Print Friendly and PDF

ALLAH TEÂLÂ’NIN İTAAT ETTİĞİ KULLAR



Allah Teâlâ rasüllerine indirdiği bazı kitaplarında şöyle buyurmuştur:
“Kim her şeyde Bana itaat ederse, Ben de her şey­de ona itaat ederim!”
Yine şöyle buyurmuştur:
“Kim her şeyi terk etmek ve onlardan ayrılmak suretiyle Bana itâat ederse, ben de her şeyde ona tecellî ederek, böylece benim kendisine her şeyden daha yakın olduğumu ona göstererek ona itâat ederim.”
Bu ilk yol olup, sâliklerin yolu­dur. Büyük yola gelince, bu da şöyledir:
“Her şeyde Mevlâ’sının güzel iradesine yönelmek suretiyle Bana itâat edene, Ben de Beni her şeyi Bizâtihi kendisi gibi görünceye kadar her şeyde ona tecellî etmek sûretiyle ona itâat ederim.”
Bu meseleyi anlamış isen, şimdi şunu da iyi bilmelisin:
Velîler iki sınıftır:
1-Her     şeyden fenâ bularak Allah Teâlâ ile beraber başka bir şey görmeyen velîler.
2- Her şeyde bekâ hâline erip her şeyde Allah Teâlâ’yı gören velîler.
Allah Teâlâ mülkünü orada kendisi müşâhede edilsin diye var etmiştir. Kâinat Allah Teâlâ’nın sıfatlarının aynasıdır. Bundan do­layı kâinattan uzak olan, onda Hakk’ı müşâhede etmekten de uzak olur. Kâinat kendisi görülmek için var edilmemiş, fakat onda onu yaratan Mevlâ’yı müşâhede edebilmek için var edil­miştir. Hakk Teâlâ’nın senden muradı, kâinatı, göremeyenlerin gözüyle görmendir. Yani kâinatı Allah Teâlâ’nın onda tecellî etmesi sûretiyle görmendir, kâinatı, yaradılışı itibariyle müşâhede et­men değildir. Bu manayı anlatmak üzere bir şiirde şöyle dedik:
Alemler ancak onları görmeyenlerin gözüyle göresin diye sana gösterilmiştir.
Mevlâ’sını görmekten başka bir hâle razı olmayanın yük­selişi gibi âlemlerden yüksel.[1]
Şeyh Ebû’l-Hasan Şazelî kaddesellâhü sırrahu’l azîz şöyle demiştir:
“Günahkâr mü’minin nûru açığa çıkarılacak olsa, gökyüzüyle yeryüzü arasını doldururdu. Öyleyken senin tâatkâr mü’minin nûru hakkında zannın nedir?”
Şeyhimiz Ebû’l-Abbas El Mürsî kaddesellâhü sırrahu’l azîzin şöyle dediğini işittim:
“Şâyet velinin hakîkati ortaya çıkacak olsaydı, mutlaka ona kulluk edilirdi. Çünkü velinin sıfatları ve vasıfları Allah Teâlâ’nın sıfat ve vasıflarındandır.” Bazı müritler bana şunu haber ver­diler:
“Şeyhimin arkasında namaz kıldım; neredeyse aklımı ala­cak şeylere tanık oldum. Şeyhimin bütün bedeninin nurlarla kaplanıp dolduğuna şâhit oldum. Ardından onun bedeninden nurlar yayılmaya başladı, artık ona bakamaz oldum.”[2]
Yine Şeyhimin hocası Şeyh Ebû’l-Hasan eş Şâzelî şöyle de­miştir:
Allah Teâlâ sevgisi kalbe yerleşti mi, kulun kalbinden Allah Teâlâ’nın dışında her şeyi çıkarır. Bundan dolayı sen nefsin Allah Teâlâ’ya tâata meyilli ve aklın da mârifetullaha yönelmiş olduğunu gö­rürsün. Ruh huzûrda durmakta, sır da onu müşâhedeye dal­mıştır. Kul daha fazlasını ister, ona daha fazlası verilir. Yaptığı niyaz ve münâcâtın lezzetinden daha tatlı surette ona fetihler ihsan edilir. Kurbiyyet yaygıları üzerinde ona takrip elbisele­ri giydirilir. Hakikatlere ve ilimlere vakıf olur. Bundan dolayı şöyle demişlerdir:
“Allah Teâlâ’nın velileri gelinler gibidir, gelinleri suçlu ve günahkâr­lar göremezler.”[3]





[1] İbn Ataullah el-İskenderî ,trc: Abdullah Mağfur,  Letâifül-Minen Fî Menâkıbı’ş-Şeyh Ebi’l-Abbas ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan- Allah'ın İki Velî Kulu, Üsküdar Yayınevi, Nisan 2011 İstanbul, s. 72
[2] a.g.e., s.79
[3] Ataullah İskenderî bu konuyu “Gelin Tâcı” adlı kitabında geniş çapta ele almıştır.

EVLİYANIN TASARRUFU

Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz anlattı.


Bedîü'r-Reyhân da bilcümle ricallere vekâleten buyurdu ki:
-"Yâ İbrahim Halîlallâh, Ümmet-i Muhammed'den bir kimse 124 bin günâh-ı kebâir işlese ve tevbe ve istiğfar etmeden ölse, birimizin şehâdeti üzerine, Cenab-ı Hakk onu af buyurup, gufrân-ı İlâhiyyesine mazhar kılar, ikinci defaki şehâdetimizle, onun seyyiâtı hasenata tebdîl olur. Bizlerin münâcâtı üzerine, Ümmet-i Muhammed'in üzerinde ne kadar hukuku İlâhî ve hukuku ibâd varsa, cümlesi affa mazhar olurlar. Bu hakîkat ilmi, şerîatın zahiri ile ölçülemez. Bu, ilm-i hakîkata mahsûs sır bir ilimdir."
"Cenab-ı Hakk fıtrat-ı İslâm'ın ihtiyarını da bizlere ihsan buyurmuştur. Bu inayet, zamanın fetreti sebebi ile Cenab-ı Hakk Teâlâ'nın kullarına olan merhameti ve Muhammed aleyhisselâmın ümmetine olan şefkat ve harîsliğı sebebi ile, onların âdâ-i erbaa’ya (yani dört düşmana) esir oldukları bir zamanda bize bu selâhiyet verilmiştir" dedi. Ve âhir zamandan bahis ile devamla buyurdu ki:
-"Bu zamanda maddî fen ve terakkî sayesinde bir sürü insanlar faydalar görüyorlar. Zamana göre maddî ve manevî ilimleri Cenab-ı Hakk kullarına ihsan etmektedir. Bizlerden sonra gelecek evliyalar da, insanlar gibi dâima terakkî edip, ne gibi fen ve icâdlarda bulunacaklardır. Evliyalar da dâima terakkî edeceklerdir. Terakkî nisbetinde merhamet-i ilâhî olup, kulları affa vesîle kılacak evliyalara da selâhiyet verilecekdir. BİZLERDEN SONRA GELECEK RİCALLERE BİZ DE MUHTAÇ KALACAĞIZ. Bu zamanlar Cenab-ı Hakk Teâlâ'nın, cemâl tecellîsini mutlak olarak ihsan buyurmasından, bu merhamet sayesinde Rasûlüllâh'ın has ümmet ricallerine bu kuvveti ihsan buyuruyor. Fıtrat-ı İslâm'ın ihtiyarını bizlere vermiştir. Bunun mânâsı şerîatla ölçülmez. Bu sır hakîkat ilminden bir sırdır. Ümmet-i davet olanlara da şumûlü vardır. Hazreti Musa'nın fer'inden kelâmına sebep, ihvanımızdan İbrahimü'l-Ahzâb olmuştur. Bu zat, İbrahim aleyhisselâm nâra (ateşe) atıldığında sabır, tefvîz, teslîm ve itlâkına sebep olmuştur. O zatların kendi peygamberlik inayeti kâfî gelmedi. BU DA ÜMMET-İ MUHAMMED'İN SON ZAMANLARINDA BULUNANLARA KISMETTİR. SAHÂBE-İ KİRAM DA, BU ZAMANDAKİ, CENAB-I HAKK TEÂLÂ'NIN CEMÂL-İ MUTLAK TECELLÎSİNE METFUN VE ÂŞIKLARDI. BU ZAMANDA BULUNMAKLIĞI ARZU ETTİLER" diye enbiyâlara Bedîü'r-Reyhân hazretleri beyanâtta bulundu.

(Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. V, s. 24-25)


 

KADER AFFETMEZ, İYİ OLMAYA MECBURUZ


Allah Teâlâ her an tecelli eder. Ancak tecellilerini de aynı şekilde ve bir daha tekrar etmez. Fakat bazı tecelliyatı kader planı üzere takdir ettiği için ayniyet gösterir gibi olsa da yine bizim farkına varamadığımız tekrarı olmayan şekildedir.
Tecelliyat, zât, sıfat ve ef’alin perdeleri arasından süzülür. Bunları zahir ve batın olarak görmek arzu etsek de nasibimiz miktarını aşmak mümkün değildir.
Konu üzerinde düşünürken hatırlayacak olursak Hristiyanlar hakkında buyrulan ayette [1] tecelliyatın parçalanması haber verilmektedir. Parçalamadan ve parçalanmadan neticeye varmak zordur.
Konuyu biraz daha açacak olursak, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah’ın rızası, anne ve babanın rızasındadır. Allah Teâlâ’nın gadabı anne ve babanın gadabındadır.”[2]
Bir çocuk dünyaya gelirken bazı hususlar yönünden rabbâni tecelliler ana ve babasından zuhur edecek demektir. Yani ilâhı anne ve babası olacak demektir. Kader gereği anne-baba, sıfatların gereği meydana gelen bebekte Allah Teâlâ’nın sıfatlarını icra ederken, Zât’ın rahman ve rahimini üzerlerinden aşikar kılacaklardır. Ta ki bebek, çocukluktan büyüyüp nefsini ilah edene kadar. Ne zaman ki evlat, kendinde tecellileri “fark” edip ebeveynin sıfatlarını isteyince “Allah Teâlâ’dan başka ilahlar edinmeyin” sınırına varmasıdır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ana ve baba rızasını Allah Teâlâ ile eşleştirme hikmeti budur. O’nun “Rabbim beni terbiye etti ve edebimi en güzel şekilde yaptı.” [3] demesi ile sınırları hiçbir zaman aşmadığını, kader bazında babasını doğmadan, annesini rüşt çağına ermeden “ismet”inin Allah Teâlâ tarafından korunduğuna da işaret etmiştir.
Büyükler arasında babasını küçük yaşta kaybedenlere “Allah Teâlâ’nın bahtiyar kulları” denilmesi çok meşhurdur. Annenin küçük yaşta kaybedilmesi için bu sözün kullanılmaması insanın yaratılışında “zayıf yaratılış” yönündendir.
Bu izahattan sonra insanın ana-baba hakları ve cemiyette nasıl davranması gerektiğini anlıyoruz. 
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdular ki;
“Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu hicabı da aşar.” [4]
“En iyi iyilik, babasının vefatından sonra, onun dostlarını yoklamaktır.” [5]
“Babanın dostluğunu koru, dostlarıyla dost ol. Şayet babanın dostluğunu korumazsan, Allah Teâlâ da senin nurunu söndürür.” [6]

“Baba dostuna iyilik, babaya iyilik demektir.” [7]
“Allah Teâlâ, Musa aleyhisselama “Âsi olanın sözünün ağırlığı, dünyadaki bütün kumların ağırlığına eşittir” buyurunca, Musa,
“Ya Rabbi, bu âsi kimdir” dedi. Allah Teâlâ,
“Ana babasının sözünü dinlemeyendir” buyurdu.” [8]
Yukarıda geçen hadis-i şeriflerde ataları dost iken birbirine haksız düşman olan çocukların durumlarının vahametini de göstermektedir. Her ne şekilde olursa olsun Habil ve Kabil meselesinde isyan eden çocuk zarar etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ zalim, isyan eden, baği, eşkıya, hain … kulunu sevmez ve yardım etmez. Hatırlayalım;
 “Vahşî, Mekke’nin fethinden sonra korkudan Tâif’e kaçıp yerleşti. Fakat daha sonra Tâifliler topluca Medine’ye gidip İslam’ı kabul ettikleri zaman yeryüzü kendisine dar geldi. Oradan Şam ve Yemen taraflarına kaçmayı düşündü. Ancak birisi kendisine,
“Ne üzülüyorsun? Vallahi o, dinine giren tek bir kimseyi öldürmemiştir.” deyince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna çıkmaya karar verdi. Medine’ye gitti ve şehadet getirip Müslüman oldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
“Vahşî, otur ve bana Hamza’yı nasıl şehit ettiğini anlat.” dedi.
Vahşî’nin sözü bitince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine,
“Yazık, gözüme görünme!” dedi. Çünkü o şefkatli rasül, onu gördüğünde sevgili amcasını hatırlayacak, müteessir olacaktı. Vahşî de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emrine uyarak bir daha gözüne görünmedi.” [9]
Dinimizde tövbe kapısı açıktır. Ancak şer olmanın sineleri deşen bir yara olarak devâmiyeti vardır. Gönülleri fethetmeden kanla elde edilen kazançlar gırtlakları ve cemiyeti parçalar. Yaptık oldu, unutulur, diye diye düşündüğümüz çok işlerimiz yarın önümüze geldiğinde mahcup olacağımız azapların en elimidir.
“Dedenin yediği elmadan torunun dişi gıcırdar” sırrına erenler için hayatı idâme etmek  çok zor olmuştur.
“Bir gün Hz.Musa  aleyhisselâm Allah Teâlâ'ya yalvararak İlahî adaletin tecellisini gözüyle görmek ister. Allah Teâlâ'ya dua ederek böyle bir olaya şahit olmak ister. Duasını kabul eden Cenab-ı Hakk, Hz. Musa'ya:  
"Falan sahradaki çeşmenin yanına git, bir tarafa gizlen, hikmet ve adaletimi seyret" buyurur.   Hz. Musa aleyhisselâm, sahraya varır, çeşmenin bulunduğu yerde bir ağacın arkasına gizlenir, beklemeye başlar. Sahranın bir ucundan genç bir atlı çeşmenin başına gelir. Atından iner, suyunu içer, koynundan bir kese altın çıkararak çeşmenin başına bırakır. Biraz dinlendikten sonra atına atlayarak yoluna devam eder fakat altın kesesini koyduğu yerden almayı unutur.  Biraz sonra suyun başına bir delikanlı gelir. Suyunu içip dinlendiği sırada çeşmenin yanında bir kese altın görür. Keseyi alır, oradan ayrılarak kaybolur. Yoluna koyulur.   Bir müddet sonra çeşme başına bu defa da kör bir adam gelir. Abdest alarak namaz kılar, yorgunluğunu çıkarmak için bir tarafa oturur. İşte tam bu sırada altın kesesini unutan genç gelir. Bıraktığı yerde keseyi görmeyince kör adama çıkışır.  
"Altınlar nerede, ne yaptın" der ve keseyi adamın aldığını düşünerek onu sıkıştırır. Adam almadığına dair her ne kadar yemin ettiyse de inandıramaz.  Sonunda delikanlı belinden kılıcını sıyırdığı gibi kör adamın başını gövdesinden ayırır. Adamın üzerini ararsa da bir şey bulamaz ve çekilir, gider.   Hz. Musa, gördüğü ürkütücü manzara karşısında hayrete düşer. Olayların gerçek hikmetini öğrenmek için Allah Teâlâ'ya duada bulunur:
“Allah'ım” der. "Azamet ve Kibriyan(büyüklüğün) hakkı için beni bu hikmet ve ibretten haberdar et."   O sırada Cenab-ı Hakk, Hz. Cebrail'i gönderir. İlahî fermanı açıklamasını emreder. Olayların gerçek sebebini ve hikmetini Hz. Cebrail teker teker anlatır:   
"Ya Musa gözlerinle görüp de bir mana veremediğin olayın hikmeti şudur: Çeşme başında altınları görüp de alan gencin babası, altını bırakan gencin babasının yanında birkaç sene işçi olarak çalışmıştı. Fakat haksızlık ederek ücretini vermemişti. Adam hakkını ne kadar istediyse de alamamıştı. İşini yaptıran adam bir Müslüman'a zulmederek hakkını zimmetine geçirdi. Öldükten sonra da işçinin hakkı olan para oğluna miras kaldı. İşte, çeşme başında gencin aldığı bir kese dolusu altın, babasının hakkı olup da alamadığı altın kadardı. Bu suretle Cenab-ı Hakk seneler sonra hak sahibine hakkını vermiş oldu.   O kör adam ise gözleri varken, altınları çeşme başında unutan gencin babasını öldürmüştü. O zamanlar bu genç, çocuk yaştaydı. İşte babasının katilini öldürerek kısası yerine getirmiş oldu. Allah'ın takdiri de zaten bu şekildedir."  
Böylece bir nesil sonra kaderin adaleti tecelli etmiş oldu. Zalim cezasını çekti, hak sahibi de hakkına kavuşmuş oldu.
Sonuçta hallerimizde şerrin zuhur ettiği unsur olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınmalıyız.



[1] “«Allah, üçün üçüncüsüdür.» Diyenler elbette kâfir oldu. Oysa, bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olarak kalanlara kesinlikle pek acı veren bir azap dokunacaktır.” (Mâide, 73)
[2] (Tirmîzî, Birr, 3.)
[3] (Kenz, 7:214 H. No: 18673; Münavi, Feyzü’l-Kadir, 1:225)
[4] (İbni Mace)
[5] (Müslim)
[6] (Buhari)
[7] (Taberani)
[8] (Ebu Nuaym)
[9] Üsdü’l-Gàbe, 5: 84.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar