Print Friendly and PDF

ALİ AKIŞ HAYATI VE İDİL-URAL ÜLKESİ

Bunlarada Bakarsınız



Yaşım 86.
Ömür boyu kalem tutan elim, artık kalem tutamaz hâle gelmek üzere. Bu, Yaradan ’nın değişmez kanunu.. Artık Allah 'ın huzuruna çıkmaya hazırlanıyorum.
Hayatım ve faaliyetim konusundaki incelemeleri, olağan üstü çalışma azmi her türlü takdirin fevkinde olan ülküdaşım, meslektaşım, şair, üniversite hocası ve araştırmacı yazar Sayın Yunus Zeyrek Beyefendiye müteşekkirim.
Millî ve İlmî sahalarda emeğini esirgemeyen Yunus Bey, genç kuşaklara numune olmuştur. Kendisiyle 1990 yılında Almanya 'da tanıştık. On dört yıl içinde, diğer birçok çalışması arasında benimle yaptığı bir röportajı neşretti ve sonra da iki kitabın yazılmasında çok verimli çalışmalar yaptı. Bu vesileyle Yunus Beye sağlıklı bir hayat diliyor; bereketli çalışmalarla daha onlarca eser yazması için Allah ’a dualar ediyorum.
Egoizmin hakim olduğu böyle bir zamanda, ümit veren çok, yapan azdır. “ Vaat edileni üç ay bekler, sonra unuturlar!” diyen. Rus atasözü aklıma geliyor. Ben unutmam. Yunus Zeyrek’in dürüstlüğünü, samimiyetini ölünceye kadar unutmam. “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş... ”
Ali AKIŞ
HÜRRİYET MÜCAHİDİ ALİ AKIŞ DOKSAN YAŞINDA
Yunus ZEYREK / Ocak 2008
Ali Akış, muhaceretle yurdumuza gelmiş İdil-Ural aydınlarından biridir. Onun, İdil Ural’dan Türkiye’ye gelen diğer aydınlardan farkı var. Diğerleri bilim ve kalem erbabıydı. Akış ise bir gazeteci ve cemiyet adamı olarak hem kalem ve hem de aktif faaliyetiyle millî vatan davası yolunda bir ömür yaşamıştır.
Akış’ın ailesi, bugünkü Rusya Federasyonu’na bağlı tarihî AltınorduTürk ülkesi olan İdil-Ural’dan Uzak Doğu’ya, Mançurya’ya göç etmiştir. Buralarda yerleşen tüccar aileler, zamanla birer koloni oluşturmuşlardır.
Akış, böyle bir ailenin çocuğu olarak 1918 yılında Haylar şehrinde dünyaya geldi. Onu doğup büyüdüğü topraklar şimdi Çin sınırları içinde yer almaktadır.
Bu tarihe kadar anayurtla sıkı bağları devam eden Uzak Doğu Tatar kolonisinin bu tarihten sonra İdil-Ural’la bağı kopar. Zira Rusya’da çarlık yıkılmış, komünist rejim gelmiştir. Mançurya’nın Harbin, Haylar ve Mukden gibi şehirlerinde yaşayan İdil-Urallılar, artık vatana dönmeyi değil, Türkiye, Japonya ve ABD gibi hür dünya ülkelerine gitmeye karar vermişlerdir.
Çoğu gibi Akış ailesi de Türkiye’ye gelmiştir. Ali Akış, Mehmetçik üniforması giyerek ve yedek subay olarak askerliğini Türkiye’de yapmıştır (1945).
İdil-Ural ülkesinin unutulmaz önderi, ünlü edip Ayaz İshakî, 1934 yılında Uzak Doğu’ya gelmişti. Bu sırada henüz bir lise öğrencisi olan Ali Akış, İshakî’nin tesirinde kalmış, onu sevmiş ve millî mücadele yoluna koyulmuştu. Bu sevgi, bir gün onu alıp, İshakî’nin yaşadığı Varşova’ya, onun yanına götürecekti (1938).
Varşova’da Promete Kulübü ve Paris Bloku faaliyetine katılarak zulüm rejimi olan Sovyet yönetimine karşı hürriyet mücadelesine katkıda bulunmuştur. Türkiye’de İdil-Ural Millî Merkezi, İdil-Ural İstiklâl Komitesi, Dünya Tatar Birliği; Almanya-Münih’te Hürriyet Radyosu’nun Tatar şubesinde spiker, yorumcu ve yönetici olarak görev yaptı. 1983 yılında buradan emekli oldu. Bu tarihten itibaren konuşmalar yaparak, kitap ve makale yazarak 70 yıldan beri emek verdiği İdil-Ural’ın istiklâli, Türklük ülküsü ve Avrasya idealine hizmet etmektedir.
Bu satırlarda dikkat çeken ilk husus, Akış’ın kanat açtığı coğrafya olsa gerektir. Bu coğrafya Asya’nın batısında Tataristan’dan başlıyor, Uzak Doğu’ya Mançurya (Çin) ve Japonya’ya uzanıyor. Oradan yüksek tahsil için gittiği Afrika’ya (Kahire), ve Avrupa’ya (Varşova) geçiyor. Bundan sonra Ali Akış’ı daha ziyade şu merkezlerde görüyoruz: İstanbul, Ankara, Münih...
İstanbul, 1940’ta Türkiye’ye ilk geldiğinde ikamet ettiği, fakülteye gittiği, memurluk ve askerlik yaptığı şehirdir. 1948’de Ankara’ya geldi ve bilahare NATO’nun Ankara ofisinde görev aldı.
Ali Akış, 1966’da Münih’tedir. Burası, soğuk savaş döneminde Akış’ın hürriyet mücadelesine destek verdiği ve en verimli yıllarını geçirdiği şehir olması bakımından onun hayatında ayrı bir öneme sahiptir. Uzun yıllar görev yaptığı Radyo Liberty'den emekli olduktan sonra da bu şehirde millî ve mesleki faaliyetine devam etmiştir.
Akış, 1990’lı yıllarda soğuk savaş dönemi bitince, ata yurdu Tataristan’la yüz yüze geldi. O uğursuz devirde ‘Sovyetler Birliği’nin can düşmanı’ olarak ilân edilmişti. Şimdi hemşehrileriyle kucaklaşma zamanıydı. Öyle de oldu. Tataristan’a davet edildi, şeref beratı verildi. Onun adını taşıyan bir okul ve müze açıldı. Kazan basınında Ali Akış adı hürmet ve minnetle anılmaya başladı. Biri Türkiye’de diğeri Tataristan’da olmak üzere hakkında iki kitap yazıldı. Bunlar, mücadele ve gerginlikle geçen bir ömrün kemal çağında Ali Akış için birer gurur ve sevinç kaynağıydı.
Şimdi Ankara’da ikamet eden ve kendisini, “Her fani gibi ben de ebediyet âlemine göç etme hazırlığı içinde bulunuyorum.” diyen Ali Akış, millî davasını bir an bile unutmamaktadır. O, bir yandan vatandaşı olduğu ve Türk dünyasının çatısı olarak gördüğü Türkiye’nin meselelerine kafa yorarken diğer yandan da Kazan’da neler olup bittiğini, hemşehrilerinin neler yaptığını düşünüyor. Sevinçleriyle seviniyor, kederleriyle üzülüyor. Oralardan tahsile gelen gençlere yardım ediyor. Onlardan birinin başına bir iş gelse üzülüyor. Çaresizlik içinde kalemini alıp duygularını yazıya döküyor; bunları, kendi adını taşıyan internet sitesinde yayınlıyor.[1]
Ali Akış’la tanışmamızın ve dostluğumuzun üzerinden 18 sene geçti. Aralık 1990 yılında Münih’teki evinde kendisiyle yaptığım uzun röportaj, Zaman gazetesinde neşredildi.[2]
Münih’te başlayan bu dostluk, birçok ortak faaliyetle artarak devam etti. 2000 yılında Ankara’da ikamet etmeye başlayınca hatıralarının neşrinde yardımcı oldum.[3] Sonra da bibliyografyasını hazırlayarak kendisiyle ilgili bir kitap yazdım.[4]
Bu kitaptaki “Hakkında Yazılanlar” bölümüne bakıyorum. Basında, İdil-Ural Davası ve Sovyet Emperyalizmi adlı kitabı üzerine yazılar çıkmış. Bu kitap, 1964 ve azalarak 1965 yılında muhtelif basın organlarında İdil-Ural’dan bahsedilmesine vesile olmuş. Ne yazık ki basınımız, bundan sonra Akış’ı unutmuş. Bunda, Akış’ın yurt dışında yaşamasının rolü olsa da millî davanın bir yere gittiği yoktu!
Akış adını bundan sonra, 1986’da Kırım muhacirlerinin çıkardığı Emel dergisinde, 1988’de de Azerbaycan dergisinde görüyoruz. Ama bu arada Sovyetler Birliği’nde, Kazan’da, Akış’a ateş püsküren yazılar devam etmektedir.
1990’lı yıllarda Akış’ın Kazan basınında hürmet ve minnetle selâmlandığına şahit oluyoruz. Ama Türkiye basınında hâlâ yok! Ne demeli, nasıl yorumlamalı...
Denilebilir ki, Türk basını bu dönemde iki yola sapmıştır. Birisi, içinde Türk unsurunu barındırmayan, bilhassa Türk’ün can damarını kesmeye çalışan, uğursuz solliberal kanat; diğeri de daha çok kazanmak için her yolu mubah gören, bu uğurda millî davaları feda eden sözüm ona sağ kanat basını! Bunları toplayıp çarpsan bir Ali Akış çıkar mı? Milliyetçi cenah mı? Eski milliyetçilik anlayışı ve eski milliyetçilerden ne kaldı ki.
Akış, gerçek bir hürriyet mücahididir. Onun kalbi ve kafası, yalnız ata yurdu İdil-Ural’ın istiklâl ve hürriyeti için yorulmamış; bütün mazlûm milletlerin hukukunu düşünmüştür. Azerbaycan, Doğu Türkistan, Kuzey Kafkasya, Çeçenya, Filistin, Kerkük. O, emperyalizmin karasını da kızılını da lânetlemiştir.
Ali Akış’a göre Avrupa Birliği, bir Hristiyan kulübü olarak Yahudi ve Ermeni iddia ve ideallerinin arkasında olmuştur; bundan sonra da olacaktır. O, Türk’ün geleceğini AB’de değil, Avrasya idealinde görmektedir.
Ali Akış, Ocak 2006’da bir veda yazısı kaleme almış, Tataristan aydınlarından memnuniyetini ifade etmiş, onlara “Sağ olun dostlarım.” demişti.
Bu veda yazısının sonunu da şöyle tamamlamıştı: “Türkiye kamuoyuna gelince, o önce beni takdirle karşıladı. Ama son yıllarda hafızai beşer nisyan ile malûldür sözünün doğru olduğuna esefle şahit oldum... Yine de kimseyi şikâyet etmiyorum. Hakkınızı helâl edin.”
Bu yazının kaleme alındığı neredeyse bir sene oluyor. Zaman zaman bakıyorum, yeni cümleler ilâve ediyorum. Şimdi takvimler 2008 yılı ekimini gösteriyor.
Ali ağabeyi en son geçen hafta ziyaret ettim. Arayı fazla açınca cep telefonundan arıyor, “Sesini özledik, nerelerdesin?” diye sitem ediyor. Dünya meşgalesi, her gün yeni bir mesai koyuyor önümüze; günler böyle akıp gidiyor. Ali ağabeye gidip hâl hatır sorunca, adetâ limanda gemi bekleyen bir yolcu edasıyla ellerini iki yana açıyor. O anda ben Yahya Kemal’in, “Artık demir almak günü gelmişse zamandan/Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.” beytini hatırlıyorum. İçim burkuluyor. Konuşmaya başlayınca yine vatan diyor, Ruslar diyor, halkımız diyor! O zaman Ali ağabeyin yüzünde yine aynı şâirin şu beytini okuyorum: “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor/Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.” Son yazılarından birinde diyor ki, “Benim günlerim sayılıdır. Ona göre millî kültür ve fikir mirasına sahip çıkmanız, kaçınılmaz bir şekil almıştır. Hakkınızı helâl edin. Allah sizlere devamlı sağlık, sonsuz mutluluk ve her işinizde büyük başarılar versin.”
Gerçekten Ali ağabey dünyanın faniliğini bilen ve öbür âleme göç etmeye hazır, inanmış bir kahramandır.
Akış, hürriyet mücadelesi bayrağını Ayaz İshakî’den devralmıştı. Bu bayrağı kime devredecek, bilmiyoruz.
Bence o, soğuk savaşın sona ermesiyle şekil değiştiren bu mücadeleyi, özelde Tatar ve genelde bütün Türk gençliğine emanet etmiştir.
Kendisiyle 2006 yılında TRT televizyonu için yaptığımız röportajda, gençliğe bazı öğütlerde bulunmuştu. Bu öğütleri vasiyet olarak da kabul edebiliriz:
1. Anadili korumak, 2. İslâm dinine bağlı kalmak, 3. Millî tarihi iyi öğrenmek ve öğretmek, 4. Millî iktisadımızı kuvvetlendirmek, 5. Devlet idealimizi canlı tutmak, 6. Türk Tatarİslâm sentezinden oluşan Avrasya idealinde geniş kapsamlı birlik kurmak ve dünya barışına katkıda bulunmak.
Bugüne kadar doksan yılının yetmişini millî ve insanî davalara adamış olan Ali ağabeye sağlık ve iki dünya hoşluğu diliyorum.

İdil ırmağıyla Ural dağlan arasındaki bölgeden meydana gelen İdil-Ural ülkesi, büyük Türk dünyasının çok önemli bir parçasıdır.
Bu ülkede Tatar, Başkurt ve Çuvaş gibi Türk toplulukları yaşamaktadır.
Tatar adı, Kazan ve Kırım halkı için kullanılmaktadır. Tatar ismi, bu halkın öz adı mı, yoksa Ruslar tarafından yerleşmesi sağ­lanmış bir tabir mi olduğu meselesi, hâlâ kesin bir sonuca bağlan­mamıştır. Bununla beraber tarihte bu halkın kendini Tatar olarak adlandırmadığını söyleyebiliriz.
Çok eski bir Türklük tarihi olan İdil-Ural Bölgesinin bugünkü ahalisi, Kıpçak-Altın Orda hatırasıdır. Bu aziz halk, yüzyıllardan beri devam eden esarete rağmen millî kimliğini muhafaza etmiştir.
Çarlık devrinde, Türk adı kullanılmıyordu. Ruslar, Türk Moğol Devleti halkına Tatar diyor, bütün Türk kavimleri, hatta Kafkas Müslümanlarını da Tatar diye tarif ediyorlardı. Azerbaycan Türklerine de Tatar ismini veriyorlardı. Çarlığın son yıllarında, Güney Kafkasya’da yapılan nüfus istatistiklerinde, Türk yerleşim birimlerinin halkı Tatar olarak adlandırılmıştı.
İdil-Ural halkı, kendini eskiden Bulgarî, Kazanlı veya Müs­lüman olarak tarif ediyordu. Zamanla bazı aydınlar, dinî bir terim olan Müslüman yerine, millî bir anlam taşıdığı zannedilen Tatar ismini kullanmayı tercih ettiler.
Her şeye rağmen XX. yüzyıl başlarında milliyet duygusunun Türk kelimesiyle ifade edildiğini söyleyebiliriz. Ali Akış’ın hatı­ralarını ihtiva eden Aklımda Kalanlar adlı kitaba fotoğrafını ve klişesini koyduğumuz Uzak Doğu’daki İdil-Ural cemaatinin mek­tebi, 1920’li yıllarda resmî evrakında, “Türk-Tatar Müslüman Mektebi” ismini kullanmaktaydı.
Türkiye’nin askerî, siyasî ve kültürel nüfuzunun bulunmadığı bu uzak coğrafyada Türk adını kullanmanın derin anlamı vardır.

Türkiye’ye gelen İdil-Ural aydınlarının modem Türk milli­yetçiliğine vermiş oldukları hizmet, her türlü takdirin üzerindedir. Türkolojinin hemen her alanında, bilhassa dil, tarih, edebiyat ve siyasette İdil-Urallı aydınların müstesna bir yeri vardır.
Sovyet rejimi, bütün Türk boylarını ayrı birer millet olarak ta­rif etmişti. Konuşma dillerini edebî dil hâline getirmek ve otonom idareler vermek suretiyle, Türk topluluklarını birbirinden ayırmıştı.
Bu dönemde Tatar sözü, yalnız İdil-Ural ile Kırım halkının adı olarak kullanıldı. Bütün kültürel değerleri aynı olduğu halde, iki dildeki küçük ağız farklarını kullanan Sovyet rejimi, iki kardeş halk olan Tatar ve Başkurtları, ayrı tasnife tabi tutarak ikiye böldü. Üstelik İdil-Ural ülkesini, altı özerk cumhuriyet, altı da eyalet ol­mak üzere on iki parçaya ayırdı.
Bugün Tatar halkının sadece bir kısmı, merkezi Kazan olan Tataristan Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamaktadır. Birçok Tatar şehir ve kasabaları, bu cumhuriyetin dışındadır.
Tatarlar, her ne kadar ayrı bir coğrafyada ve başka bir devletin siyasî sınırları içinde kalmış olsa da, en çetin zamanlarda bile, Tür­kiye ile gönül bağını koparmamışlardır. Bu hususta sadece bir ör­nek bile, bu halkın büyük Türk milletinin bir parçası olduğunu ifade etmeye yeter sanırız: Rus Çarlığı Duma’sında, Müslüman üyelerden bağlılık andı istendiğinde, Tatar üyeler, Osmanlı’ya karşı savaşa gitmeme ve Çarlığın İstanbul ve Boğazlar üzerindeki emellerinden vazgeçme şartlarını açıkça öne sürmüşlerdi.
Tatar halkının, Osmanlı-Rus muharebelerinde esir düşen Türk askerlerine gösterdiği teveccüh de hatırlardan silinme­miştir. Bu konuya dair örnek hikâye ve hatıralar çoktur.
Birinci Dünya Savaşı esirlerimize yiyecek ve giyecek ve­ren, para toplayarak yardım eden, pasaport temin ederek esa­retten kurtaran bu halk!4
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düşen İdil-Ural gönüllülerinden teşekkül eden Asya Taburu’nun Osmanlı’nın Irak cephesindeki fedakârlıkları unutulmamalıdır.5
Yine aynı savaş yıllarında Rus ordusunun Kafkas birlik­lerinde görevli İdil-Ural asıllı subayların Kars’taki yerli aha­liyle olan yakın ilişkisi hâlâ anlatılmaktadır. Rus ordusunun çekilmekte olduğu bir sırada ortalığı kasıp kavuran Ermeni vahşetini haber vererek yerli halkın zamanında tedbir alıp canlarını kurtarmasını sağlayan Yarbay Abdullayev/Ablayev için hâlâ Mevlid okunmakta, dua edilmektedir.6
Bunlar, tesadüfi şeyler değil, bilakis aynı kökten gelen halkların, biri dara düşünce diğerinin elinden gelen yardımı yapmış olmasının belgeleridir.
Şunu da unutmamalı ki, İdil-Ural ve Kırım halkı, tarihin kay­dettiği en acımasız zulümlere maruz kalmıştır. Jenosid, sürgün, katliam gibi insanlık tarihinin en yüz kızartıcı hareketlerinin kur­banı olmuştur.
Ne yazık ki, günümüzde, bütün Türkleri içine alan büyük bir Türk siyasî birliği bulunmamaktadır. Uçsuz bucaksız bir coğrafya üzerinde yaşayan Türk topluluklarının kimi bağımsız devlete, kimi özerk bir yönetime sahiptir, birçoğu da bu tür siyasî imkânlardan mahrum bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, TatarBaşkurt halkının, birer muhtar cumhuriyete sahip olmakla birlikte, önemli bir kütlenin, bu cumhuriyetler dışında kaldığı söylenebilir.
Totaliter rejimin yıkılmasından sonra gelen açıklık devrinde, halkın, millî köklerine dönüş hareketini memnuniyetle görmekte­yiz. Bu dönemdeki problemler ve bunların çözüm yollan üzerinde de birkaç söz söylemeliyiz.
Bu halkı ayakta tutan ve bunca baskıya rağmen millî kimliğini bugünlere getiren kültürel değerleri muhafaza etmenin yanında, bu değerlerin inkişâfı için de ne lâzımsa yapılmalıdır. Bunun için da­ğınık halkın bütün kesimleriyle bağlantı kurarak, bu kütleyi ruh ve gönül birliği içinde yarınlara hazırlamalıyız. Bu çerçevede Türklü­ğün merkezini teşkil eden Türkiye ile her imkân ve fırsatı değerlendirerek her sahada iş birliği yapılmalıdır. Eğitim, ticaret, turizm ve basın-yayın alanında, ortak projeler üretilmelidir.
Tamamen bir Rus oyunu olan Tatar-Başkurt problemi çö­zülmelidir. Bunun için herkes üstüne düşen fedakârlıktan kaçın­mamalıdır. “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap” olduğu hatırdan çıka­rılmamalıdır.
Taşkınlıklara meydan vermeden, akılcı bir yolla, gençliğe sa­hip çıkarak, onların ortak hedeflere yönelmesi ve aynı idealler etra­fında toplanması için gayret gösterilmelidir. Bu hususta, bizden önceki ünlü İdil-Ural aydınlarının tecrübesinden azami derecede yararlanmalı, onların hatıraları ve eserlerinin yeni nesillere akta­rılması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır.
Türk Dünyasının ünlü bilginlerinin çoğu bu coğrafyadan çık­mıştır. Bu birikimi idrak etmeliyiz. Türkiye cumhuriyeti bilim tari­hinin önde gelen isimleri Yusuf Akçura, Ayaz Îshakî, Sadri Maksudî Arsal, Reşit Rahmeti Arat, Zeki Velidî Togan, Abdülkadir İnan, Akdes Nimet Kurat, Ahmet Temir ve daha birçok değerli in­sanı yetiştiren İdil-Ural ülkesi, sahip olduğu değerlerin farkında olmalıdır.
1944 sürgününün kurbanı olan, Kırımlı kardeşlerimizin vatana dönüş hareketine yardımcı olunmalıdır. Onların ıstıraplarına kayıt­sız kalmak mümkün değildir. Toplumu, ilk çağların kabile kavgala­rını hatırlatan sürtüşmelerden uzak tutmalıyız. Geçmişte yaşanmış tatsızlıkları, yeni nesillere taşımanın getireceği felâketi bugünden görmeliyiz. Bu noktada aydınlarımıza büyük sorumluluklar düş­mektedir.
Başta Kazan olmak üzere diğer şehirleri, Türkiye’deki şe­hirlerle kardeş şehir yaparak, her türlü münasebetlerin geliştiril­mesi gerekir. Bu konuda suistimallere karşı uyanık olmalıyız.
Şartlar ne olursa olsun, Kazan, Kırım ve Ufa arasında samimî bir hava kurulmalı ve bu hava başta Türkiye olmak üzere bütün Türk dünyasına yayılmalıdır. Tıpkı Gaspralı’nın Tercüman’ı gibi...
Böylece Ali Akış’ın rüyası olan İdil-Ural Federasyonu’nun da yolu açılacaktır.
Siyasî birlik kurmanın zorluklarım iyi hesaplayarak zamansız teşebbüslerden kaçınmalı; “Dilde Fikirde İşte Birlik” şiarıyla hare­ket etmelidir. Bu birliğin ne gibi hayırlı sonuçlara vesile olacağını düşünmelidir.
Sınırdaş olarak yaşayan fakat aynı kültürü paylaşan Almanya, Avusturya ve İsviçre örneğinde görüldüğü gibi, ayrı siyasî sınırlara sahip Türk dünyasını ortak kültür zemininde bir araya getirmek için çalışmalıyız. Böylece kardeşlik bağlan daha kuvvetlenecek ve buna paralel olarak ekonomik münasebetler de gelişecektir. Her hâlde önemli olan da budur.
Bu güzel temennilerin hayata geçirilmesi için herkes üstüne düşeni yapmalıdır.
Bu duygu ve düşüncelerle, Türk Dünyası’nın, aziz milleti­mizin yarınlarının mutlu olmasını dilerim.
Konunun teferruatı şu eserlere havale edilmiştir: Temurbek Devletçin: Sovyet Tataristanı; A. Battal Taymas: Kazan Türkleri; A. Nimet Kurat: Türk Kavimleri ve Devletleri', Ebrar Kerimullin: Tatarlar-İsmimiz ve Kimliğimiz.
Akış’ın ailesi, İdil-Ural Bölgesinin Penza iline bağlı Yüne köyündendir. [Bu köy, günümüzde Mordova Cumhuriyeti sınırları içindedir.] Ailenin adı, ilginç bir göç hikâyesinden geliyor: Aile, Altın Orda Hanlığı zamanında, 1550 yıllarında Rus saldırıları ve zulmünün had safhaya ulaştığı bir çağda, basit bir salla İdil kol­larından bir derenin akışına göre doğuya doğru göç ederek Mordova topraklarında ormanlık bir bölgede konaklamış. Burası Penza vilâyetidir. Nehrin akışına doğru akarak yol alan ailenin soyadı Ağış, Agiş, Akış olmuştur.
Rusya’da baş gösteren karışıklıkların dinmesinden ümidini kesen Akış ailesi, 1916 yılı sonlarında İdil Boyu’ndan kalkarak 5000 km doğudaki Mançurya ülkesine gitmiştir. [Çin’in, bugün Kuzeydoğu Çin denilen bölgesinin eski adı.] Mançurya’nın Haylar kasabasında oluşan ve daha ziyade ticaretle uğraşan İdilli Müslüman koloni, burada kendi kültürünü muhafaza etmek için okul ve camisini de faaliyete geçirmişti.
Ali Akış, böyle bir ortamda, 14 Ocak 1918 tarihinde Haylar’da ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Babası Hüsamettin, onun babası İbrahim, onun babası Habibullah; ninesi Hüsnücemal, onun annesi Esma’dır. Akış’m annesi Latife, onun babası Hüseyin, annesi Mesture, dedesi Osman, ninesi Ayşe’dir.
Ali Akış, 1924 yılında Haylar Müslüman Türk-Tatar Mektebi’nde ilköğrenime başladı. 1929 yılında ilkokulu bitirdi. O sene Ruslar, Mançurya’yı işgal ettiler.
Akış, Rus lisesine başladı. 1932 yılında Haylar kasabası Japon işgaline girdi. Yedi yıl devam eden öğrenimden sonra 1936 yılında liseden mezun oldu. Bu okulda, Rusçadan başka, İngilizce, Çince ve Japonca da okudu. Aynı yıl Japonya’nın Kobe şehrine gitti.1937 yılı ocak ayında, Ezher Üniversitesinde okumak üzere Kahire’ye gitti. Burada on beş ay kaldı. Mısır’ın sıcak iklimine intibak edemeyen genç Ali, 1938 yılı eylülünde İdil-Ural Türklü­ğünün Millî Lideri Ayaz İshakî’nin bulunduğu Varşova’ya gitti. Artık o, İdil-Ural ülkesinin istiklâli, halkının hürriyeti için müca­dele hayatına atılmıştı.
Varşova’da milletlere eşit hürriyet davası güden Promete faa­liyetine katıldı. 1938 yılında, Sovyet Tataristanı yönetimi, kendisiyle beraber millî hareketin içinde yer alan İdil-Ural aydınlarını, istenmeyen kişiler olarak ilân etti. Bu durum elli sene sürecek, 1988 yılından itibaren ata yurdunda millî kahraman olarak karşılanacaklardı.
İkinci Dünya Savaşı başlayıp da Polonya işgal edilince bu­radan ayrılarak 1940 yılı martında Türkiye’ye geldi. Bu sırada annesi, babası ve dört kardeşi Mançurya’da, Haylar kasabasındaydılar. Bu ayrılık, on yedi yıl sürmüş, 1953 yılı aralık ayında onların da Türkiye’ye gelmesiyle son bulmuştu.
Aile, ilki 1550 olmak üzere 1916 ve 1953 yıllarında üç defa muhaceret yaşamıştır.
Ali Akış, Türkiye’ye geldiğinde kendisini ağır hayat şartla­rının içinde buldu. Bir süre işçi olarak çalıştı. Üniversitede İktisat tahsili yaptı. Fakat sağlık şartlarının bozulması yüzünden tahsilini tamamlayamadı. Sovyetler Birliğinden esen rüzgârların etkisiyle 1944 yılında Türkiye’de başlayan milliyetçi kıyımından Ali Akış da etkilendi. Akış, millî davaya hizmet etmek için Türk Kültür Birliği adlı dernekte faaliyet yaptı. 1945 yılında askere alındı.
Akış, 1948 yılında Ankara’ya geldi. 1954 yılında NATO’nun Ankara bürosunda işe başladı.
1957 yılında, Finlandiya’nın Helsinki şehrinde yaşayan hemşehrilerinden Zarife Hanımla evlendi.
1963 yılında Ankara Türk Ocakları Genel Merkezi bina­sında verdiği İdil-Ural Davası ve Sovyet Emperyalizmi başlıklı konferans, aydın çevrelerin ilgisini çekti. Bu ilgi, söz konusu kon­ferans metninin aynı adla kitap olarak basılmasına vesile oldu. Bu kitap, dikkatlerden kaçmadı; Türkiye ve Sovyet basınında geniş yankılara yol açtı. Şu farkla ki, Türk basınında övgüyle bahsedilen bu kitap, Sovyet basınında en ciddî ağızlardan kendisine karşı ha­karete varan beyanlara sebep oldu. Bibliyografyanın “Hakkında Yazılanlar” bölümüne bakılınca bu husus daha iyi anlaşılır.
Ali Akış, Ayaz İshakî’den başka M. Emin Resulzade, Mirza Bala, Cafer Seydahmet, Mustafa Çokayoğlu, Abdülvahap Yurtse­ver, Said Şamil, Ediğe Kırımal ve Sovyet mahkûmu Türk toplu­luklarına mensup daha birçok aydınla tanıştı, bir kısmıyla birlikte çalıştı.
Ali Akış, 1966 yılında Almanya’nın Münih şehrinde faaliyet gösteren Azatlık/Hürriyet Radyosu’nun Tatar-Başkurt Bölümünde yorumcu, spiker ve mütercim olarak göreve başladı. 1983 yılında buradan emekli oldu.
Akış, Münih’te yaşadığı yıllarda çok aktif faaliyetin içinde bu­lundu. Radyodaki işlerin dışında İdil-Ural davasını dünya kamuoyuna duyurmak için canla başla çalışıyordu. Çeşitli basın organla­rına yazılar gönderiyor, konferanslara katılıyor ve bir yandan da ata yurdunda hakkında yapılan tezvirata cevaplar neşrediyordu. 9 Aralık 1969 yılında NewYork’ta yaşayan dostu Enver Galim’e yazdığı mektupta, Nimeti Yusufoğlu ile Münih’te Tatar Kül­türünü Öğrenme Derneği kurduklarını haber vermektedir. Bu dernek bir müddet faaliyet göstermişse de uzun süreli olmamış. Yine bu mektuptan öğreniyoruz ki, derneğin yayın organı olarak Turco Tatar Review adlı bir dergi çıkarmayı düşünmüş, fakat sonuçsuz kalmıştır.
Ali Akış’ın babası Hüsamettin Efendi 1969, annesi Latife ha­nım da 1979 yılında Ankara’da vefat ettiler. Her ikisi de Ankara Cebeci Asrî Mezarlığı’nda medfundur.
Ali Akış, 19691986 yılları arasında Paris Bloku genel sek­reteri olarak çalıştı.
Paris Bloku Genel Sekreteri olduğu dönemde içinde bulun­duğu şartlarla şahsî gayreti ve mücadeledeki kararlılığını yansıtan “Acı Kayıplarımız ve Paris Bloku’’’ başlıklı ve 1 Şubat 1982 tarihli bir yazısını buraya almak istiyoruz:
“Sovyet Rus emperyalizminin pençesi altında inleyen gayrı Rus milletleri temsil eden ve 1929 yılında Varşova ’da kurulmuş bulunan Promete Kulübü’nün varisi ve devamı sayılan Paris Bloku, bütün maddî ve manevî imkânsızlıklara aldırmadan karınca kararınca faaliyetini sürdürmektedir. Çok ağır maddî ve manevî durumumuzu, kaderin kaçınılmaz cilvesi olarak kabul edilen ölüm, büsbütün güçleştirmektedir.
Paris Bloku, kurulduğu günden bu yana İdil-Ural Millî mer­kezi 'nden millî liderimiz Ayaz İshakî, aktif milliyetçilerimiz Kemal Lokman, Hidayet Yaşın, Kebir Kanbir, Mansur Aslanbek, Mecit Sakmar, Mustafa Veli Aytugan, Hayrullah Batu; Azerbaycan Millî Merkezi’nden büyük rehber Mehmet Emin Resulzade, onun yar­dımcıları Mirza Bala, A. Vahap Yurtsever ve Mehmet Emircan; Türkistan Millî Merkezi'nden Dr. Oktay Bey; Kırım Millî Merkezi 'nden lider Cafer Seydahmet, Dr. Ediğe Kırımal; Kuzey Kaf­kasya Millî Merkezi’nden Alihan Kantemir, Muhammed Magoma; Ukrayna Rodasından Dr. Dovhal; Belorusya Rodasından lider Abramçık, Gürcistan Millî Merkezi Başkanı Tsinsadze, aramızdan ayrılarak ebediyete göçtüler.
Böylece Paris Bloku ’nu oluşturan sekiz millî merkezin sekizi de birçok millî önderinden mahrum kaldı. Bu acılar yetmiyormuş gibi 1981 yılında Kuzey Kafkasya Millî Merkezi ’nin başkanı, Kaf­kasya Kartalı Büyük Şeyh Şamil 'in torunu Said Şamil ve Azerbay­can Müsavat Partisi ve Millî Merkezi Başkanı Kerim Oder, bizleri yetim bıraktılar.
Bütün bu acı kayıplara bakmadan kutsal fikir ve kalem sava­şımızı sürdürmek gücünü yitir memeliyiz. Paris Bloku nu oluşturan Türk ve Müslüman olmayan Ukrayna, Belorusya ve Gürcistan temsilcileri, canla başla bizimle sıkı iş birliğine büyük katkıda bu­lunuyorlar. Maalesef son üç yıldan beri, yani Azeri ülküdaşımız Mehmet Emircan 'in vefat ettiği günden beri sekiz millî merkezden Ukrayna, Belorusya, Gürcistan ve İdil-Ural millî merkezlerinin temsilcileri faaliyete katılıyorlar. Geri kalan Türkistan, Kırım, Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya temsilcileri, zaman azlığı ve sağlık sebeplerini ileri sürerek işten kaçıyorlar. Bunu bilhassa belirtmek isterim.
Emeğimizin son mahsulü olan Dünya Basınına Müracaat’ın İngilizce metnini, derginizde yer almak üzere sizlere gönderiyo­rum.
Paris Bloku ’nun dokuzuncu üyesi Ermeni Millî Merkezi ’ne ge­lince, o merkez, benim Paris Bloku Genel sekreteri sıfatıyla İdil Ural Millî Merkezi tüzüğünün onuncu maddesine dayanarak ileri sürdüğüm teklif üzerine Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman olduğu için Paris Bloku ’ndan çıkarıldı.
Değerli derginizde bu yazıma yer vermenizi rica ederim. Bu yazı sizde yer almazsa başka yayın organlarında mutlaka yayınla­nacaktır. Ben, Paris Bloku 'ndaki dayanışmayı daha da sıkı bir hâle getirmek amacıyla önce size başvurdum. Paris Bloku’nun Genel sekreteri sıfatıyla, sizden hiç olmazsa manevî destek bekliyorum. Yoksa ben üç Hristiyan millî merkezinin temsilcileri arasında tek başıma kalmış bulunuyorum. Kimse beni desteklemiyor.
Bizler yukarıda adı geçen rahmetli liderlerimizden ilham ala­rak faaliyetimizi gevşetmeme gayreti içindeyiz. Oportünist ço­ğunluk materyalist dünya nimetlerinin tatlı etkisinden kendini bir türlü kurtaramıyor.
Azerbaycan ve Emel dergilerini çıkaranların ne kadar fedakâr ve sarsılmaz idealist olduklarını gün geçtikçe daha iyi anlıyorum. Bundandır ki onlara olan saygım daha da artıyor.
Allah sizlere sağlık ve semereli uzun ömürler versin diye hayır dua ediyorum.
En candan milliyetçilik selâm ve saygılarıyla
Paris Bloku Genel Sekreteri Ali AKIŞ”
***
SULTAN GALİYEV’İ ANARKEN
[14 Aralık 2002 tarihinde Ankara’da Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından düzenlenen Mirseyit Sultan Galiyev’i Anma Toplantısı’nda yapılan konuşmanın metni]
Tatar Türklerinden olan Mirseyit Sultan Galiyev, 12 Temmuz 1892 tarihinde, bugünkü Başkurdistan Cumhuriyeti’nin başkenti Ufa’ya bağlı Kırmıskalı köyünde dünyaya geldi. Babası öğretmen Haydar Ali ve annesi Aynulhayat, çocuklarının iyi bir tahsil gör­mesi için elden geleni yaptılar.
Mirseyit, doğduğu köydeki Tatar ilkokulunu bitirdikten sonra Kazan’daki Rus-Tatar Öğretmen Okuluna girdi. Rus yönetiminin Müslüman nüfusu Ruslaştırmak amacıyla kurduğu bu okuldan İdil Ural Türklerinin yazar, âlim, sanatçı ve siyasî önderlerinden Ayaz İshakî ve Sadri Maksudî gibi şahsiyetler de yetişmiş; halkımızın millî şuurunun uyanmasında önemli rol oynamışlardır.
Mirseyit, Öğretmen Okuluna girdiği 1905 yılında, bütün Rus­ya genelinde sosyal, kültürel ve siyasî hareketler başlamıştı. Rus Çarlığı, 1904-1905 yıllarında o zamanlar küçük bir devlet olan Japonya’ya yenilince, Rus aydınlarının yanı sıra Polonyalı, Finli, Ukraynalı, Letonyalı, Estonyalı ve Litvanyalı gençler, birtakım sosyal ve siyasî taleplerde bulundular.
Çar II. Nikola, bu toplu talepler karşısında taviz vermek zo­runda kaldı; bir manifesto yayınladı. Tabiî İdil Tatarları da bu ha­reketin dışında kalmadılar.
Mirseyit Sultan Galiyev, 1908 yılında, yani henüz on altı ya­şında bir öğrenci olarak ilk defa Sosyal Demokratlar Partisinin programıyla tanıştı. Bu programdaki adalet, eşitlik ve hürriyet il­keleri cazip geldiği için derinden etkilendi ve bir sosyal demokrat adayı oluverdi.
“Niçin sosyal demokrat?” gibi bir soru akla gelebilir. Koskoca Rusya Çarlığını oluşturan çeşitli millî topluluklar ve hatta Ruslar, her türlü siyasî, sosyal, ekonomik ve demokratik haklardan mah­rum bulunuyorlardı. Rus olmayan milletler, hele Müslümanlar ve Budistler, dil ve kültür alanında da baskıya maruz kalmışlardı.
Bu mazlum milletlerden biri olan Tatarlar, dehşetli asimi­lasyon politikasının hedefi olduklarından, Sosyal Demokratların programındaki eşitlik, hürriyet, barış ve adalet vaat eden ilkelerin cazibesine kapılmamak mümkün değildi.
Genç yaşta sosyalizm ilkelerinin etkisi altında kalan Sultan Galiyev, 1911 yılında 19 yaşında Öğretmen Okulunu bitirdi ve Sosyal Demokratlar Partisine girdi. Mirseyit, doğuştan sahip ol­duğu hitabet, teşkilâtçılık kabiliyeti ve sağlam karakteriyle kısa zamanda sivrildi. Bu arada Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesine dinleyici olarak devam etti.
Sultan Galiyev’in Türk milleti ve İslâm toplumu için neler yaptığını anlamak gerekir. Bu konuda incelemeler yapmış olan Türkiye aydınlarından Attila İlhan, Açlan Sayılgan ve Erol Kaymak'ı anmalı; bunlara Japon âlimi Massayuri Yamauçi’yi de ilâve etmeliyiz.
450 yıldan beri yasa dışı hatta insanlık dışı Rus yönetimi al­tında inlemekte olan bir topluluktan çıkan Mirseyit Sultan Galiyev’in dünya çapında önem ve şan kazanmasının temelinde hangi sebepler yatıyor? Aradan 80 yıl geçmesine rağmen, insanlı­ğın manevî ve psikolojik geriliği bu hususta bir fikir verebilir.
XXI. yüzyılda insanlar, bundan 35 asır önce Firavunlar dönemindeki insanlardan büyük farklılıklar arz etmiyor! Tam tersine, teknoloji ilerledikçe insanlardaki bencillik duygusu, daha kötü bir şekilde gelişmiştir. İşte bu yüzden cenabı Hakk, bahşettiği manevî değerleri ve adalet duygusunu kaybeden insanları, doğru yola çağırmak için peygamberler, islâhatçılar ve kahramanlar göndermiş. Bizim itikadımıza göre Allah, son olarak Hz. Muhammed’i yollamıştır. İslâm dininin yüce ahlâk, sarsılmaz iman ve pozitif bilimler sayesinde bir asır zarfında dünyanın en büyük iman impa­ratorluğunun kurulmasına vesile olmuştur Ondan sonra Allah, her asırda bir reformist veya kahraman tayin etmek suretiyle çeşitli toplulukları olumlu tarafa yöneltme yeteneği ile ödüllendirmiştir.
Mirseyit, işte böyle büyük kahramanlardan biridir. Güzel ko­nuşma/hitabet, inandırıcılık/ikna kabiliyetiyle sağlam karakteri sayesinde kısa zamanda parladı. Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanlık Divanında bir tek Türk-Müslüman temsilci olduğu hâlde, iki yüzlü Rus, kurnaz Gürcü ve o kadar Yahudi ara­sında sözünü dinletecek seviyede gerçek önder olduğunu fiilen ispat etti.
Rus Ekim İhtilâlinin lideri Lenin, henüz 27 yaşında olan Sul­tan Galiyev’in dehasını daha ilk anda sezdi ve Milletler Konseyi’nde ve İslâm Komitesi’nde önemli görevler verdi. Galiyev’in kısa sürede parlaması, Yahudi Troçki ve bilhassa Gürcü Stalin’i müthiş bir kıskançlığa sevk etti.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Galiyev, 1916-1917 yılla­rında Ekim İhtilâli’nden önce Rusya Sosyalist Demokratlar Partisi­nin sol kanadını oluşturan Bolşevikler Partisi’ne katıldı. Bu parti­nin tüzüğü gereği ateizm propagandası konusunda aktif rol aldı.
Onun bu dönemdeki faaliyetleri arasında, “Müslümanlar Ara­sında Ateizm Propagandası Metodu” adını taşıyan broşürü, gerçek­ten dikkat çekiciydi. Galiyev, o dönemde komünizm ideallerine bağlı bir bolşevikti.
Rus komünistlerin geleneksel kaba yaklaşıma dayanan meto­du, kısa zamanda etkisini gösterdi. Ne var ki Galiyev’in partiye sadık kalma çabası, 1921-1922 yıllarında İdil-Ural bölgesinde hü­küm süren dehşetli kıtlık sırasında 600.000 Tatar Türkü ölmüştü. Bu faciada, Lenin ve bilhassa Troçki’yle Stalin’in kötü niyetleriyle meseleye yaklaşım şekilleri anlaşılınca hayâl kırıklığına dönüştü.
Bu açlık ve partinin diğer faaliyeti, Galiyev’in ruhunda dev­rim yarattı. Onun bu ruh devrimine çok isabetli bir teşhis koyan Japon bilim adamı Yamauçi, “Sultan Galiyev’in Rüyası ve Gerçek' başlıklı yazısıyla, tarihî bir sırrı açıkladı.
Galiyev, 1917’den 1921 yılına kadar canla başla çalıştığı KP saflarında ihanete uğradığını, geç de olsa anladı ve tutumunu değiş­tirmek zorunda kaldı. O bu sefer komünizm ideolojisinden vaz­geçmedi ama durumu gözden geçirmek suretiyle faaliyetini, doğu­da ezilmekte olan halkların sosyal haklarını savunma alanına kay­dırdı.
Yamauçi ve E. Kaymak’ın da tespit ettiği gibi, “Doğu ül­kelerinde proletarya, sınıf mücadelesine giriştiğinde, endüstri ala­nında ilerlemiş batı ülkelerindeki proletaryadan medet ummamalı. Zira batı ülkelerindeki proletariyat, kendi kapitalist sınıfıyla bir­likte doğu ülkelerindeki proletaryatı ezmektedir. Buradan anlaşıla­cağı gibi, doğu ülkelerindeki halklar, tümüyle proletariyat sayıl­mamaktadır. Sosyolojinin tespit ettiğine göre doğu ülkelerindeki sınıf mücadelesi, aynı zamanda millî kurtuluş hareketidir."
Galiyev, 1921 yılındaki açlık faciasını körükleyen komünist liderlerin cinayetlerine şahit olduktan sonra, şark milletlerinin sınıf ve millî azatlık temeline dayanan siyasî hareketini, doktrin hâline getirme işine girişti.
Galiyev, dünya çapında millî kurtuluş hareketiyle sınıf mü­cadelesi doktrininin temelini atan bir ideolog ve eşsiz devrimci olarak kabul edildi.

Galiyev’in aklına gelen model, ilk Turan Federal Sosyalist Cumhuriyeti modelidir. Tabiî bu çok cesur girişime karşı tepki doğmasına şaşmamak gerekir.
Tahmin edilebileceği gibi Galiyev’in üstünlüğünü çekemeyen kurnaz Gürcü Stalin’den çok sert tepki geldi. Bu mücadele 1922 yılının sonlarında cereyan etti. Stalin, bütün varlığını ortaya koya­rak KP merkez komitesinde Galiyev’i karşı bir entrika çemberi oluşturdu. 1923 yılında Galiyev, KP yöneticilerinin ortak kararıyla partinin temel ilkesi olan sınıf mücadelesi ilkesine ihanetle ve Rus Ortodoks Kilisesini ortadan kaldıran Panİslâmizm ve Pan Türkizm kurmaya girişmekle suçlandı.
Rus komünist yöneticilerinin bundan seksen yıl önceki tu­tumuyla Sovyetler Birliği’nin günümüzdeki temsilcisi olan Rusya Federasyonu yönetiminin Tataristan ve Çeçenistan Cumhuriyetle­rine karşı takındığı çirkin tavır arasında dikkat çekici bir benzerlik görülmektedir.
Bu iki cumhuriyetten gelen haberlere göre Moskova, Rusya Federasyonu’nu tamamen feshederek onun yerine üniter, merkezi­yetçi tek bir Rusya modeli üzerinde çalışmaktadır. Dünya barışı için tehlike oluşturan bu girişimin gerçekleşmesi hâlinde Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri de uyanık olmak mecburiyetindedir.
Tekrar asıl konuya dönersek, Sultan Galiyev, Moskova’nın kararıyla komünizme ihanetle suçlanarak partiden çıkartıldı. Bir süre sonra şartlı olarak yeniden alındıysa da önceki elit mevkiine dönemedi. Partiye tekrar alındığında da Turan Cumhuriyeti kurma çalışmalarına devam etti.
Mirseyit Sultan Galiyev konusunda parti içinde cereyan eden çekişmelerle sözü uzatmak istemiyorum. Sadece RusOrtodoks zihniyetinin hakim olduğu bir ortamda, kendisini lâyıkıyla savun­ma yolunu bulamadı. O, avukata ihtiyaç duymadan kendini savunabilecek hukuk bilgisine sahip olmasına rağmen, Rus, Gürcü, Ermeni ve Yahudi komünistlerin arasında tek Türk-Tatar Müs­lüman olduğu için yenilgiye uğradı.
1924 yılında Lenin’in ölümünden sonra iktidara konan Stalin, başta güçlü rakipleri Troçki ve Sultan Galiyev’i tasfiye etmeye girişti. Yetenek ve karakter bakımından kendisinden üstün olan rakiplerinin “Dünya İhtilâli” yapma girişiminden ürktüğü için onla­rı ortadan kaldırdı. 1930’lu yıllarda Tataristan ve diğer Müslüman cumhuriyetlerde baş gösteren kanlı temizlik hareketi sırasında hiç suçu olmadığı hâlde nice insan katledildi.
Stalin, 28 Aralık 1940 tarihinde Sultan Galiyev’i, Sovyet kanlı istihbarat servisi merkezinde tabancayla vahşice öldürterek infaz etti. Troçki’yi de sürgün ettiği Meksika’nın başkenti Mexico City’de başına çekiçle vurdurmak suretiyle öldürttü.
Rahmetli önderimiz Ayaz İshakî, bu haberi alınca, Tasviri Ef­kâr gazetesinde çıkan bir yazısında, “Troçki Sovyetler Birliği bay­rağındaki simgelerden biri olan çekiçle öldürüldü. İnşaallah Stalin de diğer simge olan orakla öldürülür.” şeklinde bir espri yapmıştı.
Sultan Galiyev, öldürülmeden önceki son sözleri, “Ben asla casus ve terörist değilim” idi. Gerçekten o terörist değil, dünya çapında ideolog, hatip ve teşkilâtçı bir dahi idi. Onu öldüren Sov­yet yöneticileri ölümlerinden sonra lânetle anılıyorlar. Galiyev ise, XX. yüzyılda cereyan eden millî kurtuluş hareketine damgasını vuran büyük bir önder olarak anılıyor.
Onun vecize hâline gelen şu sözü hatırlardan çıkmamaktadır: “Amerikalılar NewYork’u, Zencilerle Kızılderililerin kemikleri üzerine, Ruslar da Petersburg’u Tatarlarla Finlerin kemikleri üze­rine kurmuşlardır.”
Galiyev hakkında araştırma yapacak gençler, Sultanbekov, Rinat Muhammediyev, Erol Kaymak, Yamauçi, Bennigsen, S. Enders Wimbwh, Açlan Sayılgan ve Attila İlhan gibi yazarların incelemelerini okumalıdırlar.
O, sınıf mücadelesiyle millî savaş arasında denge kurma yete­neğini gösteren tek ideologdur. Mullanur Vahidov, millî savaş konusuna gereken önemi vermediği için Muhtar İdil-Ural Cumhuriyeti’ne açıktan açığa düşmanca tavır takındı ve bu sebeple idama mahkûm edildi.
Sultan Galiyev, 1923 yılından 1940 yılına kadar sınıf mü­cadelesiyle millî kurtuluş savaşı dengesini yerleştirme yolunda şehit oldu. Sovyet yönetimi, Tatar toplumunda millî sınıf şuurunun uyanmasında Galiyev’den çok korkuyorlardı. Onun için Galiyev’in adı tarihten silinmeliydi. Sovyetler Birliği’nde bu çaba hep gö­rüldü.
Rahmetli Ayaz İshakî ile Sultan Galiyev 1917-1920 yılları a rasında birbirlerine karşı olsalar da karşılıklı takdir duygusundan ayrılmadılar. 1979 yılında hazırladığımız Muhammed Ayaz İshakî Hayatı ve Faaliyeti adlı eserde şöyle yazmıştım: “Ayaz İshakî, dedelerimizden miras olarak kalan devletçilik prensibinden ilham alarak dört asra yakın tutsaklık hayatından sonra devletçilik gele­neklerini, Türk-Tatar halkına yeniden aşılamaya çalıştı. Onun bu çalışmalarıyla birlikte vatanımızda, Mirseyit Sultan Galiyev milli­yetçi komünizm akımını silâh olarak kullanmak suretiyle, Tatar halkının devletçilik ideolojisini gerçekleştirme yolunda büyük adımlar attı."
Ankara, 8 Kasım 2002

Osmanlı Devleti’nin büyük hükümdarı II. Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 tarihinde Doğu Roma İmparatorluğu/Bizans’ın baş­kenti Konstantinopol’u fethetti. Bu fetihle Osmanlı Devleti’yle birlikte Avrupa ve Asya da yeni bir çağa girdi. Şehrin adı da İstan­bul oldu. II. Mehmed de Fatih lâkabıyla şereflendi. Artık Doğu Roma Barışı Pax Romana yerine Osmanlı Barışı veya Pax Turcica çağı 465 yıl devam etti.
Fetihten sonra ilk 200 yıl gerçekten Osmanlı barışı bütün dün­yaya hâkimdi. O zamanlar Osmanlı sınırları, Avrupa, Asya ve Af­rika kıtalarını içine alıyordu. Britanya İmparatorluğu, Fransa, Al­manya, Avusturya ve Rusya devletleri Osmanlı’nın sözünü dinliyorlardı.
1699 yılında imzalanan Karlofça Antlaşması’yla Osmanlı Devleti ilk yenilgiyle tanıştı. Bundan sonra gerileme devri başladı. Aslında Osmanlı Devleti, 1552 yılında yeni kurulmakta olan Rusya Çarlığını durdurma hususunda bir faaliyet göstermemekle büyük tarihî hata yapmıştı. O çağda Osmanlılar, Avrupa’yı fethetme ça­bası yerine Kazan, Kırım ve Kafkasya ülkelerine sarkmış olsaydı, Karlofça faciası ve sonra Balkan felâketi olmazdı.
Yakın zamana kadar Osmanlı Devleti’nin birer ili hatta ilçesi olan Irak, suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin, S. Arabistan, Ye­men, Kuveyt, Emirlikler, Libya, Tunus, Fas, Cezayir, Mısır, Ro­manya, Yunanistan, Bulgaristan, parçalanmış Yugoslavya, Ar­navutluk, BosnaHersek, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbay­can’dan oluşan 25 ülkede kaynayan kazanın ve çekilen acıların bir türlü huzura kavuşmadığını herkes açıkça görmektedir.
Sovyetler Birliği 1991 yılında dağıldıktan sonra Avrasya ve Afrika kıtalarındaki denge fecî bir şekilde bozuldu. Dünyayı hakimiyet altına alma hayaliyle kurulan İsrail devleti, İslâm ve Hristiyan ülkeleri arasında yok olmaktan kurtulmak için Avrasya, Afrika ve 250 milyon nüfuslu ABD’de, Yahudi lobisini harekete geçirerek koca devleti kendine tâbi hâle getirdi.
Bu faaliyet neticesinde İsrail-ABD’den oluşan aks meydana geldi. Ama altı milyonluk İsrail, 320 milyonluk Avrupa ve bir milyarlık Asya-Afrika ülkelerini bu topal aksın etkisi altına soka­madı. Böylece topal denge yaşama şansını kaybetti.
İsrail’in entrikasıyla Irak macerasına giren ABD, savaşı ka­zansa da barışı kaybetti. Çünkü savaş sebebi yalan temele daya­nıyordu. ABD, Irak’ta gizli silâhları ele geçirmek bahanesiyle sa­vaşa başvurduğunu iddia etti. Hâlbuki ABD, İsrail’in emriyle Irak petrolünü ele geçirmek ve saldırgan İsrail güvenliğini sağlamak, Filistin halkını ortadan kaldırmak amacıyla Orta Doğu’yu cehen­neme çevirdi. Bu gerçeği on iki yaşındaki ilkokul öğrencisi de biliyor.
Avrupa Birliği’ne gelince, o birlik, bir Hristiyan kulübü olarak Yahudi iddialarına daha sıcak bakmakta ve güçlü ABD’den çekin­diği için temkinli davranmak yolunu tercih etmektedir.
2001 yılının 11 Eylülünde NewYork’ta vuku bulan fecî terör olayından sonra Hristiyan dünyasında İslâm terörü sendromu mey­dana geldi. Tabii ki biz teröre karşıyız. Fakat şunu belirtmemiz lâzım ki, bu olay Hristiyan-Yahudi dünyasında sömürgeciliğin devamı sayılan devlet terörüne karşı bir tepki göstermedir.
Bu açıdan bakınca Rusya Federasyonu da dahil olmak üzere ABD, AB ve Asya’nın bazı uşak çevreleri, sebep ve sonucu bilerek karıştırıyorlar. Bu yanlış, yeni 11 Eylüllere davetiye çıkarmaktan başka bir şeye yaramaz.
Çevremizde bunlar olurken Türk Dünyası ne yapmalıdır?
ABD, Türkiye’nin Irak savaşına aktif bir şekilde katılma­masının öcünü almak için sahibi İsrail lobisinin emrini yerine ge­tirme kompleksi içinde kıvranmaktadır.
ABD, sözde Ermeni soykırımı iddiasını tanıyarak dünyada huzur ortamının bozulmasına sebep olmakta ve Müslüman Hristiyan ihtilâfını körüklemektedir.
Rusya Federasyonu, ABD’nin Irak’a saldırısını onaylamasa da, kendi bünyesindeki Müslüman topluluklardan Tatar ve Çeçenleri fizikî, kültürel, sosyal, siyasî ve ekonomik bakımdan ortadan kaldırma çabası içinde görülüyor.
Biz, bu insanlık dışı, kanun ve ahlâk dışı davranışlara karşı di­renç göstermeliyiz. Sağduyuya dayanan fikir mücadelesiyle basın, toplantı ve miting imkânlarını kullanmalıyız. İç dinamiklerimiz kuvvetlendirerek dahilî problemleri çözüp birlik ve beraberlikle hayatın her sahasında kenetlenmeliyiz.
Biz, dünyaya barış, eşitlik, söz ve vicdan hürriyeti, adalet, hoşgörü ve maddî refaha dayanan bir toplumu hedefliyoruz. Bu hedefe varmak için Avrupa çerçevesinde Rusya ile Türkiye’yi de görmek istiyoruz. Ruslar, messianizm ve şovenizm hegemonya sendromundan kurtulmak zorundadır. Aksi takdirde XXI. Asrın sonunda Ruslar, millet olarak büyük bir felâkete maruz kalacaktır.
Ankara, 24 Mayıs 2003
Eski KGB ajanı V. Putin, 1989 yılında ABD Başkanı Regan, SSCB Başkanı Gorbaçov ve Alman Başbakanı Kohl tarafından resmen yıkılan Berlin Utanç Duvarı’nı 15 Mayıs 2003 tarihinde yeniden örmeye başlamıştır.
Bu defaki utanç duvarı, Avrupa’nın doğu kesimlerine, yani İdil-Ural cumhuriyetleriyle Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerine kay­dırılmıştır. Böylece Putin, 2000 yılında Moskova’da iktidarı ele geçirdikten sonra ilk iş olarak üniter, büyük ve tek Rus devletini kurma teşebbüsüne girişti. O, bu hareketiyle BM teşkilâtının evren­sel beyannamesini, insan haklarını ve hümanizm ilkelerini Ruslara has vahşet ve gaddarlıkla ihlâl ettiğini göstermiş oldu.
Rusya’nın yeni şefi, eski KGB ajanı Putin, 1989 yılında ta­rihin çöplüğüne atılan soğuk savaşı yeniden canlandırdı ve utanç duvarı örme işine girişti. Bunları yaparken ataları III. Aleksandr’dan, Stalin’den ve Brejnev’den ilham almış görünüyor.
Bu durumun Tatar, Başkurt, Çuvaş, Mordva, Udmurt, Mari ve Çeçen halkları için ne kadar tehlikeli olduğunu göz önünde bu­lundurmalıyız.
Çeçenistan örneğine bakacak olursak, Putin’in Çeçen halkını yok etmek için and içtiğini görürüz. Teröre elbette karşıyız. Ama Çeçen halkının, Rus silâhlı güçlerinin saldırısı karşısında kendini savunmak maksadıyla gerilla savaşına girişmek zorunda bırakıldığı gerçeğini unutmamalıyız.
Tataristan’da da durum çok farklı değil. Putin, bu ülkeyi eko­nomik, politik ve kültürel yönden yok etmeye yönelik akıl ve ka­nun dışı adımlar atmaya başladı. Tatarların kültür simgesi Latin alfabesinden mahrum bırakarak onları Türk dünyasından tecritetmek ve böylece onların asimilasyonunu kolaylaştırmayı hedefle­mektedir.
İdil-Ural Federasyonu idealiyle yola çıkan Tatar mücahidi Refız Kaşapov, 15 Mayıs 2003 tarihinde Çallı’daki KGB organları tarafından psikiyatri hastahanesine yatırılmıştır. Bu olayların arka­sında yatan niyeti iyi anlamalıyız.
Rusya Konfederasyonu çerçevesinde geniş statüye sahip bir Federal İdil-Ural Cumhuriyeti, benim de idealimdir.
Bu ideal uğrunda gençlerimizi bilgiyle donatmak ve dün­yadaki gelişmeler karşısında bizim de mutlaka yapmamız gereken şeylerin olduğunu hissettirmek gerekir.
Bizim yolumuz, barış ve hürriyet yoludur. Bu yolda tankımız, topumuz yok; bilgimiz, birliğimiz ve imanımız vardır. Her türlü emperyalizme karşı, mazlum milletler mücadelesinde ön safta yer almalıyız. Çünkü en büyük mazlum bizim halkımızdır.
Ankara, 2 Haziran 2003

Kaynak: Ali AKIŞ ve Hayatı, hzl: Yunus Zeyrek, Neyir Matbaacılık, 2003, Ankara

18.07.2011 (QHA) - Dünya Tatarlar Birliği Fahri Başkanı  Ali Akış (Aliulla Akış), 17 Temmuz 2011, Pazar günü Ankara’da Allah'ın rahmetine kavuştu.



[1] Bunlardan biri, 1 Temmuz 2007 tarihinde Petersburg’da Rus gençleri tarafından öldürülen Ziraat Mühendisi Damir Zaynullin adlı bir genç için yazılmıştır.
[2] Zaman gazetesi, İdil-Ural Bölgesinden Bir Mücahit: Ali Akış, 1924 Ağustos 1991.
[3] Ali Akış, Aklımda Kalanlar, Ankara 2002.
[4] Yunus Zeyrek, Ali Akış Hayatı ve Faaliyeti, Ankara 2003.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar