Altay Ünaltay -2-
Darwinizm Batı muhafazakarlığının sıcak çatışma
noktalarından biridir. Yıllardır ABD'nin birçok eyaletinde "okullarda
Darwin'in evrim teorisi mi okutulsun; yoksa yaradılış teorisi mi
okutulsun" tartışması sürer, yargıda davalar açılır; karşıt görüşün
yasaklanmasına çalışılır; tartışma bitmez.
Ancak kapitalist ve zengin Batı, özellikle de Amerikan
muhafazakarlığı, Darwin ile görünüşte sorunlar yaşarken, 20. y.y. başında
sessiz sedasız ondan türeyen bir başka felsefe ile hiç sorunsuz uyuşuverdi:
Sosyal Darwinizm.
ABD Başkanı Bush'un, tüm dünyayı kana bulayan
"Blitzkrieg" (ya da "Yıldırım Savaşı", 2. Dünya
Savaşı Nazi terimlerinden) seferlerine, Amerika'nın heryere özgürlük
götürdüğünü söyleyerek başladığı, hepimizin malumu. Bush'un son derece dindar
ve inanmış bir Protestan olduğunu da biliyoruz. Samimi bir dindarlık ile
"özgürlük" deyip zulmetmenin insan vicdanında nasıl bağdaştığı
ise zihinlerimizi karıştırıyor. Böyle bir iman olabilir mi? Ama belki bu
sorunun cevabı o kadar da zor değil.
Protestanlık ilk kurulduğu günden beridir, Max Weber
(Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri) ve birçoklarının da dikkat
çektiği gibi, dindarlık ve dünyevi başarıyı birbirleriyle uzlaştırmış bir
ilahiyattır.
En etkin ifadesini Amerikan pratik aklı ile yaptığı
başarılı mantık evliliğinden sonra bulan bu ilahiyata göre Amerikan düzeni
Tanrı'nın yeryüzünde olmasını arzuladığı sosyal düzendir ve onun için Amerika
başarıdan başarıya koşmaya mahkumdur.
Amerikalı Protestan ve pragmatik felsefeye göre
"Tanrı'nın yeryüzünde arzuladığı düzen nedir?" sorusuna iki
şekilde cevap aranabilir. Ya sonu gelmez teorik tartışmalar, hukuk ve adalet
üzerine kılı kırk yaran tezler ve karşı tezler arasında boğulmuş, uzun, yorucu
ve sonuçları kuşkulu bir nazari süreç ile konuya yaklaşırsınız. Ya da Tanrı'nın
düzeninin ipuçlarını kestirme ve pratik bir ampirizmle (gözlemcilik) bu dünyada
bulabileceğiniz doğru yere bakarsınız.
Böyle baktığınızda aslında bir düzenin her yanımızı
sardığını ve kusursuz işlediğini görürsünüz: Tabiat.
Tabiatı Tanrı yaratmış ve içine kusursuz işleyen
kurallarla korunan bir düzen yerleştirmiştir. Tanrı'ya inanan insanın yapacağı
da bu düzeni "alçakgönüllülükle" kabul ve taklit etmektir.
Amerikan düzen fikri buradan çıkar.
Nasıl Tanrı, tabiattaki tüm
varlıkları kendi potansiyellerini gerçekleştirmekte sonuna kadar gitmek
konusunda özgür bırakmış ise, doğru toplumsal düzen de insanları aynı şekilde
özgür bırakmalıdır; Amerikan "özgürlük"
fikrinin esası budur.
Ama tabii ki, tabiat sadece bu pozitif kategorilerden
ibaret değildir. Örneğin kurdun kuzuya yardım ettiği pek görülmez tabiatta.
Dahası bireyler ve türler diğerlerine üstün gelebilmek için bitmez bir rekabet
içinde olmak ve yarışa ayak uydurmak zorundadırlar; yoksa varlık aleminden
silinir giderler. Amerikan düzeni doğal olarak bunu da benimser ve bu onun için
bir sorun teşkil etmez.
Hasıl-ı kelam: Amerikan muhafazakar "özgürlük"
fikri, güçlüye tüm gücünü kullanarak zayıfları ezmesi için özgürlük tanımayı doğal,
adil ve Tanrı'nın irade ve isteğine uygun sayar; çünkü bu tabiatta da böyledir.
Eğer bunda bir yanlış olaydı; Tanrı tabiatı başka türlü yaratırdı. Gücünü
sonuna kadar kullanmak ve üstün gelmek için herkese fırsat ve özgürlük
verilmiştir; hak ve adalet budur; öyleyse en güçlünün kazanması ve diğerlerine
üstün gelmesi, üstün olmanın imkanlarını kendi lehine ve karşısındaki
zayıfların aleyhine kullanması ve bu yolla onları ezmesi de haktır; adildir.
Bunun daha sistematik ifadesi ise (ismi genelde açıkça anılmasa dahi) Sosyal
Darwinizm'de kendini bulur: Güçlü olan hayatta kalır; zayıf olan yokolur.
Güçlünün hakkı yaşamak, zayıfın hakkı yokolmaktır. Bu çok doğal ve adildir;
tıpkı tabiattaki gibi.
Sadece Protestanlara değil, birçok dinin egemen ve
güçlülerine makul ve güzel görünen bu düşünce; bu diğer dinlerden de kendine
taraftarlar bulmuştur: Birçok güçlü ve zengin Yahudi için bu zaten bildikleri
ve inandıkları birşeydir (tabii ki yine vicdan sahibi birçok Yahudi de
Yahudilik içinde bu anlayışın sorgulanması için çaba sarfetmekteler; bunu da
söylememiz borçtur); ama birçok güçlü ve zengin müslüman dahi bu fikir içinde
kendine doğal ve normal gelen bir yan bulur; onu kendi inancına uyarlar: "Beş
parmağın beşi de bir değildir; Allah hepsini farklı boyda yarattı."
İslam içine Emevilikten beri sızmış olan birçok çarpık
inanç ve düşünce, 20. y.y.ın Batılı Protestan muhafazakarlığı ve onun Sosyal
Darwinist arkaplanı ile karşılaşınca aralarında hiç beklenmedik bir aşk
doğduğunu ve Emevilerden bize kalan meşum mirasın bu yeni evlilikle tekrar
yükseldiğini görüyoruz: Emeviliğin "iktidar ve güç Allah tarafından
verilir ve ancak O'nun tarafından alınır; hesabı da yalnızca O'na verilir"
fikri; İslam tarihinde o devirden beri insanlar arası eşitsiz ilişkileri
kurumlaştırmış birçok feodal gelenek ve görenekler, saltanat, ağalık, kölelik,
kadınların ezilmesi, yoksulluğun bir kader olduğu, buna tevekkül ve rıza
gösterilmesi fikri, iktidar ve düzen karşısındaki mahviyetkarlık hissi belki
devirlerini doldurmuşlardı. Ama onlar bu yeni ve güçlü "özgürlük"
ve "doğal düzen" formülasyonu içinde tekrar hayat buldular ve
parladılar. Artık bizim için de zayıflık ve fakirlik yardımı gerektiren bir hal
değil; böylelerinden kaçılmasını ve uzak durulmasını gerektiren bir "sosyal
vebalılık" halidir. Kaçılmalı, aksi halde "veba" bize de
bulaşabilir. Doğrusu, insan egemenler ve güçlülerle birlikte olmalıdır, ve bu
katlanılması gereken bir zorunluluktan öte ahlaki bir tercihtir; çünkü çok
aşikardır ki, "Allah onların yüzlerine bakmıştır." Artık hem
dindar bir müslüman olup, hem de nüfusunun ihmal edilemez bir kısmının açlık
sınırı altında yaşadığı müslüman ülkelerde, tıpkı Emevilerin ve onların
tarihteki takipçilerinin yaptığı gibi malınızı lüks ve ihtişam için
harcayabilir; ince zevkler peşinde koşabilirsiniz. Zaten medeniyet biraz da bu
değil midir?
Amerika'nın konuyla ilgili yaptığı propagandayı
biryana bırakırsak, İslam alemine sunduğu (ve aslında tüm egemenleri tarafından
kabul görmüş) "Büyük Ortadoğu Projesi" de pratikte budur:
Güçlülere güçlü olma ve güçlü kalma özgürlüğü.
Evet bu "karşı din"dir. Ve buna ancak
"din" ile karşı çıkılabilir.
İranlı büyük düşünür Ali Şeriati "İslam
Sosyolojisi Üzerine" adlı kitabında Kuran'da bir garip kelime oyunu
yapar: "İçinde 'Allah' kelimesi geçen ayetlerden 'Allah' kelimesini
çıkarıp yerine 'halk' koyun; anlamda bir değişiklik olmaz", der.
Gerçekten de Kitab'ın Allah adına bizden istediği
ahlak ve davranış kaidelerine baktığımızda bunların hepsinin insanların genel
faydası ve toplum bütünlüğü ve toplumsal işleyişin sağlıklılığı için olduğunu
görmek şaşırtıcı ya da zor anlaşılır birşey değildir. "Allah'ın
hakkı", "halkın hakkı" yani tüm insanların hakkıdır.
Dahası Kitap bize "Allah'ın ruhundan
üflediğini" söyler (*). Bunun anlamı tartışmalı olmakla birlikte ben
tüm insanların O'ndan bir parçayı içlerinde taşıdığını kabul ediyorum. Birçok
Sufi ehlinin konuyu bu şekilde anladıklarını biliyoruz; bunların en meşhuru, ne
yazık ki sözü yanlış anlaşılan ya da kasten çarpıtılan "ene'l-Hakk"
sözü sahibi Hallac Mansur'dur.
Eğer tüm insanlar O'ndan bir parçayı içlerinde
taşıyorlarsa kuvvetli ya da zayıf, sıfatça fazla ya da eksik her insan evladına
saygı göstermek ve O'nun rızasını onların rızasında aramak Allah'a inancın
gereği olur. İnsanlar bu anlamda eşittir ve bu eşitlik basit bir fırsat
eşitliği hakkından çok daha fazlasını kapsar.
İdeal düzen arayışı insanın kapasitelerinin özgürce
gelişimine izin verdiği kadar, hiç kimsenin eksikliğinden dolayı kayba
uğramamasını da dikkate alır. Yüce Allah bir kişiye bazı şeyleri diğerine
nazaran eksik verdi ise, fazladan verdiği kişinin görevi kendinde olandan insan
kardeşinin eksiğini tamamlamaktır. Dahası insan her konuda mükemmel olamaz;
belki bende çok olan onda eksik olduğu gibi, onda çok olan da bende eksiktir.
Amaç bu farkları bir yarış vesilesi kılmak değil; birbirinde eksik olanı
tamamlamak; eksiği örtmek, bu konuda yardımlaşmaktır: Nahl (16/70): "Allah
rızk konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar rızklarını
kendi altındakilere vermezler ki, rızkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah'ın
nimetini mi inkar ediyorlar?"
Amerikan muhafazakarlığının yılmaz eleştiricilerinden
bir Amerikalı aydın olan iktisatçı John Kenneth Galbraith geçenlerde öldü. "Kuşku
Çağı" adlı eserinde (hafızam beni yanıltmıyorsa) yıllar önce katıldığı
Amerikalı elit kesim arasındaki bir partiden bahseder: Zengin ve güçlü
Amerikalı kapitalistlerle kadeh tokuşturan bir Protestan vaizi, "Tanrı'nın
doğal düzeninin" galipleri olan bu kişilere güvenle şunları
söylemektedir: "Bugün sizinle burada nasıl kadeh tokuşturuyorsak, yarın
yine cennette böyle kadeh tokuşturacağız." - "Onların girdiği cennete
ben girmek istemiyorum" diye yazar Galbraith.
Allah, ortak olduğumuz bu duayı kabul etsin.
Dipnot:
(*) Secde (32/9):
"ve nefeha fiyhi 'min' ruhıhi" (ona ruhundan
üfledi) ayetindeki "min" edatı bir öz birliğini kuvvetle düşündürür.
Bkz:
altayu1@yahoo.com
http://altayu.blogspot.com/2006/09/dine-kars-din.html
21.
yüzyılın ikinci yarısında siyasal tarihçiler tarafından Türk nasyonalizmi
projesinin milletleşmede başarısızlık örnekleri arasında okutulacağı kesindir.
Çünkü Türk nasyonalizmi o döneme varamamış ve çoktan tarih olmuş olacak; iki
şekilde: Ya Türkiye bu projeyi terkedecek ve yerine “patriotizm”i ikame
edecektir; ya da “nasyonalizm” ısrarı milli gerçeklerimizle çatıştıkça akıl
dışı bir patlamayla bizi yıkıma götürecektir. Nasyonalizm nedir, patriotizm
nedir?
Millet
oluşturmada soy bağını esas alan nasyonalizm ideal anlatım ve uygulamasına
Almanya’da kavuşur. 1750’lerden başlayarak Alman nasyonalistleri Alman
milletinin birleşmesi gerektiğini, çünkü ortak atalara ve ortak törelere
dayandığını, ortak bir dil konuştuğunu söylemiştir. (Friedrich Carl von Moser,
Vom deutschen Nationalgeist, 1765, "Wir sind ein Volk von Einem Namen und
Sprache unter Einem gemeinsamen Oberhaupt, unter Einerley Gesetzen, zu Einem
gemeinschaftlichen grossen Interesse der Freyheit verbunden.") Alman
romantiği Johann Gottfried von Herder’in (1744–1803) “Almanlık” mefhumu,
Wilhelm von Humboldt’un buna ortak tarihi eklemesi, Johann Gottlieb Fichte’nin
(1762-¬1814) “Alman Milletine Söylev”inde (Reden an die deutsche Nation) Alman
dilinin önemini vurgulaması, bunların hepsi ortak bir soydan gelme ve bu
nedenle bir millet oluşturma temeline dayanır.
Nietzsche
(Friedrich Wilhelm, 1844 – 1900) Avrupalıların adına medeniyet denen bir çürüme
içinde giderek birbirlerine benzemelerinin getirdiği monoton sıkıntıyı
eserlerinde vurgulamış, diğer Alman milliyetçileri bundan neden diğerlerinden
farklı olmaları gerektiği konusunda sonuçlar çıkarmışlardır.
Ancak
Alman nasyonalizmi Houston Stewart Chamberlain (1855–1927) ile İngiltere’den
güçlü bir destek almasaydı belki romantik bir hareketten öteye geçemezdi. 20.
y.y.da alacağı ırkçı temelleri Chamberlain eseri Grundlagen des
Neunzehnjahrhunderts’te (Ondokuzuncu Yüzyılın İlkeleri) attı. Batı tarihi
Germenlerin ortaya çıkışından itibaren onların etrafında dönmüş, Roma
İmparatorluğu’nu onlar yıkmıştı. Tarih, temelde Germenler ve Germen olmayanlar
arasında bir mücadelenin tarihi idi ve kuvvetli taraf olan Germenler burada
yapıcı unsurdu. Bu anada Yahudiler ve Katolik Kilisesi Germenlerin ırki
vasıflarını zayıflatan Germen dışı unsurlardı; örneğin 30 yıl savaşları
Germenleri Germenlere kırdırmak için Katolik Kilisesi tarafından çıkarılmıştı.
Hitler’in bu görüşlerden çok etkilendiği anlaşılıyor. Chamberlain’i, Aryanlar
ile Aryan olmayanların birbirinden ayrıldığı ve evlenmelerinin yasaklandığı bir
kast sistemi öneren Guido von List ve 1908’de ilk Aryan tarikatını kuran Lanz
von Liebenfels izledi.
19.
y.y. Alman nasyonalistlerinin karşısına başka bir düşman kardeş fikri çıkardı:
Siyonizm ya da Yahudi nasyonalizmi. Yahudi asıllı Viyanalı gazeteci Theodor
Herzl (1860-1904) gazetesi Neue Freie Presse adına Paris’e Dreyfus olayını
izlemeye gönderildiği zaman Fransız yüzbaşısı Dreyfus’un Yahudi olması
nedeniyle uğradığı muameleyi görünce Yahudilerin Avrupa toplumuna entegre
olmalarının imkansız olduğunu düşündü ve 1896’da ünlü kitabı “Der Judenstaat”ı
(Yahudi Devleti) yayınladı. Giderek karakteri oturan Alman nasyonalizminin
karşısına çıkan Yahudi nasyonalizmi beklenenin aksine başta ondan çok itibar
gördü, kendi halinde Yahudilerse onu başlangıçta boş bir hayal olarak gördüler
ve pek itibar etmediler.
Herzl
Siyonist Cemiyeti Yahudilerden yeterli maddi-manevi destek görmeyince düştüğü
sıkıntıdan kurtulmak için zaman zaman Alman nasyonalistlerinden de bağış kabul
etmiştir. Bunda da şaşılacak birşey yok, çünkü Siyonistler Yahudilerin
yaşadıkları yerlerden ayrılıp Filistin’e dönmelerini istiyorlardı; içlerinden
bu gayrı-Aryan unsuru atmak isteyen Alman nasyonalistleri de bu konuda onlarla
hemfikir ve dolayısıyla onların destekçisi idiler. Bu barışsever hava Hitler’in
ortaya çıkışına ve iyilikle gitmeyen Yahudiler için “başka çareler” düşünmeye
başlayıncaya dek sürdü.
Dünyayı
üstün Aryan ırkının hakimiyeti altında yeniden düzenlemek, Aryanları düştükleri
durumdan çıkartmak ve onlara “layık oldukları” üstün mevkiyi armağan etmek için
dünyayı kan ve ateşe boğan Hitler belki amaçlarının hepsine ulaşamadı.
Hitler’den uzun bahsetmeye gerek yok, ama kaydedilmeli ki, Almanya onun
sayesinde nasyonalist evrimini tamamlamıştır. Ondan çok fayda gören bir başka
varlık da Siyonizmdir. Hitler yaptıklarıyla, Siyonizmi boş bir hayal sayan
geniş Yahudi kitlelerinin görüşlerini değiştirmiş ve 1945’ten sonra İsrail’i
kurmaktaki Yahudi kararlılığında temel etkenlerden olmuştur.
Bugün
Alman milleti homojen ve ortak soy bağıyla birbirine bağlı bir millettir. O
derecede ki, içine giren diğer göçmenler asla bu topluma entegre olamaz, ancak
gettolar halinde yaşayabilirler. Bu aslında bugünün Alman politikasının o kadar
da arzu etmediği birşeydir, çünkü Almanya AB ile bir imparatorluk olmak
istemektedir. İmparatorluklar ise doğaları gereği birden çok etnik köken, halk
ve topluluğu ortak bir bayrak etrafında birleştirir. Böyle bir devlete tipik
bir örnek Rusya'dır. Geniş arazilere yayılmış ve birçok halkı Çarlık bayrağı
altında birleştirmiş Rusya için problemler 20. y.y.ın başında akut bir hale
geldi. Çarlık zayıfladıkça Rusya'nın halklarını birarada tutmak için çareler
düşünülmeye başlandı.
Türkiye
ve Rusya'nın tek ortak özellikleri parçalanan imparatorluklarının dramı
değildir şüphesiz. Her iki ülkenin tarihten gelen sosyal ve siyasal kültürü ve
gelenekleri arasındaki paralellikler Dünyayı, kendini ve tarihi algılamada
benzer sonuçlar getirdi. Sözün burasında Rus fikriyatı içinde 20. y.y.
başlarında etkin olmuş, Sovyetlerle kısmen karanlığa gömülmüş, ama şimdi
hatırlanmakta olan bir akıma tekrar atıf yapmak istiyorum: Avrasyacılık (orj.
Yevrasistvo).
Yüzyıl
başındaki Avrasyacı düşünürler arasında filozof Lev Karsavin (1882 – 1952), din
adamı-filozof Georgije Florovski (1893–1979), Anton V. Kartashev (1875-1960),
tarihçi George Vernadski (1887-1973), coğrafyacı Petr Savitski, ve Prens
Nikolay Trubetskoy sayılabilir. Temel olarak Avrasyacılık Rus Batıcılık
akımı ile Slav milliyetçiliği arasında bir üçüncü yolu teşkil eder ve Rusya’nın
kendine özgünlüğüne atıf yapar. Batıcılığa eleştiri olarak filozof Karsavin
Batı’da hâkim felsefi düşüncenin temel yanlışını “bireycilik kuramı”nda görür;
ona göre bu yanlış toplumu ciddiye almayan, bireysel fakat aynı zamanda sınıf
veya bir gruba özgü egoizme götürmektedir. Bu yüzden ifadesini bir halkın veya
bir devletin ruhunda bulan birey ötesi bir varlığın mevcudiyeti
farkedilmemektedir. Tek tek bireyleri devlet, halk, toplumsal grup ve hatta
aile içinde “atomik parça” olarak telakki eden Batıdaki hâkim düşünce
yanlıştır. Halk daha ziyade birey ötesi bir organizmadır.” Bu mütalaadan
hareketle Karsavin bireysel “ben”in kelimenin tam manası ile varolmadığı
sonucunu çıkarır. Onun için bireysel kişilik bir toplumsal kişiliğin, kollektif
olanın bir tecellisinden başka birşey değildir. Avrasyacılar buradan hareketle
Batı’nın “Roma-Germen” kültürünü gerçekliği bölüp parçaladığı için “inorganik,”
ilan ederler ve onun karşısına kendi “organik” anlayışlarını çıkarırlar. Batı
bireyciliğine dayanan “Batı”nın belirlediği evrensel değenlerin tüm Dünya için
geçerliliği Avrasyacılar için kabul edilemezdir, bu değerler ve normların
arkasında yatan Roma-Germen kültürünün hegemonyası da reddedilmektedir.
Bu
sözler hangi siyasi fikriyattan olursa olsun birçoğumuza tanıdık ve sıcak
gelmiyor mu? Avrasyacılar bununla da kalmaz. Avrupa merkezciliğine bu reddiye
aynı zamanda liberal demokrasinin Batılı şekline ve liberal Batılı devlete de
reddiyedir. Buna karşılık Avrasyacılar kişi ve devletin organik birliği, başka
bir deyişle “senfonik kişilik” ve Rus Ortodoksluğunun cemaat ilkesi “sobornost”a
dayanan güçlü bir “kerim” ya da “baba devlet” fikrini geliştirmişlerdir.
Avrasyacılık
Rus tarihine bakışında da Batıcı ve Slav milliyetçisi akımların kendine
acımasından ayrılır. 13. y.y.dan 15. y.y.a kadar uzanan, Rusya’nın Batı
Avrupa'dan kopması ve yalnız kalmasına yolaçan Tatar-Moğol hâkimiyeti Batıcı ve
Slav milliyetçisi akımlardan alışılmış olduğu üzere baskıcı bir boyunduruk,
Avrupa için kendini feda etme ve medeniyet için felaket olarak
değerlendirilmemektedir. Daha çok Tatar hâkimiyetinin pozitif, yapıcı yönleri
vurgulanmaktadır. Onun sayesinde Rusya’nın özerk gelişmesinin mümkün olduğu,
daha sonraları Tatarların hâkimiyetindeki bölgeyi kapsayan bağımsız, birliği
sağlamış Moskova Devleti’nin kuruluşunun temelinin atıldığını söylemektedirler.
Coğrafyacı Savitski bu konuda şunları yazmıştır: “Tatar hâkimiyeti
olmaksızın Rus Devleti de olmazdı. Rusya Büyük Hanların takipçisidir. Cengiz
Han’ın, Timur’un davasını devam ettirendir. Asya’nın birleştiricisidir. Kendi
içinde yerleşiklik ve bozkır (göçebe A. Ü.) unsurlarını birbirlerine bağlayan,
çok derinlere giden bir geleneğin taşıyıcısıdır.”
Öyleyse
bu tarihin evladı olan Rusya’nın Avrasyacılara göre gelecekteki misyonu nedir?
İlk adım Rusya’nın kendisini zararlı Batı etkilerinden kurtarmasıdır. Savitski’ye
göre “Rusya’nın hâlihazırdaki Avrupa kültüründen çıkması” Avrasyacıların en
önemli uğraşlarıdır. Batılı ve Rus-Avrasyalı kültürlerin uyuşmaları mümkün
değildir; öte yandan “Hıristiyan Batının Çöküşü”nde Oswald Spengler’in yazdığı
gibi, Batı medeniyeti çözülüş ve çöküş dönemindedir. Bundan sonrası için Prens
Trubetskoy’un tesbitleri çarpıcıdır: “Dünyanın kan emici Roma-Germen
hayvanlarından kurtarılması Rusya’nın yeni tarihi misyonudur.” Avrasyacılık
isim olarak Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan sonra fazla anılmadı, ama
Sosyalist devlet Avrasya doktrininde içerilen umdeleri takibe devam etti.
Avrasyacılık
akımının sosyalizm sonrası günümüz isimlerinden Aleksandr Dugin’in de
takipçilerinden olduğu bu fikir külliyatı temelinde bir “Rusya yurtseverlik
ideolojisidir”. Alman milliyetçiliğinin kan ve soy bağlılığının tersine burada
birleştirici unsur topraktır (patrie). Aynı vatanda yaşamak ve onu sevmek
(patriotizm) etnik kökeni, dili, dini ne olursa olsun insanları birbirine
yaklaştırır ve birleştirir. Değişik etnik, dini, kültürel görünümler
reddedilmez ya da bastırılmaz. İnsanlar bu farklılıklarıyla iftihar ederler,
ama “vatan” etrafında birleşirler.
Bize
dönersek patriotizm, ortak bir toprakta birlikte yaşama arzusu göstermek ve
Türkiye’yi sevmektir. Artık Türkçe karşılığına geçersek vatanseverlik ya da
yurtseverlik, toplumun diğer unsurları gibi Kürdün, Alevinin, başörtülünün de
ortak bir toprakta özgürce ve birlikte yaşadığı, ülkelerini ve birbirlerini
kendi özellikleri ve farklılıklarıyla sevdikleri bir ortak bilincin adıdır.
Burada Almanya ve Rusya’dan sözetmemizin amacı Eski Dünya'nın bu iki ülkesinin
nasyonalizm ve patriotizm fikriyatını ince bir biçimde işleyerek zirveye
vardırmalarından dolayıdır. Burada ABD örneğini tüm başarısına rağmen vermiyorum,
çünkü bu örneğin Eski Dünya'nın şartlarına iyi uyup uymadığı tartışma
konusudur.
Son
olarak: Bizim dışarıdan yeni bir şey almamıza gerek yoktur. Türkiye son Osmanlı
Mebusan Meclisi’nin kabul ettiği “Misak-ı Milli”yi (Milli Ahitleşme) doğru
olarak hatırlamalıdır ve bu yeter. O dönemde Osmanlı Devleti’nden ayrılanlar
dışında bir vatan kurmak için bir araya gelen Osmanlı ahalisi karşılıklı
ahitleşmiş ve bu son Mebusan Meclisi'nce tarih önünde tescil edilmiştir.
Ankara’da Gazi M. Kemal başkanlığında kurulan TBMM Hükümeti “Misak-ı Milli”yi
aynen onaylamış ve kendini bu misakta biraraya gelenlerin vatanını
özgürleştirmeye adamıştır. Daha sonra bu ahde başkaları da katılmak istemiş;
ama şartlar daha fazlasına elvermediğinden bugünkü 780.000 km karelik toprak
parçası üzerinde bağımsız bir devlet doğmuştur. Zamanla kurucu patriotizmin
yerine gelip oturan ve tüm siyasal dokulara sinen nasyonalizm yanlış bir
bilinç, yanlış bir tarih okumasıdır, çünkü bu topraklarda reel olarak türdeş ve
soydaş bir toplum yaşamıyor. Siyaset, gerçeklerden kalkmalıdır; eğer muhayyel
temellerden kalkarsa bunalımlara girmesi kaçınılmazdır. Gerçekleri kabul
etmekten korkmamalıdır, bir milletin sıkı sıkıya birbirine sarılması için
türdeş ve soydaş olması, aynı köklerden gelmesi şart değildir – tam aksine
yeryüzünün büyük siyasi güçleri farklı köklerden biraraya gelen insanlarca
kuruldu. Roma ve Bizans böyle idi, Sovyetler Birliği de böyle idi, bugün ABD de
böyledir ve hem bizim hem de medeniyet havzamızın insanlığın ortak kazanımına
hediyesi Osmanlı devlet ve medeniyeti de böyle olmuştur.
Kaynaklar:
1.
Uygarlığın Yeni Yolu Avrasya (ed.), Kızılelma Yay. İst. 1998
2.
http://www.fordham.edu/halsall/mod/modsbook17.html
3.
http://www.infoplease.com/
4.
http://www.pganuszko.freeuk.com/dissertation/index.htm
"Devlet, insanların
günahlarının kefaretidir."
St Augustine, Civitas Dei
(Tanrı Kenti)
Köyün birinin yakınında bir dağ varmış.
Dağın içinde bir ejderha yaşarmış. Köylüler ejderhanın şerrinden
korktuklarından her yıl düzenli olarak ona hediyeler gönderirlermiş. Arada bir
köyden bir yiğit delikanlı çıkar; ejderhayı yok edeceğini söyleyerek kılıcını
alır gidermiş. Ama nice yiğitler gitmiş; dönen olmamış.
Gel zaman git zaman
bütün yiğitlerden daha yiğit, namı bütün bölgeyi almış başka bir delikanlı
çıkmış köyden. O da ejderhayı yok etmek niyetlisi imiş. Akrabaları, dostları
onu bu işten vaz geçirmek için çok uğraşmışlar. Gidenlerin dönmediğini çok
söylemişler; ama nafile.
Genç yiğit azığını ve kılıcını alıp yola
çıkmış. Dağa varmış; kısa bir araştırmadan sonra ejderhanın inini bulmuş ve
kılıcını çekerek içeri girmiş. Bir müddet inde ilerledikten sonra karşısına
korkunç ejderha çıkıvermiş. Genç soğukkanlılığını kaybetmemiş. Kılıcını olanca
gücüyle ejderhaya indirmeye başlamış; ejderhanın hamlelerini de ustalıkla
savuşturmuş. Bu vuruşma kısa bir süre sonra ejderhanın ölümü ile sona ermiş.
Mağara gencin zafer çığlığı ile yankılanmış.
Genç heyecan içinde ileri geçip mağarayı
araştırmaya başlamış. Gözleri kamaştıran zengin bir hazine bulmuş; tabii etrafa
saçılmış birçok kurbanın kemiğini de görmüş. Ancak bir şey dikkatini çekmiş. Bu
kemiklerin arasında hiç insan kemiği yokmuş.
Genç buna bir anlam verememiş; öyle ya
bunca yiğit bunca yıldır bu dağa ejderha ile karşılaşmaya gelir ama hiçbiri
dönmezmiş; ama ortadaki kemikler ancak hayvanlara ait olabilecek kadar
büyükmüş. İşte ne olduysa o anda olmuş.
Genç birden titremeğe başlamış. Kılıcı
tutan eline baktığında dehşet içinde kaba tüylerin derisini kapladığını,
tırnaklarının uzayıp sivrildiğini, dar gelen elbiselerinin parçalandığını
görmüş. Bağırmak istemiş; ama ağzından korkunç bir homurtu çıkmış.
Çünkü bir ejderhaya
dönüşmüş.
Bkz:
Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla
oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı.
Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi
bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından
ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir
köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı
olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu
artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle
torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar" dedi, "benim için
iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu
gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur.
Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da
olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki" dedi. "Sence hangisi
kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi
beslersem!"
Bkz:
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar