Altay Ünaltay
1928’de ilerigelen İngiliz Yuvarlak Masa stratejisti
H.G. Wells "Açık Komplo: Dünya Devrimi Planı"nı yazdı (The
Open Conspiracy: Blueprints for a World Revolution, New York, Doubleday, Doran
& Co.). "Açık Komplo" Wells’in "Mein Kampf"ı
(Kavgam, A. Hitler’in kitabı, ç.n.) idi; bir dünya hükümeti kurmanın reçetesini
veriyordu. Bu zamanla, belki kuşaklar boyu bir sürede, insanları kendine
kazanacak, kurumlarını oluşturacak ve böylece bir Dünya "direktuarı"
kurarak "yeni dünya düzenini" oluşturacaktı.
Wells faşizm ya da komünizme karşı değildi, o bunları "yeni
düzen" arayışının ilkel öncü tipleri görüyordu ve kendi dünya düzeni
bunların yerine geçecekti.
"Açık Komplo sosyalizm
değildir" der Wells,
"bundan çok daha gelişmiş bir düzendir; kendi sosyalist atalarından kalan
ne varsa içinde sindirmiş ve kendine katmıştır." Hatta "genç
insanların" Açık Komplo’ya İtalyan "fasci" teşkilatları misali
katılmasını da önerir.
Ancak Wells’in Açık Komplo’nun hedefi gösterdiği tek
bir düşmanı vardır: Bağımsız milli devlet. Onun yıkılması Wells’in hayatının
amacıdır.
Wells’in söylediği gibi, "bu benim dinimdir ...
Bu kitap mümkün olduğunca açık ve basit hayatımın fikirlerini anlatır, dünyamın
perspektiflerini. Diğer yazdıklarım, istisnasız olarak aynı temel konuyu
araştırdılar, denediler, yorumladılar ya da açtılar, ta ki ben şimdi temeline
dek çıplak olarak ortaya koyup hatasız açıklayabileyim. .. Burada amaçlarımın
yönlendiği nokta ve yaptıklarımın muhasalası vardır ... (Bu) tüm insan
ihtiyaçları için de bir şemadır."
Wells, üç meşum hedef için yollar ortaya koyar;
hareket savaş ve fakirliği kaldırmak ve insanı kendinden "korumak"
adınadır.
•Milli devleti ebediyen sona erdirin, yerine
"Atlantik" elitinin yönettiği bir dünya hükümeti getirin. "Açık
Komplo" milliyetin dikkate alınmaması üzerine kuruludur, ve zararlı ya da
engelleyici hükümetlerin, insanlığın şu ya da bu parçasını elde tutuyorlar diye
kabul görmeleri için bir sebep yoktur. Atlantik toplumları dünyaya barış ve
dünyanın bir ucundan diğerine söz ve hareket özgürlüğü getirebilir. Ve Açık
Komplo’nun vazgeçemeyeceği bir gerçektir bu." Ama Wells temkinlidir, çünkü
Açık Komplo "savaşı bitirmek" adına "savaş yapabilir." Açık
Komplo’nun dünya barışına katkısı ve savaşları bitirmesinin, askerlerin,
savaşçılığın ve askeri yöntemlerin sona erdiği anlamına gelmediğini açıklar.
Asıl konu bu askerlerin "kime" sadık olacaklarıdır. Açık Komplo için
"aydınlanmış" savaşçılar kullanmak gerekebilir. Wells der ki:
"Başından itibaren Açık Komplo militarizmi karşısına alacaktır ... (ama)
askerlik hizmetinin beklenen kaldırılışı ... zorunlu olarak askeri harekatın
dünya "Commonwealth"i faydasına ve millici çeteleşmeleri bastırmak
için yapılmasını da red anlamına gelmez; Açık Toplum üyelerinin askeri
eğitimine de engel değildir. ... Şimdiki hükümetimize olan sadakatımızın onun
akıllı ve olgun tavrına bağlı olduğunu hissettirmeliyiz.
•İnsan nüfusunu "dünya direktuarı"
elitlerinin koyduğu sınırlar içinde tutmak. Bu nüfus kontrolü için kullanılacak
yöntemler bilim (öjeni, kısırlaştırma, ve doğum kontrolü) ve dünya
"direktuarı"nca topyekün ekonomik kontroldür; kredi çıkışı ve insanın
hayatta kalması için gereken tüm ekonomik nesnelerin dağıtımı (yiyecek, su,
barınak) kontrol edilir. Açık Komplo "biyolojiyi ... insan nüfusunun dünyada
yerleşim ve sayısını kontrol aracı kılar." Ve bu düzey kontrol olmadan
insan nesli yokolmaya mahkumdur. Böylece ABD Anayasası’nın "genel
refah" ilkesi yerine Wells "seçici refah" önerir; burada Dünya
direktuarı ırk ıslahı için fazla nüfusu "elimine" eder. Bu yalnız
maddi bir gereklilik değil, der Wells, ama Açık Komplo’da "(İnsan) ruhu
canavarca ve habis korkuların ve güdülerin eline bırakılmaz." ... İnsan
daha iyi hissedecek, daha iyi olacak, daha iyi düşünecek, daha iyi görecek,
tadacak ve duyacak. Bunların hepsi mümkündür. Bu yakıcı arzuları şimdi ondan
kaçıyor, ve onunla alay ediyor, çünkü şans, kargaşa ve sefalet hayatına
hükmediyor. Kaderin tüm ödülleri birbirini örtmüş ve kaybedilmiş. Hala
şüphelenmek ve korkmak zorunda."
•Sonsuza dek insanın Tanrı’nın suretinde yaratıldığı
ve İyi’ye dönük bir tarafı olduğu "hayalini" kaldırın. Bunun yerine
Wells insanın "yetersiz hayvan" olduğunu söyler: Kıskançtır,
öfkelidir, kolay kızar, ve "karanlıkta güvenilmez".
"İnsan habis bir hayvandır" der Wells, ve
"ortak bir ahmaklığa, tembelliğe, alışkanlıklarına yapışmaya ve kendini
haklı çıkarmaya" eğilimi vardır. İnsanda yaratıcı güçler "ani yıkıcı
güçlerden" daha zayıftır. İnsan tabiatı "yıkıcıdır", der ve
açıklar: "Yapmak uzun ve dertli bir iştir, birçok duraklamalar ve hayal
kırıklıkları işe karışır, ama "kırmak" ani bir heyecan verir.
"Gümbürtü" hepimize neşe verir. Bu içtepiler Dünya direktuarınca
kontrol edilmelidir."
Bir yerde Wells yeni dinini 6
"temel hayati gerek" olarak kalıba döker:
1. Şimdiki hükümetlerin ve onları kabulümüzün geçici
olduğunun kesin açıklanması
2. Bu hükümetlerin anlaşmazlıklarının, insan ve mülkü
militanca kullanmalarının ve dünya ekonomik sisteminin kuruluşuna
müdahalelerinin her yol kullanılarak azaltılmasında ısrar
3. Özel, yerel ya da milli düzeyde kredi, ulaşım ve
üretimin kaldırılarak bunların insan ırkının genel faydasına kendini adamış
dünya direktuarına verilmesi
4. Dünyanın, örneğin nüfus ve hastalıklar açısından
biyolojik kontrolünün gereğini kavrama
5. Dünyada asgari bir özgürlük ve refah standardını
korumak
6. Kişisel hayatı bu işleri yapacak ve insan
bilgisini, yeteneklerini ve gücünü geliştirecek bir dünya direktuarı emrine
vermek."
Ancak bu "hayatilerden" en önemlisi bunların
hasılası olan insan ruhunun fethidir, ki Wells bunda ısrar eder; oysa bu insanı
hayvandan ayıran şeydir. Ona göre tüm Açık Komplocular "ölümsüzlüğümüzün
şarta bağlı olduğunu ve ırkımızda yattığını, kişisel olmadığını" kabul
ederler.
"Açık Komplo"yu okur okumaz diğer
Yuvarlak Masa ihtilalcisi Bertrand Russell, Wells’e "bundan daha tam
olarak kabul ettiğim bir şey bilmiyorum" diye yazar.
Wells’in "Açık Komplo"sunun ana hedefi
"ABD ve Latin Amerika devletleridir". Burada Wells’e göre
"seçkin sınıflara ve resmi vatanseverlere ... geleneksel bağlılık"
daha azdır.
İlaveten, Wells küresel bir düşünürden başkası
değildir, ve ABD’ye ek olarak o Rusya’yı da Açık Komplo’ca asimile edilecek
önemli bir hedef görür. Bir yerde, heyecanla Sovyetler Birliği’nin
"proleteryaya" olan resmi bağlılığına rağmen Açık Komplo’nun
Moskova’da New York'tan önce hüküm süreceğini söyler.
Amerika’nın Açık Komplo için önemi çoktur, çünkü
ekonomik gücü artmaktadır. Wells için Amerikan ekonomik sistemi ya da
Hamilton’cu ekonomi, Açık Komplo’nun düşmanı, ama finansör sınıfı
müttefikidir.
1928’de şöyle der; Amerikan sanayilerinin
korunmasının hiçbir pratik meşru nedeni yoktur, Amerikan finansı korumasız daha
mutlu olacaktır," ama Açık Komplocular başaramazsa bu korumacılık
sürgidecektir.
Şüphesiz William Yandell Elliott ve Robert
Strausz-Hupe tarafından oluşturulan kurumlar kesinlikle Wells’in, yeni dinine
çok düşman bulduğu Amerikan sisteminin bitirilmesi "planlarına"
uygundurlar. O çağdaşı ve gelecekteki işbirlikçi komplocularına hitaben "yeni
dinin" yayılması emrini vermiştir. Şöyle diyor:
"Özel uzman örgütlerce, örneğin Araştırma teşviki
dernekleri, genel bilgi endeksleme, bilimsel metinlerin çevirisi, yeni bilginin
yayılması dernekleri gibi, Açık Komplocuların büyük bölümünün artık enerjisi
tamamen yaratıcı amaçlara kanalize edilebilir ve yeni bir dünya örgütü"
kurularak "Londra’daki Royal Society, Avrupa’daki değişik Bilim
Akademileri ve benzeri artık yaşlanmış ve yetersizleşmiş kimi eski ve güzel
kuruluşlar" dahil edilebilir.
Daha geniş anlamda, "Açık Komplo"yu yazarken
Wells geniş bir Açık Komplocular devşirme şebekesinin kurulmasını savunur;
bunlar kendi milli çevreleri içinde tüm milli devletlerin küresel olarak
devrilişi, gezegenin koyu tenli ırklarının "bilimsel" yollarla azaltılması
ve Tek Dünya oligarşik egemenliğinin Anglo-Amerikan liderliğinde kurulması için
çalışacaklardır.
"Açık Komplo"nun siyasi görevi, der
Wells, "iki düzeyde ve tamamen farklı metodlarla yürütülmelidir." Ana
politik hedef, politik strateji, "varolan hükümetlerin zayıflatılması,
silinmesi, içerilmesi ya da ikame edilmesidir". ... Bir ülke ya da il ayrı
birim olarak elverişsiz ve daha makul ve ekonomik bir hükümet sistemince
içerilmek zorunda ise de, bu şimdiki yönetiminin Açık Komplo’nun gelişimi için
işbirliğine sokulmasına engel değildir."
Ama Wells dikkatlidir; "hiç kimse"
Açık Komplo’dan hariç tutulmamalıdır, ne sınıf, ne meslek ne de millet
nedeniyle olsun. Tersine" ... Açık Komplo kökler olarak heterojen
olmalıdır. Genç insanlar Bohemya Sokol’leri (Çek izci örgütleri, ç.n.) ya da
İtalyan Fasci’lerine (Mussolini‘nin gençlik örgütleri ç.n.) benzer gruplar
haline getirilmelidir.
Wells’in "Açık Komplo" kutsal kitabının ilk
basımı yayınlandığında Rhodes Trust, Yuvarlak Masa, İngiliz Fabian Derneği,
Kraliyet Dışişleri Enstitüsü (Royal Institute of International Affairs) ve onun
New York şubesi, CFR (council of Foreign Relations – Dışilişkiler Konseyi)
çoktan, Tek Dünya bayrağı altında kuşaklar boyu beyaz ajanlar ve provokatör
ajanlar toplama faaliyetine koyulmuşlardı. Wells’in "Açık Komplo"su
bu çabaya bir odak verdi; uzun vadeli hedefleri genişçe açıklardı, ve en iyi ve
parlak, ama belki de çürümüş zihinleri toplamanın ve devşirmenin önemini
gösterdi; Wells bunlara "ciddi azınlık" adını verdi.
Üç çeyrek yüzyıl sonra Wells’in "Açık
Komplo"su egemenliğini kuruyor.
Bkz:
http://altayu.blogspot.com/2011/08/acik-komplo-h-g-wells-ve-dunya.html
Bölgeyi kan ve ateşe boğan zalimlerle ittifak ederek
ve onların istekleri doğrultusunda bir düzen için, güç ve hakimiyet peşinde
koşmak mukaddes midir?
Modern medeniyetin sonunu ilan eden ve
postmodern bir barbarlığın başladığını savunan kitabı "20. Yüzyılın ve
Modern Çağın Sonu"nda Macar asıllı Amerikalı düşünür John Lukacs,
birçok şeyin yanısıra ata memleketi Macaristan'a demirperdenin yıkılışından
sonra yaptığı seyahatte gördüklerini ve yaşadıklarını da anlatır. Doğu
Avrupa'da o sıra milliyetçi ideolojiler patlama halindedir. Macar
milliyetçilerine Lukacs şu basit soruyu sorar:
Milliyetçiliğiniz
kıyamette sizi Tanrı'nın daha çok sevmesini ve cennetine kabulünü sağlayacak
mı?
Muhatapları afallar. Böyle birşeyi daha önce hiç
düşünmemişlerdir. Gerçi onlar kadar Lukacs'ın da bu soruya net bir cevabı
yoktur, ama bu sorunun kıymetinden birşey kaybettirmez.
Macar ve diğer Doğu Avrupalı küçük ülke milliyetçileri
için büyük amacın kendi ülkelerinin kurtuluş ve bağımsızlığı olması yeterli
olabilir. Ama daha doğuya, Rusya ve Türkiye'ye gelindiğinde parlak bir geçmişin
mirası daha büyük hayaller bu havza insanlarını hala etkilemeye devam eder:
İmparatorluklar kurmak ve iklimler üzerinde hüküm sürmek. Ama bu hayal bile
yeterince büyük müdür? Ya da bunun için bir ömür vermeye değer mi?
Acaba aynı soruyu burada da sorsak mı: Bir
imparatorluk kurmak ve iklimler üzerinde hükmetmek için ömrünüzü adasanız
kıyamet günü Yüce Allah sizi sevecek, günahlarınızı bağışlayacak, Cennetine
kabul edecek midir?
Hangi amaç kalıcı, hangisi ya da hangileri geçicidir?
Bu konuya ileride tekrar değineceğiz. Şimdi başka bir
önemli konuya girelim.
İslam tasavvufunda çok kıymet verilen bir rivayet
vardır: İslam peygamberi Uhud savaşından dönen yoldaşlarına şöyle der: "Şimdi
küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz." Neredeyse tüm tasavvufun temel
edindiği bu rivayet neyi anlatmaktadır? Kimi sorularla bir yorum denemesine
konuyu açalım:
Din için mücadele etmekten ve zalimlere kılıç
çekmekten daha yüce ne olabilir? Ya da soruyu değiştirirsek, din için
mücadeleyi dahi anlamlı hale getiren daha yüce amaç nedir?
Ortadoğu'nun tüm dini geleneklerinin üzerinde
uzlaştığı "mebde"ye (başlangıç öyküsü) göre insan yeryüzüne Allah'ın
vekili (halifesi) ve görevlisi olarak kendinin ve Rabbinin düşmanı olan
Şeytan'ı altetmek ve yeryüzünü Şeytan'ın ifsadından kurtararak imar ve ıslah
etmek amacıyla gönderilmiştir.
Bu anlamda tüm yeryüzü bir mücadele alınıdır; uğraş
bunun içindir.
Ama bir müddet sonra Şeytan ona yeryüzünü çok güzel
göstermiş, insan onun büyüsüne kapılmış, burasının geçici olduğunu, asıl
görevini, kendini göndereni, kısacası kendini unutmuştur.
Ona her unutuştan sonra aslolanı hatırlatan
peygamberler gönderilmiş, insanoğlu onların getirdiği mesajın arıtıcılığında
dirilip kendine gelmiş, ama kısa süre sonra tekrar Şeytan'ın aldatışına kanmış,
gönlünü teslim etmiş, asıl amacı olan yeryüzünü Allah'ın emirleri doğrultusunda
imar ve ıslah etmek görevini terketmiştir.
Böyle olunca da asıl amaca izafeten anlam kazanan tali
amaçlar, üstün gelme, hükmetme, insanlar arasında şerefle anılma gibi şeyler
asıl amacından kopmuş, tesbih taneleri gibi dağılarak kendileri birer asli amaç
haline gelmişler ve insanlar bunların peşine düşerek yoldan sapmışlardır.
Kuran'da bu dünyevi boş işler, çocuk oyununa benzetilmiş, "oyun ve
eğlence" olarak anılmıştır. Bu tabir, bu kabil işlerin zararsızları
içindir. Ama insan böyle amaçlar için haksızlık ve zulüm, cinayet yoluna
saparsa artık yaptığı oyun-eğlence olmaktan çıkar; Şeytan'ın işleri haline
gelir.
İnsan olağanüstü bir varlıktır; kıtalar aşabilir,
yüksek şehirler inşa edebilir, dağları yerinden oynatabilir. Bu yeti ve gücün
gösterdiği gibi, bir anlamda insan tabii olanla tabiatüstünün birleşme
noktasıdır.
Ama insan kendinde barınan bu muazzam güçler ve
kabiliyetlerin ne için olduğunu unutursa korkunç bir varlığa dönüşebilir.
Daha önce dediğimiz gibi, yeryüzü Şeytan'la, yani
evrensel kötülük, ifsad ve yıkım ile bir savaş alanıdır. Ancak bu mücadelenin
başarılı olabilmesi için insanların bu mücadeleye hazır olması, gönüllerini
böyle bir mücadelenin safı olmaya hazırlamış olması gerekir. Bu hazırlık ise
başlıbaşına daha büyük bir mücadeleyi gerektirir. İslam Peygamberi'nin
"Büyük cihat" olarak andığı budur.
Yeryüzündekinden çok daha öncelikle ve çok daha temel
bir mücadele insanın kendi içinde, gönlünde cereyan etmektedir. Burada İyi ile
Kötü, Doğru ile Yanlış, Güzel ile Çirkin birbirine karşı savaşmakta, insanı ele
geçirme mücadelesi vermektedir.
İnsan burada, fethedilecek pasif bir ülke değildir.
Kendi cüz'i (tekil) iradesi ile mücadeleye katılır ve taraflardan birine destek
olarak kendinin onun tarafından ele geçirilmesine izin verir.
Fikirdeki bu "Büyük Cihad"ın insanın sözleri
ve eylemleri ile fizik alemde yansıması ile ikincil olan "küçük
cihad" başlar. Biz ancak kendimizi arındırır ve "İyiler" safında
yer alabilirsek söylediklerimiz ve yaptıklarımız yeryüzünde "iyilik"
ya da "ıslah" haline gelebilir.
"Yorum denemesi" ereğini uzunluk itibariyle
çok aşmış bu bölümü şimdilik bağlayalım; okuyucuya sabrı için teşekkürler; ama
tabii ki şu soruya da bir cevap gerekiyor: Tüm bunları anlatmaktan amaç nedir?
Öyleyse başa dönelim.
Yazımızın başında dedik ki: Daha doğuya, Rusya ve
Türkiye'ye gelindiğinde parlak bir geçmişin mirası büyük hayaller bu havza
insanlarını hala etkilemeye devam eder: İmparatorluklar kurmak ve iklimler
üzerinde hüküm sürmek. Ama bu hayal bile yeterince büyük müdür? Ya da bunun
için bir ömür vermeye değer mi? ... Bir imparatorluk kurmak ve iklimler
üzerinde hükmetmek için ömrünüzü adasanız kıyamet günü Yüce Allah sizi sevecek,
günahlarınızı bağışlayacak, Cennetine kabul edecek midir?
Bugün Türkiye'nin etrafında, müsebbibinin büyük oranda
Batılı emperyalist güçler olduğu savaş, kargaşa ve huzursuzluk ateşleri
yanıyor. Kargaşadan büyük oranda sorumlu Anglosakson güçler istedikleri
sonuçları elde edemediklerini ve bu bölgede amaçlanan "Büyük Ortadoğu
Projesi"ni gerçekleştirecek yerli, dolayısıyla otoritesi daha doğal
kabul edilebilecek, ayrıca bölgeyi yönetmekte "tarihi tecrübesi" olan
bir yardımcı güce ihtiyaç olduğunu söylüyorlar ve spot ışıkları rahatsız edici
bir şekilde Türkiye'nin üzerine dönüyor.
Soğuk savaşın bittiği 15 seneden beri ülkemizde "Neo-Osmanlıcılık",
"bu kez doğru safta oynayarak kazanmak", Türkiye'nin uluslararası
sistemin güven ve oluruyla bölge liderliğini üstlenmesi ve giderek Osmanlı
mirasına sahip çıkması bu ülkenin kimi mahfillerinde akılları baştan alıyor;
"atalara layık torunlar olmanın", "Osmanlı sancağını tekrar
yüceltmenin" "mukaddes davası" ile gözler ve gönüller ışıldıyor,
ferahlıyor. Mukaddes mi?
Evet, mukaddes mi?
Bölgeyi kan ve ateşe boğan zalimlerle ittifak ederek
ve onların istekleri doğrultusunda bir düzen için, güç ve hakimiyet peşinde
koşmak mukaddes midir?
Yol ve yöntemi ne olursa olsun büyük güç ya da
imparatorluk olmak ne zamandır bu ülkenin siyasi ahlakının mukaddesi oldu? Ne
zamandır delice bir dünyevi başarı ve kazanma hırsı bize eski bildiğimiz
doğrularımızı ve ahlakımızı bir kenara bırakmayı telkin ediyor?
Bir projenin "feasible" olması, artık
doğruluğuna delil midir?
Şeytan, insanlara yeryüzünde imparatorluklar verecek
kadar güçlüdür; kıtaların, okyanusların ötesine uzanma, efsanelerdeki yokedici
yıldırımlar misali parlak ışığında binlerce insanı buharlaştıracak silahları
ateşleme gücünü bahşedebilir. Dolayısıyla zalimler ve emperyalistler eliyle
ikbal arayanlar beklediklerinden de fazlasına kavuşabilirler. Ama bu şeref ve
saadet getirmeyecektir; çünkü Kötü'den İyi doğmaz.
Bu ülke iktidar ve toplumuyla önümüzdeki yıllarda
ciddi bir sınavdan geçecektir. Bu kez ödülü dünyevi başarılar, zenginlik ve güç
olmayacaktır. Ama bunu arayanların kimi istediklerine kavuşacaktır.
Denebilir ki, "bu ülke kimi şeyleri kabule
çaresiz zorlanmaktadır. Bazı şeyleri reddetmek o kadar kolay değildir".
Ama bunu diyen sorumluluk makamındaki insanların yüzlerinde gizli bir hüzün
olur; iktidar ve başarı sarhoşluğu değil.
Ancak Büyük Cihad'ı kazanan ve bundan sonra insanlarla
Dünya'yı ıslah ve imar etmekte birleşenler iklimlere saadet, kendilerine ve
yanlarındakilere şeref getirebilirler. İnsanlık tarihi bunu kolay yoldan
öğrenenlerle zor yoldan öğrenenlerin öykülerinden ibarettir bir anlamda.
Bunları bize öğreten Peygamberi hikmete bir
Kızılderili hikmetini de katarak sözümüzü bitirelim:
Yaşlı Kızılderili
reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran
iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki
yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde
boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz
önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk,
kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci
köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz
olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis,
bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar"
dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin
simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile
kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde
sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun
için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün
burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has,
bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki"
dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir
gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi
evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!"
Bkz:
Israel Şamir
Batı, Beyrut
ve başka şehirlerde elçiliklerinin yakıldığını görmekten memnun olmadı.
"Şu Müslümanlar da bizim mizah anlayışımızı hiç anlamıyorlar; bizim
özgürlük anlayışımızı da,” diye gürledi Batılı gazeteler. Diğerleri de
Danimarka’nın densizliğini kınadı, ama buna reaksiyonu ölçüsüz buldu. Ama bu
patlama kendiliğinden olmak dışında herşey idi. İyi bir Amerikalı araştırmacı
gazeteci olan Christopher Bollyn Danimarka’nın “Şeytani resimlerini” ve
bunların yayıncısı Flemming Rose’u araştırdı, ve ne buldu dersiniz:
Rose hiç de
masum bir fikir özgürlüğü aşığı değildi; uçuk-kaçık İskandinavyalı bir
karikatür kolleksiyoncusu olup, Peygamber resimlerini çıplak manastır rahibesi
resimleri ile yanyana duvara asan biri de değildi. Rose Neo-con Siyonist kültün
bir üyesiydi ve “şeyhi” Daniel Pipes’ı (*) da daha önce ziyaret etmişti.
Buraya kadar
fena değil. Ancak bu habis Rose döküntüsünü “4 ay önce” yayınlamıştı, ve bu,
medyanın da dediği gibi, uzun bir süre idi. O sıra Müslümanlar onun yaptığını
farketmediler bile; zaten çoğu “Jyllands Pest”i (**) okumuyordu ki. Yaramaz
çocuğun yaptıkları can sıkmayınca daha da azıtması gibi, yedi ülkedeki tam 11
gazete birden bu resimleri yayınlayıverdi. Bu tam bir gösteriydi: Birçok
ülkedeki birçok gazete ardında, birçok şirket ve birlik ardında biz yine
alışıldık düşmanı gördük. Aslında bize birşeyi anlatmak için yeterince ikna
edici bir şovdu bu: Tek bir irade ve tek bir güç dünya medya imparatorluğunu
yönetir.
Düşman kim?
Kim bu çapta medya kontrolü sağlayabilir? Sandya Jain önemli bir Hintli
gazeteci ve Hint milliyetçisi olarak şunları yazıyordu: “Karikatürler politize
Hıristiyanlığın dinsel hoşgörüsüzlüğünün kasdi bir eylemidir; işin içinde
Avrupa ve Amerika’nın sosyal, politik ve ekonomik elitleri vardır.”
Hıristiyanlık birçok başka gözlemci tarafından da suçlandı. Ama emin olun ki,
Müslümanları inciten bu kişiler Hıristiyanları incitmek istediklerinde asla iki
kez düşünmezler. “Amen” posterlerindeki haçın gamalı haça dönüştüğü şu filmi,
ya da bir bardak idrar içindeki çarmıha gerili İsa’yı hatırlayın (bu resim
Talmud’dan mı alınmıştı?). Bunlar bir Brooklyn (Yahudilerin yoğun olduğu bir
New York semti) müzesinden manzaralar. Aslında Müslümanlarla
Hıristiyanlar arasında dini bir çekemezlik yok. Ahmed Amr haklı olarak der ki:
“İslam ve
Hz. Muhammed’in Avrupalı ‘ifade özgürlüğü müdafileri’ tarafından çizilen
aşağılayıcı tabloları aslında Müslümanları dezavantajlı hale düşürüyor. Onlar
asla İsa Mesih’i aşağılayarak öç alamazlar, çünkü ona Hz. Muhammed kadar saygı
duyar ve Allah’ın elçisi kabul ederler. Hz. İsa ya da Hz. Meryem’le alay etmek
enaz Hz. Muhammed’le alay etmek kadar “küfr”dür. Hiçbir gerçek Müslüman
Mesih’in anasını küçük düşürmeyi düşünemez, çünkü onlar da onun bakire ve
mucizevi gebeliğine inanırlar. İslam geleneğinde Hz. Meryem Cennet’e girecek
ilk kadındır. Ve Müslümanlar Kuran gibi İncil ve Tevrat’a da iman ederler.
Öyleyse Hıristiyanları bırakıp başka yana bakalım.
Batı medyası
aslında Yahudiseverlerin yurdudur. Belki bunu Şaron’un hastalığı ile ilgili
abartılı haber ve resimlerde farketmişsinizdir; ya da abartılan Yahudi ölümleri
ve es geçilen Filistinli ölümlerinde; ya da “Soykırım” meselesinde, ya da
Yahudilere diğer gerçek ve hayali tüm saldırılarda. Yahudilerin Müslüman
karşıtı duygular yaymakta özel çıkarı vardır, çünkü bu onların Filistinlileri
ezme ve İran’ı halletme planlarına uyar (İranlılar da bunu hemen anlamış ve
tepki olarak soykırım karikatürleri yayınlamışlardır. Her ikisi de eşit
derecede tatsız; göze göz, dişe diş). Ve şimdi görünüşte “Siyonist olmayan
Dünya Yahudi Kongresi (World Jewish Congress) İran’a karşı kampanyasını
başlattı,” diye bildirmiş İsrail gazetesi Haaretz okurlarına. AIPAC (American
Israelite Public Affairs Committee) “Şimdi İran’ı Durdurma Zamanı” adında bir
konferans planlıyormuş. Kurt Nimmo karikatürleri “Müslümanları kızdırıp
parlatmak ve böylece Avrupa ve Amerika’da Strauss’çu (***) neo-con’larca
sahneye konan ‘Uygarlıklar Çatışması”na taraftar toplamak için kasıtlı
provokasyon” olarak niteliyor. Hem Uygarlıklar Çatışması, hem de “Şeytani
Resimler” olayı Beynelmilel Yahudiliğin Ortadoğu stratejileriyle tam uyum
içindedir.
Bebek Hz.
İsa ve Hz. Meryem, Osmanlı minyatürü, Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul
Bu Şeytani
Resimler olayındaki Yahudi parmağına açık bir delil birçok gazete manşetinde
çıktı: Dünyanın heryerinde Müslüman halklar rahatsız olmuşken medya
“Filistinlilerin Avrupalılara saldırıları”ndan bahsediyordu; tıpkı 2001’de
“Filistinliler İkiz Kulelerin çöküşünü alkışladılar” dediği gibi; halbuki küstahlık
ve paranın gücünü simgeleyen bu kulelerin çöküşüne tek sevinen Filistinliler
değildi. İsrail gazetesi Haaretz geçenlerde dedi ki: “Müslüman basın Şaron
ve hahamları rezilane resmediyor; şimdi kendisi yaptıklarını tatsınlar.”
Karikatürlerin ardında Yahudiseverlerin olduğuna başka bir delil.
Ama
meslekdaşlar bu işin ardındaki büyük planı göremediler. Karikatürler
Müslümanlarla bir savaş tablosuna uyarken, aslında onlar dünya çapında
yürütülen bir “özgürlük saldırısına” tam uyuyorlar. ABD’den Rusya’ya, İngiltere’den
İtalya’ya efendiler kanunlarının örgülerini sıkılaştırarak özgürlüğü ortadan
kaldırıyorlar. 1968’de “savunmanın savunusu”, “yasaklamak yasaktır” gibi
şeylerden bahsediyorduk; ama şimdi birsürü yasakla karşıkarşıyayız. Artık
sigara içip içmemeyi, ya da emniyet kemeri bağlamayı ya da rahat oturmayı seçme
hakkımız yok. Bu küçük küçük yasaklar bizim “Büyük Birader”e (George Orwell’ın
“1984” romanına gönderme) boyun eğişimizin işaretleri aslında. Ve sakın bana
bunun kendi iyiliğim için olduğunu söylemeyin; çünki size kendi sağlığım için
çok daha önemli 100 şey sayarım. Örneğin şu borçlar kaldırılsın bir. Eğer
yüksek faizli riskli bir krediyi kabulde özgürsem, emniyet kemeri takıp
takmamakta da özgür olmalıyım.
Özgürlüklerimiz
ciddi şekilde aşınıyor. Kağıt üstünde var onlar, ama onları kullanamayız.
Hayatlarımızın mahvedilmemesini isteyemeyiz. Birçok öğretmen ve üniversite
profesörü kendilerini işsiz buluyorlar, çünkü “yasak kelimeyi” söylemişlerdir.
“Demokratik” Almanya’da bir Komünist asla öğretmenlik yapamaz. Dahası sandıkta
istediğimizi seçemeyiz: Avusturyalılar Jörg Haider’i seçtiklerinde
vazgeçtiklerini söyleyinceye dek dayak yediler. Şimdi Filistin Hamas’ı seçti ve
onlara kendi vergi gelirlerinin bloke edildiği ve bu suçlarından tövbe edene dek
bunun verilmeyeceği söylendi (yeri gelmişken: İncil her yedi yılda bir borç
affı öngörür, oysa talmud alacaklının borçluyu bağlayıp, borcunu affa rağmen
ödemek istediğini söyleyinceye dek dövmesine cevaz verir). Her seferinde, ister
ABD’deki uzak Montana halkı için silahlar ya da Dublin, İrlanda’daki bir
meyhanede sigaralar olsun, bir emniyet kemeri ya da hepimiz için eşit-özgür oy
olsun, kitlesel medyanın devasa fikir yapma makinası hep yasakları destekledi.
Bazan, örneğin Şeytani Resimlerde olduğu gibi, provokasyona engel olmadı, ama
buna karşı konuşmamıza engel oldu.
Medya
makinesinin Yahudi amaçlarına bağlılığından onun petrol şeyhlerince
yönetilmediğini anlamak kolay, ama varsayalım ki (sonra, neden böyle varsaydık,
konuşacağız) Yahudiler ve onların Yahudisever destekçileri kendi medya
imparatorluklarını başka amaçla kurmuş olsunlar. Eğer siz de (birçok iyi insan
gibi) Yahudileri beraat ettirmek istiyorsanız, Yahudilerin medyayı
antisemitizmle savaş için elde tuttuklarını , oysa şeytan parababalarının (orj:
Mammonitler) aynı mekanizmayı kendi küresel diktatörlükleri için
kullandıklarını varsayabilirsiniz. Yahudileri “Hobbitt’ler” (****)
görüp “Efendilerin Yüzüğünü” koruduklarını, ama bunların parababalarınca
onlardan alındığını düşünebilirsiniz. Öte yandan Parababaları antisemitizm
masalını uydurup soykırım yaparak Yahudileri kendi yanlarında diğer insanlara
karşı savaştırmış olabilirler. Onlar Yahudileri doktrine ederek normal
insanların onları “yiyeceğine” ve yalnızca Parababaları iktidarının onları koruyacağına
inandırmış olabilirler. Ama “Üçüncü Güvercin”de yazdığım gibi, ortada
antisemitizm diye birşey yok; cadıların ve Noel Baba’nın da olmadığı gibi.
Medya
makinesi müttefik kaydetmekte eşsizdir; aynı şekilde korku provoke edilerek
kendi halinde Yahudiler de gönüllü kaydedilir. Medya “homofobi”yi icat etti,
böylece homoseksüeller normal insanlardan korkacak ve Büyük Birader’in
korumasına sığınacaklardı. "Maçoluk” ve “dövülen kadınlar” efsanesini icat
ettiler, böylece kadınlar erkeklerinden korkacak ve hükmedenlerin sığınma
evlerine sığınacaklardı. Sonra “ırkçılık” icat ettiler, ki her etnik azınlık
Büyük Birader’in koruması altına sığınsın. “Tecavüze uğramış çocuklar”ı icat
ettiler; artık anneler aile babalarından korkuyordu. Bir sürü masal. Bir “homofobi”
yok; kimse kimsenin yatağında ne yaptığıyla ilgilenmiyor, işi ortalığa
dökmedikçe. Erkekler doğal olarak kadın ve çocuklarını korurlar. Beyazlar
siyahların neşesini ve müziklerini severler, tabii bütün gece çalıp
söylemedikleri sürece. Size söylüyorum: Hepimiz azınlığız, ve hep bir arada biz
insanlarız. Büyük Birader olmadan da kendi aramızda geçinip gidebiliriz.
Dışarıda
korkacak birşey yok. Gençliğimde, Amerikalılar domino teorisi ile
korkutuluyorlardı. Vietnam ve Kamboçya’ya komünistler hakim olduktan sonra
Kaliforniya’ya dek geleceklerdi; inanmayan beklesin de görsündü. Hiçbirşey
olmadı. Komünizm korkusu trilyonlarca Dolar milli servet tüketti ve belki
ilginç bir sosyal denemeyi yerlebir etti. Galip fare yenilmiş aslan için
hükmünü verdi: Polonya ve Baltık ülkelerinin inisiyatifiyle Avrupa Parlamenter
Asamblesi Konseyi (PACE) "komünizmin terör ve suçlarını” mahkum etti.
Şimdi aynı mekanizma İslam için kuruluyor. İslam kışkırtıldı ve tepkisi
azgelişmişliğine delil olarak sunuldu. Büyük korku makinesi Ortadoğu’da da,
küçük Yahudi çıkarlarının kıyısında da durmayacaktır, daha başka amacı var: Bir
tank ceviz kıracağı olarak da kullanılabilir, ama başka amaçla yapılmıştır.
Birleşik ve mükemmel Yahudi medya makinesinin Soykırım masallarıyla uğraşmaktan
öte işleri vardır. Onun asıl işi bizi “Yeni Dünya”ya (*****) taşımaktır; yeni
ruhsuz bir totaliterliğe. Bu uğurda küçük adımlar büyük amaca giden yolda
aşamalardır.
Son aylarda
bir seri, ama görünüşte birbiriyle ilgisiz olay oldu. İngiltere Başbakanı Tony
Blair, toplumunu tam kontrole doğru önemli bir adım attı. İngiltere yeni bir
bilgisayar sistemi kurdu. Bu sistem vasıta trafiği hakkında bilgi topluyor ve
depoluyor. Gizli video kameralara bağlı olarak, Büyük Birader’e sizi evden işe,
işten eşe-dosta, oradan eve gidene dek izleme imkanı veriyor. Tasarı itirazsız
geçti. Sonra sıra İnrternet Terörü Yasası’na geldi. Yasa polise “terörü
destekleyen” web sitelerini kapama hakkı veriyordu. Lordlar Kamarası tasarıyı
reddetti. Geçen ay aynı meclis bir terör eylemlerini “övme” yasasını da
reddetmişti. Hükümetin, bir “terörist yayının” “bilerek” ya da “bilmeyerek”
dağıtılması ile ilgili getirdiği yasa teklifi de tadilata uğradı. Ve en iyisi,
inatçı Lordlar bir “dini nefret” yasasını da reddettiler; yasa tamamen Yahudileri
eleştirmeyi yasaklamaya yönelikti.
Ve sonra
“Adüvv” (orj.: Adversary = Şeytan) Şeytani Resimleri yayınlattı. Müslümanları
tahmin edilir ve zaten beklenen tepkisi parlamenterleri hemen bir seri
“anti-nefret” yasası çıkarmaya sevketti. Şüphesiz bu yasalar birkaç milyar
Müslüman ve Hıristiyanın derdine derman olmayacak. Parababalarının sevilen
maskotu Yahudiler daha iyi korunduklarını düşünecek (ve saldırıya daha açık
olacak), ama daha da önemlisi, fikir özgürlüğü daha büyük bir yara alacak.
Bu büyük özgürlük
Batı'nın Sovyet Doğu’ya tek üstün tarafıydı. Sovyet rejiminin pek de hoş
olmayan yönlerinden biri Ceza Kanunu’nun 58. maddesi olan meşum “Anti-Sovyet
propaganda” yasası idi. Stalin’in eski günlerinde, cumhuriyet düşmanlarına
sevgi duyduğunu açıklayan kişi ceza görürdü; en civcivli dönemde bir şaka-espri
dahi içeri atılmaya yeterdi. Yasa Brejnev döneminde toplumsal muhafazakarlığı
sağlamak için kullanıldı . Sovyetlerin son günlerinde 58. maddenin Demokles
kılıcı Gorbaçev’e Sovyetleri yıkan reformları itirazsız yürütme imkanı verdi.
Sovyet döneminin tüm toplumsal birikimleri yok edildi; Rus sanayi ve petrolü
birkaç Yahudi parababasına teslim edildi; Rus devletinin anahtarları CIA’ye
teslim edildi ve ülke çatışan devletçiklere parçalandı. Bu Gorbaçov-Yeltsin
dönüşümünün olması ancak 58. Madde sayesinde mümkün oldu. Şimdi o geri geliyor.
Birkaç yıl
önce bombalı Yahudi karşıtı pankartlar belirdi Moskova’da Eğer orada bir geçen
pankartı indirmek isterse patlıyordu. Hükümet hemen bir “anti-nefret” yasası
çıkardı ve bak sen! Tüm pankartlar ortadan yok oldu. Bir ay önce bir Moskova
sinagogunda yine şaibeli olaylar oldu ve hükümet hemen bir “anti aşırılıkçılık”
yasasını parlamentoya sevketti.
Böylece,
aşırılık, terör ve nefrete karşı savaş örtüsü altında kalan özgürlükler de
gitgide gezegenimizi terkediyor. "Kennedy’nin Huntington’u” Eugene Rostow
1960’lı yıllarda komünizm ve kapitalizmin birleşeceğini öngörmüştü; böylece her
ikisinin de iyi yönleri alınacak, devam edecekti. Birleşme şimdi gerçekten
oldu. Bir zamanlar Kızıl Doğu’da tam sosyal güvenlik vardı, kişisel özgürlükler
pahasına da olsa. Batı ise özgürdü, ama eşitlik ve sosyal güvenlik pahasına.
Şimdi birleştiler: Ruslar parasız eğitim ve sağlık sistemini kaybettiler ve
köprü altında özgürce uyuma hakkı kazandılar. Batı ise kendi Gulag (Guantanamo,
çev.) hapishanelerine siyasi mahkumlarına sahip oldu. Batı ve Doğu 58.
maddeyi, anti-nefret, antiterör, anti-aşırılıkçılık isimleri altında tekrar
yürürlüğe soktu.
Dünya
hakimiyeti master planı yavaş yavaş hayata geçiyor. İlk aşamada eski elitlerle
kilisenin gücü kırıldı. Parababaları eliti demokrasi ve özgürlükleri eski
düzene karşı silah olarak kullandı, ve biz solcular ve Liberaller bunu sevdik.
Lordlar kamarasındaki hayır oyu (gerçi yasa değişerek geçti ise de) gösteriyor
ki, seki sistemin tüm hatalarına karşın kimi pozitif yönleri vardır. Ama bu
dönem kapandı. Şimdi düşman demokrasi ve özgürlüğe karşı savaşıyor, korku ve
(karşı-)ırkçılığı safında kullanıyor.
Düşmanın hem
sağ hem de sola sızma avantajı vardır; hem büyük hem muhalif medyaya sızıp
dünya çapında iş bitirebilir. İngiltere’de yenilirse Fransa’da saldırır,
Gazze’de provokasyon çıkarır. Tepkinizden kin ve korku üretebilir. Bu mekanizma
çalışır oldukça korku ve savaş bitmeyecek, çünkü makinenin ürünleri bunlar. Öte
yandan bu, neden güçlü parababalarının –hepsi Yahudi değil- bu makineyi
kullandığını ve desteklediğini de açıklar. Bu makine korku üretir, ve bunu
kendi diktatörlükleri için kullanmalarını sağlar. Ama eğer çocuklarımızın bir
köleler ve efendiler dünyasında yaşamasını istemiyorsak bu mücadeleyi
kazanmalıyız. Belki Müslüman hassasiyetleri ya da Yahudi önyargıları sizi
ilgilendirmez – ama özgürlüğümüz tehdit altında. Küresel planda
düşünmeliyiz, çünkü düşman küresel planda davranıyor.
Ve nefret ve
çatışmayı, düşmanın bu iki ana silahını yoketmeliyiz.
Notlar:
(*): Daniel
Pipes: Meşum neocon fikir babası. Ortadoğu barışının İsrail’in bölgeye
hakimiyetinden geçeceğini iddia ediyor. “Parlak fikirleri” nedeniyle Başkan
Bush tarafından önemli bir barış enstitüsünün başına getirildi.
(**):Jyllands
“Pest”. Gazetenin asıl adı “Jyllands Posten”. “Pest” veba demektir; I. Shamir
kelime oyunu yapıyor.
(***): Leo
Strauss: Neo-con’ların filozofu. Almanya’da eğitim gördü. Yahudi olmasına
rağmen saygın Nazi çevrelerinde bulundu. Daha sonra Amerika'ya yerleşerek çok
tartışmalı eserlerini kaleme aldı. Çoklarınca Amerika’ya uyarlanmış bir faşizmi
savunmakla eleştirildi.
(****)
Hobbitt’ler ve Efendilerin Yüzüğü: I. Shamir, “Yüzüklerin Efendisi” filmine
gönderme yapıyor.
Yalnız ve küçük bir
grup
Bizden kalanlar
Kaçaklar, göçebeler
Hüzün ve acıdalar
Karanlık ormanda
Köpekler ardımızda
Ve avlanan kuzu gibi
Biz esirleri
getirirler
Kalabalık,
parmaklarıyla
Gösterir bizi, yuhalar
Ve sabırsız keskin
baltaları
Dinsizlere iner (1)
Amish Şehitler İlahisi
Bu ay "Amish"
denen ilginç bir Amerikalı dini gruptan sözle başlayalım. Amish'ler çok
muhafazakar bir Hıristiyan tarikattır. Üyeleri modern yaşamı ve teknolojiyi
reddeder, kırda ve 18. y.y. giysileri içinde basit bir hayat yaşarlar.
Tarlalarını hayvanlarına çektirdikleri sabanla sürer, at veya at arabası ile
yüklerini taşır ya da seyahat ederler. Elektrik, akaryakıt, doğalgaz
kullanmazlar. Geceleri mum ya da gaz lambasıyla aydınlanıp odun ya da kömür
yakarak ısınır, yemeklerini pişirirler. Erkekleri 18. y.y. Kolonyal dönemine has
"cadı şapkası" benzeri geniş siperlikli şapkalar ve altına
uzun elbiseler giyer ve sakal bırakır. Kadınları bebek şapkasına benzer
dantellerle süslü eski kadın şapkaları ve uzun etekli bol elbiseler giyer.
Doğum kontrolü ve çağdaş tıp da tarikat kurallarınca yasaktır. Hastalıklar dua
ve şifalı otlarla iyileştirilmeye çalışılır. Ve bu topluluğun tüm hakları
devletçe korunur, hayat tarzlarına ilişilmez.
Son yıllarda
bunun bir istisnası oldu. Bundan yıllar önce yaşadıkları bir bölgede bir salgın
hastalık çıktı. Devlet salgının olduğu bölgedeki tüm halkı (Amish ya da
diğerleri) salgını kontrol için kitlesel aşılama kararı aldı. Herkese kurulan
sağlık ocaklarına gidip aşı olmaları emredildi. Diğerleri karara uydular, ama
Amish'ler karara direnerek toplu halde aşıya gitmeyeceklerini açıkladılar.
Bunun üzerine devlet karar alarak, Amish'lerin kolluk gücü marifetiyle aşıya
getirilmesini emretti.
Bu olay
Amerika'da gürültü kopardı. O sıra ünlü bir Amerikan dergisinin kapağında
yayınlanan fotoğraf dev cüsseli polislerin arasında ve bir bankonun önünde, iri
gözleri ve küçük ağzı merak ve endişeden açılmış küçük ve sevimli bir Amish
kızını gösteriyordu. Gerçi, devletin kararı yerindeydi. Salgını durdurmak için
yapacağı bundan başka birşey yoktu. Yapılanların dikkatli ve ince bir savunusu
da vardı: Amish'lerin aşı olmak ya da salgında ölmek seçimlerine devlet
karışamaz. Ama Amish'lerin kendi hayat tarzı seçimleri nedeniyle bölgede
ilişkide bulundukları diğer ahalinin de sağlığını riske atmak hakları yoktur. O
zaman devlet müdahale eder. Amerika, kötü yönetildiği 2000'li yıllara girene ve
"Bushism" egemen olana dek, kendi iç politikası açısından bazı
standartları yakalamış bir ülke idi. Şimdisini eleştirebiliriz, ama şu
anlatılanlardan çıkarılacak kimi dersler vardır.
Alınacak
ders: İnsana saygıdır. İnsanlar dünyanın en saçma şeylerine bile inanıyor,
tamamen akıldışı bir hayat tarzı sürdürüyor olabilirler. Ama eğer bunu kutsal
biliyorlarsa devletin işi onlara doğrusunu öğretmek değil, inançlarını ve hayat
tarzlarını (ki insani haysiyetlerinin bir parçasıdır) elden geldiğince koruma
altına almaktır.
20 yıldır
artık kanserleşmek üzere olan bir başörtüsü sorununun baş çektiği, Kürtlük,
Alevilik, gayrımüslim azınlıklar gibi birçok inanç, kültür ve hayat tarzları
problemine zorla "tektipleştirmek" şeklinde reaksiyon vererek,
leyleği kuşa çeviren Nasrettin Hoca'ya bile rahmet okutmuş kimi devlet
politikalarının hala savunulabildiği bir ülkede dünyanın başka yerlerindeki
örneklere dönüp bakmaya hala çok ihtiyaç var. Demokrasi ya da kredokrasi ayrımı
bu noktada devreye giriyor.
Klasik
cumhuriyet siyasal literatüründe cumhuriyet yönetimi, egemenliğin, yetkiyi
Allah'tan aldığını iddia eden bir halife-padişah'ın elinden alınarak millete verilmesi
olarak tarif edilir: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir."
der Mustafa Kemal.
Cumhuriyeti
kuranlar gerçi konuyu böyle kabul ve ifade etmiş olsalar da, onların ardından
gelen yönetici elitin "egemenliği kayıtlı şartlı milletin"
kabul ettiği anlaşılmaktadır. Sonuçta bir ülkede örneğin kimi kamuoyu
araştırmalarının, "halkın %80'den fazlasının başörtü yasağına karşı
olduğunu" göstermesine rağmen, ne bu yasağın kalkması, ne de hiç
olmazsa bu konuda "konuyu milletin hakemliğine götürelim" denip bir
halkoyuna bile başvurulmaması, bir yandan Batı'nın Türk demokrasisi konusunda
sürekli ortaya attığı şüphe iddialarına haklılık payı getirir ve
"egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olmadığı" savlarına da
haklılık kazandırır. Tüm bunların, "egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" demiş bir liderin adını öne sürerek yapılıyor olması da
kaderin garip bir cilvesi.
Bu olayın
ülkeye birçok zararlı yanlarından birisi, dışgüçlerin, yönetim tarzı milletin
hatırı sayılır bir bölümünü kendine küstürmüş bir ülkenin zaaflarını, kendi
çıkarları için sömürmelerine alabildiğine kapı açmasıdır. Bir diğeri ise bir
ülkenin insanlarının kendi mahkemelerinde bulacaklarına inanmadıkları adaleti
gidip yurtdışındaki şu ya da bu mihrakın yargı müesseselerinde aramalarıdır.
Aslında bu hal yeni
değil. Vakti zamanında Osmanlı devrinde Keçecizade Fuat Paşa'nın meşhur bir "pabuççu
muştası" meseli vardır: Fuat Paşa "bir devlette iki kuvvet
olur", dermiş, "biri yukarıdan gelen kuvvet, ikincisi aşağıdan gelen
kuvvet. Yukarıdaki kuvvet saray, herkesi ezer, aşağıdaki kuvvet halk,
sessiz sedasız, kaderine razı..." Fuat Paşa bunları anlattıktan sonra
eklermiş: "Bunun için pabuççu muştası gibi yandan vurmalı, yandaş bir
kuvvet kullanmalıyız. O kuvvet de sefaretlerdir."
İki yüzyıl
sonra değişen artık "pabuççu muştası" yönteminin giderek halk
tarafından da benimsenmeye başlamış olması; ama belki ondan da tehlikelisi var:
Uzun sürmüş bir devlet-millet küskünlüğü artık kimi elitleri de bu milletten
güç devşirmek konusunda ümitsizliğe sürükler ve onlar da iktidarın bekasını
Avrupa ya da Amerika ile yapılan ittifaklara bağlayarak, "pabuççu
muştası"nı hakim siyaset haline getirirlerse, işte o zaman bu ülke
için kader çanları çalmaya başlar. Bu halden ne kadar uzaktayız? Bu hale
düşmemek için yapılabilecek birşey var mı? İşte demokrasi-kredokrasi ayrımı
burada önem kazanıyor.
Demokrasinin
ne olduğunu hepimizin bildiği varsayımıyla şimdi kredokrasiye bir tarif
getirelim:
Kredokrasi,
dini ya da ladini herhangi bir inanç ya da felsefi görüşün ("kredo"),
kendinden menkul ve daimi iktidarıdır. Böyle bir inancın geçerliliği bir
devlette kayıtsız şartsız nihai ilke kabul ediliyor ve demokratik tercihin de
üstüne çıkıyorsa, burada kredokrasiden sözedilir. Bu anlamda tüm teokratik
rejimler birer kredokrasi olduğu gibi, bir ideolojinin kayıtsız şartsız
egemenliğini kabul eden tüm siyasal rejimler da birer kredokrasidir.
Ya da bir
devlet düzeninde en üstün ilke demokrasidir, onun da üstünde başka bir inanç,
fikir ya da felsefenin hâkimiyeti varsayılamaz. Ve hal öyle gösteriyor ki, bu
ikisinin ortasında bir uzlaşma ya da orta yol muhaldir: Birini ya da öbürünü
kesin tercih durumundayız.
Teokratik
bir idareye geçit vermemek için tarif edilmiş laiklik, dünyevi başka bir imanın
koruma kalkanı haline getirilmişse anlamından sapmış demektir. Demokratik bir
devlet tüm dini akidelere eşit uzaklıkta olduğu gibi, tüm "dünyevi
akidelere" de aynı uzaklıkta, sadece ve hep "layman"in
(lugat anlamı: "avam") yanındadır: "Laisizm"
(lugat anlamı: "Avamilik") anlam sahası genişletilerek böyle tarif
edilmeli ve aslına döndürülmelidir.
Bu
söylenenler ilk duyulduğunda belki çok ütopik gelebilir, ama iyi düşünüldüğünde
görülecektir ki, demokratik bir devlet için en kutsal olan, milletin kendisine
o an kutsal olarak bildirdiğidir. Milletin devlete söylediği ise bir şekilde
bilinir: Milletin seçilmiş temsilcilerinin ağzından. Bir demokraside bu heyetin
dışında ve üstünde kimsenin devlete inanç ya da görüş bildirme ve dikte hakkı
yoktur. Aksi halde artık kredokrasiden sözederiz.
Bu ve buna
benzer görüşler zaman zaman Türkiye'nin liberal çevrelerince dile getirilmiş ve
zaman içinde karşıtlarınca "Batıcı - liberal bir proje" olarak
damgalanmıştır. Ama İstanbul'da düzenlenen son Doğu konferansının da
sıkıntısını gösterdiği gibi, ülkemiz ve bölgemizde Batı karşıtlığı adına tüm
baskıcı yapılar sahiplenilecek ve değişim talepleri gözardı edilecek olursa, bu
ancak Batı'dan gelen "Büyük Ortadoğu Projesi" tipi girişimlere
meşruiyet kazandırır. Ve bağımsızlığımız tartışmalı hale gelir.
Amerikan
Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice 2004'te yaptığı bir konuşmada özetle, "Ortadoğu
ile ilgili bizi bir uzmanlar güruhu hep kandırdı. 'Ortadoğu'nun kendi sosyal
yapıları vardır, müdahale etmeyin' diyerek bizi diktatörlere destek vermeye
sevkettiler. Şimdi anladık ki, kendimiz için istediğimiz özgürlükleri,
kadın-erkek eşitliği ve diğer hakları Ortadoğu için de istemedikçe doğru sonuç
almamız mümkün değil," demiştir. Bu sözlerin samimiyeti tartışılabilir
ve tartışılmalıdır da; ama yapılmak istenene, varolan baskıcı siyasal yapılar
sahiplenilerek karşı çıkılamaz. Doğu ve Türkiye kendi siyasal projelerini
üretmelidir.
Konunun,
beni hem hayretler içinde bırakan hem de üzen bir başka yanı da, konuyu
tartıştığım her, ve çoğunlukla da birbirlerine zıt siyasi görüşlerden insanın
"millete sınırsız özgürlük rejimi yıkar" gibi bir iddiada
birleşmeleri idi. Oysa güvenmedikleri millet kendileri idi. Bu kendine
güvensizlik nereden kaynaklanıyor ve niçin bu kadar derindir? Halbuki tarihimiz
bu vehmi doğrulamıyor.
Uzun
tarihimiz, başıboş kalmış iktidarların istibdad ve zulüm hikâyelerini biteviye
anlatır dururken, bunların olmadığı görece iktidarsızlaşma dönemlerinde (ki
bunlar aynı zamanda büyük çapta toplumsal zaaf, savaş, felaket zamanlarına da
denk gelirler!) halkın kendibaşına kaldığında, çok daha barışçı, akıllı ve
mutedil adımlar attığı görülür.
Örneğin
Selçuklu parçalanmasının Anadolu'yu sarstığı beylikler döneminde milletin örgütlü
gücü olan Ahiler Osmanlıya tam destek vermiş, Osmanlının yıkıldığı 1. Dünya
Savaşı ertesinde millet, resmi otoritenin görünürdeki hoşnutsuzluğuna rağmen
Ankara'daki meclis etrafında birleşmişti. Aslında acı olsa da, bu milletin
sağduyu ve tavrına gösterilecek yüz ağartan bir başka örnek, bu satırların
yazarının yaşadığı 17 Ağustos 1999 depremidir. Devletin
örgütlü kuruluşlarının 15 gün bir felç pençesinde kıvrandığı ve yardım elini
uzatamadığı bir sürede, eğer ülkenin her köşesinden bu milletin sayısız
temsilcisi çaresiz insanların yardımına koşmamış ve kendiliğinden devasa bir
yardım kampanyası örgütlememiş olaydı, bu 15 günlük gecikme depreme uğramışlar
için açlık, hastalık, sefalet ve yağmacılar elinde ölüm demekti. Çok şükür
ki, bunların hiçbiri olmadı.
Ve yine ne
ilginçtir ki, bu olayda dahi gösterilen tek aşırılık, 15 gün sonra özel yardım
kuruluşlarının bölgeden çekilmesini emreden ve onları adeta kendine rakip
olarak gören siyasal iktidardan gelmiştir. Ondan önce çeşitli kesim ve siyasal
görüş ile bağlantılı olduğu iddia edilen hiçbir yardım kuruluşu, ne
birbirleriyle bir rekabete girdi, ne de bunun için çatıştı. Tersine,
gerektiğinde birbirlerinin eksiklerini tamamladılar.
Bir başka
konu da, Türkiye'de demokrasiye fazlaca atıf yapan liberal söylemlerin siyasal
iktidarı zayıflatacağı ve bu nedenle ülkenin çıkarlarına aykırı olduğu
iddiasıdır. Ama biz tersini düşünüyoruz.
Alexis de
Tocqueville "Amerika'da Demokrasi" adlı kitabında demokratik
Amerika ile Restorasyon Fransa'sı arasında ilginç bir karşılaştırma yapar:
Fransa'da hemen her yasa, ya da resmi uygulamanın karşıtı bir toplumsal kesim
bulmak mümkündür, çünkü yasalar bir azınlık iktidarınca yapılır. Eğer bir kanun
kralın çıkarına uygunsa, büyük ihtimalle aristokrasinin çıkarına uygun değildir.
Dolayısıyla, eğer o kanundan kaçıyorsanız, aristokrasi size krala karşı sığınma
sağlayacaktır.
Eğer kanun
aristokrasinin çıkarına uygun ise, halkın ya da kralın çıkarına uygun değildir.
Bir kanun kaçağı olarak halk size emin bir sığınak sağlar. Örnek uzatılabilir.
Hem halkın, hem aristokrasinin çıkarına uygun olan genellikle kralın çıkarına
uygun değildir gibi.
Sonra de Tocqueville Amerika'ya dönerek, buradaki demokratik idare
nedeniyle bir çıkar uyuşmazlığı olmadığından sözeder. Bir kanun kaçağı demokratik
yönetimden kaçıyorsa halk onu bağrına basmayacaktır, çünki idare zaten halk
çoğunluğunun rızasına uygun davranıyordur. Mahkemelere de sığınamaz, çünkü
yasalar bir azınlık değil halkın seçtiği meclisçe yapıldığından, aynı rızaya
uygundur. Aristokrasi yoktur, belki orduya gidilebilir; ama o da demokratik
idarenin emri altındadır.
Ve nihayet
de Tocqueville şu sonuca varır: Fransa'daki kralın, tüm kesimlerin
desteğinin ardında olduğundan hiçbir zaman tam emin olamayan, korkak ve ürkek
idaresinin tersine, Amerika'daki demokratik iktidarın gücü hemen hemen
sonsuzdur!
Çünkü
içinden çıktığı millet onu kendi amacı için seferber etmekte, o milletini zaten
kendinin olan amaç için seferber etmektedir. Bu örnek, yukarıdaki "pabuççu
muştası"nın vahim sonuçlarına tam karşıt bir başka gerçeklik olarak
alınabilir.
Millete
güvenmek ya da güvenmemek. Asıl konumuz budur. Bunu ister "Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir" diyerek, ister "Yeter! Söz
milletindir!" diyerek yapalım, aynı şeydir. Demokrasi millete güvenmeden
olmaz. Ya da oturur ve "başarılı bir dikta" yönetiminin
şartlarını düşünür, konuşuruz. İkisi de mümkündür, yol ayrımı buradadır.
Demokraside karar kılarsak, artık onunla birlikte başka bir resmi kutsal, ebedi
ya da üstün ilke yoktur. Demokratik ideal kendi kendisinin mukaddesidir. Ya da
demokrasi ile birlikte başka bir resmi kutsal, ebedi ya da üstün ilke vardır; o
zaman hakim olan demokrasi değil, bu ilkedir; kredokrasi vardır.
Son olarak,
bu konunun açılmasına vesile olan Amish toplumu ile ilgili bir başka anı:
Amerika'ya giden bir grup Türk kurban bayramında koyun alıp şehir dışına
çıkarak açık bir arazide kurbanlarını kesmeye karar verirler. Aralarında
meslekten kasap yok, kimi öğrenci, kimi başka meslek erbabı, dolayısıyla tecrübesiz
olduklarından; koyunları düzgün bağlayamazlar, kimi kaçar, ortalığı dört dönüp
milleti peşinden koşturur.
Derken
uzaktan arazideki kaynaşmayı gören birileri bunlara doğru yaklaşmaya başlar,
daha yakına gelince kendine özgü kıyafetlerinden bu adamların Amish olduğunu
anlaşılır. Amish'ler "burada ne yapıyorsunuz?" diye sorar, "koyun
kesiyoruz" cevabı alırlar. "Ne için burada koyun kesiyorsunuz,
kasapta yok mu?" derler, "biz Tanrı'ya bunları kurban
ediyoruz" deyince, "o zaman durum değişti, siz Tanrı'ya ibadet
için bunu yapıyorsunuz, size yardım edelim," derler.
Kaçan
koyunlar Amish'lerin yardımıyla yakalanır, hepsi bağlanır, kıbleye dönük
yatırılır, tekbir sesleri araziyi inletir. Türklerle beraber koyunları tutan
Amish'ler de okunan duaları anlamamakla birlikte "Allah" kelimesini
tanırlar, duada, tekbirde "Allah" geçtikçe onlar da "Allah"
diyerek eşlik ederler. Kurbanlar kesilir. Ayrılırken Amish'lere de kurban
etinden verirler mi, onu bilmiyoruz. n
DİPNOT:
1- We alone,
a little flock,
The few who
still remain,
Are exiles
wandering through the land
In sorrow
and in pain...
We wander in
the forests dark,
With dogs
upon our track;
And like the
captive, silent lamb
Men bring
us, prisoners, back.
They point
to us, amid the throng,
And with
their taunts offend,
And long to
let the sharpened ax
On heretics
descend.
Bkz:
http://altayu.blogspot.com/2006/09/kredokrasiye-kars-demokrasi.html
Kalkınmak isteyen bir
toplumun, Batı uygarlığını ve Batı uygarlığının ruhunu anlamadan bunu
başaramayacağını güvenle söyleyebiliriz. Bu ruhtan habersiz toplumlar,
hayatlarında pozitif bir değişikliği asla sağlayamayacaklardır. Bizimki gibi,
birçok İslami toplum maalesef bu bilgiden hâlâ mahrumdurlar. Hâlâ Batı
uygarlığının çeşitli veçhelerinin farkında değiliz ve Batı'yla karşılaşmamız
daha ziyade yüzeysel cereyan ediyor; şöyle ki, Batı'ya ya hayranlıkla ya da
nefretle yaklaştık.
Batı’nın Erdemleri
Muhammed Hatemi, İran Cumhurbaşkanı
Müslümanlar olarak, 20.y.y.da dini geleneğimiz ve
kültürümüzü oluşturan birçok ögenin Peygamber döneminden kalma olduğunu gururla
düşünür ve 1400 yıldır değişmemiş doğrulara inandığımızı kabul ederiz. Bu
sadece İslam’ın mensuplarının değil, bütün diğer dinlerin mensuplarının da
ortak iddiasıdır; çünkü inanç ancak değişmez, evrensel ve kalıcı doğrulara
olur. Ancak yine bütün dinler için ortak olan bir başka nokta, değişimin onlar
için kaçınılmaz olduğu ve aksi takdirde ayakta kalamayacakları genel
tesbitidir.
Değişim, gelişmek ve değişen şartlara ayak
uydurabilmek için bu alemde her varlığın uyması gereken genel kuraldır. Dinler
de yaşayan sosyal organizmalardır ve aynı kuraldan nasiplerini alırlar.
Derhal yapılması gereken bir hatırlatma, İslam,
Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinlerle karşılaştırıldığında oluşan
değişimin temel kaynakların tahrifi şüphesini içermemesidir. Bu anlamda
değişim, gelişme sağladığından olumlu olmuş; İslam uygarlığının uzun yüzyıllar
boyunca insanlık olaylarının akışı ve insanlığın ortak tarihi ilerleyişi
üzerinde gurur verici bir etki yapmasını sağlamıştır.
Ortak kültürümüzün önemli bir bölümünü oluşturan
siyaset de aynı temeller ışığında ele alınarak bakıldığında görülen odur ki, 13
asır önce geliştirilen hilafet ve onunla bağlantılı siyasal kurumlar uzun
yüzyıllar önemli roller oynamışlar, ancak yeni değişimlerin ihtiyacının kendini
dayattığı 20.y.y.da yerlerini yeni anlayış biçimlerine terketmişlerdir.
İslam dünyasında hicri 1.y.y.da başlayan hızlı
yükselişle birlikte gelen bir seri değişim medeniyetimizin tarihi içinde kalıcı
etkiler bıraktı. Kısaca sözetmek gerekirse birkaç on yıl içinde “Medine Site
Devleti” olarak kurulan bir toplum devasa bir “tarım imparatorluğuna” dönüştü.
İslam Peygamberi’nin Medine’de kurduğu örnek topluma
“devlet” denip denemeyeceği bugün hala tartışmalı bir konudur. İnsanların
arasındaki anlaşmazlıklarda hükmetmesi, şer’i cezalar vermesi ve ordular
kurarak savaşması bir devlet nizamının varlığı yönünde delilse de bu devletin
gelenekleri, en azından o zamanki halleriyle, uzun süre yaşayamamıştır. Aksine
son 1300 yıldır medeniyetimizi siyaset açısından etkileyen kalıcı gelenekleri
ondan sonra gelenler oluşturdu.
Medine toplumu ekonomisi daha çok ticaret ve biraz da
tarıma dayalı bir site toplumu idi. Ticaretin ilk müslümanların iktisadi
hayatında baskın rol oynadığını gerek tarihlerden gerekse de Kur’an’ın ilk
müslümanlarca kolayca anlaşılan dilinden tesbit ediyoruz. Bu konuyu açarsak,
Kitap insanların kolaylıkla anlayabileceği bir dilde olmalı idi çünkü o
“herşeyi açıklayan” (tibyan li külli şey’in) idi. Dolayısıyla Medine toplumunun
kültür ve gündelik hayatında çok önemli rol oynayan ticaretin o kültüre
kazandırdığı kavram ve terimlerle misallerini vermek ve mesajını anlatmak
durumundaydı. Bu nedenle, Kitabullah’ın anlatımına ticari bir dil hakimdir.
İnsanlara “ecr” (ücret, karşılık) vermekten, Allah’ın müminlerin canları ve
mallarını “Cennet karşılığında satın aldığından” sözedilmektedir. Bu misaller
kolaylıkla çoğaltılabilir.
Beğenelim veya beğenmeyelim bu geniş çapta reformları
başlatan yönetici Hz. Ömer radiyallâhü anh, hemen hemen son şeklini veren de
ilk Emevi halifesi Muaviye olmuştur.
Peygamberimizin vefatından sonra birkaç onyıl içinde
İslam uzak diyarlara yayılmış büyük bir imparatorluğa dönüştüğünde bu ilk
dönemin siyasi-idari geleneklerinin tek başına ihtiyaçları karşılayamayacağı
açıktı. Bu nedenle bu gelenekler köklü tadilatlara uğratıldı. Beğenelim veya
beğenmeyelim bu geniş çapta reformları başlatan yönetici Hz. Ömer, hemen hemen
son şeklini veren de ilk Emevi halifesi Muaviye olmuştur.
Bu anlamda belirtmeli ki, Kur’an’da bildiğimiz anlamda
hilafete işaret eden hiçbir ayet yoktur. Kur’an’da “halife” kelimesi birkaç
ayette tüm insanların Allah’ın halifesi kılınması olarak geçer: “Hani rabbin,
meleklere ‘muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti. onlar da
‘biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk
çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?’ dediler. (Allah:)
şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim dedi.” 2/30. Dileyen 6/165, 7/69,
7/74, 7/129, 10/14, 10/73, 27/62, 35/39, 38/26 ve 57/7 numaralı ayetlere
bakabilir.
Bu anlamda belirtmeli ki, Kur’an’da bildiğimiz anlamda
hilafete işaret eden hiçbir ayet yoktur.
Bunun dışında insanlardan “Ulu’l-Emr”e itaat
istenmiştir: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden
olan Ulu’l-Emr’e de. eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a
ve elçisine döndürün. şayet Allah’a ve ahıret gününe iman ediyorsanız. bu,
hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (4/59) Birçok tefsirde ve mealde
Ulu’l-Emr kelimesi “emir sahipleri” olarak çevrilmiş ve bundan devlet
görevlilerinin anlaşıldığı söylenmişse de yine burada anladığımız anlamda
hilafet ile ilgili reddedilemez bir delalet (yol gösterme) yoktur. Kaldı ki,
Ulu’l-Emr birçok alim tarafından “Emrin dostları” olarak da çevrilmektedir.
Belki bu anlam ayette ifade edilen gerçeği bildirmeye daha yakın olur. Çünkü
Emr’in sahibi Allah’tır. Onun dostları da ancak alim kişiler olur. Onlar
Allah’ın emirlerini halka açıklar ve bu anlamda Emr’in koruyucusu ve dostları
olurlar. Bu ise siyaset ve devletin tamamen dışında bir toplumu aydınlatma faaliyetidir.
Ancak biz “tarihteki hilafete” geri dönelim.
Geleneği bir tarım imparatorluğunun gereklerine göre
yorumlayan Hz. Ömer yeri geldiğinde görünüşte açık nassa da aykırı hükümler
koyabilmiş; örneğin müellefe-i kulübe Beyt ül-Mal’dan yapılan yardımları durdurmuş,
ya da konumuz açısından daha önemli olan bir örnek olarak, Irak arazisinin
beşte birinin Beyt ül-Mal’a bırakılarak, kalanının fatihlerince mülk
edinilmesini engellemiş; bütün Irak’ı devlet mülkü yapmıştır. Bu uygulamaları
müslümanların hatırı sayılır kişileri arasında şiddetli tartışmalara neden
olmuştur. Ancak sonuçta gerek şahsi itibarı gerekse de pratik dehasını
kullanarak tartışmalardan haklı çıkmayı başarmış ve daha sonra gelenler
kendisine hak vermişlerdir.
Hz. Ömer’le başlayan büyük çapta değişim Muaviye’nin
saltanat düzenini standart uygulama haline getirmesi ile hemen hemen son
şeklini almıştır. Bu reformlar öylesine başarılı ve kalıcı oldular ki, Endüstri
Devrimi’nin başladığı 19.y.y.a kadar geçen 1200 yıla damgalarını vurdular. Yine
aynı dönemde bu reformlara karşı eski dönemin sadeliğini savunan Şia ve diğer
akımların ortaya çıkışı ve bütün müslümanlarca muteber görülen büyük mezhep
imamlarının da bu dönemde yetişmeleri tesadüf değildir; çünkü bu dönem büyük
çapta bir yeniden yapılanma dönemi idi.
Hz. Ebubekir zamanından başlayarak müslümanların
başına geçen reisin “Halife-ti Resulullah” ya da kısaca “Halife” olarak
adlandırılması İslam medeniyetinde gelenek olmuştur. Hulefa-i Raşidun devrinde
yeni halife tayininin değişik yöntemlerle yapılabilmekle birlikte adına “Ehl
ül-Hal v’el-Akd” denen müslümanların önde gelenlerinden bir kurulun rızasını
almak kaide haline getirilmeye çalışılmıştır.
Ancak Hulefa-i Raşidun devrinden sonra bu kurallar
değiştirilmiş ve hilafet babadan oğula geçen bir saltanat makamı haline
dönüşmüştür. Öte yandan saltanat kurallarına da herzaman riayet edilmemiş ve
tahta çıkış kimi zaman kılıç zoruyla da olmuş; taht kavgaları geçmişimizi
karartan vakalar olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Artık realizm idealizme galip gelmiştir ve “olması
gerekenden” çok “olanlar” hilafet teorilerine yansıtılır.
Hilafet makamı Abbasiler döneminde parçalandı ve
müslümanların tek yüksek makamı olma iddiası zaafa uğradı. Kurtuba ve Kahire’de
rakip hilafetlerin ortaya çıkışı ve bağımsız İranlı ve Türk hanedanların gelişi
ile Bağdat’taki hilafet iktidardan mahrum kaldı. Artık Bağdat hilafeti,
kendinden daha az payeye sahip şahsiyetler arasındaki iktidar değişim
törenlerini icra eden kof bir manevi onurla sınırlı idi. Hilafet teorisinin
“İkinci Formülasyonu” bu döneme tesadüf eder. Artık realizm idealizme galip
gelmiştir ve “olması gerekenden” çok “olanlar” hilafet teorilerine yansıtılır.
Bu realizm döneminde üç isim dikkati çeker: Ebu Hasan el-Maverdi, (ö. h. 450/m.
1058), Ebu Hamid Muhammed Gazali (ö. h. 505/m. 1111) ve Bedrettin İbn Cema’ (ö.
h. 732/m. 1332). (). Bu dönemde hilafetin bir kişinin uhdesinde olmasından
teorik olarak vazgeçildi. Hilafet için aranan şartlar bir kişide yoksa bu
şartları toplayan bir heyet de halife kabul edilebilirdi (Maverdi). Ancak bu
heyetin seçim ve devletin başına geçişi mekanizması yeterince tarif edilemedi.
Nihayet herhangi bir kılıç sahibinin “temel devlet işlevlerini” yerine getirmek
şartı ile hilafet makamına el koymasında bir sakınca görülmedi (İbn Cema’).
İşte bütün bu ictihadların tecviz ettiği gelenek bugünlere de ulaşmış ve
toplumsal-siyasi kültürümüzün beğenilen ve beğenilmeyen bütün vechelerini
oluşturmuştur. Belki bu ictihadların beklenenin ötesinde bir rağbet gördüğünden
bahsedilebilir.
İslam Ortaçağındaki siyasal kargaşaya Osmanlı Sultanı
Yavuz Selim’in Mısır Memluk Devletini yıkarak hilafeti İstanbul’a getirmesi ile
son verdiği genel bir kanıdır. Bu kısmen doğrudur. Ancak unutulmamalı ki,
Osmanlı sultanları, özellikle İstanbul’un fethi ile bir dünya devleti olarak
yükseldikten sonra, kendilerine Yavuz Selim’den önce de halife denmesinde bir
sakınca görmediler. Yine Yavuz Selim’in hilafeti İstanbul’a getirmesinden sonra
Hindistan’da Babür Devleti şahlarına “Halife” denmeye devam edildi.
Yine Yavuz Selim’in hilafeti
İstanbul’a getirmesinden sonra Hindistan’da Babür Devleti şahlarına “Halife”
denmeye devam edildi
Hicri 5. ya da miladi 11.y.y.dan itibaren İslam
Dünyası’nda hakim olan genel siyasi anlayışa göre büyük bir devlet kurarak
müslümanların üzerinde hakim olan ve fetihler yaparak ülkesinin sınırlarını
genişletebilen başarılı bir müslüman hükümdar, kendisine itaate layık olması
nedeniyle “Halife” olarak adlandırılıyor ve bu ünvanın verilişinde bir silsile
aranması ya da başka bir hükümdarın “Halife” sıfatını taşıyıp taşımaması artık
önemli görülmüyordu.
Doğu’da Babür Devleti’nin çöküşü, Batı’da Osmanlı
Devleti’nin üstün bir konuma yükselişi ve Orta’da Safevi Devleti’nin Sünni
İslam siyaseti dışında bir yol tutması ile İslam Dünyası’nda tekrar makamı
başında bir halife kaldı. Ancak Osmanlı sultanları “Halife” sıfatını uzun
müddet ön plana çıkarmadılar. Osmanlı’nın hakimiyet dönemlerinde Osmanlı
hükümdarları Farsça’dan gelen bir terim olan “Padişah”, üstün güç sahibi
anlamında “Sultan” ve Türkçe hükümdar anlamında olan “Han” ünvanlarını
kullandılar. “Halife” ünvanının tekrar ön plana çıkışı ancak 18.y.y.da
olmuştur.
1774’te Osmanlı-Rus Harbi’nin bitişiyle imzalanan
Küçük Kaynarca anlaşmasında Sultan, o zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun
bir parçasını oluşturan Kırım ve Kuçhan Tatarlarının tam bağımsızlığını taahhüd
ediyordu. Rus imparatoriçesinin Osmanlı mülkündeki Ortodoks kilisesine mensup
Hıristiyanların hamiliğini üstlenmesi nedeniyle, Osmanlı yetkilileri de
Sultan’ı Müslümanlar üzerinde mukabil bir manevi otoriteyle teçhiz etmek için
(diğer ünvanlar yanında) “Halife-yi Ru-yi Zemin” (Farsça: Yeryüzünün Halifesi)
olarak adlandırdılar. (). Zamanla Osmanlı uleması bu doktrini Batı
yayılmacılığı karşısında İslam’ın birliğini koruyacak şekilde geliştirdiler.
Hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar
üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı
Sultan 2. Abdülhamid Han’dır
Hilafetin hükümdarlıktan ayrı olarak bütün müslümanlar
üstünde bir manevi otorite haline gelmesi politikasının en büyük uygulayıcısı
Sultan 2. Abdülhamid Han’dır. Zamanında Mağrip’ten Çin’e dek birçok yerde adına
hutbe okunmuş ve özellikle Hint müslümanları coşkulu bir biçimde onun üstün
makamını onaylamışlardır. Şüphesiz bunda İngiliz egemenliği altında olmaları ve
bir zamanların “Büyük Moğolları”nı (Babür Devleti) unutmamış olmaları da rol
oynamış; Osmanlı’yı birgün elbet kendilerine yardıma gelecek büyük ve bağımsız
bir İslam devleti olarak selamlamışlardır.
Büyük umutlar doğuran Hilafet siyaseti 1. Dünya Savaşı
öncesinde Batı’ya karşı İslam birliğini sağlayarak direniş ve ihya hareketi
için bir zemin oluşturmuş görünüyordu; ancak bu umutlar Büyük Harb ile birlikte
hayal kırıklığına dönüştü. Sultan 2. Abdülhamid’den sonra Osmanlı siyasetine
egemen olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politikalarının bu hayal
kırıklığına az ya da çok bir rolü olduğu bir gerçektir.
Hilafet Müslümanlar üzerinde manevi bir otorite olduğu
sürece herhangi bir itiraz görmemiş; ancak birçok Müslüman millet Hilafet’e
bağlılığı Osmanlı Devleti’ne bağlılıktan dikkatle ayırmıştır. Belki onların
Sultan 2. Abdülhamid ile tek uzlaştıkları nokta bu ayrım olmuştur. İlk büyük
örnek, Osmanlı Devleti’nden kopan Arnavut müslümanların 1. Dünya Savaşı öncesinde
devlete isyan ile Hilafet’e bağlılık arasında uzlaşmaz bir çelişki
görmemeleridir. 1. Dünya Savaşı sırasında Halife-yi Ru-yi Zemin’in bütün dünya
müslümanları için İtilaf devletlerine karşı ilan ettiği “Cihad-ı Ekber”
fetvasına, Mısır’ın gösterdiği ilgisizlik ikinci büyük darbe olmuş; Mısırlılar
“üzerlerindeki İngiliz egemenliğine karşı ayaklanamayacak kadar zayıf
olduklarını, ama Halife’nin orduları gelip bu esir kardeşlerini kurtarırlarsa
bundan mutluluk duyacaklarını” bildirmişlerdir; ancak en büyük darbe Devlet-i
Aliye’nin kendi sınırları içinden geldi.
Arap Lawrence’ın (ya da Arapların adlandırmasıyla
“El-Aurans”ın) peşine düşen Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı
birliğinin devri geçmiş bir güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin
gelip çattığını kendi eylemleriyle gösterdiler.
Dünyanın büyük devletlerinin ordularına karşı birçok
cephenin yanısıra Ortadoğu’da da dev bir boğazlaşmaya girmiş Osmanlı orduları
bir anda öz vatanını savunan bir yerli güçten işgalci güç konumuna indirildiler.
Arap Lawrence’ın (ya da Arapların adlandırmasıyla “El-Aurans”ın) peşine düşen
Arap direnişçiler, Hilafet siyasetinin ve Osmanlı birliğinin devri geçmiş bir
güzel hatıra olduğunu ve acı gerçeklerin saatinin gelip çattığını kendi
eylemleriyle gösterdiler. Osmanlı milleti, hem de birlik ve bütünlüğün en
gerekli olduğu Büyük Harb günlerinde ikiye ayrılmış, neredeyse yarısı Arap
bayrağı altında ayrı bir yol tutmuştu. Osmanlı ordusunun komuta kademelerini
oluşturan genç subaylar Arap direnişçilerin verdiği bu acı dersi hiç unutmadı;
çünkü bunun sonuçlarını ilk elden yaşayarak gördüler. Bu acı hatıra ordu içinde
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da yaşayacaktı.
Hilafet siyasetinin uğradığı başarısızlıkla ilgili
çeşitli nedenler öne sürülmüştür. Bugün kamuoyunda en çok huzursuzluk uyandıran
tartışma Osmanlı içinde Türkçü milliyetçilik akımını başlatan İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin sonuçta bölünmeye yol açtığı iddiası üzerinedir. Taraflar
bu tartışmayı kolay bitireceğe benzemiyorlar, ancak İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin Sultan 2. Abdülhamid’e karşı muhalefette iken onun Hilafet
siyasetine karşı milliyetçi bir politikayı savunsa bile; iktidara geldiğinde
bunu devam ettirmekte zorlandığını söyleyebiliriz. Çünkü iktidar mantığı
başkadır; bunu muhalefetten iktidara gelen herkes iyi bilir. İttihat ve Terakki
de bir kez Osmanlı Devleti’nin Pay-i Taht’ında iktidar olduktan sonra devletin
gerçekleriyle yüzleşmek ve belki istemeyerek de olsa milliyetçi planlarını
ertelemek durumunda idi. Bu gerçekler Hilafet sancağı altında bir Osmanlı
birliğini gerektiriyordu. İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri de bu siyasi
gerekleri kavrayacak kadar zeki kişiler idiler. Nitekim bu gerçekleri
kavradıkları ve devletin gereklerine uygun davrandıklarına dair tarihi bilgilerimiz
vardır.
Dikkat edilirse hilafet ve devletle ilgili temel
tartışmalar 19. y.y.da Sanayi Devrimi ve enerji kaynağı olarak ondan beslenen
kolonyalizmin bütün dünyayı etkilediği bir çağda başlamıştır
Belki de asıl tartışılması gereken başarısızlık nedeni
çok daha derinlerdedir. Araştırmamızın başında İslam uygarlığının hicri
1.y.y.da büyük bir reformdan geçtiğini, tacirlerden oluşan bir site devletinden
büyük bir tarım imparatorluğuna dönüştüğünü ve hilafetin bu dönemde kalıcı
olarak formüle edildiğini söylemiş idik. Dikkat edilirse hilafet ve devletle
ilgili temel tartışmalar 19. y.y.da Sanayi Devrimi ve enerji kaynağı olarak
ondan beslenen kolonyalizmin bütün dünyayı etkilediği bir çağda başlamıştır.
İnsanlığın binyıllar sürmüş bir dönemi artık kapanıyordu. İslam alemi h.
1.y.y.da olduğu gibi enerjik bir dönüşüm yapamadı; bunun yerine varolan statüyü
koruyucu ve muhafazakar eğilimler hakim oldu. Dünyanın kabaran deniz misali
gerçekleri muhafazakarlığın bu zayıf duvarını ödüllendiremezlerdi; onu aştılar
ve geçtiler. İşte bugün halen bu uyumsuzluk ve geçkalmışlık-gerikalmışlık
sorunlarını yaşıyoruz.
1924 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafeti
kaldırışı ile bu konudaki tartışmalar bir dönüm noktasına ulaştı. Yeri
gelmişken not etmek gerekir ki, gerek Büyük Harp’te Osmanlıya yardıma gelmeyen
ve gerekse de Osmanlıya karşı silahla direnen müslüman milletler hilafet
kaldırılıncaya dek yeni bir halife seçimi ya da İstanbul’daki halifenin
tanınmaması yönünde bir harekette bulunmadılar; kimse böyle bir teklif de
ortaya atmadı. Hilafetin manevi otoritesi ilk amaçlanandan bambaşka bir
şekliyle de olsa benimsenmişti. Sultan Abdülhamid’in Hilafet siyasetinin amacı:
“Maddi ayrılıklara rağmen müslümanların manevi birliği” idi. Oysa yeni
anlaşılan şekli ile Hilafet: “Manevi birliğe rağmen müslümanların maddi
ayrılığı” idi; gerekirse boğaz boğaza gelebilinen bir ayrılık.
Sultan Abdülhamid’in Hilafet siyasetinin amacı: “Maddi
ayrılıklara rağmen müslümanların manevi birliği” idi. Oysa yeni anlaşılan şekli
ile Hilafet: “Manevi birliğe rağmen müslümanların maddi ayrılığı” idi
Gerek 1924’te gerek daha sonra hilafetin bu biçimi ile
dahi olsa korunması gerektiğini savunanlar çıkmıştır. Onlara göre hilafet
Vatikan gibi bir kuruma dönüşse, yani inananlar ayrı devletlere parçalansalar,
hatta bu devletler birbiriyle savaşsalar dahi bizzat varlığı bir manevi birlik
sağlamaktadır; tek tek müslüman fertler ona itibar etmekte ve bu kurumun
başlarında kalmasını çok önemli görmektedirler. Ama bu iddialar da 1924’ten sonra
ciddi bir yara aldı; Türkiye son halifeyi azletti ve İslam dünyası yerine
yenisinin seçilmesi için pek dikkate değer bir faaliyet göstermedi. Hilafet
meselesine dünyada en çok ilgiyi Hintli müslümanlar göstermişlerdi. Bu ilgi o
derecede idi ki, 1923 Kasımı’nda iki Hintli müslüman, Şii Emir Ali ve İsmaili
lider Ağa Han bile tartışmaya katıldılar ve Sünni bir kurum olan hilafetin
korunması yönündeki dileklerini İstanbul’da duyurdular.
Ancak hilafetin son bulmasından sonra bu ilgi kısa
sürede söndü. Başlangıçta yeni bir halife seçimi için İslam Dünyası’nın bir
hilafet kongresi toplaması düşünüldü ise de adayların hiçbiri bu işe yeterli
bulunmadı; bitmez tükenmez tartışmalara katılmaya devam edenlerin sayısı
giderek azaldı ve Hintli müslümanların coşkulu Hilafet Hareketi bile “dikkatini
Hindistan müslümanlarının sosyal refahına çevirdiğini” ilan ederek 1926’da
Kahire’de yapılacak Dünya Hilafet konferansı için yapılan daveti geri çevirdi.
().
Hilafetin hala ölüm-kalım mücadelesi verdiği birkaç
yıl öncesinde Arap milliyetçileri bir yandan hilafetin zayıflamasından dolayı
memnunluk duyuyor; öte yandan hilafetin Araplara iadesini sağlamaya
çalışıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tek Arap halife adayı Mekke
şerifi Emir Hüseyin’di. Ama onun İngilizlerle olan yakınlığı itibarını
düşürmekteydi. Mart 1924’te Türkiye’de hilafetin ilgasından sonra kendini
müslümanların halifesi ilan ettiyse de ona sadece Irak, Hicaz ve Doğu Ürdün’den
temsilciler bağlılık sözü verdiler. Hintli ve Mısırlı müslümanlar İngiliz ajanı
olduğu gerekçesiyle onu reddettiler. Bundan sonra İslam Dünyası’nın geri
kalanının üzerinde uzlaşabileceği bir halife adayı çıkmadı. ().
Artık hilafet meselesi İslam dünyasının dikkat
alanından çıkmıştı. Başta Ezher’in ulemasından saygın kişiler gelmek üzere Arap
ve İslam aleminin birçok değerli alimi artık hilafet fikrinin diriltilemez
olduğunu söylemeye başladılar. Ancak tahttan indirilen hilafetin yerine kısa
sürede başka bir kavram oturdu: İslam devleti.
Ancak tahttan indirilen hilafetin yerine kısa sürede
başka bir kavram oturdu: İslam devleti.
İslam devleti fikri 1920’lerin ortalarından başlayarak
dini düşüncenin siyasi tezahürü haline geldi. Başlangıçta Suudi Vahhabilerinin,
ilhamını Muhammed Abduh’tan alan İslami hümanizmin ve, modern insanın akılcılığıyla
tam bir uyum içinde bir din olarak algılanan, ilk ve temiz İslam’a dönme
gayreti içindeki Selefiye’nin ortak fikri buluşma zeminiydi. Daha sonra bu iki
kanat Selefiye’nin giderek devrimci akımlara meyletmesi ve Vahhabiye’nin koyu
bir muhafazakarlık içine kapanmasıyla birbirinden uzaklaştı. 1935’te Muhammed
Reşid Rıza modern anlamda İslam devleti fikrinin temellerini attı. Bu görüş,
tekrar tekrar işlenerek çeşitli varyantlarıyla bütün 20. y.y. boyunca çok
etkili olmuştur. ().
Reşid Rıza’nın hilafet konusundaki eseri “El-Hilafe ev
el-İmame-t’il-Uzma” (Hilafet ya da Büyük İmamet) hilafetin ilgasının hemen
öncesinde 1922-23 yılında basılmıştı. Rıza hilafetin sorunlarına değindikten
sonra İslami devlet konusunu gündeme getirmektedir. Bunu üç aşamada gerçekleştirir:
1) Önce hilafetin İslam siyaset teorisindeki
temellerini ortaya koyar.
2) Sonra bu teoriyle müslümanların siyasi uygulamaları
arasındaki ayrımlığı gösterir.
3) Sonunda da İslam devleti konusunda kendi
fikirlerini açıklar.
1) İlk aşamada hilafetin vücubunu ispat için yoğun
olarak hadisleri ve icmaı kullanır. Kuran’dan delil getirmez. Maverdi, Gazali,
el-İci, ve Saadettin Taftazani’den alıntılar yaparak hilafeti destekler. Ancak
okumaya devam edildiğinde ortaya çıkmaktadır ki, asıl amacı klasik teorinin
Hilafet’in icraı konusunda çok yüksek standartlar getirdiğini göstermektir;
müslümanların tarihte bu isimle tanıdıkları kurumlar asıldan aşırı derecede
sapmış örneklerdir ve tereddütsüz reddedilmelidirler. Dolayısıyla bu durumda
geçmişin kabul görmüş kaynaklarından yaptığı yoğun aktarımlar, muhtemel
gelenekçi saldırılara karşı ihtiyati savunma hatları oluşturmaktan öte bir
maksat için değillerdir.
Çoğu müslümanların üzerinde ittifak ettikleri, Raşid
Halifeler ve Emevilerden Ömer b. Abdülaziz’in uyguladığı ideal hilafet ile
müslümanların tarihlerinin büyük kısmında idaresi altında yaşadığı hilafeti
birbirinden ayırır. Yürürlükteki hilafeti İmamet üz-Zaruret (Zaruri yönetim) ve
Tegallüb b’il-Kuvve (kuvvetle üstün gelme) diye ikiye ayırır. Sonra eski
fakihlerden örnekler vererek hilafetin bu şekillerine ancak geçici çareler
olarak izin verilebileceğini ispatlamaya çalışır. Zaruret imamlığına hilafetin
bütün şartlarının (adalet, ehliyet ve Kureyş’ten olma) bir kişide bulunmayıp,
seçme mevkiinde bulunanların bu vasıfların çoğunu taşıyan bir adayda karar
kılmaları halinde cevaz verilebilir. Kuvvetle üstün gelme ise despotizmdir;
varlığını sürdürmesi kurucularının kabile ve aile içi dayanışması ile
mümkündür. Seçicilerin iktidarı onaylamasına mahal bırakılmaz.
Rıza’nın yaklaşımına göre fukahanın bu rejimlere
müslümanların rıza göstermesini istemeleri ruhsattan öte bir şey değildir.
Zaruret imametinde itaat gereklidir; çünkü bunun alternatifi kargaşadır.
Despotizme müsamaha ise bir zaruri hal gereğidir; hükmü açlık halinde domuz eti
yemeye izin verilmesi gibidir.
Rıza kitabında adaletsiz bir hilafette ne yapılacağı
üzerinde de durur. Bu konuda klasik yazarlar sükut etmişlerdir; Rıza da pek
başarılı olamaz. Karşı koymanın “yararların zararlardan ağır basması” gibi
şartlara bağlanmasının pratikte ne anlama geldiği çok açık değildir. İsyan
isteği ile isyanın anarşi ile sonuçlanacağı korkusu hep birbirini dengelemiş;
bu da tarih içinde statükonun “ehven-i şer” görülmesine yol açmıştır. Öte
yandan klasik teoride halifenin aynı zamanda müçtehid sayıldığı ve eylemlerinin
içtihat hükmü taşıdığı unutulmamalıdır.
Hayli ilginçtir; sıra, tarihte müslümanların adaletsiz
yöneticilere karşı isyan etme haklarını nasıl kullandıklarına dair örnekler
vermeye geldiğinde Rıza sadece Osmanlı saltanatını yıkan Türkleri örnek verir.
İşte bu örneğin Rıza’nın niyetlerini ele vermekte klasik fakihlerden yaptığı
alıntılardan daha anlamlı olduğu muhafazakar çevrelerce çok öne sürülmüş ve
Reşid Rıza bir “hilafet ve din düşmanı” ilan edilmişti. Bu tartışmalar
bitmemiştir; ancak konumuz dışındadır. Şu kadarı söylenebilir ki, insanların
beğenmedikleri ya da çok değişik buldukları fikirlerin sahiplerine ilk elden
“dinden çıkmış” ya da “din düşmanı” demek gibi kötü bir adete saplanmaları fikri
tartışmaları ve dolayısıyla uygarlığımızın ilerleyişini durdurmuş ve zararlı
olmuştur. ().
2) İkinci aşamada Rıza Hilafet fikrinin eski
parlaklığına kavuşmasının önündeki bir dizi pratik zorluğu vurgular. Rıza o
dönemde Hilafete adaylık konusunda en istekli bulunan Mekke şerifi Hüseyin’i
despot oluşu, şer’i bilgi eksikliği, İngiliz sempatizanlığı ve reform
karşıtlığı gibi nedenlerle uygun aday görmez. Türkler de doğal olarak devre
dışıdır. Mısırlı adaylar konusunda Rıza sessizdir; sadece Yemen İmamı Yahya,
dini hukuktaki yetkinliği, ahlakı, ehliyeti, nisbi bağımsızlığı ve Kureyşiliği
nedeniyle uygun bir aday görülürse de, İmam Zeydidir. Zeydi bir imama Sünni
müslümanların biyatı hem teorik hem de pratik açıdan müşküller taşımaktadır.
Sonuçta Rıza, gerçekte hilafetin ideal şartlarına
uygun bir adayın bulunmadığı hazin sonucuna varır.
Sonuçta Rıza, gerçekte hilafetin ideal şartlarına
uygun bir adayın bulunmadığı hazin sonucuna varır. Dolayısıyla Kendisi de dahil
Sünni müslümanların kesinlikle aksini istemelerine rağmen geleneksel hilafetin
ihyası mümkün değildir; dolayısıyla buna en yakın alternatifi seçmek gerekir.
3) Hilafet sorunu böylelikle İslam Devleti sorununa
dönüşür ve yeni bir kavram ihdas edilmiş olur.
Reşid Rıza’nın İslam Devleti fikrini burada uzun uzun
inceleyecek değiliz. Kavramı ilk o ortaya atmış olsa bile temsil ettiği fikir
20.y.y.da o kadar itibar gördü ki, birçok Müslüman yazar tarafından ve çokça
işlendi. Bunların arasında Hasan el-Benna ve Seyyid Kutup gibi Mısırlı fikir
adamları, Mevdudi gibi Pakistanlı alimler, birkısım Suriyeli ve Lübnanlı
yazarlar ve son olarak da İran’dan Ayetullah Humeyni sayılabilir. Bu yazarların
herbirinin araştırmalarına tek tek girecek yerimiz olmadığı için temel
iddiaları şu başlıklar altında toplanabilir:
- Peygamberimiz Medine’de bir İslam Devleti kurmuştur;
o zamandan beri adil ve Allah’ın emirlerine uyan bir İslam Devleti kurmak bütün
müslümanların üzerine vaciptir.
- İslam Devleti’nin anayasası Kuran’dır.
- İslam Devleti’nde başta müslüman âlimler olmalı ve
siyaset onların yol göstericiliğinde yürütülmelidir.
Ancak İslam Devleti’nde siyasi rejimin ve hükümet
organlarının işleyişinin hangi esaslara dayanması gerektiği konusunda bir fikir
birliğine varılamamıştır.
Ancak İslam Devleti’nde siyasi rejimin ve hükümet
organlarının işleyişinin hangi esaslara dayanması gerektiği konusunda bir fikir
birliğine varılamamıştır. 20 y.y. başlarında demokrat Batılı fikirlerin etkisi
ile bir meclisin ve bu meclisin genel oyla seçim sonucu işbaşına gelmesinin
gerekliliği üzerinde durulmuş; ama bu gereklilik üzerinde uzlaşılamamıştır.
Ekonomi alanında liberal bir açık pazar ekonomisinden başlayarak daha sonraları
yükselen ve Üçüncü Dünya’da hayli itibar kazanan Marksizm’in etkisinde devletçi
ekonomilere dek birçok görüş ileri sürülmüş bütün bu yaklaşımlara Kuran ve
Sünnet’ten dayanaklar getirilmeye çalışılmıştır. Tartışmalara katılan fikir
adamları geleneksel İslami külliyattan alınan kavramların yanısıra
“emperyalizm, kültürel emperyalizm, tam bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, emeğin
hakkı, artık değer, teşebbüs hürriyeti, İslami banka”, hatta “İslam ekonomi
doktrini” ve “İslami ideoloji” gibi çeşit çeşit kavramlar kullanmış ve bunlarla
bir İslam devletinin teorik çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır.
İslam Dünyası’nda bu takdire şayan, yoğun, yaygın ve
uzun sürmüş çabaların sahiplerinin hiçbirzaman vazgeçmedikleri bir iddia da
İslam’ın sadece bir din değil siyasal ve iktisadi bir doktrin de olduğu ve
kendine özgü bir siyasi-iktisadi düzeninin bulunduğu idi. Başka türlüsü de düşünülemezdi
zaten; çünki İslam dini “hayatın bütün alanlarını kuşatmıştı”. Bunun sonucu
“İslam’a karşı demokrasi”, “İslam’a karşı kapitalizm”, “İslam’a karşı komünizm”
gibi karşıtlıklar üzerine yürütülen polemikler oldu; artık İslam’ın felsefi
rakipleri Hıristiyanlık, Yahudilik ya da Budizm değildi.
Artık İslam’ın felsefi rakipleri Hıristiyanlık,
Yahudilik ya da Budizm değildi.
İslami devlet fikrinin ya da fikirlerinin bir başka
güçlüğü de genellikle çok teoride kalmış olmaları ve bu teorilerin uygulama sahası
bularak yeterince test edilememiş olmalarıdır. Bu bağlamda halihazırdaki bazı
İslami devletlerle bu teoriler arasındaki uyuşmazlıklar da vurgulanmalıdır.
Kaldı ki, bugün bazı “meşhur” İslami devletler olan Suudi Arabistan, İran ve
Afganistan’daki savaşan iki siyasi iradenin de rejimlerinin temeli Şeriat’tır;
ama bu devletlerin farklılıkları benzerliklerinden çok daha fazladır; bu
farklılıklar da örf ve adet farklılıkları nedeniyle füru’ meselelerde görülecek
türden değildir; rejimin temeline taalluk etmektedirler. Orta Doğu’da birçok
Arap ülkesinin anayasalarında devletin dininin İslam olarak geçtiğini (örn.
Mısır) ama bu özelliğin çok önplana çıkarılmadığını; buna rağmen kimsenin bu
devletlerin İslami özellikleri ile ilgili yaygın bir tartışma açmadığını da not
olarak ekleyelim.
Oysa dürüst olalım ve kabul edelim ki, “İslami”
düşünürlerimizin araştırıp bize sundukları fikir külliyatının ataları arasında
sadece Hz. Muhammed yoktur.
Bir müslüman düşünürün çağının bütün felsefi
imkanlarını kullanarak toplumsal sorunlara çözümler aramasında bir gariplik
yoktur; hatta bu gerekli birşeydir de. Bunu yaparken o çok çeşitli kaynaklardan
da faydalanabilir; çünki “hikmet müminin yitiğidir; nerede bulursa alır”; öte
yandan bir Batılı filozofun tabiriyle “en iyi ses veren kemanlar birkaç cins
ağacın tahtalarından yapılır.” Ancak bütün bunları yaparken o araştırma
sonuçlarını “İslami devlet” ya da “İslami ideoloji” gibi kavramlarla ifade eder
ve bunların dinin emirleri olduğunu söylerse müşküller başlar; çünkü başına
“İslami” sıfatı koymak, söylenen şeyi şu ya da bu şekilde Hz. Muhammed’e nispet
etmek demektir. Oysa dürüst olalım ve kabul edelim ki, “İslami”
düşünürlerimizin araştırıp bize sundukları fikir külliyatının ataları arasında
sadece Hz. Muhammed yoktur; İngiliz felsefe okulunun Locke, Hume, Hobbes gibi
düşünürlerinden Keynes’e, Alman Hegel’e ve Marx’a oradan Lenin’e, Fransız
Devrimi’nin Rousseau ve diğer düşünürlerinden Bonapartistlerine, oradan Popper,
Kuhn ve Feyerabend’e ve kim bilir daha kimlere dek geniş bir “atalar” yelpazesi
vardır; öyleyse elde edilen hasılaya sadece “İslami” demek en azından
dürüstlüğe aykırı değil mi?
Son olarak İslam ideologlarının kendilerine temel
olarak gördükleri bir çıkış noktasına geliyoruz: “İslam bütüncül bir dindir;
hayatın bütün alanlarını kuşatmıştır.” Bu noktadan hareketle İslam’ın
siyasetten ekonomiye oradan sosyolojiye ve diğer bütün alanları dair söz ve
emirleri olduğu İslam ideologlarınca benimsenir. Bu söz ve emirler ilk bakışta
göze çarpmazsa bunlar araştırılacak ve bulunacaktır. Bu “bütüncül ve ayrı bir
kültür” inşa etme projesi ilk bakışta kendine has görülebilir ancak
araştırıldığında bu tür geniş çaplı bir projenin Stalin zamanı Sovyetler
Birliği’nde de uygulanmaya çalışıldığı ortaya çıkar. Hemen belirtmeli ki, Sovyetler
Birliği gibi bir toplumsal denemenin Rusya gibi Ortodoks bir kültür havzası
üzerinde yükselmesi de tesadüf değildi. Ortodoks Hıristiyan ve Sünni Müslüman
yekpare din-dünya görüşünün benzerliği, belki de aynılığının birkez daha altını
çiziyoruz.
Bu “bütüncül ve ayrı bir kültür” inşa etme projesi ilk
bakışta kendine has görülebilir ancak araştırıldığında bu tür geniş çaplı bir
projenin Stalin zamanı Sovyetler Birliği’nde de uygulanmaya çalışıldığı ortaya
çıkar.
Şostakoviç Stalin zamanının değerli bir Rus bestecisi
idi. Bestelediği klasik müzik eserleri Dünya kültürüne malolmuştur. Ne yazık ki
bu değerli zat Stalin’in “Sosyalist kültürü inşa” dönemine denk gelmiştir.
Bestelediği eserler Moskova’da çalındığında ayakta alkışlanmış ve “Sosyalist
kültürü inşa” için katkılarından ötürü kendisine payeler verilmiş; ancak aynı
eserler Paris’te de çalınıp ayakta alkışlanınca eserlerinde “Burjuva ögeler
olduğu” yoksa “bu eserlerin Paris’te asla beğenilmemesi gerektiği” savıyla
sorguya çekilmiştir. Stalin zamanı Sosyalist kültürünün de hayatın her alanını
kapsaması bekleniyordu: Sosyalist devlet, Sosyalist ekonomi, Sosyalist bilim,
Sosyalist sanat, Sosyalist şehircilik, Sosyalist eğitim, Sosyalist ahlak,
Sosyalist aile, ila ahir. İşte bu “diğerinden her alanda farklı olma” titizliği
modern zamanların ürünü bir zihniyettir.
Aynı titizlik modern İslam ideologlarınca da
benimsendi ve “Materyalist Batı uygarlığına” İslami bir alternatif
oluşturulmaya çalışıldı; ancak bu, geçen 13 asır içinde bu derece titizlikle
ele alınmış değildi; dinimizin öncekileri “hikmeti her bulduğu yerde alma”
konusunda çok daha rahattılar. Bu nedenle bugün “İslami düşünce” olarak
algılanan külliyat içine Yahudiler ve Hıristiyanlardan rivayetler, Eski Yunan,
İran ve Hindistan’dan felsefi akımlar girmiş ve bütün bunlar hummalı bir
faaliyet sonucu “İslam’ın rengine boyanarak” düşünce evrenimizi
zenginleştirmiştir. Bu iddiamıza çok basit bir örnek olarak yüzyıllardır
medreselerde Mantık dersinde okutulan “İsaguci” adlı kitap verilebilir. Bu kitap
Geç Antik Dönem filozoflarından İsagog tarafından yazılmış idi. Bunun tersine
bir örnek, zamanının materyalistlerinden olan Ravendi’nin öğretilerinin “İslam
Düşüncesi” külliyatı içinde bir bölüm almasıdır. Oysa dine yakınlık açısından
Ravendi’nin Karl Marx’tan çok farklılığı yoktur. Örnekler çoğaltılabilir.
Bütün bunlardan sonra “dinin hayatın her alanını
kuşatması”, daha doğrusu “dinin hayatın her alanına hakim olmasını” başka türlü
anlamamız gerektiği ortaya çıkıyor. Esasen sağlıklı bir toplumsal yapı ve
kültürde din “hayatın her alanına hakimdir”; bunun için özel bir çaba
göstermeye gerek yoktur. İlk bakışta tuhaf görünse de bu hal sadece İslam için
değil Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm ve diğer dinler için de geçerlidir.
Esasen sağlıklı bir toplumsal yapı ve kültürde din
“hayatın her alanına hakimdir”; bunun için özel bir çaba göstermeye gerek
yoktur.
Sözümüze çok revaç bulmuş bir iddia ile devam edelim:
“İslam toplumsal bir dindir; oysa Hıristiyanlık ve diğerleri bireysel ahlaka
yöneliktir; dolayısıyla bireysel dinlerdir.” Acaba safi toplumsal ve safi
bireysel dinler şeklinde bir ayrım olabilir mi? Böyle bir ayırımın mümkün
olduğunu varsayalım ve bir “safi bireysel din”in seyrine bakalım. Göreceğiz ki,
bu din tek tek insanların bireysel ahlakını değiştirdikçe ve bu insanlar bir
toplumda çoğunluğu teşkil ettiğinde onların bireysel ahlakları o toplumun örfü
haline gelir. Bu örf ise ister istemez toplumsal yaşayışı, yasaları, iktisadı
ve bütün toplumsal kurumlarla birlikte devlet idaresini belirler. Bu en tabii,
normal ve mantıklı bir durumdur. Bu noktadan bakıldığında ise laiklik-teokrasi
tartışmaları kurumsal düzenlemenin şekline yönelik tartışmalar olarak kalır;
doğrudan din ile bir ilgisi yoktur. Din oksijen gibi her an solunan bir gerçektir;
istense dahi hiçbir kapının ya da pencerenin dışında tutulamaz.
Din oksijen gibi her an solunan bir gerçektir; istense
dahi hiçbir kapının ya da pencerenin dışında tutulamaz.
Bu noktadan sonra bir müslüman siyasetçinin görevi
açıktır: Topluma en iyi şekilde hizmet ve toplumun isteklerinin siyasete
yansımasını önleyen çarpık yapılanmalara karşı demokratik ıslahatçılık. De
Tocqueville’i şerheden İran Cumhurbaşkanı M. Hatemi’nin söylediği gibi: “...
Ona göre (de Tocqueville) bu uygarlığın (Anglo Amerikan uygarlığı) önemi odur
ki, burada özgürlük dinin gelişmesinin beşiğini bulduğu yerdir ve din ise
özgürlüğün korunmasını kendi ilahî çağrısı addeder. Bundan ötürü, özgürlük ve
iman asla çatışmamışlardır... İnancım, eğer insanlık mutluluk arıyorsa, dini
maneviyat ile özgürlüğün erdemlerini bağdaştırması gerektiği yönündedir...”().
Bundan sonra kısaca İslam aleminin birliği meselesine
değinmek gerekiyor. İslam aleminin birliğini sağlama yolunda önemli adımlar
atmış olan Hilafet, sanayi devrimi ile birlikte yetersiz kaldı ve yüzyıl
başında yıkıldı. Hilafet siyasetinin en büyük uygulayıcısı Sultan 2.
Abdülhamid’le kaderin garip bir cilvesi sonucu karşıkarşıya gelmek zorunda
kalan yüzyıl başının bir başka önemli şahsiyeti Cemalettin Afgani’ye kulak verme
zamanı belki de gelmiştir. Afgani de hilafet ile İslam âleminin birliği
meselesinin çözülemeyeceğini görmüştü. Bu nedenle 2. Abdülhamid’e karşıt bir
çizgi izledi ve sonunda muhafazakar hilafet taraftarı çevrelerin hain gözüyle
baktığı bir kişi oldu. Oysa Afgani çok basit bir öneride bulunmuştu: Her
müslüman milletin önce kendi özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi, gelişmesi
ve bundan sonra bu milletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek bir üst
birlik çatısı oluşturması. Afgani bir anlamda bugünün Avrupa ülkelerinin
kurduğu Avrupa Birliği’nin bir müslüman modelini önermekteydi.
Oysa Afgani çok basit bir öneride bulunmuştu: Her
müslüman milletin önce kendi özgürlük ve bağımsızlığını elde etmesi, gelişmesi
ve bundan sonra bu milletlerin özgür iradeleriyle bir araya gelerek bir üst
birlik çatısı oluşturması.
Bugün İslam ülkeleri Afgani’nin önerisindeki birinci
merhaleyi tamamlayamamışlardır. İslam Dünyası’nın geri kalmışlığı ve özgürlük
yokluğu müslüman milletlerin gidecek hayli yolu olduğunu gösteriyor. O halde
önce bu nakısaların aşılması şarttır. Bu anlamda aslında Türkiye’deki
İslamcılar, Kemalistler ve Milliyetçilerin genel bakış açıları birbirine denk
düşmektedir. Türkiye’de tam Batıcı bir azınlık dışında bütün görüş sahiplerinde
İslam Dünyası’nın sorunlarına karşı bir hassasiyet ve diğer müslüman
milletlerin Türkiye’nin örneğini izleyerek gelişmesi yönünde bir dilek vardır.
Kemalist gelenekten buna örnekler verirsek Mustafa Kemal’in Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra ilk elden dostluk kurduğu yabancı devlet
adamları arasında İran ve Afgan Şahlarını görüyoruz. O zamanlar Türkiye dışında
bağımsız olan sadece bu iki ülke vardı; diğerleri sömürge durumundaydı.
Örnekler yelpazesi bu uçtan diğer uca, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 1980’ler
başında Suudi Arabistan Krallığı’na gelişmek için Atatürk İlke ve İnkılaplarını
benimsemelerini salık vermesine dek uzatılabilir. Evet Türkiye’de ilgi vardır
ve bu ilgi genelin gözünde meşrudur. Yapılması gereken bu ilgiyi doğru yollara
kanalize etmek, Türkiye’nin İslam dünyasının diğer milletlerine bir örnek
teşkil etmesini sağlamaktır.
Sonuç olarak şunların tekrar vurgulanmasında fayda
vardır:
- İslam uygarlığı hicri 1. y.y.da gelenekte büyük
çapta reformlarla bir tüccar site toplumundan tarım imparatorluğuna dönüştü.
- Bu dönemde formüle edilen devlet ve siyaset
teorileri 19. y.y.da Sanayi Devrimi başlayana dek süregelen nispeten istikrarlı
bir dünyada 1300 yıl boyunca işlerliklerini sürdürdüler
- Sanayi Devrimi başlarken ve daha sonraları İslam
dünyası gereken ikinci büyük dönüşümü yaparak bir sanayi toplumuna dönüşemedi.
Skolastisizm ve taassup statüyü korumak ve içe kapanmayı getirdi.
- Ancak bu içe kapanma hiçbirşeye çare olamadı.
Kaleler düştü ve İslam dünyasının büyük bölümü sömürgeleşti.
- Bugün hala bu ayak uyduramamanın getirdiği sorunları
yaşıyoruz.
Artık Bilgi Çağı’nın geldiğinden sözediliyor. Bunun
anlamı merkezi kurumlaşmaların etrafından dolaşan demokratik paralel ağların
toplumsal gücü bu merkezi kurumların elinden giderek almasıdır. Buna bir örnek
vermek gerekirse, basit bir İnternet bağlantısı ve söyleyecek sözü olan bir
kişi sözlerini ve fikirlerini tek başına dünyanın her yanına duyurabilir. Bunun
için tek yapması gereken, bedava web sayfası veren bir İnternet kurumundan
kendine bir site alması ve fikirlerini bu sitede yayınlamasıdır. Bu süreçte
bireyin bir güç olarak yükseldiğini ve insan teklerinin olayların akışına
müdahale için yetki ve ünvan yerine kendi kişisel yeteneklerinin daha çok önem
taşımaya başladığını görüyoruz. Bu anlamda kurumlara yön veren hukuk yerine
bireylere yol gösteren ahlak giderek daha çok önem taşıyacaktır. Belki bütün bu
gelişmeler Kur’an’daki kişisel ahlaka yönelik emir ve nehiylerin neden sayısız
derecede çok, ama Hadd denilen toplumsal cezaların neden birkaç tane olduğunu
kavramamıza yardım edecektir. Bu kavrayış bu yeni çağa yönelik olarak İslam
dünyasının fikir ve pratikte kendini yenilemesine bir başlangıç teşkil
edecektir.
“mevrid-i nass’ta içtihada mesağ vardır”.
Bütün bu faaliyetlerin yapılabilmesi için içtihad
müessesesinin tekrar çalıştırılması gerekir. Gerçi Mecelle hükmü gereğince
“mevrid-i nass’ta içtihada mesağ yoktur” (), ama Hayrettin Karaman Hocamızın da
işaret ettiği gibi “mevrid-i nass’ta içtihada mesağ vardır”, çünkü o nassın o
vakaya uygun olup olmadığına, dolayısıyla mevrid-i nass’a hükmetmek de bir
içtihattır.
Bkz:
http://altayu.blogspot.com/2001/09/hilafet-islam-devleti-ve-sonrasi.html#more
Doğumu: 1916, Londra Eğitimi: Şark
ve Afrika Araştırmaları Okulu, Londra Üniversitesi'nden (School of
Oriental and African Studies, London University) B.A. ve Ph.D. dereceleri
Kariyeri: Londra Üniversitesi'nde İslam
araştırmaları profesörü (1938-74), İngiliz Askeri İstihbaratı'nda görev
(1940-45), Princeton Üniversitesi'nde İslam araştırmaları profesörü (1974-86),
Princeton Üniversitesi'nde ordinaryüs profesör (1986 - bugün).
İngiliz oligarşisinin öndegelen oryantalisti,
"kriz hilali" ve "uygarlıklar çatışması"
jeopolitik doktrinlerinin babasıdır; tezlerini Zbigniew Brzezinski ve
Samuel P. Huntington pazarlar.
1974'te ABD'ye geçtiğinden beri brzezinski ve
Huntington'un fikir babaları olup, böylece ABD'yi Orta Asya'daki İngiliz
"Büyük Oyunu" içine çekmiştir. Richard Perle ile bağları
da 1970'lerde ABD'ye ilk ayak bastığı günlere dek geri gider; o sıra
Washington'a, ABD senatörleri için siyasi danışmanlık göreviyle getirilmiş ve
Perle'in evinde kalmıştır. Perle'in uzun süredir bir İsrail ajanı olduğu
şüphesi bir yana, onun ismi de o dönem savunma bakanı Caspar Weinberger'e
sunulan "X Komitesi" üyeleri listesinde yer almıştır. Bu komite
1985'te İsrail hesabına ABD'de casusluk yapan Jonathan Jay Pollard'ın üstleri
idi.
Hem Brzezinski'nin Carter dönemi "kriz
hilali" politikası, ve daha sonra Huntington'un "uygarlıklar
çatışması" dogması Lewis'in ürünü olup; uzun vadeli İngiliz "Büyük
Oyunu"nun yeni parçalarıdır. Carter yönetiminin İran Körfezi,
Afganistan ve SSCB güney sınırı politikasının tümü Lewis'ce planlandı. Carter
yönetiminin İran şahının devrilmesine ve Ayetullah Humeyni'nin Tahran'da
iktidarı almasına yardımı, o sıralar Ortadoğu'nun Balkanlaştırılması ile ilgili
"Bernard Lewis" planının kilit unsurlarıydı. Aslında, son 25 yıldır
Ortadoğu'ya ve Orta Asya'ya yönelik her felaketli Amerikan politikasının arkasında
Lewis etkisini bulabiliriz.
Lewis, eğitimini Londra Şark ve Afrika araştırmaları
Okulu'nda gördü; burası daha önceleri Koloni Bakanlığı olarak bilinirdi.
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi dosya arşivi burada olup, burası gene
İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve İngiliz haberalma servisinin yarıresmi eğitim
yeridir. 1938'de Ph.D. derecesini aldıktan kısa süre sonra Lewis fakültede hoca
olmuş ve Londra Üniversitesi'nde 1974'te Princeton'a gidene dek devam etmiştir.
1940-45'ten itibaren Lewis İngiliz askeri İstihbaratında
görev almış, ayrıca İngiliz Dışişleri "Arap Bürosu"nda da
rotasyon yapmıştır. Lewis, bu güne dek, savaş zamanı faaliyetleri hakkında
ketum durmuş, sadece kendini "diğer şekilde görevli" diye
nitelemiştir. Öte yandan onun İngiliz Yuvarlak Masa örgütü ve monarşi
istihbarat servisleri ile bağları aşikardır. Kariyeri boyunca, Lewis'in ana
eserlerinin çoğu Kraliyet Uluslar arası ilişkiler Enstitüsü (Royal
ınstitute of International Affairs - Chatham House) tarafından
yayınlanmıştır. Burası İngiliz oligarşisinin en önemli politik
kurumlarındandır.
Lewis'in Anglo-Amerikan Ortadoğu politikalarına ilk
çok bilinen müdahalesi 1961'de yayınladığı "Modern Türkiye'nin
Doğuşu" kitabıyladır. Bu kitapta Mustafa Kemal Atatürk'ün milli devlet
kurma geleneğini eleştirerek Osmanlı Devleti'nin canlandırılmasını istemiştir;
amaç onu bir İngiliz koçbaşı olarak Sovyetler Birliği'nin güney sınırı boyunca
karşıya sürmektir. Lewis "Türk" milleti teriminin bir 19. y.y. Avrupa
icadı olduğunu ileri sürmüş ve modern Türkiye'nin üzerinde oturduğu coğrafya
halklarının kendilerini her zaman İslam'a ve Osmanlı sultanlarının saltanat
geleneğine nispet ettiklerini söylemiştir; ona göre onların bu silsilesi
doğruca Hz. Muhammed'e dek geri gider (1 ).
1967'de Lewis "Haşhaşiler: İslam'da Bir
Radikal Mezhep"i yazdı; haşhaş içen bu topluluğun kültünü İslam'da
meşru bir gelenek olarak ilan etti. Kitap Royal Institute of International
Affairs tarafından yayınlandı.
ABD'ye geçişiyle Princeton Üniversitesi'nde tarih
profesörü ve Princeton İleri Araştırmalar Merkezi üyesi olarak (Princeton
Center for Advanced Studies - Oxford üniversitesi All Souls College örnek
alınarak kurulmuş bir kurumdur) Lewis, gün yüzüne çıktı ve birbirine izleyen
ABD yönetimlerinin danışmanı olarak çalışmaya başladı. Gelişi Lübnan iç
savaşına denk düştü, bu modeli daha sonra tüm Arap dünyası için önerecekti ("Lübnanlaşma"
teorisi). Lübnan iç savaşı ABD ulusal Güvenlik danışmanı ve Dışişleri Bakanı
Henry Kissinger tarafından teşvik edilmiştir; bu Ortadoğu'da sürekli istikrarsızlık
yaratmak şeklindeki jeopolitik planların bir parçasıdır.
Jimmy Carter, Kasım 1976'da başkan seçildiğinde
Carter'ın "denetçisi" ve ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew
Brzezinski, Lewis'i perde arkası stratejik danışmanlığa getirdi. Lewis'in
İngiliz istihbaratının icadı Müslüman Kardeşleri Sovyetlerin güney
komşusu tüm ülkelerde teşvik planı meşhur tabiriyle "kriz hilali"
ve "Bernard Lewis" planı olarak bilindi. Lewis'in plan şeması
"Time" dergisinin 15 Ocak 1979 nüshasının kapak konusu olarak
yayınlandı; kapak "Kriz Hilali: İran ve Giderek istikrarsızlaşan Bölge"
idi. Başmakale Zbigniew Brzezinski'den bir alıntı ile başlıyordu: "Bir
kriz gemisi Hint Okyanusu kıyıları boyunca seyrediyor; bu bölgenin kırılgan
sosyal ve politik yapıları ve bizim için hayati önemi var. Dağılması bizi
tehdit eder. Ortaya çıkacak politik kaos bizim değerlerimize düşman ve
hasımlarımıza dost unsurlarca doldurulabilir."
Oysa, Time yayını açıkça Brzezinski'nin,
Lewis'in ve diğer "kriz hilali" taraftarlarının gelen kaosu kendi
jeopolitik avantajları için kullanmak istediklerini yeterince açık ediyordu:
"Uzun vadede," diyordu Time yazarları, "bu hilalde
yaratılan kimyada Batı için fırsat hedefleri bile ortaya çıkabilir. İslam
şüphesiz sosyalizmle uyumludur; ama tanrıtanımaz komünizme düşmandır. Sovyetler
halen dünyanın en büyük beşinci müslüman halkını barındırır. 2000 yılında sınır
cumhuriyetlerdeki müslüman nüfus Rusya'nın hakim Slav unsurunu geçecektir.
Rusya'nın güney sınırındaki İslami demokrasilerden mutaassıp bir Kurani
dindarlık sınırı aşarak bu siyaseten bastırılmış ,Sovyet cumhuriyetlerine
sızabilir, Kremlin için problemler çıkarabilir... Çözüm ne olursa olsun, ABD
için Kissinger'ın tabiriyle "jeopolitik anı" yakalamak gereği vardır.
İşte herşeyden çok bu kriz hilalinde düzenin tesisi için yardımcı
olacaktır."
Time'ın bu nüshasının yayınından sonra
birkaç ay geçmeden, ve Sovyetler Afganistan'ı istilaya başlamadan 6 ay ÖNCE,
Başkan Carter, Brzezinski'ce hazırlanmış bir gizli emir imzalayarak Afgan
mücahitlerine gizli yardım başlattı. Lewis'in "Büyük Oyun"
şeması, İslam dünyasının Sovyetlere komşu ve içindeki büyük bölümünde kaos
çıkarmak amacıyla yürümeye başlamıştı.
1990 Eylül'ünde Lewis yeni
Anglo-Amerikan jeopolitik inisiyatifini "uygarlıklar çatışması"
olarak açıkladı. Onun, yeni bir din savaşları çağını ilanı "Atlantic
Monthly" sayfalarında "Müslüman Öfkenin Temelleri"
(The Roots of Muslim Rage) başlığı ile yayınlandı. Daha Huntington'un ünlü
makalesinin Foreign Affairs'te yayınlanmasına üç yıl vardı
(Huntington bu terimi Lewis'den alıntılar). Lewis, "İslam'ın, diğer
dinler gibi, ... kimi dönemlerinde takipçilerinin kalbini nefret ve şiddet ile
doldurduğunu" ilan ediyordu; "bizim talihsizliğimiz o ki, ...
şimdi İslam dünyasının birkısmı o dönemden geçiyor ve bu kinin ... çoğu bize
dönük."
Lewis,
"Hıristiyanlık" ve "İslam Mabedinin" 14 yüzyıldır
sürekli bir savaş halinde olduğu yalanını söylüyor, ve, son 300
yıldır İslam'ın kuşatma altında olduğunu "bunun sebebinin yabancı
fikirlerin, kanunların ve hayat tarzlarının istilası olduğunu"
bildiriyordu; "bu yabancı, imansız ve uzlaşılmaz güçlerin İslam'ın
egemenliğini yıkmasına, toplumunu parçalamasına ve son olarak madenin mahremine
el uzatmasına karşı nefret patlaması kaçınılmazdır. Şu da tabiidir ki, bu
nefret öncelikle bin yıllık düşmana dönük olacak ve gücünü kadim inançlar ve
bağlılıklardan alacaktır."
Yazısının "Uygarlıklar Çatışması"
altbaşlıklı bir bölümünde Lewis, İslami fundamentalizmde bir şahlanmanın büyük
bir çatışmaya gideceğini ve ABD'nin "bu serbest kalan nefret ve
öfkenin hedefi olacağını" bildiriyordu. "Şurası artık açıktır
ki," diye sözünü bağlıyordu, "karşılaştığımız hal ve hareket
bunun muhatabı devletlerin gündem ve politikalarını çok aşmıştır. Artık olan
bir uygarlıklar çatışmasından başka bir şey değildir - belki irrasyonel ama
tarihi bir reaksiyon kadim bir hasımdan bizim Yahudi-Hıristiyan geleneğimize,
laik çağımıza ve her ikisinin dünya çapında yayılmasına karşı gelmektedir."
Çatışmanın kaçınılmaz olduğunu ilandan sonra Lewis kendi sevincini örtmeye
çalışarak uyarır: "Bu sırada biz her iki tarafa da çok dikkat ederek
yeni bir dini savaşlar döneminin patlamasına engel olmalıyız; bunlar
farklılıkların aşırı götürülmesinden ve eski çekişmelerin canlanmasından
patlayabilir." Lewis'in unuttuğu ise, bu "kriz hilali"
jeopolitik şemasının temelinin onun tabiriyle "militan İslami
fundamentalist" canlanma olduğudur, ki bunun temel etkeni 1920'lerde
İngiliz istihbaratınca sahneye sürülen Müslüman Kardeşler'dir.
1992'de, Körfez Savaşı ertesi Lewis, CFR
(Council on Foreign Relations) yayın organı Foreign Affairs'te,
Ortadoğu'da milli devlet döneminin "rezil sonunu" (tırnaklar
çevirenin) kutlar; artık tüm bölge uzun bir "Lübnanlaşma"
sürecine girecek; kardeş kavgası, dar alanda şiddet ve kaos hakim olacaktır.
"Pan-Arabizmin sönüşü" diye yazar,
"İslami fundamentalizmi en çekici alternatif olarak, idarecilerinin
beceriksiz istibdadına ve onlara dışarıdan yutturulan müflis ideolojilere karşı
daha iyi, daha gerçek ve daha ümitvar bir şey arayanların gözünde
yükseltecektir." İslamcılar "devlet kontrolü dışında bir
şebeke kurmuş olup, ... rejim zorbalaştıkça bu fundamentalistlere karşıtlarını
bertaraf için daha büyük güç verecektir."
Tüm bölgenin, İsrail hariç,
"Lübnanlaşması" tahminini bağlarken der ki: "Ortadoğu
devletlerinin çoğu ... yakın geçmişin suni yapıları olup böyle bir sürece
dayanıksızdırlar. Eğer merkezi güç yeterince zayıflarsa, gerçek bir sivil
toplum, gerçek bir milli kimlik bağı olmadığından ya da milli devlete herşeyin
üstünde bir bağlılık olmadığından düzeni ayakta tutmak mümkün olmaz. Devlet
parçalanır - Lübnan'da olduğu gibi - yerini kavgacı, çatışmacı, saldırgan
mezhepler, kabileler, bölgecikler ve partiler kaosu alır."
1998'de Usame bin Ladin'e, Foreign
Affairs'in Kasım/Aralık sayısındaki yazısıyla şöhret sağlayan
Lewis'in kendisidir; onu "akkoyunların" arasındaki bu Suudi
"kara koyununu" militan İslam'ın ciddi bir destekçisi ilan etti.
Lewis'in sanat eseri, "Öldürme İzni: Usame bin Ladin'in Cihat İlanı"nda
(Licence to Kill: Osama bin Laden's Declaration of Jihad) bin Ladin'e övgüler
yağdırdı, onun "Yahudiler ve Haçlılara karşı Cihat İlanını"
"muhteşem bir belagat ve Arap şiir ve edebiyat şaheseri" olarak
selamladı; "bu eser, Batılıların bilmediği bir tarihi geçmişe atıf
yapıyor."
Usame bin Ladin cihat çağrısını 23
Şubat 1998'de yayınladı; Tanzanya ve Kenya'daki ABD elçiliklerine bomba
yüklü kamyonlar girmeden 6 ay önce. Ertesi günü, Bernard Lewis'in imzası,
herkesin elinde dolaşan bir "Başkan Clinton'a Açık Mektup"ta
görüldü; bu mektup pek bilinmeyen "Körfezde Barış ve Güvenlik
Komitesi" adlı biryerden geliyor ve ABD hükümetinin tüm desteğini Saddam
Hüseyin'i devirecek bir askeri sefere vermesi talep ediliyordu. Açık
Mektup, Irak'ın halı bombardımanına tabi tutulması, ve ABD'nin derhal ve ciddi
bir mali ve askeri yardımı, Amerikan - İngiliz istihbaratının kurduğu bir başka
kokuşmuş ve beceriksiz "Contra" çetesi olan, Irak Milli Kongresi'ne
sunması çağrısını yapıyordu.
Bernard Lewis'in yanısıra Açık Mektup, eski Demokrat
Parti New York milletvekili Steven Solarz, Anglo-İsrail propagandisti ve
casusu Richard Perle, İran Contra skandalı suçlusu Elliott Abrams,
Jonathan Pollard'ın (2 ) yardımcısı Steven Bryen, Frank Gaffney, New
Republic yayıncısı ve Al Gore'un fikir babası Martin Peretz, Paul
Wolfowitz, WINEP (Washington Institute for Near East Policy) araştırma
direktörü David Wurmser ve Dov Zakheim tarafından da
imzalanmıştı.
Lewis'in o dönem Siyonist milyarderlerin
"Mega" kurumu ile açıkça bilinen ilişkileri de kayda değerdir, ama
şaşırtıcı değildir. Lewis İsrail'de ve Amerikan İsrail lobisi nezdinde bir
kahraman ve bir jeopolitik dehadır. 19 Şubat 1996'da Lewis Kudüs'te
törenle karşılandı; burada 9. yıllık B'nai B'rith Dünya Merkezi'nde
"2000'lere Doğru Ortadoğu" adlı ünlü "Kudüs Konuşması"nı
yaptı.
Oğlu Michael Lewis, AIPAC'ın (American
Israel Public Affairs Committee) son derece gizli "Opposition Research
Section" (Muhalifleri Araştırma Bölümü) direktörüdür. Burası çok
bilinen bir propaganda ve dezenformasyon kuyusudur ve şimdiki görevi ABD
Kongresi'ni ve Amerikan medyasını, Lewis'in onyıllardır reklamını yaptığı
uygarlıklar savaşına yönelik savaş çığlıklarına boğmaktır.
11 Eylül 2001'deki terör saldırılarından beri
Lewis artık Amerikan medyasında bir markadır; hergün CNN'e, National Public
Media Radyosu'na, TV'lere ve Washington'un merkezindeki her neo-konservatif
think tank toplantısına çıkmaktadır.
19 Kasım 2001'de Lewis gene Usame
bin Ladin için bir methiye yazmış, kendi Haşhaşi mezhebi araştırmasına
atfen, bin Ladin'in İslam içinde meşru bir geleneği temsil ettiğini
söylemiştir. The New Yorker'daki yazısında uyarır: "Usame bin
Ladin için 2001 yılı dünyada dini hakimiyet için 7. y.y.da başlamış savaşın
kaldığı yerden devamını temsil eder... Eğer bin Ladin İslam dünyasını kendi
fikirlerini ve liderliğini kabule ikna ederse, o zaman uzun ve acı bir savaş
önümüzdedir; ve bu sadece Amerika için değildir. Ergeç el-Kaide ve bağlantılı
gruplar İslam'ın diğer komşularıyla da çatışacaklardır: Rusya'yla, Çin'le,
Hindistan'la. Ve onlar güçlerini müslümanlara ve davalarına karşı çevirmekte
Amerikalılar kadar titiz olmayabilirler. Eğer bin Ladin'in hesapları doğruysa
ve savaşı devam ederse dünyayı karanlık bir gelecek beklemektedir; en azından
İslam'ı kabul etmiş kesimleri için."
Eserleri:
Tarihte Araplar (The Arabs in History), Londra
1950;
Modern Türkiye'nin Doğuşu (The Emergence of Modern Turkey),
Londra ve New York, 1961;
Haşhaşiler (The Assassins), Londra, 1967;
İslam'ın Avrupa'yı Keşfi (The Muslim Discovery of Europe),
New York, 1982;
İslam'ın Siyasal Dili (The Political Language of Islam),
Chicago, 1988;
Ortadoğu'da Irk ve Kölelik: Bir
Tarih Araştırması (Race and
Slavery in the Middle East: A Historical Enquiry), New York, 1990;
İslam ve Batı (Islam and the West), New York 1993;
Tarihte İslam (Islam in History), 2. baskı,
Chicago, 1993;
Modern Ortadoğu'nun Şekillenişi (The Shaping of the Modern Middle
East), New York, 1994;
Çatışan Kültürler (Cultures in Conflict), New York,
1994;
Ortadoğu: Son 2000 Yılın Kısa Tarihi
(The Middle
East: A Brief History of the Last 2000 Years), New York, 1995;
Ortadoğu'nun Geleceği (The Future of the Middle East),
Londra, 1998;
Bir Ortadoğu Mozaiği: Hayattan,
Mektuplardan ve Tarihten Parçalar (A Middle
East Mosaic: Fragments of Life, Letters and History), New York 2000.
Diğer Görevleri: FPRI'de (Foreign Policy Research
Institute), Philadelphia Advisory Board'da (Philadelphia Danışma Kurulu), Orbis
üçaylık dergisinde direktörlük; New Yorker atlantic Monthly ve New York
Review of Books'ta yazarlık.
1) Hz. Ali kerremallâhü vechenin "hak
sözle batılı söylemek" teşbihine çok yakışır sözler. B. Lewis'in kimi
söylediği doğru olsa bile bununla hayır istediğine inanmak zordur (ç.n.)
2) Amerikan Deniz Kuvvetleri'nde istihbarat
elemanı olarak çalışırken İsrail için casusluktan tutuklanıp yargılandı ve
hüküm giydi
EIR Dergisinden tercüme edilmiştir.
Bkz:
Sir Henry
Alfred Kissinger
Ünvanları: Knight Commander of St. Michael
and St. George
İlk Yılları: 27 Mayıs 1927'de Fürth, Almanya'da
doğdu. Louis ve Paula (Stern) Kissinger'ın oğullarıdır. 2. Dünya Savaşı'ndan
önce İngiltere üzerinden ailesiyle ABD'ye göçtü; 1943'te vatandaşlığa kabul
edildi.
Askeri
hizmeti: 1943-46
arası ABD ordusunda hizmet etti; burada ilk rehberi Fritz Kraemer'la
karşılaştı; Kraemer AUS Karşı istihbarat Birliği'ndendi (AUS
Counterintelligence Corps - CIC); Kissinger'dan şefkatle "benim küçük
Yahudim" diye bahsederdi. Kissinger Ordu Özel Eğitim Programı'na
katıldı; bu programla işgal Almanyası'nı yönetecek ekip yetiştirildi. Kraemer,
Kissinger için Haberalma Servisi (Intelligence Division) merkezinde bir
danışmanlık görevi ayarladı. İşgal Almanyası'ndaki bir köyde kısa bir görevden
sonra Kraemer Kissinger'ı Oberammergau'daki Avrupa Karargah Haberalma Okulu'na
(European Command Intelligence School) gönderdi. Burası İngiliz Wilton Park
"yeniden eğitim" projesinin bir devamı idi; buradan İngilizler
bir seri ajan kaydederek işgal Almanyası'nda önemli görevlere getirdiler. O
dönem Wilton Park'ın başında Heinz Koeppler vardı; o aynı zamanda İngiliz
Dışişleri, Siyasi İstihbarat Dairesi, Psikolojik Savaş Bürosu'nun da
(Psychological Warfare Division, Political Intelligence Division, British
Foreign Office) başkanıydı.
Ailesi: İlk evliliği Ann Fleischer'la
1949'da, iki çocuğu oldu: Elizabeth ve David; 1964'te boşandı, ikinci evliliği
30 Mart 1974'te Nancy Maginnes'le, Maginnes David Rockefeller'ın eski
başkan yardımcısı idi.
Eğitimi: Fritz Kraemer ona "bir
centilmen devlet okuluna gitmez" dedikten sonra Kissinger Harvard
Üniversitesi'ne girişi kazandı; 1950'de "A.B. summa cum laude"
derecesini aldı. 1952'de M.A., 1954'te Ph.D. derecelerini aldı. Tez danışmanı
William Yandell Elliott ile Kissinger 300 sayfalık bir çalışma hazırladı:
"Tarihin anlamı: Spengler, Toynbee ve Kant Üzerine Denemeler"
(The Meaning of History: Reflections on Spengler, Toynbee and Kant).
Öğrenimi
sırasında Kissinger bir Londra'daki Tavistock Enstitüsü'nün bir "grup
terapi" programına gönderildi; program direktörü H.V. Dicks 2. Dünya
Savaşı'nda İngiliz faaliyetleri için "delilik doktrini"ni
(madness doctrine) geliştirmişti; o sıra Psikolojik Harp Araştırmaları,
Müttefik araştırma Kuvvetleri'nde (Psychological Warfare Studies, Supreme
Headquarters of the Allied Expeditionary Forces) başkan olarak çalışıyordu.
Anlaşılan Tavistock'un beyin yıkama oturumlarının etkisiyle Kissinger "güvenli
irrasyonellik" (credible irrationality) doktrinini benimsedi; bu
SSCB'ye karşı taktik nükleer savaş ın temeli olacaktı.
Görevleri:
" William
Yandell Elliott'un yönetiminde Kissinger Harvard Uluslar arası Semineri'nin
(Harvard International Seminar) direktörü oldu (1951 - 69). Kissinger
Seminer'in yayın organı "Confluence, An International Forum"un
editörlüğünü de yaptı. Bu dergi 1951'de kuruldu, 1958'de kapandı. Harvard
Uluslar arası Semineri Wilton Park modelini örnek alıyor ve geleceğin sayısız
lider adayları indoktrine ediliyor ve Anglo-amerikan "etki
ajanları" olarak kaydediliyordu.
"Confluence"
Elliott tarafından "novus nascitur ordo" ("yeni bir düzen
doğdu") sloganıyla kuruldu; bu H.G. Wells'in 1928'deki "Açık
Komplosu"na açık bir gönderme idi. Yayın aynı zamanda Smith Richardson
ve Ford vakıflarınca da (John McCloy başkanlığında) desteklendi. Danışman
heyetinde başka bir Elliott çömezi olan McGeorge Bundy de bulunuyordu. Derginin
1956'daki iki nüshası, Ku Klux Klan'cı ve "Wells'ci demokrat" Başkan
Woodrow Wilson'a ayrıldı. Diğer yazarlar arasında İngiliz faşisti Enoch
Powell'dan Karl Jaspers'a (faşizmin ideologlarından Friedrich Nietzsche'yi çok
propaganda etmiştir) dek herkes vardı.
" Elliott'un
yardımıyla Kissinger bir seri ulusal güvenlik örgütünde göreve sokuldu; bunlar
arasında Operasyon Araştırma Daire (Operation's Research Office) danışmanlığı
(1950-61), Psikolojik Strateji Kurul (Psychological Strategy Board) Başkanlık
danışmanlığı (1952), Operasyon Eşgüdüm Kurulu (Operations Coordinating Board)
danışmanlığı (1955), ve Silah Sistemleri Değerlendirme Grubu (the Weapons
Systems Evaluation Group) danışmanlığı (1959-60) vardır.
"
Kissinger, New York Dış ilişkiler Konseyi (New York Council of Foreign
Relations) başkanı John McCloy'un ve CFR (Council of Foreign Relations - Dış
ilişkiler Konseyi) üyesi McGeorge Bundy himayesinde CFR'nin Nükleer Silahlar ve
Dış Politika Görev Gücü'nde (Nuclear Weapons and Foreign Policy Task Force)
görev aldı.
"
Hükümet Dairesi, Uluslararası İlişkiler Merkezi, Harvard Üniversitesi'nde
(Department of Government, Center for International Affairs, Harvard
University) üyeydi (1954-69). Sıksık merkez direktörü Robert Bowie ile çekişir
ve bölüm profesörlerince "Kissassinger" (İng. "kiss
ass": kıç öpmek) olarak nitelenirdi. Aynı zamanda Kissinger Harvard
siyaset yardımcı profesörüydü (1959-69); 1962'de profesör oldu ve 1969'a kadar
görev aldı. Onun Uluslar arası ilişkiler Merkezi'ndeki görevi Harvard'daki işini
garantiye aldı - kimi üst düzey yönetim itirazlarına rağmen. Elliott ve Bundy
(o sıra Harvard'da dekan) muhalefeti aşmakta yardımcı oldular.
" Özel
Araştırmalar Projesi (Special Studies Project), Rockefeller Brothers Fund,
Inc.'de direktörlük (1956-58).
" Dışişleri
Bakanlığı'nda danışmanlık (1956-69).
"
Kissinger ulusal Güvenlik Kurulu'nda göreve Başkan Ulusal Güvenlik İşleri
Yardımcısı McGeorge Bundy'nin danışmanı olarak başladı (1961), ama sonra Başkan
John F. Kennedy'nin emriyle işten atıldı, çünkü o yıl Berlin Krizi'nde taktik
nükleer silahların kullanılması için ısrar etmişti.
" Nixon
ve Ford hükümetlerinde Başkan Ulusal Güvenlik Yardımcılığı (1969-75) yaptı.
"
Dışişleri Bakanı oldu (1973-77)
Kariyeri
boyunca William Yandell Elliott'un bir çömezi olarak ve ona sadakatle Kissinger
bir İngiliz ajanı olarak çalıştı ve bunu itiraf da etti. İngiliz
Dışişleri Bakanlığı'nın (British Foreign Office) kuruluşunun 200. yıldönümü
sebebiyle, Kraliyet Uluslar arası İlişkiler Enstitüsü (Royal Institute
of International Affairs) - Chatham House'da 10 Mayıs 1982'de yaptığı bir
konuşmada bunu itiraf etti. Başkan Franklin Delano Roosevelt'in Sir Winston
Churchill'in 2. Dünya Savaşı'nın bitiminde tekrar sömürgeleşme amaçlarına karşı
çıkan tutumuna uzun ve temel bir eleştiri yapan Kissinger kabul etti ki, "Beyaz
Saray'daki günlerimde İngiliz Foreign Office'i Amerikan State Department'tan
daha çık haberdar ettim - ama bu pratiğin, İngiliz olan tüm şeylere zaafıma
rağmen- kalıcı olmasını tavsiye etmem." Kissinger sözlerine devamla,
İngiliz Foreign Office dokümanlarına dayanan bir politika formüle ettiğini
"oysa hala işlemdeki yazı (working paper) ile kabinece onaylı doküman
(cabinet approved document) arasındaki farkı tam bilmediğini" de
söyledi.
Nixon
hükümetindeki görevinin başından itibaren Kissinger İngiliz Foreign Office ve
Downing Street No: 10 (İngiliz Başbakanlık Konutu) ile düzensiz temaslarla olsa
da Dışişleri Bakanları William P. Rogers ve Malvin Laird'in işlerini
baltalamaya koyuldu. Bunların ikisi ve Nixon da döneminin ilk zamanları
Vietnam'dan çekilmek istiyorlardı. Dahası Bakan Rogers, Başkan Nixon'un
desteğiyle, Ortadoğu sorununa bir çözüm aramış; ,Ortadoğu'nun Batı Avrupa'nın
ortaklığıyla kalkındırılması ve sürece Rus yardımının da dahil edilmesini
önermişti. Nixon'un yemin töreninden 2 hafta geçmeden "Rogers Planı"
Ulusal Güvenlik Kurulu'na bakan yardımcısı Joseph Sisco tarafından sunuldu;
Sisco ABD'nin İsrail ile Arap ülkeleri arasında sadece "dürüst" bir
tutum takınmasının değil, İsrail'e baskı yaparak 1967'de işgal ettiği
topraklardan çıkmasını da sağlaması gerektiğini vurguladı.
İngilizler
hemen Kissinger'ı bu planı yoketmek üzere devreye soktular. O bunu başardı, ve
dünyayı termonükleer bir savaş ve iktisadi çöküşün eşiğine getirdi. Başkan
Nixon'ı ikna ederek, hem Vietnam hem de Ortadoğu'da SSCB'nin Amerikan
"iradesini" test ettiğini ve asla bir barış ortağı olamayacağını
söyledi. "Rogers Planı"nın çöküşünün sonucu 1973 Ortadoğu Savaşı ve
petrol ambargosu ( 1) oldu. Sonraları Kissinger Suriye ve İsrail'e Lübnan'ı
bölmeyi teklif etti; bu süreçte amaç FKÖ'nün parçalanmasıydı. Böylece Kissinger
Lübnan İçsavaşı'nı sahneye koydu, ve bu İran'ın ve Ortadoğu'nun da uzun süre
destabilize edilmesi için bir model oluşturdu.
1975 baharı,
Lyndon LaRouche'un yeni bir altın rezervine dayalı uluslar arası para sistemini
önerdiği esnada, Kissinger Paris'e gelerek LaRouche'un Arap ve İsrailli
yetkililerle bu konuda yaptığı görüşmelere müdahale etti ve bir Arap ülkesini,
LaRouche heyetini bir diplomatik misyon statüsüyle ağırlamaya devam etmesi
halinde, Amerikan gıda ambargosu ile tehdit etti.
Vietnam
savaşına gelince, o sürdü ve Amerikan asker cesetleri sayısı tırmanmaya devam
etti; sonunda Kissinger 1973'te (hiç uygulanmayan) bir ateşkesi görüşmeye razı
oldu ve ABD 1975'te Vietnam'dan çekildi. Bu süreçte Kissinger gizlice savaşı
Kamboçya ve Laos'a da yaydı. Kissinger'ın gizli ve yasadışı Kamboçya
bombardımanı 1970'te başladı, yüzbinlerce Kamboç köylüsü öldürüldü; kalanları
soykırımcı Kızıl Kmerler'in kucağına sürüldü; onlar da kalan nüfusun birkaç
milyonunu 1975-79 terör rejimleri sırasında yokettiler. Herhangi adil bir
savcılık soruşturması kriterleri içinde Kissinger Kamboç soykırımından
suçlanabilir.
Ama
Kissinger'ın Kamboç soykırımı "buzdağının görünen kısmıdır". Sir
Henry'nin global soykırım planlarına bakılmalıdır ki, bunlar Hitler'inkileri
aşar. 110 Aralık 1974'te Kissinger ve Ulusal Güvenlik Konseyi kadrosu bir
taslak hazırladılar: "Ulasal Güvenlik Etüdleri Muhtırası 200: Dünya
Nüfus Artışının ABD'nin Denizaşırı Çıkarları Açısından Etkileri" (National
Security Study Memorandum 200: Implications of Worldwide Population Growth for
US. Security Overseas Interests) (NSSM 200). BURADA SOYKIRIMIN ABD HÜKÜMETİNİN
RESMİ MİLLİ GÜVENLİK POLİTİKASI OLMASI ÖNERİLİYORDU.
Sonraları,
çok gizli mührü kaldırılan NSSM 200, Dünya
nüfusunun ençok 8 milyarda tutulmasını ve 2075'te beklenen 22 milyardan
kaçınılmasını öneriyordu. Bu kadar nüfus artışının "savaşlar ve
devrimlere" yolaçacağını söyleyen NSSM 200 "gıda
kontrolünün" hızlı nüfus artışını durdurmak için kullanımını
öneriyor ve modern ve yoğun tarım tekniklerinin başka bölgelerde yoğun nüfusu
beslemesine rağmen "çok fazla sermaye yatırımı" gerektirdiğini iddia
ediyordu. NSSM 200'ün diğer bir iddiası, azgelişmiş ülkelerdeki nüfus artışının,
sanayileşmiş dünyanın ihtiyaç duyduğu enerji ve hammadde kaynaklarını
tüketeceği idi.
NSSM 200, 13
ülkeyi özel hedef seçti; bunların Çin dışındaki nüfus artışının %47'sinden
sorumlu olduğu varsayıldı: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Meksika,
Endonezya, Brezilya, Filipinler, Tayland, Mısır, TÜRKİYE, Etopya ve Kolombiya.
Kissinger,
"yoluna çıkan" sayısız yabancı lideri öldürtmekle de suçlanmıştır. 14
Ağustos 1982'de İtalyan görevlileri İtalya başsavcısına bir dosya sundular: Bu
dosyada İtalyan Başbakanı Aldo Moro'nun 1978'de kaçırılması ve öldürülmesiyle
ilgili deliller vardı. Dosyada Moro'nun eşinin, kızı Agnese'nin ve oğlu
Giovanni'nin ifadeleri vardı. Bunlara göre Kissinger 1975'te Moro'yu Hıristiyan
Demokratların lideri olarak İtalyan Komünist Partisi'yle istikrarlı bir milli
birlik hükümeti kurmak ve terörü önlemek yönlü çabalarından dolayı tehdit
ediyordu.
Moro'nun
kaçırılmasına dek geçen o dönemde (görünüşte Kızıl Tugaylar tarafından) ve
sonra öldürülüşünde (cesedi 9 Mayıs 1978'de bulundu) NATO, İngilizlerin ve Sir
Henry'nin tüm desteğiyle İtalya ve Moro'ya karşı bir "Gerilim
Stratejisi" yürüttü, burada hem "kızıl" (sol), hem
"kara" (sağ) terör ve darbe girişimleri kullanıldı. Bu terörün çoğu,
ve özellikle faşistlere düşen kısmı, "Propaganda-Due" (P2) Mason
Locası tarafından desteklendi, ki Kissinger ve yardımcısı General Alexander
Haig (2 ) bu locaya gizili fonlardan para akıtmıştı.
Bundan sonra
Pakistan Başbakanı Zülfikar Ali Butto'nun olayı gelir. 5 Temmuz 1977'de bir
askeri darbe ile devrildi,ve hapsedildi ve 4 Nisan 1979'da asıldı. Ölümünden
kısa süre önce Butto, devrilişini meşru gören bir hükümet bildirgesine karşı
yazdığı cevapta (Ocak 1979'da "Pakistan Yazıları" - The Pakistan
Papers - adı altında EIR dergisinde yayınlandı) Butto, devrilişinin asıl
sebebinin Kissinger'la düştüğü anlaşmazlık olduğunu ve Kissinger'ın onun
"idam fermanını" imzaladığını yazar. Kissinger'ın onu tehdidinin,
Butto'ya göre sebebi ise, Kissinger'ın "Pakistan'a enerji bağımsızlığı
kazandıracak uranyum işleme tesislerinin" geliştirilmesini durdurma
ısrarını dinlememesidir.
EIR'in
1978'deki "BRİTANYA'NIN KİSSİNGER'INI
İHANETTEN DOLAYI KOVUN" broşüründe anlatıldığı gibi Kissinger
ve Haig, Beyaz Saray içinden Nixon'a karşı Watergate skandalını
düzenlemişlerdir. Kissinger kendi, Oxford Üniversitesi'nden mezun ulusal
güvenlik memuru David Young'ı, Watergate "tesisatçı ekibinin" (3 )
başı olarak göndermiştir. Washington Post gazetesinin "derin ses"
kanalından bilgiler gelirken (bunlar sonunda Nixon'un istifasına yolaçtı)
Kissinger gazetenin yayıncısı Katharine Graham'la kişisel dostluk ilişkisini
sürdürmüştür. Aslında Kissinger ve Haig Beyaz Saray'daki tüm kilit karar
mekanizmasını ellerine geçirmişlerdi, böylece ABD Başkanlık kurumunu yıkmaya
giriştiler.
"
1977'de hükümetten ayrıldıktan sonra Kissinger Trilateral Komisyon'un
Kuzey Amerika direktörlüğüne geldi; Zbigniew Brzezinski bu kurumun kurucu genel
başkanıydı, ve Brzezinski, Kissinger'ın eski görevi olan, ulusal güvenlik
danışmanlığına geldi; yeni gelen Başkan Carter'a danışmanlık yapacaktı.
"
Kissinger, kendi şirketi Kissinger Associates, Inc.'in kurucusu ve başkanı
olarak İngiltere'den Lord Peter Rupert Carrington'u kurucular kuruluna aldı. Bu
"danışmanlık firması" İngiliz gizli servisinin gayrıresmi kolu olarak
faaliyet gösterdi. Kurucu başkan yardımcısı Brent Scowcroft ve kurucu Genel
Müdür Lawrence Eagleburger idi. Kissinger, daha sonra aynı şekilde Kent
Associates'i kurdu.
Kissinger,
Orta Amerika Partilerarası Ulusal Komisyonu'nun da (National Bipartisan
Commission on Central america) başkanıydı (1983-84); burası Başkan Ronald
Reagan'ca kuruldu; ve Reagan, kendi yönetiminin Kissinger'la hiçbir ilgisi
olmayacağı seçim sözünden döndü. Komisyon raporu gelir gelmez, Başkan Reagan
Kissinger'ı Başkanlık Dış Haberalma Danışman Kurulu'na atadı (1984-89).
Kissinger bu makamı kullanarak sadece en gizli ABD istihbarat belgelerine vakıf
olmakla kalmadı; birçok kirli operasyonu da başlattı.
"
Kissinger şimdilerde Stratejik Ve Uluslararası Etüdler Merkezi, Georgetown
Üniversitesi'nin mütevelli heyetindedir.
"
Şimdiki görevleri arasında olanlar: Uluslar arası Danışmanlar Kurulu üyeliği,
Chase Manhattan Bank; Uluslar arası Danışmanlar Kurulu üyeliği, Hollinger
International, Inc.; Direktörler Heyeti üyeliği, ContiGroup Companies, Inc.;
Direktörler Heyeti üyeliği, Freeport McMoran Copper & Gold, Inc.;
Direktörler Heyeti üyeliği, First-Mark Holding; Direktörler Heyeti üyeliği, The
TCW Group, Inc.; Danışman Direktörler Heyeti üyeliği, American Express Co.;
Danışman Direktörler Heyeti üyeliği, Forstman Little & Co.
Eserleri:
-"
Nuclear Weapons and Foreign Policy (Nükleer Silahlar ve Dışpolitika - 1957).
CFR projesinin bu kitabı Kissinger'ca yazılıp Gordon Grey'in adıyla
basılmıştır. Feodal, sınırlı, "böl-parçala" (set-piece) taktik
nükleer savaşı över; aynısı Bernard Earl Russell'ın desteklediği Pugwash
Konferansı'nda da savunulmuş; bu konferansın ilk oturumlarının çoğuna Kissinger
katılmıştır. Kitap şöyle der: "Askeri operasyonların aşama aşama
olabildiği ölçüde, bir seri olay, bir sonraki aşamaya geçmeden önce
sonuçlandırılır; böylece bu şartları değerlendirmek ve anlaşma teklif etmek
imkanını verir. Nükleer çağın çelişkilerinin sonuncusu, gizlilik örtüsünün
yokluğunun askeri hedeflere varmayı kolaylaştırması değildir; bu çok gelişmiş
teknoloji çağında, "savaşlar feodal dönemin tarzı gösterilere dönüşecek ve
yine güçten çok irade sınanır olacaktır." Bu, tam da Lord Russell'ın
Pugwash dostu Dr. Leo "Strangelove" Szilard'ın ( 4) kendi Ortadoğu'da
"dar alanda sınırlı nükleer savaş" senaryosunda savunduğu şeydir.
-" A
World Restored Castlereagh, Metternich and the Restoration of Peace 1812-22 (Yeniden
Kurulan Dünya: Castlereagh, Metternich ve Barışın Yeniden Kuruluşu 1812-22)
(1957). Bu kitapta İngiliz ve Habsburg oligarşik modelinin Viyana Kongresi'ndeki
başarıları savunulur. Kissinger Avrupa tarzı güçler dengesi mekanizmalarının,
bağımsız milli devletler ilişkileri düzenine üstünlüğünü savunur, ve
İngilizlerin yanında Amerikan cumhuriyetçiliğine karşı yeralır.
-" The
Necessity for Choice: Prospects of American Foreign Policy (Seçim
Zorunluluğu: Amerikan Dışpolitikasında Seçenekler - 1961)
-" The
Troubled Partnership: A Reapprisal of the Atlantic Alliance (Sorunlu
Ortaklık: Atlantik İttifakı'nın Bir Değerlendirmesi - 1965)
-"
White House Years (Beyaz Saray Yılları - 1979)
-" For
the Record (Bunu Kaydedebilirsiniz - 1981)
-"
Years of Upheaval (Kaos Yılları - 1982)
-"
Observations: Selected Speeches and Essays (Gözlemler: Seçme Konuşma ve
Yazılar - 1984)
-"
Diplomacy (Diplomasi - 1994)
-"
Years of Renewal (Yenilenme Yılları - 1999)
-" Does
America Need A Foreign Policy? (Amerika'nın Dışpolitikaya İhtiyacı Var Mı? -
2001). Bu kitapta Kissinger dünyanın "Westphalia Anlaşması
sonrası" döneme girdiğini iddia eder. Bağımsız milli devletler dönemi
kapanmıştır ve dünya hükümeti yeni dünya düzenidir..
Şimdiki
Bağlantıları: Trilateral
Komisyon Yönetim Kurulu, Uluslar arası Kurtarma Komitesi (International Rescue
Committee) Direktörler Kurulu, CFR
Dipnotlar:
1) Arap
ülkeleri tarihlerinde ilk ve son kez birlikte ve OPEC bünyesini kullanarak
savaşta İsrail'i destekleyen Batılı güçlere karşı petrol ambargosu başlattılar;
Batı ekonomileri durma noktasına geldi.
2) Eski
NATO Müttefik Kuvvetler Komutanı; 1980'de Gen. Kenan Evren, onun "askerce
sözünü" kabul ederek Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne Türk vetosunu
kaldırdı; buna karşılık AB'ye Türkiye'nin girişine Yunan vetosu da kalkacaktı;
ama böyle olmadı. (ç.n.)
3) Tesisatçı
kılığında rakip partinin merkezine dinleme cihazı yerleştirenler (ç.n.)
4) Peter
Sellers'ın unutulmaz politik taşlaması "Dr. Strangelove" filmine
gönderme
kaynak:
- Zbigniew
Brzezinski and September 11th, EIR Special Report, February 2002
Çeviren: Altay
Ünaltay
Bkz:
"Ey şehir, şehir! Bütün
kentlerin gözbebeği! Bütün dünyada senden sözedilir. Dünyanın en yüce
seyirliği, bütün kiliselerin sütannesi, iman beldesi, doğru inancın rehberi,
eğitimin muhafızı, her iyiliğin haznesi. Sen ilahi öfkenin kupasından içtin ve
daha önce beş kentin üstüne düşenlerden daha korkunç bir ateşçe ziyaret
edildin."
Niketas Akominates, 1204, İstanbul
(4. Haçlı Seferi İstanbul'u
yağmalarken)
1204'te 4. Haçlı Seferi, Selçuklu baskısına karşı
Bizans'a yardım bahanesiyle İstanbul'a girdi ve bu şehrin tarihinde görülmüş en
korkunç kıyım ve yağmayı yaparak İstanbul'u bir harabe haline getirdi. Tonlarca
altın ve eski eser saraylar ve kiliselerden yağmalandı, kilise mihraplarında
rahibelerin ırzına geçildi.
O sıra İstanbul 500.000 nüfuslu dünyanın gözbebeği bir
kentti; 250 yıl sonra Fatih'in fethettiği İstanbul ise 50.000 nüfuslu küçük ve
cansız bir kent olacaktı. O görkemli günler gitmiş, İstanbul Latin istilasından
sonra bir daha belini doğrultamamıştı.
İstanbul'da ihtişam yıllar önce bitmiş, son Bizans
imparatorları Topkapı'nın lüks ve debdebeli saray hayatının ağır masraflarından
kaçınmak için şimdiki Edirnekapı'da bulunan Tekfur Sarayı'na taşınmışlardı.
Fatih, görkemli Topkapı Sarayı'nın yıllar önce
terkedilmiş harabesini görünce şaşkınlığını şu mısra ile dile getirdi:
"Perdedar miküned be kasr-ı
kayzer ankebut"
(Kayserin kasrına örümcek perdedar olmuş)
Bizans'ın "Batıcıları" Bizans'ın uzun süren
çöküş tarihi boyunca Batı ile ittifak yaparak Doğu'ya karşı durma siyaseti
sonucu devleti yıkımın eşiğine getirmişlerdi. Batıcılar 6 Temmuz 1439'da
"Union" (İttihad, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi)
anlaşması ile Ortodoksluk içine de nifak sokarak Bizans-Rus ittifakını bozdu.
İstanbul'un kendini toplayıp eski görkemine varması
için 16. asrın gelmesi gerekecekti.
Osmanlı Devleti'nin yükselişi bugün hala incelenmeye
muhtaç ve tam aydınlatılamamış bir konudur. Osmanlı tarihi içindeki herkesin
bildiği kimi olaylar daha tarafsız ve derin bir incelemeyi gerekli kılıyor.
Bunların içinde, örneğin devletin kurucusu Osman Bey'in oğlu Orhan Gazi'nin
Bizans sarayında eğitim görmesi ve Bizans'tan soylu bir kız olan Holofira -
Nilüfer Hatun'la evlenmesi, onun çağdaşı Harmankaya Tekfuru "Köse
Mihal"in Osmanlı ile işbirliği yapması, Süleyman Paşa'nın Çanakkale'den
kuvvetlerini Trakya'ya geçirdiğinde kimi kaleleri zaptedip kimilerini
bırakması, Osmanlının arkasındaki İstanbul'un tehlike oluşturabileceğinden
korkmadan Edirne'yi başkent edinebilmesi, Osmanlının Balkanlardaki fütuhatının
Ortodoks toplumlarca meskun topraklarda hızla yayılabilmesi, ama Katolik
Hırvatistan'a gelince adeta bir duvara çarpmış gibi durması, nihayet Ortodoks
patriğinin "İstanbul'da Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi
yeğleriz" sözü, Bizans'ın "Batıcı" ve "Doğucu"
partileri arasındaki kavga ve karşılıklı ittifak cepheleri anlaşılmadan
anlaşılmaz.
Aynı şekilde Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fetih
kararı devlet içinde ciddi sancılar çekilmeden olamadı ve Fatih bunun için
Çandarlı Halil Paşa'yı idam ettirmek ve ulema kökenli bürokrasiyi devlet
içinden temizlemek zorunda kaldı.
İstanbul'un fethi ile birlikte Osmanlı padişahlarının
müslümanların halifesi ve Ortodoksların imparatoru çifte ünvanıyla anılmaya
başlamaları ile bu topraklarda sorun uzunca bir süre son buldu.
Ancak 18. y.y.da devletin zayıflamaya başlaması ile
kadim sorunun tekrar hortladığını görmekteyiz. 1718'de Padişah 3. Ahmet
sadrazamlık görevine Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'yı getirir. Bu dönem, 28
Mehmet Çelebi'nin Paris sefaretinden döndükten sonra layihasını padişaha
sunduğu dönemdir. Artık Osmanlı için bir "Garb Medeniyeti" vardır. Bu
döneme Lale Devri denir. Kağıthane'de konaklar inşa edilir, bir yanda zevk-u
sefa alır yürür. Diğer yanda müthiş bir bozulma ve sefalet buna eşlik eder.
Şair Nedim işret dizelerini kaleme alır:
Rakkas, bu
halet senin oyununda mıdır
Aşıklarının günahı boynunda mıdır
Doymadım şeb-i vaslına şeb-i ruze gibi
Ey sim beden, sabah koynunda mıdır.
Aşıklarının günahı boynunda mıdır
Doymadım şeb-i vaslına şeb-i ruze gibi
Ey sim beden, sabah koynunda mıdır.
Sonuçta bir yandaki korkunç sefalet ve başıbozukluk ve
diğer yandaki zenginlik ve sefahata karşı isyanlar patlak verir; Lale Devri kan
ve ateşler içinde kapanır. Şair Nedim damdan dama atlayarak kaçarken öldürülür.
Ancak Batılılaşma artık resmi politika olmuştur.
Lale Devri'nde, 28 Mehmet Çelebi'nin ortağı İbrahim
Müteferika'nın İslam eserlerini basan bir matbaa kurması gibi mevzi başarılar
yaşanmışsa da bunlar genel çöküşü düzeltmeye yetmedi. Kaldı ki İbrahim
Müteferika'nın matbaası Osmanlıda ilk açılan matbaa değildi, o devirde, çok
uzun yıllardan beri Gayrımüslimlerin sahipliğindeki birçok matbaa
faaliyetteydi.
Osmanlıda Batılılaşmanın ikinci hamlesi Tanzimat'tır.
Opera hayranı Sultan Abdülmecid 1839 Temmuzu'nda Tanzimat Fermanı'nı
yayınlayarak bir seri reform başlatır. Tanzimat Fermanı'nın Osmanlıya
getirdikleri ile götürdükleri çok tartışılmıştır. Biz doğrudan bu tartışmaya
girmiyoruz. Ama Tanzimatçı kadronun bir başka "büyük atılımına"
gireceğiz: 16 Ağustos 1838'de, Osmanlı Devleti ile İngilizler arasında, tarihe
Balta Limanı Antlaşması olarak geçen bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu
antlaşmanın diğer adı Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması'ydı.
Anlaşma maddelerine göre:
· Gümrük vergi oranları ihracatta yüzde 12'ye,
ithalatta ise yüzde 5'e düşürülecek,
· İngiliz tüccarlar, hiçbir kısıtlama olmadan, her tür
malı Osmanlı topraklarında hem iç hem dış ticaret amacıyla alıp satabilecekler,
· İngilizlerden mal alım ve nakli için belge
istenilmeyecek,
· İngiliz tüccarlar, iç ticarette yerli tüccarlardan
fazla vergi ödemeyecek,
· Yabancı malları Boğazlardan serbestçe geçecek,
· Antlaşma, "sonsuza dek" yürürlükte ve
geçerli olacak.
Anlaşmanın imzalandığı tarihte Sadrazam, yani Başbakan
ise Mustafa Reşit Paşa idi. Mustafa Reşit Paşa, İngilizlerle iyi ilişkiler
içerisindeydi. Osmanlı Devleti'nin kurtuluşunu, Avrupalılaşmakta görüyor, başta
İngiltere olmak üzere Avrupa devletleriyle serbest ticaret öneriyor ve şöyle
diyordu: "Ülke, serbest ticaret sayesinde büyük bir hızla
sanayileşecektir."
İngiltere'nin o tarihlerdeki Dış İşleri Bakanı Lord
Palmerstone da, anlaşmadan önce Osmanlı Devleti'nin dış ticarette uygulamakta
olduğu bazı kısıtlamaların kaldırılması için sürekli baskı yapıyor, serbest
ticareti överek şunları söylüyordu: "Serbest ticaret sayesinde
Sultan'ın kullarının servet ve refahı artacak, sanayi gelişecektir."
Netice malum. Osmanlının içine girdiği ekonomik yıkım,
bunun sonucu alınan borç-faiz kısırdöngüsü bizi Duyun-u Umumiye'ye
getirdi.
Ama bundan önce başka birşey daha var: 1856 Mayısı'nda
İngiltere Kralı'nın fermanı ile Londra'da kurulan Osmanlı Bankası, 1863'teki
Bank-ı Osmani-yi Şahane" unvanıyla anılan devlet bankası oldu. Bu çağda
devletlerin emisyon bankaları genellikle her yerde özel kuruluşlardı, ama
Osmanlı Bankası gibi yabancı sermaye ile kurulanı mahzurlu bir örnektir. Daha
açık söylemek gerekirse devletin Merkez Bankası Batı sermayeli bağımsız bir
kurumdur!
Osmanlı "Merkez" Bankası, bugünün Batıcı -
globalist çevrelerinin hasretle anacakları derecede bağımsız bir kuruluştu. 1.
Dünya Savaşında devlet sıkıntıya düştüğünde ve Milli Mücadele yıllarında
devlete ve Ankara hükümetine yardım ve teminatsız kredi açmayı hep reddetmiş,
bugün arzulanan özerk bir merkez bankasından beklenenleri bihakkın yerine
getirmiştir!
Osmanlıdaki Batıcı kadronun bu ve benzeri
"tedbirleri" sonunda beklenen meyvasını verdi. 1874 yılına
gelindiğinde Osmanlı Devleti 20 yıl gibi bir sürede 15 dış borçlanma yapmış ve
bunlardan eline 127 milyon Osmanlı altın lirası geçmiş ancak borç 239 milyon
lirayı bulmuştu. Sultan Abdülmecid'in başlattığı dış borçlanma geleneğini
Sultan Abdülaziz de sürdürmüştü. Ahmet Cevdet Paşa, "bizim mirasyedilere
böyle bir para kapısı açılırsa bunun önünü kim alacak? İlerde halimiz neye
varacak?" diye bazı erbab-ı dikkat ve basiretin endişe ettiklerini ve
"Allah encamımızı hayretsin" şeklinde neticeye mütevekkilane boyun
eğdiklerini kaydetmektedir. Sonuçta borçlanma devam etti ve 1874 yılının mali
iflasına gelindi.
1874-75 yıllık bütçe geliri 25.104.928 lira olduğu
halde borçların o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarında idi. Bu da
o yılın bütçesinin borçları bile ödemeye kafi gelmediğini göstermekteydi. Bu
iflas demekti. Sorun 1881'e dek bir çözüme kavuşamadı.
20 Aralık 1881 ya da 28 Muharrem 1299'da ünlü "Muharrem
Kararnamesi" ilan edildi.
Muharrem Kararnamesi'nin 15. Maddesi hükümlerine göre
Rüsum-u Sitte idaresi yerine Düyun-u Umumiye gelirlerini idare etmek üzere
İstanbul'da bir "Düyun-u Umumiye-i Osmaniye" idare meclisi
kurulacaktı. Bu yönetimin kuruluş biçimi, yetkileri ve çalışması ile ilgili
olarak böyle bir komisyonun dahili hukuk sahasında mı yoksa devletler hukuku
alanında mı inceleneceği konusu tartışmalar getirmiştir.
Bu komisyon gerçekte imparatorluğun mali haklarını
zedeleyen, hükümranlık haklarına gölge düşüren ve mali yapıyı kontrol altına
alan uluslararası bir yönetim biçimiydi. Adeta devlet içinde devletti. Bu idare
kendi memurlarını dilediği gibi atama selahiyetini haiz idi. Nitekim Düyun
idaresi 5000 kişilik bir kadro oluşturdu. Bu sayı 1912'de 9000 olmuştur. Konsey
başlangıçta yalnız kendisine ait vergileri toplarken, daha sonra bir takım
sınai ve ticari yatırımlara da girmeye başladı. Böylece Osmanlı Devleti'nin
ekonomik iflası ve yabancı egemenliğine geçişi daha da hızlanmış oldu.
29 Ekim 1923'te genç Türkiye Cumhuriyeti ile Anadolu
topraklarında yeni bir başlangıç yapıldı. Yeni Cumhuriyet başlangıçta radikal
modernleşmeci bir tutum benimsemiş, dış politikada ise Batıya mesafeli bir
tutum takınmıştır. Kalkınmada ise kendi yerli - milli kaynaklarına dayanan
bağımsız bir model takip edilmeye çalışılmış ise de Mustafa Kemal'in 1938'de
vefatından sonra herşey hızla eskiye dönmeye başladı. Ve antiemperyalist
modernleşme projesinin yerini tekrar Batılılaşma aldı.
1950'lerde Türkiye Batı ittifakı NATO'ya girmenin
bedeli olarak yüzlerce evladını Kore topraklarında bıraktı. Ondan sonra
Batıcılık Türkiye'de durmadı. Ardarda gelen sağ ve sol hükümetler politikada
kendi Batılılaşma versiyonlarını uygulamaya devam ettiler. Sol ya da sağ kitle
partileri içinde bugüne dek ne Türkiye'nin NATO üyeliği ne de "Ortak
Pazar'a (şimdiki AB) girişi tartışma konusu yapılmamıştır.
Türkiye'nin ABD ve AB ile ilişkilerinin siyaset,
ekonomi, toplum ve ülkenin bekası açılarından neler getirip neler götürdüğü
sonraki tarihçilerde çok tartışılacaktır. Ama birkaç yıl önce 300 milyar
Dolar'ı bulduğu söylenen, bugün ise artık bir rakam verilmeyen borç, kimi
hesaplara göre AB ile gümrük birliğinin her yıl 50 milyar Dolar ekonomimizden
alıp götürmesi, ülke bütünlüğü ve toplumsal huzur ile ilgili artan kaygılar, ve
nihayet Batılı güçlerin komşularımızla yürüttüğü - yürüteceği savaşlarda
ülkemizi silahlı güçleri için üs olarak kullanması ve ülkenin böylelikle içine
yuvarlandığı savaş tehlikesi bugünden bilinenler.
Dolayısıyla gelecek tarihçilerin hükmünü beklemeden şu
genel yargıyı belirtmek sanırım insafsızlık olmaz: 1204 yılı Bizansı'ndan beri
bu topraklarda Batıcılar her dönem zarar getirmişler ve onların zararını
düzeltmek ülkenin yerli - milli güçlerine kalmıştır. İsterseniz bunlara
Doğucular da diyebiliriz.
Türkiye, tatlı bir burjuva rehavetinin arasında
yapılmış beylik tesbitle Doğu ile Batı arasında "köprü" değildir.
Türkiye bu ikisi arasında yüzyıllardır en şiddetli mücadelelerin verildiği bir
"cephe" ülkesidir. Mücadele her çağda değişik formlar alarak sürdü,
ama hiç bitmedi; bugün de sürüyor. Sevindirici olan o ki, ülkemizde çeşitli
meşrep, statü, sınıf ve kanaatten birçok insan Batıcı rüyadan uyanmanın
vaktinin geldiğini farkediyor.
O halde bundan sonrasını konuşmalıyız.
DEVLER VE CENNET
Ünlü bir Yunan efsanesinde devler (gigant'lar) cennete
saldırırlar. Cenneti bunlardan kurtarmak için muazzam bir savaş verilir.
Efsaneye göre Tanrı Uranos, (Uranüs) onlara galebe çalmayı başarır ve cenneti
ellerinden kurtarır.
Bugün de devler bu cennet gezegene saldırıyor. Bugün
bunlara süpergüçler, gerici rejimler, çokuluslu şirketler, zalim otoriteler,
köleci din kurumları, IMF, bankalar, vs vs. adı veriliyor. Bu devler biz
insanların karşısında çok güçlüler ve onlara safi bilimsel ve laik bir
"hümanizma" yardımıyla ve onun adına karşı çıkmak imkansız gibi.
İnsanüstüne karşı tabiatüstünün yardımı gerekiyor.
Bu nedenle "Allah'ın adını anmadan", ondan
bir güç devşirmeden bu canavarlar sürüsünün karşısına kimse dikilemez. Dindışı
bir hümanizma ehlinin iyilerinin son tahlilde "gönülleri dikilenlerden
yana - kılıçları onlara karşı" olur. Acaba bu da ne kadar faydalı sonuç
getirir?
Dolayısı ile, sırf pratik nedenlerle dahi işin içine
Allah'ı dahil etmek gerekiyor. O zaman sormalı: Hangi
Allah'a inanıyoruz?
Acele etmeyelim. Önce
bunun bir oyun olmadığını; Tanrı'nın "eğlenmek için" hiçbir
zorunluluğu yokken böyle bir arena, böyle bir oyun kurmadığını bilmeli; ya da
desteğinin Cennet'ten cesaret vermekten öteye geçtiğini, gerçekten bizimle
birlikte mücadele ettiğini bilmeli, buna inanmalıyız.
"Allah'ı bırakıp
insandan konuşmak", ya da "meselenin niçin'ini bırakıp nasıl'ına
bakmak" Batı uygarlığının seçimi idi. Padualı Marsilio'dan itibaren Batı,
din ve Allah tartışmalarını kilisenin kuytu dehlizlerindeki keşişlere bıraktı,
ve "bunlar dünyayı ilgilendirmez" dedi. "dünya'nın kendi
gerçekliği" vardı, kilise gerçekliğinin yanında ve ona paralel. "Bu
ilahiyat meseleleri aklın alamayacağı kadar kutsaldır" sözü, giderek
"bunlar aklın ilgilenmeyeceği kadar önemsiz"e döndü. Reformasyon'la
ilgili batı kültürel dönüşümünü inceleyen birçok tarihçi bu tesbiti yapıyor.
Netice ortadadır. İstediğimiz bu Batı uygarlığı mıdır? Doğu onun basit bir
taklidi mi olacaktır, yoksa ondan öte birşey mi?
Özetle: Doğu'nun
elinde birşey söylemek ve olmak için Tanrı'sından başka birşey yoktur. Öbür
türlüsünü batı yapmıştır ve yapmaktadır. Aynı şeyin taklidi gerekmez, aslı
ortada iken. Öyle ise biz Tanrı fikrimizi tekrar gözden geçireceğiz.
Kuran'da Haşr Suresi'nde şöyle bir ayetle
karşılaşırız:
"Öyle Allah ki O, ilah yok O'ndan gayrı!
Melik, Kuddûs, Selâm, MÜMİN, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir. Allah, onların
ortak koşmalarından yücedir, arınmıştır." (59/23)
Allah'a nispetle "mümin" ne demektir?
Geleneksel olarak "mümin" kendisinden emin olunan güvenilir şeklinde
tefsir edilmiştir. Ancak "mümin" kelimesi tek bu ayette böyle
açıklanmış, tüm diğerlerinde "inanan" olarak çevrilmiştir; kaldı ki
"güvenilir" anlamına gelecek başka isimler de vardır. Örneğin:
"el-Emin". Peki burada "Mümin" kelimesini bildiğimiz
"İnanan" anlamında alsak ve devam etsek?
Eğer Allah "İnanan" ise varlık alemindeki
ilk İnanan O'dur. İnanç kavramı ister istemez "din" kavramını da
beraberinde getirir. Demek ki bir "Allah'ın dini" vardır. Bu kavram
hep kullanılır ama burada birden anlamının değiştiği de açıktır. Peki o zaman
"din" neyi telkin eder? "Allah'a inanmak" diyemeyiz; çünkü
"Allah'ın Allah'a inanması" gibi aklen geçersiz bir olgu karşımıza
çıkar. Yine de araştırmamızı sürdürelim. Din bir doğrular külliyatına
inanmaktır. O halde bu doğrular nedir? Evrenin fizik ilkeleri bu kabilden
olamaz; bu fizik doğrular "inanılan" değil ancak bilinen şeyler olur;
bu insanlar için böyledir; evreni sonsuz bilgisiyle yaratmış Allah için haydi
haydi böyledir. Gayb alemine gelirsek. Bu alemin gerçeklerini de onları Yaratan
bilir; bu da O'nun için bir inanç meselesi değildir. Listeyi daha da
uzatabiliriz ancak bence sonuçta geleceğimiz yer Allah'ın bütün bu
yaradılmışları yaratmasına neden olan şeylerdir: Soyut ilkeler. O halde
doğruluğuna inandığı şeyler soyut ilkelerdir: Sevgi, doğruluk, adalet, ilh.
Bunlar hem O'nun ayakta tuttuğu, hem de bizim ayakta tutmamızı istediği
ilkelerdir.
Ebu Zerr el-Gıfari'den
rivayet edilen bir hadiste denir ki: "Ey kullarım! Ben nefsime zulmü
haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım: Öyleyse birbirinize
zulmetmeyin." (Müslim, Birr 55, (2577); Tirmizî, Kıyamet 49,
(2497)). O halde O'nun ahlakı ile ahlaklananlar adalet sahibi olur ve adaleti
ayakta tutarlar.
Ancak ilkelerin en büyüğü sevgi ve merhamettir:
"Ayetlerimize iman edenler, yanına geldikleri zaman de ki: Selam
sizlere! Rabbiniz kendine rahmeti yazdı." (Kuran: Enam/54 - 6/54).
Bkz:
http://altayu.blogspot.com/2006/06/dogu-bat-ve-ilahi-adalet.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar