ALEVÎLİK, NUSAYRÎLİK VE BÂB-I ÂLÎ
Prof. Dr. İlber ORTAYLI
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi
Osmanlı
Alevîliği nedir?
Alevîlik
akidesi, ritueli, ibâdet biçimleri, liturjisi (dua metinleri İlâhileri) ile
tarifi yapılmış, kabul edilmiş ortak catehism’i ve öğretisi olan bir
inanç mıdır? Yoksa tamamen bir ahlâk sistemi, bir dünya görüşü müdür? Galiba
her ikisi için de evetler ve hayırlar izharı mümkündür. Alevîliğin kesin hayır
denebilecek yanı ise; merkezî bir teşkilâtlanması, bir ruhban sınıf ve
hiyerarşisinin olmadığıdır. Bu nedenle günümüzde Türk Alevîliği Türkiye
çapında bir teşkilâtlanma ve bu meyanda Diyanet İşlerinde de bir bölüm
isterken; bizzat Alevî düşünür ve liderler tarafından ortaya konan programlar
farklıdır ve bunların nasıl gerçekleşeceği de muhtelif cepheleriyle bir
problem olarak ortada durmaktadır.
Alevîlik
esas itibariyle (bâzı istisnaî gruplar hariç) Türk unsura has bir inançtır. Bu
nedenle çok tekrarlanan bir nokta. Yani Türk Şamanizmi ile temel bağlantısı
açıktır. Ancak bu tarihî-kültürel bağın mahiyeti ve teferruatı, folklor ve din
tarihi alanında başarılı bilimsel monografilerle aydınlatılamamıştır. Saniyen
Türk Şamanizmi konusundaki bilgi ve yorumlar henüz karanlıktadır. Bu konudaki
son yorum M. Eliade gibi bilginlerin eserleri ışığında, Şamanizm'i
Zerdüşlük’teki gibi dual (ikilemli) karakterde bir inanç olarak görmek ve
değerlendirmektir. Şahsen bu görüş popüler bir yazar olan Jean Paul Roux da
dahi görülebilmektedir.[1]
Türkiye
Alevîliğinin kaynakları bahsinde ihmal edilen ikinci soru; Alevîliğin
topraklarımızda görülen gizli Hıristiyanlık (Chrypto-Chretianisme) Sabbataist
Yahudilik gibi (Chrypto Judaist) cemaatlerle rituel ve folklorik ilişkisi olup
olmadığıdır. Alevîliğin
mensuplarının bir kısmı bu dinlere geçmiş midir veya o inançlardan Alevîliğe
geçen olmuş mudur? Bu
sorunun cevabı aranmamış, gereken tedkikler yapılmamıştır.
Meselâ
17. asırda Sabbatai Zvi'yi Mesih olarak benimseyenler sadece
Yahudiler miydi? Millenarist (kıyâmet günü geldiğine inanan) düşünce ve
beklentilerin hâkim olduğu 17. asır dünyasında Zvi'ye bir takım Türkmen
gruplardan, Hıristiyanlardan da katılan olabilir miydi? Bizzat Selânik
Sebataycı'ları içinde Sâmi asıllı olmadıklarını iddia edenler vardır. Nitekim
Selânikli Müslüman bir aileden olan romancı Cahit Uçuk, bu
zümreyi: "Şahsen Müslümanlar bu tarikata (öyle diyor) diğer dinlerden
Hıristiyan ve Müslümanların girdiğini söylerlerdi" diyor.[2]
Belgesi bulunmayan bu yaygın söylenti ve kanaat araştırılmalıdır. Çünkü Yemende
bunu destekleyecek benzer olaylar belgelenebilmektedir. 1861-65'te Yemen'de
ortaya çıkan Şukur Kuheyl I, sahte
mesihdi. II. Şukur
Kuheyl 1868’de
ortaya çıktı. 1888'de Yosef Abdullah ortaya
çıktı. Bu üçünü de destekleyen Müslümanlar vardı ve bunlar âhir zaman
mesihleri olarak bu adamlara itaat ettiler.[3] Bu
Müslümanların muhtemelen Zeydî olmaktan çok Yemen'de az bildiğimiz Müslüman
inanç gruplarına mensup olmaları mümkündür. Gene ilk elde İslâm’ı kabul eden
bâzı zümrelerin, Girit ve Arnavutluk’da olduğu gibi Bektaşî ama daha çok köy
Alevîliği gibi dinî inanç gruplarına intisab ettiği malûmdur. Resmî Sünnî
İslâm bu gibi yeni muhtedîlere pek câzib gelmiyor olmalıdır. Ayrıca devletin
İslâmî kurumlarını geniş ölçüde teşkil edemediği Girit gibi yerlerde bu hal
yaygın olmalıdır. Doğu Anadolu’da da henüz yeterince araştırılmayan böyle
küçük grupların varlığı bilinmektedir.
Bu
konuda bir suskunluk sözkonusudur. Nihayet devlet lige ve diğer bu gibi
dışlanıyor bilinen mezheplere karşı nasıl bir tutum ve görüş sahibidir. Resmî
İslâm acaba Alevîliği dışlıyor, te'dîb ve takip mi ediyordu? Her zaman mı ediyordu?
Bunun da cevabı verilmemiştir. Modernleşmeci ve Türkçü gruplar Alevîliği
ilerilik, açıklık, barışçıllık, kadın-erkek eşitliği olarak yorumladılar.
Cumhuriyet'in belirli grup aydını için Alevîlik sola açık bir inançtır. Fakat
bunun dışında Alevîliğe karşı şedîd ve ithamcı davranan yönetici bir çevre her
zaman var mıydı? Bu sorulara cevap verirken; zaman zaman demelidir, çünkü
Yavuz Selim Han politikası Osmanlı asırları için tipik ve devamlı bir uygulama
değil gibidir. Daha ziyâde Alevîliği görmezlikten gelen bir görüş Osmanlı
asırları için çok tipik olmalıdır ve özellikle 19. yüzyıl muhafazakârları
diyebileceğimiz çevrelerde bu durumu daha açık olarak gözlemek mümkündür.
19.
yüzyıl İslâm'ı bilhassa devlet sözcülüğünü üstlenen çevreler Alevîlik konusunda
suskun kalmayı tercih etmiş görünüyorlar. Demek ki Türk unsur arasındaki bu
dinî ihtilâf onları itiraf edemeyecekleri bir rahatsızlık içine sokmuş ve
herhangi bir değerlendirmede bulunmaktan kaçınmışlardır. Dikkati çeken nokta;
bu asırda Alevîlik ile benzer durumda olan, yani klâsik İdarî yapı ve
"millet" teşkilâtı içinde meşrûiyet kazanmayan bazı mezhepler
hakkında fikir beyan edilip, tutum alındığı halde; Alevîlik için bu gibi
beyanların sözkonusu olmamasıdır.
Osmanlı
Devletinde "millet" şeklinde örgütlenmenin ne demek olduğunu
biliyoruz. "Ehl-i Kitap" veya "Zımmî" statüsü altında
İslâm'ın bir bakıma tanıdığı farklı inanç toplulukları; özel statü, özel
idârî-mâlî düzenlemelerle idâre edilirdi. Ruhânî sınıflan ve yöneticileri
belliydi. İnançları açıktı ve sâdece dinî değil, dünyevî işleri de ruhânî
liderlerine bırakılmıştı. Dolayısıyle Musevîlik te ruhban sınıfı yoksa da, din
görevlileri belli bir hiyerarşi ile cemaat reisi statüsünü almıştır ve hatta
akideye ilişkin meselelerde de bunlar yetkili makamdı. Bu statüdeki dinî
görevlilerin etkisi, Sabbatai Zvi olayında görülmüştür. Müslüman teba
için ise böyle bir teşkilâttan söz edilemez. İslâm, devletin kendisi idi. Ehl-i
Sünnet dışındaki zümrelerin bu şekilde örgütlenmesi ve idârî bir hiyerarşi içinde
liderlerini tayin sözkonusu değildi. Varolan liderler de fiiliyatta (Durzî ve
Yezidî şeyhleri) idâre tarafından muhatab alınsalar bile, bir millet
teşkilâtının başı (etnarh) olarak tanınmazlardı.
19.
yüzyılda II. Mahmud reformları en başta, Yeniçeriliğin ilgası; Bektaşî
tekkelerinin kapatılması ve tekkelerin kayyumluğunun Nakşibendîler'e verilmesi
ve asıl önemlisi, Bektaşîler’in takib ve te'dîbiyle sonuçlandı. Bugün
literatürde bu olay bâzı yazarlarca yanlış olarak Alevîliğin takib ve te'dîbi
ile aynileştiriliyor. Oysa müesseseleşmiş Bektaşiîliğin her daim Alevîlik ile
bir olmadığı, Bektaşî dergâhlarında köy Alevîliği rituelinden çok Bektaşîliğin
kendi âdâbınm izlendiği, Sünnî ve gayr-i müslimlerin de tarikata intisabı veya
bağlantısı olduğu mâlumdur. Alevî dedeliği ile Bektaşî babalığı ve
postnişinliğinin de ne kadar ilgisi kurulabilir, bu bir sorundur? Nitekim bugün
artık ortaya çıkan Alevî cemevleri ve dergâhlar, meselâ İstanbul'un az sayıdaki
Bektaşî zümreleri tarafından pek ilgi görmemekte ve ziyaret edilmemektedir. Şüphesiz
Bektaşî edebiyatı Alevîler tarafından benimsenir, ama Alevîliğin özgün katkı ve
folklorik zenginliğinin Bektaşîlerce her zaman tanındığı ve izlendiği
söylenebilir mi?
Osmanlı
Devleti, tarihteki en kalabalık dinler konglomerasıydı. Tanınan, kurumlaşmış
din ve mezhepler kadar; kendini gizleyen, resmen tanınmayan, ancak komşu
cemaatlerin tanıdığı inanç veya rituellere sahip gruplar da vardı. Bunların
bâzısı tarihin akışında eridi gitti. Bâzıları ise aksine yaşıyor ve zamanımızda
hayli önemli kültürel, siyasî rol oynuyor. Sözü edilen bu cemaatler İslâm dini
içinde sınıflandırılırken, Râfizî (heretik) olarak adlandırılmaları aslında
bir zaruret gereğidir ve pek doğru bir deyim değildir. "Heterodox"
gibi bir kavramı ise Türkçe’ye çevirmeyişimiz filolojik bir meseleden çok
i'tikada ilişiktir. Hıristiyanlıkta İlâhî bir niyâbet iddiası taşıyan ruhban
sınıfının; kilisenin yeniden ortaya koyduğu, yorumladığı, tasdik ettiği bir
akidenin dışında kalanları veya muhalifleri tanımlama biçimi bir geniş lügat
yarattı. Heterodox (doğru yolda olmayan) heretique (Râfizî) gibi deyimlerin
ardı gelmez. Bu deyimleri bizdeki zendeka (zındık), irtidad (mürted) gibi
deyimlerle eşleştirmek de pek kolay olmuyor. Çünkü Hıristiyanlık-Müslümanlık
arasında paralellik kurmak da mümkün değil. Ahmet Yaşar Ocak'm bu konuda
yakında çıkacak ilgili eserine müracaat edilmelidir.
Bu
gruplar gene bâzı yazarlar tarafından da yanlış olarak hâricî diye
nitelendiriliyor. Bu da pek toptancı ve gerçekle ve İslâm m tarihî yapısıyla
bağdaşmayan bir sınıflandırmadır. Devlet bunları gayr-i müslim diye görmez.
Ama ulema ve bâzen halk kendi dışında değerlendirir. Cemaat ve devlet
ilişkilerinde mâlî ve İdarî alandaki uygulamalar, Müslüman Sünnî cemaate
yapılan muameleden farklı değildir; fakat idarenin bu gruplar hakkındaki görüş
ve yaklaşımı farklıdır. Bürokratlar (mülkî erkân) bu farklı görüşü de bâzen
açıklar, bâzen de açıklamazlar. Arşivlerdeki resmî yazışmalar ve bâzı
tarihçilerin ve ulemânın görüşü ele alınırsa, İslâm'daki heterodox (!)gruplar
için 19. yüzyılda ilginç görüş ve uygulamalar vardır.
Sözünü
edeceğimiz üç grup Suriye, Lübnan, Filistin’de kalabalık bir grup teşkil eden;
iyi teşkilatlanmış, Arabça konuşmalarına rağmen artık âdeta ayrı bir
"ethnie" olarak yaşamını sürdüren Dürzîler: Kuzey Irak ve Güneydoğu
Anadolu'da yaşayan Yezîdîler ve Anadolu ve Rumeli'nin her yerinde yaşayan Alevî'ler ve Alavî diye
anılmakla beraber, Surive, Antakya bölgesinde yaşayan
Nusayrîlerdir. (Nusayrîler kendileri bu isimle anılmaktan hoşlanmaz). Bu
gruplara devletin bakışı ve idâre ile olan ilişkilerinde hukukî, idâri, mâlî
uygulama çok ilginçtir ve aslında birbirinden de farklıdır. Kuşkusuz bunlar
gibi mütalea edilmeyen ve kurumlaşan bir mezhep olan Şia hakkında
da Osmanlı idaresi imparatorluk dahilinde bâzı karşı tedbirler almaktadır.
Son
iki yılda arşivlerimizde, tasnif edilerek okuyucuya açılan 'İrade Hususiye” ve “Yıldız Evrakı” fonları
yeni bilgiler getirmektedir. Bunlardan bâzılannın ışığında bu saydığımız
toplulukların resmî çevrelerde nasıl mütalea edildiklerini ele alabiliriz.
Bâb-ı
Âlî, Dürzîler'in Sünnî fıkhını tatbik etmesinden dolayı amme hayatında bir
problem teşkil etmemeleri, toplu yaşamaları, kuvvetli sosyal hiyerarşi,
iktisâden kuvvetli ve savaşçı olmaları nedeniyle; bu grubu İslâm ümmeti içinde
görmüş, vergi vermeleri ve hele askerlik yapmaları nedeniyle devletle Dürzîler
arasında iyi ilişki kurulmuştur. Dürzîler hakkında ulemânın reyi ve görüşü
politikaya yansımamıştır ve hatta Cebel'deki liderlerin Ma‘ânî Emir
Fahreddin (XVII. asır), Şihabî Emir Beşir (IX.
asır) gibilerinin belirli otonomisi dahi olmuştur.[4]
Dürzîler'in Osmanlı cemiyetinin ye resmî İslâm'a entegrasyonu için II.
Abdülhamid devrinde okul açma faaliyetine hız verilmişti. Yezidîlerle de aynı
düzlemde ilişki yürütülmüştü. Bunlar şayet Sünnî inanca geçerse "şeref-i
İslâm ile müşerref olmalarından" veya "ihtida ettiklerinden" söz
edildiği halde, gayr-i müslim bir millet gibi muamele görmedikleri,
cizye alınmadığı ve kendilerine askerlik yaptırıldığı mâlumdur.[5]
Şüphesiz
Osmanlı idaresi Alevî adını alan Nusayrîlere Yezîdîler’den daha farklı bakar.
Ama Nusayrîler’in değerlendirilişi ve ele alınışı Anadolu ve Rumeli'nin her
tarafında yaşayan Türk- Alevî gruplardan da farklıdır.
Bâb-ı
Âlî ise, görmezlikten geldiği bu gibi Râfîzî (heterodox) gruplarla ilginç
ilişkiler yürütüyordu. Bunlar 19. asırda Suriye'de Lâzkiye ve Antakya'daki Nusayrîler (veya
Alevî de deniyor', geniş ve dağınık olarak Anadolu ve Rumeli'deki Türk-Alevî
topluluklardı. Bâb-ı Âlî Nusayrîler’i sadece sapkın (heretique) olarak
görmüyor; ama bu zümreden gayr-i müslimler gibi cizye almıyor ve onları resmen
bir gayr-i müslim (millet) topluluk olarak da görmüyor. Şayet bunlar Sünnî
oldukları veya bu görüşü kabul ettiklerini söylerse, Yezîdîler'in aksine tashih-i i'tikâd (inancın
düzeltilmesi) deyimi kullanılıyor. II. Abdülhamid devrinde buraya gönderilen
propagandistler (tebliğci) sayesinde Antakya ve İskenderun kazalarındaki
Nusayrîler'in tashih-i i'tikâd ettikleri
ve bunun için gereken yerlerde mektepler açılması için hükümet (Meclis-i
Vükelâ) kararı alınmış.[6]
Burada dinî değil, etnik ve entegrasyon (bütünleştirme) çabası da görülüyor.
Resmî
yazışma ve tutum dışında devlet adamları ve ulema Nusayrîler hakkında ne
düşünüyordu? Ulema arasında yetişen ve şöhret bulan, mülkiyye silkine geçerek
idareci zümrenin mensubu olan eski kazasker tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, Nusayrîler hakkında oldukça garip bir
ifade kullanıyor ve daha ileri giderek; rakibi Fuat Paşanın kayınpederi ve
ailesi Nusayri olduğu için, Fuat Paşa nın haremini Paşamıza yakışmayacak galiz
bir ifadeyle, Ma’ruzât adlı
derlemesinde hafife alır; "Fuat Paşa o rütbe kayıtsız idi ki,
familyasının ırz u nâmusunca lâubaliyâne harekâtını bildiği halde iğmaz
eylerdi; çünkü zevcesi hanımın pederi Ahmed Efendi. Nusayri taifesinden olup,
Nusayrîler'de ise ırz u hamiyyet dâiyeleri olmadığından, hanımın mübalâtsızlığı
pederinden mevrus olup vs..."
Tarih inin
1. cildinde Nusayrîler için yaptığı yorum da böyledir: Beyrut, Şam, Lâzkiyye ve
Trablus dağlarında yaşarlar der ve nâmus anlayışlarına ait olumsuz bir tasvirle
bu faslı kapatır.[7]
Verdiği bilgiler kısmen rivâyettir. Paşa, Nusayrîler ve Dürzîler arasında bâzı
benzerliklere de işâret eder. Ona göre: Dürzîler ve Nusayrîler özellikle
görünüşte Müslümandırlar ve birbirlerine benzerler; ama i’tikâdlarının
derinliğinde önemli farklar vardır. Fakat bu kapalı toplumları, hâliyle ciddî
bir araştırmayla tanımış olması mümkün değildir. Teorik bilgi ve sözlü tahkîkât
ve rivayetle bilgi edinmiştir. Nusayrîler hakkındaki faslı şu cümleyle
bitirir: "Hafazan Allahu min şurûrî akaidihim."
Bununla
birlikte idare adamı bu görüşlerin dışında bir politika güder. Selim Deringil
e göre: 26 Haziran 1890 tarihinde Lâzkiye (Latakia) mutasarrıfı Muhammed Hassa
İstanbul'a gönderdiği yazıda Sahyun bölgesi Nusayrîleri'nin
Sünnî-Hanefî mezhebe geçtiklerini dilekçe ile bildirip, bu mezhebin eğitimi
için okullar ve camiler istediklerini, daha önce Markab ve Cebele bölgesi
Nusayrîleri'nin de aynı şeyi yaptıklarını; bölgedeki Hıristiyan misyonerlerin
faaliyetine karşı âcilen bu isteklerin karşılanması gerektiğini belirtiyor.
Bâb-ı Alî de misyonerlerin Nusayri liderleri mâlî yönden desteklediğini, karşı
tedbir olarak aynı şeyin yapılması gerektiğini, düşünüyor.[8]
Nusayrîler'in durumu, bölgedeki Hıristiyan misyonerlerin propagandası
dolayısıyla devletin dikkatini çekiyor.
Burada
Suriye Nusayrîliği (Alavî) ile Anadolu köy Alevîliği arasındaki benzerlikler ve
ayrılıklar üzerinde duracak değiliz. Konumuz haricîdir. Her iki halk da bâzı
dinî liderler tarafından yönetiliyor, başlarında merkezî bir organ yoktu.
Fakat Nusayrîler'in kendi aralarındaki ilişki daha sıkıdır. Bu halk, bir
zamanlar Türkmenlerle çevrili bir denizde Arapça konuşan bir etnik gruptu.
Nusayri topluluklar arasında iletişim kuvvetliydi. Meselâ, Lâzkiye ile
Mersin’deki Nusayrîler aralarında haberleşiyor, kız alıp veriyor, ortaklık
kuruyor, ticaret yapıyordu. Mersin mıntıkasındaki Alevî Nusayri topluluk
Lâzkiye’den göçetmiştir. Mamafih Peter Alford Andrews'in verdiği
Adana için (22.356) ve İçel için 9.430 rakamı ihtiyatla karşılanmalıdır.[9]
Ama Anadolu-Rumeli Alevîleriyle, Hatay ve Suriye Alevîleri arasındaki en büyük
fark şüphesiz lisandır. Bir ara iç göç ve şehirleşme Arapça’yı eritmeye
başlamışken, son yıllarda Nusayri topluluklar arasında Arapça, bir dirilme
göstermektedir.
Bugün
için Antakya ve Çukurova Nusayrîliği'nin Araplık ile ulusal bir kimlik
aynıleşmesi içinde olduğu söylenemez. Ama Nusayrîler Sünnî toplulukları ile
aynîleşmemeyi de belli başlı bir strateji olarak görürler.
Osmanlı
idaresi Alevîliği bir inanç grubu, hele bir "millet" olarak
görmemiştir. Geçmiş asırdaki idare ile Alevî köy toplulukları arasındaki
soğukluk veya idarenin onlara gösterdiği (tolerans) etraflı belgesel
araştırmalara konu olmaktan çok bir edebiyat ve abartma mevzuudur. 19. yüzyıl
idaresi ise Anadolu-Rumeli Alevîleri hakkında Nusayrîler'in aksine, ihtiyatla
ifade dahi kullanmaktan da çok susmayı tercih etmektedir. Nusayrîler
hakkındaki görüşler veya Yezîdıler hakkında Mustafa Nuri Paşanın yaptığı
değerlendirmelerin benzerine Anadolu Alevîleri hakkında rastlamak mümkün
değildir.
Alevîler
konusunda meselâ Nusayrîler ve Yezidîler de olduğu gibi terimler
kullanılamıyor. 19. yüzyıl Osmanlı belgelerinde Anadolu veya Rumeli’deki Alevî
grupların ihtida (!)
ettiklerine dair belgelere rastlamış değiliz. Böyle bir tâbir kullanmazlar
Alevîler hakkında. Avamî ve sözlü bazı betimlemeler vardır ve Sünnî-Alevî
çatışması bu nedenle devlet rhetorique’inden (söylem) kaynaklanmaz. Muhtemelen
bu konudaki suskunluk, devletin Alevî grupların farklı
rituelini görmezlikten gelmesi ile izah edilebilir. Nitekim imparatorluk
coğrafyasını âdetleri ve inanç gruplarıyla tanıyan Ahmed
Cevdet Paşa birçok dinler ve mezhepler üzerinde bilgi verip yorum
yaptığı halde; Alevî'lik konusunda susmayı tercih etmiştir. Bu
suskunluğun muhtelif sebepleri vardır. 19. yüzyılın idarecisi herhalde
konuyu görmezlikten geliyordu. Adliye ve Mezahih Nezareti'ııe ait
irâdelerde II. Abdülhamid
devri boyunca Alevîlerle ilgili bir tek kayda rastladım: (18 Cemâziye'l-evvel 1316/4 Ekim
1898) tarihinde Akçadağ kazası
(Malatya) Domkili köyünde
Sünnîler ve Alevîler arasında vuku bulan mukatele hakkında adlî tahkikat
yapılmasından vazgeçilmesi, nâzırın tezkiresiyle emrediliyor.[10]
İlâve edelim ki; Şemseddin Sami dahi
Kâmûsu'l-A’lâm, c.
1, s. 226'da ’ Ağçadağ" maddesinde bölge Alevîler inden hiç söz etmiyor.
Burada geleneksel suskunluk ve iki mezhep arası gerginlik ve karşılıklı dışlama
tutumunu örtbas etme ve görmeme eğilimi görülüyor. Adliye Nezâreti nin
politikası da Cevdet Paşanın suskunluğundan farklı değildir. Kaldı ki Cevdet
Paşa çok uzun yıllar Adliye Nazırı olmuş ve muhtemelen bu konudaki politikayı
da tespit etmiştir. Bu konuda 19. asırda yerleşmeye başlayan Türk milliyetçi
tutumun da etkisi olabilir.[11]
İkinci Meşrutiyette
Mevlevi, Bektaşî ve Melâmî gibi tarikât ehlinin birleşip cemiyetler teşkiliyle
hükümeti, İttihad ve Terakkiyi desteklediği biliniyor. Esasen İttihatçıların
bu gibi tarikâtlara dahil olduğu da mâlum. Amma hükümet esasda Sünnî-Alevî gibi
ayırımları zikretmek ve taraf tutmak cihetine o zaman da gitmemişti. Tek
parti dönemi için de aynı şey söylenebilir.12,Literatürde Tarık
Zafer Tunaya ve daha önce E. Ramsaur bu konuya temas etmişlerdir.
Cevdet
Paşa; II. Malımud
devrinde Baktaşîler'in takibi ve dergâhlarının kapatılması konusunda da
ihtiyatlı ve âdil bir üslûp kullanmaktadır. Özellikle bâzı münevver kimselerin,
kıskanç ulemânın zulmüne uğramasını gayet tesirli bir biçimde nakleder.
Nitekim Cevdet Paşa Bektaşîlik iftirası ile sürülen zevâtı da sayıyor;
"Garibdir ki bu sırada Anadolu payelulerden Melekpaşazâde Abdülkâdir Bey, Mekke-i Mlikerreme payelulerinden
vak'anüvis-i sâbık Şanizâde Mehmed Ataullah Efendi ve Şık-ı-sâlis defterdarı
meşhur İsmail Ferruh Efendi dahi Bektaşîlikle itham olunarak;
Abdulkadir Bey Manisa'ya, Şanizâde Menemene, Ferruh Efendi Bursa'ya
sürüldüler... Bunların Bektaşîlikle hiç teallûk ve münâsebetleri yok idi."
der. Kısacası Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyyesi dediğimiz özel İlmî grup dağılmıştı
ve ulemâ ve üdebânm zarif kişileri birilerinin gazabına uğramıştı. "O
zaman meşahîr-i felâsife-â İslâmiyye’den olan Beşiktaşlı Kethüdazâde Efendi
dahi[12]
haftada iki gün ol meclise devam ile gerek felsefîyata ve gerek edebiyata dair
olan mübahesâtda bulunurmuş." Kendisini Cevdet Paşa "ayaklı
kütüphane" diye tanımlar. Garb ve Şark mûsikisinden, Fars dilindeki
derinliğinden söz eder: Nitekim Kethüdazâde'nin mütevazi ve dürüst hayatı
üzerinde anekdotlar el yazma mecmualarla elden ele dolaşmıştır.
"Genellikle
Bektaşîler Şeyhu’l-İslâm önünde imtihan edildikte Şiîler’in usulü üzere
(takiyye) yolunu seçerek Sünnî göründüler." der. Cevdet Paşa Tanzimat
döneminin Bektaşîlik ve Alevîlik konusundaki akl-ı selimini temsil eder.
Nitekim Tanzimat dönemi bürokratları II. Mahmut devrinin aksine Bektaşîlik ve
Melâmîlikle böyle amansızca uğraşmak yöntemini terketmişlerdir. Zamanla bu
tarikâtların bir rehabilitasyonu da sağlandı. Fakat genelde bütün tarikâtlar
üzerinde gözetleme, denetim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirdiler. Tekke
devlete yamandı, devlet tekkenin gözeticisi ve hamisi oldu.
Devletin
Vahhabîlik ve İsmailiyye gibi mezhepleri tanımadığı, hoşgörmediği; buna
karşılık Dürzîlik ve Yezidîlik gibi inançları İslâm inanışı dışında gördüğü
halde İdarî yönden sabır gösterip, eritme ve sakinleştirme yoluna gittiği
biliniyor. Aynı şekilde tarikatlar için de benzer tavır sözkonusudur. Hurûfılik
hoşgörülmemiş ve hâlen 15. asırda mensupları takib, tedib ve idam edilmiş.
Ticanîlik tarikatı İslâm akidesine aykırı görülmemiş ve fakat resmen tanınıp
himaye görmemiştir.[13]
Tanınmayan
ve tasdik edilmeyen tarikatlar veya buna mensup olanların tekke kurmaları
devlet tarafından yasak edilir, dergâh ve tekkeleri kapatılırdı. Meselâ 1851 de
İstanbul Anadoluhisarı'nda tanınmayan bir tarikat şeyhi, şarlatanlıkla
vasıflandırılıp, sürgün edilmişti. Mahalle muhtarı bâzı sekene-i mahalle ile
beraber Meclis-i Vâlâ’ya bir arzuhal takdim etmiş ve Anadoluhisarı'nın sadık
ahalisinin mezkûr Şeyh Mustafa'dan şikâyet ettiğini ve takibini taleb etmiş. Meclis-i
Vâlâ kararında:[14]
"Göksu taraflarında bâzı bî idrakler şeyhim diyerek, izlâle müncasir olan
Mustafa nam şahsın taraf-ı valî-i meşîhatpenahîden sual ve tezkire olunan
ahvâli, seair-i İslâmiyyeye bakışının sûi efaide olmasına ve bir mahalle
nefyi" mealindeki tezkire ve irade ile sürgününe karar verilmişti.
Meclis-i
Vâlâ, Tanzimat devri boyunca tekkelerin düzenine, bâzı ihtiyaçlarına,
beslenmelerine ve mâlî yardımlara karar veren organdı. Meselâ Valide Sultanın
Cerrahî Dergâhı’na yaptığı bir[15]
bağışın dahi Meclis-i Vâlâ'dan geçmesi, bu alandaki merkezî kontrol
politikasını gösterir.
Buna
karşılık Osmanlı Devlet idaresi İran Şiîliği konusundaki olumsuz tavrım sonuna
kadar devam ettirmiş görünüyor. Alevîlik ve Bektaşîlik konusundaki suskun veya
görmezci, bâzı halde kabul edici tavır bu alanda sürdürülmemiştir.
23
Şubat 1901 tarihli bir irade de bu işlemi tekrarlıyordu.[16]
Fakat Şia'nın akîde yönünden sözünü ettiğimiz mezhep ve inançlar gibi mütalaa
edilmediği; ama aksine, siyasî bir akım olarak ciddi bir tehlike diye görüldüğü
açıktır.
19.
yüzyıl basımın ve kitabın yayıldığı bir asırdır. Sözlü tarih araştırmaları için
geciktik, fakat hiç değilse basılı ve yazılı evrakın tetkiki bu konuda yeni ve
çarpıcı bilgiler getirebilir.
Bektaşîlik
ve bilhassa köy Alevîliği siyasî bir direnişe geçmediği takdirde devlet
katında mesele olarak mütalea edilmez. Özellikle.19. yüzyılın liberal ulusçu
veya radikal çevrelerinde ise Alevîlik millî Türk inancı, folkloru olarak
hayırhah bir bakışla mutalea edilirdi.
Sh:
35-46
Prof. Dr. İlber ORTAYLI
Dürzîlik konusunda fazla bir şey bilmiyorum. Ben ilk defa 1986'da onların
yaşadığı bir bölgede, cenaze töreninde Dürzîleri tanıdım. Muazzam bir cenaze
töreni idi, çok disiplinli, organizeli idi. Fuzûlî ağlamalar ve ağıtlar yoktu.
Biz bunları fazla tanımıyoruz; ancak arşiv kayıtlarından öğreniyoruz. Arap
meslektaşlarımız Osmanlı Arşivlerini tedkik etmiyorlar. Ama birileri bunları
tedkik etmektedir. Bu arşiv yeterli değildir; ama mühimdir. Maalesef bugün Ortadoğu
Osmanlı-Arap Tarihi başka bir kavim tarafından kaleme alınmaktadır. Bunda da
en kabahatli olan önce Arablar, biz ve İranlılardır.
Dürzîleri niçin tanımıyoruz?
Türk âlimleri içinde hiç kimse Prof. Dr. irene MELIKOFF kadar Alevîliği
inceleyemedi. Çünkü Türk Alevilerinin bir huyu var; Sünnîlere açılmıyorlar.
Sünnî olmayan Dr. irene MELIKOFF'u aralarına aldılar. Meselâ bir İsveç sefiri
geldi; bizden evvel aralarına girdi. Bazı istisnalar olabilir; ama, böyle
senkretik dediğimiz cemaatlara kolay kolay giremiyoruz. Bu konularda araştırma
yapmamız çok zor.
Hafız Esat, Nusayri, Suriye'de Nusayrîler hâkim. Bu, onların Arap
milliyetçisi olduğunu göstermiyor. Arap milliyetçisi olmak kolay değil. Çünkü
aynı parti Hama ve Humus’ta milleti topa tut-' tu. Böyle milliyetçilik olmaz.
Orada başka roller oynuyor. Buna karşılık aynı Baas, Sünnîlere dayanıyor;
çoğunluk olan Şiîlerin tepesinde bir Demokles kılıcı. Yani Arap milliyetçiliği
zor bir şeydir. Karışık bir mevzudur; anlamak zordur.
Dürzîler için fıkıh mühim değil. Bugün Osmanlı içinde oturup yarın Şiaya
uyabilir. Caferi ulemasının verdiği fetvâlarla Sünnî- Hanefî de pekâlâ amel
edebilir. Yani Şia ile Sünnîler o kadar farklı kompartımanlar değildir.
Maalesef burada yanlış bir fikir var: İslâmiyet'i bilen, yaşayan mutedil
insanlarımız Şia ile Sünnîler arasında dağlar varmış gibi bu konularda ayırım
yapıyorlar. Bu işlerle alakası olmayan münevverlerimiz ise Şia ile Sünnîliği
Roma kilisesi ile Ortodoks kilisesi gibi zannediyorlar. Şüphesiz artık bu
konuları tedkik ve takip etmek durumundayız.
Sh:
51-52
Şunu unutmayalım ki, papanın dediği kanundur, İlâhi emirdir, ona uyulur.
İslâmiyet'te ve yahudilikte ise böyle bir şey yoktur. Bu demek değil ki,
ortalıkta hiç bir kıstas yok. Bir ulema sınıfı var. Ulema arasında bir
iletişim, diyalog, haberleşme var. İran'daki ulemayı Anadolu'dakiler tanıyor.
Onun da Maveraünnehr’le ilişkisi var. İslam’da belirli nasslar var, bu nassları
yıkmak çok zor. Dolayısiyle baba yoksa da ülema her zaman var. Dînî nasslar
ortadadır, vahiy ortadadır. Onun dışına taşmak çok kolay olmuyor. Bu anlamda
bir ortodoksi var. Yaşayan bir kurumun, ilâhîleşmiş bir ferdin tayin ettiği bir
kuraldır ve önemli bir farktır. Bu, Hıristiyanlığın ve Hıristiyan kilisesinin
çağdaş kuvvetidir. Ama bu aynı zamanda da Hıristiyanlığın ve kilisenin
zaafıdır. Bunun üzerinde fazla durmak istemiyorum.
Sh:
56
Prof. Dr. İlber ORTAYLI
Hakan Bey'in bahsettiği "Alevistan" porejesi hiç bir zaman bizim
bildiğimiz, çoğunlukta olan Anadolu ve Rumeli Türkmen Alevîlerini kapsayan bir
olay değildir. Kökeninde kendince bir haklılık da vardır. Çünkü, Dersim ve mücarvir bölgesindeki Alevîler —ki etnik olarak
kendilerini Kürt de, Türk de saymıyorlar— Zazadır. Bunlar böyle bir şey
geliştirmişler. Tutar veya tutmaz; bu tartışılıyor.
Kürt siyasî çevreleri ve bazı kürdologlar da buna kızıyor. Hatta
Avrupa'da, İlmî bir toplantıda biri bunu Türklerin resmî projesi diye takdim
etti.
Bunları belirtmek için söz almıştım. Teşekkür ederim.
Sh: 110
Kaynak: Tartışmalı İlmi Toplantılar
Dizisi: 28, Tarihi Ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Aleviler Bektaşîler
Nusayrîler, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Ensar Neşriyat: 61 Aralık 1999,
İstanbul
Osmanlı
toplumunda Aleviler ve Ermenilerin birbiri ile olan alakasını görmeniz için
aşağıda bırakacağım alıntı, düşünce dünyanızda çok değişime sebep olacaktır.
Toplumun gördüğü baskı ile milliyet ve din mefhumunun göreceği değişim ve
döngüsü ile yapmayacağını yapması veya tersi durumu, takdir edince etnik
değişime uğrayışını görebiliriz.
[ Osmanlılar
döneminde, bu kesimde (Alevi) tek tek görülen karşı düşünce yandaşları “zındık
ve ilhad” ve “fısk ve fücur” suçlamasıyla, kısacası dinsizlik ve ahlaksızlık
suçlamasıyla karşı karşıya kalmışlardır. Fakat, bu kesimde de karşı düşünce,
Osmanlı yargıçlarının (kadıların) söyledikleri gibi, gerçekten de dinsizlik
düzleminde ortaya çıkmış değildir. Dinin resmi yorumuna tepki olan, fakat dini
içeren bir anlayıştır suçlanan... En ileri durumunu Nadajlı Abdurrahman’da
gördüğümüz karşı düşünce, bundan sonra düşüşe geçecek ve resmiyetin içinde
kaybolup gidecektir .
Örneklerin
de göstereceği, gibi âlimler ve sanatçılar arasında, kendi konumlarına uygun,
boyutlu, sağlam, gelişmiş bir karşı düşüncenin varlığından söz etmek olanağına
sahip değiliz... Fakat medreseler de dahil, hemen hemen her yerde Osmanlılığın
karşısında olan kendiliğindenci bir karşı düşüncenin yaşadığını da anlıyoruz. Devletin bu düşünceden çok tedirgin olduğunu, onu temel
hedef seçtiğini her konuda gösterdiği hoşgörüyü bu konuda asla göstemediğini,
Hıristiyanlara ve Yahudilere tanınan özgürlüklerin karşı düşünce yandaşlarına
tanınmadığını da yine belgeler bize göstermektedir. (Rıza ZELYUT,
age. Sh: 112)]
Rıza
ZELYUT
16. ve 17. yüzyıllarda,
sıkı koruma altına alınarak ve halk hareketlerine şiddetli cezalar uygulayarak,
kentlerde oluşacak hareketler önlenebilmiştir. Bunda, kentlerin tümden yönetim
ideolojisi Sünnilik tarafından denetlenmesinin etkisi de vardır. Fakat
kırlardaki ekonomik düzenin alt üst edilmesi sonucu kentlere akın başlayınca
kentlerdeki denge de bozulmuş, olaylar birbirini izlemeye başlamıştır. Ama,
İstanbul’daki eylemler, devlete karşı olmaktan çok, devleti bir kesimin
görüşlerine göre onarmayı hedef almıştır.
Bunun
için de eylemlerin hedefi olarak kişiler seçilmiştir.
Kırsal kesimin
edilgenleştirilmesi ve edilgenliğin toplumsal kalıta dönüştürülmesi, Osmanlı
yönetiminin kendiliğinden fakat tutarlı çalışmalarının eseridir. Yönetim, bu
başarıya uzun çalışmalardan sonra ulaştı. Osmanlılar, 14. yüzyılın ortalarından
başlamak üzere oluşturdukları medreselerde, dinsel eğitim vermeyi, ikincil amaç
olarak ele elliyorlardı. Osmanlı yönetimi yüksek okullarda dinbilgisi vermek
yerine, daha çok dine dayalı bir yönetim ideolojisinin halk tarafından nasıl
benimseneceğini araştırdı. Araştırmaların temel hedefi, "yönetici
kesimin çıkarlarının alt kesimlerin çıkarı gibi gösterilmesi”nin nasıl
başarılacağıydı.
Halkın istekleri ve
özlemleri önce baskıyla hadımlaştırıldı. Buna karşı çıkan Aleviler,
Osmanlıların en güçlü olduğu dönemde isyan etmek zorunda kaldılar.
İsyanların temel özelliği yerel olmaları ve azınlık çıkarlarına yönelik
bulunmalarıydı. İnançsal, etnik ve coğrafyasal ayrılıklar bu isyanların
genelleşmesini engelliyordu. Merkezsel denetimin doğal sonucu olan güçlü
Osmanlı ordusu, sonunda bu hareketlerin tümünü bastırıyordu.
Osmanlılar,
bastırdıkları isyanlardan sonra, akılcı ve uzlaşmacı bir siyaset izliyorlardı. Devlet,
kendisine yandaş olabilecek kesimleri bağışlamakta bir sakınca görmüyordu. Hareketin önderlerine devlet görev vererek onları belli
bir alanda denetim altında tutma olanağına kavuşuyordu.
Fakat bu siyaset her
kesime aynen uygulanmıyordu. Çözümsüz çelişkiler içine girilen kitleler,
becerilebildiği ölçüde yok edilmeye çalışılıyordu. İsyan hareketlerinin
bastırılması, bir yoketme biçimine dönüştürülüyor, ara sıra da isyana bağlı
olmayan kıyımlar düzenleniyordu.
Halkın içine casuslar
salınıyor, sünni olmayan kesimler saptanıyor, sonra da bunların hakkından
geliniyordu. Kimileri defter edilip öldürülüyor, kimileri Kızılırmak’ta
boğduruluyor, kimilerinin de boynu vuruluyordu. Osmanlının karşıt güçlere
uyguladığı bu katliam “defterini dürmek” biçiminde hala dilde yaşıyor.
Bu baskı, alt kesimleri
birbirlerinden uzak durmaya itiyordu. Tutarlı bir birliğin oluşmaması için
gereken politik hesaplar, geçmişteki deneyden de yararlanan devletin ilgili
kadrolarınca yapılıyor ve bu hesaplara göre hareket ediliyordu. Uygulamalar,
önceden sıkıca planlanmasa da, Osmanlılar hiçbir zaman gelişigüzel
davranmamışlardır...
Halkın direnci
kırıldıktan sonra, yukarıdan aşağıya doğru yoğun ideolojik bombardıman başladı.
Camiler, okullar, resmi tekkeler, devletin önerdiği biçimde çalışmaya girişti.
Hayatın her alanı sıkı bir denetime alındı. Farklılıklar budandı. Direnenler
idam edildi.
Sonunda Osmanlılar halkı şuna inandırdılar: Biz bu yaptıklarımızı sizin için yapıyoruz...
Alt tabakaların karşılığı da şöyle özetlenebilir: Evet, yüce padişahımız doğru
söylüyor...
Bu anlayışın doğal sonucu; halkın kendisi için istediğini
sandığı şeyleri saray için istemesi oldu. Ya da, kendi çıkarlarını savunuyor
sanırken sarayın çıkarlarını savunur duruma düşmesi gündeme geldi...
İşte bu
aşamadan sonra kırsal kesimde olaylar durdu. Düşünce hayatı gerilemeye başladı.
Osmanlılar bu kuralı önce kentlerde geçer akça yapmışlardı. Bu yüzden 16.
yüzyıldan başlayarak bilimsel çalışma şu ideolojik sloganın tekrarı biçiminde
sürdü gitti: İlmin
amacı dine ve devlete hizmettir... Bu oluşum, yöneticileri
rahatlattı ama Türk toplumunun düşünce yaşamını, bilimsel gelişimini durdurdu.
Osmanlı devleti halkı,
yönetici kesim yararına olanı kendi yararınaymış gibi savunma aşamasına kolay
getiremedi. Osmanlı ideolojisine, özellikle Alevi kitleler, karşı çıkmaya çalıştılar.
Bu karşı çıkışlar ideolojik düzlemde olduğundan ve kitle hareketlerine gebe
bulunduğundan şiddetle izleniyor ve genellikle de ölümle cezalandırılıyordu.
Bu konuda
dolaysız bilgi vermek amacıyla 16. yüzyılın şeyhülislamlarından birisi olan ve
Osmanlı düşüncesini tam olarak temsil eden Ebussuud Efendi’nin Alevilere
yönelik fetvalarından uzunca bir bölümünü aktarıyoruz.
[Şeyhülislam Ebussuud
Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, M. Ertuğrul Düzdağ, s. 83’ten
başlayarak değişik fetvalar...]
Soru: Bir kişi açıktan açığa Ramazan gününde
yemek yese, sorgulaması sırasında, “Özrün yokken neden yemek yiyorsun?” diye
sorulduğunda yine, “Ramazan hadistir, düzme koşmadır...” diye cevap
verse ve bu sözünde dirense, ona ne yapmak gerekir?...
Cevap: Elbette öldürülmesi gerekir...
Soru: Hazreti Hüseyin soyundan gelen bazıları
(seyyidler), “İbadetle ilgili kurallar bizi bağlamaz. Biz öbür dünyada
ahiret kurallarından sorumlu tutulmayız. Biz cennete gireceklerdeniz...”
deseler, bunlara ne yapılmalıdır?..
Cevap: Bu inanç üzerinde direnir de Müslümanlığa
(şeriat yoluna) gelmezlerse dinsizlikleri anlaşılmış olur, bu nedenle de
öldürülmeleri gerekir...
Soru: Tekkelerde toplanarak, “Biz tevekkül
ehliyiz ” diyen insanların tutumları
benimsenebilir mi?
Cevap: Benimsenmez...
Soru: Bazı sufıler, “Bize şeyhimiz böyle
buyurdu...” diye sürekli olarak zikretseler, onlara ne yapmak gerekir?
Cevap: Şeyhleri olan dinsizin buyruğunu Tanrı
peygamberinin buyruğuna yeğledikleri için (Diğer ibadetleri yapmayarak...) tümünün
öldürülmesi gerekir...
Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca
öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler
de şehit olur mu?
Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmeleri
elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük en kutsal savaştır... Bu yolda
ölmek de şehitliğin en ulusudur.
Soru: Kızılbaşların öldürülmesi, İslam Sultanına
(Osmanlı padişahına) düşmanlık beslediklert için mi şarttır, yoksa başka
nedenleri de var mıdır?...
Cevap: Bunlar hem sultana isyan ederler, hem de dinsizdirler...
Soru: Kızılbaşların önderinin Tanrı
peygamberinin (Muhammed’in) soyundan olduğu söyleniyor. Bu durumda,
Kızılbaşların öldürülmelerinin helal olduğundan biraz kuşku duyulamaz mı ?...
Cevap: Haşa , en küçük kuşku duyulmaz...
Kızılbaşların yaptıkları kötü işler, o temiz peygamber soyuyla bir ilgilerinin
olmadığını göstermeye yeter. Ayrıca babası İsmail [Sözü
edilen İsmail, Şah İsmail Hatayi’dir.] ortaya çıktığında, İmam Ali
er-Rıza ibni Musa el- Kazım’ın mezarının bulunduğu ve diğer yerlerdeki büyük
seyyidler kıyımdan kurtulmak için bu isteğe boyun eğmişler, fakat dikkat
edenlerin anlayabilmesi için de onun soyunu kısır bir seyyide bağlamışlardır.
Ayrıca, soyunun
peygambere dayandığı doğru olsa bile, dinsiz olunca diğer kâfirlerden ayrımı
kalmaz. Ancak ve ancak doğruluğu tartışılmayacak olan kutsal şeriat töresine
uyanlar ve onun sağlam kurallarını koruyanlar peygamber soyundan olabilir...
Örneğin, Kenan Nuh Peygamberin oğluydu ama onun yolundan çıkmıştı. Nuh,
Kenan’ın kurtulması için yalvardığında, Tanrı, “O senin soyundan
sayılmaz...” demiş, Kenan da öbür kâfirlerle birlikte boğulup
cezalandırılmıştı...
Eğer büyük peygamber
soyundan gelmek azabdan kurtulmaya yetseydi, Âdem Peygamber soyundan geldikleri
için, bütün kâfirler bu dünyada ve öbür dünyada asla azaba düşmezlerdi...
Soru: Kızılbaşlar, şii olduklarını söylüyorlar.
“Lailahe illallah” diyorlar. Kendilerine karşı uygulanan bu ölçüde sıkılığın
nedeni nedir? Ayrıntılı ve geniş açıklar mısınız?..
Cevap: Onlar şii de değildir. Zaten, “Yetmiş üç yoldan
ehli sünnet dışındakiler yanacaktır...” diyen peygamberimiz durumu
aydınlatmıştır. [ İşin
ilginç yanı, Ebussuud’un ehli sünnete mal ettiği bu sözü Kızılbaşlar da
kendileri için söylenmiş sayarlar.] Kızılbaşlar, yetmiş üç yolun
tam olarak birinden değildirler. Her birinden bir parça kötülük ve bozgunculuk
alıp kendi isteklerine göre yarattıkları sapıklık ve küfürlerine katarak bir
sapıklık ve dinsizlik mezhebi (yolu) kurmuşlardır. Bu kötü durumlarını gün gün
artırmaktadırlar. Bunların sürüp giden, bilinen suçlarına bakarak kutsal din
yasalarına (şeriata) göre şu yargılara varırız:
O zalimler, ulu Kuran’ı,
kutsal şeriatı ve İslam dinini hafife almakta, dinsel kitaplara söğerek ateşe
atmaktalar. Gerçek din bilginlerini (şeriat âlimlerini) bu bilgileri yüzünden
kırmakta, önderleri olan sapık haini Tanrı yerine koyarak ona secde etmekteler.
Ayrıca haram olduğu sağlam ayetlerle saptanmış olan bütün yasakları da helal
sayıyorlar. Ayrıca Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer’e lanet ettiklerinden dolayı da
kâfirdirler. Ayrıca, doğruluğu tartışılamayacak olan Hz. Ayşe’nin (Peygamberin
ailesi) erdemine ilişkin bir çok ulu ayet inmişken, bunlar Ayşe anamıza dil
uzatarak Kuran’ı yalanlamakta ve böylece de kâfir olmaktalar. Ve yine Ayşe’ye
yönelik suçlamaları ile peygamberimizin kutsal büyüklüğüne leke sürerek bu
yolla peygambere sövmüş sayılırlar. Bu yüzden bütün kızılbaşların, büyüğü
küçüğü ile, kentleri ve eserleriyle yok edilmeleri şarttır. Bunların kâfir
olduğundan kuşku duyanlar da kâfir olur...
Kızılbaşlar, İmam-ı Azam ve İmam Süfyan-ı Servi’ye göre,
eğer tam anlamıyla tevbe eder de İslamiyete dönerlerse ölümden kurtulurlar. Fakat İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed bin Hambel, İmam
Leys bin Sad, İmam İshak bin Rahuya ve öteki din bilginlerine göre bunların
tevbeleri de kabul edilmez. Elbette boyunlarının kesilmesi gerekir.
Hazret-i İmam (Ebi
Hanife) onların hangi yanın inancını benimserse o yandan olacaklarını
söylemiştir. Bu yargı bilinir...
Kızılbaş askerleri için
ne yapılması gerektiği konusunda bir ikilik yoktur. Fakat köylerde ve kentlerde
kendi hallerinde doğrulukla oturup kızılbaşların nitelik ve davranışlarından
arınmış, dışları da buna uygun kimselerin, yalanlan ortaya çıkmadığı sürece,
diğerlerine uygulaman uygulamalardan kurtulmaları gerekir.
Kızılbaşların
öldürülmeleri diğer kâfirlerin yok edilmelerinden daha önemlidir.
Örneğin Medine çevresinde kâfir çokken ve Şam henüz ele geçirilmemişken, Ebi
Bekr kâfirlere saldırmayı değil, yalancı Müseyleme’ye bağlı bu döneklere
saldırmayı yeğlemiştir. Hazreti Ali zamanında Haricilerin kırılması da böyle
olmuştur.[Müfti
Ebussuud, Ali soyundan gelenlere bağlı Kızılbaşlarla, Ali’yi öldüren Haricileri
aynı kefeye koymaktadır.]
Bu kesimin kötülükleri çok büyüktür. Bunların kötülüklerini yeryüzünden silmek
için çok çaba harcamak, ne gerekirse yapmak lazımdır.
“Kendisinden
yardım istenilen ve kendisine bağlanılan Allah’tır. Ey Tanrım, günahlarımızı ve
işlerimizdeki taşkınlıklarımızı affet. Ayaklarımızı sağlam yere bastır.
Kâfirlere karşı bize yardımcı ol.”
“Bunu, efendimiz ve en
üstünümüz, zamanın büyüğü, İslam ve zafer diyarının müftisi Ebussuud yazdı.
Sene: 955 (1548).”
Soru: Nahcivan seferinde ele geçirilen Kızılbaş
evladı kul olur mu?...
Cevap: Olmaz...
Soru: Padişah buyruğuyla
Kızılbaş topluluğu kılıçtan geçirilip büyüğü küçüğü tutsak alındığında,
yakalananlardan bazıları Ermeni olduklarını söylerse, bu durumda kurtulurlar mı?...
Cevap: Ermeniler kurtulurlar. Eğer
Ermeniler, Kızılbaş askeri ile birleşerek İslam askeri (Osmanlılar) üzerine
gelmemişlerse dine göre tutsak edilemezler...
Soru: Dört halifeye söven ve Kızılbaş olduğu
bilinen birisini öldürene ne yapılır?
Cevap: Eğer bu nedenle yapmışsa, hiçbir şey
yapılmaz...
Soru: ‘Peygamberin
kimdir?...” denilen birisi, “Bilmem...” diye karşılık verse ne olur?...
Cevap: O kişi, gerçek de, yalan da söylemiş olsa
kâfir olmuş olur...
Soru: Bu konuda bazı kişiler o kişiye,
“Peygamber yolundan (şeriattan) çıkma, peygamberi tanı, utan...” deseler, o da
öfkeyle, "Ben peygamber bilmem.” dese, dine göre kendisine ne yapmak
gerekir?
Cevap: O kişi kâfirdir, öldürülmesi gerekir...
Soru: Müezzin ezan okurken, bir kişi, "Bin
kere seslensen, bizden sana varan olmaz...” dese, ona ne yapmak gerekir?...
Cevap: Bu bir alaydır... Söyleyen kâfir, karısı
da boş olur...
Soru: Bir kişi diğerini şeriat yoluna çağırsa,
diğeri ise, "Sana da şeriata da lanet...” dese, ne yapmak gerekir?...
Cevap: Bunu söyleyen kâfirdir, dolayısıyla
öldürülmesi şarttır.
Soru: Bir kişi, diğerine, "Bana Tanrı’yı
buluver...” dese, diğeri de, "Kuran’ı kılavuz alır, peygambere uyarsan
Tanrı’yı bulursun...’’ dese, ötekisi yine, "Onlara ne gerek var? Ben
onlarsız da bulurum...” diye konuşsa, yahut da “Buldum...” deyiverse, ona ne
yapmak gerekir?
Cevap: Dinsizdir, öldürülmesi şarttır...
Soru: Bir kişi, "Bana İsa Peygamber gibi
gökten sofra iner. Birçok insanı vebadan ve başka belalardan kurtardım,
kurtarırım. Dilediğimi de kötü duruma düşürürüm...” dese ne yapmak gerekir?...
Cevap: Bir kişi deli değilse dinsizdir. Derhal
yakalayıp sorguladıktan sonra hakkından gelmek gerekir...
Soru: Birisi "Dolu
cennetten, boş cehennem yeğdir...” diye şaka yollu konuşsa, ne gerekir?...
Cevap: O kişi kâfir olur.
Soru: Birisi haşri
yadsıyıp, "Mümine haşir yoktur...” dese, ona ne yapmak gerekir?
Cevap: Öldürmek gerekir...
Soru: Bir bölük insan, namaz kılmayıp Ramazan
ayının farz olduğunu yadsısa ve Ramazan gelince oruç tutmasalar, bunun nedeni
sorulunca da, “Biz yoksul insanlarız. Bize beş altı gün tutmak yeter...”
deseler ve yine “Şarabın yapıldığı bağlara bakan bizleriz. O bizim emeğimizdir,
bu yüzden bize helaldir...” deseler ve kadınlarıyla birlikte şarap içseler...
Ayrıca kâfirlerin toplantı günleri gelince o günlere kâfirler gibi uysalar,
saygı duysalar... Bunun gibi şeriata aykırı birçok davranışları olsa, bu
insanlara ve bunlara Müslüman gözüyle bakıp söz ve davranışlarını
benimseyenlere ne yapmak gerekir?
Cevap: Bunlar kâfirdirler ve öldürülmeleri
gerekir...
Soru: Birisi şarap içse ve içerken haşa, “Bu
şarap güzel bir nesnedir, hoş şeydir. Bunu içmeyenlerin ağzını, avretini
filanlayayım...” diye sövse, diğer birisi de, “İyi dersin...” dese, bunlara ne
yapmak gerekir?
Cevap: İkisi birlikte kâfirdir. Öldürülmeleri
gerekir.
Soru: Bir Müslüman diğer bir Müslüman’a cima
kastıyla dinine, imanına, ağzına sövse ne olur?
Cevap: Kâfirdir, katli helaldir.
Soru: Bir kişi diğerine selam verirken, “Aşk
olsun...” dese diğeri de “Ya hu...” diye karşılık verse bunlara ne yapılır?
Cevap: Yüce Tanrı’nın saptadığı selamı beğenmeyip
o şekilde selâmlaşırlarsa kâfir olurlar.
Soru: Bir kişi, diğer iki kişiyi dinsizlikle
suçlarsa o iki kişiye ne yapılır?
Cevap: Bir şey yapılmaması gerekir. Belki dinsiz
değildiler...
Soru: Ya bir tanık bulununca, o zaman ne
yapılır?
Cevap: Dinsizlikleri anlaşılmış olur ve
öldürülmeleri gerekir...
Soru: Kâfir düğününe, “Mübarek olsun."
diyene ne yapılır?
Cevap: Eğer “Mübarek” dediyse kâfirdir.
Soru: Bir kişi, “Şarap içersem peygambere sövmüş
olayım.” dese ve daha sonra da şarap içse, ona ne yapılır?
Cevap: Kâfirdir, katli helaldir.
Soru: Şeyh Bedreddin Simavi ki “Varid&t”
sahibidir; “Bedrettin yandaşlarına küfür ve lanet etmeyen kâfirdir.” diyen
birisine ne yapmak gerekir?
Cevap: Aslında, Bedreddin yandaşı olanlar
kâfirdir, demek doğrudur. Diğer kâfirleri olduğu gibi bunların adını da anmayıp
lanet etmeyen kendi halindeki Müslümanlar kâfir olamaz.
Soru: Simavilerden bir bölük insan şarap içip
izinle birbirlerinin eşlerine tasarruf etseler, bunlara ne yapmak gerekir.
Cevap: Öldürülmeleri gerekir...
Soru: Bir kişi, Kim Şeyh Bedreddin dervişlerini
evine konuk alırsa onu cezalandırıp ayrıca suç parası almak gerekir.” dese bu
uygulama dine uyar mı?
Cevap: Konuk alan kötü şöhretli Simavi yandaşıysa
uyar.
Soru: Birisi, “Hallacı Mansur şeriate göre kâfir
olduysa, gerçeğe göre de en yüce mümindir. Gerçekten de Hallaç’m davası doğrudur.”
dese ve inancı da bu yönde olsa, bu kişiye ne yapılır?
Cevap: Hallacı Mansur’a yapılan yapılır...
Soru: Hakim İshak’ın yandaşlarından olan üç
kişi, “Kuran’ı, önce gelen kitabı tasdiken ve ona şahit olarak, hak ile sana
indirdik...” ayetinden yola çıkıp "ona şahit olarak..." ibaresinin
anlamını sapıtarak “Halen Yahudilerin ve Nasturilerin ellerindeki Tevrat ve
İncil, indirildiği gibidir. Asla değiştirilmemiştir.” diye konuşsalar ve
buna da inansalar... Tevrat adına halen Yahudiler elinde bulunan kitapta Lut
Peygamber hakkında, haşa, “Sarhoş olup kendini bilmez haldeyken kızlarıyla zina
eyledi.” diye yazılı olduğu ve yine yüce Kuran’a muhalif ve zıt birçok şeyler
bulunduğu halde, bu kişiler yine bu kitaplara yukarıdaki açıklamaya bağlı
olarak inanıp bu inançlarında direnseler kendilerine ne yapmak gerekir.
Cevap: Bu durum çirkin bir bilgisizlik ve açıkça
sövgüdür. Bunlar gerçek anlamda tevbe ederlerse bizim imamlara göre ölümden
kurtulurlar ama diğer imamlara göre boyunları vurulur...
Gerçekten de karşı düşüncedekiler
Mansur’a döndürüldükten sonra, medreselerde üretilen Osmanlı düşüncesi siyasal
kadrolar tarafından yukarıdan aşağıya yollanmıştır. Üst tabakanın alt
tabakalara yaptığı bu göndermeler, merkezsel örgütlenmenin yerel birimleri
tarafından Anadolu’ya yayılmıştır. Osmanlılarda siyasal ve dinsel otoritenin
eksiksiz bir uyuşum içinde bulunması, aşağılarda doğan tepkinin tepkici alan
içinde kolayca kuşatılarak yok edilmesini getirmiştir. Devletin emrindeki
dinsel kadro, tepkici kesimi devlete karşı değil de dine, dolayısıyla alt
kesimden diğer insanlara karşı gibiymiş gibi göstererek onları öbür kesimlerden
soyutlamıştır.
Alt
tabakaların çıkarları ile kendi çıkarlarını ustaca dengeleyen Osmanlı yönetimi
bu durumu önce yasa haline getirmiş, sonra geleneğe dönüştürerek kuşaktan
kuşağa aktarmıştır.
Sh:34-45
Kaynak:
Rıza ZELYUT, Osmanlıda Karşı Düşünce-Düşünceleri Nedeniyle İdam Edilenler, Yön
Yayıncılık: İkinci Baskı: Nisan 1995,İstanbul
[1] Jean Paul Roux, Histoire
des Turcs, Fayard Paris 1985. Mircea Eliade, Shamanisme, Pontheon Books, New York, 1964.
[3] Cahit Uçuk, Bir
İmparatorluk Çökerken, Yapı Kredi, İstanbul, 1995, s.
79. Batemya Bat Zion Eraqi Klonnan "Müslim Supporters of Jewish Messiahs
in Yemen” Middle Eastern Studies vol. 29/4. 1993, s. 714 vd.
[5] BOA, Ir-Mec.
Va. 3 Muh 1270-Nr. 11312 BOA, Ir-Dah. Nr. 17203, gene BOA, Yıldız
Arşivi Umumi Nr. 267-24/7 CA 1310, tezkire-i samiye.
[8] Selim Deringil, "The Invention of Tradition in late
Ottoman Empire". Comparative Studies in Society and History vol XXXV. 1993/1, s. 15-16.
[9] Peter Alfrod Andrevvs, Ethnie
Groups in ihe Republic of Turkey, Tubingen Atlas,
Wiesbaden 1989, s. 151-152.
[11] Bu konuda Studiea
in Ottomaıı Transformation "Les Orders
Mystiques et L'Administration Ottoman â l'Epoque du Tanzimat", s. 151-156,
adlı makalemizde Tanzimat devrinde merkezî hükümetin tekkeleri ve tarikatları
kontrol usulüne değinilmektedir.
Klâsik Osmanlı devrinde bu gibi mezheplerden çok, bâzı tarikat ve
dergâh mensupları takibata uğradı. Meselâ 16. asra ait şu mühimme hükümlerini
görelim: "Tekkelerin etrafına üzüm dikip, hamr yapan aşıkların İstanbul'a
gönderilmeleri hakkında” 2 RA 968/10-XI 1561 tarihli hüküm: (Mühimme 3) veya
"Kaliakra nam hisardaki Saru Salcuk zâviyesi aşıkları ehl-i bid at mı
yoksa ehl-i sünnet vel-cemaat mıdır? Nicedür bildiresiz... (14 M 967/15 Ekim
1559 tarihli Mühimme 3). Aynı tarihlerde "tekkeler de ehl-i sünnetten olmayan
aşıkların menedilmesine dair Varna Kadısına ve nâzır-ı emval olan Mehmed'e
hüküm (Mühimme 3, 473/172 29 M. 967-1559 yılı Kasım). Kısacası büyük
kitlelerden çok, propaganda yaparak etrafı kendine çekecek derviş zümreleri
tâkip edilmektedir. Tanzimat'tan sonra devlet bu konuda çok daha dikkâtlidir
ve galiba teba da aynı ölçüde dikkâti i ve siyasî nizamla ters düşmeme
gayretindedir. Tekkeler ve şarlatan derviş ve mürşid namına kimseler gene takip
edilip sürülmektedir.
[12] Cevdet Paşa, Tarih, c. 12. Dersaadet 1309, s. 180, Mehmet Esad Üss-i
Zafer, s. 205-209, ayrıca R.E. Koçu, "Arif Efendi", İstanbul
Ansiklopedisi, c. 2, s. 996.
[13] Ahmedîlik, Bahaîlik gibi inançlar: B. Lewis, The
Jews of İslam Princeton, 1984, s. 20. John S. Guest, The
Yezidis, London, 1987. Yezidîler ve Os- manlı İdaresi için BOA. IMV Nr.
11312/3 Mart 1270 tarihli irade Muş Sancağında ihtida eden Yezidîler: BOA, İrade
Mec. Mah. Nr. 895 gurre-i CA 1277, Yezîdîler ve kur’ai şer'iyye.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar