ALEVÎLİK
Hzl:
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ
Anadolu
Kızılbaşlığının kökü yüzeysel de olsa 1252-1334 yıllan arasında Erdebil'de
yaşamış olan Safeviyye veya Erdebiliyye diye anılan Sünnî bir tarikatın kurucusu
Şeyh Safiyuddîn'in torunu Hoca Ali'ye (ö. 1429) dayanır. Şeyh Safiyyuddîn ve
oğlu Hoca Sadrettin (ö. 1393) zamanında Sünnî karakterini koruyan bu tarikat
Hoca Ali zamanında Şiî bir eğilim göstermeye, böylece bâtınî-Şiî zümreleri
çevresinde toplayıp güçlenmeye başladı. Hoca Ali'den sonra oğlu İbrahim (ö.
1447) ve torunu Şeyh Cüneyd (ö. 1460) zamanında söz konusu eğilim, daha da
arttı ve siyasî bir harekete dönüştü.
Şeyh Cüneyd
Azerbaycan'ın çeşitli bölgelerine, Doğu Anadolu’ya, Suriye'ye birçok propagandacı
mürid göndermiş, bir ara Karaman'a sığınmış, burada tutunamayınca Trabzon Rum
Devletini yıkarak yerine bir sultanlık kurmak istemiş, bunu başaramayınca oniki
bin silahlı müridi ile Kafkaslar'a saldırmış, Şirvan hükümdarı Halil ile
girdiği çatışmada öldürülmüştü. Kendisinden sonra yerine geçen oğlu Haydar bu
yöndeki çalışmalarına devam etmiştir. Şeyh Haydar mürîdlerine oniki dilimli
kızıl bir başlık giydirmiş, üzerine yine kızıl bir sarık sardırmış, bundan
dolayı bu hareketin mensupları Kızılbaş olarak anılmıştır. Babasının intikamını
almak üzere Şiran'a yürüyen Haydar, çıkan çatışmada ölünce (ö. 1488) bir
karışıklık dönemi yaşanmış, daha sonra Safavî hareketinin başına Şah İsmail
(ö. 1524) geçmişti. Koyu bir Şiî olan Şah İsmail 1500 (veya 1501)'de Safevî
devletini kurmuş, ezanı değiştirmiş, hutbelerde Hulefa-i Râşidin'e lânet
edilmesini emretmiş, Sünnîler'e ait pekçok tekkeyi yıkmış, yakmış, birçok
Sünnî'yi öldürtmüş, böylece o zamana kadar % 65'ten fazlası Sünnî olan İran
sahasını zorla Şiîleştirmeye koyulmuştu. Şah İsmail 1511'de Sünnî bir hükümdar
olan Özbek Şeyban'ı Horasan’da yenerek harekâtını Orta Asya'ya doğru
genişletmiş, Irak üzerine yürüdüğü esnada Şah Kulunu (Şeytan kulunu)
Osmanlılar'a karşı ayaklandırmış, 1514'te Yavuz Sultan Selime yenildikten
sonra kendini içkiye vermişti. Bundan sonra bir daha harekete geçme imkânını
bulamadı. Yerine geçen oğlu Tahmasb (ö. 1576), torunu İsmail (ö. 1578), M.
Hudabende (ö. 1588), I. Abbas (Ö. 1629) onun yolundan yürüdüler ve Safevî
devletini bir millî İran devleti hâline getirdiler. Bu dönemde İran'daki
Kızılbaşların tamamına yakın kısmı Şiîleştiği halde Osmanlı ülkesindeki
uzantıları Kızılbaş kimliklerini korumuşlar ve Şiîleşmemişlerdir.
Özellikle Hoca Ali
ile başlayan Şiî eğilim Şeyh Cüneyd ile siyasî harekete dönüşmüş. Haydar
zamanında Kızılbaşların baymağı sayılan oniki dilimli kızıl başlık kabul
edilmiş, Şah İsmail de Safevî devletini kurmuştu. Şah İsmail sadece bir devlet
adamı, bir hükümdar değildi. Aynı zamanda güçlü bir şairdi. Türkçe söylediği
şiirlerinde ortaya koyduğu Kızılbaşlık inançları bu hareketin yayılmasında ve
yaşamasında etkili oldu. Yedi ulu şairden biri olarak kabul edilen Şah
İsmail'in şiirlerini bugün de Alevîler özellikle cem âyinlerinde ve semahlarda
zevkle okunmaktadırlar.
Alevîler'e
verilen isimler
Şeyh Haydar
döneminden itibaren Kızılbaş olarak tanınan ve Sünnîler tarafından Rafızî
(Heterodoks) olarak kabul edilen bu zümreye çeşitli yerlerde değişik isimler
verilmiştir. İran sahasında zaman zaman, "Ehl-i Hak", "Karakoyunlular",
"Şamlular”, "Abdal beyliler", Gulya'î", "Guran",
"Millîler", Horasan'da, "AliAllahîler" gibi isimler
almışlardı. Anadolu’da kendilerine ilk zamanlarda "Kızılbaşlar"
(Surh-serân), "Şah Safî süreği" (Sürek: Zümre, cemaat, sürü),
"Sofu sürekleri", "Şah Sevenler", "Râfizîler",
"Tavşan yemezler" gibi isimler verilmişti. Bele hâkim olmayı esas
alan ve zina yapmaya düşkün olma sebebi sayan Kızılbaşlar'a, haksız bir suçlama
olmakla beraber, İran'da:
"Çerâğ Kuşân", Anadolu'da: "Mum söndürenler" denilmiştir.
Bu ifâde, Kızılbaşlık ortaya çıkmadan önce mukannaiyye gibi bazı aşırı
Şiî-bâtınî zümreler içinde kullanıldığına göre daha sonra bu nitelemenin
yersiz olarak Kızılbaşlar hakkında da kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Anadolu'da çeşitli
bölgelerde ve çeşitli zaman dilimleri içinde Kızılbaşlar'a daha başka isimler
de verilmiştir. Akdeniz ve Ege bölgesinde orman ve ağaç işleriyle uğraştıkları
için: "Tahtacılar," "Çepniler" (Oğuzların bir kolu, Sünnî
Çepniler de var). "Sıraçlar" (Tokat, Sivas'ta), "Sırtı sarılar"
vs. gibi isimler verilmişti. XIX. asra kadar Kızılbaşlar Alevî olarak
anılmazlardı. O zamana kadar sadece Hz. Ali soyundan gelen ve büyük çoğunluğu
Sünnî olan kişilere veya Hz. Ali'ye nisbet edilen bir tarîkat koluna bağlı
olanlara Alevî denilirdi.
Alevî zümrelerin
sadece isimleri farklı değildir. Büyük bir Sünnî okyanusunda küçük adalar
hâlinde birbirleriyle bağlantısız yaşayan Alevîlerin inanç esasları, ibadet
şekilleri ve yaşama tarzları da birbirinden çok farklıdır. Hatta bunlar
arasında ortak noktalar bulmak da kolay değildir. Her bölgedeki Alevîler
kendilerine göre bir Alevîlik biçimini meydana getirmişlerdir. Hatta İran kökenli,
Kürt kökenli, Arap kökenli ve Türk kökenli Alevîler arasındaki ortak noktalar,
Ehl-i Beyt, Ali, oniki imam, muharrem, Kur an, Muhammed gibi içi boş olan
isimlerdir. Bu isimlere her Alevî zümre kendine göre bir anlam vererek içini
doldurmaya çalışmıştır. Bu yüzden Alevî zümrelerde etnik kökenlerden ve farklı
bölgelerdeki değişik kültürlerden ve kültlerden (cult: İnanç, tapınma) gelen
unsurlar ağır basar ve belli bir Alevî zümrenin kimliğini daha çok bu unsurlar
belirler. Bu sebeple İran'da, Anadolu’da, Irak'ta ve Suriye'de tekdüze bir
Alevîlik’ten söz edilemez. Alevîlik ne bir din, ne bir mezhep, ne bir
tarikattır. Alevîlik, birbiriyle çok az ilişkili olan çeşitli zümrelerin
oluşturduğu bir topluluktur. Bunun topluluk olması bile teoriktir. Bundan
dolayıdır ki, Alevî zümreler, şimdiye kadar kimliklerini belirleyen ortak bir
tanımda anlaşamamışlar, bizzat kendileri bile kendilerini ittifakla
tanımlayamamışlardır.
Çeşitli Alevî
topluluklarından birine göre: "Alevîlik, Muhammed-Ali yoludur",
diğerine göre: "Alevîlik, bir kültürdür," bir başkasına göre:
"Alevîlik, folklordur," başka bir zümreye göre: "Alevîlik, bir
yaşam biçimidir," bazılarına göre: "Alevîlik solculuktur," bir
başkasına göre: "Alevîlik İslâm’ın Türk ırkına özgü yorumudur..."
Saz, söz, şiirdir, insan sevgisidir (hümanizm), laikliktir, Atatürkçülüktür
v.s. Alevîliğin hüviyetini belirtmek için bu kadar çok, birbirinden farklı, her
anlama çekilebilen elastikî tanımlar ortaya atılmıştır. Yukarıda anlatıldığı
gibi bir bakıma bu tanımların hepsi doğru, bir bakıma yanlıştır.
Alevîliğin çok genel
bir biçimde ne olduğunu anlamak için bugün Alevî diye nitelenen bölgelerde
İslâm'dan önce yaşayan halkların önce kültürlerine ve dinlerine (kültlere),
sonra da aynı bölgelerde İslâm’ın yayılmasından sonra ortaya çıkan Sünnîlik
dışı mezheplere ve tarikatlara bakmak lâzımdır. İslâm'dan evvel bu sahalarda
Zerdüşt (ö. M.Ö. 551) (Mecûsîlik, Mazdeizm), Mânî (ö. M.S. 274), Mazdek (ö.
M.S. 528) (Mazdekcilik) dinleri, Hıristiyanlık, ayrıca çeşitli mezhepler,
mistik akımlar, gizli cemaatlar ve bölgesel inançlar yaygın bir halde
bulunuyordu. Mısır, Suriye, Irak ve Güney Doğu Anadolu gibi yerlerde helenistik
felsefe etkili idi. Müslümanların bu bölgeleri ve ülkeleri ele geçirmesiyle söz
konusu inanç grupları ve felsefe akımları ortadan kalkmadı. Şekil değiştirerek
ve İslâmî bir renk alarak varlıklarını sürdürdü. Bunun sonucu olarak Mısır'da
Bâtmîler (Fâtimîler), Bahreyn’de Karmatîler, Lübnan’da Dürzîler, Suriye ve
Güneydoğu Anadolu'da Yezîdîler, Nusayrîler, İran’da Hasan Sabbah grubu
(Ta’lîmiyye) gibi İslâm’dan sapan ama Müslüman olduklarını söyleyen birtakım
akımlar ortaya çıktı.
Daha sonra Amasya'da
Baba İlyas (ö. 1240) ve Baba İshak hareketi görüldü. Bunu Hacı Bektaş-ı Velîye
(ö. 1271) nisbet edilen Bektaşî tarikatının kuruluşu izledi. Fazlullah Hurûfî'nin
(ö. 1398) kurduğu Hurûfılik ile Mahmud Pasihan’ın (ö. 1427) kurduğu
Noktarîlik gibi
Râfizî tarikatlar İran'da yayıldı, etkileri Anadolu'da da görüldü. Haydar
Tunî'ye (ö. 1426) nisbet edilen Haydariyye hareketi ile Seyyid Ahmed Felah'ın
(ö. 1462) Irak'ta başlattığı Muşa'şaalar hareketi, özellikle merkezi Sebzrar
olan Hasan Curî'nin (ö. 1342) Curiyye (Derrişân, Serbedârân) hareketi
Safevîler'in ve Kızılbaşlığın ortaya çıkmasından evvel görülen etkili Şiî
hareketleri idi. Tasavvufa, tarikata, Şiî-bâtınî zümrelere dayanarak iktidar
mücadelesine giren, bazan da sultan veya emirlerle işbirliği yapan bu
hareketlerde aşırı Şiîlik eğilimler ağır basıyordu. XV. yüzyılda
Kızılbaşlık hareketi ortaya çıkmadan evvel Azerbaycan'da, İran'da, Irak'ta ve
Anadolu'da durum bu idi. Kızıl başlık sözü edilen akımlardan etkilenmiş ve
onlardan pekçok unsur almıştır. Kızılbaşlığın tarihî, dinî ve itikadî arka
plânı budur.
Ehl-i Sünnet Hz.
Peygamber ve Sahabesi çizgisinde gelenekle re sıkı bir şekilde bağlı bir İslâm
anlayışının temsilcisi olduğu kanaatında olduğu için kendisinin dışında kalan
mezhepleri İslâm çizgisinden az veya çok sapmış (ehl-i bid'at, ehl-i dalâlet)
olarak kabul eder. Bunları da ikiye ayırır. Esasta İslâm çizgisinden sapmış
olmakla beraber, Müslüman olarak kabul edilen ve kendilerine Müslümanlara
uygulanan hukuk tatbik edilen mezhepler, Mu'tezile, hâricîler (bunların bazı
aşırı kolları müstesna) ve Şiâ'dan Zeydiyye, İmâmiyye (Ca'ferîler). Bunlar
Allah'a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, âhirete inanma, namaz kılma, Ramazanda
otuz gün oruç tutma, hacca gitme ve zekât verme konusunda Sünnîler'den çok
farklı düşünmezler. Bunlara İslâm'daki ehl-i bid'at ve ehl-i dalâlet
(Heterodox, heterodoxy) denir. Ehl-i Sünnete göre bunlar kıblesiz, Kâbe'siz,
mezhepsiz, namazsız, abdestsiz ve Râfizî (heretik) değillerdir. Ehl-i Kıble ve
Ehl-i Salâttırlar. Sünnîlerle birlikte aynı Kıbleye yönelir, aynı Kâbe'nin
çevresini tavaf ederler. Bid'at ve dalâlet olsalar bile Müslümandırlar,
İslâm ümmetinin bir parçasıdırlar.
Ehl-i Sünnet,
Müslüman olduklarını söyleseler bile Bâtınîleri, Karmatîleri, Dürzîleri,
Yezidîleri, Ta'limiyyeyi, Müelliheyi, Haşşâşîni, İslâm’ın dışında görür.
Bunlara mülhid, râfizî, zındık, gâlî (heresy, heretic) gibi sıfatlar verilir.
Bunlarda hulul, ittihad, teşbih, tenasüh gibi inançlar esastır. Ayrıca günde
beş vakit namaz kılmanın, Ramazanda otuz gün oruç tutmanın, zekât vermenin ve
hacca gitmenin farz olduğuna da inanmazlar. Hacca gitmedikleri için Ka'be'leri,
namaz kılmadıkları için kıbleleri yoktur, kıblesiz ve Kâbe'sizdirler. Gusül
abdestini de bilmezler. Bazen Hz. Ali'yi bazen de imamları karşılaştırırlar,
âhiret yerine de tenasühe inanırlar.
Biri ılımlı, diğeri
aşın (Gâlî, Râfizî, heretic) olmak üzere Şiîler ikiye ayrılır. Yemen'deki
Zeydiye Şiîleriyle başta İran olmak üzere Irak, Lübnan, Afganistan, Körfez
ülkeleri, Pakistan ve Anadolu İğdır gibi ülkelerde mensuplan bulunan İmâmiyye
Şiîleri (Ca'feriyye) ılımlı Şiîlerdir, bunların kıbleleri ve Kâbe'leri vardır.
Gulât denilen aşırı
Şiîler çok erken bir önemde, daha Hz. Ali hayatta iken ortaya çıkmışlardır. O
zaman bunlara Müellihe, yani Hz. Ali’nin tanrılığına inananlar deniliyordu.
Daha sonra bunlara Ali İlâhîler veya Ali Allahîler de denilmişti.
Keysâniyye,
Muhtâriyye, Hâşimiyye, Beyaniyye, Rizâmiyye, Hurremiyye, Mukannîa, Bâtıniyye
Haşşâşîn (Esrarcılar) (Seb'iye, ta'limiye, İsmailiye) Sebeiyye, Muğîriyye,
Mansuriyye, Huttabiyye, Keyyâlî-ye, Hişâmiyye, Nu'mâniyye, Nusayriyye, İshâkiyye
gibi pekçok heretik Şiî hareketi ortaya çıkmıştı. Hulul, ittihad, tenasüh
gibi inançlardan başka imamların tanrılığına inanma, peygamberliğin devam
etmekte olduğunu iddia etme, yakında bir Mehdinin çıkıp dünyaya yeni ve âdil
bir düzen getireceğini kabul etme, Kuran ve hadislerde haram kılınan şeyleri
mübah görme, ibadet yükümlülüğünü kaldırma v.s. gibi bir takım inançlara
bunlarda rastlanmaktadır. Bunlar zaman zaman saray çevrelerine, devlet
adamlarına ve komutanlara da nüfuz ediyorlardı.
Bütün Şiî zümrelerde
Ehl-i Beyt, Hz. Ali, Masum İmamlar, Kerbelâ, On Muharrem, Muaviye, Yezid ve
Mervan nefreti önemli ve ağırlıklı bir noktadır, inancın merkezidir. Adeta Ali
tanrıdır, Yezid iblistir.[1]
Ilımlı Şiîlere göre
Kur'an Allah’ın kitabıdır, Hz. Muhammed de son peygamberdir. İmamlar ne
tanrıdır, ne de peygamber. Aşırı Şiîler ise çoğu zaman imamları bir tanrı, bir
peygamber gibi düşünmüşler, İslâm’daki ibadetleri geçersiz saymışlar veya bu
ibadetleri çoğu zaman imamlara itaat etme şeklinde yorumlamışlar, haramların
çoğunu da helâl ve mübah hâle getirmişlerdir (İbahîlik).
Şu halde Ehl-i Beyt,
Hz. Ali ve onun soyundan gelen imamlar ve kimlikleri ılımlı Şiîlere göre başka,
aşırı Şiîlere göre başka, Ehl-i Sünnete göre daha başkadır. Sünnîlere göre söz
konusu hususlar kesinlikle dinin merkezi değildir. İslâm Allah'ın kitabı Kuran
ile Hz. Peygamber’in sünnetinden ibarettir. Dinin merke zinde Kur’ân ve Sünnet,
yani Allah ile Peygamber vardır.
Bu bilgilerden sonra
tekrar konuya dönebiliriz. XV. yüzyılda İran'da ortaya çıkan Kızılbaşlık aynı
asırda Anadolu'ya yayıldığı zaman sözkonusu Şiî zeminden ve Şiî bâtınî
hareketlerden, hatta Melâmet, Fütüvvet, Kalenderlik, Haydarîlik ve Vahdet-i
Vücud gibi daha ziyade tasavvufî bir nitelik taşıyan akımlardan ve görüşlerden
kuvvetli bir şekilde etkilenmişti. İmamiye Şiîliği İran ve Azerbaycan
sahasındaki Kızılbaşları kendi bünyesinde eritmiş ve Ca'ferîleştirmiş iken
Anadolu'daki Kızılbaşlar, epey zaman Safevîler'e bağlı kaldıktan ve âdeta
onlara hayran olduktan sonra Ca'ferîliğe değil, tam tersine gulât denilen
Şiî-bâtınî zümrelere yönelmişlerdir. Bu yönelişte ırk unsuru (Türk veya
Türkmen) olmaları veya Türkler'in İslâm öncesi sahip oldukları inançlar
(Şamanlık gibi) sanıldığı ve iddia edildiği gibi fazla etkili olmamıştır.
Anadolu
Kızılbaşlığının Türkler'in İslâm öncesi sahip olduğu inançlarla ilgisinin
bulunmadığını görmek için şu hususlara bakmak lâzımdır:
1. Kızılbaşlık Orta
Asya ve Türkistan Müslümanları arasında çıkmamıştır. İran'da çıktıktan sonra bile
Türkistan'da yayılma ve kabul görme imkânına sahip olmamıştır. Türkistan'daki
Türkmenler, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Uygurlar, Tatarlar, Başkırlar,
Kafkaslardaki Balkarlar. Karaçaylar, Negaylar ve Kumuklar hiçbir zaman Kızılbaş
olmamışlar, hatta daima bu hareketin uzağında kalmışlardır. İslâm öncesi Türk inançları ve Şamanlık Kızılbaşlığın
ortaya çıkışında etkili olsaydı bu hareketin İran’da değil, Türkistan'da ortaya
çıkması, en azından oradaki Türk kavimleri arasında yayılması ve tutunması
gerekirdi. Halbuki böyle bir şey
sözkonusu değildir. İran'a komşu olan Türkmenistan Türkmenleri bile Şiî ve
Kızılbaş olmuş değillerdir. Kızılbaşlık, Türk millî karakterine ve ruhuna uygun idi ve o
ruhtan çıkmıştı da neden oralarda tutulmadı?
2. Dünyada 150 milyon
kadar Türk kökenli kavimler vardır. Bunlar içinde Kızılbaş Türkler'in nüfus
oranı yüzde beşi bile bulmaz. Bu kadar büyük bir nüfus dinî inançlar
itibariyle İslâm öncesi kökünden kopmuş ve o ruhu kaybetmiş de bunun yüzdebeşi
bile bulmayan, anavatandan (Türkistan'dan) çok uzakta, Anadolu’da yaşayan küçük
bir azınlık mı korumuştur? Büyük çoğunluğun Müslümanlığı Arap Müslümanlığı da,
ufak bir topluluğun Müslümanlığı mı Türk üslûbu bir Müslümanlık?
3. Anadolu’daki
Alevîlerin üçtebiri Türk değil, Zaza ve Kürt'tür. Alevîlerin inanç akrabaları
olan Nusayrîler de Arap'tır. Kürt ve Zaza Alevîler, inanç ve ibadet itibariyle
Türk Alevîler gibi kendilerini eski Türk inançlarına ve Şaman geleneğine değil,
eski İran inançlarına ve Zerdüşt geleneğine bağlamakta ve bu geleneğin devamı
olduklarını söylemektedirler. Cemşit Bender, Kürt Uygarlığında Alevîlik
(İstanbul, 1991), 12 İmam ve Alevîlik (İstanbul, 1993) isimli
eserlerinde, X. Xemgin
"Alevîliğin Kökündeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi"
(İstanbul, 1995) isimli eserinde Alevîliği Mazdeizme ve Zerdüştlüğe
bağlamakta, aslen İranlı olan Zerdüşt ve Mazdeki de Kürt saymaktadırlar.
Alevîliği İslâm dışı bulduğunu söyleyen Lütfî Kaleli[2]
homojen olmadığını ifade ederek, Alevîlerin yedi ulu şairden biri olarak
gördükleri Virânî'nin Nusayrî, Nesimî'nin hurufî olduğuna dikkati çekmektedir.
Alevîlik Orta Asya Şamanlığı'ndan çok Zerdüşt, Manî, Mazdek dini gibi eski
İran din ve inançlarıyla bağlantılıdır. Alevîlerle İran’daki Ehl-i Hak ve
Haksarîler arasındaki benzerlik de bunu göstermektedir. Cem âyini
tamlamasındaki cem (Cemşid) sözü bile Şarabın mûcidi sayılan İranlı efsanevî
hükümdarla ilgilidir.
4. Alevîlerin XX. asra gelinceye
kadar eski Türk inançlarını devam ettirdikleri ve Şamanlığa bağlı oldukları
yolunda hiçbir iddiaları olmamıştır. Bu iddia, milliyetçiliğin ve
Türkçülüğün etkisiyle ilk defa 1910'da Baha Said[3]
tarafından ortaya atılmıştır. Daha sonra Fuat Köprülü, Bedri Noyan, Mehmet
Eröz, İrene Melikoff, Ahmet Yaşar Ocak ve daha birçokları bu tezin ateşli ve
ödün vermez savunucusu olmuşlardır. Tuhaf şeydir ki, tarih boyunca hemen
hemen bütün Kızılbaşlar şöyle veya böyle kendilerini Hz. Ali soyuna
bağlamışlar, bu soydan geldiklerine inandıkları ailelere Ocak, bu ailelerden
gelenlere de Ocakzâde demişler, bir kimsenin dede olması için Ocakzâde
olmasını şart koşmuşlardır. Kısaca Kızılbaş dedeleri hep Hz. Ali'nin soyundan
(seyyid) olduklarını savunagelmişler, hatta bunu kanıtlamak için, birtakım
şecerelere sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Şüphesiz ki dedelerin Arap kökenli
olduklarına inanmaları ne kendilerinin, ne de cemaatlarının Arap olduğunu
gösterir. Bu iddianın sadece simge değeri vardır. Fakat Kızılbaşlığın kökünün
İslâm öncesi Türk inançları ve Şamanlık olduğunu iddia eden Bedri Noyan ve
İzzettin Doğan gibi bugünkü Kızılbaş ve Bektaşî önderlerinin ileri sürdükleri
görüşlerin daha evvelki dedelerin ve babaların aklından neden geçmediğini de
sormak gerekir.
Kızılbaşlığa karşı
olan zümreler onları çeşitli şekillerde suçladıkları halde hiçbir zaman İslâm
öncesi Türk inançlarına bağlı olmakla suçlamış değillerdir. Buna karşı İran
tesiri sık sık bahis konusu olmuştur.
5. Dinle belli bir
ırk arasında ilişki kurarak, belli bir dini veya mezhebi veya tarîkatı belli
bir soya ve kavme bağlamak çoğu zaman yanıltıcıdır. Gerçi Yahudilik gibi millî
karakterde dinler ve mezhepler yok değildir. Fakat bunlar bir istisnadır.
İslâm’ın yayıldığı yerlerde millî din ve mezheplerden sözetmek yanlıştır. Bu
tür görüşler ulusçuluk etkisi altında oluşturulmuş ve bilimsellik süsü verilmiş
biı\takım temelsiz iddialardır. Meseleye sadece Türk ırkı açısından bakalım:
Hazar, Karaim Türkleri Yahudi, Gagavuzlar Hıristiyan[4]
Altaylar, Yakutlar Şaman veya Budisttirler. Vaktiyle Türk oldukları söylenen
Macarlar ve Bulgarlar bugün Hıristiyandır. İslâm'daki durum şu:
a-Türkler'in büyük
çoğunluğu Sünnî-Hanefî,
b-İkinci büyük
kitle Şiî-Ca'ferî, (İran ve Azerbaycan'daki Türkler, yaklaşık otuz milyon),
c-Üçüncü grup
Anadolu Kızılbaşları, (bunların Kürt ve Arap olanları bulunduğunu da unutmamak
gerek). Demek ki Kızılbaşlıkla eski Türk inançları arasında ortak bir bağ
kurmak zorunlu değil, yani bu zümreler Türk kökenli oldukları veya göçebe Türkmen
oldukları için Kızılbaş değillerdir. Yakın zamanda yerleşik hayata geçen göçebe
Kazak, Kırgız ve Türkmenistan Türkmenleri göçebe oldukları halde Kızılbaş
olmamışlardır.
Tuhaf olan şudur:
Bugün Kuzey ve Güney Azarbaycan’da 30 milyondan fazla Şiî (Ca'ferî) Azerî
Türk'ü var. Kerkük Türkmenlerinin bir bölümü de Ca'ferî'dir. Bunların Türk
olduklarına bakarak Ca’ferîliğin (Şiîliğin) kökü eski Türk inançlarıdır, diyen
kimse yok. Alevîliğe gelince, bunların kökü hemen Hazar Denizi ötesine
götürülebilmektedir.
Bu da gösteriyor ki Kızılbaşlık çok farklı faktörlerin
uzun bir zaman dilimi içinde oluşturduğu yarı dinî, yarı sosyal bir inançlar
yığınıdır veya yığınaklardan oluşan bir yığındır.
A) Önce Alevîlerin
temsilcisi oldukları iddiasıyla ortaya çıkan bazı Alevî yazarların görüşlerine
bakalım:
a) Nejat Birdoğan’a
göre Alevîliğin İslâm dini ile bir ilgisi yoktur. Alevîlik İslâm'dan ayrı,
başlı başına bir dindir.[5]
b) Lütfi Kaleli [6]
Alevîliğin İslâm dışı olduğunu söyler.
c) Alevîlik
heterodoks bir İslâm veya İslâmî bir heterodoksidir diyen Reha Çamuroğlu[7]
da bu görüşe katılır.
d) İsmail Kaygusuz
Alevîliğin bir madde dini, materyalist bir felsefe üzerine kurulmuş bir hayat
tarzı olduğu kanaatındadır.[8]
Rıza Yörükoğlu da buna yakın görüşler ileri sürer.[9]
e) Cemşid Bender ise
Alevîliğin kökünün Zerdüşt dini olduğunu ileri sürer.[10]
Bazı Alevî yazarların
görüşü budur. Bunlar tarafından yazılan eserler ve makâleler Alevî cemaatı
tarafından okunmakta ve bu cemaatın yeniden yapılanmasında etkili olmaktadır.
Alevî yazarlar bile kendilerini ve cemaatlerini heterodoksi ve İslâm dışı olmakla
nitelendirmekte bir sakınca görmediklerine, hatta böyle nitelenmeyi
memnuniyetle kabul ettiklerine göre. Sünnî Müslümanların onları böyle
görmelerini ve nitelemelerini tabiî saymak gerekir. Bazı Alevîlerin,
kendilerini İslâm dışı gören Sünnîleri ayıplamaları, kınamaları ve
ayırımcılıkla suçlamaları da bu açıdan bakıldığında anlamsızdır. Sünnîlerin,
Alevîleri İslâm içi kabul etmeleri ve onlara Müslüman muamelesi yapmaları
zorunluluğu yoktur. Buna göre, "Alevîlik İslâm'dan ayrı bir dindir, ben
Alevîyim, Müslüman değilim" diyen kişiyi öyle kabul etmek lâzımdır. Kendimize
göre ona bir kimlik biçmemiz yanlıştır.
B) Alevîlerin büyük
çoğunluğuna göre Kızılbaşlık Muhammed-Ali yoludur ve İslâm'ın içindedir.
Muharrem Nâci Orhan'a göre Alevîliğin kaynağı Kur an ve hadistir. Alevîlerin
dini İslâm, mezhebi Caferilik, tarikatı da Tarik-i Nazenin, yani Muhammed-Ali
yoludur.[11]
İzzettin Doğana göre Alevilik İslâm'ın Türk tarzı algılanması ve yorumudur,
İslâm dışı değildir.[12]
Mehmet Yamana göre Alevîlik İslâm dininin özgün bir meşrebidir.[13]
İzzettin Doğan Cem Vakfı'nın başkanıdır, Mehmet Yaman Şah Kulu Sultan
Dergâhında cem âyini yönetmektedir. Her ikisi de dededir. Cemal Şener, Alevîlik
Olayı (İstanbul, 1989, s. 160) isimli eserinde, Rıza Zelyut, Öz
Kaynaklarına Göre Alevîlik
(İstanbul, 1992), Alevîler Ne Yapmalı? (İstanbul, 1993,
s. 121) isimli eserlerinde bu yönde görüşler ileri sürmüşler, Alevîliğin
İslâm içiliğini savunmuşlardır.
C) Teoman Şahin, Alevîlere
Söylenen Yalanlar! Bektaşîlik Soruşturması, (Ankara, 1995, s. 13,
370). isimli eserinde Alevîliği Ca’ferîlik olarak tanımlamıştır. Çorum'da
Milönunde yaptırılan camide Ca'ferî mezhebine göre namaz kılınmakta ve ibadet
edilmektedir.
Alevî dede ve
yazarlarının ifadelerinden de anlaşıldığı üzere Alevîlik grupları ve ocakları
türdeş değildir, heterojendir. Alevîliğin usul ve furuu, ilke ve ayrıntıları
tam olarak tesbit edilmemiştir. Zaten Alevîliğin Amentüsü de yoktur. Alevî
gruplarını bir tanım altında toplamak ve kimliklerini oluşturan temel unsurları
belirlemek imkânsızdır. XX. asırdaki Alevî dedelerinin ve yazarlarının
görüşlerini bir yana bırakacak olursak, tarih boyunca Osmanlı devletinde,
özellikle Anadolu'da var olagelmiş Alevî toplumlannı üç grupta toplamak
mümkündür.
A- Ali Allahîler, Ali İlâhîler:
Hz. Ali’nin tanrı olduğuna inanan bu zümre, Hz. Ali hayatta iken ortaya
çıkmış (Müellihe) günümüze kadar çeşitli toplumlarda varlığını sürdürmüştür.
İslâm'ın haram kıldığı şeyleri mübah saydıkları için bunlara İbahiyye de
denilmiştir. Bunların camileri yoktur, ibadetleri cem âyinidir. Bugün Türk ve
Kürt Alevîlerde bu inançta olan gruplar vardır. Ali Haydar Cilasun, "Allah
insandır,"[14]
der. "Alevilik madde dinidir, felsefi materyalizm temeli üzerine
yükselmiştir." diyen İsmail Kaygusuz da[15]
Alevîliği böyle algılamıştır. Buna inanan, kendilerini böyle tanımlayan ve
"İslâm dışıyız" diyen Alevî zümrelerinin ifade ve beyanlarını esas
alıp öyle kabul etmek, onları bir heresy (sapma, heretik hareket) olarak görmek
gerekir. Pek çok Alevî Hz. Ali'nin tanrı olduğuna inandığı halde buna inanmayan
Alevî ve Sünnîlerden çekindikleri için inançlarını gizleme ihtiyacını
duymaktadırlar. Eğer bu çekingenlik olmasa, tam inanç hürriyeti olsa,
ayıplanma kaygısı bulunmasa Türkiye'de Ali Allahîlerin az olmadıkları
görülecektir. Bu zümrelerin gizliliği esas almalarının ve içlerine kapalı
olmalarının bir sebebi de budur. A. Gölpınarlı bütün Kızılbaşların Ali'yi Tanrı
tanıdıklarını söyler.[16]
B-Alevîlerin önemli
bir kısmı namaz kılar veya kılınması gerektiğine inanır, namazı İslâm’ın temel
bir ibadeti olarak kabul eder. Köylerinde cami, minare ve imam vardır.
Camileri, bizzat kendileri gönüllü olarak, hiçbir baskı altında kalmadan inşâ
etmişlerdir. Asırlardır camilere sahiptirler. Camii savunurlar ve korurlar.
Bu anlamdaki Alevîlik Ca'ferî mezhebine yakındır, hatta Ca'ferîliktir. Bunlar
Ramazan orucunu tutar, hacca gider, zekât verir, içkinin haram olduğuna
inanırlar. Günümüzde bu anlamdaki Alevîliğin en dikkate değer temsilcisi Çorum
da Ehl-i Beyt Camii'ni inşa ettirmiş olan Cemal Şahin ve oğlu "Alevîlere
Söylenen Yalanlar/Bektaşîlik Soruşturması" (Ankara, 1995) isimli eserin
yazarı Teoman Şahin'dir. Sünnîlerin bunları Müslüman sayması ve onlara Müslüman
muamelesi yapması (bir Müslümana uygulanan İslâmî hükümleri uygulaması)
zorunludur. Ehl-i Sünnet inancının gereğidir. Çünkü bunlar, Ehl-i kıble ve
Ehl-i salâttır. Kıbleleri ve Kâbeleri vardır. Kıblesiz ve Kâbesiz değillerdir.
C- Yukarıdaki iki
gurup arasında kalan Alevîler: Bunlar da homojen değildir. Çoğu A grubuna,
bazıları ise B grubuna yakındır. Bir kısmı da ikisi arası bir yerdedir. B
grubuna yakın olanların köylerinde camileri ve imamları vardır, ezan ve Kur an
okunur. Fakat dedeleri de vardır, cem âyini yaparlar. A grubuna yakın
olanların köylerinde cami yoktur, camiin yapılmasına da karşıdırlar. Alevî
köyüne cami yapılmasını bir Sünnî dayatması veya devletin plânı olarak
görürler. Namaz kılmaz, Ramazan orucu tutmaz, hacca gitmez, zekât vermez,
gusül bilmez, Kur'ân okumazlar. İçki içmeyi mübah görürler, cem âyininde içki
içmeyi (demlenmeyi) ibadetin bir parçası olarak kabul ederler. Tenasühe inanırlar.
Hz. Ali'yi bazen Hz. Muhammed'le aynı seviyede, bazen ondan da üstün görürler.
Bunlar genellikle Müslüman olduklarını beyan, ifade ve ikrar ederler. Başka bir
dine mensubiyet iddia etmezler. Islâm dışı bir dine mensup oldukları söylenince
de bunu kabul etmez, reddeder ve: "Biz Müslümanız, dinimiz
İslâm’dır" derler.
Önemli olan bunların
İslâm dışı mı, İslâm içi mi sayılacakları konusudur. Yukarıda da ifade
ettiğimiz üzere bunları İslâm dışı sayanlar vardır. Meseleyi böyle gören
Alevîler de Sünnîler de mevcuttur. Fakat, kendileri bundan rahatsızdırlar.
Çünkü Sünnîlik dışı olsalar da İslâm dışı olmadıkları inancındadırlar. Bize
göre Sünnîlik dışı olan bu gruptaki Alevîler, şu sebeplerden dolayı İslâm dışı
sayılmayabilirler:
1- Bunlar Müslüman olduklarını ifade, ikrar
ve beyan etmekte, başka bir dine de mensubiyet iddia etmemekte, İslâm dişiliği
reddetmekte, Kelime-i Tevhid getirip: "Lâ ilahe illallah, Muhammedün
Resûlullah" demekte, bu ibareye Alliyyün Veliyyullah cümlesini de
eklemektedirler. Bir hadiste: "Ben Lâ ilahe illallah" diyene kadar
insanlarla savaşmakla emrolundum, bunu söylediler mi can ve mal
dokunulmazlığına sahip olurlar, hesapları ise Allah’a aittir.” denilmiştir. Buna: "beyan ve ikrâr
Müslümanlığı" denir.
Pekçok yerde bir
kimsenin Müslüman, Sünnî ve Alevî olup olmaması bir sayma, bir kabul etme, bir
inanma, bir hissetme, bir kendini öyle görme meselesidir. Bir kimse samimi
olarak kendini Müslüman sayıyorsa, Müslüman kabul ediyorsa, Müslüman olduğuna
inanıyorsa, Müslüman hissediyor ve kendini Müslüman görüyorsa Müslümandır. Bu
durumu başkalarına kabul ve onaylatmak zorunda değildir.
2- Bunların isimleri Ahmet, Mehmet, Hasan,
Hüseyin, Ali, Veli... vs. gibi Müslüman isimleridir. Bunu dikkate alarak
kendilerine Müslüman denir. Buna: "İsim Müslümanlığı" (nominal İslâm)
denir, son derece önemlidir.
3- Bunlar, Hz. Muhammed peygamberdir,
Kur’ân da Allah'ın kitabıdır, diyorlar. Kitapsız değiller. Kur an'dan başka
kutsal kitapları yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğini öbür Müslümanlardan
farklı şekilde anlasalar da, Kur an ı çok değişik yorumlasalar da nihayet bu
bir anlama ve yorumlama meselesidir. Anlama hatalı, yorum çarpık (bâtını
te'vil, içsel yorum) olsa da anlama anlamadır, yorum yorumdur. Hz. Muhammed'e
ve Kur'ân'a duydukları saygı önemlidir.
4- Bunların biri doğum, diğeri ölümle
ilgili iki davranışları din bakımından önemlidir.
a) Dünyaya gelen çocuklarını sünnet
ettiriyor, Müslüman ismi veriyorlar.
b) Ölüleri için cenaze namazı kılınmasını
istiyor, hatta Sünnîlerin kabristanına gömülmeyi arzu ediyorlar. Demek ki
ölünce yüzlerini Kıble'ye dönüyorlar. Bir bakıma Ehl-i Kıble sayılırlar,
büsbütün Kıble’siz ve Kâbesiz de değillerdir.
5- Birçoğu kurban bayramında kurban keserek
Müslümanların ibadetine katılmakta, sevinçlerini paylaşmaktadır. Bu kadarcık da
olsa katılım önemlidir.
6- Ehl-i Beyt sevgisi, oniki imama duyulan
saygı, Kerbelâ, On Muharrem ve aşura ile ilgili gelenekler de Sünnîlerle onlar
arasındaki ortak paydalardır.
7- Bunlar, ne kadar farklı yorumlarlarsa
yorumlasınlar Ehl-i Sünnetçe kabul edilen tasavvufun temeli olan şeriatı,
tarikatı, mârifeti ve hakikati kabul ederler. Bunlara dört kapı, inanç kapısı
derler. Şeriata saygı duyarlar.
8- Selâmları İslâm selâmıdır. Özellikle
âyin esnasında tâlibin: "es-Selâmu aleyküm şeriat erenleri... Tarikat
erenleri, mârifet erenleri, hakikat erenleri" demesi önemlidir.
9- Sünnîler gibi domuz eti yemezler.
10- Alevîlerin yedi ulu şairden biri olarak
kabul ettikleri Fuzulî, Siinnîlerde de büyük şair kabul edilir.
Bütün bunlar ve
benzeri diğer bazı gelenekler, yüzeysel ve biçimsel de olsa Alevîlerin İslâmî
kimliğini belirleyen Sünnîlerle Alevîler arasındaki ortak noktalardır. Ortak
noktalarda iki grup arasında büyük anlama ve algılama farkları vardır. Bu
bakımdan Alevî dede ve yazarların: "Alevîlik İslâm’ın özüdür” demelerini
doğru bulmak mümkün değildir. Zira yukarda anlatılan ortak noktalar daha çok
şekle, adlandırmaya ve ifadeye aittir. Şekil ve ifâdedeki benzerlik de yüzeyseldir.
Ortak bağlar zayıftır. İslâm, Alevî yapısının sadece bir badanası, bir
cilasıdır. Alevîliğin içi başka şeylerle doludur. Buna rağmen:
"el-Hamdülillah Müslümanım" diyen, Müslümanlığı ile iftihar eden,
gurur duyan, İslâm'dan başka bir dine bağlılığı kabul etmeyen bir Alevinin
beyanını doğru kabul edip kendisini İslâm içi, ama Sünnîlik dışı saymak en
doğru hareket tarzı olur.
Şeyh Safıyyuddin
Erdebilî (ö. 1334), oğlu Şeyh Sadreddin (ö. 1393) ve hatta torunu Hoca Ali (ö.
1429) ve Şeyh İbrahim (ö. 447) zamanında bu aile Sünnî idi. Osmanlı Sultanları
bunlara çerağ akçesi adında her sene değerli hediyeler gönderir, dostluklarını
kazanırlardı. Şeyh Cüneyd zamanında tarikat siyasî bir nitelik kazanınca
Osmanlılar ile araları açıldı. Gerginlik Şeyh Haydar (ö. 1488) zamanında
artarak devam etti, Şah İsmail (ö. 1524) zamanında doruk noktasına ulaştı. Bu
dönemde, Kızılbaş diye anılan Safevî tarikatının Anadolu’daki mensupları hep
Osmanlılar'a karşı Safevîleri tuttu, hatta onları desteklemek için Osmanlı
sultanlarına ikide bir baş kaldırdı. Şah (Şeytan) Kulu, Nur Ali Halife, Yenice
Bey, Kalender Çelebi, Pîr Sultan Abdal, Celâlî İsyanlarının önemli bir bölümü
Kızılbaş ayaklanmalarıdır. Bu dönemde Safevîler lehinde faaliyet gösteren ve
Safevî propagandası yapan Kızılbaşların amacı Osmanlı Devletini yıkmaktı.
Osmanlılar'a ve onların dayandığı Sünnî halka isyan eden Kızılbaşlar Sünnîlere
birer Yezid, katledilmeleri vacib bir düşman olarak bakıyorlardı. Onlara göre
Yezîd iblisti ve Sünnîler birer şeytandı. Muaviye'nin oğlu Yezîd'le onların bir
ilgisi yoktu. Yezîd sadece bir simge idi. Gerçek Yezîd karşılarında buldukları
Sünnîlerdi. Pîr Sultan Abdal Kızılbaşları savaşa kışkırtırken:
Gelin canlar bir
olalım
Münkire kılıç çalalım
Hüseynin kanın alalım
Tevekkeltü alellah,
diyordu. Sanıldığı
gibi Pîr Sultan Abdal öyle barıştan, dostluktan, sevgiden yana bir hümanist
değildi. Bir savaş kışkırtıcısı idi. İnsanları affa değil, öc almaya davet
ediyordu:
Hazret-i Ali’nin devri yürüye
Ali kim olduğu bilinmelidir.
Ali kim olduğu bilinmelidir.
Alay alay gelen gâziler ile
İmamların öcü alınmalıdır.
İmamların öcü alınmalıdır.
Alevî şairler
insanları kan dökmek için yüreklendiriyorlardı.
Muhammed Mehdî'nin hak sancağını
Çekelim bakalım nic'olsa olsun.
Çekelim bakalım nic'olsa olsun.
Teber çekip münkirlerin kanını
Dökelim bakalım nic'olsa olsun.
Dökelim bakalım nic'olsa olsun.
Diğer taraftan
Safevîler işgal ettikleri topraklarda yaşayan Sünnîleri katliam ediyor,
evlerini, barklarını yakıyor, tekkelerini, dergâhlarını yıkıyor, sağ kalanları
Kızılbaş olmakla ülkelerinden kovulmak arasında bir tercih yapmak zorunda
bırakıyorlardı. Şah İsmail hutbelerde Hz. Ebû Bekir'e, Hz. Ömer’e, Hz. Osman'a
lânet okumayı zorunlu hâle getirmiş, ezanı değiştirmişti. Sünnîleri tahrik
için yapılan bu işlerin cevapsız kalması beklenemezdi. Bu durumda Osmanlı
ulemasının ve Şeyhülislâmlarının isyancı Kızılbaşları mahkûm eden ağır fetvâlar
vermeleri, bunları bugün için onaylamak mümkün olmasa bile bir tepkinin eseri
ve siyasî şartların gereğidir. Osmanlı uleması Kızılbaşların İslâm
dışılığını vurgulamıştı. Bugün Cemşid Bender, Nejat Birdoğan, Reha Çamuroğlu,
Lütfi Kaleli, İsmail Kaygusuz, Rıza Yürükoğlu, X. Xemgin gibi Kızılbaş yazarlar
da Aleviliğin İslâmdışılığını savunuyorlar.
Eski çekişmeleri,
suçlamaları, kavgaları, düşmanlıkları günümüze taşımanın bir anlamı ve yararı
yoktur. Fakat bu yapılıyor, çok üzücü olsa da.
Bakınız Alevî
yazarlar ve dedeler Sünnî İslâmî nasıl görüyor ve değerlendiriyor? Lütfi
Kaleli, Kelime-i Tevhid'i, namazı, orucu, zekât ve haccı camili Sünnî Emevî
İslâm'ının şartları olarak anlamaktadır.[17]
Rıza Zeylut'a göre, bugün Alevî dedeler ve geleneksel düşünceyle yetişmiş
Alevîler Sünnîleri biçim yönünden Müslüman kabul ederler, ama onların
gönüllerinde inanç bulunmadığını, korkudan baş eğme, teslim, yani İslâm
bulunduğunu söylerler.[18]
Alevîlerde yaygın kanaat şudur: Sünnîlik biçimsel İslâmdır, Alevîlik, öz
İslâmdır. Cemal Şener Alevî tarihinin zora ve kılıca dayanılarak kurulan
hilâfete karşı bir muhâlefet, haksızlığa bir başkaldırı hareketi olduğunu iddia
eder.[19]
İzzettin Doğan'ın savı da şu: "Alevîlik İslâm'ın Türk yorum biçimidir,
İslâm'ın özüdür, Sünnîlik İslâm'ın Arap yorumudur, İslâm'ın biçimsel yönüdür.
Alevîlik esnektir, Sünnîlik katı kurallara dayanır.
Bazı Alevî yazarlar
Sünnîliğin bir zulmün eseri, zâlimlerin ve haksızların açtığı ve tuttuğu bir
yol, Yezîdler'in ve Mervânlar'ın yolu, Arap Müslümanlığı, ruhu olmayan bir
şekilcilik ve özü bulunmayan bir kuralcılık olduğunu anlatmaya inatla devam
ediyorlar. Sünnîliği Alevîlere bu şekilde sunmanın bu toplumda nasıl bir kin,
nefret ve öc duygularını uyandıracağını bazan bu duyguların kontroldan çıkarak
acı ve üzücü olayların meydana gelmesine sobep olacağını tahmin etmek zor bir
şey değildir.
Osmanlılar'ın
Kızılbaşlara karşı zâlimce, hunharca davrandığı, onları ezdiği, sömürdüğü,
baskı altında tuttuğu yolundaki iddialar da etraflıca düşünülmesi ve
tartışılması gereken bir husustur. Başlangıçta her sene Safevî şeyhlerine,
çerağ akçesi adıyla değerli hediyeler gönderen Osmanlı sultanları, daha sonra
devletlerini yıkmaya yönelen Safevîlere ve onların askerî ve ideolojik
müttefiki olan Kızılbaşlara acaba başka türlü davranabilir miydi?
Pîr Sultan Abdal,
İran şahlarına olan bağlılığını şu dizelerle anlatıyor:
Ahir-i katlime fetvâ yazsalar,
Çıksam teneşire tabut düzseler,
Kefenim biçilse mezar kazsalar,
Yine geçmem ala gözlü şahımdan.
Çıksam teneşire tabut düzseler,
Kefenim biçilse mezar kazsalar,
Yine geçmem ala gözlü şahımdan.
O, herkesi Şah'a
davet ediyor, İran'a çağırıyordu:
Hanedandır yine Şah'ın illeri,
Taze açılmış tomurcuk gülleri,
Sabah-sabah eser seher yelleri,
Güzel Şah a gidelim, yollar bu mudur?
Taze açılmış tomurcuk gülleri,
Sabah-sabah eser seher yelleri,
Güzel Şah a gidelim, yollar bu mudur?
Osmanlılar'a karşı
duygularını şöyle dile getiriyor:
Osmanlı yanına kalır mı sandın,
Nice intikâmlar alınsa gerek,
Nice intikâmlar alınsa gerek,
Mehdi çıkansa
nic'olur hâlin Heybetli küsleri çalınsa gerek.
Kızılbaşların
Osmanlıya karşı besledikleri hisler budur. Osmanlı Devletini tanımayan,
meşruiyetini kabul etmeyen, her fırsatta ayaklanan, Osmanlı’nın can düşmanı
Safevîler’in işbirlikçisi ve ajanı olarak çalışan bu zümreye karşı Osmanlı'nın
izlediği politika acaba başka türlü olabilir miydi? Belki hatalı tarafları
olan bu politikaya bugün fetva ve onay vermek durumunda değiliz. Biz bu
hususların unutulması, bir daha tekrarlanmaması için sadece ibretle
hatırlanması lâzım geldiğini düşünüyoruz. Kin ve husûmet yaşatılmamalıdır.
Osmanlı’nın
Kızılbaşları dağlık bölgelerde, ormanlarda, kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde yaşamak
zorunda bıraktığı veya Osmanlı'dan korkan Kızılbaşlar'ın böyle yerlerde
yaşamayı güvenlikleri açısından daha uygun buldukları, iddiası da gerçekleri
yansıtmamaktadır. Bugün Kızılbaşların yaşadıkları bölgeler ve köyler bellidir.
Aynı bölgelerde kurulan Sünnî köyler, Kızılbaş köylerinden daha az değildir.
Artvin'den İstanbul'a kadar olan Karadeniz’in ormanlık bölgelerindeki köy ve
kasabaların tamamına yakın kısmı Sünnî olduğu halde çok çetin hayat ve geçim
şartlan altında burada yaşamak zorunda kalmışlardır. Türkiye'de en fazla göç
veren Kastamonu ve Bolu gibi illerin Sünnî köyleri Alevî köylerinden daha
zengin ve iyi durumda değildir.
Kızılbaşlar'ın daha
çok dağlık ve ormanlık alanlarda ve yaylalarda yaşadıkları doğrudur. Fakat,
bunun sebebi politik ve ideolojik değil, sosyolojik ve kültüreldir. Orta Asya
bozkırlarından gelen göçebe Türkmenler ister Kızılbaş, ister Sünnî olsun
Anadolu'da yine bozkırlarda ve ormanlık alanlarda yaşamayı tercih etmişlerdir.
Nitekim XIX. asrın ikinci yarısında, dağlık Kafkasya'dan gelen muhacirler de
Anadolu'da, kendi irâde ve arzularıyla dağlık bölgelere yerleşmişlerdir.
Safevîler'in egemen oldukları bölgelere Anadolu'dan göçeden Kızılbaş
Türkmenler (Rumlu, Tekelu, Şamlu Türkmenleri gibi) olmakla beraber Safevî-Osmanlı
gerginliğinden önce Kızılbaşların yerleşim alanları ne ise bu gerginlikten
sonra da hemen hemen aynı kalmıştır.
Osmanlılar'ın
Kızılbaşlara karşı olumsuz tavır almaları onların Sünnî olmamalarından ileri
gelmiyordu. Nusayrîler, Dürzîler ve Yezîdîler de Sünnî değillerdi ama
İmparatorluğun en verimli bölgelerinde yaşamışlar, Osmanlı egemenliğinden
önceki yerlerini korumuşlar ve yerlerinden, yurtlarından edilmemişlerdi. Zaza
ve Kürt Alevîlere de dokunulmamış, yerlerinden, yurtlarından edilmemişlerdi.
Türk olmayan bu zümrelere dokunmayan Osmanlıların sırf ideolojik ve inanç farkı
sebebiyle Kızılbaş Türkmenleri ezme ve sindirme politikası izlemiş olmaları
mümkün değildir. Onlar böyle bir politikayı gayr-i müslim Rum ve Ermeniler'e
karşı bile izlememişlerdir. Rumlar ve Ermeniler Anadolu’nun en verimli ve
en güzel topraklarında yaşamaya devam etmişlerdi. Osmanlılar'ın hiç bir kavme
ve topluma karşı izlemedikleri sindirme, ezme Ve yoketme politikalarını
Türkmenler'e karşı izlemiş olmaları düşünülemez. Eğer böyle bir politika
izlemiş olsalardı bugün Anadolu'da bu kadar Alevî olmazdı. Nitekim Sünnîlere
karşı İran'da böyle bir politika izlemiş olan Safevîler, eskiden beri büyük
çoğunluğu Sünnî olan İran'ı çok az istisnasıyla baştan başa Şiîleştirmişler,
buradaki Sünnîliği yok etmişlerdi. İran'ın Şiîleştirilmesi Safevîler için kolay
olmamıştır. Bu uğurda çok kan dökülmüş, çok beldeler tahrib edilmiştir.
Sünnilerle Alevîler
arasında inanç ve ibadet bakımından birtakım farkların bulunduğu açıktır. Bu
farklar ne kadardır? Büyük müdür, küçük müdür? Önemli midir, önemsiz midir?
İnanç ve ibadette ortak noktalar mı, farklı noktalar mı daha fazla ve daha
önemli?
Bazı Sünnî ve Alevî
yazarlar, bazı resmî mahfiller sözkonusu farkların hem az, hem önemsiz
olduğunu, birleşme noktalarının ise hem fazla, hem önemli olduğunu ısrarla
ifade ediyorlar. Sünnîlikle Alevîlik arasındaki farkları Hanefîlik ile Şafiîlik
arasındaki farklar düzeyinde görmeye ve göstermeye inadla devam ediyorlar. Bunların
böyle bir anlayış içinde olmalarının sebebi İlmî ve İslâmî değildir, millî ve
sosyaldir. Sanıyorlar ve belki de inanıyorlar ki, farklı noktalar ne kadar
basite indirgenirse iki kesim o kadar çok birbirine yaklaşır, birbirini sever,
böylece bir millî ve dinî birlik ve beraberlik meydana gelir. Bu da iç barışı,
huzur ve güven ortamını getirir.
Eğer Sünnîlikle
Alevîlik arasındaki farklar hem çok, hem de önemli ve temelli ise bunları
basite indirgemek ve gerçeklere karşı gözleri kapamakla millî ve sosyal bir
birliğin hasıl olmayacağını anlamak için ya çok saf veya belli bir ideolojinin
meczubu veya çıkarcı veyahut da câhil olmak lâzımdır. Çünkü siz bu farkları
olduğu gibi görmez, gördüğünüz gibi değerlendirmezseniz başkaları bunu görür,
plânını, programını buna göre yapar ve sonuç da alır. Türkiye’nin ve millî
birliğin yumuşak karnı olan bu farkları elbetteki bir sömürü, bir çıkar ve bir
kışkırtma aracı olmaktan çıkarmak lâzımdır. Lâkin çok önemli gerçekleri
gözardı ederek, derin inanç farklarını yok sayarak veya basite indirgeyerek,
diğer bir ifade ile deve kuşu misâli başı kuma sokarak söz konusu amacı
gerçekleştirmek mümkün değildir.
Tarafsız ve
önyargısız olarak Sünnî ve Alevî inanç ve ibadetleri arasındaki farklara
bakanlar bunların basit, yüzeysel, küçük ve önemsiz değil, tam tersine ciddî,
derin, büyük ve önemli olduğunu görürler. Şimdiye kadar hiçbir doğulu ve batılı
araştırıcı Sünnîliği İslâm dışı saymamışken Alevîliği İslâm dışı sayabilmiştir.
Hatta bazı Alevî yazarlar da bu görüşe katılmışlar ve bu tezi hararetle
savunmuşlardır.
Sünnîlik namaz, oruç,
hac ve zekâtı esas alır, temel ibadetler bunlardır, ibadet yeri (mâbed),
camidir. Alevîlerde bunlar yoktur. İmanın şartları da hemen hemen böyledir. Bu
farklar basit ve önemsiz değildir.
Alevî yazar Cemşid
Bender, Kızılbaşlığı Zerdüşt dinin bir uzantısı sayarken, diğer bir Alevî yazar
Nejat Birdoğan Alevîliği
Zerdüşt, Vedalar,
Buda, Mani, Mazdek dinleri ile Şamanlığın bir karışımı olduğunu ileri sürmekte
ve bu hareketi İİslâm ile ilgili görmemektedir. Yazar, John Kingsley Birge’nin[20]
Bektaşîliği Hıristiyanlara benzetmesini ilginç bulur, cem âyininden evvel
alınan abdestle vaftizi, doğu Hıristiyanların kutsal koku sürmeleriyle
Bektaşilik'teki gül suyu serpmeyi, rahiplerle mücerredleri, günah çıkartmakla
baş okutma, afaroz ile düşkünlüğü aynı sayar. Alevîlerdeki Allah-Muhammed-Ali
de teslise benzer. Başka bir Alevî yazar: "Alevîlik Gerçek
Hıristiyanlıktır" önermesi ne kadar doğru ise: "Alevîlik Gerçek
Müslümanlıktır" önermesi de ancak o kadar doğrudur, der. Alevîliği Kuran
ve hadise bağlamanın güçlüğünü gören Alevî yazarlar bağlı oldukları hareketi
türlü türlü tanımlamışlardır. "Alevîlik folklordur," "Alevîlik
kültürdür," "Alevîlik saz, söz, semâdır," "Alevîlik
solculuktur," "Alevîlik Tanrı tanımazlıktır, (Özellikle Pîr Sultan
Abdal Derneği ateist Alevîlerin yuvalandıkları bir örgüttür.) maddenin
dinidir" (İsmail Kaygusuz'un tanımı). "Alevîlik İslâm'ın Anadolu
yorumudur," "Alevîlik İslâm'ın Türk yorumudur," "Alevîlik
hümanizmdir," "Alevîlik lâikliktir"... vs. gibi.
Bazı Alevî yazarların
Sünnîlikten, hatta İslâm'dan bu kadar çok uzak gördükleri Kızılbaşlıkla
Sünnîlik arasındaki farkları basit, küçük ve önemsiz görmek gülünçtür,
Sünnîlere de Alevîlere de karşı saygısızlıktır. Alevîlerle Sünnîlerin bir arada
barış, dirlik, güven ve iyi ilişkiler içinde yaşamalarının yolu, inanç ve
ibadet alanında aralarındaki ciddi, derin ve büyük farkları gözardı etmek ve
gerçekleri görmezlikten gelmek değildir. Bu ciddi ve derin farklara rağmen
birlikte barış ve güven içinde yaşamanın yollarını bulmak gerekir. Varsaylım
ki -belirttiğimiz gibiSünnîlerle Alevîler arasındaki inanç ve ibadet farkları
büyüktür. Bu takdirde iki taraf barış ve güven içinde bir arada yaşamayacak mı?
Aradaki farklar büyüktür diye birbirine düşman mı kesilecek, yekdiğerinin
boğazına mı sarılacak? Bu ülkede veya Malezya, Hindistan ve Kazakistan gibi
ülkelerde, Avrupa'da Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler, Hindular ve
Konfuçyüs dinine mensup olanlarla bir arada yaşarken, Sünnîlerle Alevîler neden
bir arada emniyet ve dirlik içinde yaşamasın? Tarih boyunca Katolik, Ortodoks
ve Protestan mezhepleri arasında uzun yıllar devam eden kanlı savaşlar meydana
gelmiştir. Buna rağmen Hıristiyanlar ezelî husmetlerini ve tarihsel
düşmanlıklarını bir yana bırakıp, barış içinde bir arada yaşamanın yollarını
aradılar ve buldular. Alevîlerle Sünnîler arasında geçmişte meydana gelen
savaşlar, isyanlar, katliamlar, baskılar, işkenceler ve kötü muameleler
Hıristiyan mezhepleri arasındaki kadar değilken neden güven ve barış ortamında
bir arada yaşamakta zorlanıyoruz? Neden Kahraman Maraş, Çorum, Sivas, Gazi
Mahallesi olayları gibi acı olaylar meydana geliyor?
Alevîlikle Sünnîliği
birbirine yaklaştırma çabasından ve aralarındaki önemli farkları basite
indirgeme gayretinden, bunu da ilim, İslâm, memleket ve millet adına yapma
saplantısından vazgeçilmelidir. Sünnîliği de Alevîliği de rahat bırakmalı, bu
iki önemli kitlenin kendi doğal mecralarında akıp gitmelerine müdahale
edilmemeli, yapay olarak bu akışın yönü değiştirilmemelidir. Kısaca Alevîliğin
Alevîlik, Sünnîliğin Sünnîlik olduğu, Alevîliğin Sünnîlik olmadığı, Sünnîliğin
de Alevîlik olmadığı, olmayacağı, olamayacağı kabul edilmelidir. Sünnîlerle
Alevîlerin bir arada barış, güven, dirlik ve iyi ilişkiler içinde bir arada
yaşamalarının yolu bizce hoşgörü, saygı ve geniş ölçüde de kader ortaklığıdır.
İnanç ve ibadetle ilgili olmak üzere aralarındaki farklar ne kadar çok ve büyük
olursa olsun her iki taraf birbirini hoşgörmeli, inancına ve ibadet tarzına
anlayış göstermeli, birbirine karışmamalı, biri öbürünün varlığından rahatsız
da olmamalıdır. Esasen Alevîlik Alevîleri, Sünnîlik de Sünnîleri buna mecbur
etmektedir. Her Alevî ve Sünnî bu mecburiyeti hissetmelidir. Eğer inanç ve
vicdan özgürlüğü böyle yerlerde yararlı olmayacaksa başka nerede işe yarayacaktır?
Alevîler ve Sünnîler birbirleriyle çatışmaktan ve çekişmekten de, kendi
aralarında küçük gruplara ayrılarak vuruşmaktan da kaçınmalıdırlar.
Belli bir dine bağlı
olup aralarında küçük ya da büyük görüş, ayrılıkları bulunan gruplardan her
biri mezhep adını alır. Mezhepler, bir dinin kollarıdır. Şehristânî, ârâ ve
mezâhib (reyler ve mezhepler) itibariyle insanları önce ikiye ayırır. Biri
ehl-i diyânet ve ehl-i millettir, diğeri ehl-i hevâ ve ehl-i nihlâdır.
Mecûsîler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar birinci gruptan, filozoflar,
materyalistler, Sâbie ve yıldızlara tapanlar ikinci gruptandır. Birinci grubu
İkincisinden ayıran temel özellik vahye inanmaları, kutsal ve İlâhî bir kitaba
sahib olmalarıdır. Gerçi Zerdüşt ve Mani dininin Allah katından gelen kutsal
bir kitabı bulunduğu kesin değildir, tartışmalıdır, ama öyle de olsa kutsal bir
kitaba sahip bulunduklarına inanmaları onları birinci grupta göstermeye yetmektedir.
İkinci gruptakilerin temel özelliği kutsal bir kitaba sahip olmamaları, her
hususta akla ve mantığa dayanmalarıdır.
Şehristânî'ye göre,
bir kimse ya dinî geleneğe uyar, başkasından istifade eder (buna müstefid
denir) veya kendi görüşüne göre hareket eder (buna müstebit denir). Müstefid
teslim olur, boyun eğer, zâten din itaattir, dindâr da itaat eden kişidir.
Müstebid ise yeni şeyler ortaya atar, yeni görüşler ileri sürer, körü körüne
başkalarını taklid eden ve onlara uyan kişiler müstefid sayılmaz. Kendi
görüşünü sağlıklı temellere ve delillere dayandıranlar da müstebid sayılmazlar,
müstebidler peygamberliği inkâr eder, müstefidler ise bunu kabul ederler.
Şehristânî'ye göre,
bir kişinin ve topluluğun dinî gruptan sayılması için kutsal bir kitaba
dayanması, peygamberliğe ve vahye inanması lâzımdır. Bu inançta olanlar
insanüstü yüce bir kudrete ve irâdeye boyun eğdiklerinden din üstü yüce bir
kudrete ve irâdeye boyun eğdiklerinden din mensubudurlar. Zira din boyun eğmek
ve itaat etmektir.
İnsanlar, dünya ve
âhirette mutlu olmak için birlikte yaşamak ve bir arada bulunmak zorundadırlar.
Bu maksatla bir araya gelen insan topluluğuna millet (din), buna giden yola da
şeriat ve sünnet (gelenek) denir. Bu gelenek üzerine birleşenler de cemaatı
meydana getirir. Bu açıdan bakıldığı zaman Alevîleri din dışı bir cemaat olarak
görmek imkânsızdır. Çünkü sözde de olsa Kur'ân'ı kutsal ve İlâhî kitap olarak
kabul ediyorlar. Ayrıca bir dinî gelenekleri ve pratikleri, bir usûl, âdâb ve
erkânları vardır. Erkâna uyar, dedelere saygı gösterirler. Şu halde Alevîler
dinî bir toplulukta bulunması gereken temel unsurlara sahiptirler. Bu sebeple
de Alevîlik temelde dinî bir nitelik taşır. Pek tabiî olarak bunun kültür,
folklor, destan, sanat (şiir, müzik, semah) boyutu da vardır.
Temelde dinî nitelik
taşıyan Alevîlik acaba İslâm dinin özü müdür, yoksa İslâm’ın kapsamındaki
mezheplerden bir mezhep midir veya İslâm'dan bağımsız ayrı bir din midir? Bir
kere Alevîliği Kur an ve hadislerde anlatılan İslâm ile, hatta tarihî bir
şahsiyet olan Hz. Ali ve Hz. Hüseyin tarafından inanılan, uygulanan ve yaşanan
İslâm ile özdeşleştirmek imkânsızdır. Zirâ Alevîlikte, önemli olan Hz. Ali’nin,
Ehl-i Beyt'in ve oniki imamın tarihî ve gerçek kişilikleri değil, simgesel ve
mitolojik kişiliklerdir. Alevîliği Eş’arîlik, Mâturîdîlik, Hanefîlik ve
Şâfiîlik gibi İslâm kapsamında bir mezheb saymak mümkün olmadığı gibi Sünnî
İslâm'a göre İslâm'dan bir sapma olarak kabul edilmekle beraber yine de
İslâm'ın kapsamında görülen Hâricîlik, Mutezile ve Şiâ (bunların aşırı kolları müstesna)
gibi bir mezheb olarak kabul etmekte mümkün değildir. O halde Alevîlik,
İslâm'ın temel unsurları ve ana ilkeleri kapsamında değil, isim ve beyan
kapsamında bir mezhep olarak görülmelidir. İslâm'ın temel inançları ve ibadet esasları açısından
bakıldığı zaman Alevîliği İslâm'ın dışında ayrı bir din olarak görmek mümkün
ise de, onu böyle görmek onların beyanlarına ve İslâm ismine sahiplenmelerine
aykırı düştüğü için, ayrıca İslâm inanç ve ibadet ilkelerine çok yakın bir
hayli Alevî cemaatı da bulunduğu için doğru bir adlandırma değildir.
Bahaullah (ö. 1892) tarafından kurulan Bahaiye dininde olanlar Müslüman
olmadıklarını, Bahaîliğin başlıbaşına bir din olduğunu söyledikleri için
Müslüman kabul edilmemektedirler. Alevîlerin durumu öyle değildir. Alevî:
"Ben Müslümanım" diyor, başka bir dine nisbet edilmeyi kabul etmiyor.
Alevîlik konusundaki
çalışmalarıyla ünlü A. Gölpınarlı: "Alevîlik bir
tarikat, tam anlamıyla bir mezheb değildir. Olsa olsa ilkel bir mezheptir
veyahut ilkel bir dindir." diyor.[
Alevi Bektaşi Nefesleri, İstanbul, 1963, s.
4.] Alevîlerin dinî kimliklerini belirlemek isteyen herkes, Alevî olsun
olmasın bu hususta gerçekten büyük zorluklarla karşılaşmaktadır. Bunun sebebi,
Alevîliğin nev'î şahsına münhasır dinî-sosyal bir hareket oluşudur. Mezhepleri
ve tarikatları tanımlamada kullanılan ölçüler Alevîleri tanımlamada yetersiz
kalmaktadır.
Bir yerde Sünnî ve
Alevî boylar, obalar, aşiretler ve köyler şehir ve kasabalardan uzaksa, ulaşım
imkânları az ve yetersiz ise, okul yoksa, okuma-yazma bilenler yoksa buralarda
Sünnî köylerdeki dinî-sosyal hayatın şaşılacak kadar Alevîlere yakın olduğu
görülür. Bu çeşit Sünnî köylerde namaz kılan ve oruç tutanların sayısı da çok
azdır. Camiler ise çok bakımsızdır, sadece Cumaları birkaç kişi Cuma namazı
kılar. Amasya'da, Tokat’ta ve Çorum'da böyle Sünnî köyler bilirim. Bunların
Sünnî oluşları gerçek anlamda bir Sünnîlik değildir. Sadece isim ve beyan
Sünnîliğidir. Geleneksel olarak Sünnî olduklarını biliyorlar, işte o kadar.
Yaşayış bakımından Alevîlerden farklı olmasalar bile Alevî olduklarını kabul
etmiyorlar, Sünnî olduklarını söylüyorlar. Bunlarda Sünnîlik sadece sosyal bellekte
bir bilme, maşerî vicdanda bir bilinç olarak yaşamaktadır. Sosyal hayatta ise
silik bir izdir. Böyle toplumlarda Sünnîlerle Alevîler arasında fazla bir fark
olmasa bile, söz konusu zayıf ve silik Sünnîlik izi ve temeli üzerinde
bilinçli, bilgili, canlı ve güçlü bir Sünnîlik inşâ edilebilmektedir. Nitekim
söz konusu nitelikteki Sünnîler şehirlere gelip yerleştikleri zaman buradaki
Sünnîler tarafından kabul edilmekte, benimsenmekte, kırsal kesimdeki Sünnî ile
kentteki Sünnî arasındaki sosyal hayat birbirine yaklaştığı oranda köy
Sünnîliği ile şehir Sünnîliği arasındaki farklar da ortadan kalkmaktadır. Hatta
ne kadar zayıf olursa olsun köy Sünnîsinin Sünnîlik bilinci şehirli Sünnîlerle
bütünleşme ve şehirleşme sürecini hızlandırmaktadır. Köylerde okulların açılması,
köylerle şehirlerarasındaki ulaşım ve iletişim imkânlarının artması, köylere
imamların, Kâbe'ye köylü hacıların gitmesi de aynı sonucu doğurmaktadır. Yani
yüzeysel olan köy Sünnîliği bu sayede derinlik kazanmaktadır. Bu da Alevîlerden
daha büyük farklarla ayrılmalarına yol açmaktadır. Şehirlere göçeden Alevîler
ise bütünleşecekleri ve kaynaşacakları hazır bir ortam bulamadıklarından,
zaman zaman sosyalistlerin, komünistlerin, materyalistlerin, sol
ideolojilerin, hümanistlerin, laikçilerin ve benzeri ideolojilerin etkisinde
kalmakta, bazan da bunlarla bütünleşmenin ve kaynaşmanın yolunu tutmaktadırlar.
Bu ise Alevîliğin kendi geleneğinden kopması, kimliğini yitirmesi, kendi
tarihine yabancılaşması sonucunu doğurmaktadır. Geleneklerine bağlı Alevîleri
tedirgin eden hususlardan biri budur.
Genelde dinî hayatın
zayıf ve etkisiz hâle gelmesine paralel olarak mezhepler arasındaki farkların
da önemsiz hâle gelmesi olayını Azerbaycan'da da gördüm. Yetmiş sene süren
ateist ve materyalist ideoloji buradaki dinî hayatı zayıf bir hâle
getirdiğinden Sünnî Azerilerle Şiî Azerîler arasındaki farklar çok azalmıştır. Eğer
İran Şiîleri Azerbaycan Şiîlerini, Sünnîler de buradaki Sünnîleri destekler,
bilgilendirir ve bilinçli hâle getirirlerse Şiî Azerilerle Sünnî Azerîler
arasındaki farkların daha belirgin halde ortaya çıkacağı, bunun da oradaki
çizgiyi keskinleştireceği kuşkusuzdur.
Şiî-Sünnî,
Alevî-Sünnî mezhepleri arasındaki farklar belirgin, çizgiler keskin hâle
gelirken, buna paralel olarak hoşgörü, inanç özgürlüğü, barışçıl ve insancıl
değerler geliştirilmezse mezheplerarası çatışmalar kaçınılmaz olur. Sosyal
bünye kışkırtmacıların, sömürücülerin ve ayrılıkçıların etkisine uygun hâle
gelir. Bu noktada tarafsız bilimsel araştırmalara çok iş düşmektedir. Millî
birliği ve bütünlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğünü sağlamak, korumak ve
sürdürmek Sünnîlerle Alevîlerin ortak amacı olmalıdır.
Sh:
151-177
Kaynak: Tartışmalı İlmi Toplantılar
Dizisi: 28, Tarihi Ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Aleviler Bektaşîler
Nusayrîler, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Ensar Neşriyat : 61 Aralık 1999,
İstanbul
Dr. İsmail ENGİN
Deutsches Orient Institut
Hamburg
Deutsches Orient Institut
Hamburg
Türkiye'de Alevî
kimliğine ve imajına yönelik değerlendirmeler ya da bakış açıları, ister
Alevîlerin kendilerini algılayışları, isterse Sünnîlerin Alevîleri tanımlamaları
açısından olsun, Türkiye tarihinde çoğu zaman dün olduğu gibi bugün de
sorunlara yol açmaktadır. [21]
Bunun Türkiye'de ne tür sorunlu alanları oluşturduğu ya da oluşturabileceğine
geçmeden önce, kimlik ve imaj kavramlarına değinmekte yarar vardır. En yalın
tanımıyla kimlik, "kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların
'kimsiniz, kimlerdensiniz?' sorusuna verdikleri yanıt ya da yanıtlardır."[22]
Kişi, grup, topluluk veya toplum "kimsiniz, kimlerdensiniz?"
sorusunu[23],
"ben kimim?" Mehmet, Ayşe vb., "biz kimiz?" (Tahtacı,
Zaza, Alevî, Sünnî vb.) ve "bizler hangi kültür ya da ulusa aitiz?"
(Türk, Alman, Hıristiyan, İslâm vb.)[24]
şeklinde algılayıp, buna göre üç değişik türde -tek tek herhangi birinde,
ikisinde veya üçünde de- yanıtlayabilir.[25] Söz
konusu sorunun yanıtı kişinin, grubun, topluluk veya toplumun "kimlerden
yana" ya da "kimlerden olduğunu" (örneğin Tahtacıysa Türkmen ve
Alevî) belirlerken, "kimlerden olmadığını" (örneğin Sünnîyse Alevî,
Alevîyse Sünnî olmadığını) ya da "kimlere karşı olduğunu" da ortaya
koyar[26].
Kişi, grup, topluluk veya toplum bunu "bilerek bilmeyerek" yapar.[27]
Kişinin, grubun,
topluluk veya toplumun kendini tanımlaması, diğer-başka-karşı bir kişi, grup,
topluluk veya toplum tarafından kabul görmeyebilir ve o ya da onlar da ona
farklı ölçütlerle bambaşka kimlik verebilir-yakıştırabilir ki, bu durumda
imaj/imgeyle karşılaşılır.[28]
İmaj, ilgili kültürel varlığın dışarıdan algılanmasıdır. Kimlik ve imaj
kavramları birbirinin nedeni-sonucu olabilir;[29]
birbirinden bağımsız değildir, ancak bağımsız olarak değişebilir. Kimlik ve
imajın birbirinden bağımsız değişmesi çatışmalara yol açabilir. İşte, bütün
bunlar bir kültür sorunu olarak karşımızda bulunmaktadır.[30]
Genelde
araştırmacılar, söz konusu sorunu çözümlemek için, gözlemlenebilir ve nesnel
bir gerçeklik alanı olan toplumsal kişilik (karakter)[31]
yapısına, bu yapının kendine özgü davranış özelliklerine-kalıplarına -ki onlar
bir toplumsal varlığın davranışlarını belirleyen iç örgütlenmelerdir,
karşılaştırmalıdır ve dışarıdan göründüğü gibidir-bakar; buradan yola çıkarak
kişilik ya da karakteri anlamaya, tanımaya, tanıtmaya ve sınıflamaya çalışır.[32]
Çünkü, kişilik ya da karakter, kimliği ve imajı; kimlik, kişiliği ve imajı
-veya tam tersi-; imaj, kimliği ve kişiliği etkiler. Ancak, az önce de
belirtildiği gibi, kimlik ve imaj, birbirlerinden bağımsız olarak değişebilir.[33]
İmajın gerçek
kimlikten bağımsız oluşmasına, gerçek kimlikle uzaktan yakından ilgili olmayan
bir muhteva ile dol(durulmasına, büyük ölçüde diğeri/ötekinin önyargıları -ki
bunlar gerçek kimliği yansıtmaz- neden olmaktadır. Burada, Otyam (1982)'ın
değindiği ve Türkiye'de Alevîlerle ilgili fakat onların gerçek kimliğiyle
uzaktan yakından ilişkisi olmayan, genelde geleneksel Sünnî doktrine dayalı
olarak tarihsel süreç içinde oluşturulan önyargıları vermek, konuyu daha da
belirginleştirecektir (bkz. Önyargılar)..
Önyargılar[34]
•
Kızılbaşlara kız verilmez. (Osmanlı'da.
Günümüzde sürmüyor mu?)
•
Alevî-Bektaşî, canı-malı helâl birer kâfir
Kızılbaş. (Osmanlı'da)
•
Kızılbaşların köyünden geçen sudan, her kim
ki arazisini sularsa, onun mahsulü mekruhtur. (1960'lı yılların başlan: Efsence
Köyü, Pasinli/Erzurum.)
•
Alevîlerin verdiği parayla yapılan camide
namaz edâ edilmez. Külliyen haramdır. (19601ı yılların başları: Bulkasım Köyü,
Pasinli/Erzurum.)
•
Kızılbaşların yüzüne bakmayın. Yüzünüzün nuru
gider. Onların ekmeği yenmez, kestikleri yenmez, çulları çiğnenmez. Onların
oturdukları yer şartlanmayınca adım atılmaz. Kat'iyen caiz değildir. (1960'lı
yılların başları: Bulkasım Köyü, Pasinli/Erzurum.)
•
Kızılbaşların gittiği hamama gitmeyin. Kırk
yıl başka hamamda yıkansanız, pisliğiniz gitmez! (1960'lı yılların başları: Karaçayır
Köyü, Sivas.)
•
Kızılbaş, komünist. (1960'h yılların başları)
•
Bunlar mum söndürürler. (19601ı yılların başları:
Hunu Köyü, Afşin/Maraş)
Kimi durumlarda,
diğerinin önyargıları -ki onlar etik gözleme ve yoruma dayalı olarak ortaya
çıkmaktadır- gerçek kimlikte savunma stratejilerinin oluşmasına zemin sağlar,
neden olabilir. Bu tarz stratejiler, diğerine karşı kendisi için önemlidir.
Grup, topluluk veya toplumda/kültürde olası söz konusu stratejiler, ancak önyargıların
düşman imajına dönüştüğü, kendini ve varlığını tehdit ya da tehlike altında
hissettiği anda belirginleşir. Beliren düşman imajları sonucunda kendini ve(ya)
varlığını tehdit ve(ya) tehlike altında hisseden grup, topluluk veya
toplum/kültür, diğerinde var ve o an için etken durumda olan önyargıları ya
tersine çevirip diğerine yöneltebilir ya da önyargılarda etken durumdaki
politik - ideolojik motiflere, kuvvetle sarılabilir, sahip çıkabilir. Tersine
çevirip diğerine yönelttiği önyargıları, bu önyargılardaki politik-ideolojik
motifleri, diğerinden daha da şiddetli bir şekilde savunmaya gidebilir. Ancak
burada, diğerine yönelik başkası tarafından bilinçli bir dönüştürme
politikasında kullanılan politik-ideolojik başka motiflerden de -ki onların
diğeri tarafından kabul görüp görmemesi önemli değildir- yararlanabilir.
Zamanla bu öyle bir hal alır ki, belirli süre önce, diğerine yönelik dönüştürme
politikasında kullanılan, ancak genelde bundan dolayı diğeri tarafından kabul
görmeyen politik-ideolojik motifleri, yine diğerinde ve kendisinde var olan
ortak motiflerle çakıştırabilir. Böylece, hem gizlice diğerine karşılığını
korur, hem onunla ortak noktalarını öne çıkararak varlığına yönelik tehdidi ve
tehlikeyi geçiştirmeye-savmaya çalışır. Örneğin, Alevîliğe yönelik olarak, T.C.
Dahiliye Vekâleti Jandarma Umum Kumandanlığının hazırladığı "Dersim"
raporunda (s. 39) yer alan etik gözleme ve yoruma dayalı şu ibareler bu
anlamda önemlidir:
"Alevîliğin en
kötü ve tefrika değer cebhesi Türklükle arasındaki derin uçurumdur. Bu uçurum
kızılbaşlık itikadıdır. Kızılbaş, Sünnî müslümanı sevmez, bir kin besler, onun
ezelden düşmanıdır. Sünnîleri Rumî diye anar. Kızılbaş İlâhî kuvvetin hâmili
bulunduğunu ve imamlarının Sünnîler elinde işkence ile öldüğüne itikat
ederler. Bunun için Sünnîlere düşmandır. Bu o kadar ileri gitmiştir ki
Kızılbaş, Türk ile Sünnî ve Kürt ile Kızılbaş kelimesini aynı telâkkî eder.
Dersim Alevîleri de
tıpkı Sivas, Tokat, Canik, Afyon Alevîleri gibi (varma Yezid'in yanına, siner
kokusu tenine) diye Sünnîyi tahkir eder. Yezid’i Türk bilirler, evlerinde zaza
dili ile dillenen bu insanların aslen ve neslen Türk olduklarına dair şimdiye
kadar getirdiğimiz delillere bile luzum yoktur."
Bu noktada, 1930’lu
yıllarda geliştirilen ve genelde Anadolu'nun, Mezopotamya’nın antik halklarını
etnik, dil, din vb. gibi kültür açısından Türk olarak niteleyen politik
ideolojik tez önemlidir. Örneğin, İsmail Hakkı İzmirli 1937'deki II. Türk
Tarih Kongresinde Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin İbrahim
Peygamber'in soyundan geldiğini belirterek, gerek İbrahim Peygamber'in ve
gerekse Hz. Muhammed'in Türk olduğunu savunmuştur. Daha sonra Kemal Samancıgil,
bu tezi daha da açarak, Hz. Muhammed i soy olarak Sümer, Akad ve Elam
Türklerinden olan Turanlı Nuh Peygamber'e ve onun torunlarından Türk Azer'in
oğlu İbrahim Peygamber'e dayandıran görüşü geliştirmeye çalışmış (bkz.
Samancıgil t-y.); aynı görüşleri savunan Baltacıoğlu (1966), Kureyş kabilesini
bile Turanîleştirerek, Hz. Ali’nin Türk-Turanî; daha sonra "Hz. İmam-ı
Hüseyin de Bir Türk'tür" (1990) adlı yapıta bir önsöz yazan Bektaş
Ayyıldız'la söz konusu yapıta doküman gönderen Musa Ateş de Hz. Hüseyin'in
Türk olduğunu ileri sürmüştür. İzmirli, Samancıgil ve Baltacıoğlu'nun görüşleri
aynen Haydar Kaya tarafından kabul görmüştür (bkz. Kaya t.y.:55-56).
Şinasi Koç'un
görüşleri de bu bağlamda değişik bir örnektir. Koç (1989) ilk baskıları 1970,
1978, 1983'de yapılan ve birbirinin devamı sayılabilecek üç eserini topladığı
büyük el kitabında, İslâmiyet'in kurucusu Muhammed'in ölümünden sonra iktidarı
ele geçiren "Emevî" taraftarlarına "Sünnî", Ali
taraftarlarına da "Ali evi" denildiğini; "Emevîler"in İslâm
dinini gerçek yolundan çıkararak ona "bâtıl inançları" kattıklarını
belirtmektedir. Ona göre, Sünnîler "Muhammed'in Şeri'atı'nm değil,
"Emevîlerin Şeri'atı'nın temsilcileridir ve "gerçek İslâm dini"
saptırılmıştır. Koç'a göre, din "İslâm dim'dir ve Müslüman yan inanmış,
inanmadan inandık demektir; "Müslüman diye bir din yoktur".
Koç, bugünkü
Kur'an'ın 432 âyet eksik; Alevîlerin Müslüman değil İslâm, "Mü'min",
"Şit Peygamber'in soyundan gelenler"; Emevîlerin ve dolayısıyla
Sünnîlerin münafık, inanç kaynaklarınınsa "beş vakit namaz kılmak ve oruç
tutmak" olduğunu savunmaktadır. Koç, dini "İslâm dini" ve
kurallarını da bir "doğru yol" görmektedir. Bu bağlamda mezhep ve
mezhepçilik, tarikatler ve tarikatçilik ona göre "bölücülüktür,
nifakçılıktır, Kuran dışıdır". Koç, mezhepleri ve mezhepçiliği,
tarikatleri ve tarikatçiliği Emevîler tarafından insanları bölmek, ayırmak için
yaratılan din dışı uygulama şeklinde görmektedir.
Koç'un görüşleri daha
sonra genel olarak Tanrıkulu (1989), Ateş (1990), Dinçer (1990) ve Kutlu (1991)
gibi yazarlar tarafından da kabul görmekte ve adı geçen yazarlar
"Alevîlik gerçek İslâmiyet'tir", "İslâmiyet'in en doğru
yorumudur" görüşünü savunmaktadır. Bu tür tezlere yönelik Çamuroğlu
(1992)'nun şu saptaması konuyla bağlantıyı kurması açısından önemlidir: Çamuroğlu
(1992:38)'na göre, "ciddi kuramsal iddialarla savunulmaya değer bir
kurammışçasına" ileri sürülen "gerçek İslâm Alevîliktir" tezi ve
savunusu, "ilk bakışta bir karşı saldırı olarak görülebilir. Yani
yüzyıllardır "biz Müslümanız" dedikleri halde Alevîler, "hayır
siz müslüman değilsiniz", "kâfirsiniz, zındıksınız, müşriksiniz"
tepkileri ile karşılaşmışlar ve sonunda belirli bir tarihte bazı Alevîler de
çıkmış "Asıl siz Müslüman değilsiniz, gerçek Müslümanlık Alevîliktir"
karşılığını vermişlerdir."
Diğerinin
dönüştürülmeye çalışılması sonucunda elde edilen bu tarz stratejilere, diğeri
değişik stratejilerle karşı koyabilir. Diğeri, kendisi için diğerinin
farklılıkları öne çıkaran tanımlamalarında, kendisi için diğerine yönelik yeni
imajlar oluşturabilir. Genelde bu imajlar, düşman imajları biçiminde karşımıza
çıkar. Emik hiçbir gözlem ve yoruma dayanmadan tamamen etik bir yaklaşım, yorum
ve değerlendirmeleri kapsar. Daha da önemlisi, geleceğe yönelik yeni ve
şiddetli çatışma alanlarının oluşmasına ön ayak olabilir. Burada, diğerinin
kendisi için gelenekselleşen bir düşman imajının kendisine göre diğerine
yüklenmesi, onunla aynileştirilmesi söz konusudur. Örneğin, Millî Gazetenin,
önsözü Bilim Araştırma Grubu tarafından 23.12.1986 günü yazılan bir yayınında,
(bkz. Millî Gazete Bilim Araştırma Grubu t.y.:126) Alevîliğin (Şiîliğin) İslâmî
gelişmeyi engelleyemeyen Yahudilerin, Müslümanlar arasında "fitne"
çıkarmak, birbirlerine karşı "düşmanlık yaymak" için "yahudi
Abdullah İbn Sebe’nin Şiî mezhebini kurması ve yaymaya çalışması'yla oluştuğu;
bu durumun "Yahudilerin o zamandan beri İslâm'ı parçalamaya yönelik ilk
hareketlerinden biri" olduğu ve Yahudilerin "bu parçalama
hareketlerini değişik şekillerde bugün dahi sürdürmeye" çalıştıkları
belirtilmektedir.
Bunun dışında, 24-26
Nisan 1987 tarihleri arasında İstanbul'da Aydınlar Ocağı tarafından düzenlenen
"IV. Milliyetçiler İlmî Büyük Kurultayı"nın "Dinî Hayat
Komisyonunda yer alan bir bildiride savunulan görüşler dikkat çekicidir.
"Türk-İslâm Sentezi" doğrultusunda varsayılan "sorunların"
ele alındığı Kurultay'da, Bekir Topaloğlu (1988) tarafından sunulan "Din,
İslâmiyet ve Beynelmilel Akımlar (İslâmî İnancı Tehdit Eden Akımlar)" başlıklı
bildiride, her ne kadar Alevî ve Alevîlik kavram olarak yer almasa da İslâm’ı
"Yozlaştırıcı Akımlar" bölümünde betimlenmektedir. Topaloğlu
(1988:317) el-Bakara, Al-i İmran ve el-Mâide surelerinden hareketle, "Kur
an-ı Kerim'de 'Ehl-i Kitap' denilen Yahudi ve Hıristiyanların ilâlıî kitabı
tahrif ettikleri, Allah'ın âyetlerini ve mukaddes emaneti 'Semen-i kalil', yani
basit bir menfaat karşılığında sattıkları, böylece kutsal andı bozdukları
ifade edilir ve bu konu üzerinde ısrarla durulur. Yine Kur'ân'ın beyanına göre
Ehl-i kitap, aslında gerçeği bilmekte, fakat menfaat, nüfuz, nefsanî arzular
onları bile bile bâtıla sürüklemektedir. Kendilerine suç arkadaşı arayan bu
tahrifçi ve yozlaştırıcı gruplar, doğuşundan beri İslâm dininin mensuplarına da
aynı zihniyeti aşılama gayreti içinde olmuşlardır" demektedir.
Topaloğlu
(1988:317)'na göre, "gerçek Müslümanlığın bilinmediğini ve
öğretilmediğini ileriye sürenlerin büyük bir kısmı iddialarında haklı, hatta
samimi değillerdir. Her şeyden önce böyleleri ilmihal seviyesinde bile bir din
bilgisine sahip bulunmamaktadır.
Sonra, dini hayatları
da son derece zayıftır. İslâmiyet'in gerekli gördüğü namaz, oruç gibi farzları
yerine getirmedikleri gibi dinen yasaklanan, fert ve toplum sağlığı açısından
da zararlı olduğu kesin bulunan içki ve benzeri kötü alışkanlıkları da
bırakmazlar. O halde onlara göre gerçek Müslümanlık nedir? Temsil edilmesini
istedikleri dindarlığın sınırlan ve özellikleri nelerdir? Öyle sanıyorum ki bu
sorulara olumlu cevap bulmak mümkün değildir."
Gerçek kimlikten
bağımsız olarak gelişen-geliştirilen imgeye dayalı bu görüşleri, Tarık Mümtaz
Sözengil "Tarih Boyunca Alevîlik" adlı eserinde (1992)
savunmaktadır. Sözengil (1992: 9)'e göre, Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla
"yok oluş tehlikesi" geçiren Yahudilik, bu tehlikeden Hıristanlık
içine "kendi uydurma hurafelerini" yerleştirerek kurtuldu.
İslâmiyet'in ortaya çıkmasıyla birçok Yahudi cemaatinin İslâm'a girdiğini
belirten Sözengil (1992: 9), Yahudilerin Hıristiyanlara yaptığı "oyunun
aynısı'nı Müslümanlara yapmayı kararlaştırdığı ve bunun için uzun tartışmalardan
sonra "Medine'de İbn Sebe'yi" sahneye çıkardıkları görüşündedir. Bu
görüşten hareket eden Sözengil (1992: 9-13)'e göre, Yahudiler bunda başarılı
olarak İslâm'ın ilerlemesini engelledikleri gibi, Müslümanlar arasında da
anlaşmazlık çıkarmışlar; İslâmî inanç ve itikada "hurafeler" sokarak
"fikir ayrılığı'nı gerçekleştirmişlerdir. Bu tez 12 Mayıs 1993 günü HBB
adlı özel televizyon kanalında hazırlanan "Yüksek Tansiyon" adlı
programda yer alan "Dünden Bugüne Alevîlik" konusunda yapılan
tartışmada İstanbul eski vaizlerinden Hasan Ali Kudal tarafından da ileri
sürülmüştür.14 Söz konusu programda Hasan Ali Kudal tarafından yapılan
yorumla Alevîliğin "sapık düşünce" ve "İslâm'a esas
yabancı" olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan, diğerinin
kendisi için gelenekselleşen bir düşman imajını kendisine göre diğerine
yüklemesi, onunla aynîleştirmesinin yanı sıra, diğerinin kendisine göre diğeri
olanın kimi özelliklerinden yararlanarak onu her iki kimliği/varlığı içeren
ortak tehdide karşı bir yönlendirme de söz konusudur. Bu özellikler ortak
motiflerden seçilir. Ortak motifler politik-ideolojik amaçlı olarak ön plana
çıkarılır. Farklılıklardan ziyade benzerlikler vurgulanır; öyle bir noktaya
gelinir ki, aslında hiç farklılık yokmuş gibi değerlendirilir; sonuçta arka
planda asimilasyonu gündeme getirir. Ancak, diğerinin kendisine göre diğeri
tarafından, bu durum bir yönlendirme olarak kabul edilmez. Bilakis, ortak
tehdide karşı, yönlendirmenin dışında, farklılıkların vurgulanmasıdır. Farklılıkların
vurgulanması, onu o yapan unsurların diğeri tarafından da ortaya konulmasıdır.
Türkiye'deki Alevîleri Müslüman Türk milletinin bir bölümü olarak gören Rüştü
Şardağ (1985)'ın görüşleri bu noktada ilginçtir. Şardağ'a göre, Arap ve İran
Alevîleri'nin oluşmasını sağlayan Hilafet ayrılıklarıyla siyasal hükmetme
amacı, Türkler arasında sorun olmadığından Müslüman Türklerin bir kısmının
Alevî olmalarının nedeni başkadır. Müslüman Türk milletinin Ali sevgisiyle
dolu olduğunu; Hasan, Hüseyin'e karşı "Sünnî geçinen bazı Arap
kollarının" işledikleri "cinayetlerden Şiîler gibi nefret"
duyduğunu söyleyen Şardağ, "gönülden Müslümanlığı benimsemiş Türk
milletinin evlatlarının Ali'nin yanında olduğunu ama Arap ve İranlı Alevîler
gibi de Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ı karalamadığını savunmaktadır. Ona göre,
çoğunluğunu Anadolu halkının oluşturduğu Alevî denilen Türk toplumu Ali’nin
bilgisi, Müslümanlığı ilk kabul eden insan olması, özlü söz yazarlığı, komutan
ve hatip olmasından büyülenmiştir. Bu anlamda Müslüman Türk toplumu, Ali ve
peygamber soyuna bağlılığıyla Alevîdir. Ali'nin halife seçilmeyerek değil, ama
dördüncü halifeyken Muaviye'nin "halifeyim" diye isyan ederek
haksızlığa uğraması Türk'ün vicdanında haklı yankı yaratmıştır. Şardağ
(1985)'a göre, Müslüman Türk'ün vicdanı zalimin değil, mazlumun yanında olmayı
gerektirdiği için Alevîliği benimsemiştir. Ona göre, Alevîliğe açılan kapı
Horasan'daki tarikatlerdir. Türkiye'de Ehl-i Beyt sevgisi Alevî ve Sünnîlerde
ortak görülen bir sevgidir. Alevîlerle Sünnîler, kendilerinden çok ayırımlı bir
görüş taşımamaktadır.[35]
Taha Akyol
(1988:245-250) ve Abdülkadir Sezgin (1991) de tıpkı Şardağ (1985) gibi Türk
milliyetçiliğinden hareketle İran Müslümanlığıyla Türk Müslümanlığının farklı
üsluplar gösterdiğine dikkat çekerek Türkiye'deki Alevîğin İran’daki Şia ile
hiçbir ilişkisinin ve benzerliğinin bulunmadığını belirtmektedir.
Sezgin (1991:38-40)
"ben Müslümanım diyen kimse Müslümandır ve kardeştir" görüşünden
hareketle, bir kimsenin Müslüman olması veya "ben Müslümanım" demesi
için kelime-i şehadete inanması ve bunu ifade etmesi gerektiğine değinmektedir.
Sezgine göre,
Alevîler de -ki Sezgin (1991:96) Alevî kavramının İraklılarla Araplar arasında
siyasî ve ideolojik anlamlar ifade ettiğini söyleyerek, Anadolu Alevîliği için
ve bu anlamda Bektaşi kavramını kullanmaktadır- kelime-i şehadet
getirdiklerinden, onların Müslümanlığı tartışılmazdır. Sezgin (1991:45-96)
Alevîliğin (Bektaşîliğin) Türk soyundan gelen Hacı Bektaş Velî tarafından
kurulan, Anadolu'nun anavatan olmasında aktif rol oynamış, bunu kendi misyonu
bilmiş, milliyetçi ve Türkçü özellikler gösteren bir tarikat olduğunu ileri
sürmektedir.
Sezgin (1991:41-45)'e
göre, Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığından, Türkçü bir tarikat olan
Alevîliğin (Bektaşîliğin), doğu sorununa malzeme yapılmaması gereklidir.
Sezgin (1991:97), Sünnî kavramının Muhammed'in yolu anlamına geldiğini, Ali'nin
yolunun da Muhammed'in yolunun ta kendisi; Sünnî ve "Alevî"
kavramlarının da karşıt değil, aynı anlamlı olduğunu savunmaktadır. Sezgin
(1991:161-173), Alevîlerle (Bektaşîlerle) Sünnîler arasında bir fark
görmemekte, Alevîliği (Bektaşîliği) Ehl-i sünnet ve Hanefî mezhebi içinde
değerlendirmektedir.
Ethem Ruhi Fığlalı
(1990:379) da Alevîliği kökleri tarihsel olarak Türkler'in İslâmiyet'i
tanımaya başladıkları dönemlere kadar uzanan belli siyasal, tarihsel, coğrafî,
sosyal ve ekonomik koşulların azar azar oluşturduğu bir İslâmî inanç ve kültür
olgusu olarak değerlendirmektedir. Fığlalı (1990:15)'ya göre, Türkiye'de
Alevîlik, Bektaşî kültür ve edebiyatının ağır bastığı bir İslâmî inanış biçimi
ile Türkmen kültürünün içiçe girmiş şeklidir. Alevîlik, özü itibariyle Orta
Asya gelenek, görenek ve inançlarının İslâmî bir niteliğe ve anlama
büründürülmeye çalışılmış oluşumlarıdır. İslâm öncesi kültür öğeleri
İslâmlaştırılarak yaşatılmıştır.[36]
Türk Alevîliği İran
ve Irak Alevîliğinden farklıdır. Çünkü İran ve Irak Alevîleri sorunu Hz. Ali'ye
soyut sevgi, saygı ve bağlılık anlayışının ötesinde ayrı bir "fırka"
olarak ve mezhep şeklinde ele almaktadır (Fığlalı 1990:8). Bu teze göre,
Alevîlik, Türkmen Sünnîliğidir (Fığlalı 1990:386-394). Bu anlamda, Türkler
Alevîsi ve Sünnîsi Muhammed'i ve Ehl-i Beyti'ni baştan beri baş tacı etmiş,
sevinçleriyle, üzüntüleriyle bir olmuştur. Türkler, îranlılar aracılığıyla
İslâmiyet’in birçok unsurlarını almalarına karşın, Şiîlik kanalıyla Müslüman
olmamışlar, esasen Sünnîliğe bağlanmışlardır. Anadolu'yu Türkleştirme ve
İslâmlaştırma inancını ve amacını paylaşan Türkler, İran kültüründen uzak
kalmışlardır. Onlar, kendilerine özgü bir dinî-tasavvufî anlayışla,
Sünnî-Hanefî inanca bağlı olmakla birlikte Şamanîlik ve Melâmîliğin ağır bastığı,
Türkmen Sünnîliği olarak adlandırılabilecek özellikleri olan bir Müslümanlığın
temsilcileridir.[37]
Fığlalı (1990:394)' ya göre, Sünnî kavramı Muhammed'in yolunda olan anlamına
geldiğine ve Ali'nin onun yolunun şaşmaz bir takipçisi olduğuna göre,
Alevîlerin de aynı yolda bulunmaları kaçınılmazdır. Bu nedenle Alevî-Sünnî
ayrımından söz edilmemelidir.
Yaşar Nuri Öztürk
(1990:23-25), Alevîliği Şiîlik ve Batınîlik gibi başka çevrelerde kristalleşmiş
sistem ve ekollere bağlamanın tamamen doğru olmadığından hareketle, Alevîliğin
İran'daki eğilimlere kapalılığına değinmektedir. Öztürk'e göre, Alevîler tamamen
kendilerine özgü bir millî tarza sahiptir. Onların kendilerine göre bir tevella
(Ehl-i Beyt sevgisi) ve teberra (Ehl-i Beyte kötülük edenleri sevmemek)
anlayışları vardır, ancak, böyle bir olgunun varlığı onların Şiî olduğu
anlamına gelmez. Öztürk (1990:26), "Türk toplumunun Alevîliği sui jeneris
bir Alevîliktir" demektedir.
Niyazi Öktem
(1994:103-164) de aynı temel ilkelerden yol al masına karşın, Anadolu
Alevîleriyle Şiî İran Alevîleri arasında önemli farklılıkların olduğuna
değinmektedir. Bu anlamda Öktem'e göre, Şiî İran Alevîleri tutucu, teokratik
düzenden yanayken, Anadolu Alevîleriyse özgürlükçü ve laikliğe uygun bir konumdadır;
lrak'taki ve Suriye'deki Alevîlerle de aralarında farklılıklar vardır; Anadolu
Alevîliğinin kökeni sûfıliğe dayanmaktadır ve onun Şîa ile farklılığı buradan
kaynaklanmaktadır. Çünkü Şîa Halifelik kurumunu reddetmesine karşın, onun
yerine İmamlık ve Mollalık kurumunu getirmiştir, oysa sûfîlikte politik tutku
yoktur.
Alevîlikle Şiîlik
arasında tek ortak noktanın Ehl-i Beyt sevgisi ve bağlılığı olduğu görüşünden
hareket eden Şakir Keçeli (1994?:299-301), onlar arasındaki ibadet ortaklığını
"muharrem orucuyla sınırlandırmaktadır. Keçeli, Tanrı anlayışı, kadına
verilen toplumsal işlev, peygamberliğe bakış açısı ile ölümden sonra diriliş
inancı bakımından Alevîlikle Şiîlik arasında önemli farklılıkların bulunduğunu
söylemektedir.
Nitekim, Şiîliği
Emevîlerin Arap ırkçılığı ve özellikle İran düşmanlığının doğurduğu görüşünden
hareketle Cemal Şener (1990:75-104), Türk Müslümanlığının Şiîliğe önemli bir
darbe vurduğunu belirtmekte ve İran Azerbeycan'ında bulunan Türkler'in de
Şiîliği benimsediğini söyledikten sonra, Şah İsmail zamanındaki Şiîliğin
Anadolu Alevîliğiyle organik bağları olduğunu savunmaktadır. Şener, bu
dönemdeki Şiîlikle Anadolu Alevîliğinin ortak bağlarının, tekkeler,
tekkelerdeki sûfî ve tasavvuf! eğitim olduğuna dikkat çekmektedir. Şiîliğin
resmî devlet dini olmasıyla iktidar dini niteliğine kavuşması sonucu, camileri
kendisine merkezî üs yaptığını ve tutuculaştığının altını çizen Şener, tutucu
İran Şiîliğinin günümüzde Ortodoks bir Ehl-i Beyt inancını temsil ettiğini;
Anadolu Alevîliğinin ise, cami dışında varlığını devam ettirdiğini, böylece
özgür gelişimini sürdürerek "hümanist, demokrat, eşitlikçi, özgürlükçü
yapısı'na ulaştığını ileri sürmektedir.
Fuat Bozkurt
(1990:13-14)'a göre de Şiîlikte ve Alevîlikte kökende Ali yandaşlığı olmasına
karşın, pek az ortak nokta ve önemli ayrılıklar vardır. Her ikisinde Ali ve
Ehl-i Beyte bağlılığın dışında ortak nokta yoktur [38]
Şiîlikte Alevî ibadet biçimi olan cem ve Alevîliğin temel dayanışma örgütü
konumundaki yol kardeşliği (musahiplik) ilkesi; Alevîlikte de genelde Oniki
İmam orucu bulunmamaktadır.[39]
Alevîliğin Şiîliğe
dayandığını söylemekle birlikte, Anadolu Alevîliğinin İran ile Arabistan'daki
Şiîlikten ayn ve farklı olduğunu bildiren Burhan Kocadağ (1992:71)'a göre,
Anadolu Alevîliğinin kendine özgü bir görünümü olmasına karşın, İran Şiîliği
ile arasında ortak bağ, Ali ile Ehl-i Beyt sevgisi, bağlılığıdır.[40]
Ali Duran Gülçiçek
(1993:31-32), İslâmiyet içerisinde Emevî taraftarlarının Sünnîlik, Ali
taraftarlarının Alevîlik "diğer adıyla Şiîlik" etrafında
birleştiklerini ve Alevîliğin Ali’ye bağlı tüm mezheplerin, tarikatların genel
adı olduğunu savunmakta; Anadolu Alevilerinin İran Şiîliğiyle Ali ve Ehl-i Beyt
sevgisinden başka ortak yanları olmadığını tekrarlamaktadır.
Bununla birlikte,
diğerinin kendisine ve kendisine göre diğeri olanın kimliğine/varlığına yönelik
ortak tehdide karşı, belirginleşen tehdidi etkisiz kılabilmek için, kendisine
göre diğeri olanla uzlaşması, birlikte savunma mekanizmaları geliştirmesi,
tehdidi yönelten grup, topluluk veya toplum/kültür tarafından algılandığında,
müttefiklerden birine yöneltilen ittifakı parçalayıcı, müttefiklerin
birbirlerinin kimliğine-varlığına aykırı, birinin diğerini reddetmesini, kendi
aralarında çatışmalarını sağlayacak düşman imajlan devreye sokulur. Burada
benzerliklerden ziyade, farklılıklar vurgulanır; aslında hiç benzerlik yokmuş
gibi değerlendirilir.
Örneğin, Abdülbâki
Gölpınarlı (1985:143) tarafından savunulan teze göre Alevîlik, Şiîliğin aşırı
inanç güdenlerinden Hz. Ali'yi Allah görenlerin inancıdır. Gölpınarlı
(1985:143)'ya göre, Alevîler, batınî inançları benimsemektedir; Alevî inançlan,
boş inançtır ve Alevîlik Türk Şamanizmi'nden, Uygur geleneklerinden, diğer dinlerden
etkilenmiştir. Alevîliğin Şîa-i İmâmiyye, ile hiçbir ilişkisi yoktur. Şîa-i
İmâmiyye Alevîleri Müslüman kabul etmez. Alevîlik bir tarikat ve bir mezhep de
değildir.[41]
Diğeri tarafından
oluşturulan düşman imajları sonucunda, varlığını tehdit ve(ya) tehlike altında
hisseden grup, topluluk veya toplum/kültüre yönelik, diğerinin o an için
çatıştığı bir başka grup, topluluk veya toplum/kültürle, var olan ortak bir
paydadan, motiften -ki bu ortak payda, motif aslında diğeri tarafından zaman
zaman kuvvetli ve bilinçli bir şekilde ön plana çıkarılmıştır- hareketle, yeni
ittifaklar aranma yoluna da gidilebilir. Ancak, bu durumda, diğerine karşı
koyabilmek için, ittifak aradığı ve(ya) kurduğu grup, topluluk veya toplum/kültür
tarafından, kimliğine bilinçli şekilde yüzeysel olarak yeni yüklemeler bazen de
yanıltıcı yönlendirmeler yapılarak, gerçek kimliğinden bağımsız bir imaj
oluşturulmaya/kazandırılmaya/değiştirilmeye çalışılabilir. Söz konusu
yönlendirmelerle yüklemeler, doğası gereği genelde politik- ideolojik
boyutludur. Onlar, bu niteliğiyle çoğulculuk taşır; farklılıklar içerir;
zamanla öyle bir hal alır ki, biri diğerini reddeder. Alevîliği, "Kürt
patentli" bir inanç felsefesi şeklinde gören Bender'le, Alevîleri
"Fars kökenli" olarak niteleyen Kızıl Yolun görüşleri buna örnektir.
Bender (1990, 1991c),
Alevîliğin "Kürtler'in aşiret inançlarının rönesansı, "Kürt
uyarlılığının ürünü bir inanç felsefesi olduğunu ileri sürmektedir. Bender
(1990)'in tezine göre, Zerdüştlük ile Yezidîlik, İslâmiyet'i etkileyerek
Alevîliği oluşturmuştur. "Alevîlik ve Bektaşîlik" Anadolu'da eski ve
köklü inanç sistemlerinin "İslâmî örtü altında şekillenen
ürünleridir"23 Bu bağlamda Bender (1991d)'e göre Alevîlik,
İslâmiyet'in silâhlı ordu birlikleriyle düzenlenen seferler sonucunda
yayılmasına ve "Kılıç Müslümanlarının" bölgede çoğalmasına karşı,
"Kürt halkının kendine özgü kültür direnişlerinin bir sonucudur. Bender
(1990:43) için, Anadolu'nun en eski inançlarını ve kültür birikimini taşıyan
Kürtler, İslâmiyet ve onun kurallarına karşı âyin geleneklerini Alevîlik ile
korumuş ve "tek tanrılı dinler döneminde de bu inanç sistemini 'oriente'
ve 'motive' etmiştir". Alevîliğin âyinlerinde Yezidîliğin etkisi ile içki,
müzik ve dans kullanılmıştır (Bender 1990).
Bender, İran'da
Şiîlik oluşurken bunun Kürt toplumunun yerleşim yerlerinde de tekke ile
dergâhların doğmasına neden olduğunu ileri sürmektedir. "Kürt
Alevîliği" camilerdeki hoca, müezzin gibi din adamlarının karşısında
tekke ve dergâhlarda erenler, pirler, dedeler, babalar, zâkirler yaratmış;
Alevîler namaza karşılık da tekke ve dergâhlarda samah gibi âyin ve âyin-i
cemler düzenlemiştir. Kürt kökenli sûfiler, İmam Ali ve Ehl-i Beyt’e sahip
çıkmış, "Kürt kökenli" Ebu'l Vefa da Anadolu Alevîliğinin "ilk
kilometre taşı ve ilk ideoloğu" olmuştur (Bender 1991a:43; 1991d:34-36).
Bender (1991b), Alevîliğin, Arap kültürüyle ve Şamanizmle de ilişkisi
bulunmadığını, Alevîlikte büyü kültünün yer almadığını belirtmektedir. Bender
(1991b)'e göre, Alevîlik inancını "Kürt halkının kendine özgü yaşam
biçiminde aramak" gerekir. Öte yandan Bender (1991b: 64-65), Alevîlikte
kullanılan "Derviş", "Dergâh", "Pîr",
"Aşûra", "Nevruz Erkânı", "Dem",
"Dost", "Sır", "Gülbank" gibi kavramların
"Kürtçe" sözcükler olduğunu, "eline, beline, diline" kuralı
ile "düşkünlüğün" Zerdüştlük ve Yezidîlikten alındığını ve "Kürt
toplumlarınca" Alevîlik felsefesine "monte" edildiğini ileri
sürmekte; "Nevruz", "Kürtlerin dinsel bayramı"dır diyerek,
onun "çarağ" ve "çerağ"lan da örnek vererek, Alevîliğe
buradan geçtiğini savunmaktadır. Bender (1991c; 1991d) için, "Babaîler
Ayaklanması", "Kürt Serdarı Ebû Müslim Horasanî ile başlayan
başkaldırmaların değişik bir sonucudur” ve bu "başkaldırmalar",
Alevîlik gibi tarikatların kökleşmesine yaramıştır.
Marksist-Leninist
ideolojiyi benimseyen ve merkezi Fransa'da bulunan bir örgüt olan Kızıl Yol a
göreyse, Alevî halkı Anadolu'da bir "ulus"; Alevîlikse, İslâm
tarihinde dört halife döneminde başlayıp günümüze kadar gelen "siyasî bir
düşünce 'dir. O, Hz. Ali'nin düşüncesi olarak özünde "idealist
felsefeyi" ve "idealist düşünceyi" taşımaktadır ve bu düşünceyi
taşıyan toplumlar, "Hz. Ali'yi Tanrı tanır"[42]
Alevîlik, hiçbir
zaman bir mezhep değildir; bu düşünceyi taşıyanların mezhebi "Caferî"dir.[43]
Alevîlik, "din" de değildir; o, siyasî bir toplumun adıdır ve bu
toplumun dini de "İslâm"dır.[44]
Anadolu Alevilerinin
kökeni Asya, merkezi İran Horasam'dır ve onlar "Fars" toplumundan
kopup Anadolu'ya göç etmişlerdir.[45]
"Alevî ulusunun konuştuğu dil, "Zazaca"dır.[46]
"Anadolu Alevî ulusu' nun kültürü ne "Türk", ne de
"Kürt" halklarının kültürlerine benzemektedir.[47]
Alevîler, "Türkmen" de değildir.[48]
Türkler, Alevîleri "Türkleştirmeye" çalışmışlardır.[49]
Alevîler, "Kürt" de değildir ve Ebu Müslim "Fars" kökenlidir.[50]
"Alevî Türk" ve "Alevî Kürt" diye bölümlemeler ise doğru
değildir.[51]
"Anadolu Alevîstan ulusu", "Marksist-Leninist dünya görüşündeki
tüm koşullara sahip", gelişmiş bir "ulusal yapıdır" [52]
Genelde aynı kültürel
kimliğe sahip olarak gerçek kimlikle uzaktan yakından ilişkili olmayan
önyargılarla ve bu önyargılardan oluşan imajla karşı karşıya kalan kişiler,
gruplar, topluluklar veya toplumlar söz konusu önyargıların, imajın
olumsuzluklarını beraber karşılarken, kendilerini dahil ettiği kültürel kimlikten
yine kendilerine ait kimi kültürel özelliklerle ayrılabilirler ve kültürel
kimlik içerisinde başka alt kimlikleri oluşturabilirler. Bu alt kimlikler de
parçalanıp, onlardan yeni kümeler doğabilir. Kültürel kimlik, alt kimliklere
ayrıştığında kendilerini farklı kümelerde değerlendiren kişiler, gruplar,
topluluklar veya toplumlar bu kez, genelde aynı kültürel kimliği paylaştığı ama
kendilerinden farklı gördüğü diğer(ler)ine karşı önyargılar, imajlar
oluşturabilir. Örneğin, Alevî kimliğine diğeri/öteki tarafından yükletilen ve
yukarıda verilen kimi önyargılara, beraber karşı koyan; aynı zamanda Tahtacı
olarak başka bir kültürel kimliğin ya da Alevîliğe göre bir alt kimliğin
üyeleri olanlar, farklı Tahtacı aşiretlerindense, birbirlerine karşı kimi
önyargılar, imajlar geliştirebilir, nitekim geliştirmektedir.[53]
-Gökçeli Aşireti'ne Göre Kimi
Aşiretler/Akçaeniş-Elmalı/Antalya-
Aşiretin Adı Önyargılar
Cicili Çok
süslü gezen, çeşitli elbiseler giyerler. Güzel gerdanlık, boncuk türleri
takınırlar.
Cingöz Çok
kurnazdır. Tarikata tamamen meyletmişlerdir.
Çaylak Çaylakçayı bildin
mi, yedi yabancı dil öğrenmiş gibidir.
Danabaş Çok sakindir. Senden
alıp ötekine, öbüründen alıp berikine laf götürür.
Enseli Çok
soğukkanlıdır. Hiç konuşmaz. Kimseye zarar vermediği gibi, yarar da getirmez.
Çok geç kalkarlar.
Erkalkan Göçebedir. İşinin
başına erken kalkanlardır.
Eseli İsa
isminde çok çocuk vardır. Çok kurnazdır. İki kısımdır: Bir kısmı aşûre
pişirir, bir kısmı pişirmez. Bir kısmı tavuk bastırır, bir kısmı civciv
üretmez.
Gökçeli İnsancıldır.
Sıcakkanlıdır. Dostluğu, kardeşliği bilir. Haydut İnsanlara zarar veren
diktatör bir kavimdir. İçinde hırsızları da bulunur.
Kabakçı Tasavvufçudur.
Mazıcı Kökenleri
kaybolmuş, tekrar meydana çıkmıştır. Yeniliği seven, insanlıktan hoşlanan bir
kavimdir.
Şehepli Tasavvufçudur.
Yağlı Çok
uyuşuk ve temizliği sevmeyen bir kavimdir. Garibandır.
Bunların
diğer(ler)ini o anlamda farklı kılan genel ve gerçek -ya da alt- kimlikle
uzaktan yakından ilgisi olmayabilir. Ancak, burada genel ve gerçek kimliğe
karşı oluşturulan önyargılarla (bkz. Önyargılar) kıyaslanılmayacak bir
şekilde, hoşgörü olduğu söylenebilir.
Araştırmacılar,
özellikle kültür antropologları belirli bir topluma ya da topluluğa özgü
kişilik ya da karakteri anlamaya, tanımaya, tanıtmaya ve sınıflamaya
çalışırken, değerlendirmelerini üzerinde çalıştığı toplumsal varlığın kendi
ölçütlerine göre yapmaya, -araştırmacının- kendi kültürel birikimlerinden -ait
olduğu topluma özgü kültürel kalıplardan ve sonradan başka toplumlar/kültürler
üzerine edindiği bilgilerden- de yararlanarak kültürlerarası benzerlikleri,
farklılıkları gerek incelediği kültürü, gerekse kendi değerlerini göz önünde
tutarak görececilik ilkesi doğrultusunda açıklamaya çalışır. Eğer, araştırmacı
üzerinde çalıştığı topluma/kültüre, topluluğa, gruba özgü kişilik veya
karakteri anlamaya, tanımaya, tanıtmaya ve sınıflamaya çalışırken, görececilik
ilkesini dikkate almadan; sadece araştırma yaptığı toplumun/kültürün,
topluluğun veya grubun ölçütlerine göre -emik- ya da bunu yok varsayarak sadece
kendi ölçütlerine göre -etik- değerlendirmelerini yaparsa bu durum, incelenen
toplum/ kültür, topluluk açısından etnosantrizme; araştırmacı açısından
egosantrizme ve onun ait olduğu toplum/kültür, topluluk açısından yine etnosantrizme
yol açar. Böylece, yeni bir sorun yöntemsel açıdan oluşur. Yöntemsel olarak
emik ve etik sorun şeklinde adlandırılabilecek.[54] Bu
sorun, konuyla ilgili farklı kategorilerin oluşmasını sağlamaktadır. Çünkü,
"hemen herkesin herkese karşı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kimlik konusu
ve sorununun örtük boyutu bu karşılıkta saklıdır"[55]
Örneğin, Heine'ye (1990:94) göre, geçmişteki gibi, bugün de Türkiye'de
Alevîler, Alevî olmayan geniş halk kesimi tarafından -gerçek kimlikten
bağımsız oluşan imaja göre- "sapkın" olarak görülmektedir -emik
gözlem-. Bu noktada, gözlemlenebilir toplumsal kişilik veya karakterden
hareketle araştırdığı toplumu/kültürü, topluluğu veya grubu anlamaya,
tanımlamaya ve sınıflamaya çalışan araştırmacının ya da yazarın, yöntemsel olarak
emik ya da etik sorunu çözümleyememesi, kimi durumlardaysa bilinçli olarak
çözümlememesi, sorunun daha da karmaşıklaşmasını beraberinde getirecektir.
Örneğin, Alevîlik
İslâmiyet’in Türkiye'ye özgü geleneksel Sünnî doktrini savunanların bir kesimi
tarafından etnosantrik bir anlayışla "sapkın" ya da "sapık bir
İslâmî mezhep"[56]
şeklinde algılanmıştır. Bu anlamda Necip Fasıl Kısakürek (1990:75-77),
Alevîliği İslâmiyet'in Sünnîleştirilmesi gerekli "sapkın' ya da "sapık
bir kolu" olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, ılımlı ve kurallara uyan
Şiîlerin "Gulât" olarak adlandırdıkları ve "Kıble ehli"
yani mümin kabul etmedikleri Alevîler "Gulât'lann "en ileri kolu'dur,
"en azgın partisidir", "din ve dünya cahilleri'dir. En büyük üç
halifeden başlayarak "bazı sahabî"leri kötülediğini belirttiği
Alevîleri Kısakürek "İslâm'ı nakış gibi kalbinde değil, tasma gibi
boynunda taşıyan nasipsizler", "kutusunun içi boş bir etiket"
olarak tanımlamaktadır. Kısakürek, Şiî ve Alevîlerin, gerçek Alevîliği
"Sünnet ve cemaat ehli ölçüsüne bağlı" "aslî mezhepte"
gerçekleştirmeleri gerektiğini söylemektedir. Kısakürek'e göre, Alevîler
kültür, telkin ve temsil yoluyla fethedilmelidir.
Bu bağlamda Ahmed
Arvasî'nin görüşleri, en az Kısakürek'in- ki kadar ilgi çekicidir. İslâm'da
bütün mezheplerin, "hak" olduğunu; İslâm'ı kolay anlaşılır,
uygulanır duruma getirdiğini; "Kitab a, Sünnete ve İcma'a uygun olmak
şartı ile ehlince yapılan ictihadlardan" doğduğunu belirten Arvasî
(1994:316-318)'ye göre, Doğu Türklüğüyle Batı Türklüğü arasındaki "küçük
mizaç farkları", "tasavvufa" da yansımış; Türkistan ve
Maveraünnehir Türklüğünde Hz. Ali "çizgisi" ağır basmış; Türkler
Anadolu'ya gelince ağırlıklı olarak "Hz. Ali çizgisinde gelişen 'tasavvuf
kollarını' tercih etmiştir". "Sünnî'yi "Allah'ın 'Kitabına' ve
Resul-i Ekrem'in 'Sünnetine' bağlı olan kimse’’ olduğunu; "Alevî'nin de
"yüce halife Hz. Ali'ye bağlılık ve mensûbiyet" ifade ettiğini
söyleyen Arvasî (1994:318-319) için, gerçek bir "mu minin vicdanında
Sünnî' ve 'Alevî' kavramları birbiriyle çatışan değerler değildir";
"İslâm'a girdikten sonra Türkler 'Alevîmeşrep Sünnîler"'dir;
"Kara" ve .Kızıl emperyalizm", Müslümanları Sünnî ve Alevî diye
"uydurma düşman kamplara" ayırmaya çalışmaktadır. Unutulmamalıdır ki,
"'gerçek Sünnîler', gerçek Alevîlerdir; yahut 'gerçek Alevîler' gerçek
Sünnîlerdir”.
Buna karşın Arvasî,
"iç ve dış düşmanlar" nedeniyle Türkiye’de "'Sünnî' ve 'Alevî'
problemi" olduğuna di&kat çekmektedir. Arvasî (1994:322) "Kızıl
emperyalizmdin "korkunç tertipler içinde" olduğuna ve '"Sınıf
kışkırtmacılığı' ile başarıya ulaşamayan komünistler'in, "'siyasî
mezhepçilik’ yaparak" yol almak istediklerine de değinmektedir.
Arvasî
(1994:320-321)'ye göre, bu "İçtimaî yaramızın" "tedavi.
imkânları" vardır ve bunun yolu da devletin "gerçek, ciddi, dosdoğru
ve samimî bir din eğitimi'nden geçmektedir ve bu tür bir din eğitimiyle,
"Aynı 'Mukaddes Kitaba' ve aynı 'Peygambere' inanan insanları bir araya
getirmek pek âlâ mümkündür". Arvasî (1994:321), "devlet, 'tarikat' ve
'tasavvuf maskesi altında dinin soysuzlaştırılmasına engel olmalıdır"
diyerek, söz konusu sorunun çözümünde "temel tedbir" olarak gördüğü
"eğitim'ın buna yardımcı olacağını vurgulamaktadır.
Necip Fazıl
Kısakürek'in ve Ahmed Arvasî'nin bu görüşlerinin değişik bir yorumunu
Alevîlerin, Ehl-i sünnet inancını gereği gibi öğrenemeyen "Anadolu
Türkleri" olduğunu belirten Mehmed Kırkıncı (1987)'da görmek mümkündür. Kırkıncı (1987:51),
Alevîliğin "Ehl-i Beyt" sevgisini esas alan bir tarikat olarak ortaya
çıktığını söylemektedir. Kırkıncı (1987:51), Timur'un Bayezidi yendikten sonra
Anadolu'dan aldığı otuz bin esiri Erdebil şeyhini ziyaret ettiğinde şeyhin
isteği üzerine serbest bırakması ve onların şeyhe aşın sevgi duyması, bir
kısmının tekrar Anadolu'ya dönüp, bir kısmının Erdebil'de kalmasını Anadolu
Alevîliğinin oluşması için temel taşlardan biri görmektedir. Ona göre,
Anadolu'ya dönen Erdebil şeyhinin tarikatında Ali sevgisi esas alındığından, bu
tarikata girenler "bu sevgiyle boyandılar" ve bundan dolayı onlara
Alevi denildi (Kırkıncı 1987:52).
Kırkıncı, sözü edilen
esirlerin atalarının ve kendilerinin bu tarikatla bağlantı kuruncaya kadar
"Ehl-i sünnet" inancında olduğunun altını da çizmektedir.
Anadolu'daki Alevî tarikatının üyelerinin Erdebil tekkesinin etkisiyle
kendilerinin dışında kalan Müslümanların Ehl-i Beyte gerektiği gibi sevgi
beslemediğini sanmaları, Kırkıncı (1987:53) için diğer Müslümanlarla
aralarında bir soğukluğun ve zamanla anlaşmazlıkların oluşmasını sağlayan nedendir.
Anlaşmazlıklar sonunda Alevî olan "Anadolu Türkleri" "imanı ve
ibadeti" gereği gibi "öğrenemediler"; diğer Müslümanlar da
onlarla yeterince ilgilenemedi, onlara karşı görevlerini" gereği gibi
yerine getiremedi. Buradan hareketle, anlaşmazlıkların ayrılığa dönüştüğünü
belirten Kırkıncı (1987:53-54), idarecilerin ihmalinin de bunda payı olduğunu
söylemekte ve Anadolu Müslümanları arasında Alevîlik ve Sünnîlik şeklindeki
ikiliğin bu şekilde oluştuğunu ileri sürmektedir. O, bir Müslümanın Ali ve
Ehl-i Beyt sevgisini kendi karakterine esas almasının dince hiçbir sakıncası
olmadığını; diğer "sahabelere tecavüz etmemek", Kur'an ve sünnetin
ışığında "namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer görevlerini yerine
getirmek" kaydıyla "sakıncalı" görmemektedir.[57]
Alevîliği "bir
Türk heterodoksu", her türlü etnik yapının üzerinde cemaatleşme olarak
gören Orhan Türkdoğan (1995a) Kısakürek’in görüşlerine benzer görüşleri
savunmaktadır. Türkdoğan (1995a), Alevî kimliğinin "Türk toplum umun
Standart Kültür birimi içinde bir alt kültür alanı" olduğunu ileri
sürmektedir. Bu bağlamda Türkdoğan (1995a) için, Alevîlik ve Alevî kimliği Hacı
Bektaş Velîye, Ahmet Yesevî Ocağına bağlı, kendini "Horasan Erenleri"
kolundan "hisseden", "Türklüğüyle gurur duyan" insanların
oluşturduğu bir "cemaat yapılanması"dır. Alevîliğin Sünnîlikten
farklı olduğunun altını çizen Türkdoğan (1995a; 1995b: 41), bu farkın
Emevîlerin Araplaştırma ve İslâmlaştırma politikasına, Ali imajının
kirletmesine karşı Türk dünyasında duyulan tepkilerden kaynaklandığını
belirtmektedir.
Türkdoğan, Alevîliğin
"evrenselhümanist İslâm düşüncesinin Yesevîlik adı altında
sembolleşmesi" sonucu oluştuğunu söylemektedir.[58]
Türkdoğan (1995b)'a göre, Alevî-Bektaşî kimliği "İslâm ve Türklükten ayrı
bir olgu" değildir. Alevîliğe özgü sistemin parçalarının bir kısmının
Sünnî (ortodoks) İslâm'la uyuşmadığını, ancak, Alevîliğin "İslâm'ın bir
parçası olarak yorumlandığını vurgulayan Türkdoğan, onu Türk toplumunun
milletleşme sürecinin gerçekleşmesi için Allah-Muhammed-Kur'an üçlüsünde
Sünnîlikle "uyuşturulması, bütünleştirilmesi" gerekli olan bir tür
"Türkleşme" olgusu veya "Türkmen Alevîliği" olarak görmektedir.[59]
Türkdoğan
(1995b:556)’a göre, Allah-Muhammed-Kur’an gerçeğinin birini dışlayan
bir sistem "din ve İslâm kimliğini taşıyamaz". Türkdoğan
(1995b:563-577) Alevîliğin, öteki mezhepler arasında "en liberal, en
hoşgörülü bir zihniyeti temsil eden" ve "Güney Doğu yöresi
hariç" Türkiye'deki nüfusun büyük çoğunluğunun üyesi olduğu, Sünnî Hanefî
mezhebiyle ve Sünnî İslâm'la bütünleştirilmesini, "Hanefizm'in bakış
açısı'nın Alevîlere "telkin edilmesi" gerektiğini savunmaktadır.
Görüldüğü gibi,
araştırmacıların-yazarların yöntemsel olarak emik ya da etik sorunu
çözümle(ye)memesi ya da bil(mey)erek manipule etmesi, beraberinde yeni bir
kültürel sorun getirmektedir. O da araştırmacının-yazarın üzerinde çalıştığı
toplumun, topluluğun veya grubun tanımlanmasının, yorumlanmasının dışında,
kendi değer yargıları kapsamında egosantrik ve etnosantrik bir anlayışla
diğerini yeniden yapılandırmaya yönlenmesinden, kendini buna ehil veya zorunlu
hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu tarz bir yönleniş, kendi temsil ettiği
grup, topluluk veya toplum lehine yukarıdaki gibi diğerinin asimilasyonunu
gündeme getirir. Diğerinin asimile edilmesi çalışmaları başladı(tıldı)ğında,
bu durum diğeri nin direnişine -hem de sert bir şekilde- yol açacağından yeni
çatışma alanlarının oluşmasını sağlar. Bu kez diğeri, kendisi için diğeri
olanla var olan veya olası asgari ortak yanları, değer yargılarını bile
reddedebilir. Bu bağlamda Burhan Oğuz (1990) un, Fuat Bozkurt (1990) un ve
Nejat Birdoğan (1990; 1995)'m Alevîlikle ilgili görüşleri önem taşımaktadır.[60]
Her üç araştırmacı da Alevîliğin Anadolu'ya özgü bir "din" olduğunu
ileri sürmektedir.
Oğuz (1990), tarihin
en eski zamanlarından günümüze kadar düşünce sürekliliğini
"tanrı-toprak-insan" ortaklığının gereği, ısrarla koruyan Anadolu'da
Anadolu Alevîliğinin oluştuğunu söylemektedir. Bu anlamda, Anadolu'daki
"temel düşünce" kısmen kimi değişikliklere uğrasa da özünü bozmadan
"bütün büyük dinleri, Hıristiyanlığı, İslâm'ı delip geçerek"
günümüze kadar gelmiştir. "Anadolu adamının malı" olan binlerce
yıllık bu "ana düşünce", "İslâmî cila" altında yaşamaktadır.
Alevî ve Alevîlik, bunun "en samimi örneği"dir. Alevî, altından
"has boya'nın göründüğü Müslümanlığı "Anadolu Müslümanlığını"
temsil etmektedir. Alevîlik, Anadolu inançlarıyla İslâmî inançların, İran,
Hint, Mısır inançlarının ve Şamanizm'in harman olması sonucu ortaya çıkan bir
"din"dir.
Alevîliğin bir
anlamda "özgür düşünme düzeni” olduğundan hareket eden Bozkurt
(1990:10-26)'a göre, onu belirleyen temel öge de "ayaklanma geleneği ’dir.
Alevîlik, özgür düşünme düzeni olduğu kadar, Anadolu'da toplumsal olayların
ortaya çıkardığı Orta Asya'dan ön Asya'ya kadar birçok dinin izini taşıyan
"bir Anadolu dini'dir.[61]
Tıpkı Oğuz'un da ileriye sürdüğü gibi (1990:275), Bozkurt (1990:14) için de
"İslâm'lık onun üzerine çekilmiş bir örtüden öteye gidememiştir".
Birdoğan (1990)
önceleri Alevîliği, eski Türk-Oğuz inançlarını gelenekler toplamı ile
karıştırıp buna İslâm’ın kimi kurallarını ekleyen başlı başına özgün bir
"inanç" ve "yaşam biçimi” şeklinde yorumlarken, daha sonra
(1995) bunu açmakta ve Alevîliğin "İslâm dışı bir din” olduğunu ileri
sürmektedir.[62]
Bu bağlamda Anadolu Alevîliği, Müslümanlık tan doğmamış; bu inanç Anadolu’daki
Türkler'in ve Kürtler'in yaşadıkları eski Orta Asya, İran, Mezopotamya
bölgelerinde tanıdıkları kimi dinlerin ve geleneklerin bugüne gelmiş,
harmanlaşmış ve süzülmüş kalıntısıdır. Ona göre, Anadolu Alevîliğinin temel
inancı Batınîliktir.
Müslüman olmanın
koşullarının oruç, namaz, hac, zekât ve tanıklık sözcükleriyle Allaha,
meleklere, peygambere, Kurana, son güne ve kaza ile kadere inanma olduğunun
altını çizen Birdoğan, Alevîlikte bunların bulunmadığına dikkat çekmektedir.
Birdoğan, Alevî tapınmalarının, cemlerde yer alan şiir, müzik ve samah rimellerinin
de İslâm'da bulunmadığından hareketle, Alevîliği İslâm dışı bulmaktadır. Alevîlikte
var olan ritüellere göre, o İslâm'dan daha eskidir ve İslâm ortaya çıktığında
Alevîlik olmasa bile başka başka adlarla vardı.
Birdoğan, İslâm
kurallarına benzemese bile, Alevîlikte görülen namaz ve oruç gibi tapınma
biçimlerinin İslâm'dan değil, eski Asya (Arî, Aryanî) dinlerinden kalma
olduğunu, camiin, kıblenin ve Kuranın da bulunmadığını savunmaktadır. O,
Alevîliğin bir "heterodoksi" de olmadığını ileri sürmektedir [63]
Fuat Bozkurt,
Birdoğan'ın bu görüşlerinin, bilimsel ve politik açıdan yanlış olmadığını
belirtmekte; Birdoğan'ın bu görüşleri nedeniyle politik açıdan önemli bir
tartışma başlatıldığına işaret etmektedir. Ona göre, bunun nedeni zorunlu din
dersidir. Bu zorunluluk "Azınlık okulları'nı kapsamamaktadır ve eğer
Alevîlik, Müslümanlık dışı sayılırsa sorunlar doğacaktır. "Birdoğan, devletin
Alevîleri Sünnileştirme politikasına, İslâm içerisinde eritme politikasına
karşı feveran etmiştir."[64]
Ancak, kimi
durumlarda, asimilasyon çabalarıyla birlikte diğerinin önyargıları -ki onlar
etik gözleme ve yoruma dayalı olarak ortaya çıkmaktadır- gerçek kimlikte
savunmaya dayalı yüzeysel bir değişmenin -muhteva olduğu gibi kalarak- zeminini
ve nedenini oluşturabilir. Bu tarz bir değişme, diğerine karşı kendisi için,
kendi varlığını koruması, varlığının nedeni olan diğerinden farklılığını
ortaya koyması açısından önemlidir. Bununla birlikte, yüzeysel değişmeye
yönelik ipuçları bile, gerçek kimliğin taşıyıcılarının önemli bir kesimi
tarafından tepkiyle karşılanır.
Örneğin, Türkiye’de
asimilasyon tehlikesi karşısında Alevî kimliğini korumak ve onun diğerinden
farklılığını ve diğeri karşısında varlığını ortaya koymak için Cemal Şener,
Muammer Naci Orhan, Abidin Özgünay ile Yavuz Top un, Alevîlerin Hıristiyan olmalarına
yönelik önerileri bu anlamda önemlidir.
Devleti Alevîlere
yönelik bir baskı unsuru olarak gören Orhan, "Baskıdan kurtulmanın yolu,
Hıristiyan olabilmek ise, ki ben öyle görüyorum, Hıristiyan olup azınlık
haklarını elde ederiz" diyor ve arkasından ekliyor: "Ben eğer
zulümden kurtulacaksam Muhammed demem de İsa derim. Hıristiyan olunca benim
elimden Ali ve Muhammed'i almıyorlar ki! Yine severim ve ona dua ederim. Hıristiyanlığın
bir mezhebi olurum. Hıristiyanlık sadece üç mezhepten oluşmuyor. Bir mezhep de
Alevîlik olsun."[65]
Bu bağlamda Şener de,
azınlık haklarından yararlanmak için bu seçeneğin kullanılması gerektiğini
savunmaktadır. Ona göre, "Alevî kiliseye gidip cemini yapabilir, semahını
döner. Allah'ına seslenebildikten sonra kiliseye gitmekten çekinmez."[66]
Hıristiyan olma
düşüncesini ya da önerisini Özgünay "Sünnî zihniyeti ile Alevîliği
dışlayan" ve Alevî varlığını "inkâr edenlere bir uyan" olarak
görmektedir.[67]
Bunlara tepki önce
Rıza Zelyut'tan gelmekte ve o, bunu "düşkünlük örneği" olarak
nitelemektedir. Ona göre, "din değiştiririz demek hatadır" ve
"Alevîlere yapılmış en büyük saldırı, hakaret ve haksızlıktır". Zelyut, bu düşünceyi
ortaya atanların bundan sonra kendilerine ne derlerse desinler önemli olmadığı;
ancak. Alevî olduklarını söylememeleri gerektiği ve Alevîlerin Alevî kalarak
haklarını kazanma mücadelesi verecekleri kanısındadır.[68]
Zelyut’un bu görüşleri, Alevî gençler tarafından yoğunlukla kabul görmüştür.[69]
Sonuç olarak, Alevî
kimliğinin, gerek Alevîlerin kendilerini algılamaları ve tanımlamalarına,
gerekse Sünnîlerin Alevîlere yönelik önyargılarına ve tanımlamalarına göre,
sürekli değiştiği söylenebilir. Söz konusu değişme, bir metamorfozdan ziyade,
duruma ve zamana göre yeni motiflerin eklenmesini, onların Alevî
kimliğine-kültürüne özgü fonksiyonlar kazanarak gelenekselleşmesini
kapsamaktadır. Alevî kimliği, bu değişimde dumura uğramamaktadır. O, doğası
gereği yeni sentezlerin oluşmasına neden olmaktadır. Bu değişimde Sünnîlerin
kendilerine göre oluşturduğu Alevî imajı, -ki bu imaj gerçek kimlikten
bağımsızdır-, Alevîlere yönelttiği önyargılar, önemli ve etkili bir faktördür.
En az bu kadar önemli ve etkili bir diğer faktör de, konu üzerine görüş
bildiren yazarların ve araştırma yapan araştırmacıların emik-etik sorunu
çözümle(ye)memeleridir. Gerçek kimlikten bağımsız imaj değişiklikleriyle
yazar ve araştırmacıların emiketik sorunu çözümle(ye)memelerinin, Alevî
kimliğine şu ya da bu şekilde yansıdığı ve Alevîlerin kendilerini
algılayışlarını, Alevî kimliğini değiştirdiği-değişmeye zorladığı, bunun da
içerdiği politik-ideolojik motiflerle toplumsal sorunlara, çatışmalara yol
açtığı ya da açabileceği görülmektedir.
KAYNAKÇA
ACIPAYAMLI, Orhan
(1974): Türkiye'de Doğumla İlgili âdet ve İnanmaların Etnolojik Etüdü,
Ankara: Atatürk Üniversitesi.
AKYOL, Taha (1988):
Hâricîlik ve Şîa: İslâm'da Devrimciliğin Sosyolojik Kaynakları,
İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
ALTUNTEK, Serpil
(1985): "Türk Toplumunun Çocuk Yetiştirme Geleneğindeki Süreklilikler
ve Değişmeler", (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Ankara: Hacettepe
Üniversitesi.
ARVASÎ, S. Ahmed
(1994): Türk-İslâm Ülküsü, 3. Cilt. İstanbul: Burak Yayınevi.
ATEŞ, Musa (1990): "Gerçek
İslamiyet'i Alevîlerden Öğren", B. AYYILDIZ (Ed.), Basında
Alevîlik: Kitap-2. Ankara; Ayyıldız, 9-27.
BALTACIOĞLU, Ismayıl
Hakkı (1966): "Alevîlik Nedir, Ne Değildir?" Yeni Adam,779:
14-15.
BENDER, Cemşid
(1990): "Anadolu Kültüründe Kürt İzleri”, Teori, 10: 41-47.
-- (1991a): "Kürt
Uygarlığında Alevîlik", Teori, 13: 41-47.
-- (1991b): "Kürt
İnançlarının Alevîlikteki Yeri ", Teori, 14: 60-65.
-- (1991c): "Kürt Uygarlığında Alevîlik
Patlaması: Babaîler İsyanı", Teori, 15: 62-69.
--- (1991d): Kürt Uygarlığında
Alevîlik, İstanbul: Kaynak.
BİRDOĞAN, Nejat
(1990): Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevîlik İstanbul: Hamburg Alevî
Kültür Merkezi.
--- (1995): Anadolu Alevîliğinde Yol
Ayrımı (İçerik ve Köken), İstanbul: Mozaik.
BOZKURT, Fuat (1990):
Alevîliğin Toplumsal Boyutları, İstanbul: Yön.
CEYHUN, Demirtaş
(1993): Ah Şu Biz "Kara Bıyıklı" Türkler, İstanbul: E.
ÇAMUROĞLU, Reha (1992): Günümüz Alevîliğinin Sorunları, İstanbul: Ant.
DİNÇER, Murtaza
(1990): Alevî-Sünnî Ayrımının Tarihsel Nedenleri, Ankara: Evren
Matbaası.
ENGİN, İsmail (1993):
"Akçaeniş Tahtacılarında Dinin ve Dinî Örgütlenmenin Günlük Yaşama
Etkisi", (Yayınlanmamış Doktora Tezi) Ankara: Hacettepe Üniversitesi.
FIĞLALI, Ethem Ruhi
(1990): Türkiye’de Alevîlik-Bektaşîlik, İstanbul: Selçuk.
GÖLPINARLI, Abdülbâki
(1985): 100 Soruda Tasavvuf, İstanbul: Gerçek.
GÜLÇİÇEK, Ali Duran
(1993): Alevî-Bektaşî Yolu: İnsan Sevgisi-Hoşgörü Barış ve Dostluk,
İstanbul: Ekinci Ofset.
GÜLEÇ, Cengiz (1992):
Türkiye'de Kültürel Kimlik Krizi., Ankara: V.
GÜVENÇ, Bozkurt
(1979): İnsan ve Kültür, İstanbul: Remzi.
GÜVENÇ, Bozkurt
(1985): Kültür Konusu ve Sorunlarımız, İstanbul: Remzi.
---- (1993): Türk Kimliği:
Kültür Tarihinin Kaynakları, Ankara:
Kültür Bakanlığı.
HARRIS, Marvin
(1989): (Orij. 1989) Kulturanthropologie: Ein Lehrbuch, (Çev. Sylvia M.
Schomburg-Scherff), Frankfurt am Main: Campus.
"Hz. İmam-ı
Hüseyin de Bir Türk'tür", Ankara: Ayyıldız.
HEINE, Peter (1990): "Etnizitaet
und Funda mentalismus: Nationalitaetenspezifische Eigenschaften", B.
NIRUMAND (Ed.), In Namen Allahs: Islamische Gruppen und' der
Fundamentalismus in der Bundesrepublik Deutschland, Köln: Dreisam, 94-115.
KAYA, Haydar (t.y.): Alevîlik
Tanımı ve İlkeleri El Kitabı, Manisa: Ehl-i Beyt İnanç-Eğitim ve Kültür
Vakfı.
KIRKINCI, Mehmet
(1987): Alevîlik Nedir? İstanbul: Cihan.
KISAKÜREK, Necip
Fazıl (1990): Doğru Yolun Sapık Kolları: Arınma Çağında İslâm, İstanbul:
b.d.
KIZIL YOL (1983): Kızıl
Yol-1, Bobigny: ?
--- (1984): Kızıl Yol-3, Bobigny: ?
KOCADAĞ, Burhan
(1992): Doğuda Aşiretler, Kürtler, Alevîler, İstanbul: Ant.
KOÇ, Şinasi (1989): Gerçek
İslâm Dini (Birinci, İkinci ve Üçüncü Ciltlerin Üçüncü Baskısı Birlikte),
Ankara: Güven Matbaası.
KULA, Onur Bilge
(1992): Alman Kültüründe Türk İmgesi-I, Ankara: Gündoğan.
KUTLU, Kanber (1991):
"İşte İslâmlık: Bir Alevî Dedesi Konuşuyor", Gerçek İlim Özel
Sayı, 3-30.
MEAD, Margaret
(1953): "National Character.” A. L. KROEBER (Ed.), Anthropology Today:
An Encyclopedic Inventory, Chicago: University of Chicago Press, 642-667.
MİLLÎ GAZETE BİLİM
ARAŞTIRMA GRUBU (t.y.): Yahudilik ve Masonluk, (İstanbul): Millî Gazete
Bilim Araştırma.
NOYAN, Bedri (1987): Bektaşîlik
Alevîlik Nedir? Ankara: Doğuş Matbaacılık ve Ticaret.
OCAK, Ahmet Yaşar
(1993): "Türkiye'de Alevîliğin Sosyo-kültürel Problemleri Üzerine Bir
Yaklaşım Denemesi ve Bazı Düşünceler.” Cem, 31: 1922.
-- (1994): "Alevîlik
Problemi ve Türkiye", Cem, 42: 10-12.
OĞUZ, Burhan (1990): "Anadolu
Alevîliğinin Kökenleri", C. ŞENER (Ed.), Alevîlik Üzerine Ne
Dediler, İstanbul: Ant, 266-308.
OTYAM, Fikret (1982):
Hu Dost, Ankara: Dayanışma.
ÖKTEM, Niyazi (1994):
Laiklik Din ve Alevîlik Yazıları, İstanbul: Ant.
0RNEK, Sedat Veyis
(1979a): Anadolu Folklorunda Ölüm, Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi.
ÖRNEK, Sedat Veyis
(1979b): Geleneksel Kültürümüzde Çocuk, Ankara: Türkiye İş Bankası*
ÖZKAN, Figen (1994a):
"Alevîlerin Devleti Protestosunda Yeni Aşama: Haklarımız Verilmezse
Hıristiyan Oluruz!" Aktüel, 18-24 Ağustos, 163: 24-26.
ÖZKAN, Figen (1994b):
"Haklarımız Verilmezse Hıristiyan Oluruz Ültimatomuna Alevî Gençlerden
Büyük Tepki: Alevî Olarak Öleceğiz!" Aktüel, 1-7 Eylül, 165:26-29.
SAMANCIGİL, Kemal
(t.y.): Hz. Muhammed Türk mü İdi? Ankara: Ayyıldız.
SEZGİN, Abdülkadir
(1991): Hacı Bektaş Velî ve Bektaşîlik, İstanbul: Sezgin Neşriyat.
SKJELBRED, Ann Helene
B. (1994): "Söylentiler ve İşlevleri ya da Tarihsel Açıdan
Stereotipler: Norveç'te Türk İmajı", (Çev. Ali Osman Öztürk), Tarih
ve Toplum, 130: 22-25.
SÖZENGİL, Tank Mümtaz
(1992): Tarih Boyunca Alevîlik, İstanbul: Çözüm.
ŞARDAĞ, Rüştü (1985):
Her Yönü İle Hacı Bektaş-ı Velî ve Yepyeni Eseri Besmele Açıklaması (Şerh-i
Besmele), İzmir: Karınca Matbaacılık.
ŞENER, Cemal (1990): Alevîlik
Olayı. Toplumsal Bir Başkaldırının Kısa Tarihçesi, İstanbul: Ant.
--- (1994): Alevî Sorunu Üstüne
Düşünceler. İstanbul: Ant.
ŞİMŞEK, Hüseyin
(1994): "Alevî Araştırmacı Nejat Birdoğan Esas' Tartışmayı Başlatıyor:
'Alevîlik İslam Dışıdır!'" Aktüel, 20-26 Ekim, 172: 1920.
TANRIKULU, Raşit
(1989): Ademi Farkeden Allah'ı Bilir, Ankara: Güven Matbaası.
T. C. Jandarma Umum
Kumandanlığı III Ş. I Ks. (t.y.): Dersim. Sayı 55058.
TEZCAN, Mahmut
(1974): Türklerle İlgili Stereotipler ve Türk Değerleri, Ankara.
TİMUR, Taner (1986): Osmanlı
Kimliği, İstanbul: Hil Yayın.
-- (1991):
Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İstanbul: AF A.
TOPALOĞLU, Bekir
(1988): "Din, İslâmiyet ve Beynelminel Akımlar (İslâmî İnancı Tehdit Eden
Akımlar)." AYDINLAR OCAĞI (Ed.), Yeni Bir Yüzyıla Girerken Türk-İslâm
Sentezi Görüşünde Meselelerimiz: Kültür-Eğitim- Dinî Hayat, İstanbul:
Taşangil Matbaacılık, 311-318.
TURAN, Kadir (1992): Almanya’da
Türk Olmak, İstanbul: Sümer Kitabevi.
TÜRKDOĞAN, Orhan
(1995a): "Alevî Kimliği." Türk Kültürü, xxxııı, 382: 66-77.
-- 1 (1995b): Alevî-Bektaşî Kimliği. Sosyo-Antropolojik
Araştırma,
İstanbul: Timaş.
YEDİG, Serhan/Figen
ÖZKAN (1994): "Aktüelin Başlattığı Tartışma Genişliyor: 'Alevîlik,
İslâm'la Özdeştir.’" Aktüel, 27 Ekim-2 Kasım, 173: 22-25.
12 Ramsaur, "The Bektashi Dervishes and
the Young Turkis”, The Mosleın World, XXXII,
1942; Tunaya, Türkiye'de Siyasi
Partiler,
c. I, ve III.
Dr. M. Hakan YAVUZ
Wisconsin Üniversitesi Öğretim Üyesi
Wisconsin Üniversitesi Öğretim Üyesi
SUNUŞ
5 Aralık
1996’da önde gelen Alevîlerin liderliğindeki Demokratik Barış Hareketi Türkçe
gazetelerde tüm sayfa olarak şöyle bir haberle yer almıştı: “Adlarımız farklı
olabilir, soyadımız Türkiye”. Günümüz Türkiye’sinde her geçen gün kendilerini
Türk’ten ziyade Türkiyeli olarak gören yeni yeni etnik-dinî kimlikler ortaya
çıkmaktadır. Meselâ, siyasî kimliğin ülke ile aynileştirilmesi o kadar yaygın
hale geldi ki, Türkiye’nin önde gelen dinî liderlerinden Fethullah Gülen “Türk
İslâmı”ndan çok “Türkiye Müslümanlığından bahsetmektedir (Gülen; 1995). Dahası,
sabık İslâmcı başbakan Necmettin Erbakan da Türk milleti yerine ‘memleket
evlatları’ terimini kullanmıştır. Dinî kimliğin ve siyasî kimliğin bu şekilde
ülke ile birleştirilmesi Türkiye‘nin farklı dinî (Alevî, Nurcu ve Nakşibendî)
ve etnik (Kürt, Boşnak, Arnavut ve Çerkeş) gruplarının kendi kimliklerini ön
plana çıkarmalarının bir neticesidir.
1980 sonrası
Türkiye’sinde etnik ve dinî kimliklerin siyasileştirilmesi benim görüşüme göre
üç farklı sürecin bir neticesidir: Bunlar, yeni iletişim kanallarının ortaya
çıkıp yaygınlaşması, okuma-yazma ve yüksek eğitim oranlarının artışı, siyasî ve
ekonomik liberalleşmedir. Aynı faktörler etnik-dinî bir hayal sahası da (zone
of imagination) ortaya çıkarmıştır. Bu süreçlerin devlet merkezli Kemalist
sekülarizmden Alevî kimliğini ayrıştırması ve İslâmî siyasî kimlikten Kürt
kimliğini ayıran bir başlangıç olmalarına rağmen ben sadece iletişim
süreçlerini ve bunların toplum üzerindeki etkilerini inceleyeceğim.
Türkiye’deki
iletişim ağlarının dinamiklerini incelemek suretiyle kimliklerin doğuştan
geldiği görüşünden ziyade, kimliğin ”potada erimesi“ ve icat edildiği görüşünü
ele alacağım, iletişime bağlı araştırmalar -bu hakiki veya otonom olduğu iddia
edilenler de dahil olmak üzerebütün kimliklerin günlük hayallerimize yön veren
yerel ve global fikirlerin bir sentezi olduğuna işaret eder. İletişim
kanallarının sübjektif kimliklerin nesnelleştirilmesi ve dekonstrüksiyon
edilmelerini sağladıkları için (Eickelman ve Piscatori 1996; 37-42)
Türkiye’deki mevcut kimlik tartışmalarını anlayabilmek için kimlik,
somutlaştırma (reifıcation) ve medya arasındaki etkileşim anlaşılmalıdır.
Bu tebliğin ilk bölümünde siyaset ve toplumun yeniden hayal edilmesinde
modern iletişim ağlarının sosyal ve siyasî neticelerini ele alacağım.
Kimliklerin yeniden hayal edilme sahası olarak iletişim ağlarının genel
çerçevesi verildikten sonra etnik ve dinî kimliklerin manipulasyonunda iletişim
ağlarının rollerini inceleyerek Alevî ve Kürt kimliklerinin siyasetini tahlil
edeceğim.
Kimlik
oluşumu ve tanınma mücadelesinde yeni iletişim ağları önemli bir rol
oynamıştır, iletişim ağlarından bir manipulasyon, kimliğe dair farklı ve
birbiriyle mücadele eden kavramları barındıran alan ve yerel kimlikleri ve
sosyo-siyasî meseleleri “globalleştiren” bir alanı kastediyorum. Medya,
gazeteler, radyo, internet web siteleri, dergiler ve televizyon hiç de sabit
bir alan değildir. Manipulasyon alanı olmalarına ilaveten kültürler ve
kimliklerin oluşumunda dinamik ve güçlü birer kurumlardır. Türkiye’deki özel TV
kanalları, radyolar, internet ağları, gazeteler ve dergiler gibi medya
kuruluşları etnik-dinî girişimcilerin millî tarih ve kimliklerinin şecerelerini
düzenlemek, yaymak, meşrulaştırmak ve yeniden icat ekmek suretiyle kamusal
alana ”çıkmak“ için yeni alanlar hazırlayıp teçhiz etmektedir[1].
Siyasî
kimliğin yeniden hayal edildiği temel alanlardan birisi de etki alanı
genişlemekte olan medya kuruluşlarıdır. 1990'ların ilk yarısında TV, radyo,
süreli yayınlar ve gazetelerin çoğalması kültürel girişimcilere tanıdık
(cognitiue) ve duygusal (affective) yerel bağlantıları yeniden hayal
edebilecekleri (re-imagine) yeni siyasî fırsatlar vermiştir[2].
Türkiye, medya kuruluşlarının sayısının en çok olduğu Müslüman ülkelerden
birisidir[3].
Türkiye, 10 ülke çapındaki gazetesi; 400 yerel TV istasyonunun yanısıra 20 ülke
genelinde ve 35 bölgesel yayın yapan TV istasyonu ve 41 ülke çapında, 120
bölgesel ve 1234 yerel yayın yapan radyo istasyonlarıyla her hangi bir diğer
Müslüman ülkeyi çok geride bırakmaktadır. Bu çeşitli iletişim araçları kamusal
alanın sınırlarını genişlettiği gibi, kimliklerin kültürel olarak üretimi,
dağılımı ye nesnelleştirilmesinde oldukça etkilidir.
Bu yeni
medya kurumlan Türkiye’de ahlâktan modaya ve hatta dine kadar pek çok alanda
yeni fikirleri geliştirmekte ve yeniden oluşturmaktadır. Meselâ, medya Kürt ve
Alevî toplamlarına yerel, siyasî ve sosyal ilgiler ile kimliklerin harekete
geçirilerek uluslararası ilgiler ve ajandalara girmesi için pek çok imkân
sundu. Dahası, bir özel TV kanalı, Star 1, daha önceden tabu olan konular
hakkında yayın yaptı ve 1992‘de Show TV, kanal 6, Flash TV, HBB, ATV ve TGRT
televizyon pazarındaki rekabete dahil oldu (Nokta, 1991). Bu yeni kültür,
mesaj, çerçeve ve yazılı basın siteleri neticede İletişimciler (medya
şahsiyetleri, fikir üretici ve satıcıları) ile (dinleyen, tüketen, telefon
ederek, yazarak ve istasyon veya kanal değiştirerek reaksiyon gösteren)
dinleyici/halk ve bu iletişimi hukukî sistem ile düzenlemeye çalışan devlet
arasında bir iletişim doğdu. Dinleyici, devlet politikasını düzenlemek isterse
halk (public) olmaktadır. Dahası, devlet tek bir homojen kurum olmadığı gibi,
birbirinden farklı, hatta çatışan kurum ve şahsiyetlerden oluşmaktadır. Meselâ,
Kürt ve Alevî kimlikleri hususunda tek bir devlet politikası olmayıp
birbirleriyle çatışan politikalar vardır.
Gazeteler ve
dergiler yerli entellektüellerin gelişmesi için bir habitat oluşturmakta ve
toplum içinde fikirlerini yaymak suretiyle siyasî bilinçlenmeyi sağlamak için
hayatî önem taşıyan bir araçtır. Bu medya kuruluşları sayesinde ‘organik’
entellektüeller kimlik arama hareketinin oluşumunda önemli bir konuma sahiptir.
Sözlü iletişimden yazıya geçiş geleneksel dinî ulema veya dede'den yeni medya
kuruluşlarında yerleşim imkânı bulan şehirli entellektüellere geçiş olmuştur.
Bu yeni iletişim kanalları bilgiye dayalı yeni bir sosyal hiyerarşi
oluşturmuştur. Günümüz Türkiye'sinde Alevî ve Kürt kimlikleri oluşumunda,
İslâmî ve Türk kimliği oluşumunda kullanılan kalıplar ve stratejiler
değiştirilerek uygulanmıştır. Dahası, yeni iletişim teknolojisinin yardımıyla azınlık
grupları kendi yerli özelliklerini evrensel kavramlarla ifade edebilmişlerdir.
Dolayısıyla, yeni iletişim sistemlerindeki gelişmeye paralel olarak kültürler
ve kimliklerin melezleşmesine (ereolization) şahit olunmaktadır (Hannerz, 1987;
1989).
Bu yeni
iletişim ağlan kimliklerin yeniden belirlenmesi, ‘millî menfaatleri’, toplumsal
sınırları ve hakimiyet kavramı üzerinde oldukça etkilidir. Öncelikle,
gelişmekte olan sosyo-politik alanla baş edebilmek için daha soyut ve esnek
referans çerçeveleri sunabilme imkânı sağlayarak bilginin üretimi ve
kontrolünde otoritenin el değiştirmesine yol açmıştır. İkinci olarak, İslâmcı
TV kanallarının ideolojik programları sayesinde 'gizlenmiş diğerleri' ile ‘uzak
diğerleri’ni evlerimizin içine kadar getirmektedirler. Meselâ, özel TV
kanalları Alevî uygulamaları, homoseksüellik., feminizm, Kürt milliyetçiliği ve
daha önceden tabu olan pek çok konuyu tartışmaya açmışlardır. Bosna katliamının
yayınlanması İslâmcı TVlere, Avrupa-sever (Europhile) Türk elitlerinin uygun olmayan
tavırlarını ve “Avrupalıların Müslüman Boşnakları elimine etmekteki
kararlılıklarını” ‘göstermek’ imkânını sunmuştur.
Modern
iletişim ağları 1990'larda siyasî kimliklerin oluşumu ve bunlar arasındaki
mücadelenin ağırlık merkezi olmuştur. Kimlik yaratıcıları, kültürel
girişimciler ve kamuoyu yönlendiricilerinin hepsi bu yeni medyada kendilerine
bir yer edinme çabasındadırlar. Bu yeni iletişim ağları aynı zamanda hem eski
kimlik sınırlarını ortadan kaldırmakta ve hem de alt-millî/dinî toplumların
yeni sınırlarını belirlemektedir. Yeni iletişim ağlarının artmasıyla mahalle
Kuran Kursları ve dedelerin eğitimi yoluyla sosyalleşmenin yerel mekanizmaları
giderek egemen otoritelerini yitirmektedirler ve artık halk kimliklerin ve
fikirlerin oluşumunda katılabilecekleri bir otoriteyi tesis etmenin yollarını
aramaktadırlar.
Kürtler ve
Alevîler, İslâmî hareketlerin yeni dalgasının nasıl yeni iletişim kanallarıyla
azınlık bilincinin oluşturulmasını sağladıklarına en iyi örnek teşkil
etmektedirler. Medya bir homojenliğe yol açmamış ama onun yerine yerel ve
global kimliklerin ve devlet-merkezli Türk millî kimliğinin yeniden ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Türk Sünnî kültürü ve Kürt veya Alevî kültürü arasındaki
ilişkinin tarihi hep direnme, kültürlenme ve ödünç alma ile doludur. Aslında,
günümüz Kürt ve Alevî kimlikleri Paris, Londra, Berlin (Mandel, 1990) ve
Brüksel'de önemli ölçüde oluşturulmakta ve Türkiye’ye Kürt MED-TV ve Berlin’de
kurulmuş olan Alevî Alcanlar TV gibi yeni iletişim araçlarıyla
yansıtılmaktadır.
Kürtçenin
standartlaştırılması 1983 yılından beri devam edegelen bir süreçtir ve MED-TV
bu hayali Kürt milletini uydu yayınları sayesinde yaratmaya çalışmaktadır. Bu
medya kanalları halkın bilincini doğrudan yönlendirmemektedir. Bunun yerine,
global fikirlerin yerel dille ifade edilebileceği, medyanın işlemesini
düzenleyen kurumsal kaideler ve medyanın toplumdaki etkisi medya mesajlarının
içine gizlenmiştir.
Bu
gelişmeler bağlamında halk yeni global anlamları kendi yerel kültürel
çerçevelerine yerleştirmeye başlamıştır. Hadiseler, nesneler ve karşılıklı
eylemlerin önemlerinin vurgulanmasında yorumlayıcı rolü olan kimlik çerçeveleri
hep medya tarafından oluşturulmakta ve tüketilmektedir. Medya toplumda nasıl
doğru davranılacağı konusunda bir örnek teşkil etmekte ve “iyi hayatsın nasıl
olması gerektiğini göstermektedir. Bu değerler üzerindeki rekabet medya ağları
vasıtasıyla oluşturulmakta ve sunulmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye'de medya
ağlarının çoğalması ve özelleştirilmesi mevcut kimlik tartışmaları ve
nesnelleştirilmesine katkıda bulunmuştur. TV ağlarının ticarî şirket haline
gelmeleri onların asıl fonksiyonları olan eğitim ve devletin tasvip ettiği
bilgi kaynağı olmaktan eğlenceye doğru kaydırmıştır. Hatta, Kanal 7, Samanyolu
TV ve TGRT gibi kendi kendilerine yön veren İslâmcı TV kanalları bile İslâm'ın
nesnelleştirilmesine yardım etmişlerdir. Geniş bir izleyici kitlesi ve reklâm
pazarındaki paylarını ellerinde tutmak için çok çeşitli programlar yayınlama
hususunda Türkiye'deki özel TV istasyonlarının kendi aralarında bir rekâbet söz
konusudur. Meselâ, Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı şimdiye kadar bastırılmış
konuların halka açılmasında bir arena olmuştur (Öncü, 1995).
Dahası, bu
tür talk-showlar ticarî sebeplerden dolayı İslâmî ve Alevî perspektifleri de
dahil olmak üzere çok geniş bir perspektif yelpazesini yayınlamaya
zorlanmışlardır. Çevreden pop-müziğe kadar hemen hemen her mevzuda mutlaka
“İslâm” ve “Alevî” görüşünü sunabilecek bir ilim adamı vardır. Buna ilaveten,
İslâmcı TV kanalları ve Alevi radyo istasyonları aynı pazar ortamında rekâbet
etmekte ve sürekli olarak sosyo-ekonomik konuları İslâm veya Alevîlik açıdan
ele almak suretiyle dinî kurallara ne kadar bağlı olduklarını
göstermektedirler. Bir bakıma, yeni İslâm, Gülen’in tabiriyle “Türkiye İslâmî”
ve Alevî kimliği televizyonlarda ve aynı şirkete mensup radyo ve gazetelerde
yaratılıp satılmaktadır.
Medyanın
özelleştirilmesi ve siyasî hakların artmasıyla pasif algılamaktan veya tek
yönlü yayından İletişimci ağlar vasıtasıyla aktif girişimciliğe doğru ciddi
ölçüde bir değişim yaşanmaktadır (Sönmez, 1996). Meselâ, popüler radyo
istasyonlarından birisi olan AKRA-Radyo şeyh Esad Coşan’ın lideri olduğu bir
Nakşibendî tarikatına aittir. Dinleyiciler istedikleri takdirde Nakşibendî
şeyhine telefon edebilir, hatta geleneksel protokol kurallarına uymayacak gibi
görünse de soru sorabilirler. Şeyh ve program yapımcıları dinleyicilerden özel
bir grup ve “hayali diğerleri”ni hedef almaktadırlar. Alevî Mozaik Radyo da
dinleyicilerinin kimliğini belirlemek için Sünnî Müslümanlar hakkındaki tabu
konuları ele almaktadır. Bir bakıma, dinleyiciler aynı Nakşibendî veya Alevî
çerçeveler ve yayın yöntemleriyle bir toplum oluşturmaktadırlar.
Mali
kaynakları ve tecrübeleriyle kültürel-dayanışma dernekleri yeni iletişim
ağlarını sadece merkeze cevap vermek için değil aynı zamanda kimliklerini
kamuoyuna sunarak kabul edilmeyi amaçlamaktadırlar. Serbestlik kazanmış özel
radyo, TV ve yazılı basın “mekânın gözden düşürülmesini” haber vermektedir
(Arnheim, 1972; 226). Yeni topraklar ordular tarafından değil de medya
kurumları ve radyo dalgalarıyla fethedilmektedir. Amir Hassanpour (1995; 16)
MED-TVnin “birbirlerini ayıran uluslararası sınırları ortadan kaldırarak
tarihte ilk defa devletsiz bir halkı birbirleriyle iletişim kurmalarını
sağlayarak güçlendirmiştir. Pek çok 'Kürt gökyüzündeki bağımsız organın
yeryüzündeki hâkimiyet için tarihî bir adım olduğunu hissetmektedir” şeklinde
bir iddia öne sürmektedir. Aslında yeni iletişim ağları gökyüzünde ortak bir
Kürt kuruluşu yaratmasına rağmen, aynı zamanda Kürt toplumu içindeki
farklılıklara da işaret etmektedir. Zira MED-TV’nin dili Kurmanci ve Türkçe
olup Türkiye’de yaşayan bir çok Alevî Kürt un konuştuğu Zazaca değildir. Türkiye’de yaşayan Kürtlerin asıl dili olan Kurmanci
Zazalar tarafından anlaşılmamaktadır. Zazaca daha çok İran dillerinin bir
şivesidir. Zazaca konuşanlar, çoğunluğu Alevî, kendilerini
Kürt’ten ziyade Zaza diye adlandırırlar. Dolayısıyla, dile dayalı bir kimliğin
ortaya çıkmasına şahit oluyoruz (Mac Kenzie, 1989).
TV, radyo ve
uydu gibi yeni özel iletişim kanalları kamusal alanın genişlemişine yardımcı
olmuş ve yerel kimlikleri yukarı çekerken global söylemleri de aşağı çekmiştir.
Meselâ, tanınmış talk-showcu Güner Ümit Sünnîler arasında yaygın bir inanç olan
Alevîlerin aralarında ensest ilişkileri olduğunu Interstar televizyonundaki
show’unda söyleyince İstanbul’daki Alevî toplumu Interstar TV’nin önünde yoğun
gösteriler yapmış ve neticede Ümit işini bırakmak zorunda kalmıştı. Bu hadise,
yeni medya kurumlarının tarihî önyargıları tartışmaya açtığını göstermesi
bakımından önemlidir. Meselâ, bir İslâmcı dergi olan İzlenim Alevî ayini
hakkında bir makale yayınlamış, yazar da “Alevî dedesinin, Hüseyin Orhon,
cemaata ‘cem ayinine gelmeden önce gusül abdesti alın’ dediğini duyunca
Alevîlerin gusül abdesti almadıklarına dair kendi inancım yıkılmıştı” (Kanber,
1993; 13) demiştir. Bu hadise de Sünnîler arasında Alevîler hakkındaki kötü
imajın ne kadar derin olduğunu ve medyanın stereotipleri yıkmaktaki müsbet
rolünü göstermektedir.
Doğu
Türkiye’de muhafazakâr bir şehir olan Erzurum’da yaygın bir deyim şöyledir:
“Son asırda Türkiye’de müslümanlar üç kez kıblelerini değiştirmek zorunda
kaldılar’'. Aslında Türk vatandaşları bir nesil boyunca kimlik bakımından üç
kıble değiştirmek zorunda kalmıştı: Toplumu bir arada tutma gücü
diyebileceğimiz din (İslâm), dil (Türkçe) ve vatan (Türkiye). Bir başka
deyişle, Türkiye’deki millî kimlik önce din, sonra dil ve son zamanlarda vatan
ile nesnelleştirilmiştir.
Osmanlı
Devletinin 1878 ile 1923 yılları arasında dağılması esnasında insanları bir
araya getiren kollektif kimlik İslâmî kimlikti. Abdülhamid (hükümdarlığı
1876-1908) müslüman “millet’ ile devlet arasındaki zorunlu beraberliği
meşrulaştıracak bir dizi resmî ve gayr-i resmî kurumlar yaratmıştı. Müslüman
millet ve devlet arasında bu beraberlik Cumhuriyet devletinin tek taraflı
kararıyla “resmen” sona erdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün “reformları” ile
birlikte dinden ziyade dil, Türk ulus-devletinin oluşturulmasında birleştirici
faktör olmuştu. 1920 ila 40'lı yıllarda Cumhuriyetçi devlet potansiyel
muhalefetin kültürel temelini ve onun geleneksel tarikatlardaki kurumsal
ifadesini yok etmeyi amaçlamıştı. Dolayısıyla bu, İslâm’ı bir “muhalefet
kimliği”ne büründürmüş ve Kürt azınlığı da bu muhalefetci İslâmî kimliğin içine
dahil etmişti. Cumhuriyet etno-dinî farklılığın kaynaklarını millet oluşturma
projesi için bir tehdit olarak görmüş ve farklılıkları ortadan kaldırabilmek
için bütün gücünü kullanmıştı[4].
Milliyetçileştiren
(nationalizing) merkeze karşı gerçekleştirilen isyanların derinliğine tahlili
toplum tabanında siyasî oluşumların meydana geldiğinin birer işaretidir. Taşra
bölünmüştü (segmented) ama zayıf ve hareketsiz de değildi. 1924 ila 1938
yılları arasında bir düzineden fazla isyan meydana gelmişti. Toplumsal tepkinin
ve organize muhalefet teşebbüslerine karşı açılan davalar delil olarak
yeterlidir (Tuncay, 1981). Ancak medya kanallarının mevcut olmasıyla toplumsal
gruplar fikirlerini merkeze karşı dile getirebilmişlerdir.
Türkiye’deki
yeni iletişim patlaması kollektif temsilleri (collectiue representations)
etkilemiş, yeni dinî otoriteler yaratmış ve sivil toplumu birleştirmiştir. Yeni
iletişim ağları devlet tarafından meydana getirilmiş (state-built) homojenliğin
kırılmasını sağlamış ve ‘farklılığı’ ön plana çıkarmıştır. Haberleriyle, gizli
ve bastırılmış kollektif hafıza ve tarihi yayınlamasıyla medya bir şüphecilik
kaynağı haline geldi.
Türkiye
artık kültürel ve ekonomik farklılıklarını ifade edebileceği çok fazla sayıda
medya kurumlan ve ağlarına sahiptir. Etnik (Kürt) ve dinî (Alevî, Nurcu,
Nakşibendî) grupların kendi gazeteleri olmasa bile en azından birer dergileri
vardır. Meselâ Nurcu grubu internette de (http://www.zaman.com)
ulaşılabilen Zaman adında bir gazete ile ülke çapında bir kanal olan Samanyolu
TV’yi kurdu. Nakşibendî grupları da kamuoyunu yönlendirmek için kendi radyo
istasyonları ve süreli yayınlarına sahiptir. İskenderpaşa Nakşibendî
tarikatının lideri Esad Coşan’a göre iman cihadı için yeni bir alan medyadır ve
dindarlaştırmanın sınırları da radyo dalgalandır.
Ankara’daki
Alevî toplumunun 7 radyo istasyonu vardır0. Radyo Mozaik ülke
çapında yaygınlaşmakta ve Alevî Çankaya TV de Türkiye’nin bazı bölgelerine
yayın yapmak için hazırlıklarını sürdürmektedir, dolayısıyla, Alevî kimliğinin
nesnelleşmesi için yeni bir alan daha açılmaktadır. Yazılı medyaya alışkın
olanlar radyo, TV ve internet bağlantılarına kolayca geçebilmişlerdir. Hem
entellektüel kapasiteleri ve hem de radyo veya televizyonu sunabilecekleri
yetişmiş bir halk tabanlan vardır.
Osmanlı
Devleti Alevî toplumunu İran’ın Safevî Devleti nin beşinci kolu olarak görmüş
ve onlara kafir ve sapıklar olarak davranmıştır (Imber, 1979). Alevî toplumu
merkezî hükümet tarafından bir kaç kez katliama uğramış ve Türkiye’nin dağlık
bölgelerindeki ücra köylerde yaşamaya zorlanmışlardır. Bu ücra köylerdeki
Alevîler kendi dinî-siyasî dünya görüşlerini oluşturmuşlardır. Bu kollektif,
ama tecrit edilmiş, dayanışma psikolojisi Sünnî önyargılarına karşı koymanın
bir yolu olarak dâhili sınırlarını sağlam tutmada önemli bir rol oynamıştır.
Kollektif Alevî kimliğinin dahilî sınırları ortak davranış biçimlerinden ziyade
haricî tehditler vasıtasıyla belirlenmiştir. Osmanlı Devleti zamanındaki bu
toplumsal baskı tecrübesi Alevî toplumunu İstiklâl Savaşı olmasa da Kemalist
reformların asıl destekçileri haline getirmiştir. Alevî toplumu Mustafa
Kemal’in İslâm’ı kamu hayatından çıkararak laik bir rejim kurma amacındaki
reformlarını memnuniyetle karşılamıştır. Yeni devlet her hangi bir etnik-dinî
cemaatı 1923’te imzalanan Lausanne Antlaşması çerçevesinde tanımıştır. Kemalist
ideoloji etnik-dinî farklılığı geri kalmışlığın bir işareti olarak
algılamıştır. Ama ironik olarak, Türkiye’nin laikleşme ve milliyetçilik
tecrübesi siyasileşmiş, alt-kültürel kimliklerin ortaya çıkmasını sağlamış ve
bu durum toplumda gerilim yaratmış ve ayrılığın hep ayrılıkçılık olarak
görüldüğü bir ortamda kültürel çoğulculuğu devlet-merkezli birlik içerisinde
tutmaya çalışan iki askerî darbenin kaynağı olmuştur.
Çok partili
seçim sistemiyle uyur vaziyette olan kültürel dayanışmalar siyasileşmiş veya
yenileri icat edilmiştir. Bir demokratik seçim sisteminde hemen hemen hiç bir
politikacı bölgesel, etnik ve mezhep farklılıklarıyla alâkalı durumu görmezden
gelemez. Alevî cemaati tarihi 1950 genel seçimlerinde ismet İnönü (iktidarı
1938-1950) hükümetinin baskısından ve giderek kötüleşen ekonomik şartlardan
kurtulmak için DP’yi desteklemiştir. Ancak DP’nin İslâmcı (Sünnî) girişimlerde
bulunmasıyla Sünnî cemaat karşısında yine 'damgalanmış’ (stigmaticized) bir
azınlık olduklarının farkına varmaya başlamışlardır. 1957 seçimlerinde DP’den
desteklerini çekmişler ve CHP’nin değişmez taraftarları olmuşlardır. Bununla
birlikte, 17 Ekim 1966’da bir grup Alevî siyasî girişimciler kendi ‘mezhepçi’
(confessional) partilerini -Alevî Türkiye Birlik Partisi-kurmuşlardır[5].
Partinin amblemi Peygamber’in damadı Ali’yi temsil eden bir aslan resmiydi.
Parti 1969 seçimlerinde % 2.8 oranında oy alarak Meclis’te 8 sandalye ile
temsil edilmişti.
Önce devlet
ve daha sonra da sol gruplar Alevî kültürünün repertuarını Marksist fikirlerin
yerini seküler-ilerlemeci fikirlerin alması için yerel bir kaynak olarak
kullandılar (Mardin, 1982; Atalay, 1991). Alevî cemaatının İslâm’ı heteredoks
yorumu ve onların tarih boyunca gördükleri eziyetler hep Alevî folk şiirlerinde
yer almıştır. Bu şiirler sol fikirlerin yerel kaynağı haline getirilmiştir. Sol
fikirlerle işbirliği ve Alevî kültürü, muhafazakâr Sünnîlere Alevîleri
‘komünist’ olmakla suçlayabilme şansı vermiştir[6].
Alevî ve Kürt azınlıkları üzerine önde gelen yetkin isimlerden Martin van
Bruinessen de (1996: 8) “geçmişte Alevî isyanlarını komünistlik öncesi
hareketler olarak yorumlayan radikal sol Alevîleri tabiî müttefikleri olarak
gördüğü" fikrini ortaya atmaktadır. Dolayısıyla, Alevî cemaatı giderek
seküler kuvvetlerin müttefiki olmaktan 1970’lerin sonunda ‘komünist tehdit’in
beşinci kolu olmaya doğru ilerlemiştir.
1980 ihtilal
otoriteleri Alevî ve Kürt bilinçlenmesine karşı bir panzehir olarak Türk-İslâm
(Sünnî) sentezini öne sürmüşlerdir. Durum böyle olunca, Türk milliyetçiliğinin
bu şekilde İslâmlaştırtması Türk Alevî cemaatını devletten daha da
uzaklaştırmıştır. 1990’larda Alevî cemaatından pek çok kişi polisi de kendilerine
düşman olarak görmüştür. Bu kollektif Alevî psikolojisi Alevî medyasında
ifadesini bulmuştur. Meselâ, önemli bir Alevî cemaat lideri olan İzzettin Doğan
(1995) “Alevî cemaatına karşı açık bir ayırımcılık olduğunu ve onların vali
yapılmadıklarını veya askeri liselere alınmadıklarını” iddia etmiştir. Doğan
(1995) mevcut Alevî kollektif psikolojisini de “pek çok Alevinin devletin
kendilerini resmî dairelerde yüksek görevlere getirmediğini düşünmekte ve
kendilerini kenara itilmiş hissetmektedir” şeklinde açıklamaktadır.
1978 ve
1979’da gerçekleştirilen katliamlarla ve sosyalist ideolojinin çöküşüyle Alevî
cemaatı yeni kimlik formları aramaya başladı. Sünnî-İslâmî hareket de onlara
Alevî siyasî kimliğini belirlemede bir nevi örnek ve başlangıç noktası teşkil
etti. Sol ideolojinin çöküşü yeni alanların ortaya çıkması neticesinde Alevî
meselesi kültürel ayırımın asıl kaynağı haline geldi. Alevî siyasî bilincinin
oluşumunda Cumhuriyet, Milliyet ve Yeni Yüzyıl gibi seküler gazeteler ve bazı
devlet kurumlan Alevîliği Türk siyasetinde yükselmeye başlayan Sünnî İslâmî
harekete karşı bir kontra kültür olarak gördüler. Bu kurumlar Alevî cemaatını
laik blokun tabiî müttefiki olarak lanse ettiler. Cumhuriyet Halk Partisi
sürekli olarak Alevî duyarlığını oya dönüştürmeye çalıştı. 1995 genel
seçimlerinden sonra pek çok siyasî yorumcu CHP’nin % 10 barajını ancak Alevî
cemaatının oylarıyla geçebildiğini iddia ettiler. Devletin giderek, ama azimli
bir şekilde, Sünnî-Türklük ile aynîleştirmesiyle Alevî cemaatı daha fazla tecrit
edildiğini ve güvende olmadığını hissetti.
Bu
siyasileşmiş ve otonom Alevî kimliğinin aracını da iletişim ağları, özellikle
de yazılı basın oluşturdu. Medya fırsatlarının ortaya çıkmasıyla Alevî
entellektüeller Kemalist laikliği Alevîler için bir ‘yapay kimlik’ olmaktan
çıkarıp daha tutarlı ve otonom Alevî kimliği oluşturmak için yazılı medyayı
kullandılar. Çoğunlukla devlet otoriteleri arasında bir savaş alanı haline
gelen anti-Alevî faaliyetler Alevî cemaatinin 1990’larda yabancılaşmasında
önemli bir rol oynadı. Bu mesele Türk-İslâm sentezinin devletin meşruiyet
zemini olmasıyla daha da ön plana çıktı, zira devlet pek çok Alevînin gözünde
Sünnî-Türk toplumunun muhafızı haline geldi.
1980’ler
eski ‘devlet kontratı’nın, yani devletin bütün dinî kimliklerin üzerinde kalıp
tarafsız bir şekilde bütün vatandaşlarına eşit uzaklıkta hizmet etmesi fikrinin
sonunu temsil eder. 1980’li yıllarda ihtilal sonrası otoriteler tarafından
“Türk-İslâm kültürel sentezi”nin kabulü ve bununla birlikte şehirleşme ile okuma-yazma
oranlarının artmasıyla Alevî kimliğinin siyasileşme süreci de başlamış oldu
(Yavuz, 1996: 80-81).
Türkiye şu
anda Alevî folk kültürünün entellektüelleşme ve siyasileşme tecrübesini
yaşamaktadır. Modernleşme kültürel elitlere alt-kültürleri yönlendirme ve
yeniden tarif edebilecekleri ve kültürel ve siyasî arenada kendilerine de bir
yer edinebilecekleri yeni alanlar yarattı. Yazılı medya daha eleştirel bir
bilinçlilik yarattı. Meselâ, Alevî kültürünün tarihî kökleri hakkında yazılan
çalışmalar hep Manichean [M.S. 3 ve 5. yüzyıllar arasında rağbet bulan ve
Zerdüştlük mezhebinden esinlenip hem Allah hem Şeytana inanan bir mezhep] iyi
ve kötü, adalet ve adaletsizlik ile hürriyet ve baskı dualizmi çerçevesinde
yapılmıştır. Halife Ali’nin oğulları Haşan ile Hüseyin’e karşı Emevî yöneticisi
Yezid’in mücadelesini anlatan hikâye fazilet ve adalete sahip olabilmek için
acı çekmenin değerini ortaya koymaktadır. İyi, Ali’nin şahsında temsil
edilmekte, Hüseyin ve Hacı Bektaş-i Veli de mükemmel insanların örnekleridir.
Yezid, Osmanlı sultanları, meselâ I. Selim zulmün somut örnekleridir. Burada
üzerinde durulması gereken bir başka husus da Mustafa Kemal'in “Sünnî
tahakkümden kurtarıcı” olarak görülmesidir.
Mevcut durum
Alevî cemaatını ‘sürekli' muhalefet eden bir azınlık haline getirmiştir. Alevî
hareketi kendi kimliğini oluştururken bölgedeki diğer etnik-dinî hareketler
gibi kendi algılanmış ‘diğeri’ne nisbetle benzeri bir ‘çerçeve’yi
kullanmaktadır. Bir başka deyişle, Mozaik Radyo ve dergiler gibi iletişim
ağlarını kullanmak suretiyle Alevî siyasî hareketi dinî uygulamaları cemaatsel
sınır belirleyicilerine dönüştürmüştür. Bu süreç birbirinden farklı cemaat
öğelerini, siyasî yönden hareketlilik sağlamak için, nesnelleştirir,
entelektüelleştirir ve inşa eder. Neticede Alevî dinî kimliği giderek bir
etnik-dinî kimlik haline gelmektedir.
Bir
Sünnî-İslâmcı dergi olan İzlenim, Alevî kimliğinin kamusal alanda iddiacı
oluşunu ve manipulasyon edilmesini “yeraltından çıkış” (Kanber, 1993)
tecrübesini yaşamak isteyen bir cemaatın ritmik dürtüsü olarak sunmaktadır.
1990’lar Alevî ‘rönesans’ının kuruluş yıllarıdır. Bu ‘ortaya çıkış’ın tecrübe
edildiği ve kimliğin meydana gelip düzenlendiği yerler de söylemsel alanlardır
(discoursive spaces). Türkiye’nin büyük gazeteleri Alevî meselesi ve kimliği
üzerine yazı dizileri yayınlamak için birbirleriyle yarışa girmişlerdi. Meselâ
1995’te solcu-Kemalist bir gazete olan Cumhuriyet (Engin, 1995) “Alevîler Ne
İstiyorlar?” başlığı altında bir hafta süren bir yazı dizisi yayınlamıştı, Bu
soru beraberinde “Alevîler kimlerdir?” ve “onların ne istediğini öğrenmek için
kim onlar adına konuşacaktır?” gibi pek çok soruyu da getirmektedir. Bu önemli
sorular Türkiye’deki kimlik hareketleri içinde ve arasında mevcut siyasî
söylemin önemli konularıdır. Medya bu soruların gündeme gelmesini sağlamakla
kalmayıp dünyada benzeri durumlardan adaptasyon, ödünç alma ve katılım için
imaj ve kavramları sunan bir araç konumundadır.
Alevî ilim
adamlarına göre bir Alevî, babadan oğula geçen bir dinî cemaatın üyesidir. Bir
Türk antıopoloğu olan Nur Yalman,
Alevî ve
Sünnî Müslümanlar arasındaki mezhep sınırlarını İslâm’ın şartlarının farklı
biçimlerde yorumlanmasına indirgeyerek ortaya koyar (Yalman, 1969: 53). Bu
temel farklılığa işaret eden argüman kültürel farklılıkların ne zaman ve nasıl
siyasileştirildiğini açıklamaz. Toplam Alevî nüfusunun genel Türkiye nüfusunun
(tahminen) % 15’i ile % 30’u arasında değişmesine karşın (Andrews, 1989: 48,
57)[7]
şu soru sorulmalıdır: Seküler Türk veya Kürt kimliği yerine neden bir takım
tavizler koparmak için Alevî kimliği kullanılmaktadır? İnsanlar kendilerini her
zaman Alevî olarak mı görmektedirler?
Alevîler
insana maneviyatın merkezi olarak büyük önem verirler ve şahsın dâhilî manevî
varlığının Kur’ân’a eşit derecede önemli olduğunu düşünürler. Alevîliğin
uygulanması için belirli bir mekân yoktur, zira beşer uygulamalarının okunması
ve disipline edilmesi için tek bir yol olmadığına inanırlar. Alevî inancı
mü’minlerden imanlarını içselleştirmeleri ve ellerini, dillerini ve bellerini
korumalarını ister. Günlük
konuşmalarda Alevîler Türkçe. Kürt Alevîler ise genel olarak Alevî Kürtler
tarafından konuşulan bir Kürtçe şivesi olan Zazaca'yı kullanırlar. Bununla
birlikte, âyin dili Türkçe’dir (van Bruinessen 1996b). Alevîlerin çoğu
kimliklerinin temeli olarak atalarından geçmeyi kabul ederler. Yani, kişi Alevî
olarak doğar ve bir başkası asla Alevî olamaz.
Alevî
kimliğini oluşturan materyel unsurlar şunlardır: Saz (Anadolu’da kullanılan bir
enstrüman), cem (dinî tören ve uyuşmazlıkların giderilmesi için Alevî
toplantıları) ve dede (kutsal bir sülaleden geldiğine inanılan manevî lider).
Bazı Alevîler, ezoterik dinî bilgiyi kontrol eden gezgin kutsal şahsiyetler olan
Alevî dedelerinin dinî otoritelerini kabul etmektedir. Her bir dede ocak diye
bilinen kutsal bir sülaleye mensuptur. Bazı dedelere göre kendileri Peygamberin
soyundan gelen seyyidtirler. Yerleşmiş ulema veya imamların aksine bu dedeler
gezgindirler ve sürekli olarak Alevî cemaatlarını ziyaret ederler, zira dinî
âyinlerin belirlenmiş bir zaman ve mekân zorunluğu yoktur. Dolayısıyla, dedeler
Alevî cemaatleri arasında birleştirici fonksiyonu olan şahsiyetlerdi. Dedeler
çok bilgili ‘ayaklı kütüphanelerdi ve bilgilerini kendi dinî anlayışları
doğrultusunda diğerleriyle paylaşırlardı. Neticede dedeler ülke genelinde çok
iyi çalışan bir bilgi ağı vazifesini görüyorlardı. Sünnî ulemanın aksine
dedelerin eğitimi kurumsallaşmadığından dedeler Alevî cemaatı içinde çok daha
geniş bir karizmatik liderlik hizmetini de îfâ ediyorlardı.
Bu
akrabalığa bağlı dinî liderlik, yazılı kültürün bilginin inşasında hakim araç
olmasına kadar Alevî uygulamalarının merkezinde yer alıyordu. Dedelerin rolü
uzun zamandan beri tehdit altındaydı ve cemaatın liderliği rolünü ve oral
kültürün yorumlanmasının glabal fikirler çerçevesinde yazıya dökülmesi işini
yeni oluşmuş olan bir entellektüel sınıfı yerine getiriyordu. Meselâ, Alevî
konularında popüler bir yazar olan Nejat Birdoğan (1994a) dedenin miras yoluyla
geçişini açıkça eleştirmiş ve “Alevîliğin İslâm’ın dışında olmasından ötürü bu
dedelerin Peygamber Muhammed’in soyundan gelmelerinin mümkün olmadığını”
(Birdoğan, 1994b: 19-20) iddia etmiştir. Bazı Alevîler, Bırdoğan’ın Alevîliği
İslâm’ın dışında ayrı bir Türk ‘inanç sistemi’ olarak yorumlanmasına karşı
çıktılar (Aktüel, 1994). Dolayısıyla, Alevî kültürü ve inançlarının yazıya
geçirilmesinde hemen hemen hiç bir rolleri yoktur. Alevî kimliğinin temelinde
dede olmasından ziyade yazılı medya kimliğin kaynağı olarak gazeteleri ortaya
çıkarmışlardır.
Alevî
inancını diğerlerinden ayırt eden karakteristiklerden birisi de onun oral
kültüre (yani anlatımlar, şiirler, şarkılar, efsaneler ve popüler deyişler)
dayanmasıdır. Devletin baskısından ötürü Alevî cemaatı dinî otoritesini
akrabalık yoluyla kurumsallaştırmış ve köklü bir dinî kurumlar ve fetvâlar
gelişmemiştir. Bu anlatımlar ve şiirler içinde ideal bir ‘Alevî tavrı’
verilmiştir. Dolayısıyla, Alevî cemaatı iç evlilikler ve sözlü anlatımlar ile
mevcudiyetini sürdüre gelmiştir.
Eğitim ve
şehirleşmenin artmasıyla otorite hususunda önemli bir değişim yaşanmıştır.
Dergiye bağlı yeni bir dinî otorite ortaya çıkmaya başlamaktadır. Artık
geleneksel dedeler değil de aynı zamanda modern üniversite dereceleri olanlar
hakim otorite olarak saygı görmektedirler. Seküler bir üniversite eğitimi ya
akrabalığa bağlı dede otoritesini tamamlamak veyahut da bu otorite kaynağını
değiştirmek için kullanılmaktadır. Asıl devrim, sözel kültürden yazılı kültüre
geçiştir. Meselâ, 1990’larda Alevî kimliği üzerine yapılan tartışmalar medya
kurumlarının oluşumuyla başlamıştır (Cumhuriyet, 1991). Cem, Nefes, Kervan,
Çağdaş, Zülfikar gibi Alevî süreli yayınları tartışmanın forumları haline
gelmeye başladılar.
Yazılı
kültürün ikinci önemli etkisi de Alevî kimliğinin tarihîleştirilmesidir
(Bender, 1993; Bozkurt, 1990)[8].
İnanç ve uygulamalarından ötürü Sünnî yöneticiler elinde toplu acı çekme miti
mevcut Alevî iddialarında asıl gücü oluşturmaktadır. Ortak atalar ve Osmanlı
baskısına dayanan bu kollektif hatıranın oluşumu ve yerine getirilmesi yazılı
eserler yoluyla popüler hale getirilmiştir.
Alevîler
tarafından yazılan hemen hemen bütün kitaplarda Alevîlerin tarihi, Sünnî
yöneticiler elinde çektikleri acılar ile başlar. Alevî entellektüeller
birbirleriyle ‘geleneğin icadı’ hususunda ve acı çekmenin sunumunda
yarışmaktadırlar. Bu icat sürecinde entellektüeller global fikirler bağlamında
insan hakları, demokrasi, hoşgörü ve hürriyet (Zelyut, 1992) kavramlarını
kullanmak ve sözel geleneği yeniden yorumlayarak hoşgörülü ve demokratik bir
Alevî kültürü ortaya çıkarmışlardır. Bu yerel folk inançlarıyla global kültürün
harmanlanması veya dinî kültürün seküler kavramlarla okunması standartlaşmayı
kolaşlaştırmaktadır. Alevî kültürel girişimciler yeni iletişim ağlarını Alevî
folk inançlarını sistematize etmek ve standartlaştırmak için kullanmaktadırlar.
Alevîlik üzerine bu yeni literatür Alevî kimliğini tarihileştirme ve yazıya
dökmeyi amaç edinmektedir.
Medya, Alevî
kimliğiyle alâkalı meseleleri gündeme getirmeye başlamış ve sadece bu ‘mezhebi’
kimlik oluşum alanında bir tartışma başlatmakla kalmayıp aynı zamanda Sünnî
medyanın da bu işe ilgisini çekmiştir (Yavuz ve İnceoğlu, 1996). Nelerin
yazılması ve meşrulaştırılması bu tartışmanın merkezindedir. Alevî kültür ve
uygulamaları hakkında yazılan ve neşredilen kitap ve dergilerin sayısında büyük
bir patlama olmuştur. Türkiye’deki Alevî kimlik oluşturulması hususunda önde
gelen bir Alman uzman olan Karin Vorhoffa (1995:7) göre 1989’dan 1990’a
geçildiğinde Anadolu Alevîliği hakkında basın kampanyaları ve kitapların
çokluğu sadece Alevîlik hakkında hüküm sürmekte olan sessizliği ortadan
kaldırmakla kalmayıp aynı zamanda sekülerleşme, modernleşme, geniş ölçekli göç
ve 1970’lerin siyasî ihtilafları neticesinde Alevî cemaatı ve onların dinî
sistemlerini ele geçiren dağılma sürecine de bir son vermiştir.
Bu
neşredilmiş eserlerdeki tartışma, ‘hayal edilmiş’ tarih ve ‘hayal edilen’
geleneğe müracaat ederek Alevî siyasî kimliğini yaratmaya çalışmaktır. Bu acı
çekmenin kollektif psikolojisini yeniden canlandırma vasıtasıyla ‘geleneğin
icat edilmesi’ yeni neşredilen eserlerin ana temasını oluşturmaktadır. Yazı
sadece Alevî sözel geleneğini meşrulaştırmakla kalmayıp aynı zamanda farklı ve
birbirine muhalif bir Alevî bilinci de geliştirmektedir. Alevîlerin kendi
aralarında da yazı sosyal değişmenin bir aracı ve dinî otoritenin el
değiştirmesi anlamına gelmektedir. Yazı siyasî bilinçlenmenin inşa edilmesi ve
yayılması için de güçlü bir araçtır. Bu bağlamda modern iletişim alanları Alevî
kimliğinin yeniden oluşumu için bir arena haline gelmiş ve iyi bir eğitim almış
ve malî olarak durumu yerinde olanları da süreci yönlendirebilme konumuna
getirmiştir. Önemli bir tarihî Alevî şahsiyet olan Hacı Bektaş Veli (v. 1290?)
hakkında yapılan tartışmalar ve bunun neticesinde ortaya çıkan literatür Hacı
Bektaş Veli’nin birbirinden farklı versiyonlarının oluşmakta olduğuna işaret
etmektedir. Meselâ, bazı ilim adamları (Şener, 1991; Zelyut, 1990) Hacı Bektaş
Veli’yi baskı altındaki bir toplumun devrimci lideri olarak göstermektedir.
Bununla birlikte, bazı Alevî entellektüelleri Alevî uygulama ve dünya görüşünü
tamamen İslâm’ın dışında görmekte ve diğer bazıları da onun İslâmî kökleri
üzerinde durmaktadırlar.
Modern
şartlar Alevî gençleri için Türk millî kültüründe ve global bir toplumda Alevî
olabilmenin gerekli yollarını açmaktadır. Yerel kimliğin bu şekilde
globalleşmesi Alevîlere kendi cemaatlerine ait olma veya ondan bağımsız olma
seçeneğini vermektedir. Eğer cem, saz ve dede Alevî kimliğini oluşturan
araçlarsa, iddia edilen ilerlemecilik, hoşgörü, sekülarizm ve insancıl unsurlar
da onun global toplumla bağlantısını teşkil ekmektedir. Medyanın kullanımıyla
Alevî gençliği Atatürk ile Ali’yi gösterilerinde birlikte kullanmışlardır.
Meselâ, Ali’nin resminin altına Alevî gençliği genellikle Rehber ve Atatürk’ün
resminin altına da Önder yazmaktadırlar (Alı Rehber, Ata Önder). Dolayısıyla,
bu kültürel yeniden hayal ediş dini dindışı ile, yereli global ile ve geleneği
modernlik ile birleştirebilen entegre bir dünya görüşü meydana getirmiştir. Bir
başka deyişle, Alevî kültürü yeni iletişim ağlarının getirdiği bu kavramlar ve
fikirler içerisinde hayal edilmektedir. Fakat bu yeni iletişim eğitimli Alevî
entelektüellerinin geleneksel dedelerden daha hâkim bir pozisyona getirmiştir.
Yeni
iletişim ağları insan hakları ve self-determinasyon ile ilgili söylemleri
‘oturma odası’na getirmekle kalmayıp yerel kültürün global fikirlerle birleşme
tecrübesi için de alternatifler sunmaktadır. Yeni Alevî ihyacılığı kendi
kimliği ve iddiacı tutumunu ‘demokrasi’, ‘hoşgörü’ ve ‘insan haklan’
kavramlarını kullanmak suretiyle meşrulaştırmaktadır. Meselâ, önde gelen bir
Alevî dergisi olan Cem’in editörü Abidin Özgünay (1993: 13) “sekülarizm,
demokrasi, hukuk kuralları ve modernite Alevîliğin ayrılmaz parçalan” olduğunu
ileri sürmektedir. Alevî örneği iletişim yoluyla küreselleşmenin sınırlan
yıktığı ve ‘imajlarımızı’ ve politikalarımızı standartlaştırdığına bir misal
teşkil etmektedir.
1990’lar
yeni medya kuruluşlarının ortaya çıkışı, dernekler, festivaller ve
konferansların düzenlemesi bağlamında Alevî kimliğinin ortaya çıkışma şahit
olmuştur. Festivallerin yanısıra Alevî yayınları da siyasî ve dinî
hareketlenmenin temel unsurları olmuştur. Aynı sosyo-politik alan içerisinde
Alevîliğin farklı versiyonları bu sembolleri kontrol etmek için birbirleriyle
rekabete girmişlerdir. Meselâ, 2 Temmuz 1993 tarihinde önde gelen solcu Alevî
entelektüellerinin Pir Sultan Abdal’ı anmak için (mezhep ihtilâflarının
kışkırtılmaya müsait olduğu) Sivas’ta toplandığında büyük bir çatışma
yaşanmıştır. Toplantıda aynca Türkiye’nin önde gelen yazarlarından ve Salman
Ruşdi’nin The Satanic Verses adlı kitabından bazı bölümleri tercüme edip
yayınlamış olan ve kendisini açıkça ateist ilan etmiş Aziz Nesin de vardı.
Refah Partisi yandaşlarından bir grup halkı harekete geçirmiş ve toplantının
yapıldığı Madımak Oteli’ne saldırıda bulunulmuş ve çıkan yangın neticesinde
orada bulunan entelektüellerden çoğu ölmüştü. Bu hadise şehrin emniyet güçleri
ve bazı özel TV kanalları tarafından filme alınmış ve polis çekimleri de özel
TV kanallarına sızdırılmıştır. Bu film TV istasyonlarında hemen hemen bir hafta
boyunca yayınlanmıştır. Bu filmde polis kuvvetlerinin açıkça kalabalıktan yana
oldukları ve onları dağıtmak için her hangi bir çaba sarf etmedikleri
görülmüştür. TV kanallarında gösterilen bu görüntüler farklı Alevî gruplarını
devlet ve Sünnî çoğunluktan aynı ortak tavrı gördükleri hususunda birleşmeye
yöneltti.
Polis,
devlet ve parlamentonun Alevî entellektüellere karşı gerçekleştirilen bu
katliam karşısındaki tavrı Alevî cemaatı için bir dönüm noktasıydı. Cemaat,
devletin ‘kendilerinin’ devleti olmadığını gördü ve bu durum Alevî cemaatının
güvenliği hususundaki endişelerini artırdı ve hareketlilik ve
kurumsallaşmalarını hızlandırdı. TBMM araştırma komisyonu daha önceleri
alevlendirici konuşmalar yapmış olan Aziz Nesin’i orada bulunarak provakasyon
yapmakla suçlaması üzerine polis de Alevî cemaatı muhafazakâr bir Sünnî şehirde
anma törenleri düzenleyerek “provakasyon yapmakla” suçladı. 26 Aralık 1994
tarihinde mahkemenin 26 kişiyi 15 yıl ve 60 kişiyi de 3 yıl hapisle
cezalandırmasına rağmen güvenlik endişelerini ve Alevî cemaatının içerisinde
pek çok kişiyi ayırımcılığa uğradığı duygusundan kurtaramadı. Bu hadiseye
reaksiyon olarak bir dizi Alevî dergi, yayınlar ve radyo istasyonları Alevî
kimliği üzerine siyasî hareketlenmenin aktif bir arenası haline geldi.
Alevî
kimliğinin mevcut hareketlenmesinin ilk eğilimi sözellikten yazıya geçiş,
ikinci eğilim ise Alevî cemaatlarının giderek artan dernekleşmeleridir. Bugün
İstanbul’da ülkenin çeşitli bölgelerinden gelen insanları biraraya getiren
(çoğu bölgeciliğe dayalı) 100’den fazla dernek vardır. Pir Sultan Abdal
Derneği’nin başkanı olan Murteza Demir’e (1996) göre Alevîler “devletin resmî
politikası olarak algılanan Sivas hadisesinden sonra” organize olmaya
başlamışlardır. Bununla birlikte, bu dernekler Alevî elitleri arasında iktidar
mücadelesinin merkezleri haline gelmiş, böylece daha çok ayrılığa yol açmıştır.
Alevî inançlarının rekâbet hâlindeki versiyonunu sona erdirip tek bir temsilci
müessese kurmak için 13 büyük Alevî derneği İstanbul’daki Şahkulu Dergahı’nda
15-16 Ekim 1994’te biraraya gelmişlerdir[9].
Bunlar bir Alevî Bektaşî Temsilciler Meclisi kurmaya karar vermişlerdir. Meclis
19-20 Kasım 1994 tarihleri arasında toplanmış ve 15 kişilik bir yönetim kurulu
seçmiştir. Bununla birlikte, Cem Vakfı, Meclis’ten ayrılarak kendi bağımsız
yapısını kurmuştur. Meclis’in ilgileneceği en Önemli proje, Alevî ritiiel ve
uygulamaları hakkında “Çağdaş Alevîliği Buyruğu” adı altında ortak bir metin
yayınlamaktı. Fakat dahilî çekişme ve Alevî uygulamaları ve sözel geleneği
hakkında meşru otorite hususundaki anlaşmazlık üzerine kurul dağılmıştır.
Bu sözel
kültürün yazılı medyada yazıya dökülmesi Alevî kimliğinin farklı versiyonları
için de yeni bir forum oluşturmuştur. Etnik Türkler ve Kürtlerin de Alevî
mezhebinin bir parçası olması hasebiyle yeni iletişim ağlarının neticesinde
farklı etnik, lisan ve eğitim grupları arasında bir mücadele alanı haline
gelmiştir. Bir Alevî kimliğinin (devlet destekli siyasî kimliğin aksine) inşa
süreci bir pazar ortamında ve yeni iletişim ağlarında geçmesinden ötürü daha
dinamik ve hem içeriden ve hem de dışarıdan müdahale edilebilmektedir.
Alevî
cemaatı bu yeni ortaya çıkan modernitenin neticesinde diğerlerinden ayrılarak
bölünmüştür. Meselâ, kırsal kesim Alevîleri daha çok geleneksel ve Cumhuriyet
Halk Partisi taraftarı olma eğilimindedirler; küçük şehir Alevî cemaatleri
siyasî tavırları bakımından bölünmüş ve hâkim Sünnî kültüre daha uyumlu bir
hale gelmişlerdir. Bununla birlikte, kırsal kesimde doğmuş ama ebeveynleriyle
birlikte 1960 ve 1970’lerde büyük şehirlerin varoşlarına göç etmiş Alevî nesli
daha devrimci fikirleri desteklemektedir. Bu son grup Alevî cemaatı arasında
yapılmakta olan kimlik tartışmasında daha hâkim durumdadır, zira bunlar
eğitimli ve yerel fikirlerden evrensel kavramlara daha kolay geçiş
yapabilmektedir. Meselâ, önde gelen Kürt-Alevî siyasetçilerinden Ali Haydar
Veziroğlu şöyle demektedir: “Eğer Alevî gençliğini biz eğitip kontrol altında
tutamazsak bu durum siyasî ortamda bir ihtilafa yol açacak ve bunun bedelini de
cemaat ödeyecektir”. Demokratik Barış Hareketi’ni yakın zamanlarda siyasî bir
partiye dönüştüren Veziroğlu, dernekleri de aşırı sol ideolojinin eğitim
merkezleri olmakla eleştirmiştir[10].
Bu şehirli
nesil daha seküler bir din yaratmaya çalışmakta ve kendilerini de Sünnî-İslâmî
harekete muhalif olarak konumlandırmaktadırlar. Bununla birlikte, Alevî
kimliğinin oluşturulması Türkiye devletinin hudutlarıyla sınırlı değildir, zira
asıl saik ve malî destek Avrupa’dan gelmektedir. Alevî cemaati, yerel TV
istasyonları ve dergileri ile Avrupa’da oldukça iyi bir biçimde organize
olmuştur ve Türkiye’deki siyasî hayatta belirleyici bir rol oynamaktadırlar.
Meselâ, Berlin’deki Alevî cemaati Al-Gül dergisi, Alcanlar radyo istasyonu ve
haftada 4 saat yayın yapan Alcanlar TV kanalına sahiptir (Zaptçıoğlu, 1995).
Giderek
artan eğitim ve iletişim ağlan yeni taleplere uygun ve daha soyut bir malumat
dağarcığı gerektirdi. Bu da Alevî kimliği ve Alevî inanç sisteminin
aklileştirilmesinin yeniden ele alınması sürecini başlattırdı. Bununla
birlikte, aklileştirme iddia edildiği gibi ne tek bir şekle sahiptir ne de
basitten mürekkebe doğru gitmektedir.
Birbirleriyle
mücadele halindeki iki Alevî dergisi tarafından iki çeşit Alevî kimlik modeli
empoze edilmeye çalışılmaktadır. Son yıllarda etnik, bölgesel ve sınıfsal
dayanışmanın etkili olduğu dahilî Alevî rekâbeti Sünnî çoğunluk karşısındaki
haricî sınırları aşmıştır. İlk grup üst sınıf Alevîlerin kurmuş olduğu Cem
Dergisi etrafında toplanmışlardır. Yaklaşık 25.000 tirajı olan Cem Dergisi
devlet ve Türk milliyetçiliği taraftan gibi görünmektedir. Bu dergi geniş
oranda, İslâm’ın Alevî anlayışının Türklerin (yarı göçmen) Islâm’ı algılayışı
biçimindeki Türk ilim adamları gruplarının görüşlerini yansıtmaktadır (Ersöz,
1977; Fığlalı, 1994). Cem Dergisinin yayın kurulu liberal ekonomik düzen
taraftarı olup Alevîliğin resmen tanınmasını ve bir devlet kurumu olan Diyanet
İşleri Başkanlığına entegre olmasını istemektedirler. Türk Alevîlerin hâkim
durumda olduğu bu grup Alevîliği dahilî “İslâm’ın esası’’ olarak sunmaktadır.
Cem’de yayınlanan makaleler Alevîliğin köklerini Kur’an ve Ahmed Yesevî ile
Hacı Bektaşî Veli’nin Türk kültürüne dayandırılmasına özen göstermektedir
(Noyan, 1995: 847). Cem’deki bu makaleler sekülarizm, modernlik ve insan
haklarının Alevî öğretisinin değişmez parçaları olduğuna vurgu yapmaktadır. Cem
Vakfı Alevîlik üzerine İstanbul’da 26-27 Mart 1996 tarihlerinde ilk
uluslararası konferansını düzenlemiş ve devletin Alevîliği Diyanet İşleri
Başkanlığı’na entegre etmesini istemiştir (Aydın, 1996; Çamuroğlu, 1996).
Bir Alevî
dedesi ve Galatasaray Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler profesörü olan
İzzettin Doğan’ın liderliğindeki bu grup, “Alevî kimliğinin Türkçülük ve
İslâmcılığın bir sentezi olduğu ve onun daha toleranslı olan İslâm’ın Türk
anlayışı” görüşünü savunmaktadır. Doğan, bizzat devletle işbirliği yaparak
Türk-merkezli bir Alevî kimliğinin inşa edilmesini sağlamak üzere Cem Vakfı’nı
kurmuştur. Doğan, devletten Diyanet İşleri Başkanlığında bir Alevî seksiyonu
açmasını; okullarda Alevîlik derslerinin verilmesini; TV ve radyo
istasyonlarında Alevî inanç sisteminin açıklandığı programlar yapılmasını
istemektedir (Doğan, 1995b). Dahası, Alevîliği Kemalist sekülarizmin tabiî
destekçisi ve garantörü olarak sunmaktadır. Doğan’ın durumu otoritenin dinden
siyasete kaydırılmasına iyi bir misal teşkil etmektedir. Doğan’ın kendisini
gösterdiği ve dinlettirdiği mass medya, talk showlar ve radyo programları bu
otorite kaymasında önemli bir rol oynamıştır. TV’de görünmelerinden ötürü Doğan
ve bazı diğer entellektüeller Alevî kültürünün otoriteleri olarak yer
edinmişlerdir. Medyaya bağlı bu otoriteye ilaveten kişinin yaptığı iş de
otorite kaymasında önemli bir faktördür. Alevî kimliği için dinî destek
gereklidir ama bu yetmemektedir. Bilim, güvenilir bilgi üretme metodu
olduğundan yüksek eğitim almış veyahut da üniversite sisteminin içinde
bulunanlar Alevîliğin otorite sahibi kaynaklan olmuşlardır.
Bazı devlet
görevlileri sadece Sünnî İslâm’ı kullanmakla kalmayıp aynı zamanda Alevîliği
Kürt milliyetçiliğinin siyasileşmesini nötralize etmek için de
kullanmaktadırlar. Diyanet İşleri Başkanlığı da ilk defa ileri gelen Alevî
toplum liderleriyle bir dizi toplantılar düzenlemiştir (Aygün, 1991). Yan
devlet kuruluşu olan Türkiye Diyanet Vakfı da 22 Şubat 1992’de Alevî inanç
sistemi ve İslâm hakkında bir konferans düzenlemiştir (Mert, 1992). Türk-İslâm
sentezinin önde gelen teorisyenlerinden olan Süleyman Hayri Bolay (1995)
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konuyla ilgili görüşünü şöyle özetlemiştir: “Türk
Millî Kültürü egemen kültürdür ve Alevîlik de bu Millî Türk kültürünün bir alt
kültürüdür”. Cem Dergisi nin etrafındaki ilim adamları da bu devlet merkezli
Alevî kimliğini bir alt kimlik olarak takdim etmektedirler. Yakın bir geçmişte
yapılan Alevî-Devlet ilişkileri hakkındaki uluslararası konferansta Alevî
yorumunun İslâm’ın Türk versiyonu olduğu şeklinde bir görüş belirtilmiştir. Bu
da ne geleneksel dedelerin ne de cemevinin Alevî kimliğinin kaynakları olmayıp
aksine, artık Alevî kimliğini icat ve lanse edebilecek, yönlendirebilecek ve
yeniden belirleyebilecek daha genç, eğitimli ve batılılaşmış entelektüellerin
ön plâna çıktığının bir göstergesidir.
Cem
Dergisinin Alevîliğin Türk İslâm’ının ayrılmaz bir parçası olduğu şeklindeki
takdimi, Alevîliği Türk İslâm’ının aksine bir Kürt dini olarak gören Cemşid
Bender (1991) tarafından acımasızca eleştirilmiştir[11].
Çoğunluğu Zazaca konuşan Kürt Alevîleri evrenselliklerini ifade edebilmek için
Marksist terminolojiyi Alevî söylemine dahil etmeye çalışmaktadırlar.
Siyasî
olarak Marksist ve devlet aleyhtarı olan Pir Sultan Abdal Dergisi Alevîliğin
“köklerinin İslâm’da” olmayıp sadece İslâm’dan etkilendiği görüşünü
savunmaktadır. Meselâ, Pir Sultan Abdal Derneği’nin de başkanı olan Murtaza
Demir (1993) “Alevîliğin amacı ve insan haklarını anlayışı bakımından İslâm’dan
farklı olduğu ve köklerinin İslâm’da olmayıp İslâm’dan etkilendiği” görüşünü ileri
sürmektedir. Devlet sistemi tarafından asimile edilmekten korktukları için de
Diyanet İşleri Başkanlığına katılmayı da reddetmektedirler. Başkanlık
tarafından devletleştirilmeye de karşıdırlar.
Cem ve Pir
Sultan Abdal tarafından sunulan Alevî kimliğinin bu iki ucu arasında bir dizi
farklı görüş yelpazesi de mevcuttur. Meselâ, popüler bir Alevî kuruluşu olan
Hacı Bektaş Derneği Alevî kimliğini devlet aleyhtarı ve daha çok topluma
yönelik Anadolu’ya mahsus İslâm ve Türklüğün algılanması olarak takdim etmektedir.
Dede gibi geleneksel Alevî kuramlarının üzerinde durmaktadır. Pir Sultan Abdal
Dergisi’nin aksine Çorum ve Amasya’daki Aleviler düzenli olarak camiye gitmekte
ve kendilerini Şia anlayışına uygun görmektedirler. Eski Çorum
milletvekillerinden Cemal Şahin, Alevî kimliğini İslâm’ın Şiî anlayışıyla
eşdeğer tutmaktadır (Şahin, 1995).
1993 Sivas
hadisesinden sonra Alevîler daha çok kimliklerini ortaya koymaya başladılar ve
devlet karşısında farklı bir etnikdinî grup olduklarına giderek daha fazla
vurgu yapmaya başladılar. Bu yeni Alevî kimliğinin ortaya konulması hadisesi
iyi bilinen ailelerin ve sülalelerin şecereleri ve tarihte meydana gelmiş bir
dizi zulüm görme olaylarının güncelleştirilmesi göz önüne alındığında farklı
bir karaktere sahip olduğu görülmektedir. Ortak değerler (ritüel uygulamalar,
sözel gelenek, yönlendirmeler) ve (“diğerleri” karşısında “biz” olmaya
sevmeden) sınırlara ilaveten Aleviler arasında giderek artan ve yazıya dökülmek
suretiyle objektifleştirilen siyasî bilinçlenme de mevcuttur. Türkiye’nin
etnik-diııî azınlıkları arasındaki bilinçlenme kaynakları onların hepsinin
ortak olarak siyasî baskıya maruz kalmaları ve kötü ekonomik şartlarıdır.
TV ve radyo
bu hisleri popülerleştirmekte ve Alevî cemaatını daha önce mümkün olmayacak bir
biçimde hareketlendirebilecek yeni bir iletişim ağı sunmaktadır. Meselâ, bir
grup silahlı insanın 12 Mart 1995 günü İstanbul Gaziosmanpaşa semtindeki Alevî
kahvelerine ateş açıp 2 kişiyi öldürmeleri ve 3 kişiyi de yaralamaları devlet
ve Alevî cemaatı arasındaki nazik ve muğlak sınırı iyice belirgin bir hale
getirmiştir. Polis araştırmalarında yavaş davranmış ve semtte yerel polis
karakolunun da saldırıda rol almış olması ihtimali üzerine dedikodular
çıkmıştır. Bu söylenti daha önce gözaltında bulunan bir Alevinin aynı polis
karakolunda öldürülmesiyle birleşince zaten devlete karşı olan Alevî cemaatını
tahrik etmiştir. Radyo ve TV kanallarında verilen haberlerde geçtiği gibi,
İstanbul’un başka yerlerinde bulunan Alevîler semte akın etmişlerdir. Hadiseyi
haber yapmak üzere TV kameraları ve gazeteciler bölgeye ulaşınca da
göstericiler daha da sertleşerek şiddete başvurmuşlardır. Daha sonra da
göstericiler polis karakolununun etrafını sararak adalet isteğinde bulunmuşlar
ve bir grup silahlı gösterici karakola ateş etmeye başlayınca polis de karşılık
vermiştir. Çatışma çoğu Alevî olmak üzere 22 kişinin ölümüyle sona ermiştir. Bu
hadiseden sonra artık Alevîlik devletin adalet ve insan haklarını inkâr
etmesinin bir sembolü haline gelmiştir.
Sivas ve
Gaziosmanpaşa'da meydana gelen toplu çatışmalar yeni iletişim araçları, giderek
artan eğitim seviyesi ve siyasî ile ekonomik liberalizmin Türk toplumunu
değiştirdiğini ve önceleri bastırılmış kimlikleri siyasileştirdiğini
göstermektedir. Bu üç öge etnik-dinî özü ‘millî’ potadan ayırmıştır.
Binaenaleyh, millî Türk kimliğinin parçalanarak Alevî ve Kürt kimliklerinin
ortaya çıkarılması etki alanını giderek artıran yeni iletişim araçları
vasıtasıyla meydana gelmiştir. Türkiye’deki kimlik tartışmaları iki yönlü bir
paradoksu da ortaya çıkarmıştır: Modern Kürt ve Alevî kimlikleri ticaret ve
iletişim araçlarıyla objektifleştirilmiş, fakat Alevî ve Kürt milliyetçi
kimlikleri sübjektif olup “antik” tarihte köklerini bulmuştur; bu kimlikler
nüfusun büyük bir kısmını harekete geçirebilecek bir siyasî güce sahiptir ama
felsefî olarak tutarsız ve parçalanmaya eğilimlidir. Zira sınıf, bölge ve şive
farklılıklarından doğan Alevî ve Kürt cemaatları arasındaki elitlerin rekabeti
de söz konusudur.
Bu makale,
insan haklarının global söylemleri ve etnik ile dinî kimliklerin tanınmasına
dair tartışmalarda yeni iletişim ağlarının önemli bir siyasî alan olduklarını
göstermektedir. Bu ağlar yeniden hayal edilmiş, Kürt ve Alevî kimliklerini inşa
etmek ve yaygınlaştırmak üzere editör, gazeteci, talk-show programcıları ve
roman yazarı olarak çalışan yeni bir kültürel girişimci sınıfının ortaya
çıkmasına imkân tanımıştır.
Yeni
iletişim ağları aynı zamanda ortak bir kimliğin bilincini güçlendirmiş ve
farklılığı göz önüne sermiştir. Meselâ, MED-TV Türkiye’deki Sünnî Kürtler
arasında Kurmançi dilinin standartlaşmasında önemli bir rol oynamış, fakat
Zazaca konuşan Alevîler ile Soranice konuşan İraklı Kürtler gibi rekabet
halindeki alt-millî bilincin oluşmasını da sağlamıştır. İran ve Irak Kürtleri
PKK yanlısı Türkiye Kürtlerinin mücadelesine ve Kurmançinin standart Kürt dili
haline gelmesine karışıdırlar ve bu hareketi bazı Türkiye Kürtlerinin egemenlik
kurma çabalarının bir göstergesi olarak kınamışlardır.
Daha önceki
iletişim teorilerinin millî entegrasyonu sağlayacaklarına dair öngörü
gerçekleşmemiştir. Yeni iletişim alanlarının ortaya çıkması etnik ve dinî
gruplara Kürt dünya görüşünün yaratılmasına imkân vermiş ve onların bir millet
olarak ortaya çıkmalarına yardım etmiştir. 1980'lerde siyasî ve ekonomik
alanların genişlemesiyle Alevî kimliği giderek bir siyasî “mezhepçi” kimliğe
bürünmüştür.
Alevî ve
Kürt örnekleri yeni iletişim teknolojilerinin bu kimliklerin siyasileşme ve
değişmelerinin şekilsiz ve dağınık olmaktan çok uzak olduklarını göstermiştir. Sözel
doktrininin sistemleştirilmesi tecrübesini yaşamakta olan Alevî cemaatı
örneğinde sözel Alevî ibadetleri ve inançlarının dahilî bir sekülerleşmesi de
görülmektedir.
‘Aşağıdan
yukarıya doğru’ gerçekleşen Alevî ve Kürt kimlik oluşumu Türkiye’deki medya
patlamasıyla birlikte meydana gelmiştir. Yeni iletişim ağları siyasî bilince
sahip elitlerin fikirlerini yaymalarına pek çok imkânlar vermiştir.*
Türkiye’deki iletişim patlamasının etkisi yeni farklı dilleri konuşan ve farklı
dinlere sahip etnik kimliklerin kamuoyuna duyurulmasını da sağlamıştır.
Sh: 57-87
Kaynak: Tartışmalı İlmi Toplantılar
Dizisi: 28, Tarihi Ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiyede Aleviler Bektaşîler
Nusayrîler, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Ensar Neşriyat: 61 Aralık 1999,
İstanbul
Ali, K.
(1996). “Med-TV Neden Susturulamıyor?” Zaman, 3 Kasım; aynca bkz.
Andrews,
Peter Alford, (ed.) (1989). Ethııic Groups in the Republic ofTurkey, Wiesbaden:
Reichert.
Arnheim,
Rudolf (1972). Radio: An Art of Sound, New York: Da Capo.
Atalay.
Besim (1991). Bektaşilik ve Edebiyatı, İstanbul: Ant Yayınları, 2. basım.
Ayata, Ayşe-Güneş (1995). Cumhuriyet, 2 Nisan.
Aydın,
Erdoğan (1996). “Devletçi Alevî Konferansı”, Cumhuriyet,6 Nisan.
Aygün, Hakan
(1991). “Diyanet Alevîlere Açılıyor”, Cumhuriyet,11 Aralık.
Aziz, Aysel
(1991). “Star I’in mesrulaştırılmasının03'küsü”, Medya,4, No. 9, s. 12-19.
BadılIı,
Rafet (1991). Kürt Dosyası, İstanbul: Cem Yayınlan.
Bender,
Cemşid (1991). Kürt Uygarlığında Alevîlik, İstanbul: Kaynak Yayınları.
___
(1993). Oniki İmam ve Alevilik, İstanbul: Berfîn Yayınları.
Birdoğan.
Nejat (1994a). Anadolu'nun Gizli Kültürü: Alevîlik, İstanbul: Berfin Yayınlan,
2. basım.
-- (1994b). “Alevî Araştırmacı Nejat
Birdoğan “Esas” Tartışmayı Başlatıyor”,
Aktüel, no.
172: 19-20.
Bolay,
Süleyman Hayri (1995). Günümüzde Alevîlik ve Bektaşîlik, Ankara: Diyanet Vakfı
Yayınları.
Bozkurt,
Fuat (1990). Alevîliğin Toplumsal Boyutları, İstanbul: Tekin Yayınları. Brown,
James (1991). “The Turkish Imbroglio: Tts Kurds”, Annals, AAPSS, no. 541
(Eylül): 116-129.
Çamuroğlu,
Reha (1996). “Din hizmetleri nasıl yapılmalı?”, Milliyet, 3 Nisan.
— ___ (1992). Tarih, Heterodoksi ve Babailer, İstanbul: Metis
Yayınları.
. --
(1993). Dönüyordu Bektaşîlikte Zaman Kavramı İstanbul: Metis Yayınları.
Demir,
Murteza (1996). “Örgütlenmek Hala Yasak”, Yeni Yüzyıl, 3 Mart.
— ___
(1993). Pir Sultan Abdal Dergisi, Şubat.
Doğan,
İzzettin (1995a). “Ciğerciğime delik delindi”, Zaman, 19 Mart.
--
11995b). "Hacı Bektaş’ı seviyorsanız, güvercini uçurmaksınız, hem de
incitmeden”, Milliyet, 17 Ağustos.
Eickelman,
F. D. ve J. Piscatori (1996). Müslim Politics, Princeton: Princeton University
Press.
Ersöz.
Mehmet (1977). Türkiye'de Alevîlik-Bektaşîlik, İstanbul: Otağ Matbaacılık.
Kral, Sadık
(1993). Anadolu'da Alevî Katliamları, İstanbul: Yalçın Yayınları.
Fığlalı,
Ethem Ruhi (1994). Türkiye'de Alevilik Bektaşîlik, Ankara: Selçuk Yayınları.
Engin, Aydın
(1995). “Alevîler Ne İstiyor?”,.Cumhuriyet, 2-9 Nisan.
Gülen,
Fethullah (1995). ‘“Ufuk Turu”, Zaman, 23-29 Ağustos.
Gürsel,
İbrahim Etem (1977). Kurtculuk Gerçeği, Ankara: Komen Yayınları.
Hannerz,
Ulf(1987). “The Woıld in Cıeolisation”, Af rica, 57, no. 4, s. 546-556
__
(1989). “Notes on the Global Ecumene”, Public Culture,1, no. 2, s. 66-75.
Hassanpour,
Amir (1995). “MED-TV, Britain, and the Turkish State: A Stateless Nation’s
Quest for Sovereignty in the Sky”, 7 Kasım 1995’te Freie Universitat Berlin’de
sunulan tebliğ.
Imber, Colin
(1979). “persecution of the Ottonıan Shi’ites according to the Mühimme
Defterleri 1565-1585”, Der İslam, 56, s. 245-74.
Izady, M.
(1989). “A Kurdish lingua franca” Kurdish Times, 2 (Yaz): 13-24.
Kaleli,
Lütfü (1990). Kimliğini Haykıran Alevîlik, İstanbul: Alev Yayınları.
Karin
Vorhoff, Karin (1995). ‘ The Makin" of Tradition: A Case-Studv of a
Religious Grouping in Recent Turkey”, 5 Mayıs 1995'te German Orient Institute,
İstanbul'da sunulan bu tebliğ D/e Welt des Islams’da yayınlacaktır.
Kanber,
Şükrü (1993). “Alevîler anlaşılmak istiyor”, İzlenim. (Mayıs): 19-20.
Levvis,
Bernard (1968). The Emergence of Modern Turkey. Londra: Oxford University
Press.
MacKenzie,
David (1989). “The Role of the Kurdish Language in Ethnicity’ , Ethnic Groups,
ed. Peter A. Andre\vs içinde, s. 541-542.
Mandel, Ruth
(1990). “Shifting centres and emergent identities: Turkey and Germany in the
lives of Turkish Gastarbeiter”, Muslini Travellers: Pilgrimage, Migration, and
the Religious Imagination, ed. D. F. Eickelmaıı ve j. Piscatori, içinde, s.
153-1.74, Berkeley: university of California Press.
Mardin,
Şerif (1982). “Turkey: İslam and VVesternization”, Religions and Societi es:
Asia and the Middle East, ed. Carlo Caldarola, içinde, s. 171-198, Ne\v York:
Mouton Press.
Mert, Hamdi
(1992). “Gündem: Alevîlik”, Diyanet, no. 12, Şubat.
Noyan, Bedri
(1995). Bektaşîlik Alevilik Nedir?, İstanbul: Ant/Can Yayınları.
Öncü, Ayşe
(1995). “Packaging Islarn: Cultural Politics on the Landscape of Turkish
Commercial Television”, Public Culture,8, s. 51-71.
Öz, Baki
(1992). Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları, İstanbul: Ant Yayınları.
Özgünay,
Abidin (1993). “Alevîlik İslâm’ın özgün Parçasıdır". İzlenim. Mayıs.
Özkırımlı,
Atilla (1991). Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi AlevîlikBektaşîlik,
İstanbul: Cem Yayınevi.
Şahin,
Teoman (1995). Aleviler e Söylenen Yalanlar: Bektaşîlik Soruşturması T, Ankara:
Armağan Kitap ve Yayınevi.
Şener, C.
(1991). Alevîlik Olayı: Toplumsal Bir Başkaldırının Kısa Tarihçesi, İstanbui:
Tekin.
Sönmez,
Mustafa (1996). “Türk medya sektöründe yoğunlaşma ve sonuçları”, Birikim, 92
(Aralık): 76-86.
Tunçay, Mete
(1981). Türkiye. Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması (1923-1931),
Ankara: Yurt Yayınları.
TSK. (1982).
Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar, Ankara: Kara Kuvvetleri Komutanlığı
Yayınları.
Yalman, Nur
(1969). “Islamic reform and the mystic tradition in eastern Turkey”, Archives
Eurepeen Sociologie, no. 10:41-60.
Yavuz, M.
Hakan (1993). “Nationalism and İslam: Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset”, Oxford
Journal of Islamic Studies, 4, no. 2 (Temmuz): 175-208.
__
(1996). “Return of İslam: New Dynamics in State-Society Relations and the
Role of
İslam in Turkish Politics”, Islamic Wold Report, 1, no. 3:77-87.
Yavuz,
Sevinç ve Murat İnceoğlu ( 1996). “Alevîler ne istiyor?”, Yeni Yüzyıl, 3 Mart.
Yörükoğlu,
R. (1990). Okunacak Kitap İnsandır: Tarihten Günümüze Alevîlik, İstanbul: Alev
Yayınları.
Van
Bruinessen, Martin (1991). Agha, Shaikh and State: The Social and Political
Strııctures of Kurdistan, Londra: Verso.
__
(1996a). “Kurds, Turks and the Alevî Revival in Turkey”, Middle East.
Report, (Temmuz-Eylül): 7-9.
__
(1996b). “The Debate on the Ethnic Identity of the Kurds”, Centre for the Study
of Asia and the Middle East, Deakin University (Avustralya ı’da sunulan tebliğ.
Zaptçıoğlu,
Dilek (1995). “Almanya’da Alevî Ronesansı”, Yeni Yüzyıl, 3 Nisan.
Dergiler ve
Gazeteler
Aktüel
(1994). “Alevîlik İslam’la Özdeştir”, no. 173, s. 24-25.
Resmî
Gazete, 22 Ekim 1983: 28-29.
Nokta
(1991). “Televizyon Patladı”, Şubat: 5-13.
The
Economist, 8 Haziran 1996: 7.
[1]
Birleşik Devletler’de homoseksüel ve lezbiyen kimliklerin oluşumunu açıklamada
“ortaya çıkmak” (“coming out”) tabiri kullanılsa da Türkiye’de Alevî kimliği,
ABD’deki homoseksüel kimlik gibi, nefretle ve ahlâkî çöküntünün kaynağı olarak
ele alınmıştır. Ensest hakkındaki popüler hikâyeler her zaman Alevî toplumunda
yoğunlaşmış ve onlar genellikle “kirlenmiş” olarak algılanmaktadırlar.
[2]
“TV devrimi” denilen hadise 1992’de ortaklarından birisi de Cumhurbaşkanı
Turgut Özal’ın oğlu olan Almanya’da kurulu bir Türk şirketinin Türkiye’ye yayın
yapmasıyla başladı. 1982 Anayasası’nın 133. maddesi TV ve radyo yayın hakkını
devlete vermişti. Milletlerarası bir yayın neticesinde bu madde geçersiz kaldı.
Magic Box kanalı Star 1 adıyla Almanya’dan yayma başladı (Aziz, 1991).
[3]
Bu bilgi için Radyo Televizyon Üst Kurulu’na teşekkür ediyorum. The Economist’e
göre “son. sayımlara göre 300 yerel olanların yanısıra 16 ülke ve 15 de
bölgesel çapta istasyon mevcuttur. Radyo ise çok daha yaygındır: 35’i ülke
geneli, 109’u bölgesel ve 1000’den fazla yerel istasyon mevcuttur” (The
Economist, 1996:7).
[4]
Türkiye hakkında daha önce yapılan çalışmalar (Levvis, 1968) devlet- merkezci
olmuş ve Türk toplumunu homojen olarak görüp onun modernliğe doğru gidişini
göstermişlerdir. Ancak son zamanlarda ilim adamları (Andrews, 1989; van
Bruinessen, 1992) Türkiye’nin farklılıklarına dikkat etmeye başlamışlardır.
[5]
Bu parti Meclis’te grup oluşturacak kadar oy alamamıştır. Parti başkanı
-Mustafa Timisi- Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılarak İstanbul milletvekili
seçilmiştir. Bu partinin kuruluş ve kapanması hakkında hiç bir çalışma yoktur.
[6]
Ayşe Güneş Ayata’ya (1995) göre 1960’larda Alevîlerin şehirlere göçü çok fazla
olduğundan fabrikalarda işçi oldular ve solcu, eşitlikçi fikirler de bu yıllarda
Alevî kültürüne girdi. Ayata, eşitlikçilik ve demokratik düşüncenin Alevî
kültürünün temel öğeleri olduğu görüşüne de karşı çıkmaktadır. Ona göre bu
fikirler 1960’larda kültürün içine girmiştir.
[7]
Alevîlerin Türkiye’deki sayıları hakkında güvenilir bir kaynak olmamakla
beraber Devlet İstatistik Enstitüsü’nden bir araştırmacı Türkiye nüfusunun
%8’inin Alevî olduğunu iddia etmektedir.
[8]
Besini Atalay, Bektaşîlik ve Edebiyatı (İstanbul: Ant Yayınları, 1991); Halit
Baldemir, Din ve Alevîlik Üzerine (İstanbul: Nam Yayıncılık, (1994); Nejat
Birdoğan, Anadolu ve Balkanlar’da Alevî Yerleşmesi (İstanbul: Alev Yayınları,
1992); Nejat Birdoğan, Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevîlik (İstanbul: Berfın
Yayınları, 1994); Cemşid Bender, Oniki İmanı ve Alevîlik (İstanbul: Berfin
Yayınları, 1993); Cemşid Bender. Kürt Uygarlığında Alevîlik (İstanbul: Kaynak
Yayınları, 1991); Fuat Bozkurt, Alevîliğin Toplumsal Boyutları (İstanbul. Tekin
Yayınları, 19907; Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoksi ve Babaîler (İstanbul:
Metis, 1992); Reha Çamuroğlu, Dönüyordu - Bektaşîlikte Zaman Kavramı (İstanbul:
Metis, 1993); Sadık Eral, Anadolu’da Alevî Katliamları (İstanbul: Yalçın
Yayınları, 1993); Lütfî Kaleli, Sivas Katliamı ve Şeriat (İstanbul: Alev
Yayınları, 1994); Lütfi Kaleli, Kimliğini Haykıran Alevîlik (İstanbul: Habora
Kitapevi, 1990); Esat Korkmaz, Alevîlik-Bektaşîlik Terimler Sözlüğü (İstanbul:
Alev Yayınları, 1993); İsmail Metin, Alevîlerde Halk Mahkemeleri (İstanbul:
Alev Yayınları, 1995); Baki Öz, Osmanlı’da Alevî Ayaklanmaları (İstanbul: Ant
Yayınları, 1992); Atilla Özkırımlı, Toplumsal Bir Başkaldırının İdeolojisi
Alevîlik-Bektaşîlik (İstanbul: Cem Yayınevi, 1991); Bedri Noyan, Alevîlik
Nedir?(İstanbul: Anadolu Matbaası, 1995); R. Yörükoğlu, Okunacak Kitap
İnsandır: Tarihten Günümüze Alevîlik (İstanbul: Alev Yayınları, 1990); Cemal
Şener, Alevîlik Olayı: Toplumsal Bir Başkaldırının Tarihçesi (İstanbul: Yön
Yayıncılık, 1989); Cemal Şener, Alevîlik Üstüne Ne Dediler (İstanbul: Ant
Yayınları, 1990).
[9]
Bu toplantıya katılan dernekler ve yayınevleri şunlardır: Avrupa Alevî
Birlikleri Federasyonu, Pir Sultan Aptal Kültür Dernekleri, Hacı Bektaş Veli
Kültür Dernekleri, Hollanda-Alevî-Bektaşî Sosyal ve Kültür Dernekleri
Federasyonu, Şahkulu Sultan Derneği, Karacaahmet Derneği, Semah Kültür ve
Araştırma Vakfı, Pir Sultan Aptal Kültür Dergisi, Cem Dergisi, Can Yayınları,
Yurtta Birlik Gazetesi, Gönüllerin Sesi Gazetesi ve Kervan Dergisi. 13
temsilciden 6’sı ya dergi ya da yaymevidir.
[10]
Cumhuriyet Halk Partisi’ndeıı önceki dönem Tunceli milletvekili olan Ali Haydar
Veziroğiu zengin birisi olup Demokratik Barış Hareketi’ni kurmuştur. 1995 genel
seçimlerinden önce CHP’nin % 10 seçim barajını aşabilmesi için DBH seçimlerden
çekilmiştir (Siyah Beyaz, 12 Aralık 1995). DBH’nin milletvekili adaylarının
hemen hemen hepsi Aleviydi (isimler ve seçim bölgeleri için bkz. Siyah Beyaz, 2
Aralık 1995). DBH’nin sloganı “Adlarımız farklı olabilir, soyadımız Türkiye”
idi. Gazetelere verdikleri ilanlarda DBH farklı etnik-dinî grupların hakları,
milliyetçi olmayan bir devlet ve bir anayasal vatandaşlık fikri üzerinde
durmuştur (bkz. Cumhuriyet, 7 Temmuz 1996). Fakat Alevîlerin çoğu mezhebe
davalı bir parti fikrini desteklemediler..-
[11] 1994
yılından beri Kürt milliyetçiliği ve Alevîlik arasındaki ilişkiyi ortaya
çıkarmaya çalışan iki tane dergi yayın hayatını devam ettirmektedir: Çağdaş
Zülfikar (Haziran 1996’dan beri) ve Yeni Zülfikar.
[5] Bk. Nejat Birdoğan, Anadolu Alevîliğinde
Yol Ayrımı, İstanbul, 1995, s. 543, Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevîlik,
İstanbul, 1995, s. 452.
[23] Güvenç (1993: 4)'e göre "Aile
dışındaki toplulukların, 'kimsiniz, kimlerdensiniz?' sorusuna verdiği yanıtlar,
o grubu, toplum ya da topluluğa yaklaştıran ya da ondan uzaklaştıran bir
soy-sop ya da tarih bilinci olabilir. Kişi ve grupların bu tür sorulara
verdiği yanıtlar, kültüre, toplum yapısına, dünya görüşüne bağlıdır. Yanıtlar,
zemin-zamana, durum ve koşullara, çevrenin beklentilerine, olayların gidişine
göre değişebilir. Kimi Altaylı, kimi Müslüman, kimi Alevî/Bektaşî, kimi aslen
İstanbullu, Van- lı, Çerkez, Gürcü, kimi köylü, Tahtacı, Türkmen ya da Yürük
olduğunu söyler! Bunların hepsi birden kişilerin tarihî ya da kültürel kimlik
seçimleri, seçenekleridir."
[26] Araştırmacı (bkz. Engin 1993:53), 1991
yılının Haziran ayında bir hafta sonu İstanbul'dadır ve burada gideceği adresi
pek iyi bilmemektedir. Ulaşmak istediği adrese nasıl gidebileceğini öğrenmek
amacıyla yanına yaklaştığı bir simitçi ile araştırmacı arasında kurulan kısa
süreli bir dostluk içinde, simitçinin şu sorusu dikkat çeker: "Sen acı' mısın?
Yoksa, 'tatlı' mı?" Araştırmacı, bu sorunun içerdiği "mesajı"
sorduğunda, simitçinin, "acı" kavramı ile ”hacı"yı yani
"Sünnî'yi, "tatlı" kavramı ile de "Alevî'yi
özdeşleştirdiğini öğrenir ve bu sorunun, araştırmacının Sünnî ya da Alevî olup
olmadığının bilinmesi amacıj'la yöneltildiği ortaya çıkar.
[32] Bu konuda değişik örnekler için bkz.
Acıpayamlı 1974; Tezcan 1974; Örnek 1979a-b; Altuntek 1985.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar