Print Friendly and PDF

Altay Ünaltay -2-



Darwinizm Batı muhafazakarlığının sıcak çatışma noktalarından biridir. Yıllardır ABD'nin birçok eyaletinde "okullarda Darwin'in evrim teorisi mi okutulsun; yoksa yaradılış teorisi mi okutulsun" tartışması sürer, yargıda davalar açılır; karşıt görüşün yasaklanmasına çalışılır; tartışma bitmez.
Ancak kapitalist ve zengin Batı, özellikle de Amerikan muhafazakarlığı, Darwin ile görünüşte sorunlar yaşarken, 20. y.y. başında sessiz sedasız ondan türeyen bir başka felsefe ile hiç sorunsuz uyuşuverdi: Sosyal Darwinizm.
ABD Başkanı Bush'un, tüm dünyayı kana bulayan "Blitzkrieg" (ya da "Yıldırım Savaşı", 2. Dünya Savaşı Nazi terimlerinden) seferlerine, Amerika'nın heryere özgürlük götürdüğünü söyleyerek başladığı, hepimizin malumu. Bush'un son derece dindar ve inanmış bir Protestan olduğunu da biliyoruz. Samimi bir dindarlık ile "özgürlük" deyip zulmetmenin insan vicdanında nasıl bağdaştığı ise zihinlerimizi karıştırıyor. Böyle bir iman olabilir mi? Ama belki bu sorunun cevabı o kadar da zor değil.
Protestanlık ilk kurulduğu günden beridir, Max Weber (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri) ve birçoklarının da dikkat çektiği gibi, dindarlık ve dünyevi başarıyı birbirleriyle uzlaştırmış bir ilahiyattır.
En etkin ifadesini Amerikan pratik aklı ile yaptığı başarılı mantık evliliğinden sonra bulan bu ilahiyata göre Amerikan düzeni Tanrı'nın yeryüzünde olmasını arzuladığı sosyal düzendir ve onun için Amerika başarıdan başarıya koşmaya mahkumdur.
Amerikalı Protestan ve pragmatik felsefeye göre "Tanrı'nın yeryüzünde arzuladığı düzen nedir?" sorusuna iki şekilde cevap aranabilir. Ya sonu gelmez teorik tartışmalar, hukuk ve adalet üzerine kılı kırk yaran tezler ve karşı tezler arasında boğulmuş, uzun, yorucu ve sonuçları kuşkulu bir nazari süreç ile konuya yaklaşırsınız. Ya da Tanrı'nın düzeninin ipuçlarını kestirme ve pratik bir ampirizmle (gözlemcilik) bu dünyada bulabileceğiniz doğru yere bakarsınız.
Böyle baktığınızda aslında bir düzenin her yanımızı sardığını ve kusursuz işlediğini görürsünüz: Tabiat.
Tabiatı Tanrı yaratmış ve içine kusursuz işleyen kurallarla korunan bir düzen yerleştirmiştir. Tanrı'ya inanan insanın yapacağı da bu düzeni "alçakgönüllülükle" kabul ve taklit etmektir. Amerikan düzen fikri buradan çıkar.
Nasıl Tanrı, tabiattaki tüm varlıkları kendi potansiyellerini gerçekleştirmekte sonuna kadar gitmek konusunda özgür bırakmış ise, doğru toplumsal düzen de insanları aynı şekilde özgür bırakmalıdır; Amerikan "özgürlük" fikrinin esası budur.
Ama tabii ki, tabiat sadece bu pozitif kategorilerden ibaret değildir. Örneğin kurdun kuzuya yardım ettiği pek görülmez tabiatta. Dahası bireyler ve türler diğerlerine üstün gelebilmek için bitmez bir rekabet içinde olmak ve yarışa ayak uydurmak zorundadırlar; yoksa varlık aleminden silinir giderler. Amerikan düzeni doğal olarak bunu da benimser ve bu onun için bir sorun teşkil etmez.
Hasıl-ı kelam: Amerikan muhafazakar "özgürlük" fikri, güçlüye tüm gücünü kullanarak zayıfları ezmesi için özgürlük tanımayı doğal, adil ve Tanrı'nın irade ve isteğine uygun sayar; çünkü bu tabiatta da böyledir. Eğer bunda bir yanlış olaydı; Tanrı tabiatı başka türlü yaratırdı. Gücünü sonuna kadar kullanmak ve üstün gelmek için herkese fırsat ve özgürlük verilmiştir; hak ve adalet budur; öyleyse en güçlünün kazanması ve diğerlerine üstün gelmesi, üstün olmanın imkanlarını kendi lehine ve karşısındaki zayıfların aleyhine kullanması ve bu yolla onları ezmesi de haktır; adildir. Bunun daha sistematik ifadesi ise (ismi genelde açıkça anılmasa dahi) Sosyal Darwinizm'de kendini bulur: Güçlü olan hayatta kalır; zayıf olan yokolur. Güçlünün hakkı yaşamak, zayıfın hakkı yokolmaktır. Bu çok doğal ve adildir; tıpkı tabiattaki gibi.
Sadece Protestanlara değil, birçok dinin egemen ve güçlülerine makul ve güzel görünen bu düşünce; bu diğer dinlerden de kendine taraftarlar bulmuştur: Birçok güçlü ve zengin Yahudi için bu zaten bildikleri ve inandıkları birşeydir (tabii ki yine vicdan sahibi birçok Yahudi de Yahudilik içinde bu anlayışın sorgulanması için çaba sarfetmekteler; bunu da söylememiz borçtur); ama birçok güçlü ve zengin müslüman dahi bu fikir içinde kendine doğal ve normal gelen bir yan bulur; onu kendi inancına uyarlar: "Beş parmağın beşi de bir değildir; Allah hepsini farklı boyda yarattı."
İslam içine Emevilikten beri sızmış olan birçok çarpık inanç ve düşünce, 20. y.y.ın Batılı Protestan muhafazakarlığı ve onun Sosyal Darwinist arkaplanı ile karşılaşınca aralarında hiç beklenmedik bir aşk doğduğunu ve Emevilerden bize kalan meşum mirasın bu yeni evlilikle tekrar yükseldiğini görüyoruz: Emeviliğin "iktidar ve güç Allah tarafından verilir ve ancak O'nun tarafından alınır; hesabı da yalnızca O'na verilir" fikri; İslam tarihinde o devirden beri insanlar arası eşitsiz ilişkileri kurumlaştırmış birçok feodal gelenek ve görenekler, saltanat, ağalık, kölelik, kadınların ezilmesi, yoksulluğun bir kader olduğu, buna tevekkül ve rıza gösterilmesi fikri, iktidar ve düzen karşısındaki mahviyetkarlık hissi belki devirlerini doldurmuşlardı. Ama onlar bu yeni ve güçlü "özgürlük" ve "doğal düzen" formülasyonu içinde tekrar hayat buldular ve parladılar. Artık bizim için de zayıflık ve fakirlik yardımı gerektiren bir hal değil; böylelerinden kaçılmasını ve uzak durulmasını gerektiren bir "sosyal vebalılık" halidir. Kaçılmalı, aksi halde "veba" bize de bulaşabilir. Doğrusu, insan egemenler ve güçlülerle birlikte olmalıdır, ve bu katlanılması gereken bir zorunluluktan öte ahlaki bir tercihtir; çünkü çok aşikardır ki, "Allah onların yüzlerine bakmıştır." Artık hem dindar bir müslüman olup, hem de nüfusunun ihmal edilemez bir kısmının açlık sınırı altında yaşadığı müslüman ülkelerde, tıpkı Emevilerin ve onların tarihteki takipçilerinin yaptığı gibi malınızı lüks ve ihtişam için harcayabilir; ince zevkler peşinde koşabilirsiniz. Zaten medeniyet biraz da bu değil midir?
Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı propagandayı biryana bırakırsak, İslam alemine sunduğu (ve aslında tüm egemenleri tarafından kabul görmüş) "Büyük Ortadoğu Projesi" de pratikte budur: Güçlülere güçlü olma ve güçlü kalma özgürlüğü.
Evet bu "karşı din"dir. Ve buna ancak "din" ile karşı çıkılabilir.
İranlı büyük düşünür Ali Şeriati "İslam Sosyolojisi Üzerine" adlı kitabında Kuran'da bir garip kelime oyunu yapar: "İçinde 'Allah' kelimesi geçen ayetlerden 'Allah' kelimesini çıkarıp yerine 'halk' koyun; anlamda bir değişiklik olmaz", der.
Gerçekten de Kitab'ın Allah adına bizden istediği ahlak ve davranış kaidelerine baktığımızda bunların hepsinin insanların genel faydası ve toplum bütünlüğü ve toplumsal işleyişin sağlıklılığı için olduğunu görmek şaşırtıcı ya da zor anlaşılır birşey değildir. "Allah'ın hakkı", "halkın hakkı" yani tüm insanların hakkıdır.
Dahası Kitap bize "Allah'ın ruhundan üflediğini" söyler (*). Bunun anlamı tartışmalı olmakla birlikte ben tüm insanların O'ndan bir parçayı içlerinde taşıdığını kabul ediyorum. Birçok Sufi ehlinin konuyu bu şekilde anladıklarını biliyoruz; bunların en meşhuru, ne yazık ki sözü yanlış anlaşılan ya da kasten çarpıtılan "ene'l-Hakk" sözü sahibi Hallac Mansur'dur.
Eğer tüm insanlar O'ndan bir parçayı içlerinde taşıyorlarsa kuvvetli ya da zayıf, sıfatça fazla ya da eksik her insan evladına saygı göstermek ve O'nun rızasını onların rızasında aramak Allah'a inancın gereği olur. İnsanlar bu anlamda eşittir ve bu eşitlik basit bir fırsat eşitliği hakkından çok daha fazlasını kapsar.
İdeal düzen arayışı insanın kapasitelerinin özgürce gelişimine izin verdiği kadar, hiç kimsenin eksikliğinden dolayı kayba uğramamasını da dikkate alır. Yüce Allah bir kişiye bazı şeyleri diğerine nazaran eksik verdi ise, fazladan verdiği kişinin görevi kendinde olandan insan kardeşinin eksiğini tamamlamaktır. Dahası insan her konuda mükemmel olamaz; belki bende çok olan onda eksik olduğu gibi, onda çok olan da bende eksiktir. Amaç bu farkları bir yarış vesilesi kılmak değil; birbirinde eksik olanı tamamlamak; eksiği örtmek, bu konuda yardımlaşmaktır: Nahl (16/70): "Allah rızk konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar rızklarını kendi altındakilere vermezler ki, rızkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah'ın nimetini mi inkar ediyorlar?"
Amerikan muhafazakarlığının yılmaz eleştiricilerinden bir Amerikalı aydın olan iktisatçı John Kenneth Galbraith geçenlerde öldü. "Kuşku Çağı" adlı eserinde (hafızam beni yanıltmıyorsa) yıllar önce katıldığı Amerikalı elit kesim arasındaki bir partiden bahseder: Zengin ve güçlü Amerikalı kapitalistlerle kadeh tokuşturan bir Protestan vaizi, "Tanrı'nın doğal düzeninin" galipleri olan bu kişilere güvenle şunları söylemektedir: "Bugün sizinle burada nasıl kadeh tokuşturuyorsak, yarın yine cennette böyle kadeh tokuşturacağız." - "Onların girdiği cennete ben girmek istemiyorum" diye yazar Galbraith.
Allah, ortak olduğumuz bu duayı kabul etsin.
Dipnot:
(*) Secde (32/9):
"ve nefeha fiyhi 'min' ruhıhi" (ona ruhundan üfledi) ayetindeki "min" edatı bir öz birliğini kuvvetle düşündürür.
Bkz:
altayu1@yahoo.com
http://altayu.blogspot.com/2006/09/dine-kars-din.html

21. yüzyılın ikinci yarısında siyasal tarihçiler tarafından Türk nasyonalizmi projesinin milletleşmede başarısızlık örnekleri arasında okutulacağı kesindir. Çünkü Türk nasyonalizmi o döneme varamamış ve çoktan tarih olmuş olacak; iki şekilde: Ya Türkiye bu projeyi terkedecek ve yerine “patriotizm”i ikame edecektir; ya da “nasyonalizm” ısrarı milli gerçeklerimizle çatıştıkça akıl dışı bir patlamayla bizi yıkıma götürecektir. Nasyonalizm nedir, patriotizm nedir?
Millet oluşturmada soy bağını esas alan nasyonalizm ideal anlatım ve uygulamasına Almanya’da kavuşur. 1750’lerden başlayarak Alman nasyonalistleri Alman milletinin birleşmesi gerektiğini, çünkü ortak atalara ve ortak törelere dayandığını, ortak bir dil konuştuğunu söylemiştir. (Friedrich Carl von Moser, Vom deutschen Nationalgeist, 1765, "Wir sind ein Volk von Einem Namen und Sprache unter Einem gemeinsamen Oberhaupt, unter Einerley Gesetzen, zu Einem gemeinschaftlichen grossen Interesse der Freyheit verbunden.") Alman romantiği Johann Gottfried von Herder’in (1744–1803) “Almanlık” mefhumu, Wilhelm von Humboldt’un buna ortak tarihi eklemesi, Johann Gottlieb Fichte’nin (1762-¬1814) “Alman Milletine Söylev”inde (Reden an die deutsche Nation) Alman dilinin önemini vurgulaması, bunların hepsi ortak bir soydan gelme ve bu nedenle bir millet oluşturma temeline dayanır.
Nietzsche (Friedrich Wilhelm, 1844 – 1900) Avrupalıların adına medeniyet denen bir çürüme içinde giderek birbirlerine benzemelerinin getirdiği monoton sıkıntıyı eserlerinde vurgulamış, diğer Alman milliyetçileri bundan neden diğerlerinden farklı olmaları gerektiği konusunda sonuçlar çıkarmışlardır.
Ancak Alman nasyonalizmi Houston Stewart Chamberlain (1855–1927) ile İngiltere’den güçlü bir destek almasaydı belki romantik bir hareketten öteye geçemezdi. 20. y.y.da alacağı ırkçı temelleri Chamberlain eseri Grundlagen des Neunzehnjahrhunderts’te (Ondokuzuncu Yüzyılın İlkeleri) attı. Batı tarihi Germenlerin ortaya çıkışından itibaren onların etrafında dönmüş, Roma İmparatorluğu’nu onlar yıkmıştı. Tarih, temelde Germenler ve Germen olmayanlar arasında bir mücadelenin tarihi idi ve kuvvetli taraf olan Germenler burada yapıcı unsurdu. Bu anada Yahudiler ve Katolik Kilisesi Germenlerin ırki vasıflarını zayıflatan Germen dışı unsurlardı; örneğin 30 yıl savaşları Germenleri Germenlere kırdırmak için Katolik Kilisesi tarafından çıkarılmıştı. Hitler’in bu görüşlerden çok etkilendiği anlaşılıyor. Chamberlain’i, Aryanlar ile Aryan olmayanların birbirinden ayrıldığı ve evlenmelerinin yasaklandığı bir kast sistemi öneren Guido von List ve 1908’de ilk Aryan tarikatını kuran Lanz von Liebenfels izledi.
19. y.y. Alman nasyonalistlerinin karşısına başka bir düşman kardeş fikri çıkardı: Siyonizm ya da Yahudi nasyonalizmi. Yahudi asıllı Viyanalı gazeteci Theodor Herzl (1860-1904) gazetesi Neue Freie Presse adına Paris’e Dreyfus olayını izlemeye gönderildiği zaman Fransız yüzbaşısı Dreyfus’un Yahudi olması nedeniyle uğradığı muameleyi görünce Yahudilerin Avrupa toplumuna entegre olmalarının imkansız olduğunu düşündü ve 1896’da ünlü kitabı “Der Judenstaat”ı (Yahudi Devleti) yayınladı. Giderek karakteri oturan Alman nasyonalizminin karşısına çıkan Yahudi nasyonalizmi beklenenin aksine başta ondan çok itibar gördü, kendi halinde Yahudilerse onu başlangıçta boş bir hayal olarak gördüler ve pek itibar etmediler.
Herzl Siyonist Cemiyeti Yahudilerden yeterli maddi-manevi destek görmeyince düştüğü sıkıntıdan kurtulmak için zaman zaman Alman nasyonalistlerinden de bağış kabul etmiştir. Bunda da şaşılacak birşey yok, çünkü Siyonistler Yahudilerin yaşadıkları yerlerden ayrılıp Filistin’e dönmelerini istiyorlardı; içlerinden bu gayrı-Aryan unsuru atmak isteyen Alman nasyonalistleri de bu konuda onlarla hemfikir ve dolayısıyla onların destekçisi idiler. Bu barışsever hava Hitler’in ortaya çıkışına ve iyilikle gitmeyen Yahudiler için “başka çareler” düşünmeye başlayıncaya dek sürdü.
Dünyayı üstün Aryan ırkının hakimiyeti altında yeniden düzenlemek, Aryanları düştükleri durumdan çıkartmak ve onlara “layık oldukları” üstün mevkiyi armağan etmek için dünyayı kan ve ateşe boğan Hitler belki amaçlarının hepsine ulaşamadı. Hitler’den uzun bahsetmeye gerek yok, ama kaydedilmeli ki, Almanya onun sayesinde nasyonalist evrimini tamamlamıştır. Ondan çok fayda gören bir başka varlık da Siyonizmdir. Hitler yaptıklarıyla, Siyonizmi boş bir hayal sayan geniş Yahudi kitlelerinin görüşlerini değiştirmiş ve 1945’ten sonra İsrail’i kurmaktaki Yahudi kararlılığında temel etkenlerden olmuştur.
Bugün Alman milleti homojen ve ortak soy bağıyla birbirine bağlı bir millettir. O derecede ki, içine giren diğer göçmenler asla bu topluma entegre olamaz, ancak gettolar halinde yaşayabilirler. Bu aslında bugünün Alman politikasının o kadar da arzu etmediği birşeydir, çünkü Almanya AB ile bir imparatorluk olmak istemektedir. İmparatorluklar ise doğaları gereği birden çok etnik köken, halk ve topluluğu ortak bir bayrak etrafında birleştirir. Böyle bir devlete tipik bir örnek Rusya'dır. Geniş arazilere yayılmış ve birçok halkı Çarlık bayrağı altında birleştirmiş Rusya için problemler 20. y.y.ın başında akut bir hale geldi. Çarlık zayıfladıkça Rusya'nın halklarını birarada tutmak için çareler düşünülmeye başlandı.
Türkiye ve Rusya'nın tek ortak özellikleri parçalanan imparatorluklarının dramı değildir şüphesiz. Her iki ülkenin tarihten gelen sosyal ve siyasal kültürü ve gelenekleri arasındaki paralellikler Dünyayı, kendini ve tarihi algılamada benzer sonuçlar getirdi. Sözün burasında Rus fikriyatı içinde 20. y.y. başlarında etkin olmuş, Sovyetlerle kısmen karanlığa gömülmüş, ama şimdi hatırlanmakta olan bir akıma tekrar atıf yapmak istiyorum: Avrasyacılık (orj. Yevrasistvo).
Yüzyıl başındaki Avrasyacı düşünürler arasında filozof Lev Karsavin (1882 – 1952), din adamı-filozof Georgije Florovski (1893–1979), Anton V. Kartashev (1875-1960), tarihçi George Vernadski (1887-1973), coğrafyacı Petr Savitski, ve Prens Nikolay Trubetskoy sayılabilir. Temel olarak Avrasyacılık Rus Batıcılık akımı ile Slav milliyetçiliği arasında bir üçüncü yolu teşkil eder ve Rusya’nın kendine özgünlüğüne atıf yapar. Batıcılığa eleştiri olarak filozof Karsavin Batı’da hâkim felsefi düşüncenin temel yanlışını “bireycilik kuramı”nda görür; ona göre bu yanlış toplumu ciddiye almayan, bireysel fakat aynı zamanda sınıf veya bir gruba özgü egoizme götürmektedir. Bu yüzden ifadesini bir halkın veya bir devletin ruhunda bulan birey ötesi bir varlığın mevcudiyeti farkedilmemektedir. Tek tek bireyleri devlet, halk, toplumsal grup ve hatta aile içinde “atomik parça” olarak telakki eden Batıdaki hâkim düşünce yanlıştır. Halk daha ziyade birey ötesi bir organizmadır.” Bu mütalaadan hareketle Karsavin bireysel “ben”in kelimenin tam manası ile varolmadığı sonucunu çıkarır. Onun için bireysel kişilik bir toplumsal kişiliğin, kollektif olanın bir tecellisinden başka birşey değildir. Avrasyacılar buradan hareketle Batı’nın “Roma-Germen” kültürünü gerçekliği bölüp parçaladığı için “inorganik,” ilan ederler ve onun karşısına kendi “organik” anlayışlarını çıkarırlar. Batı bireyciliğine dayanan “Batı”nın belirlediği evrensel değenlerin tüm Dünya için geçerliliği Avrasyacılar için kabul edilemezdir, bu değerler ve normların arkasında yatan Roma-Germen kültürünün hegemonyası da reddedilmektedir.
Bu sözler hangi siyasi fikriyattan olursa olsun birçoğumuza tanıdık ve sıcak gelmiyor mu? Avrasyacılar bununla da kalmaz. Avrupa merkezciliğine bu reddiye aynı zamanda liberal demokrasinin Batılı şekline ve liberal Batılı devlete de reddiyedir. Buna karşılık Avrasyacılar kişi ve devletin organik birliği, başka bir deyişle “senfonik kişilik” ve Rus Ortodoksluğunun cemaat ilkesi “sobornost”a dayanan güçlü bir “kerim” ya da “baba devlet” fikrini geliştirmişlerdir.
Avrasyacılık Rus tarihine bakışında da Batıcı ve Slav milliyetçisi akımların kendine acımasından ayrılır. 13. y.y.dan 15. y.y.a kadar uzanan, Rusya’nın Batı Avrupa'dan kopması ve yalnız kalmasına yolaçan Tatar-Moğol hâkimiyeti Batıcı ve Slav milliyetçisi akımlardan alışılmış olduğu üzere baskıcı bir boyunduruk, Avrupa için kendini feda etme ve medeniyet için felaket olarak değerlendirilmemektedir. Daha çok Tatar hâkimiyetinin pozitif, yapıcı yönleri vurgulanmaktadır. Onun sayesinde Rusya’nın özerk gelişmesinin mümkün olduğu, daha sonraları Tatarların hâkimiyetindeki bölgeyi kapsayan bağımsız, birliği sağlamış Moskova Devleti’nin kuruluşunun temelinin atıldığını söylemektedirler. Coğrafyacı Savitski bu konuda şunları yazmıştır: “Tatar hâkimiyeti olmaksızın Rus Devleti de olmazdı. Rusya Büyük Hanların takipçisidir. Cengiz Han’ın, Timur’un davasını devam ettirendir. Asya’nın birleştiricisidir. Kendi içinde yerleşiklik ve bozkır (göçebe A. Ü.) unsurlarını birbirlerine bağlayan, çok derinlere giden bir geleneğin taşıyıcısıdır.”
Öyleyse bu tarihin evladı olan Rusya’nın Avrasyacılara göre gelecekteki misyonu nedir? İlk adım Rusya’nın kendisini zararlı Batı etkilerinden kurtarmasıdır. Savitski’ye göre “Rusya’nın hâlihazırdaki Avrupa kültüründen çıkması” Avrasyacıların en önemli uğraşlarıdır. Batılı ve Rus-Avrasyalı kültürlerin uyuşmaları mümkün değildir; öte yandan “Hıristiyan Batının Çöküşü”nde Oswald Spengler’in yazdığı gibi, Batı medeniyeti çözülüş ve çöküş dönemindedir. Bundan sonrası için Prens Trubetskoy’un tesbitleri çarpıcıdır: “Dünyanın kan emici Roma-Germen hayvanlarından kurtarılması Rusya’nın yeni tarihi misyonudur.” Avrasyacılık isim olarak Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan sonra fazla anılmadı, ama Sosyalist devlet Avrasya doktrininde içerilen umdeleri takibe devam etti.
Avrasyacılık akımının sosyalizm sonrası günümüz isimlerinden Aleksandr Dugin’in de takipçilerinden olduğu bu fikir külliyatı temelinde bir “Rusya yurtseverlik ideolojisidir”. Alman milliyetçiliğinin kan ve soy bağlılığının tersine burada birleştirici unsur topraktır (patrie). Aynı vatanda yaşamak ve onu sevmek (patriotizm) etnik kökeni, dili, dini ne olursa olsun insanları birbirine yaklaştırır ve birleştirir. Değişik etnik, dini, kültürel görünümler reddedilmez ya da bastırılmaz. İnsanlar bu farklılıklarıyla iftihar ederler, ama “vatan” etrafında birleşirler.
Bize dönersek patriotizm, ortak bir toprakta birlikte yaşama arzusu göstermek ve Türkiye’yi sevmektir. Artık Türkçe karşılığına geçersek vatanseverlik ya da yurtseverlik, toplumun diğer unsurları gibi Kürdün, Alevinin, başörtülünün de ortak bir toprakta özgürce ve birlikte yaşadığı, ülkelerini ve birbirlerini kendi özellikleri ve farklılıklarıyla sevdikleri bir ortak bilincin adıdır. Burada Almanya ve Rusya’dan sözetmemizin amacı Eski Dünya'nın bu iki ülkesinin nasyonalizm ve patriotizm fikriyatını ince bir biçimde işleyerek zirveye vardırmalarından dolayıdır. Burada ABD örneğini tüm başarısına rağmen vermiyorum, çünkü bu örneğin Eski Dünya'nın şartlarına iyi uyup uymadığı tartışma konusudur.
Son olarak: Bizim dışarıdan yeni bir şey almamıza gerek yoktur. Türkiye son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği “Misak-ı Milli”yi (Milli Ahitleşme) doğru olarak hatırlamalıdır ve bu yeter. O dönemde Osmanlı Devleti’nden ayrılanlar dışında bir vatan kurmak için bir araya gelen Osmanlı ahalisi karşılıklı ahitleşmiş ve bu son Mebusan Meclisi'nce tarih önünde tescil edilmiştir. Ankara’da Gazi M. Kemal başkanlığında kurulan TBMM Hükümeti “Misak-ı Milli”yi aynen onaylamış ve kendini bu misakta biraraya gelenlerin vatanını özgürleştirmeye adamıştır. Daha sonra bu ahde başkaları da katılmak istemiş; ama şartlar daha fazlasına elvermediğinden bugünkü 780.000 km karelik toprak parçası üzerinde bağımsız bir devlet doğmuştur. Zamanla kurucu patriotizmin yerine gelip oturan ve tüm siyasal dokulara sinen nasyonalizm yanlış bir bilinç, yanlış bir tarih okumasıdır, çünkü bu topraklarda reel olarak türdeş ve soydaş bir toplum yaşamıyor. Siyaset, gerçeklerden kalkmalıdır; eğer muhayyel temellerden kalkarsa bunalımlara girmesi kaçınılmazdır. Gerçekleri kabul etmekten korkmamalıdır, bir milletin sıkı sıkıya birbirine sarılması için türdeş ve soydaş olması, aynı köklerden gelmesi şart değildir – tam aksine yeryüzünün büyük siyasi güçleri farklı köklerden biraraya gelen insanlarca kuruldu. Roma ve Bizans böyle idi, Sovyetler Birliği de böyle idi, bugün ABD de böyledir ve hem bizim hem de medeniyet havzamızın insanlığın ortak kazanımına hediyesi Osmanlı devlet ve medeniyeti de böyle olmuştur.
Kaynaklar:
1. Uygarlığın Yeni Yolu Avrasya (ed.), Kızılelma Yay. İst. 1998
2. http://www.fordham.edu/halsall/mod/modsbook17.html
3. http://www.infoplease.com/
4. http://www.pganuszko.freeuk.com/dissertation/index.htm


"Devlet, insanların günahlarının kefaretidir."
St Augustine, Civitas Dei (Tanrı Kenti)
Köyün birinin yakınında bir dağ varmış. Dağın içinde bir ejderha yaşarmış. Köylüler ejderhanın şerrinden korktuklarından her yıl düzenli olarak ona hediyeler gönderirlermiş. Arada bir köyden bir yiğit delikanlı çıkar; ejderhayı yok edeceğini söyleyerek kılıcını alır gidermiş. Ama nice yiğitler gitmiş; dönen olmamış.
Gel zaman git zaman bütün yiğitlerden daha yiğit, namı bütün bölgeyi almış başka bir delikanlı çıkmış köyden. O da ejderhayı yok etmek niyetlisi imiş. Akrabaları, dostları onu bu işten vaz geçirmek için çok uğraşmışlar. Gidenlerin dönmediğini çok söylemişler; ama nafile.
Genç yiğit azığını ve kılıcını alıp yola çıkmış. Dağa varmış; kısa bir araştırmadan sonra ejderhanın inini bulmuş ve kılıcını çekerek içeri girmiş. Bir müddet inde ilerledikten sonra karşısına korkunç ejderha çıkıvermiş. Genç soğukkanlılığını kaybetmemiş. Kılıcını olanca gücüyle ejderhaya indirmeye başlamış; ejderhanın hamlelerini de ustalıkla savuşturmuş. Bu vuruşma kısa bir süre sonra ejderhanın ölümü ile sona ermiş. Mağara gencin zafer çığlığı ile yankılanmış.
Genç heyecan içinde ileri geçip mağarayı araştırmaya başlamış. Gözleri kamaştıran zengin bir hazine bulmuş; tabii etrafa saçılmış birçok kurbanın kemiğini de görmüş. Ancak bir şey dikkatini çekmiş. Bu kemiklerin arasında hiç insan kemiği yokmuş.
Genç buna bir anlam verememiş; öyle ya bunca yiğit bunca yıldır bu dağa ejderha ile karşılaşmaya gelir ama hiçbiri dönmezmiş; ama ortadaki kemikler ancak hayvanlara ait olabilecek kadar büyükmüş. İşte ne olduysa o anda olmuş.
Genç birden titremeğe başlamış. Kılıcı tutan eline baktığında dehşet içinde kaba tüylerin derisini kapladığını, tırnaklarının uzayıp sivrildiğini, dar gelen elbiselerinin parçalandığını görmüş. Bağırmak istemiş; ama ağzından korkunç bir homurtu çıkmış.
Çünkü bir ejderhaya dönüşmüş.
Bkz:

Kızılderili Masalı
Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

Bkz:

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar