Print Friendly and PDF

Allah Lafzı


Kindi, Farabi ve İbn Sina’nın din ile felsefe arasında kurduğu irtibat ve yine İbn Sina tarafından yazılan Muavvizeteyn tefsiri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Sözgelimi İbn Sina nefsin mahiyeti ve mertebelerini anlattığı risalesine “Nefsi bilmek Yüce Rabbin bilgisine ulaştırır. Nitekim Hakikat Sözcüsü (hz. Peygamber) ‘Nefsinin bilen rabbini bilir’ sözüyle buna işaret etmiştir” sözleriyle başlamakta ve bu hadisteki nefs ile [İsra 17/85’inci ayetteki] “rûh”un özdeş olduğunu belirtmektedir. [1]
Nefis teorisinin ortaya koyduğu ilk ilkenin, yani nefsin gayr-ı cismânî bir cevher oluşunun Kur’ân’la irtibatı, (Sana ruhtan sorarlar de ki: Ruh rabbimin emrindendir ve size onun hakkında az bir bilgi verilmiştir. İsrâ 17/85) ayetinin bu doğrultuda teviliyle kurulmuştur. Teoriyi genel kabul gören haliyle açıklayan İbn Sina, bu ayetteki ruhu gayr-ı cismânî bir cevher olarak tevil etmiş ve ayetin “size ruh hakkında az bir bilgi verildi” kısmının da buna delalet ettiğini zira cismânî bir cevher olarak ruhun bilindiğini ve hakikati kavranması güç olan ruhun gayr-ı cismânî ruh olduğunu söylemiştir.[2] Ayet bu şekilde tevil edildiğinde aynı zamanda nefsin varlığı da ayetlerin tanıklığıyla temellenmiş olmaktadır. Nefs teorisinin dayanağını oluşturan bu ilkenin diğer bir ifadesi, ruhun ilahi kaynaklı oluşudur. Bu nedenle Allah’ın ruhundan üflediğini bildiren ayetler (Secde 32/9, Hicr 15/29, Sâd 38/72, Enbiya 21/91, Tahrim 66/12) ve yine ruhun yaratılışını bildiren  (Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler. Araf 7/172) ayeti bu ilkeyle irtibatlı olarak tefsir edilmiştir.
Nefis teorisinin ikinci ilkesi bedenin belli bir mizaca gelmesiyle nefsin faal akıldan feyiz olduğudur. Bu ilke de “onu tesviye ettiğim zaman ona ruhumdan üfledim” (Hicr 15/29). ayetiyle temellendirilmiştir. İbn Sina ayetteki “tesviye” kelimesini bedenin insan mizacıyla nâtık nefsin taallukuna müstait hale gelmesi olarak; “ruh” kelimesini de nâtık nefis olarak açıklamıştır.[3]
Üçüncü ilke, nefsin yaratılışın başlangıcında bütün bilgilerden yoksun olduğu, sonradan dış ve iç duyular yoluyla evvelî ve kesbî bilgilerin oluştuğudur. Bu ilkenin Kur’ân ile irtibatı “Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; sonra da size kulak (sem'), gözler (ebsar) ve kalpler (kapler) verdi” (Nahl 16/78) ayetiyle temellendirmiştir [4] Bu tevile göre ayetteki gözler, kulak ve kalp, nefsin araçlarına ve nazarî ve ameli güçlerin aşama aşama yetkinleştiğine işaret etmektedir. Nefsin ameli melekelerinin aşamaları ise Seyyid Şerifin ortaya koyduğu haliyle tamamen Kur’ân ve sünnetin esas alınarak yapılması şeklindedir. Buna göre ilk iki aşama olan zahiri ve batını süfli melekelerden arındırmak, nefsi kötülüklerden arındırmayı emreden bütün ayetlerle irtibatlıdır, zira zaten bu ayetler doğrultusunda sözkonusu ilkeler geliştirilmiştir.
Sh: 211-212
Kaynak: ÖMER TÜRKER, Seyyid Şerif Cürcani’nin Tevil Anlayışı: Yorumun Metafizik, Mantıki Ve Dilbilimsel Temelleri, Doktora Tezi, TC. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı,2006, İstanbul
Dilbilimsel ilkelerin başında lafzın vazının belirlenmesi gelir. Bu süreçte çoğunlukla incelenen lafzın iştikak serüveni serimlenir ve bu serilmemeyle birlikte kelimenin vazî delaleti belirginleştirilir. Sözgelimi besmelede geçen “Allah” lafza-i celâlinin tefsirinde Zemahşerî önce lafzın aslını belirginleştirmektedir. Buna göre “Allah” lafza-i celâlinin aslı, الاله '’tır [5] الاله ' lafzındaki hemze, kelimenin tasriflerinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. şeklinde özel bir sigada bulunmasının nedeni kendi anlamında kullanılmasıdır. Sibeveyh’e göre “Allah” lafza-i celalinin aslı, gizlenmek anlamına gelen lâhe-yelîhu-lâhen olabilir; sonra ona ال eklenmiş ve özel isimler gibi işlev görmeye başlamıştır. Fakat bu isim, sıfat olmaması bakımından özel isimlerden farklıdır. Seyyid Şerif’e göre “ilâh” lafzının “ma’bûd” anlamında kullanılması ve yine Allah’a ilâh denmesi Sibeveyh’in bu açıklamasını zayıflatmaktadır.[6]
Kelimenin aslının الاله olduğunu söyleyen Zemahşerî  الاله '’daki hemzenin hazfedildiğini ve onun yerine harf-i tarif getirildiğini ve bu nedenle nidada  ياالله şeklinde katı’ ile (yani vasıl hemzesi ile değil “Ya Allah” şeklinde katı’ hemzesi ile) söylendiğini belirtmektedir. Ona göre الاله erkek ve at gibi cins isimlerden olup hak veya batıl her ibadet edilen şeye söylenir. Sonra hak olarak ibadet edilen şeye söylenmesi yaygınlaşmıştır. Fakat hemzenin hazfiyle söylenen lafzı, hak olarak ibadet edilen şeye mahsus olup başkasına söylenmez. Zemahşerî أستأله أله تأله  lafızlarının da bu lafızdan türediğini söylemektedir.[7]
Seyyid Şerif “الله” lafza-i celalinin iştikakını daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır: Bil ki, akıl sahipleri, azamet nurları ve ceberût perdeleriyle gizlenmesi nedeniyle, Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında şaşkınlığa düştükleri gibi Allah lafzında da hayrete düşmüşlerdir. Bu lafzın Süryanice mi yoksa Arapça mı olduğu, isim mi yoksa sıfat mı olduğu, türemiş ise neden türediği ve aslının ne olduğu, özel isim olup olmadığı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Zemahşerî bu lafzın Arapça olduğunu, aslında cins isim olup sonra hak olarak ibadet edilen şeyin özel ismi haline geldiğini, aslının olduğunu ve onun şaşırma, hayrete düşme anlamına gelen الاله’den türediğini tercih etmiştir.[8]
Zemahşerî kelimenin iştikakı ilgili açıklamalardan sonra isim mi yoksa sıfat mı olduğunu sormaktadır. Sonra bu soruya “isimdir, sıfat değildir” cevabını vererek bu tercihini şu sözüyle gerekçelendirmektedir: “Baksana onu niteliyorsun ama onunla (başka bir şeyi) nitelemiyorsun; tıpkı adam olan bir şey demediğin gibi ilah olan bir şey demezsin ve tıpkı “cömert ve iyi adam” ve “bir ve samed olan ilah” dersin; yine yüce Allah’ın sıfatlarının bir mevsufu olması gerekir; şayet onların tamamı sıfat yapılırsa bu sıfatlar onlarla nitelenen bir isimsiz kalacaklardır ki bu imkansızdır.”[9]
Seyyid Şerif, Zemahşerî’nin bu sözlerine düştüğü haşiyede meseleyi ismin vazını açıklayarak ayrıntılandırmaktadır. Buna göre isim, bazen belirsiz bir zat için vazedilir ancak bu vaz, o zatla kaim olan belirli bir anlam dikkate alınarak yapılır. Bu durumda ismin medlulü, özelliği kesinlikle düşünülmeyen belirsiz bir zat ile belirli bir sıfattan bileşiktir ve o sıfatla nitelenen her şeye söylenebilir. Böylesi isimlere sıfat denir. Bazen de belirli bir zat için vazedilir ve o zatla birlikte onunla kaim anlamlardan herhangi biri düşünülmez. Bu durumda isim, isim olur ve kesinlikle sıfatla karışmaz. Bazen isim, belirli bir zat için vazedilir ve vazda o zata bir tür taalluku olan bir anlam düşünülür. Bu, iki kısımdır. Birincisi, o anlamın, mevzu lehin dışında olup ismin o mevzu lehin karşısına tayinine sevkeden sebep olmasıdır. Seyyid Şerif bunu kendisinde kırmızılık bulunan bir çocuğa kırmızı adının verilmesiyle örneklemektedir. İkincisi ise o anlamın mevzu lehe dahil olmasıdır ki bu durumda belirli bir zat ve özel bir anlamdan bileşiktir. Seyyid Şerif buna alet, mekan ve zaman isimlerini örnek vermekte ve bu iki kısmın da isimlerden olduğunu belirtmektedir. Bu iki kısımda dikkate alınan anlam, isimlendirmeyi tercih eden şey olup isimlendirmeyi mümkün kılan şey değildir ve bu kısımdaki isimler, o anlamın bulunduğu her şeyde kullanılmaz ve herhangi bir şeyin sıfatı olmazlar. Ancak bunlar, sıfatlarla karışabilirler. Özellikle son kısım daha çok karışır, çünkü vazda dikkate alınan anlam, o ikisinden her birinin mefhumuna dâhildir. Aradaki farkın ölçüsü şudur: Her ikisi de sıfatların aksine nitelenen olur ama niteleyen olmazlar. Kullanımda “bir ilah” (واحد اله ') bulunup da “ilah olan şey” (إله شئ) bulunmadığından onun sıfatlardan değil isimlerden olduğu bilinmiştir.428
Seyyid Şerif ismin vazından hareketle “Allah” lafzının sıfat değil isim olduğunu açıkladıktan sonra Zemahşerî’nin “şayet onların tamamı sıfat yapılırsa bu sıfatlar onlarla nitelenen bir isimsiz kalacaklardır ki bu imkansızdır” sözü hakkındaki tartışmaları değerlendirmektedir. Bu söze şöyle itiraz edilmiştir: “Bu söz, ‘ilah’ lafzı hakkındadır; ‘ilah’ın ise sıfat olması ‘Allah’ lafzının Allah Teâlâ’nın zatına ait isim olması mümkündür ve bu durumda Allah’ın sıfatlarının mevsufsuz kalması gerekmeyecektir.” Yine Zemahşerî’nin bu sözüne şöyle bir itiraz daha yöneltilmiştir: “Niçin Allah Teâlânın zatı için onunla bir kısım anlamların kıyamı bakımından lafızlar vazedilmesi ama özellikle zat için herhangi bir ismin vazedilmemesi mümkün olmasın. Bunda herhangi bir imkânsızlık yoktur. İmkansız olan, hakikatte sıfatlar bulunduğu halde bu sıfatlarla nitelenen bir zatın mevcut olmamasıdır.”
Bu itirazlardan ilkine şöyle cevap verilmiştir: “Allah” lafzı, hemzenin hazfiyle الاله lafzıdır; şayet “الاله” sıfat ise “Allah” lafzının da sıfat olması gerekir. Bununla birlikte alem olduğu için “Allah” lafzına isimlik ilişmiştir. Kastedilen şudur ki, eğer “ilah” sıfat olsaydı Allah Teâlânın vazın aslında sıfatların konusu olabilecek bir ismi olmazdı. Ancak Seyyid Şerif bu cevabı sorunlu bulmaktadır. Ona göre “ilah” lafzı isim olsaydı da durum değişmezdi, çünkü “ilah” lafzı vazın aslında Allah Teâlânın ismi değil, ibadet edilen şeye verilen bir isimdir. Dolayısıyla sakınca devam etmektedir. Zemahşerîye yöneltilen ikinci itiraza şöyle cevap verilmiştir: İmkansızlıktan kastedilen, malum dil kuralına aykırılıktır. Çünkü tümevarım bize zihnin anlama ve anlatmaya yöneldiği her hakikatin bir ismi olduğunu ve bu ismin sıfatları ve hükümleri bulunduğunu göstermektedir. Fakat Seyyid Şerif bu cevabı da sorunlu bulmaktadır. Ona göre şayet bu cevabı veren kişi, şayet “Allah” lafzı Allah Teâlâ’nın zatının ismi olup Ona (c.c.) “Allah” dendiğinde sıfat anlamı kastedilmez demek istemişse bu açıklamanın hiçbir yararı yoktur. Çünkü “Allah” isminin aslında sıfat olup sonra özel isim haline gelmesi mümkündür. Yok eğer cevabı veren kimse, “Allah” lafzının aslında isim olduğunu kastetmişse bunun ispatı sorunludur. Çünkü “ilah” lafzı isim yapıldığında Allah Teâlâ’nın zatı için vazedilmiş değildir. Eğer genel isme ilişen ihtisas, dilde Allah Teâlâ’nın isimlendirilmesi için yeterli olsaydı sıfata ilişen ihtisas aynı hususta yeterli olurdu. Daha sonra Seyyid Şerif bu sorunların çözümü için Zemahşerî’nin “bu isimden türemiştir” sözü ile “bu ismin iştikakı var mıdır” sözündeki “bu” işaretinin Allah Teâlâ’ya raci olmasının en uygun olduğunu söylemektedir.[10]
Zemahşerî, “Allah” lafzının sıfat değil de isim olması gerektiğini bildirdikten sonra “bu ismin iştikakı var mıdır?” sorusunu sorarak şöyle cevaplamaktadır: “İştikakın anlamı, iki veya daha fazla siganın tek anlamda buluşmasıdır. Bu isimle hayrete düşme anlamına gelen إله sözleri ve onun kardeşleri olan دله ve عله hayrete düşme ve dehşet anlamlarında buluşmaktadır. Çünkü, mabudu (Allah Teâlâyı) bilmede vehimler hayrete ve fıtnatlar dehşete düşmüştür. Bundan dolayı sapkınlık çoğalmış, batıl yayılmış ve sahih nazar azalmıştır.”[11] Seyyid Şerif ise bu metnin açıklamasında şöyle bir soru sormaktadır: “Allah lafzı söylenildiğinde bu lafızla hayret anlamı kastedilebilir mi?”. Seyyid Şerifin bu soruya cevabı olumsuzdur, çünkü “Allah” lafzı özel isim olduğundan onunla yalnızca zat kastedilir.[12]
Bu örnekte üçüncü bölümde anlatılan vaz ve delalet meselelerinin tefsirde nasıl kullanıldığı görülmektedir. Belirtmek gerekir ki kimi zaman yukarıdaki örnekte olduğu gibi tikel bir ilmin meselesi -örneğimizde vaz ilminin alanına giren bir mesele, ismin vazının nasıl olduğu- tefsir eserinde açıklanmaktadır. Fakat bu açıklamaların istitrâdî olduğunun farkında olmak gerekir. Zira bu kabil açıklamalar, ayetin tefsiriyle ilgili bir hususa dayanak olması için yapılmaktadır ki burada da maksat budur [13] Tefsirlerde incelenen lafza veya cümleye özgü lugat, sarf ve nahiv tahlilleri yapılır. Böylece vazî anlamlara ulaşılır.[14] Dolayısıyla mutlak tahliller tefsirin dışındaki müstakil disiplinlerin işiyken bu mutlak tahlillerden hareketle Kur’ân lafızları ve cümleleri üzerindeki tahliller tefsirin işidir.
…..
“Âmin” kelimesini Zemahşerî, “cevap ver” (استجب) fiilinin adlandırıldığı sestir şeklinde açıklamaktadır. Seyyid Şerife göre Zemahşerî “ses” ile lafzı kastetmiştir ama seslerden ibaret olan fiil isimlerine yakınlığından dolayı lafız demeyip sesi tercih etmiştir. “Âmin kelimesiyle ‘cevap ver’ fiili adlandırılmıştır” ifadesiyle Zemahşerî, fiil isimlerinin fiillere karşılık olarak -bizzat fiillerinin kendileri bakımından değil anlamlarının kastedilmesi bakımından- vazedildiğine işaret etmektedir. Buna göre “âmin” dendiğinde “cevap ver” (استجب) veya eşanlamlı bir şey anlaşılır; kastedilen ise cevaplama talebi olup . استجب sözünde olduğu gibi emir sigası değildir. Bu nedenle her ne kadar ondan amel anlamı anlaşılsa da onun isim olması mümkün olmuştur. Çünkü onun kendisi için vazedildiği medlul, lafızdır ve bu medlulün zamanla birlikteliği düşünülmemiştir. İlerleyen satırlarda fiil isimlerinin medlullerinin açıklamasını ele alan Seyyid Şerif, gayr-ı kasdî bir vaz olamayacağını belirtmektedir.[15]
Sh:218-222
Kaynak: ÖMER TÜRKER, Seyyid Şerif Cürcani’nin Tevil Anlayışı: Yorumun Metafizik, Mantıki Ve Dilbilimsel Temelleri, Doktora Tezi, TC. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı,2006, İstanbul





[1] “Risale fi Marifeti’n-Nefsi’n-Nâtıka”, Meşrık, 1934, C. XXXII, sayı: 3, s. 325-326.-Dipnot:380
[2]  İbn Sina’nın yorumları için bkz. “Risale fi’l-Kelam ale’n-Nefsi’n-Nâtıka”, s. 326.
[3]  İbn Sina, “Risale fi’l-Kelam ale’n-Nefsi’n-Nâtıka”, s. 318.
[4]  Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, II, 1717. Yine bu ayetin aynı doğrultuda bir tevili için bkz. İbn Arabî, Ebu Bekir, Kânûnu’t-Te’vîl (thk. Muhammed Süleymânî), Beyrut 199G, s. 122.
[5]  Zemahşerî, Keşşâf, I, 35.
[6]  Cürcânî, Hâşiye ale’l-Keşşâf I, 35.
[7]  Zemahşerî’nin açıklamaları için bkz. Keşşâf, I, 36-37.
[8]  Cürcânî, Hâşiye ale’l-Keşşâf I, 36.
[9]  Zemahşerî, Keşşâf, I, 37-38.
[10] Cürcânî, Hâşiye ale’l-Keşşâf, I, 38-39.
[11] Zemahşerî, Keşşâf, I, 39-40.
[12] Cürcânî, Hâşiye ale’l-Keşşâf, I, 40.
[13]  Benzer örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Hamd, rahman, rahim ve rab kelimelerinin tefsiri de burada örnek olarak aktardığımız metinler kadar vaz, delalet ve dilin temel birimleri olan isim, fiil, harfle ilgili tahlillerin tefsirde ilke oluşuna örneklik teşkil eder. Bkz. Zemahşerî, Keşşâf, I, 41 vd. Cürcânî, Hâşiye ale’l-Keşşâf, I, 42 vd.
[14] Bkz. Hâşiye ale’l-Keşşâf, I, 19.
[15] Zemaşerî’nin açıklamaları için bkz. Keşşâf, I, 73-74. Cürcânî’nin açıklamaları için bkz. Hâşiye ale’l- Keşşâf, I, 73-74.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar