor ve itaatimiz bizi mahkûm
ediyor, artık çok geç ve hiçbir şeyi telafi edemeyeceğiz, felaketten
kaçamayacağız; bizim en büyük tesellimiz, yok olurken, bizi uçuruma
sürükleyenlerin de ayaklarımızın altında yok olduğunu görmek olacak ve ölürken
onların hem anısını hem de tohumlarını yok etmek için ayaklarımızın altında
çiğneyeceğiz. Yarın, yalnızca kurbanlar olacak; Tarih’in adaleti budur.
Bizim
dinlerimiz insan türünün kanseridir, ancak ölerek bu kanserden kurtulabiliriz,
dinlerimiz yok olsun diye ölüyoruz; felaket, rahipleri cemaatleriyle birlikte
yutacaktır, harabelerin ortasında insanlıktan sağ kalacak olanlar, ayakta kalan
taşlara saldıracaktır. Ulusların, evreni tekrar düşünmek gerekirken, büyük
yapıların bakımını yapıp restore ettiğini görünce gülüyorum, onların tinsel
ölümleri buradan doğacak; gelecek felaketin insafına kalmış yüzlerce halkın,
hayali ya da gerçek antikçağlannı korumaya çalıştıklarını görmek güldürüyor
beni; ayakta kalacak olan hiçlik olacakken tapınakların hiçlikten kurtarılmaya
çalışılmasını görmek beni güldürüyor, ve ben her şeyin öleceğini söylüyorum,
insanlarla taşlar arasında, taşlarla insanlar arasında fark olmayacak. Yarın
ölümün kaosla düğünü kutlanacak ve biz şimdiden onların sofrasını süslüyoruz,
onların şenliği için çalışıyoruz; kurban edilmiş, dilim dilim kesilmiş,
haşlanmış ve kızartılmış halkların etlerinin ortasında nadide birer parça
olarak yer alacak binalarımız; halkların en derin yeri Tanrı’nın inayeti
karşısında sevgiden titreyecek ve can çekişirken, tanrısal olduğunu hayal ettikleri
boşluğu seyredecekler.
Bugüne
dek boşluk genellikle başkalaşım geçirdi, boşluğun yerini tanrılar aldı. Artık
ilk kez tanrılar boşluktan doğmuyor, boşluk neyse öyle kalıyor, insanlar
boşluğu bütünlüğü içinde seyredecekler, tüm dünya boşluğa benzeyecek ve
boşluktan farklı olan şey yok olacak ki yalnızca boşluk var olabilsin. Bu,
saflık anıdır, buna sevinmeliyiz, burada yalnızca kendi Tarih’imizi ve bu
Tarih’e gönderme yapanları, yani bizim vahiyli dinlerimizi ve sözde ebedi olan
ama aslında yalnızca tarihsel olmuş buyruklarımızı yitireceğiz. Kaybedeceğimiz
Tarih var yalnızca, bir de Tarih’e bağlı olan her şey; boşluğu daha çok
seviyoruz ve onun yükselişini alkışlıyoruz, ölmemiz gereken anda bizi
aydınlatan sevinçtir boşluk. Böylece telafi edilemez olanı, en yüksek
intikamcımızı onaylıyoruz, ulusların can çekişme bağırtısı bizim cenaze töreni
müziğimizdir, düzen ve savunucuları gözümüzün önünde darmadağın oluyorlar,
onlar küle döndüğünde biz de gözlerimizi kapatacağız, insanların en teskin
edilmişi olarak öleceğiz, çünkü müminleri besleyen yalanın eserlerini tek
reddeden bizler olduk.
Taptığımız
şeyi yakmadığımız için cezalandırıldık, ama torunlarımızın çocukları,
felaketten sonra, bizim yaktığımız her şeye tapacaklar. O zaman bizi kötü
delilere benzetecekler, tanrılarımız canavarlara, dogmalarımız dehşete ve
buyruklarımız kâbusa benzetilecek, bizim cinli olup olmadığımızı düşünecekler
haklı olarak, çünkü kendi tanrılaştırdığımız şeyin elini eteğini öpmek için
cinli olmak gerek. Bizim gizemlerimizin altında hastalık ve yalan yatıyor,
efsanelerimizin dokusunda sanki bir çılgınlık var; kirlenmiş ırmaklarımıza
benzeyen bu tinsel gübrelikten, bu pislikten şaşkına dönmeden çıkamayacağız,
saflığın ardından kişneye kişneye saflığımızı yitirdik, yeniden insan kurban ediyoruz,
yolumuzu öyle şaşırdık ki kendi edimlerimizi tahayyül edemiyoruz. Varlığımızı
bu haliyle sürdürmekten daha kötü ne gelebilir başımıza? Suçlarımızın ölçüsü
hâlâ hiçlik midir, bu suçları yok etmeye yetmeyen bu ölüm mü bizim yeniden
hakkımız? Boşluk iyidir, boşluk azizdir, boşluğun kötülükle eştözlü olmasını
isteyenler kötülüğün sürmesini ve yeryüzünde kötülük hakimken kendi
varlıklarının sürmesini arzulayanlardır.
Pagan
olmuş, pagan kalmış bir dünya doğayı ihlal etmezdi, Pagan görüşler doğayı
kutsal kabul ediyordu, genellikle ağaçlara ve su kaynaklarına tapıyorlardı;
vahyedilmiş olduğu varsayılan dinlerin dogmalarının merkezine yerleştirdikleri
zaman yerine, Pagan görüşlerin konusu uzamdı, ve, istisnalar hariç, ölçüyü
aşkmlığa, uyumu da her şeye tercih ediyorlardı. Kendilerinin vahyedilmiş
olduğunu söyleyen dinler bizim üzerimizde fanatizmi yerleştirdiler ve bu
fanatizmi sonuna dek vardıran Hıristiyanlık deliliği tan rısallaştırdı,
tutarsızlığı yüceltti ve daha büyük bir iyilik adına kargaşayı meşrulaştırdı.
Bu ürkütücü tezler sonuçsuz imkânlara sahip olduğu sürece insanlar buna uyum
sağladılar, ama bizim eserlerimiz bu tezlere denk düştüğünden beri,
buyruklarımızın devasalığını, dahası saçmalığını hissediyoruz. Tanrısal
tecessüm fikri, en canavarca fikirdir ve bizim çözümsüz paradokslarımızın en
önemli nedeni gelecekte burada aranacaktır; bu fikrin vardığı yerlerden biri
doğaya tecavüzdür, aşkınlık bizi buna hazırlamaktadır ve bu dünyadan duyulan
nefret bu tecavüzü meşrulaştırmaktadır: Şunu asla unutmamalı, Dünya, Ten ve
Şeytan Hıristiyanların gözünde bir karşıÜçlem oluşturmaktadır.
Modaya
uyan Hıristiyanların benim belirttiğim tezleri benimsemeyi reddetmelerinin ve
başta teologları olmak üzere, bu tezlerin sonuçlarından kurtulmaya
çalışmalarının bir önemi yok! Tek yaptıkları kargaşaya kargaşa katmak oluyor
yalnızca ve telafisi imkânsız olan şeye çare bulmak isterken, paradokslarının
labirenti içinde yollarını iyice kaybederler. Çaresizlik bir gerçektir,
ölçüsüzlük ruhu, kilisenin ölçüsüzlüğü şu an dünyanın ruhudur, dogmaların
dikeyliği her yönde parçalandı ve uzam içinde birbirleriyle iletişime geçerek
kendi boyutlarını değiştiriyorlar. Bu sarsıntıdan pek memnun kalacak düşünürler
buldu kendine geçenlerde, hem de din adamları arasında, ve onlar yeni bir tinsellik
umuduyla ökümen’e tecavüzü kutsadılar. Oysa, hayvanlığa doğru yol alıyoruz ve
vardığımız yer gayri insanilik; bıktırıcı ahlak öğütlerine ve iman
bildirimlerine rağmen, kendimizi haksız yere günahkâr sanıyoruz, oysa ki
spermatik otomatlardan başka bir şey değiliz: İnsan kilisenin bize öğrettiği
şey değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Hem insanı yeniden tanımlamak hem de
dünyayı yeniden düşünmek gerekiyor, ama bunu hayal etmek için bile artık çok
geç.
Felaketten
sonra, şimdiki insanlığın küçücük bir bölümü olacak soydaşlarımız, su
kaynaklarını ve ağaçları kutsayacaklar, toprağı gökle evlendirecekler, kurban
etme fikrini iğrenç bulacaklar ve aşkmlık fikrini kutsallığa hakaret
sayacaklar, vahiyli dinlerin ortadan kaldırdığı her şeyi kutsal fahişelik ile
ritüel birlikteliği, üreme kültü ile sembollerine tapınmayı, kutsal evlilikler
ile Saturnus şenliklerini yeniden oluşturacaklardır. İnsanı, olması gereken şey
değil, olmaktan vazgeçtiği şey olarak göreceklerdir, peygamberlik
yanılsamalarına yeniden düşmeyeceklerdir, kusurlu bir otomatı kusursuz
kılmaktan vazgeçeceklerdir, tinselliğin çoğunluğun nasibi olmadığını ve sözde
vahyedilmiş dinlerin yaptığı gibi, aynı öğretiyi herkese iletmenin hata
olduğunu kavrayacaklardır. Çoğu kimsenin putperest kalması ve tenselliği
benimsemesi daha iyidir; kötülük bizim onları kınadığımız ve kendilerine yalan
söyleyerek bize de yalan söylemeye onları zorladığımız andan itibaren başlar;
sıradan insanların hazza da tövbeye de tanrısallık katması ve Hıristiyanlar
için kudas ayini neyse onlar için de orgazmın aynı şey olması en iyisidir.
Yüzyıllardır
ve bin yıllardır yanlış yoldayız, artık bunun bedelini ödememiz gerekiyor,
gözümüzün açılması bizi günahlarımızdan kurtarmaya yetmez ve kaybettiğimiz
cenneti yeniden bulabilmemiz için, Cehennemin kaotikliğini ve karanlığını
tüketmemiz gerekir. Şu an hâlâ öyle körüz ki bizim yolumuzu şaşırtmakta ısrar
edenleri aşkla seviyoruz, suçlarına ve hatalarına rağmen onları her zaman
affediyoruz, onların saçma eğitimlerine her zaman katılıyoruz ve sanki onlar
çobanmış da biz de aşağılık hayvanlarmışız gibi değnekleri altında yürüyoruz.
Yine de bizim tanrı olarak ünlendirdiğimiz bu şaşmaz adamlar bizi uçuruma
sürükleyecekler, onlar kaç kuşaktır yanılıyor ama biz bunu anlamayı
reddediyoruz, kendi çıkarlarımızı, onurumuza varana dek onlara feda ediyoruz,
bir süre sonra kendi geleceğimizi de onlara feda edeceğiz, Tarih bu kadar
aşikâr delilik pek az tanımıştır. Son felaketten hayatta kalacak olanlar bizim
körlüğümüz üzerine düşüneceklerdir; bunu, mahkûm olduğumuz sonun duyurusu
olarak göreceklerdir, buradaki mantığı fark edeceklerdir ortadaki kozun ne
olduğu malumdur.
Çünkü
biz bu mantığın dışına çıkmıyoruz ve görünüşe bakılırsa giderek daha saçmalaşan
bu evrende, kaçamayacağımız kaderi hak edip etmediğimizi artık kendimize
sormuyoruz; bize bu kaderi hazırlayanlar geleneklerimizdir, bizi buna
vakfedenler fikirleri mizdir, isyan ettikten sonra bizi yeniden bu yola sokan
şey itaatkârlığımızdır, yarını olmayan bir tedirginliğin ardından bizi bu
kadere yeniden mahkûm eden şey alışkanlıklarımızdır. Dolayısıyla, kendimizi
kavrayabildiğimiz ölçüde, istediğimiz şeyi istiyoruz, ve efendilerimizin, bizim
yerimize de olsa, istedikleri şeyi istiyoruz. Çıkarımız bunu gerektirse de,
hazırlıksız davranamayız; bizi dağıtan şeyin etrafında, daha kararlı,
toparlanıyoruz, bizi sürükleyen şeyden kopmaya cesaret edemiyoruz ve kurban
etmenin mucizeler yarattığını hayal ediyoruz. Kendimizi kurban ettiğimizi mi
söyleyeceğim? Kurallar şaşmaz, yeri ve zamanı geldiğinde bundan kaçamayız,
ölmüş tanrılarımız ve kurt yeniği putlarımız için kendimizi feda edeceğiz, bu
edim bizi kendi gözümüzde önemli kılacaktır ve bir dava için kanımızı
akıttığımız andan itibaren, içeriğine bakmadan bu davaya itibar edeceğiz.
İdeal,
içgüdünün yerini tutuyor; ve balıkları ve böcekleri, kemirgenleri ve
gevişgetirenleri ele geçirmiş olan kalabalıklar halinde ölme eğilimi bizi
kandırmakla görevli ideal sayesinde bizi de ele geçirecek. Kendimizi en saygın
ve en çıkarsız hissettiğimiz anda, bizi sürükleyen şey için yandığımız ve
ölümsüzlüğü hayal ettiğimiz anda bizi insan kılan şeyden yoksun kalır ve yokuş
aşağı iniveririz. İşte, durumun trajikliği ve günün birinde bizi bulacak en
yüce iğrençlik; türün yasalarından kaçamayız ve bu yasalar da, sırası geldiğinde,
hayvan topluluklarını yöneten yasalara gönderme yaparlar; davranışlarımızın
anahtarını, asla başlarımızın üzerinde değil, ayaklarımızın altındaki
uçurumlarda buluveririz. İdeal, içgüdünün yansımasıdır, sanki onun taban tabana
zıddı dır, idealin gücü yaratılışındaki iğrençliktedir, tıpkı kendimizi soylu
bir bahaneyle eğilimlerimize teslim ederken hissettiğimiz zevkte olduğu gibi;
idealin orgazmı renklendirmesini ve orgazmın ardından gelen manevi çöküşü
örtmesini istiyoruz. İnsan her şeyden zevk alır ve hatta yok edilmek için
kendini sunmaktan bile.
Bizler
mahkûmuz ve içimizden bunu bilenler seslerini duyuramıyorlar,
duyurabildiklerinde ise suskunluğu korumayı tercih ediyorlar. Sağırlara vaaz
vermek ve körlerin gözünü açmak neye yarar? Onları sürükleyip götüren hareketin
içinde sebat göstermelerini engelleyebilir miyiz? Dosdoğru en korkunç geleceğe
doğru gidiyoruz, bu gelecek bugünden yarına başlayabilir, daha biz başımıza
geleni işitmeden kendimizi oraya gömülmüş bulacağız, içinde yaşa namayan
evrende umutsuzca ölmekten başka bir seçenek kalmayacak bize. İnsanlar toprağa
sahip olmak için savaşıyorlardı, yarın suya sahip olmak için birbirlerini
gırtlaklayacaklar, havamız kalmadığında, harabelerin ortasında soluk alabilmek
için boğazlayacağız birbirimizi. Bilimden mucizeler gerçekleştirmesini
bekliyoruz, yakında ondan imkânsızı isteyeceğiz, ama bilim ihtiyaçlarımızın
gerisinde kaldı ve asla ihtiyaçlarımıza yetmeyecek, yeryüzünde cenneti
isteyemeyecek kadar çoğuz, milyarlarcayız; bilimimizin yardımıyla, salak çobanlarımızın
sultası altında cehennemi kaçınılmaz kılıyoruz. Gelecekte, tek uzgörüşlülerin
Anarşistler ve Nihilistler olduğu söylenecektir.
İnsanın
mutluluğa eriştiği, hastalıksız ve açlıksız, angaryasız ve korkusuz bir
geleceği hayal meyal gördüğü bu yüzyılın eşiğinde, işte tam o anda telafi
edilemez olan şey meydana geldi ve geçmişin güçleri geri döndü, hem de hiç
olmadığı kadar muzafferdiler, aşırı kalabalık insan dalgaları tarafından
taşmıyorlardı. Dünya nüfusunun iki misli artması için iki kuşak yeterli olacaktı,
üç misli artması için üç kuşak yetti, dördüncü kuşakta yedi kat artacaktır ve
hazırlıksız yakalanan bizim dinsel ve ahlaki yetkililerimiz, problem metnimizi
karmakarışık ederek saçmalamaktan ve zaman kazanmaya çalışmaktan başka bir şey
bilmiyorlar: Onların bu suçlan asla bağışlanmayacak, çünkü onlar gelecek
karşısında suçlu olacaklar, onlar insan türünün mutluluğundansa kendi yerleşik
kurumlarmı tercih ettiler; ulusları kandıra bildiklerinde ve onlara bizim
araçlarımızın ruhunu iletebildiklerinde, ulusların yolunu şaşırtmak ve onları
içler acısı bir şekilde silahsızlandırmak için bunları öyle kullandılar ki,
bundan böyle hiçbir şey bizim güçsüzlüğümüzün dengi olamaz. Bu nedenle
Anarşistler ve Nihilistler haklıdır, sözde ahlaki düzenin, ahlak adına kaos
için düzenin onları kusturması haklıdır.
Bize,
itaat ettiklerimizin hükümsüzlüğünü ilan edecek yeni bir Vahiy gerekiyor; ama
bizim itaat ettiklerimiz burada, onlardaki ölüm ağırlığı bizi ezen Kaderle
işbirliği yapıyor, düzen ve kaos parçalamayı başaramadığımız bir bütün
oluşturuyor. Yürüyen sağırlar ile militanlık yapan körler arasındaki aklı
başında ve duyarlı son insanlar Anarşistler ve Nihilistlerdir; ama bu yüzyılda
akıllı olmak yetmez ya da değiştirmek için olacakları hissetmek yetmez, düzenin
yerine düzensizlik değil düzen koymak gerekir, ahlakın yerine de ahlaksızlığı
değil ahlakı koymak gerekir, tıpkı inancın yerine de yalnızca bir boşluğu değil
inancı koymak gerektiği gibi, ölen tanrıların yerine de doğan tanrılar koymak
gerekir. Bizim ajitatör lere ihtiyacımız yok, peygamberlere ihtiyacımız var, bu
zamana denk peygamberlere, eserlerimize denk dinsel dehalara ihtiyacımız var,
çünkü anısına saygı ve hürmet gösterdiğimiz her şey hem de hiç istisnasız
aşıldı, bunların hepsi aşıldı, kim ki hâlâ onlara başvuruyor, onlara ihanet
ediyor demektir. Hiçbir gelenek bizi geleceğe karşı korumuyor, çünkü geleceğin
öncesi yok ve evrenin sığınacağı bir yer yok.
İnsanların
çoğu bebeklikten çıkamadığı için onlara bir Vahiy gerekiyor, hem de
yaşamlarının en ufak edimi için bile gerekli bu. Eğer doğurganlık türümüzün
hayatta kalmasını tehdit ediyorsa son tahlilde onları doğurgan olmamaya teşvik
etmesi gereken tanrılardır: Ne sivil iktidarlar ve de ünlü bilginlerle dolu
akademiler, tanrıların tek başlarına kendilerinde topladıkları yetkiye sahip
olamazlar. Oysa, bizim tanrılarımız ya perhiz ya da doğurganlık vaaz ederler,
biz ikisini de istemiyoruz; tenin ten olarak haz alma hakkı olsun ve bu haz
insanlar kadar tanrıların da hoşuna gitsin istiyoruz; tanrıların hazza eşlik
etmesini ve insanlar haz aldığında kendilerini onurlanmış saymalarını
istiyoruz. Bize yeni bir Vahiy gerekiyor, hem de yeni bir Paganlık için
gerekiyor; yeni bir Paganlık, sözde vahyedilmiş dinlerin kendi paradokslarının
labirentinde yolunu şaşırttıkları dünyayı kurtaracaktır; bu paradoksların artık
savunulacak yanı kalmamıştır, artık gayri meşrudurlar, artık saçmadırlar.
Evreni yok eden şey zina değil doğurganlıktır, haz değil görevdir.
İnsanların
erişkin olmasını beklemek yerine (zaten erişkin olmaya karar verirler mi
bilmiyoruz); bilginlerin ve akıl yürütücülerin çözemeyeceği çözümsüz problemler
ve tanımlayamayacağı tanımsız paradokslar üzerinde onları aydınlatmaya çalışmak
yerine; onlarda olmayan bu bilince çağrı yapmak yerine; bir fanatizmden başka bir
şey olmayan bu iyi niyete çağırmak yerine; fanatizmden başka bir şey olmayan bu
güzel inanca çağrı yapmak yerine; kabul görmüş bir sanrıdan başka bir şey
olmayan bu güzel inanca çağrı yapmak yerine; mucize beklemek yerine ki önceki
her şey bu anlama gelmektedir, her şeyin ölmesi gerekirmiş gibi hareket etmek
gerekir, felaketten sonra hayatta kalmaya hazırlanmak gerekir, yaşanamaz bu
dünyada varlığını sürdürecek olan geride kalan insanları düşünmek gerekir,
yitik kitleyi umarsızca kaybedilmiş kabul etmek ve onun geçici varlığını
dikkate alarak akıl yürütmeye çalışmamak gerekir. Benim ileri sürdüğüm şey
gayri insani gelebilir, ama asıl bu yüzyılın gayri insaniliği giderek
artacaktır ve vaazlar da bu niteliği değiştiremeyecektir, insanlar boş yere
tapmaklara koşturuyorlar, ortak ölümün gölgesinde, tapmaklar sonunda müminlerin
başına çökecektir.
Yüzyıl
her şeyi seçmek istiyor ve bu yüzden bizim bir üslubumuz yok, yüzyıl her şeyi
anlamak istiyor ve bu nedenle labirentten çıkamıyor, yüzyıl yitik kitleyi bile
kitle olarak insanlaştırmak istiyor ve bu yüzden gezegen çapında insan kıyımına
gidiyoruz. İmkânsızı istiyoruz ve ancak bir imkân kırıntısına sahip olacağız,
Ay’a ayak basacağız ve orada kendi dışkılarımızı içeceğiz, çocuklarımız yarın
iğrençlikleriyle bilinen şeyleri yiyor olacaklar, bizi bekleyen yaşam öyle
saçma ve öyle dehşetli ki, en iyiler dü zendense ölümü, deliliği ve kaosu
tercih edecekler; ikincil ölüm için bir düzen, sürekli delilik ve örgütlü kaos.
Gelecekteki düzen hiç görülmediği kadar gayri insani olacak; bize en büyük
yalanları söyleyecek kadar bilgili, bizi en şaşmazcasma aldatacak kadar kurnaz,
ılık ve sistematik olarak biçimsiz bir canavar, esrarengiz ve düz, kaçak ve
despot, daima doymak bilmez, yakalanamaz olmayı elden bırakmayan bir düzen. En
kötüsü, bizi tatlı umutlarla kandırdıktan sonra, mahvolmamızı engelleyemeyecek
olmasıdır, çünkü bizim saflığımızdan yararlanabiliyor olsa da o hâlâ zaafın ta
kendisidir.
Bu
düzenin suistimallerindcn kaçamayacağız ve düzen bizden ne kaosu ne ölümü esirgeyecek,
durumun mantığı bu, elli yüzyılın bizi buna yazgılı kıldığını hissediyoruz.
İnsanların en kötüleri bundan böyle en kaygısızlarıdır, bizim durumumuz onların
adilleri, azizleri, bilginleri ve filozofları alaya almasına imkân tanıyor,
insanların en kötüleri hiç tartışmasız zafer kazanıyor ve görünüşe bakılırsa,
haksız bile değiller, parçalanan biçimlerle ve çözülen değerlerle rahat rahat
alay edebiliyorlar, bir kargaşa halinde istila ederek düzene yaslanabiliyorlar,
her şeyin yok olma tehdidi altında olduğu bir vakitte her şeyin üzerine
yükselebiliyorlar, karanlık yüzü seçmiş oldukları ve şenliğin galiplerini
öldürdükleri için kendilerini değerli sanabilirler, ödüllerini alacaklardır.
Kendimizi savunacak imkânımız yok, onlar uçuruma götüren akıntıyı izliyorlar,
bizse geri çıkmak istiyoruz, suyun akışına karşı tek başımıza kürek çekiyoruz,
düzene tek başımıza karşı koyuyoruz ve bu dünyada onların dalaverelerinin
kurbanı olan bir sürünün arasında kolaylık sağlayıcı bir aygıt olmayı
reddederek tek başımıza ayak diriyoruz.
Kimse
bize hakikati söylemedi, hakikatin yeryüzünde savunucusu yok artık, tahminde
bulunmak çok güç, giderek daha az sayıda insan hakikate erecek. Yüzyıl, gayet
belirgin fikirlerin ölümünü gördü, hiçbir şey üzerinde anlaşamıyoruz, imalar, görgü
kuralları ve çıkarlar hariç, başka her yerde muğlaklıklara serbestlik tanınmış.
Hiçbir şey üzerinde anlaşamıyoruz, hatta hiçbir şeye inanamıyoruz, günümüzde
bir şeylere inanmak için sanrılı biri olmak gerekiyor, bizim en yetkin
zekâlarımızın hali içler acısı, bu durum onların hiç inancı olmadığını
kanıtlıyor. Din bir düzen öğesinden başka bir şey değildir, daha da kötüsü kaos
ve ölüm düzeninin öğesidir, bu dini yaşamaya çabalayanlar yarının sapkınları
olacaktır ve yarın sapkınlık imanın yeniden samimileşmesine kanıt olacaktır,
yüzlerce yerde sistemler parçalanıyor, ardından da mezhepler karınca gibi
çoğalıyor, ama bizi ne birilerinin ateşli coşkusu ne de ötekilerin ken
diliğindenliği kurtaracak. Şimdiden çok geç, burgaca girdik bile, bizi
sürükleyen şeyden kaçamayacağız ve mahkûm olduğumuzu biliyoruz.
Bizim
sözde tinselcilerimizin yavan laflarının suratımızda şakladığını işittiğimde ve
insandan çok geviş getiren bir yığının bu budalalıklara kulak verdiğini
gördüğümde, serseme çevrildiğimizi ve bize ayrılmış yazgıyı hak ettiğimizi
hissediyorum. Bütün bu geviş getirenlerin kendi hayvanlık görevlerini
yaptıklarını, sabanı çektiklerini, aştıklarını, boynuzladıklarını ve
buzağıladıklarını biliyorum; sütlerini ve kimi zaman da etlerini devlete
verdiklerini biliyorum; ama sonunda insanlaşmak gerektiğinin farkına
varmalarını ve kendilerine öğretilen ya da vaaz edilen şeyin beş para
etmediğini anlamalarını isterdim. Ayakta uyutan bu masal yığınlarına,
alışkanlık gereği bile olsa nasıl inanabiliyorlar? Burada olmaktan utanmıyorlar
mı, onurlarını yitirdiklerini ve bu konulara nezaket göstermenin
başarısızlıklarının itirafından başka bir şey olmadığını hissetmiyorlar mı?
Onların aradıkları entelektüel konforu artık kimse bulamaz, hiçbir gelenek bunu
onlara sağlayamaz, yalnızca budalalık bize bu konforu verebilir. Bu kadar
aşağıya mı düştük ki, meşruluk sıkıntısı çeken devlet başkanları sürüye
karışıyor, otlamaya götürdükleri geviş getirenlerle birlikte komedi oynuyorlar?
İnsanların
hiçbir şeyden umudu olmasaydı ve hiçbir şeye inanmasalardı, tohumlarını
çoğaltmayı derhal reddederlerdi ve evrensel nüfus azalması yoluyla sorunlarımız
bir ya da iki kuşak içinde çözülmüş olurdu. İleri sürdüğüm bu tezi yalnızca ben
iddia ediyor değilim ama benim gibi düşünenler varsa da yazmaya ne kadar
cesaret edecekler, bilemiyorum; dahası, bir kürsünün en tepesindeki profesör bu
tezi bağıra bağıra duyurabilecek midir? Bu türden bir bilgiye hangi hükümet
hoşgörü gösterir? Hangi zırvalarla dolu din buna hoşgörü gösterir? Onlar
ısrarla bizim umut etmemizi ve inanmamızı istiyorlar, ne olursa olsun umut
etmeliyiz, yeter ki umut edecek bir şey olsun, inanmamız gerekiyor, hem de neye
olursa olsun, yeter ki bir şeye inanalım, beğenimize uygun saçmalıklar arasında
tercih yapmakta özgürüz, yeter ki aptalca olsunlar. Oysa, umudun üstlendiği tüm
amaçların ve imanın konu edindiği tüm nesnelerin ortak bir varlığı vardır:
Sonsuza dek salak olmak ve üstelik, şimdi bir de bağışlanamaz olmak, çünkü
bizden daha fazla özgürleşmiş imkânların ortasında bir kuşak daha aptal aptal
duramayız.
İnsanlar
kendi çocuklarının onları doğuranlardan daha bahtsız olduğuna, torunlarının
daha da mutsuz olacağına ikna olduklarında, evrene çare olmadığına ikna
olduklarında, bilimin mucize yapamayacağına ve göğün para keseleri kadar boş
olduğuna ikna olduklarında, tüm tinselcilerin üçkâğıtçı olduğuna ve tüm
yöneticilerin salak olduğuna, tüm dinlerin aşılmış olduğuna, tüm politikaların
güçsüz olduğuna ikna olduklarında, kendilerini umutsuzluğa terk edecekler ve
zındıklık içinde sürüneceklerdir, ama kısır öleceklerdir. Kısırlaşma kurtuluşun
aldığı bir biçime benziyor, ama umutsuzluk olmadan, zındıklık olmadan erkekler
kısırlaşmaya asla razı olmayacaklardır, kadınlar hiç olmayacaktır; bizi öldüren
iyimserliktir ve iyimserlik en büyük günahtır. Umut etmeyi reddetmek ve
inanmayı reddetmek, kaçınılmaz biçimde doğurmanın reddine yol açar, inkâr
etmeye çabalanan bir bağdır bu, hatta dünyanın nüfusunu azaltmaya çalışanlar
bile, bu ilişkiyi uygun biçimde ileri sürmeye cesaret edene kadar çok geç
olacaktır. İşte bu yüzden nedenlere hiçbir şeyin etkisi yok; yol açtıkları
etkilere ve kaçınılmaz sonuçlara üzülünüyor yalnızca.
Yoksul
halklar yoksulluklarını engelleyemeyecektir ve hiçbir merhamet çağrısı onların
sefaletine çare olmayacaktır; bahtsız halklar, tuzu kuru halkların
yardımlarının buhar olup gittiği uçurumdur, yalnızca nüfusun azalması hangi
yolla olursa olsun onları yoksulluktan kurtarır, ama ulusal gururları buna
engel oluyor, bu hiçlik insanlarını hâlâ yönetmek gerekiyor ve bu insanlar, tüm
taşkınlıklarıyla, güçsüzlüklerine rağmen hakları olduğunu düşünüyorlar.
Aslında, beş para etmez bir tinsellik adına bu yanılsamalar içinde varlıklarını
sürdürmeye onları teşvik edenler, kargaşaya kargaşa katıyorlar ve onlara en
dehşetli geleceği hazırlıyorlar, açlıktan öleceklerin açlığın içine kapanıp
kalacağını onlara şimdiden öğretmek en iyisidir, ne kadar erken düşünülürse o
kadar iyidir, fazlalık yoksa iyi niyet telafi edemez, henüz zenginliğini
koruyan ülkelerde bile bu böyledir, tekrar söylüyorum, çünkü onların bolluğu
bir savaşın insafına kalmıştır. Savaştan sonra hepimiz mahvolacağız ve savaştan
kaçmamayız, çünkü sürdürdüğümüz düzen, ölümcül bir barışın içinde,
buyruklarında olduğu kadar varlık nedenlerinde de ayrışacaktır.
Hiçbir
tinsellik biyolojiye ve ekolojiye baskın çıkamaz, tüm tinsel şahsiyetler
aşıldı, büyücülerle rahipler arasında hiç fark yok, birilerine gidip danışmamız
da ötekilerine saygı göstermemiz de bizi aşağılık kılar. Doğanın yasaları cin
kovmalarla olduğu kadar vaazlarla da alay eder; büyücüleri tanımayı daha iyi
öğrendiğimiz günümüzde, onları engelleyerek suç işliyoruz, hele ki rahiplere
olan sevgiden dolayı yapıyorsak bunu suçumuz iki kat artıyor. Tanrılara kurban
vermeyi ve rahipleri onurlandırmayı reddetmek aslında kimseyi öldürmez, ama
ekoloji konusunda cahil olmak ve biyolojiyi horgörmek, tüm insan türü için en
trajik geleceği hazırlamaktadır. Bizim dinlerimiz vebadır ve onları destekleyen
iktidarlar, zehirleyici fesat çeteleridir, bizim tinselliğimiz zihinsel
yetilerin mastürbasyonundan başka bir şey değildir, artık bütün güç ve
kaynaklarımıza ihtiyacımız var, dünyayı yeniden düşünmek istiyorsak, hayatın ve
ölümün tek hakiminin insan olduğu bir dünya düşünmek istiyorsak başka çaremiz
yok; tek hakimi, diyorum, beni iyi dinleyin, çünkü metafizik aldatmaca son
soluğunu verdi artık, kendi güçsüzlüğümüzün ardına sığmamayız.
Daha ne
kadar aldatabiliriz kendimizi? Bütün mühletler doldu, insan sayısı fırtınaların
patlayacağı bir deniz gibi şişiyor, tükenmiş toprakta çabalarımız tükeniyor,
her yer susuz kalacak, hava şimdiden seyrekleşti, besinlere artık daha az
güveniyoruz, ökü men’i artıklar dolduruyor, her şeyi zehirliyorlar. Hakikat
saati aynı zamanda can çekişme saati mi olacak? Ölümümüzün karşısına ne
çıkartacağız? Devlet şeflerimizin buyruklarını mı yoksa tinselcilerimizin
vaazlarını mı? Bu parazitler ve bu kargaşa tezgâhçı ları bizim ne işimize
yarıyorlar? Birileri bizi çürümeye götürüyor, ötekiler bizi yüreklendirerek
onları kutsuyorlar ve bizi kutsayarak da onları yüreklendiriyorlar; düzenli
adımlarla kaosa doğru gidiyoruz, kalbimiz umut dolu, yan gelip yatılan hayal
ülkesinin peşindeyiz, bilim bizim otuz milyar çocuğumuzu ve torunumuzu
ödüllendirecek, yüz ulus tek bir halk olacak ve üç ırk tek olacak. İmkânsızın
geleceğini umut ederek, gerçekliğimizi küçümseyerek daha ne kadar
kandırabiliriz kendimizi? Çünkü insan, ne olursa olsun, aşılmış olmayacaktır.
Şimdiden
çok kalabalığız ve düzende mucizeler olmadığından, belki İKİ BİN yılında yedi
milyar olacak insanlara şu an için sağladığımızın yansı bile belki
verilemeyecektir: Bu fikir gayet açık seçik gözüküyor, ama günümüzde açık seçik
fikirler artık moda değil, Avrupa ruhu tutarlılığıyla birlikte keskinliğini de
yitirdi, eserlerini insanlığın geri kalanına iletirken kendisinin bu eserler
ölçüsünde olmadığını kanıtladı. Afrikalılar ve Asyalılar bizden ödünç aldıkları
sözlere aynı anlamı vermiyorlar ve onlar, bizim söz dağarımızı kullanarak, bizi
kendimizden kuşkuya düşürmek suretiyle alıyorlar intikamlarını. Avrupa zengin
ve zayıf, Tarih bize zenginin görevinin ya yoksuldan daha güçlü olmak ya da en
kötüsüne hazırlıklı olmak olduğunu öğretiyor. Bizim tinsel cilerimiz ve
entelektüellerimiz yine de bir suçluluk duygu hissediyorlar; bu öyle belirgin
ki, cömertliğiyle onları sarhoş eden hatada ayak diriyorlar, gözlerinin
açılması durumunda Irkçılığa düşmekten çekiniyorlar. Gözümüzün çok geç
açılacağına ve Irkçılığın geleceği olduğuna inanıyorum.
Ne
Açlıktan ne Irkçılıktan kaçabileceğiz, tersini ileri sürenler gerçekliği inkâr
ediyor ya da bizim kafamızı karıştırmaya çalışıyor. Sanayileşmenin sağladığı
mutluluk kırıntılarıyla bu mutluluk geçici bile olsa kendini tatmin olmuş gören
ve giderek daha da ilgisizleşen sokaktaki insana kızmıyorum. Sokaktaki insana
kızmıyorum; yönünü şaşırmış bu bahtsız, ancak bir kâbusun tam ortasında
uyanacaktır, benim kitabım ona hitap etmiyor: Ben genç insanlara konuşuyorum,
onlar, üniversitelerde ahlaka ve düzene başkaldiriyorlar, bu gençler çok fazla
insanı korkutuyorlar ve eğer savaş patlak verirse ilk önce onların öleceğini
biliyoruz. Ben bu törensel kurbanlara konuşuyorum; ölüm düzeninin sonunda
kurban ettiği, ahlak adına —kurban etmeyle şekillenen, kanla yeniden güç
kazanan bir ahlak adına kurban ettiği gençlerin isyan nedeni hakkında onları
aydınlatıyorum ve hatta isyanı meşrulaştırıyorum, dolayısıyla onları
onaylıyorum, bununla birlikte, son tahlilde onlara itaati öğütlüyorum, çünkü
haklı olmak, gelecekteki tüm kuşaklar adına haklı olmak yetmez, şimdiki zamanda
da hayatta kalmaya ve geleceğin kendini duyuracağı ana dek varlığı sürdürmeye
ihtiyaç vardır.
Birbirimizin
hâlâ çağdaşı olamadığımız bu dünyada çok erkenden haklı çıkmak iyi değildir;
çok erkenden haklı çıkmak ve sonuç olarak utanç içinde ölmek iyi değildir.
Afrikalılar ve Asyalılar Milliyetçiliği keşfettiler, Irkçılık onlara yabancı
değil, bu insanlar bizim izimizde yürüyorlar ve eğer onların gözlerini
açmalarım bekliyorsak, onların kölesi ya da kurbanı oluruz, karılarımız onların
fahişesi olur ve mallarımızı onlar talan ederler. Onları aşağıladığımız için
bizi affetmeyeceklerdir, sonra da köklerini kazımadan, kendiliklerinden feragat
etmeye onları zorladığımız için bizi affetmeyeceklerdir; bizi yenme umuduyla
bizi yeneceklerdir, eğer çok erkenden haklı çıkarsak, hem bizim
tinselcilerimizden ökü menizmin gölgesinde yararlanıyorlar, hem de nesnelcilik
kisvesi altında entelektüellerimizden yararlanıyorlar: Tuzağa düşersek yandık.
Kardeşlikten söz ediyoruz, karşımızdakilerin dilenci ve intikamcı, çirkin,
sağlıksız, ahlaksız, acımasız ve despotik olduğunu unutuyoruz, bizlerin en
berbatından daha kötü ve en kararlı safsatacılarımızdan daha yalancı
olduklarını unutuyoruz.
Bu
nedenle, tiksindiğimiz düzeni ve aşağıladığımız ahlakı, bu hükümsüz düzen ile
bu kabul olunamaz ahlakı, ne birinin ne diğerinin yerine bir şey koyabilmişken,
heyhat, bunları elde silah savunacağız, çünkü karşıdakiler, savunulamaz ahlak
adına ve mahkûm edilmiş düzenin sancakları altında bize saldırmaya
hazırlanıyorlar. Herkese soruyorum: Bu Barbarların karşısına ne çıkartacağız?
Hoşgörü, hatta aşırı hoşgörü mü? Bizi alaya alıp ezerler bizi. Eğer onların
ordularının karşısına çiçeklerle süslü ve ellerimiz çıplak, barış vaaz ederek
çıkarsak, Ortaçağdaki Moğollar gibi yaparlar, otuz bin silahsız Budist hacı,
yüreklerine seslenebilme umuduyla karşılarına çıktığında, bir anlık
şaşkınlıktan sonra hepsini yok ettiler. Ama sonradan Moğolların Budist olduğunu
söylerseniz, ben de hacıların öldüğü cevabını veririm. Bizim ölmemiz
gerektiğinde, boğazımızı uzatmayalım ve aldatılmış duygularla ölmeyelim, karşıtlarımıza
yüreklilikte onlarla eşit olduğumuzu kanıtlayalım, yenildiğimizde onların bize
muamele edeceği gibi davranalım onlara.
Hiçbir
konuda anlaşamayacağız, çünkü her şeyimiz eksik olacak, ne Açlıktan ne de
Irkçılıktan kaçınabileceğiz, kendimizi birine teslim ederek diğerinden
kaçamayız, bir gün yemek yiyebilmek için Irkçı olacağız, sözcüğün aldığı en
kötü anlamda ihtiyaç insanı olacağız, hem Materyalist hem Irkçı olacağız, bu
iki ilke birleşecek, tıpkı günümüzde Milliyetçilik ile Sosyalizmin birleşmesi
gibi. Çünkü şu an fikirler sersemleşmiş insanlarla oynuyor, insanlar
seçtiklerini sanıyorlar ama seçtikleri şey onlara önceden bildirilmişti,
halklar kendi fikirlerinin oyuncağından ve imkânlarının nesnesinden başka bir
şey değil, hiç bu kadar köle olmamışlardı, asla daha cinli ya da daha deli
olmamışlardı, onları peşlerinden sürükleyen derunî kinikler geviş getiren
tebalarmdan daha az aptal değildir. Kimse açık seçik bir şey görmüyor, çünkü
açık seçik fikir yok, felakete gidiyoruz ve bütün yollar bizi oraya götürüyor,
artık paradokslardan her zamankinden daha fazla bıkmışız, sadeliği arıyoruz ama
bunu ancak ölümde bulacağız ve bu yüzden yarın ölümle karşılaşmak kimseyi
geriletmeyecek.
Efendilerimiz
şamatacı ya da mülagatacı, cin ko vucu ya da uyutucu, kaostan ve ölümden zaman
kazanmaya çalışıyorlar, ama telafi edilemez olanı engelleyemiyorlar ve dosdoğru
felakete gidiyoruz. En canice fikirler yolun üzerinde bizi bekliyor ve biz
onları atlatacak durumda bile değiliz, ihtiyaçlar yakamıza yapışıp bizi vahşi hayvana
döndürdükçe o kaçınılmaz kıyıya yaklaşıyoruz ve orada karşı karşıya
geldiğimizde, tüm insancıl yanılsamalarımızdan feragat edip rakiplerimizi
uçuruma yuvarlayacağız. Kökünü kazıma geleceğin politikalarının ortak paydası
olacak, üstelik doğa da işin içine karışarak öfkesini bizimkine katacak.
Yüzyılın sonu Ölümün Zafe ri’ni görecek, insandan bunalmış dünya aşırı
kalabalık canlıların yükünden kurtulacak, kudretlilerin bize hazırladıkları
genel cehennemden saklanabilecekleri ada kalmayacak ve onların can
çekişmemelerini seyretmek yanlış yola saptırdıkları halkların tesellisi olacak.
Gelecekteki düzen yenilgilerimizin evrensel vasisi olacak ve peygamberler,
bizim harabelerimizin ortasında, hayatta kalanları bir araya toplayacaklar.
Başımıza
gelen her şey uzun süredir öngörülmüştü ve Geleneğin yabancısı olmayanlar bu
dünyanın mahkûm olduğunu zaten biliyorlardı, ama kendilerini işitecek kulak
bulamıyorlardı. İnsanın kalbi değişmedi, insanın kalbi derin ve karanlık denize
benzer, değişimler yalnızca duyarlılığımızın ışığı yansıttığı yüzeyde oluyor,
ama biz derine indiğimizde olmuş olanı ve olacak olanı görürüz: Felsefe buraya
pek nüfuz etmez ve yalnızca teoloji uçurumun zarlarını elinde tutar. Bizim
teolojimiz sapmaların en yetkini oldu, biz onun suçlarının ve günahlarının
kefaretini ödüyoruz: O doğayı kustu ve doğa intikamını aldı, bizler
fizikkarşıtıyız ve sözde vahyedilmiş dinlerimiz insan türünün mezarını inşa
etmekten başka bir şey yapamadılar. Çarmıh deliliği artık insanın deliliğidir,
kurban etme şehveti eserlerimizin sonuncusudur, ölüm zevki fikirlerimizin sonu
olacaktır. İçine gömüldüğümüz kaosta, düzende yüzyıllardır kendimizi
onayladığımız ve bizim otomatik adımlarımız altında parçalanan ölüm düzeninde
olduğundan daha fazla mantık vardır.
Her
şeyin parçalandığı gecenin içine giriyoruz, artık geriye bakamayız, aydınlıklar
sonunda söndü orada; fikirlerimiz ve eserlerimizle tek başımızayız, bunların
ortak ölçüsüzlüklerinin insafına kalmışız. Yine de yürümeliyiz, duracak kadar
hakim değiliz kendimize, yolu kaybettik, ne zaman acı çeksek yol bizi
götürüyor. Aslında, tam da dünyayı yeniden düşünmediğimiz için cezalandırıldık,
dünyayı insani leştirdiğimiz anda dünya bizden kaçıyor, bizden kaçıyor çünkü
kendimizi tahayyül edemiyoruz ve artık hiç tahayyül edemiyoruz, hâlâ saygı
gösterdiğimiz şeye hakarette bulunmaktan çekiniyoruz. Kutsallığa hakaret etmek
bizi kurtarırdı, bizim en özlü kısmımız olmuş entelektüel cesaret yazgıya engel
olabilirdi: Anarşistler ve Nihilistler her şeyi kökünden süpürmek istiyorlardı ve
gelecek onlara hak verecektir, ama düzen var olduğu sürece onları eziyor ve
ezecek, yıkıcılıktan bizi koruyan ve koruyacak düzen, ama kaosun ya da ölümün
yıkıcılığından değil, kaosa ve ölüme doğru safları sıklaştırarak yürümemizi
emrediyor bize, yan yana, görev adımlarıyla ve yakında kana bulayacağımız
gecenin içinde.
Gençler
dünyayı kurtaramaz, dünya artık kurtarı lamaz, kurtuluş fikri yanlış bir fikir,
sayısız hatalarımızın bedelini ödememiz gerekiyor, artık hiçbir şeyi telafi
edemeyiz, çok geç, telafi vakti bitti, reform vakti sona erdi. En mutlular
dövüşerek ölecekler ve en sefiller mahzenlerin dibine yıkılıp kalacaklar ya da
korlar arasında çiftleşecekler, orgazmın yardımıyla can çekişmeyi aldatabilmek
için. Dünya acının ve vecdin çığlıklarıyla dolacak, insanların en safları
kendilerini aşağılamamak için birbirlerini boğazlamaktan başka çare
bulamayacaklar. Can çekişme tercihi bize kalan son tercih olacak, sanılandan
daha çabuk geleceğiz bu hale, bugünden yarma uçuruma yuvarlanmış olacağız ve
orada, uyanacağız, son soluğumuzu verdiğimizi hissedecek kadar kısa bir süre
için bile olsa. O zaman Yeni Dünya Fatihleri’nin gördükleri şeyi göreceğiz:
Onlar yaklaştıkça, bütün kabileler dağların tepesinden kendilerini
fırlatıyorlardı, kaçınılmaz dehşeti önlemekti tek amaç, dehşetle birlikte ölümü
de kandırarak...
Ne
mutludur ölüler! Deliliğe kapılarak doğuranlar üç kez daha fazla mutsuz! Ne
mutludur hadımlar! Ne mutludur kısırlar! Döllemektense sefahati tercih edenler
de mutludur! Çünkü şu an için Otuz Bir Çekenler ve Oğlancılar aile babalarından
ve analarından daha az suçlu, çünkü onlar kendi kendilerini yok ederken,
diğerleri gereksiz ağızları çoğalta çoğal ta dünyayı yok edecekler. Kendilerine
saygı göstermeye bizi mecbur eden ve bize akıldışma çıkmayı öğreten tinselciler
utansın! Eğer onlar hiç olmasaydı daha az sefil ve daha az gülünç olurduk, bu
hayal va azcıları ve beş para etmez teselliciler artık hiçbir işimize
yaramıyorlar; yalnızca kendimize dair, onlara dair ve gerçekliğimize dair bizi
aldatmaya yaradılar. Kalpazanlar cezalandırılıyor ama yanlış fikirlere itibar
kazandırarak yaşayanlar esirgeniyor, öyle mi? Hoşgörü bir aldatmacadır ve saygı
bir sayıklama, bunu işitmek için para alıyor ve para ödüyoruz, cehennem ateşine
gömülmeden önce bizi ölüme götürenleri ölüme yollayacağız, bizden
esirgemedikleri yolları düzleştireceğiz, sonra son olacak.
Kaynak:
Albert Caraco, Kaos'un Kutsal Kitabı Çeviri Işık Ergüden, Özgün Künye:
Bréviaire du chaos, Collection Amers dirigée par le Collège du Revizor Éditions
l'Age d'Homme, Lausanne, Suisse, 1999 , Versus Kitap, Eylül 2007, İstanbul
[1]
Fenomenoloji ya da görüngübilim, kurucusu Edmund Husserl olan bir felsefe
akımı. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel
bunalım içinde doğup gelişen bir felsefe akımıdır. Husserlci fenomenoloji, bu
bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece tıkanmış
olan felsefeye yeni bir başlangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
[2] Dasein, Almanca varoluş
anlamına gelen ve Martin Heidegger tarafından Varlık
ve Zaman adlı
eserinde kullanılan bir terimdir. Heidegger'in asıl ilgi alanı "Varlığın
Anlamı"dır; fakat bunun aslında özellikle insan varlığı
için "Bazı varlıkların varlığının kipi" olduğunu söyler. Varlığın
anlamı "Varoluş'un analizi" yoluyla keşfedilmelidir savını işler. Bu
ona göre varlık konusunda Antik
Yunan düşünürlerinden
beri süregelen kördüğümü (bu kördüğüm hiç değilse Aristo'dan beri
varlık yerine varlıkların tartışılmasından kaynaklanmaktadır) çözecek tek
yoldur. Varlığa bir yaklaşım sağlayabilmek, şeylerin değil varlığın kipinin
incelenmesine bağlıdır, ve bize en açık olan varlık kipi kendi varlığımızdır
yani varoluşumuzdur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar