ALTAY'IN NOTLARI
|
|
SCIENTIA
SACRA YAHUT KUTSAL BİLİM
Seyyid Hüseyin Nasr
Türkçesi
Yusuf Yazar
İyi din fıtri hikmettir. Fıtri hikmetin
şekil ve erdemleri, bizzat o hikmetle aynıdır.
Dênkard
Herşeyi bilme imkanı ebedi olarak
kalbimizde mevcuttur
Tipitaka
Scientia sacra, her vahyin özünde
bulunan şeyden ve geleneği kuşatan ve tanımlayan dairenin merkezinden başka
birşey değildir. Kendisini ortaya koyan ilk soru, böyle bir bilgiyi edinmenin
nasıl mümkün olduğudur. Geleneğin cevabı, bu bilginin ikiz kaynağının vahiy
ve taakkul (intellection) ya da kalbin ve ruhun işrakında müdahil olan
entellektüel sezgi olduğudur ve bu tadılan ve yaşayan hazır bilginin (İslam
geleneğinde el-ilmu'l-huzûrî olarak ifadelendirilmiştir)
kişide var olduğudur.1 İnsan bilebilir ve bu bilgi
gerçekliğin bazı yanlarına tekabül eder. Nihai anlamda, bilgi Mutlak
Gerçeklik bilgisidir ve akıl (Intelligence) bu harikulade bilebilme
hediyesine sahiptir ve bu varolmanın bir kısmıdır.2
Scientia sacra, ilham ya da manevi bir tecrübe üzerine entellektüel bir karakterde
olmayan spekülasyonlarda bulunan insan aklının ürünü değildir. İlhamla alınan
şeyin kendisiyse entellektüel niteliklidir, kutsal bilgidir. Bu mesajı idrak
edip bu gerçeğe vâsıl olan insan aklı bu kutsal bilgi üzerine zevki
karakterdeki manevi bir halin entellektüel niteliğini ya da muhtevasını
empoze etmez. Böylesi bir tecrübede ihtiva edilen bilgi bu tecrübenin
kaynağından -ki bu Akıl'dır- yayılır. Skolastiklerin potansiyle akıl
dedikleri, tüm zevki hikmetin kaynağı olan ve ilke düzeyindeki bilgileri
veren Akıl (Intellect) alıcı olan insandaki, Skolastiklerin bilkuvve akıl
dedikleri güç üzerinde değişiklik yapar. Burada, bilfiil ve bilkuvve (ya da
münfail) akıl3 arasındaki Ortaçağ dönemi ayrımının, aklın
aydınlanmış sürecinin mahiyetinin açıklık kazanmasına ve manevi tecrübenin
hikemi ve entellektüel muhtevasını böyle bir tecrübe üzerinde nazariyat ve
muhakeme yürüten insan aklının ürünü olarak görme yanlışının ortadan
kalkmasına bir yararı olabilir; en üst düzeyiyle manevi tecrübe entellektüel
ve zevki bir karakterde olsa da.
Bir diğer bakış açısından, her kişiliğin
merkezinde bulunan Özbenlik (Self) açısından, insana açıklanan scientia
sacranın kaynağı insan aklının merkezi ve köküdür; çünkü, "Cevher'in
bilgisi bilginin cevheridir" ya da "Asl'ın va Kaynağın bilgisi
bilginin Asl'ı ve Kaynağıdır." Gerçek, insan aklının üzerine bir dağ
zirvesine bir kartalın inişi gibi gelir, ya da insan aklını kaplayarak derin
bir kuyunun aniden bir pınar olarak fışkırması gibi fışkırır. Her iki halde
de, insan varlığının manevi tecrübe vasıtasıyla aldığı şeyin manevi doğası
insanın zihni melekesinin ürünü değildir, bizzat o tecrübenin doğasından
çıkmadır. İnsan sezgisi ve vahiy yoluyla bilebilir; almış olduğu düşünceleri
kategorileştiren düşünen varlık olduğu için bilebilir. Gerçekliğin doğası,
ayrıca belirtmeye gerek yok, yalnızca ferdi insan tavrıyla sınırlandırılamayacak
olan bilinçlilikten başka birşey değildir.
Kuşkusuz her insan, taakkul melekesi ya
da entellektüel sezgi konusunda belli bir dine inanabilmeye olandan daha
fazla bir kudrete sahip değildir. Fakat taakkul melekesinden mahrum oluşun
böyle bir imkanın gerçekliğini hükümsüz kılması da, birçok kişinin
inanmamasının dini hükümsüz bırakmasından daha geçerli birşey değildir. Her
halükarda, entellektüel sezgi imkanına sahip olanlar için, dini teşkil eden
nesnel vahyin ve insanın varlığının özünde bulunan kutsal bir karakterdeki
bilgiyi ulaşma vasıtası vardır. Mikrokozmik vahiy Gerçeğin bilgisini ve
Gerçek ile vehmi ayırt edici vasıtayı ihtiva eden scientia sacraya
ulaşmayı mümkün kılar.
Scientia sacra olarak belirlediğimiz şey doğru bir biçimde Gerçeğin nihai bilgisi
olarak anlaşıldığında metafizikten başka birşey değildir. Bu deyim
(metafizik) bazı talihsiz çağrışımlara sahip bulunuyor, çünkü; evvela, 'meta'
öneki aşkınlığa işaret ediyor, ama içte varoluşa işaret etmiyor, ve fizikten
sonra gelen bir bilgi ya da bilim türünü çağrıştırıyor; halbuki metafizik tüm
bilimlerin ilkelerini kapsayan ve onlardan önce gelen asıl ve temel bilim ya
da hikmettir.4 İkincisi; Batıda, metafizik boyutu olan
felsefi okullarda bile, metafiziği felsefenin bir kolu olarak düşünme alışkanlığı
metafiziği Gerçekliğin mahiyetiyle ilgili insanın tüm varlığını kuşatan bir
bilim olarak görmekten çok, metafiziğin anlamının yalnızca zihni bir
aktiviteye indirgenmesinin ve bu bilginin gerçekleşme metoduna bağlanmasının
sebebi oldu.5 Doğu dillerinde kullanılanprajna, jnâna,
marifet ya da hikmet gibi deyimler,
kendilerini felsefe ya da eşdeğeri olarak bilinen bir bilgi türüne
indirgemeksizin Gerçeğin nihai bilgisini çağrıştırır. Ve, jnâna ya
da marifetin bu geleneksel anlamıyla metafizik, ya da
"Gerçeğin bilimi" scientia sacra ile özdeş olarak
düşünülebilir.
Eğer scientia sacra her
geleneğin özünde bulunuyor ise ve çeşitli geleneklerin kutsal alanlarının
dışında yer alan saf beşeri bilgi değilse; o zaman, kişi bir tek dini evrenin
sınırlarıyla bağlı kalmaksızın ondan nasıl söz edebilir? Bu soruya verilecek
cevap Doğu ve Batıyı kapsayacak şekilde 'karşılaştırmalı felsefeyle' meşgul
olan bazı bilim adamı ve felsefecileri meta-philosophy'den
(meta-felsefe) ve belli bir geleneğin üstünde ve ötesinde bulunan bir 'meta-language'den
(meta-dil) söz etmeye götürdü.6 Geleneksel görüş açısından,
metafiziğin dili, muhteva ve anlamdan ayrılabilir değildir; mesajı açıklar ve
onun etkisini taşır. Bu dil çağlar boyunca metafizikçiler ve çeşitli
geleneklerin bilgeleri tarafından geliştirilmiştir. Her gelenek metafizik
doktrinler için uygun olan bir ya da birçok 'söylem dili'ne sahiptir.
İngilizce dili Batı geleneğinin ve metafizik doktrinler için çok uygun olan
Platonizm, Thomizm ve Palamite teoloji ekolününkiler gibi birçok Batılı
metafizik dilin mirasçısı olduğundan bu tür konuları işlemek için bugün
bir meta-language meydana getirmeye ya da yeni bir lügatçe
icat etmeye ihtiyaç yoktur. Ayrıca, çağdaş gelenekçi yazarlar, modern
dillerin sembolik ve hiyerarşik nitelikleri zayıflamış olsa da, tabiatı
gereği metafizik imkanlara sahip olan insan dilinin sembolik ve entellektüel
boyutlarını diriltmiş durumdadır.7 Bu yazarlar, bazı anahtar
kavramlar için bazan Sanskritçe ve Arapça gibi kutsal dillerden kelimeler
alarak scientia sacra için son derece uygun bir dil meydana
getirdiler. Her halükarda, bir meta-felsefeyi açıklamak için düşünelecek bir
meta-dil geleneksel metafiziğin açıklanması için tamamen gereksizdir. Dile
ihtiyaç duyanlar, entellektüel görüş açısından düşünce planında tedrici bir
düşüş içinde olmakla birlikte modern Avrupa dillerinin daha ilk dönemlerinde,
klasik Batı dilleriyle olan inkar edilemez ilişkisi ve bu dillerde ifade
edilmiş geleneksel metafizik nedeniyle diriliş imkanını muhafaza etmiş olan
mevcut Avrupa dillerinden hareketle ağır ve düzenli bir biçimde uygun
niteliklere sahip bir dil için ilerlemişlerdir.
Eğer bir kişi metafizik nedir diye
soracak olursa, verilecek başlıca cevap şudur: Metafizik Gerçeğin bilimidir
ya da daha özel olarak, insanın kendisi vasıtasıyla vehim ile Gerçeği
birbirinden ayırt edebildiği ve eşyayı kendi mahiyeti neyse öyle ya da
oldukları şekliyle -ki nihai anlamda eşyayı ilahi veçhesiyle bilmektir-
bilebildiği bilgisidir.8 Mutlak ve sonsuz Gerçeklik olan
Asl'ın bilgisi metafiziğin kalbidir. Öte yandan evrensel ve kozmik varlığın,
makrokozmos ve mikrokozmosun her ikisini de kapsamak üzere kozmik varlık
düzlemleri arasında ayırt edilmesiyse onun kolları ve bacakları
mesabesindedir. Metafizik yalnızca Zat'ta bulunan Asıl ve onun tezahürleriyle
değil, kozmolojik düzenle ilgili çeşitli bilimlerin ilkeleriyle de ilgilenir.
Kutsal Asıl'dan başka birşey olmadığından, hem kutsal bilgi ve hem de en üst
düzeydeki kutsalın bilgisi olan Asl'ın bilgisiyle ilgilenmekle birlikte;
geleneksel kozmos bilimlerinin kalbinde, geleneksel antropoloji, psikoloji ve
estetik kadar bu bilimlerin ilkelerini ihtiva eden scientia sacra,
birliktedir.
Gerçek gibi görünen, nihai anlamdaysa
gerçek olmayan şeylerin tersine, Asıl, Gerçeklik'tir. Asıl, görece olan
şeylerin tersine, Mutlak'tır. Sonu olmayan'dır, diğer şeylerse sonludur.
Asıl, Bir'dir, Tek'dir; tezahürlerse çokluktur. O Yüce Cevher'dir; diğer
herşeyse arazdır. O, kendine nisbetle zikredilen formlara göre Zat'tır,
yanına konan herşeyse şekil; O behemehal Varlık-ötesi ve Varlıktır; çokluk
düzeniyse mevcudattan meydana gelir. Diğer herşey oluş halindeyken O vardır,
nihai anlamda ebedilik yalnızca O'nun içindir, diğer zahirileşmiş herşey
değişkendir. O Evvel'dir ve Âhir'dir de, başlangıç ve sondur. Eğer dünya
doluluk olarak tasavvur edilirse O Boşluk'tur, ve eğer görece olan ontolojik
yetersizlik ve temel hiçlik ışığında anlaşılırsa O Doluluktur.9 Bütün
bunlar kişi tarafından bilinebilecek olan Nihai Gerçeklik'ten söz etme
tarzlarıdır; fakat yalnızca teoride. Bu yalnızca, insan ruhunun merkezinde
bulunmakta olan Zat-ı İlahi'nin güneşi vasıtasıyla bilinebilir. Fakat, Asl'ı
tarif eden ya da O'na işaret eden tüm bu yollar anlamlıdır; referans
noktaları olarak etkilidirler ve daima Tarif-olunamayan'da ve, tezahürler
düzleminde Asl'ın tezahür etmemiş veçhesinin 'yansıma' ya da 'gölgesi' olan
sessizlik içinde nihayetlenen gerçeklenmiş yanıyla Hakikat bilgisini
destekler. Bu bütünlükçü görüş açısından Asıl ya da Menşe' yalnızca Batın
olarak değil, Zâhir olarak da görülür10; yalnızca Bir olarak
değil, Bir'in yansıması olan birçok şeyin esası olarak da görülür. Tevhidi
bilgi dağının zirvesinde Bir'den başkası bulunmaz; Gerçek ile gerçek-olmayanı
ayırt etme Gerçeğin ikili olmayan doğasına vukuf ile sona erer. Bu vukuf
marifetin kalbidir ve beşeri bilgiyi değil Allah'ın Zâtı'nın bilgisini, bilgi
yoluyla hedefi ve scientia sacra'nın özü olan bilinci temsil
eder.11
Sınırlı gerçeklik gerçekliğin bazı
alanları dışında tutulmuş olduğundan dolayı mutlak olamayacağından Nihai Gerçeklik
Mutlak ve Sonsuz'dur. Bu gerçeklik Hayr-ı Mutlak'tır ya da Mutlak'tan ayrı
düşünülemeyen Kemal'dir. Gerçeklik; Mutlak, Sonsuz, Hayr-ı Mutlak ya da Kâmil
olarak, anlaşılmak durumunda olan dünyanın ya da çokluğun ortaya çıkmasına
yol açar -aksi takdirde bu Gerçeklik bazı ihtimalleri dışarıda bırakacak ve
Sonsuz olmayacaktır. Âlem Hak olanın sonsuzluk ve hayrından taşar, çünkü
hayırdan söz etmek tezahürden, taşmadan ya da yaratılıştan söz etmektir.
Sonsuzluktan söz etmek Asl'ın nefyi de dahil olmak üzere tam imkanlardan söz
etmek demektir; esasen kozmogonik süreç Asl'ın tayin ettiği doğrultuda devam
ederken bu nefyi tamamıyla gerçekleştirmez. Zira tam bir nefiy saf ve basit
hiçliğe yol açardı.
Bir diğer görüş açısından da Hayır
Asıl'dan gelişe işaret eden taşma ya da tezahür yönünde Mutlak'ın hayalidir
ve âlemi oluşturur. Göreceliğin kökleri burada bulunmaktadır; ancak bu
görecelik hâlâ ilahi düzlemdedir. Bu, görece olarak ilahidir, ya da meşhur
Hindu kavramıyla îlahi mayâ 12 olarak
isimlendirilebilir. Görecelik Mutlak ve Ebedi olan Gerçekliğin bir imkanıdır;
bundan dolayı Gerçeklik ya da Mutlak, iyinin tezahürüne imkan verir. Bu
tezahürün alçalan hiyerarşisi aleme götürür. Alem, birçok ortodoks
geleneğin ileri sürmüş olduğu gibi nihai olarak iyidir,13 çünkü
İlahi Hayır'dan inmektedir. Bu inişin vasıtası Mutlak'ın İlahi Görecelik
düzlemindeki yansımasıdır. Bu yansıma kozmik mükemmelliklerin kaynağı,
arketiplerin "mekanı" kendisiyle herşeyin meydana getirildiği
kelime olan Yüce Logos yahut Kelime'den başka birşey değildir.14
Âlem ya da tezahür ya da yaratılış
Mutlak, Sonsuz, Mükemmel ve İyi olan Gerçeklik'ten sudur ettiğinden, Gerçeğin
ya da İlahi olanın da bu sıfatları tezahürler aleminde yansımalıdır.
Mutlaklık niteliğin varlığın özünde yansır. Herşeyde mevcut olan sırri
bulunuş özelliği onu diğer tüm şeylerden ve hiçlikten farklı kılar. Sonsuzluk
alemde çeşitli tarzlarda yansımıştır: uzayda sınırsızlıktır; zaman söz konusu
olduğunda sonu olmayan bir süredir; şekil söz konusu edilirse sonu bulunmayan
bir farklılıktır; sayıda sonu olmayan bir çokluk; ve maddede de
potansiyel olarak sonsuz sayıda form ve sonsuz bölünebilirliktir. Hayr'a
gelince, kainatta bizzat nitelik halinde yansımıştır. Ancak varoluştan
ayrılamaz olan bu nitelik tezahürün asıl ve ışıklı kutbundan en uzağa düşmüş
bulunan çokluk alemindeki belirli formlarda karanlıkta kalmıştır. Muhafaza
edici mekan, değiştiren ve dönüştüren zaman, niteliği yansıtan form, belirsiz
niceliği belirleyen sayı ve sınırsız cevherlilikte tavsif edilmiş olan madde;
bunlar yalnızca fiziki alemin değil, onun da ötesinde, İlahi İmparatorluğa ve
Mutlaklığın İlahi Sıfatlarına, Sonsuzluğa ve Kemâl'in kendisine uzanan
alemlerin de varoluş şartlarıdır.
Dahası, İlahi Sıfatların her biri
varoluşun beş şartında belli bir tarzda yansımıştır. Mutlaklık mekanda merkez
olarak; zamanda şimdiki an olarak; maddede madde ve enerjinin ilkesi olan
esir (ether) olarak; formda, formların en mükemmeli ve potansiyel olarak tüm
diğer geometrik şekilleri bünyesinde bulunduran ve onları üreten küre olarak;
ve sayıda da tüm sayılar için kaynak ve esas olan bir olarak yansımıştır.
Sonsuzluk mekanda teorik olarak sınır tanımayan uzam olarak; zamanda
mantıksal olarak sonu olmayan süreklilik olarak; maddede Maddi cevherliliğin
belirsizliği olarak; formda sınırsız farklılık imkanı olarak; ve sayıda da
niceliğin sonsuzluğu olarak yansımıştır. Mükemmellik (Kemâl) ise uzayda İlahi
Sıfatları yansıtan muhteva ve nesneler olarak ve ayrıca saf varlık olarak
-Sufiler buna "nefesü'r-Rahman" derler-; mekan ve zamanda bir
niteliğe sahip şekil ve olaylar olarak; şekilde güzellik olarak; ve sayıda da
ekseriya Pisagoryen sayı fikriyle alakalı olan geometrik şekillerle nisbeti
içinde sayının nitelik yanı olarak yansır. Scientia sacra kozmik
varlığın bu görünüşlerini Hakk'ı tavsif eden Mutlaklığın Yüce Sıfatları,
Sonsuzluk ve Hayr'ın bir ya da birçok düzlemdeki tezahürleri olarak
görür; aynı zamanda şu varoluş şartlarının İlahi görünüşleri doğrudan
yansıttığını da: madde ve enerji İlahi Cevher'i, form Logos'u; sayı
tüketilemez olan İlahi Birliği; mekan İlahi Tezahürün sonsuz yayılışını;
zaman da varoluşun evrensel dönüşümünün ritmini -İbrahimi geleneklerde resmi
ilahiyat öğretileri bu devirlerle ilgilenmişlerdir ve Hinduizm de bunlara
Brahma'nın gündüzleri ve geceleri diye işaret ederek dikkat çekmiştir.
Şarkta gelişmiş olduğu şekliyle
metafizik hemen daima ontolojiyle irtibatlı olduğundan, Varlığın Asıl ya da
Mutlak Hakikat'la ilişkisini ele almak üzere biraz ara vermek önem arzediyor.
Eğer Varlık varoluşun ya da tüm mevcudatın esası olarak tasavvur edilmişse, o
zaman Varlık Asıl'la özdeşleştirilemez, çünkü Asıl, yaratılmış olan veçhesi
tarafından tüketilemez. Varlık Yüce Asl'ın tezahür yönünde ilk taayyünüdür ve
Yüce Asl'ı yalnızca sözü edilen anlamda Varlık olarak tasavvur ettiği sürece
ontoloji metafiziğin yalnızca bir parçası olarak kalır ve bu ontoloji
eksiktir. Ancak, Varlık deyimi Mutlaklık ve Sonsuzluk anlamını kapsayacak
şekilde ilk kullanıldığı takdirde hem yüce Varlık ya da Gerçeklik ve hem de
ilk tanımıyla Varlık anlamına gelir. Bu, yalnızca Varlık sözcüğü
kullanıldığında da böyledir. Bunun, bazı Skolastikler tarafından kullanılan
"esse" ve bazı İslam felsefesi ve teosofi ekolleri tarafından
kullanılan "vücûd" sözcükleri için de böyle olduğu görülmektedir.15
Vücûd ile mevcûd, vücûd ile varoluş,
varoluşla öz ya da mahiyet arasındaki ayrım ve varlıklarda mahiyet ya da özle
varoluş arasındaki ilişki Ortaçağ İslam, Musevi ve Hıristiyan felsefesinin
özünde bulunmaktadır ve Ortaçağ düşüncesini konu edinen birçok eserde
tartışılmıştır. Scientia sacra görüşü açısından gerçeğin
tasavvurunun bu engin yolunun doğuşuna yol açan şeyin anlaşılamaması ve
neticede Batıda reddedilmesinin sebebi bu entellektüel sezginin kaybıydı; bu
kayıp varoluşa ait sır duygusunu tahrip etmiş ve felsfenin konusunu varoluş
akdinin (esto) incelenmesinden mevcudun (ens) incelenmesine
indirgemiştir; bunu realiteyi derece derece saflaştırmak için "o"nu
Ruh aleminden ve Varlık mertebesinden kopararak yapmıştır; varlığın sürekli
taşmalarıyla oluşan, duyulara sürekli bir "yatay" varoluşa sahipmiş
gibi görünen alemi "Dikey" Sebep'ten yahut Bizatihi Varlık'tan
kopararak...İslam felsefesinin Batı felsefesindeki ontoloji çalışmalarına
damgasını vuran açmazla sona ermemesi, onun mevcudattan ziyade Vücûd ve
fiilleri üzerinde durmasıyla ilgilidir; ayrıca bu felsefenin Sühreverdi ve
izleyicileri tarafından manevi tecrübeyle izdivac ettirilmesiyle de
ilgilidir; bu tecrübe, Varlık tecrübesini yalnızca bir imkan değil, varlığın
gerçeklik ve kavranışıyla ilgili bütün felsefi teorilerin kaynağı haline
getiriyordu.16
Hem Varlık-ötesi ve hem de Varlık olan
Mutlak Hakikat hem aşkındır, hem de İçkin'dir. Herşeyin ötesindedir ve insan
ruhunun özünde ve merkezindedir. Scientia sacra diğer bir
perspektifin diliyle de açıklanabilir. Bu dil, Tanrı'dan, Allah'tan, Tao'dan,
ya da alem-ötesi varlık olarak nirvanadan, formlardan ya da samsâradan
söz edebilir; bunu yaparken nihai olarak nirvananın samsâra,
samsâranın da nirvânaolduğunu belirtebilir. Kendisiyle
karşılaştırıldığında her nesneleşmenin mâyâ olduğu Zat-ı
İlahiden, Âtman'dan da söz eder. Tanrı hem aşkın hem de içkin olduğundan,
Mutlak Hakikat hem Yüce Nesne ve hem de Derûnî Özne olarak görülebilir; ancak
aşkın olduğu görüldükten sonra içkin olduğu anlaşılabilir. Varlık olarak
yalnızca Tanrı insana Yüce Varlık olarak mahiyette vâkıf olma imkanı
verebilir. Âlemi ayrı yaratılmış bir varlık olarak değil semboller ve
varoluşun işrâkıyla birleşmiş bir tezahür olarak gören tevhidi bilgi
aşkınlığın celâlini olumsuzlamaz. Bu celâl olmaksızın İlahi yakınlığın
güzelliği müşahede edilemez. Bütünlüğe sahip olan metafizik, kendi
düzleminde, Tanrı'yla insan ya da Yaratıcı'yla âlem arasındaki farklılığı
ortaya koyan teolojik açıklamaların gerekliliğine vâkıftır. Birliğin
metafizik bilgisi hem ıstılâhî ve hem de sözlük anlamı itibarıyla teolojik
bilgiyi kapsar; bunun tersi ise doğru değildir. Bundan dolayıdır ki tevhidi
bilginin elde edilmesi, teolojinin ilgilendiği dinin temellerini her zaman
güçlendiren kutsallık kokusuyla yüklüdür. Resmi teoloji araştırmalarıyla
hiçbir zaman scientia sacrayla sonuçlanmaz; scientia
sacra bir başka boyuta aittir ve insani düzlemde Akl'ın işlev
görmesinin bir başka yanı üzerine dayanır.
Metafizik yalnızca Gerçek ile görüş,
Varlık ile oluş arasında değil, varlığın mertebeleri arasında da ayrım yapar.
Gerçekliğin hiyerarşik doğası tüm gelenekler tarafından ifade edilmiştir ve
doktrinleri kadar dini uygulamalarının da bir parçasıdır. Bu, meşhur
Dionysius'un Semavi Hiyerarşiler'inde tanımlanmış olduğu gibi
meleklerin çeşitli mertebeleri tarzında; ya da İslam batıniliğinin bazı
ekollerinde olduğu gibi aydınlık ya da karanlık düzlemler şeklinde
anlaşılmasında ya da Hinduizm gibi mitolojik yapıdaki dinlerde olduğu gibi
tanrı ve titanların çeşitli düzeyleri içinde böyledir. Yüce Asl'ın Hiçlik ya
da Boşluk olarak görüldüğü Budizmde bile Budist kozmoloji anlayışına ilişkin
metinlerde ve Budist sanatında bu geniş ara alemler kayda değer bir ihtişam
ve güzellikle anlatılır. Geleneksel doktrinlerde gerçekliğin hiyerarşik yapısı
üzerine olan vurgu öyle büyüktür ki, meşhur bir Fars şiiri varlıktaki
hiyerarşiyi kabul etmeyenin zındık olduğunu belirtir.
Gerçekliğin mahiyetiyle ilgilenen scientia sacra burada
bilinen şekliyle teolojiden yine ayrılmaktadır. Teoloji doğrudan itikadı
ilgilendiren şeylerle meşguldür ve varlığın mertebeleri üzerinde durmaksızın
Tanrı ve insana dayalı daha basit bir gürüşü vardır. Bununla birlikte
teolojide bile birçok ekol her zaman gerçekliğin ara düzlemlerinin anlamını
tam olarak vermese de varoluşu ele almakta başarısız olmamıştır.17
Dipnotlar
1. Bu deyimin anlamı için bkz.
Nasr, Islamic Science -An Illustrated Study, Londra, 1976, s.14.
2. "Toute connaissance est, par
définition, celle de la Réalité absolute; c'est à dire que la Réalité est
l'objet nécessaire, uniqe, essential de toute connaissance possible."
Schuon, L'Oeil du coeur, s.20
3. Ortaçağ Müslüman, Yahudi ve
Hıristiyan filozofları bilginin aslı (kökü) olan Akl-ı Faal (el-Akl
el-Faâl, intellectus agens, ha-sekhel hapo'el) ile bilgiyi alan ve
İlahi Akıl'dan insan aklının almış olduğu şeyin entellektüel mahiyetini
vurgulayan bilkuvve ya da 'maddi' akıl (el-aklu'l-heyûlânî, intellectus
materialis, ha-sekhel ha-hyula'ni) arasında ayrım yapmışlardır. İslam'da
akıl doktrini üzerine bkz. Ibn Sina, Le Livre des directives et
remarques (el-işârât ve't-tenbihât), trc. A.M.Goichon,
Paris-Beyrut, 1951, s.324 vd; el-Fârâbî, Epistola sull'intelletto (Risâle
fi'l-akl), trc. F.Lucchetta, Padua, 1974; F.Rahman, Prophecy in
Islam, Philosophy and Orthodoxy, Chicago, 1979; ve J.Jolivet, L'Intellect
selon Kindi, Leiden, 1971. Genel olarak Ortaçağ Batı dünyası için bkz. E.
Gilson, History of Christian Philosophy in the Middle Ages, New
York, 1955; ve ayrıca M. Shallo, Lessons in Scholastic Philosophy,
Philadelphia 1916, s.264 vd; ve R.P. de Angelis; Conoscenza
dell'individuale e conescenza dell'universale nel XIII XIV secolo, Roma,
1922. H.A.Wolfson aralarında The Problem of the Soul of the
Spheres (Washington, 1962), Essays in the History of
Philosophy and Religion (ed. I. Twersky ve G.H.Williams, Cambridge,
Mass., 1979), Philo; Foundations of Religious Philosophy in Judaism (Cambridge,
Mass., 1968), Christianity and Islam(Cambridge, 1948) ve
"Extradeical and Intradeical Interpretations of Platonic Ideas" (Journal
of the History of Ideas, 22/1 Jan-March 1961; 3-32) de olmak üzere
birçok çalışmasında konu üzerinde durmuştur.
4. Bilgiyi 'fikirler' aleminden dünyaya
ya da Asıl'dan tezahürler alemine iniyor kabul eden Eflatuncu görüş,
tezahürden Asl'a ya da fizikten metafiziğe hareket eden Aristocu görüşe göre
zevki hikmet perspektifine daha yakındır.
5. Metafizikle din-dışı felsefe
arasındaki ayrım üzerine bkz. Guénon, Introduction to the Study
of Hindu Doctrines, s. 108 vd.; ve aynı müellifin, "Oriental
Metaphysics" başlıklı makalesi, bkz. J.Needleman'ın editörü olduğu
Sword of Gnosis, s.40-56.
6. Bu konu T. Izutsu tarafından şu
eserlerinde konu edilmiştir: The Concept and Reality of Existence,
Tokyo 1971; ve Unicité de l'existence et création perpétuelle en
mystique islamique, Paris, 1980.
7. Kullandıkları diller olan Fransızca,
İngilizce ve Almanca'da gelenekçi yazarların yapmış oldukları hizmet (onları
metafizik söylem için diriltmeleri ve onların sembolik niteliklerini
canlandırışları) birçok modern filozof ve pozitivist tarafından
gerçekleştirilen Avrupa dillerinin metafizik muhtevalarından
yoksunlaştırılması ve onları böylesi dilleri kullanan tek-boyutlu beyinleri
yansıtan tek-boyutlu dillere ingirgeme sürecinin tam tersi yönündedir.
Bazı gelenekçi yazarların etimoloji ve
kelimelerin kök anlamlarının canlandırılmasına olan ilgileri kelimelerin
kendi öz yapısında gizli olan sembolik imkanlarının bir kez daha ön plana
çıkarılması gereğiyle yakından ilgilidir. Bu sembolik imkanlar bir zamanlar
kutsalın dünyasında yaşamış ve dillerinde doğrudan yansımış olan 'sembolist
ruh'a sahip olanlarca kullanılmıştı. Hala mevcut olan kutsal ve arkaik diller
dilin kendi yapısında gömülü bulunan dikkate değer metafizik hazinenin
tanığıdır. Gerçekte, bazı toplumlarda, örneğin bazı tasavvufi ekollerde
bugüne kadar metafizik kutsal ya da arkaik bir dilin yorumu olarak
öğretilmiştir. Tasavvufla ilgili olarak bkz. J.L.Michon, Le Soufi
marocain Ahmad ibn 'Ajîba et son mi'raj. Glossaire de la mystique musulman,
Paris 1973, özellikle s.177 vd.
Ayrıca bkz. E. Zolla, Language
and Cosmogony , Ipswich, U.K., 1976; ve J. Canteins, Phonémes
et archetypes, Paris, 1972
8. Bu unsur tüm geleneksel doktrinlerin
özünü kapsar; metod ise kişinin kendisini Gerçeğe irtibatlandıran vasıtalarla
ilgilenir. Doktrin ve metod arasındaki ilişki üzerine bkz. M.Pallis,
"The Marriage of Wisdom and Method", Studies in Comparative
Religion, 6/2 (1972); 78-104.
9. R. Panikkar (Inter-religious
Dialogue isimli eserinde, New York, 1978) gibi bazı çağdaş bilim
adamları Budist Shunyata ile Hıristiyan Pleroma arasında
farklılık görürler. Oysa, metafizik açısından bakılırsa, Nihai Gerçeklik
anlayışı boşluk ve doluluk olarak yin-yanggibi bir diğerini
tamamlar ve bunların her ikisi de bütünlük içindeki her gelenekte kendisini
açığa vurur. Hatta, Fransisken mezhebi, özellikle de St. Bonaventure'ninki
tarafından İlahi Doluluk sembolizminin geliştirildiği ve vurgulandığı
Hıristiyanlıkta bile tamamlayıcı boşluk görüşü "Ulûhiyet Çölü"nden
söz eden Dominiken Meister Eckhart öğretisinde görülür.
10. Zahiri görüş açısından anlaşılması
en zor ayetlerden birisinde Kur'ân-ı Kerîm şöyle der: "O
Evveldir, Âhirdir, Zâhirdir ve Bâtındır, O herşeyi bilendir." (LVII;3)
11. Bu, Akl'ın kutsallaştırıcı
ziyalarından ayrılmış olan insan aklının miyopluğu sonucu ortaya çıkmış olan
çok kere panteizmle karıştırılmış olan Hinduluktaki Advaita Vedanta ve
tasavvuftaki Vahdet-i Vücûd görüşüdür. Bkz. Nasr, Three Muslim Sages,
Cambridge, Mass., 1964 s.104-8; ayrıca bkz. T. Burckhardt, Introduction
to Sufi Doctrine, s.28-30.
12. Bkz. Schuon, Du Divin à
l'humain, pt. 2, "Ordre divin et universel."
13. Dünyayı iyi olmaktan çok kötü olarak
gören Maniheizm mezhebinin bakış açısı aslında metafizik bir bakış açısı
değildir. Bu bakış açısı eşyanın hakikatini anlamayı hedef edinmez; maddi
varlığın hapishanesinden kaçış için bir yol sağlar. Budizm benzer bir pratik
perspektife sahiptir, fakat farklı bir manevi evrene ait olduğundan kuşkusuz
farklı bir metafizik arkaplanı vardır.
14. Herşeyin bir Kelime ile meydana
getirildiği konusunda İslam, Hinduizm ve Yahudi-Hıristiyan geleneği arasında
görüş birliği vardır. Kur'ân-ı Kerim şöyle der: "Birşeyin olmasını
dilediği zaman O'nun emri ona 'ol' demektir, o da oluverir." (Kur'ân-ı
Kerim, Yâsîn sûresi, 82. âyet-i kerime). Burada yalın haldeki "ol/kün"
kelimesi Kelime ya da Logos'la özdeştir.
15. Başlangıcı da, sonu da esse olan
Thomistik metafizik tamamıyla şarttan azade ve müphem anlamıyla Gerçeğin
bilgisini kapsayan olarak yorumlanabilir. Bununla birlikte bu deyim İlahi
Asl'ın tüm imkanlarına işaret eden posse deyimiyle
tamamlanabilir. Bu bakış açısından, Saint Thomas'ın duyumcu bilgi kuramına
rağmen (entellektüel sezginin varolabileceğini kabul etmeyişi nedeniyle
önceleri eleştirilmiştir), Thomizmin dogmatik muhtevasının gerçekten metafizik
tabiatlı gerçekleri kapsağı; bu metafizik tabiatın asıl olan bir yolun
bilgilerini yansıttığı ve metafizik tasavvura destek olabileceği
söylenebilir.
İslam felsefesinde, Sadreddin Şirazi
gibi bir kişi Zat-ı İlahi'yle özdeş şekilde vücûd'dan söz eder.
Tanrı'nın İslam'daki en yüce adı olan Allah (c.c.) hem varlığa ve hem de
Varlık Ötesi'ne delalet eder; hem Cenab-ı Hakka ve hem ed Mutlak ve Müteal
olan Gerçekliğe delalet eder; Meister Eckhart'ın ulûhiyet kavramına
da.
16. Bkz. Corbin'in şu kitaba giriş
yazısı : Sadr al-Dîn Shîrazî. Le Livre des pénétrations métaphysiques,
Tahran-Paris, 1964; burada Corbin İslam dünyasında ontolojinin Sebzivâri ve
benzerleriyle, Batıda ise Heidegger'le sona eriş akıbetlerini karşılaştırarak
İslami teosofik ve felsefi ekollerin varoluşçu felsefeden farklılığını
gösterir. Ayrıca bkz. Izutsu, The Concept and Reality of Existence;
ve Nasr, "Mulla Sadra and the Doctrine of the Unity of
Being", Philosophical Forum, December 1973, s.153-61.
17. İslam'da Eş'arilik gibi yaygın bir
kelam ekolü, sahip olmuş olduğu atomistik ve voluntaristik bakış açısıyla
uyumlu olarak, varlığın mertebeli oluşunu reddeder.
|
KÖTÜLÜĞÜN KÖKENİ DOKTRİNİ:
LURİA VE SABBATİ KABBALASI İLE MAHAYANA
BUDİZMİ’NİN “İNANCIN UYANIŞI” ESERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
Yevgeni A. Torchinov
Kötülük konusu her dini ve mistik -
teozofik düşünce sistemi için temel bir sorundur. Hıristiyanlıkta bu problem
bir seri tartışmanın nedeni olmuş, ve bir çok teodise sisteminin ortaya
çıkışına yolaçmıştır (yani, sonsuz iyi bir Tanrı'yla onun yarattığı dünyada
kötülüklerin birarada olabilmesinin açıklanması).
Bu ilahiyat sorununa en meşhur
cevaplardan biri Leibniz’inki olup, o, Tanrı’nın mümkün olabilecek en
mükemmel dünyayı yarattığı inancını savunmuştur. Kötülüğün insanın özgür
iradesinin ve seçme özgürlüğünün sonucu olduğu savı da hayli popülerdir. Ama
bu seçimin kendi gerekliliğini açıklamaz: Varlığın Kaynağı (yani Tanrı)
sonsuz iyi iken, bir kötülük imkanı bu dünyada nasıl ortaya çıkmıştır?
Bazı teozofi yazarları kötülüğü
açıklamak için, Tanrı’nın özünde karanlık ya da ahlaken kayıtsız bir temel
varsayarlar. Rus düşünür Nikolay Berdyaev bu fikri geliştirmiş, ve Tanrı’dan
önce karanlık bir asıl varsaymıştır; bu aynı zamanda Tanrı’nın da kaynağı ve kökenidir;
bu kaynak kendini eşit ölçüde iyi ya da kötü olarak açığa vurabilir. Berdyaev
bu tanrı - öncesi töze “meonik özgürlük” demiş (anlamı: “yoksal özgürlük”,
“varlık-sız özgürlük”) ve bu anlamda Schelling’i izlemiştir. Schelling “Tanrı
bizatihi (kendi zatıyla) kaimdir” sözünün anlamını Zat’ın Tanrı’dan (yalnız
formel ve mantıksal olarak değil) aslen de farklı olduğu; O’nun içinde, ama
O’ndan önce de varolduğu şeklinde yorumlamıştır.
Kabbala kötülük problemine herzaman ilgi
ile yaklaşır. Kabbalacı gnostikler ve teozofistler, kural olarak, aynı
düşünce çizgisini (ya da kalıbını) takip etmişler ve Boehme ve Schelling’in
izleyicileri olmuşlardır. Dahası, Kabbalacıların aslında Hıristiyanlıktaki bu
düşünce akımının asıl babaları oldukları bile söylenebilir; öte yandan
Kabbala’nın Boehme ve Schelling üzerindeki etkisi tartışmaya açıktır. Yine
de, Kabbalacı teozofi bu anlamda çok orijinal seçenekler sunar; böylece
düalizmin (ikicilik) ve illüzyonizmin (hayalcilik) batağından kaçılabilir.
Kötülük problemine Kabbalacı yaklaşımın
aşağıdaki özetinde kendimi Luria Kabbalası ile sınırlı tutacağım; bunun ana
nedeni onun Kabbalacı hareketin tarihi seyri içinde oynadığı rol ve gnostik -
teozofik sistemde kötülüğe verilen önemdir. Gazzeli Nathan’ın Sabbati
Kabbalası’na birkaç kısa referans ilave edeceğim; bu eser temel ve paradigma
olarak doğrudan Luria Kabbalası’ndan esinlenmiştir.
R. Hayyim Vital’ce de açıklandığı gibi,
Luria Kabbalası öğretisi, gizli aşkın Mutlak’ın, Deus Absconditus’un (En Sof,
Sonsuz, ya da “Or En Sof”- Sonsuz Nur) kendini kendi içine çekmesi
gerektiğini savlar, ki böylece yaradılmışlara yer açılabilsin. Eğer En Sof
herşeyse, eğer O sonsuz ve sınırsız ise, o zaman yaradılmış evrene yer
kalmaz. Bu nedenle, En Sof ya da Sonsuz Nur, kendi merkezinden dışarı
çekilerek içinde bir alanı “boşalttı” ve dünyanın yaradılışına yer açıldı.
Bu kendi içine çekilişin ıstılahi tabiri
“zimzum”dur (tsimtsum). Asırlar boyu, zimzum’un değişik yorumları önerildi;
aralarında lugavi, mit - şiirsel ve felsefi olanları vardır. Örneğin, kimi
Kabbalacılar zimzum’u Tanrı'nın mahlukat lehine kendini sınırlaması olarak
görürler ([1]).
Şunu da not etmek önemli ki, Gazzeli
Nathan, “Yaradılış Kitabı”nda (Sefer Ha Beriy’a), İlahi İrade’(de bir düalite
(ikilik,) ya da çelişkinin olduğunu anlatır: Kendini çekmek ve yaratmak
iradesi (“düşünen ışık”), ve ezeli ve saklı halini sürdürme, dolayısıyla geri
çekilmeme ve yaratmama iradesi (“düşüncesiz ışık”).
Peki, bu ilahi içine çekilmenin nedeni
neydi? Luria Kabbalası, İlahi İrade’nin kendi doğasının gereği, sonsuzdan
beri En Sof’un sırrını açığa vurmak istediğini iddia eder ([2]). Ama bu kosmogonik süreç için başka bir temel de vurgulanır. En Sof’un
Kendi tabiatında varolan potansiyel kötülük köklerinden arınma gayretidir bu,
kastedilen Sert Hükm’ün (din) ([3]) gücünün kökleridir.
Bu kökler somutlaştırılmalı, açığa
çıkarılmalı, böylece En Sof için bunlardan kurtuluş mümkün olmalıdır. Mutlak
bu köklerin bilincine varmalıdır, ki onlardan kurtulabilsin. Böylece yaradış
sürecinin kendi, Sert Hükm’ün köklerinin somutlaştırılması sürecinde, düzen
altına alınması, sınırlandırılması, ve çevrelenmesidir.
Böylece, denebilir ki, yaradış sürecinin
(ve onun ilk aşaması olarak zimzum’un) muharrik gücü Mutlak (En Sof)
içindeki Sert Hükm’ün kötü köklerinden kendini kurtarma eğilimidir. Ama bu
süreç, kendi doğası gereği, kötülük köklerinin zahire çıkışları, dolayısıyla
bir imkan olmaktan vakıa olmaya dönüşümleri ile yakından ilişkilidir. Ancak
Sert Hükm güçlerine varlık tanıyarak, Mutlak onlardan kurtulabilir, ya da
onları hayır ve tenzih ilkelerine dönüştürebilir.
Bu fikir, Sert Hükm’ün güçlerinin
(dolayısıyla kötülüğün) zahire çıkışı ve yaradılışın başlaması olarak ifade
edilebilir: Yaradışın ilk aşaması olarak içe çekiliş, zimzum gelir. Ama her
çekiliş ya da sınırlama Sert Hükm güçlerinin de bir işlevidir. Yani, bu güçler,
zorunlu olarak, yaradılışa ilk başından beri karışırlar, ve bu müdahale,
somut kötünün ortaya çıkışına gebedir. Dolayısıyla bu makalenin amaçları
açısından aşağıdaki noktaları vurgulamak önemlidir:
1) Luria
Kabbalası’na göre kötülüğün kökleri (“din” güçlerince açığa çıkarılır)
Mutlak’ta (En Sof) içkin ve onun derinliklerinde gizlidir.
2) Yaradış
süreci bu potansiyel kötülük köklerini açığa vurur.
3) Bu
din’in açığa vuruşu – tezahürü, zimzum ile yaradışın başlamasının temelini
oluşturur.
4) Yaradışın
amacı “din” unsurunun (dolayısıyla kötü’nün) önce zahire vurulup, sonra bir
“ilahi katarsis” (içini dökme) sürecinde giderilmeleridir.
Şimdi bu noktaları gözönünde tutarak
konumuzla ilgili kimi Budist eserleri inceleyebiliriz.
İlk Budizm’de ve Theravada (Sthaviravda)
(eskilerin yolu – ç.n.) geleneğinde kötülük problemi basit bir şekilde çözüme
bağlanır. Kötü “acı çekme” – duhkha olarak anlaşılır, ve bu da
“böyleliğin” temel özelliklerindendir (bağlı diğer kavramlar “anitya” -
sonsuz olmama, tutarlı olmama, ve “anatma” – tözsüzlük, ya da tözden
yoksunluk – “ego”). Kısaca, ilk Budizm kötülük olgusunu “böylelik” halinde
varoluşun temel bir arazı olarak göstermiştir. Aynı zamanda duyu sahibi
varlıkların acı çekmesinin ve doğum - ölüm dairesi (samsara) içinde döngüsel
varlıklarının nedeni de incelenmiş, ve bunun cahilce etkilenme ve arzular, ya
da kirlenme (klesa) olduğu söylenmiştir. Dahası, Abhidarma metinlerinde
(Vasubandhu’nun ünlü “Abidarma Külliyatı”, Abidharma kosa, 3. bölüm, Loka
nirdesa, “Dünya’nın Tezahürü”) Üçlü Kosmos (traya lokya) bile, bir önceki
kozmik dönemin (kalpa) yaşayan varlıklarının yaptıkları toplu etkinin
sonuçlarının somutlaşması (“maddeleşmesi”) olarak anlaşılmıştır. Başka
hiçbirşey değil, yalnız klesa’lar (saklı, içkin hallerinde etkilenme ve
tutkular) her kosmik dönemin başlangıcında evrenin maddesel temelini
oluşturur. Ve bu evren yalnız, her varlığı acı dolu samsara varoluşuna sokan
ezeli arzu ve şehvetlerin, Etkileşimli Varoluş Kanunu'na (pratitya samutpada)
göre oluşan bir tezahürüdür. Ve samsara’nın bu “kötü” özelliği Budizmin
doktrin temellerinde de doğrulanır; yani Dört Soylu Gerçek’te:
1) Her
varoluş acı doludur / tatminsizdir
2) Arzu
ve tutkular acının sebebidir
3) Acıdan
uzak bir hal (nirvana) vardır, ve
4) Samsara’dan
kurtuluş ve Nirvana’ya eriş yolu (Sekiz - katlı Soylu Yol) vardır.
Ancak cahilce istek ve etkilenimlerin
temelinin ne olduğu sorulmaz. Bu sorunun aslında yanlış olduğu da öne
sürülür, çünkü samsara’nın döngüsel varlık özelliği başlangıçsızdır: İlk
dönem Budizmi yalnız tin’in şimdiki halinin analizi ile ilgilenmiş ve
bilincin (vijnana) temellerini ya da kaynağını sorgulamayı düşünmemiştir.
Mahayana (büyük vasıta) Budizminde durum
çok değişir. Budizmin Mahayana okulları (örn. Yogacara ya da Vijnaptimatra)
bilincin ve samsara varoluşunun köklerini bulmayı da denemişlerdir.
Yogacara’cılar ünlü bir prensip ortaya atarak, samsara’nın her üç aleminin
bilinç (vijnana, citta) ve onun halleri (Vijnapti, caita) olduğunu
söylemişlerdir. Eğer samsara bilinçten başka bir şey değilse, bu demektir ki,
bilincin kökleri aynı zamanda samsara’nın kökleridir. Yogacara’cılar, tüm
samsara tecrübelerinin temeli olarak bir “alaya vijnana” (birikmiş bilinç)
seçeneği ileri sürdüler. Şu da vurgulanmalı ki, klasik Yogacara’da bu
birikmiş bilinç, tecrübe edilen alemin c oluştuğu cevher ya da madde olarak
anlaşılmaz. Yogacara’cılar sıksık “akarsu”yu alaya vijnana’yı tasvir için
örnek verirler: o saf bir süreksiz, hatta anlık tabiatler ardıllığıdır.
“alaya vijnana”nın Tibetçesi “sems khun gzhi”dir; “anlamı herşeyin kökü olan
bilinç”tir. Alaya vijnana kavramı samsara’nın doğasını açıklamakta
yeterlidir, ama son kurtuluşun, Nirvana ve Aydınlanma’nın, daha doğrusu
Budalığın yüce mevkiine varmak için Uyanış’ın (bodhi) doğasını
açıklamakta çok yetersiz kalır.
Bu eksiklik “Tathagatagarbha” doktrini
ile düzeltilir ve bu yazı için onun incelenmesi zaruridir. Thatagata (Böyle
Gelen) Buda için en sık kullanılan sıfatlardandır. Sanskritçe olan
“garbha”nın çift anlamı vardır. İlk anlamı, embriyo, cenin’dir. İkinci anlamı
cenin’i kapsayan, yani rahim’dir. İlk anlamıyla Tathagatagarbha Budalığın
rüşeym ya da cenin halidir; bu yalnız bizim (ve herhangi bir duyusal varlığın
da) kendi asli tabiatımızda içkin değildir; bu tabiatı yapar da (her
varlık bir potansiyel Buda’dır, müstakbel Buda). ikinci anlamında
Tathagatagarbha Bir Zihin’dir; Mutlak Zihin (eka Citta), tüm varlığı
kucaklar; hem samsara hem nirvana’nın cevheridir. Bu Mutlak Zihin’in dört
soylu özelliği vardır ve bunlar samsara’nın özelliklerine aykırıdır:
Samsara süreksiz (anitya), acı dolu
(duhkha), töz’den yoksun (anatma) ve kirli (asubha) iken, Tathagatagarbha
sürekli (nitya), mutluluk dolu (sukha), töz ya da Öz (atma) sahibi, ve saftır
(subha). Bu Mutlak Buda - Zihni aynı zamanda her bilinç halinin de
tabiatıdır; örneğin suyun her dalganın tabiatı olması gibi.
Burada, Aydınlanma / Uyanış sorunu
çözülür: Bu bizim kendi iç tabiatımızın gerçeklenmesidir, ve o da Buda
tabiatıdır. Ama samsara’nın sonsuz acılar ve kederler zinciri yeni bir anlam
kazanır. Eğer her varlığın tabiatı (Budist terminolojide her “dharma”nın
tabiatı) mutlak mükemmel, ışıklı ve aydınlanmış ise nasıl oluyor da samsara
(koşullu ve nisbi bile olsa) varoluyor? Samsara döngüsünün ve onun
kötülüklerinin nedeni nedir? Kısaca konuşursak, Budist Mahayana düşünürleri
burada teodise’ye (kötülük problemi) yakalanırlar.
Kötülüğün (ve samsara’nın) temeli
üzerine en detaylı ve açık araştırmaya “Mahayana sraddotpada sastra”da (Çince
“Da sheng qi xin lun” – “Mahayana’da İnancın Uyanışı”) rastlıyoruz. Bu metin
bugün yalnız Çincede bulunmakta olup, yanlış olarak 1. y.y. Hint yazarı
Asvaghosa’ya nisbet edilir. Aslında Çin’de 6. y.y.da yazılmıştır. Budist
geleneğe uygun olarak 550’de ünlü Hintli Budist rahip ve çevirmen Paramatha
(499-569) tarafından Çinceye tercüme edilmiştir. Ancak, eserin Paramatha ya
da onun Çinli talebelerinden biri tarafından Çince olarak yazıldığı konusunda
kuvvetli şüpheler vardır, çünkü metin suni olarak Hint teorik metinlerini
taklit eder. Bu şüphelere ek bir nokta da, bu eserden hiçbir Hintçe Budist
metninde alıntı yapılmamış olmasıdır; eserin Tibetçe bir tercümesi de yoktur.
7. y.y.ın ünlü Çinli gezgin ermişi Xuanzang, rastladığı Hintli alimlerin
böyle önemli bir metinden habersiz olmalarına o kadar şaşırmıştı ki, oturup
metni Çinceden Sanskritçeye tercüme etti.
“Mahayana’da İnancın Uyanışı” (kısaca:
Uyanış) Doğu Asya’da (Çin, Japonya, Kore ve Vietnam) Budist geleneğin en
önemli metinlerinden biri haline geldi; Uzakdoğu’nun Budist okullarının (örn.
Tiantai, Huayan ve Chan / Zen) ve onların doktrinlerinin oluşumunda çok güçlü
bir etki yaptı.
Teorik açıdan eser Tathagatagarbha
teorisinin en yüksek noktasını ve Yogacara doktrinleriyle (en önemlisi “alaya
vijnana” ya da “birikmiş zihin”) bir sentezini ifade eder. Böylece “Uyanış”
her iki doktrininin de güçlü yanlarını alır: Samsara’nın kökenleriyle ilgili
Yogacara doktrini ve Aydınlanma ve Buda -Tabiatı üzerine Thatagatagarbha
öğretileri.
Burada, bu doktrin sentezi ve içeriğini
incelemeye çalışacağız. Şunu vurgulamak önemlidir: “Uyanış” tek gerçekliğin
ilksel varlığını ilan eder (“tathata” ya da “Böylelik”, ve bu Bir Zihin’dir –
ekacitta, yi xin). Bu Mutlak, bizim aşkın gerçeklik düşüncelerimizden ari,
ama kendi içinde boş değildir. Sayısız iyi özelliğin doluluk ve
taşkınlığıdır. Yine de, yalnız bu Böylelik samsara’nın ve bütün onun
acılarının, aynı zamanda nirvana’nın ve onun mutluluğunun da kaynağıdır.
“Uyanış” der ki:
“Başlangıçtan beri, Böylelik kendi
tabiatı içinde tüm iyi özelliklerle donanmıştır; yani büyük bir bilgeliğin
ışığı ile, tüm evreni aydınlatma yetisi ile, kendi tabiatını tam kavrayış ve
saf zihin ile; sonsuzlukla, mutlulukla, Özle, ve saflıkla, yenileyen
tazelikle, değişmezlikle ve özgürlükle. O tüm bu kamil özelliklerle
donanmıştır, ki bunlar Ganj nehrindeki kum tanelerinden çoktu. Öte yandan
bunlar, Böylelik’in özünden bağımsız, ayrıya da farklı değildirler; bunlar
Budalığın mantık -üstü arazlarıdırlar. O tüm bunlarla donanmış olduğundan, ve
hiçbirşeyden yoksun olmadığından ona Tathagata -garba (Gizli olan), ve aynı
zamanda Tathagata Darmakaya’sı denir.”
Eser ila eder ki, Mutlak Zihin,
(Böylelik)iki yüze sahiptir: Aydınlanmış yüz, Aydınlanmamış yüz.
Asli Aydınlanma (Asli Uyanış, ben jue,
kelime anlamıyla “kök uyanış”) Zihin’in bir tözüdür ve o kavramsal
farklılaştırıcı düşünmeden arınmıştır. Sanki herşeyi kaplayan sonsuz boş uzay
gibidir; ve O “ansız Biri”, Buda’nın mutlak vücududur (dharmakaya, fa shen).
Aydınlık -olmama (bu jue) da asli
Aydınlanma’dan kökenini alır; ikincil ve tözsel almayan tabiattır. Yine de,
onun empirik (deneysel, tecrübi) varlığı, yaşayan varlıklar (insanlar) için,
zihni meditasyon pratikleriyle kendi tözsel aydınlık tabiatlarını tanımaya
götürmesi açısından gereklilik oluşturur. Bu tür, yani empirik (deneysel)
olarak Budist Yoga’nın meditatif pratikleriyle kazanılmış Aydınlanma’ya
“başlangıcı olan Aydınlanma” (shi jue) denir.
Asli Aydınlanma, içkindir, ama aydınlık
-olmama arızidir. İkincisi bu aynı asli aydınlanmanın vaki olmamış
(gerçekleşmemiş) halidir. Yani, insan aslen aydınlanmış ve kurtulmuştur, ama
yine de acı çeker, çünkü aydınlanmış ve kurtulmuş olduğunu farketmez ve kör
ve inançsız bir adam gibi devam eder, aydınlanma ve kurtuluşu başka yerlerde
arar. Temel şu ki, eğer insan aslen aydınlanmış ve kurtulmuş olmasaydı, onun
sonradan da aydınlanma ve kurtuluşu erişme ümidi yoktu.
Sonradan kazanılan Aydınlanma da, tam ve
mükemmel haliyle asli Aydınlanma’nın öz ve cevher olarak aynısıdır. Budalığa
erişecek Boddhisatva pratiklerinin (bhavana) form ve türleri ile aşamaları
detaylı olarak Uyanış metninde açıklanır.
Aydınlanmamış yüz, tabiatını, birliği
yani Böyleliğin Gerçek Tabiatını anlamamak ve ondan görünüşte
bağımsızlık şeklinde ortaya koyar. Bu bilgisizlik farklılaştırıcı düşüncelere
neden olur; sonra da özne -nesne ikiliğine yol açar, tutkular ve arzular
gelir, ve son olarak samsara varoluşunun her acısı ortaya çıkar. Yine de, bu
bilgisiz düşüncelerin kendi başına bir varlığı yoktur. Bu nedenle “onlar
gerçek Aydınlanmadan bağımsız değillerdir”. Ve hem Uyanış şarihleri, hem de
bu eserin doktrinine felsefi bağlılık taşıyan Budist düşünürler Mutlak’ın bu
yüzünü resmetmek için asli Aydınlanmayı temsil eden beyaz bir dairenin içine
siyah bir nokta koyarlar (Zongmi (780-841) de ünlü “Chan Önsözü”nda böyle
yapmıştır).
Metin, ayrıca Aydınlanma ve Aydınlanmama
ilişkileri problemi ile uğraşır. İki tür ilişki inceler: kendini bilmek,
kendini bilmemek. Her olayın temelde kendi Böyleliğinden farklı bir aslı
yoktur; tıpkı her tür çömlek ve seramik parçasının aslında kilden, yani aynı
tabiattan oluşu gibi. Bu nedenle büyüye benzer görüntüler bile (maya, huan)
kökeninde ve aslen Mutlak Zihin’in ve O’nun Böyleliğinin içkin tabiatını
taşırlar. Burada Uyanış yazarı temel bir dini eser olan “Bilinmeyen Sutra”ya
atıf yapar:
“... tüm duygulu varlıklar içsel olarak
sonsuzluğu çeker ve nirvanaya girerler. Aydınlanma hali, pratikle kazanılan
ya da yaratılan bir şey değildir. Sonuçta o kazanılmazdır (çünkü baştan
verilmiştir).”
Kendini bilmemek arızi bir tabiattır;
farklı çömleklerin farklı şekilleri olması gibi. Bu nedenle, deneysel olarak,
samsara’nın hayalleri vardır. Böyleliğin Gerçeği ile samsara’nın hayali
fenomenleri arasındaki farklar, duygulu varlıkların ve onların Gerçek’in
doğası hakkındaki etkin bilgisizliklerinin kirli bilinci ile uyum halindedir.
Ve, denebilir ki, duygulu varlıkların bu
bilgisiz bilinçleri kendi nisbi tözsel -olmayan varlıklarını Bir Zihin’in
aydınlanmamış yüzüne borçludurlar; o da, dönerek, duygulu varlıkların aslen
varolmayan sapmış bilinçleri sayesinde varolur (svabhava, zi xing).
Şimdi, Bir Zihin’in aydınlanmamış
yüzünün işlevi sonucu ortaya çıkan samsara tezahürünün oluşum yolunu
inceleyelim.
Uyanış, samsara’nın ortaya çıkışı için
üç aşama tanımlar:
1) Zihin’in
aydınlanmamış yüzünün varlığı onda kargaşaya neden olur, ve bu kargaşa
bilgisizlik eylemidir. Bu eylemin sonucu acıdır (tam keder, ya da kaygı;
duhkha)
2) Kargaşa,
Böyleliğin birliğini yokeder. Sonuçta deneysel olarak algılayan özne varlığa
çıkar.
3) Deneysel
nesneler dünyası, algılayan özne nedeniyle kendi hayali varlığına erişir.
Nesneler varlıklarına ancak özne ile ilişkileri bağlamında sahiptirler.
Algılayan özneler olmasa, algılanan nesneler de olmaz. Özne ve nesneler asli
bir tabiatten yoksundurlar. Varlıkları ancak Böyleliğin tözsel olmayan
aydınlanmamış yüzüne nisbetle -izafeten’dir; ve onun yanlış tabiatınca
koşullandırılır. Böylelik haliyle Zihin, gerçek tabiatı gereği sakin ve özne
-nesne ikiliğinin ötesindedir.
Üçüncü aşamada zihin nesnelerin
karakterleri tarafından koşullanır. Bu aşamada aşağıdaki altı görünüşü
üretir:
1) Nesneler
dünyasının yanlış algılanmasına bağlı olarak özne sevme -sevmeme ayrımı yapan
aklı kazanır.
2) Sonra
bilinç nesneler dünyası ile bağlantılı zevk ve acının farkına varır. Bu
farkındalık durdurulamaz, süreklilik kazanır.
3) Bilinç
sapmış fikirlerini nesneler dünyasına giydirir ve sevdiği şeylere tutkun
olur.
4) Ayırımlar
ve zihni yapılanma (vikalpa, fen bie) aşaması. Nesneler bağlanan bilinç bir
kelime ve kavramlar bağlı bir analitik yetenek geliştirir, ki bunlar da
aslında anlamdan yoksundurlar. Kelimeler ve kavramlar sapmış bilinçte
gerçeğin yerine geçerler.
5) Zihinde
yaratılan bu kelime -kavram simgelerine bağlılık her tür kötü karma’ya
yolaçar (ye); bilinç bir doğum -ölüm çemberinin tutsağı olur.
6) Bilinç
karmanın meyvalarından acı çeker ve artık özgür değildir. Böylece, bilincin
her tür kirli hali bilgisizlikten doğar, ve bilgisizlik kendi hayali
varlığını aydınlanmamış yüzden alır; bu ise Böylelik’in nisbi, geçici yüzüdür.
Samsara’nın ortaya çıkışı sürecinin
başlamasını tarif eden Uyanış, “vasana” kelimesini kullanır (xun xi); bu bir
Yogacara terminolojisidir. Buradaki anlamı “birşeyin içine sızabilen etki ya
da eylem” demektir. Samsara’nın başlangıcı konusunda söylenebilir ki,
kaynağını Böylelik’in Aydınlanmışlığından alan aydınlanmamışlık, bilgisizlik
doğurur, ve bu ise kirli halin ana sebebidir ve sonuncusu Böyleliğin tözü
içine sızar. Ve bu sızma (vasana) sapmış bilincin ortaya çıkışının nedenidir.
Böylelik’in temel prensibi , henüz “başlangıcı olan Aydınlanma”da
gerçekleşmemiş iken, sapmış bilinç, duyular ve aklın kuruntusu olan nesnelere
dayanmaya devam eder. Bu nesneler, dönerek, sapmış bilince sızarlar ve
“sapmış aklın kendi fikirlerine bağlanmasına, çeşitli karma üretmesine ve her
tür ruhsal ve fizik acı çekmesine neden olurlar. Bu sürece ancak Aydınlanma
ile bir son verilebilir; o da psiko -pratik zihin eğitiminin bir sonucudur;
temelde asli Aydınlanma ile aynı şeydir, Gerçek’in tabiatının böyle olduğu
gibi.
Uyanış, kurtulmuş aydınlanmış aklı nasıl
tanımlar? Burada metin Budist metinlerde çok popüler misaller olan “dalgalar
ve su”yu kullanır. Aşağıda metinden iki önemli alıntı vardır:
1) Her
zihin ve bilinç durumu (laksana) (aydınlanmamışlığın etkisi altında) bilgisizliğin
sonucudur. Bilgisizlik ise Aydınlanmadan ayrı varolamaz; bu nedenle varlığı
yok da edilemez (çünki kimse olmayan birşeyi yok edemez), ve yine onun
“yokluğu da yokedilemez” (bu durumda olduğu gibi kalır). Bu denizin suyu ile
(aydınlanma) dalgalar (zihin durumları) arasındaki ilişki gibidir; suyu
rüzgar (bilgisizlik) karıştırır; dalgalar (zihin durumları) oluşur. Su ve
rüzgar ayrılamaz, ama su özünde hareketli değildir, ve eğer rüzgar durursa
dalgalanma da durur. Ama suyun su hali değişmez. Aynı şekilde, insanın Zihni,
aslen arınmış olarak, bilgisizlik rüzgarınca karıştırılır. Hem Zihin, hem
bilgisizlik özel formlara sahip değildir; birbirinden ayrılamaz. Ama zihin
aslen hareketli değildir, ve bilgisizlik biterse, o zaman (sapmış eylemlerin)
ardıllığı da biter. Ve bilgeliğin asli tabiatı (Zihin’in tözü, suyun su
özelliği gibi) yokolmadan kalır.
2) Soru:
Eğer zihin sona ererse, onunu ardıllığı ne olur? Eğer zihnin ardıllığı yok
ise, onun nihai duruşu nasıl açıklanır?
3) Cevap:
“Durma” diye adlandırdığımız şey, (sapmış) zihnin işaretlerinin
sonlanışıdır; onun tözünün sonlanışı değildir. Yine rüzgar örneğinde olduğu
gibi, suyun yüzeyini takiple, o kendi hareket işaretlerini bırakır. Eğer su
yok olsaydı, rüzgarın işaretleri de giderilecek ve rüzgar (hareketini üzerine
resmedeceği) bir dayanağa sahip olmayacaktı. Ama su yok olmadığından,
rüzgarın işaretleri devam edebilir. Ne zamanki rüzgar biter, onun hareketinin
işaretleri de biter. Bu suyun bitişi demek değildir. Yani ancak
bilgisizliktir ki, onun etkisiyle Zihnin tözünde hareketlenme olur. Eğer
Zihnin tözü bitecek olaydı, herşey son bulur ve buna kimse engel olamazdı.
Ama töz bitmemekte, zihin devam etmektedir. Ancak ahmaklık bitmekte, ve
zihnin (ahmaklığının) işaretleri bitmektedir. Zihnin Bilgeliği (töz) bitmez.
Bu nedenle, denir ki, Aydınlanma
bilgisizlik rüzgarlarının denizin yüzünde üflemesini durdurur. Deniz, (Mutlak
Zihin’in öz tabiatının bir tasviridir) değişmez, tabiatı aynı kalır, Tek
Zihin’in derinliklerinden köken almış olan bilgisizlik rüzgarınca (avidya, bu
jue) oluşturulan, yalnızca arızi ve temelde gerçek olmayan dalgalar
(samsara’nın döngüsel varoluşu), sona ererler. Bunun anlamı, Aydınlanmış
zihin için nesnelerin tüm varlık kategorilerinin ortadan kalkması demektir.
Ve bu kamil Aydınlanmış Zihin için artık aydınlanmamış yüzün siyah noktası
artık yoktur. Bu bir “düzeltme”dir; ya da Böylelik’in “katarsisi” (= içini
dökmesi, ç.n.). Aslında baştan beri olduğu halini alır: Dual (iki) olmayan,
ışık saçan, mutlak Tek Zihin; O’nda Dharmakaya olan Buda’nın sayısız iyi ve
mükemmel sıfatları vardır. Bu Uyanış’ta şöyle sunulur:
Gerçekte, maddi nesneler yoktur, çünkü
tüm nesneler zihinden köken alırlar. Ve maddi nesneler varolmadıklarından
“boş uzay” uğraşı gerektirmez. Tüm nesneler zihinden gelirler; hayaller
ortaya çıktığında (gerçek zannedilen nesneler) belirirler. Zihin sapkın
eylemlerinden kurtulunca tüm (gerçek sanılan) nesneler kendiliklerinden
kaybolur. (Gerçek olan) Tek ve Gerçek Zihin’dir, heryerdedir. Bu Tathagata’nın
büyük ve geniş bilgeliğinin son anlamıdır.
Uyanış’ın, samsara’nın kötülüklerinin
kökeni ve onlardan kurtuluşla ilgili en önemli öğretilerinin incelenmesinden
sonra, konuya Mahayanacı ve Kabbalacı yaklaşım tarzlarını analiz ve kıyas
edebiliriz:
Uyanış’ın kötülük problemine
yaklaşımında, Luria Kabbalası’nda sözedilen yaklaşımlarla karşılaştırılabilir
bir seri özellik buluyoruz.
1) Her
iki öğreti de kötülüğün köklerinin Mutlak’ın kendinde olduğunu savlarlar.
Luria Kabbalası’na göre bu kökler “din”in (Sert Hükm) potansiyel
güçleridirler; aşırı büyüme ve Rahmet’in güçlerinden ayrılışlarını
“gellipoth” ya da “kabuklar” olarak bulurlar. Bu nedenle, varlığın karanlık
yüzü de gizli olarak Mutlak'ta içkindir. Uyanış’a göre, kötülüğün ve samsara
döngüsel varoluşunun tüm acılarıyla birlikte temeli Mutlak’ın aydınlanmamış
yüzünden çıkar (Işıklı Tek Zihin olarak Böylelik); O’nun ikincil ve arızi bir
tabiatı daha vardır, ama yine de duygulu varlıkların deneysel bilincinin tüm
bu kirliliklerinden sorumlu değildir.
2) Yaradış
süreci, kötülüğün köklerinin somutlaştırılması ya da tezahürü olarak görülür.
Luria Kabbalası’nda, Mutlak’ın Asli Sonsuz Işığının (“Or En Sof”) yaradış
eyleminin ilk aşaması kendine çekiliştir (zimzum); yani kendini sınırlama. Ve
her sınırlama “din” güçlerinin (ki onlar kötülüğün de kökenidirler) açığa
çıkışı olarak görülebilir. Bu nedenle, kötünün tezahürü (açığa çıkarılması)
bu anlamda yaradışın ana karakteristiğidir. Uyanış’ta samsara’nın çıkışının
ilk noktası Mutlak’ın aydınlanmamış yüzünden köken alır. Bu bilgisizlik
kendini ayırımcı düşünce ile açığa vurur, ve o yanlış olarak kendini
Böylelik’in tözünden farklılaştırır. Bu sürecin devamında bir özne -nesne
karşıtlığı ve çeşitli tutkulara giden bir zihni yapılanma ya da serap ortaya
çıkar.
3) Yaradış
süreci yalnız kötülüğün tezahürü süreci değildir. Mutlak böylece kötünün
potansiyel köklerinden kurtulur; bu anlamda Mutlak’ın “katartik” (içini
dökme) eylemi olarak anlaşılır. Luria Kabbalası’nda bu İlahi katarsis (içini
dökme) süreci “tikkun” (varlığın ihyası) ile sonuçlanır. Bazı Luriacı Kabbala
nüshalarına göre, kötülük güçleri ya da “gelippoth”, Işık güçlerinden tamamen
yoksun, ve bir “artık ürün” olarak Tanrısallık Tözü’nden temizlenmelidir;
bazı diğerlerine göre, onlar Tenzih’in güçlerine dönüştürülerek İlahi Işıklar
Aleminde sürdürülmeye değer hale getirilmelidir. Uyanış’ta, samsara’nın
varlıkları, kendi asli Buda varlıklarının etkisiyle Aydınlanma’ya varırlar;
bu da Mutlak içindeki aydınlanmamış kara noktanın kesin giderilmesi ve O'nun
tam Aydınlanması ile sonuçlanır. Metin açık olarak, samsara’nın ortaya çıkışı
ve deneysel varlığının “katartik karakterinden” sözetmez; ama bu kolayca
varsayılabilir; çünkü Asli Aydınlanma'dan hareketlenen, asli olmayan
aydınlanmamışlıktan geçen ve deneysel Aydınlanma’ya vararak tam
;Aydınlanmayla sonuçlanan sürecin yapısı, bilgisizlik gölgesinin nihai olarak
giderilmesidir.
Yine de, bu iki mistik teozofi arasında,
kötünün tabiatını anlama ve onu giderme yolları ile ilgili çok önemli ve
teolojik olarak temel ayrımlar vardır. Öte yandan onlar, Ahd-i Atik dünya
görüşünden temellenen Luria Kabbalası’nın ile geleneksel Hint düşünce
tarzıyla yakın ilişkili Mahayana Budizmi’nin temel kendine özgülükleri ve
soteriolojik (inayet felsefesi) yaklaşımlarının anlaşılması açısından da
önemlidirler.
Herşeyden önce şu vurgulanmalı ki, Luria
Kabbalası’nda dünya sürecinin sonu “tikkun”, yani temiz yaradılışın kendi
kamil ve kirlenmemiş haline geri dönüşü, ve hatta İlahi Bereket içinde
kayboluşudur. Uyanış’ta Aydınlanma, tüm özne -nesne ilişkilerinin ve bu
çetrefilli dünyanın sona eriş hali dir: Zihin kendi içkin tabiatına geri
döner, ve bilgisizlik rüzgarının oluşturduğu dalgalar (dünya) görünmez olur,
ortaya Sonsuzluk Denizi’nin sakin yüzeyi ya da Zihin’in gerçek ve sakin kendi
-tabiatı çıkar. Bu nedenle yaradılmışlara Luria Kabbalası’nın yaklaşımı
(Mutlak’ın derinliklerinden gelen çetrefilli dünya) ontolojik olarak iyimser,
ama Uyanış’ınkisi kötümserdir.
İkincisi, yaradış sürecinin evrimi iki
sistemde farklıdır: Bir Zihin’in / Böyleliğin fenomenler dünyasında kendini
açışının muharrik gücü sapkınlıktır; ve ancak tam Aydınlanma ile bu sapmanın
etkileri (Böylelik’in aydınlanmamış yüzünün etkisi ve evren - Samsara'nın üç
alemi) ortadan kalkar. Öte yanda Luria Kabbalası'nın buna denk düşen tutumu
daha karmaşıktır. Burada, potansiyel kötü'nün gölgesi yaradış sürecine
başından itibaren katılır, ama bu yaradılış aynı zamanda İlahi Açılış’ın
olumlu değerde bir eylemidir. Hatta Moshe Hayyim Luzzato der ki, Mutlak En
Sof Kendi mutlak ilmini ve kudretini de terketmek zorundaydı ki, bu mekan ve
zamana bağlı dünya oluşabilsin. Mutlak tabiatı gereği değişmezdir (Aristo’nun
söylediği gibi); bu nedenle , dinamik bir yaradılış haline erişmek için
Mutlak, mutlak olmaktan vazgeçmiştir.
Yukarıdaki farklılıkları özetlersek,
Gazzeli Nathan’ın metaforları olan düşünceli ve düşüncesiz Işıklar’ı
kullanmak daha iyi olur. Düşünceli Işıklar, yaratmak isteyen Tanrısal İradeyi
, düşüncesiz ışıklar, O’nun ilksel sükunetinde saklı ve gizli olarak kalma
isteğini simgelerler; yaradılış kötülük güçlerinin tezahürü ve hatta Mutlak’a
başkaldırmasıdır. Luria Kabbalası ve Uyanış’ta bu problemi karşılaştırmaya
devamla, birincisi daha çok düşünceli Işıklar yönünde tutum alırken, ikincisi
düşüncesiz Işıklar yönünde tutum almaktadır.
Ve son olarak, bu iki sistem fikirlerini
açıklamak için hayli farklı bir dil kullanmaktadırlar: Luriacı ve Sabbati
düşünürlerininki gnostik, mitsel -şiirsel bir dil olup, hayli açıktır,
Uyanış’ınki ise felsefi ve spekülatiftir; bu metni Budist skolastisizm içinde
ki geleneksel metinlere sokar. Dahası, şunu da not etmeli ki, Kabbalacı
mistisizmin geniş kültürlerarası araştırmalar çerçevesinde incelenmesi
problemi çok önemli olup, bu metin belki de bu yolda atılmış ilk
adımdır. Ama eski bir Çin atasözü der ki: “Onbin millik yola bir adımla
başlanır.” Ve eğer bu adım burada atılabilmişse, yazar kendini görevini
yerine getirmiş sayabilir.
Kaynak:
Dipnotlar:
=================
|
VAHDET-İ VÜCUD'UN BİR
ANALİZİ
BİR DOĞU FELSEFELERİ
META-FELSEFESİNE DOĞRU
Toshihiko Izutsu
Çeviren
Dr. Ramazan Ertürk
'Varoluşun Birliği'
şeklinde tercüme edilebilecek olan Vahdet-i Vücûd 12. ve 13.
yüzyıllar İspanya'sının önde gelen Arap Mistik filozofu İbn-i Arabi'ye
(M.1165-1240) kadar gerilere giden metafizik bir kavramdır. Fakat benim -en
azından bu bölümde- ilgilendiğim kısım, bu kavramın İran'da Moğol
istilasından sonraki dönemden başlayarak 16. ve 17. yüzyıllara kadarki
dönemde geçirdiği felsefi gelişim ve ilerlemedir. 16. ve 17. yüzyıllar,
genellikle Molla Sadra olarak bilinen Sadreddin-i Şirazi'nin (M.1571-1610),
tamamen bu kavram temeline dayanarak İran-İslam felsefesinin büyük ve
mükemmel bir sentezine ulaştığı dönemdir.
Benim, İran İslam
tarihinin sunduğu pek çok ilginç problem arasından bu özel problemin bu özel
yönü ile ilgilenmemin nedeni, benim kendi felsefi tavır-alışım olmayıp, tam
aksine, şöyle bir kanaate sahip olmamdır: Vahdet-i vücûd kavramı,
yapısal bakımdan analiz edilip uygun bir şekilde incelendiğinde, genel
anlamda Doğu felsefesinin tarihsel açıdan büyük şekil ve türlerinin çoğunun
belirleyici niteliklerini sergileyen en temel düşünce tarzlarından birini
açıklığa kavuşturabileceğimiz teorik çerçeveyi sağlayacak bir kavramdır.
Böyle bir teorik çerçeveyi temin etmek suretiyle biz, Doğu ve Batı'nın manevi
ve entelektüel mirası üzerinde temellendirilecek olan yeni bir
dünya felsefesinin arzulanan gelişmesine, Doğu'nun felsefi zihniyeti
açısından olumlu bir katkı sağlamış olacağız.
İnsanlık tarihinin
kritik bir anında yaşayan kişiler olarak bizler, doğal olarak, pek çok şeye
acilen ihtiyaç duymaktayız. Bu şeylerden birisi, çeşitli dünya milletleri
arasında, daha iyi bir karşılıklı anlayışın olmasıdır; bundan zaman zaman
Doğu ile Batı arasında daha iyi bir anlayışın teşvik edilip geliştirilmesi
işi olarak da söz edilir. Doğu ile Batı arasında karşılıklı anlayışın olması,
birbirinden farklı bir kaç düzeyde anlaşılabilir. Ben burada onlardan sadece
birisi ile ilgileniyorum: Felsefi düşünce düzeyi.
Doğu ile Batı arasında
daha iyi bir karşılıklı anlayışın oluşturulması gayesiyle, geçmişte, felsefi
düşünce düzeyinde, 'karşılaştırmalı felsefe' adı altında bazı girişim ve
çabaların gerçekleştirildiği inkar olunamaz. Ancak, karşılaştırmalı
felsefenin, bu güne kadar, filozofların entelektüel aktivitesinin daha ziyade
kıyısında köşesinde kaldığı da aynı şekilde inkar olunamaz. Her şeyden önce,
çoğu durumda karşılaştırılacak terimlerin seçimi keyfi olmuş ve bunun sonucu
olarak da yapılan çalışma sistematik olmayan bir yapıya bürünmüştür.
Kısacası, karşılaştırmalı felsefe, bana göre, pek başarılı olmamış ve ciddi
anlamda dikkatler, layıkıyla hak ettiği şekilde ona yöneltilmemiştir. Ben, bu
başarısızlığın ana sebebinin, onun metodoloji konusundaki fakirliğinde
yattığını düşünüyorum.
Karşılaştırmalı
felsefenin gerçek anlam ve önemini yerli yerine koyabilmek ve özellikle de
Doğu ile Batı arasında gerçek ve derin bir felsefi anlayışın oluşmasını
teşvik edip geliştirmek için, öncelikle onun, daha sistematik bir şekilde
geliştirilerek, 'felsefeler meta-felsefesi' diyebileceğimiz bir hale
getirilmesi gerekmektedir. 'Meta-felsefe' terimiyle ben, farklı düzeylerde
bir çok alt-yapıları içeren kuşatıcı bir yapısal çerçeveyi kastediyorum; öyle
ki, bu alt-yapılardan her biri, hem Doğu ve hem de Batı'nın büyük felsefe
geleneklerinde bulunan temel kavramlardan analitik bir şekilde alınarak
ortaya konan şu veya bu büyüklükte bir felsefi kavramlar ağından meydana
gelecektir. Böyle bir meta-felsefeye ulaşma sürecinde atılacak ilk pratik
adım, en azından benim durumunda, her felsefi sistemin anahtar kavramlarının
yapısını, dikkatli bir semantik analize tabi tutmak olacaktır. Böyle bir
analizin sonucunda, muhtemelen, oldukça karmaşık ve geniş fakat aynı zamanda
esnek ve iyi organize olmuş bir kavramsal sisteme ulaşılacaktır. Böylece, hem
bu kavramsal sistem içerisinde her bireysel sistem kendi yerini alacak ve hem
de bu sistem sayesinde Doğu ve Batı'nın büyük felsefe okulları arasındaki
farklı ve ortak noktalar sistematik bir şekilde açıklığa kavuşturulacaktır.
Ben, Doğu
felsefelerinin anahtar kavramlarını analiz etme işiyle, böyle bir nihai amacı
göz önünde bulundurarak meşgul oluyorum. Bu geniş perspektif
içerisinde, vahdet-i vücûd kavramı, sadece, dar bir şekilde
sınırlandırılmış kısmi bir alanı temsil etmektedir. Fakat o öyle bir mahiyet
arz etmektedir ki, eğer onun temel yapısını aydınlığa kavuşturma konusunda
başarılı olursak, bu kavram bize, kendisiyle Doğu felsefelerinin büyük
çoğunluğunun -en azından en temel yönlerinden biri bakımından- belli bir
yapısal birlik düzeyine kavuşturulacakları temel bir kavramsal model temin
edecektir.
Benim bu tavrım, doğal
olarak, 'varlığın birliği' anlayışını sadece İslam'a veya İran'a ait bir şey
olarak düşünmediğime işaret edecektir. Bunun yerine, ben burada, bu kavram ve
onun içerdiği felsefi imkanları, Veda düşüncesi, Budizm, Taoizm ve
Konfüçyüsçülük gibi farklı tarihsel köklere (geriye) giden pek çok Doğu
felsefesinde ortak olan temel bir yapının temsilcisi olan bir anlayış olarak
görmekte ve onun bu şekliyle ilgilenmekteyim. Bu perspektifte vahdet-i
vücud felsefesinin yapısının, Doğu'nun farklı kültürel geleneklerine
mensup olan önemli düşünürler tarafından birbirinden farklı şekillerde
geliştirilmiş olan tipik bir felsefi düşünce tarzını -belki de 'arketip olan
bir düşünce tarzını' da diyebiliriz- temsil ettiği görülecektir.
Vahdet-i vücûd'un yapısal analizinin anlaşılması konusu ile ilgili
olarak daha hemen başlangıçta altını çizerek belirtmeliyim ki, 'yapı'
kelimesini sadece şekli anlamda alıp öyle anlama eğilimine sahip kişilerle
aynı görüşü paylaşıyor değilim. Çünkü 'salt bir şekil' ya da 'dışa ait
şekilsel bir sistem' şeklinde anlaşılan bir yapının, benim amaçladığım türden
bir meta-felsefe kurma hedefi açısından hemen hemen hiç bir değeri yoktur.
Tabii ki 'yapı' kelimesini 'bir şekil ya da sistem' anlamında ben de alıp
kullanmaktayım. Benim özel amacım açısından, 'yapı' kelimesi, iç açılımları
olan bir sistemi ifade etmektedir; veya, buradaki düşünceyi daha somut
terimlerle ifade edecek olursak, 'yapı' kelimesi, yaklaşık olarak iyi
organize ve koordine edilmiş bir kısım felsefi anahtar kavramlardan meydana
gelmiş olan üst düzeyden bir dilsel ya da kavramsal sistem olarak
anlaşılacaktır. Fakat burada önemli olan şudur: Sözü edilen bu sistem,
kendisini belilli bir şekil veya görünüm içinde sergileyen ve bu görünüm
arkasında yatan derûni ruh ya da orijinal felsefi vizyonun harici şekli
olarak kavranmalıdır. Metodolojik açıdan bizim için önemli olan şey,
öncelikle, sisteme içeriden can veren ve onu bilgilendien ruhu ya da bütün
sistemin merkezi vizyonunu kavramak, daha sonra da sistemi bu merkezi
vizyonun organik gelişimi olarak tasvir etmektir.
Şimdi vahdet-i
vücûd'a böyle bir bakış açısından yaklaşarak, belli bir gerçeklik görüşü
temeli üzerine inşa edilmiş harika bir metafizik sistemi bulacağız. Vahdet-i
vücûd ya da 'varoluşun birliği' teriminin kendisinin de açıkça
işaret ettiği gibi, bu temel görüş, 'varoluş' etrafında odaklanır. Diğer bir
deyişle, vahdet-i vücûd felsefesi, orijinal bir metafizik
görüşün teorik ya da rasyonel olarak yeniden kurulmasından başka bir şey
değildir; öyle ki, bu orijinal görüş de varoluşun gerçekliğinin bir sezilmesi
olarak anlaşılır.
Bunu söyledikten sonra,
hemen, dikkatinizi çok önemli bir gerçeğe çekmek istiyorum; yani şuna: Bu
özel bağlamda varoluş, hepimizin doğal olarak sağ-duyumuzla anladığımız
türden varoluş değildir. Bunun yerine, o, kendisini sadece aşkın bir bilince
açan varoluştur. Bu varoluş, kişinin, bilginin ampirik boyutunu aşarak
ampirik-ötesi bilinç boyutuna ulaştığı zaman sezdiği varoluştur.
Bu bağlamda, varoluş
probleminin, İslam felsefesi tarihinin ta başından beri, İslam'ın Yunan
felsefe geleneğinden devraldığı metafizik problem olduğunu hatırlayabiliriz.
Ancak, İslam felsefesinin Kindi, Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi
isimlerce temsil edildiği ilk dönemlerde vücûd ya da varoluş'un
-ki bu terim, burada, 'var olma aktı' anlamını taşımaktadır- sadece dolaylı
ve ârızî olarak felsefî ilginin objesi olduğunu hatırlamak da önemlidir.
Buradaki 'dolaylı ve ârızî olarak obje olma' ile kastedilen şudur: Çok
eskiden beri gelen Aristotelesci metafizik geleneği izlenerek, düşünürlerce
birincil olarak ilgi duyulan şey, 'vücûd'dan ziyade 'mevcûd'
-yani, var olma aktının kendisi yerine, var olan somut şey ya da varlık-idi. Vücûd problemi
ise temelde 'varlıklar'ın -yani, var olan gerçek şeylerin- iç yapı ya
da oluşumunun bir parçası olarak gündeme gelir ve bu şekilde tartışılırdı.
Birinci derece vurgunun
şiddetli ve kesin bir şekilde 'varlık'tan 'varoluş'a
geçmesinin, ancak, İslam felsefesinin İbn-i Arabi'nin şahsında derin bir
mistik tecrübe ocağından geçmesinden sonra olması oldukça anlamlı ve
önemlidir. Her ne kadar gerçekte hâlâ Aristotelesci felsefenin yörüngesi
içerisinde kalıyor olsa da, İbn-i Sina bu bakımdan tam dönüm noktasında yer
almaktadır. Onun Aristotelesci felsefe dairesinde kalıyor olmasının nedeni,
ontolojisinde, vücûd (actus essendi) problemi ile
temelde, mevcûdu (ens) oluşturan bir faktör olarak
ilgileniyor olmasıdır. Fakat, emin olarak en azından şunu diyebiliriz: İbn-i
Sina 'varoluş'un, 'mahiyet'in bir 'araz'ı ya da sıfatı olduğunu
açıkça belirtmek suretiyle, vahdet-i vücûd kavramının daha
sonraki felsefi gelişmesine kesin bir ivme kazandırmıştır. Ancak, o bu
ifadeye bir başka ifade daha ilave etmiştir; bu ilave ifade şudur: 'Varoluş'
denilen bu araz sıradan bir araz olmayıp, çok özel türden bir arazdır. İşte
bu nokta, vahdet-i vücûdun analizine kaçınılmaz bir başlangıç
olarak açıklığa kavuşturmamız gereken son derece önemli bir husustur.
Ampirik tecrübe
düzeyinde biz kendimizi daima sonsuz sayıda şeylerle -yani, çeşitli sıfat ve
arazlarla vasıflanan cevherlerle- çevrelenmiş buluruz. Biz, bir şeyi
sıfatlarından, ona sıfatlarınınkinden farklı bir ontolojik statü vermek
suretiyle ayırırız. Zira günlük ampirik tecrübe düzeyinde biz, doğal olarak,
özü itibariyle şeyin varoluşunun sıfatlarının varoluşundan önce geldiğini
düşünme eğilimi taşırız. Yani, var olmak için sıfatlar şeye bağlıdırlar fakat
şey onlara bağımlı değildir. Örneğin şöyle deriz: 'Çiçek beyazdır.' Buradaki
'beyaz' sıfatının gerçeklik kazanmasının, şeyin -yani, çiçeğin- var olması
ile ancak mümkün olduğu, oysa çiçek beyazlığını kaybedip rengini değiştirse
bile çiçeğin varoluşunun kendisinin bundan hiç etkilenmeyeceği açık gibi
görünüyor. Ancak, bu gözlem, bir sıfat olarak varoluşun kendisine
uygulanamamaktadır. Biz, örneğin, 'çiçek varlıktır' dediğimizde, sıfatın
gerçekleşmesi çiçeğin daha önce gerçekleşmesini gerektirmemektedir. Tam
tersine, bu özel durumda çiçeği varlık alanına çıkaran şey, buradaki
sıfattır. Bir araz olarak 'varoluş'un çok özel bir mahiyet arz ettiği
ile ilgili İbn-i Sina'nın vurguladığı husus özetle budur. O, varoluşun bir
'araz' olduğunu fakat sıradan bir araz olmadığını, onun diğer arazlardan
tamamen farklı bir şekilde hareket ettiğini söylemektedir.
İmdi, vahdet-i
vücûd okuluna mensup kişilerin anlayışına göre bir araz olarak
varoluşun bu sıra dışı ve istisnai mahiyeti, varoluşun gerçekte hiç bir şeyin
arazı olmadığı basit gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Fakat buradaki problem,
aslında bir araz olmayan varoluşa gramer ve mantık bakımından bir araz olarak
muamele edilmesi ve bir yüklem olarak işlev gördürülmesinden
kaynaklanmaktadır. Böylece biz, sanki iki önerme semantik bakımından
birbirleriyle aynı imiş gibi, tıpkı 'çiçek beyazdır' dediğimiz gibi -aynı
şekilde- 'çiçek varlıktır' deriz.
Fakat, vahdet-i
vücûd mensuplarına göre, aslında bu iki önerme arasında semantik
davranış bakımından, -yani onların her birinin atıfta bulunduğu gerçekliğin
dış yapısı bakımından- temel bir farklılık vardır. 'Çiçek beyazdır'
şeklindeki önermelerin durumunda, gramer ile dış gerçeklik arasında yapısal
bir karşılıklılık (correspondence, mütekabiliyet) vardır. Diğer bir
deyişle, buradaki önermenin gramatik ve mantıksal formu, önermenin atıfta
bulunmayı amaçladığı dış gerçekliğin yapısını taklik eder ve onu yeniden
üretir. Fakat, 'çiçek varlıktır' şeklindeki varoluşsal önermelerde, gramatik
form ile dış gerçeklik arasında apaçık bir farklılık ya da uyuşmazlık
vardır. Gramer ya da mantık açısından buradaki 'çiçek' öznedir ve dolayısıyla
kendi başına var olabilen bir cevhere işaret eder; yüklem olan 'varlık' ise
bu cevheri belli bir tarzda niteleyip belirleyen bir sıfata işaret eder.
Ancak, vahdet-i vücûd okulu mensuplarına göre 'çiçek'
aslında özne değildir. Onlara göre, gerçek ve nihai özne, 'varoluş'tur;
'çiçek' veya bu anlamda başka her hangi bir şey ise, ezeli-ebedi ve nihai
özne olan 'varoluş'u çeşitli şekillerde belirleyen sıfatlar ya da
niteliklerdir. Örneğin, 'çiçek' gramer açısından bir isimdir fakat metafizik
açıdan bir sıfattır. (Sözde) şeylerin tamamı, 'varoluş' adı verilen yegane
gerçekliği niteliyip değiştiren sıfatlardır ya da sıfat mahiyetinde
şeylerdir.
Kolayca anlaşılacağı
gibi bu durum, aynı problem konusunda Advaita Vedanta düşüncesi tarafından
benimsenen duruma tamı tamına tekabül etmektedir. Veda düşüncesinde de Brahman kelimesi
ile kendisine işaret edilen Mutlak, her şeyi kuşatan, zamansal ve
uzaysal olmayan, mutlak sûrette vasıfsız ve sınırsız olan 'varoluş' ya da
'saf varlık' olarak anlaşılır. (Sözde) 'şeyler'in tamamı ise bu Mutlak
Belirsiz'in çok sayıdaki belirlenimleri ve belirginleşmeleri olarak kabul
edilirler. Yani, burada da tüm mahiyetler, 'varoluş'un sıfatları
konumundadırlar.
Böylece, 'çiçek vardır'
önermesiyle işaret edilen dış gerçekliğin yapısının, bu cümlenin gramatik
formunun ileri sürdüğü yapıdan tamamen farklı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kelimenin tam anlamıyla varlık olan şey, çiçek değil, Mutlak Belirsiz olan
varoluştur. Bir-çiçek-oluş, bu Mutlak Belirsiz'in sadece özel bir
öz-belirleniminden ibarettir. O, varoluşun sözde-dış ve duyulur dünya
boyutunda kendisini açığa vurduğu belirli bir fenomensel formdan ibarettir.
Diğer bir deyişle, burada 'çiçek', 'varoluş'u niteleyen ve onu belir bir
fenomensel form şeklinde belirleyen bir arazdır. Kendi içinde ele alındığında
varoluş- yani, saf halinde varoluş- sıfatsızdır. O, mutlak surette basit bir
birlik ya da bir mutlak belirsizlik ve ayrımsızlıktır. Dolayısıyla, çeşitli
şeyler arasında bulunan ve duyulur tecrübe boyutunda idrak edilebilir olan
tüm farklılıkların gerçek olmadığı hükmüne varılacaktır. Şankara'nın temsil
ettiği Advaita Vedanta düşüncesinin şu ifadeleri işte bu anlamı taşımaktadır.
Tüm fenomensel şeyler, birer illüzyondan başka bir şey değillerdir; onların
hepsi, altta yatan Brahman saf birliğine atfedilen (adhyasa)
gerçek-dışı formlardır.
Duyulur dünyanın kendi
başına var olabiliyor gibi görünen şeylerinin doğası hakkında hem Taoizm ve
hem de Mahayana Budizmi tam olarak aynı görüşe sahiptirler. Her iki düşüncenin
de temel niteliği, baştan sona cevhercilik karşıtı olmaktır. Bu düşünceler,
İslam metafizik geleneğinde mahiyetin asıl olması (asâletü'l-mahiyet)
tezi -yani, bizim dış dünyada gözlemlediğimiz çeşitli mahiyetlerin temel bir
gerçekliğe sahip oldukları tezi- olarak bilinen görüşün kesinlikle
karşısındadırlar. Böylece, bir örnek verecek olursak, Mahayana Budizmi'nde en
temel felsefi metin kitaplarından biri olarak kabul edilen Ta Ch'eng
Ch'i Hsin Lun'ın (Mahayana'da İnancın Uyanması) yazarı şöyle der.
"Henüz aydınlanmamış tüm insanlar, yanılan zihinleri ile her dakika
şeyler arasında ayrım yapar (yani, Gerçekliğin orijinal mutlak birliğini,
kendi başına var olabilen çeşitli şeylere ayrıştırır, böler) ve
böylece Mutlak Gerçeklik'ten uzaklaşır, ona yabancılaşır."
Be şekilde zihnin ayrıştırıp belirleme eylemi ile tespit edilen fenomensel
varlıklara, oldukça anlamlı bir şekilde,jan fa (bozulmuş, kirli şeyler)
denilmektedir; yani, fenomensel şeyler burada, ontolojik bakımdan, yegane
Gerçekliğin saflığını 'bozup kirleten' unsurlar olarak değerlendirilirler.
Yina aynı kitapta, bu konuyla ilgili şu açık ifadeyi buluruz:
"Zihin-Doğa (yani, Mutlak Gerçeklik) olarak bilinen şey, tüm
fenomensel belirlenimlerin ötesindedir. Tüm şeylerin bağımsız varlıklar
olarak birbirinden ayırt edilmesi, sadece illüzyonlar vasıtasıyla olmaktadır.
Biz, zihnimizin illüzyon üreten hareketlerinden bir kez kurtulduk mu, o zaman
artık sözde-objektif dünyanın herhangi bir görünmü olmayacaktır."
Fakat bu ifadenin,
yani, fenomenler dünyasının varlıklarının hepsinin gerçek olmayan
görünümlerden ibaret oldukları ifadesinin, kısmi bir doğrultmaya ihtiyacı
vardır. Çünkü Veda düşüncesi, Budizm ve İslam düşüncesi gibi sistemlerin
hepsinde, yukarıda zikredilen atıfların meydana gelmesine sadece insan zihninin
özü itibariyle sınırlı olan izafi epistemolojik yapısı değil, aynı
zamanda, Mutlak Gerçekliğin kendi yapısı da sebep
olmaktadır. Şimdi bu önemli noktaya geri döneceğim.
Öye görünüyor ki, vahdet-i
vücûd türü felsefenin temel bakış açısı hakkında yaptığım bu kısa
açıklama, Gerçeklik konusunda birbirinin tamamen zıddı olan
-yani, şimdilik kabaca 'cevhercilik' ve 'varoluşçuluk' karşıtlığı şeklinde
işaret edebileceğimiz bir zıtlık arz eden- iki metafizik görüşün varlığının
farkına varmamıza neden olmuştur.
Bu görüşlerden ilki,
yani cevhercilik, bizim günlük sad-duyu varlık anlayışımızın felsefi olarak
geliştirilmiş şeklinden ibarettir. Gerçekte biz, dünya ile olan günlük
karşılaşmalarımız düzeyinde, çevremizde her yerde şeyleri -yani, var
olan cevher ya da mahiyetleri- görürüz. Bu perspektiften bakıldığında, var
olan şeyler mahiyetlerdir. Bizim burada gördüğümüz her şey, 'var olan bir
şey'dir- yani, 'mevcûd' veya 'ens'dir. Safvaroluş aktivitesi
(actus essendi) olan varoluşun (vücûd) kendisi,
saf halinde doğrudan doğruya hiç bir yerde görülemez. O daima sayısız
mahiyetlerin arkasında gizli kalmaktadır. Bu anlayışta, var olan şeyler,
mahiyetlerdir; varoluş ise mahiyetlerin bir sıfat ya da niteliğinden
ibarettir.
'Egzistansiyalizm'
kelimesi ile işaret etmeyi amaçladığımız anlayışta ise, tam tersine, mahiyet
ile varoluş arasındaki bu ilişkinin tamamen ters dönmüş şeklini buluruz.
Burada, varoluş asıl ya da temeldir; aslında o, yegane Gerçekliktir ve
mahiyetler onun sıfatları konumundadırlar. Burada mahiyetler, biricik
Gerçekliği niteleyen sıfatlar olarak değerlendirilmektedirler.
Bu özel bağlamda
anlaşıldıkları üzere 'cevhercilik' ve 'varoluşçuluk'un, insan tecrübesinin
bir tek (ve aynı) düzeyinde birbirine zıt olan anlayışlar olmadıklarını
belirtmek önemlidir. Zira, yukarıda da söylediğim gibi, herkesin paylaştığı
sıradan ontolojik tecrübenin doğal bir felsefi gelişiminden ibaret olan
'cevhercilik'ten farklı olarak, bu bağlamda 'varoluşçuluk', bir
'transandantal varoluşçuluğu' ifade eder. Bunun anlamı ise şudur: Bu
varoluşçuluk, yoğun bir meditasyonun derinliklerinde kendisini transandantal
bir bilince açan Gerçekliğin coşkulu ve mistik bir sezgisi üzerine temellenen
ve ondan doğan bir metafizik sistemidir.
Bu bağlamda
Budizm'de Mutlak'ı ifade eden ve Çince'ye chén ju şeklinde
tercüme edilen (bu terimin Japonca'sı shinnyo şeklinde
okunur) terimin Sanskritçe'sinin tathatâ olduğunu
gözlemlemek ilginç olacaktır.Tathatâ terimi sözlük anlamı
itibariyle 'şöyle-oluş' (suchness) manasını, chén ju terimi
de yine sözlük anlamı itibariyle 'gerçekten şöyle' (truely such)
manasını ifade eder. Yani, her iki durumda da Mutlak'a, 'gerçek
hali üzere varlık' ya da 'doğal hali üzere varoluş' anlamını ifade eden
kelimelerle atıf yapılmaktadır. Fakat, 'doğal hali üzere varoluş' ifadesi,
şeylerin bizim ampirik tecrübe düzeyinde bildiğimiz varoluşuna işaret
etmemektedir. Burada 'varoluş', biz meditasyon durumunda iken zihnimizin
transandantal fonksiyonunun harekete geçirilmesi aracılığıyla kendisini
açığa vuran varoluşun gerçekliğini ifade eder. Bu, normal uyanık haldeyken
yaşanan tecrübe esnasında her günkü sıradan bilincin ayırt edici aktivitesi
tarafından bozulup 'kirletilmezden' önceki varoluşun gerçekliği anlamına
gelir. İslam'da, zihnin bu transandantal fonksiyonunun harekete geçirilmesi
olayına bir kısım teknik terimlerle işaret olunur. Bu terimlerden en
önemlisi, sözlük manası itibariyle 'perdeyi açmak' ya da 'perdeyi kaldırmak'
anlamına gelen keşfkelimesidir. Bu tecrübenin iç yapısı ise
genellikle fena ve bekâ terimleri ile tasvir
edilir.
Burada ben, problemin
nasıl olup da böyle bir tecrübenin vahdet-i vücûd metafizik
sisteminin üzerine kurulduğu temeli temin edebildiği konusuyla ilgili teorik
yönünü oldukça kısa bir şekilde incelemekle yetineceğim.
Bu iki kelimeden
birincisi olan fenâ, literal olarak, 'yok olma' ya da 'yok edilen
şey' anlamına gelir; bu, bir bakıma, Budizm'deki nirvana kavramına
benzeyen bir şeydir. Bizi ilgilendiren özel bağlamda ise bu terim, derin bir
meditasyon durumunda zihnin şiddetli bir yoğunlaşmasının sonucu olarak
bireyin 'ben-bilinci'nin tamamen yok olması anlamına gelir. Bu tecrübe,
mistiğin ampirik bilincinin sert gibi görünen kabuğu eriyip çözülür ve
'ben-cevheri' (yani, nefs, -çev.-) altta yatan var oluşun birliği tarafından
emilerek tamamen kendi içerisine çekilir.
Sujeye ait olan bu yok
oluşun metafizik anlam ve önemi şu gerçekte yatmaktadır: O ana kadar sahte
bir cevhersel ben şeklinde görünegelen varoluş bu belirlenimini kaybeder ve
kendi orijinal mutlak belirsizliğine geri döner. Herhangi bir şeyin
subjektif bir şekilde gerçekleşebildiği tek yer insan zihni olduğu için,
varoluşun saf subjektifliği içindeki gerçekleşmesi de sadece ve sadece
insanın kendi yalancı subjektifliğinin tamamen çözüldüğünü tecrübe etmesi
yoluyla olur. Bu, Veda düşüncesinde insanın Atman ile Brahman'ın
tamamen özdeş olduğunu fark etmesi şeklinde işaret edilen şeydir.
Bu noktada
hatırlamalıyız ki, saf halinde bulunan metafizik Gerçeklik, mutlak Belirsiz
olandır ve böyle olması ile o, her türlü objektifleştirmeye karşı koyar. Zira
objeleştirme belirlenime işaret eder. Varoluş, bir obje olarak kavrandığı an
kendi olmaktan çıkar. Orijinal belirsizliği içindeki varoluş, asla bir obje
olarak kavranamaz. O ancak, insanın kendisini gerçekleştirmesi şeklinde tüm
bilginin şujesi olarak fark edilebilir. Çünkü nihai Suje odur. Bu anda
belirtilmelidir ki, Budizm'de mutlak belirsizlik halindeki varoluşa
genellikle 'Zihin-Doğa' ya da 'Zihin-Gerçeklik' denilmesinin
nedeni de budur.
İnsanın dar bir şekilde
sınırlı olan 'ben-bilinci' böylece 'Mutlak-bilinç'in sınırsız alanı içine
çekilerek onun tarafından emilir ve orada eriyerek çözülmüş hale gelir.
Ayrıca, bir 'ben-cevheri' belirgin formu altında kristalleşip donuklaşan
varoluş da böylece her şeyi kuşatan orijinal belirsizliğine geri döner. Dahası,
objeler dünyasının tüm belirli formları da kendi orijinal varoluşsal
belirsizliklerine geri dönerler. Çünkü zihnin subjektif durumu ile dış
dünyanın objektif durumu arasında köklü bir fonksiyonel korelasyon vardır.
Bir sujenin -yani, şeyleri görüp anlayacak bir 'ben-cevheri'nin- olmadığı
yerde, artık bir obje olarak görülüp anlaşılacak herhangi bir şey de yoktur.
Pek çok Doğulu düşünürün kullandığı meşhur bir mecazın ifade ettiği gibi:
Okyanusun üzerinde coşup köpüren tüm dalgalar sakinleşip durduğu zaman ortada
görünün tek şey, sonsuz sükûnet içindeki sınırsız okyanustur.
Metafizik açıdan
bakıldığında bu, Hiçlik safhasıdır; çünkü burada ne suje ne
de obje vardır. Fakat, 'Hiçlik' kelimesi saf ve mutlak belirsizlik
halindeki varoluşa işaret ettiği için, bu safhaya, biraz daha pozitif bir
mahiyet arz eden başka bir isim daha verilir; bu isim, 'birlik'tir.
Budistler bunu genellikle 'hiç bir eki ya da ek yeri bulunmayan bir tek
parça' şeklinde tasvir ederler. Taoist filozof Chuang Tzu ise buna 'kaos' (hun
tun) adını verir. Ampirik dünyada fark edilebilir olan şeylerin tamamının
asılsız ve gerçek-dışı olarak ilan edilmesi, sadece ve sadece bu safhada
olmakta ya da bu safhanın bakış açısından yapılmaktadır. Müslüman filozof
Molla Sadra'nın sözde-ampirik şeyleri, kendi öz-cevherleri bulunmayan 'salt
bağlantılar' (ravâbıt-ı mahza) olarak değerlendirmesi de yine bu
türden olan özel bir bakış açısından yapılmaktadır. Veda düşüncesinin önde
gelen filozofu Şankara bunları 'isim-ve-form' (nâma-rûpa) ve
bilgisizlik (avidyâ) tarafından var kabul edilen çokluk olarak
değerlendirir. Ancak, bir sonraki safhada bu gerçek-dışı ya da hayali oluş (illusorines)
perdesi, ampirik dünyanın varlıkları üzerinden tekrar kaldırılır. Bu
sonraki safha, bekâ tecrübesi safhasıdır.
Bekâ, 'arkaya kalmak, devam etmek' ya da 'canlı kalmak,
hayatını veya varlığını devam ettirmek' anlamlarına gelir. Teknik olarak bu
terim, daha önce Hiçlik içerisinde eriyip çözülmüş ve
'varoluş'un ayrımlaşmamış mutlak birliği içinde kaybolmuş olan tüm dünya varlıklarının, Hiçlik'in
derinliklerinden çıkartılarak tekrar diriltilmesinin gerçekleştiği manevi ya
da ruhani safhaya işaret eder. Fenomensel kesretdünyasının
tamamı, sonsuz sayıdaki çeşitli ve birbirinden farklı formlarıyla, insanın
gözü önünde kendini tekrar sergilemeye başlar.
Ancak, bu safhada
gözlemlenen kesret dünyası ile fena safhasından
geçmezden önce insana görünen aynı ampirik kesret dünyası
arasında temel bir farklılık vardır. Çünkü fena safhasında
insan, nasıl olup da dünyadaki tüm şeylerin görünürdeki ontolojik sağlamlık
ve katılığını yitirerek çözülüp akıcı bir hal aldığını ve nihayet 'varoluş'un
orijinal ve mutlak ayrımsızlığında kaybolduğunu gözlemler. Şimdi bekâ safhasında
ise, aynı şeyler, bu mutlak ayrımsızlık Toprağı'nın (veya Temeli'nin)
kendisinden dışarı çıkararak beliren ve normal insan tecrübesindeki
gerçekliklerini tekrar kazanan varlıklar olarak gözlemlenirler.
Böylece şeyler,
birbirinden açık ve net bir şekilde ayırt edilebilen farklı pek çok şey
olarak tekrar tespit edilirler. Ancak, bu kez onlar, kendi kendine
varolmaktan yoksun ve soyutlanmış görünürler. Onlar vardırlar, fakat kendi
kendine var olan varlıklar olarak değil; bunun yerine onlar, Mutlak
Belirsizlik'in çok sayıdaki öz-belirlenimleri ve belirginleşmeleri
(yani, teşahhus ve taayyünâtı, çev.-) olarak
vardırlar. Bu bakımdan onlar, salt illüzyonlar olarak
değerlendirilmezler. Çünkü onların her biri, içinde Mutlak'ın
kendisini belirleyip göründüğü ve tecelli edip kendisini sergilediği belirli
bir form olması hasebiyle, onlar gerçektirler. Fakat, eğer onlar
çeşitli tecellilerinden ibaret oldukları orijinal metafizik Temel'e atıf
yapılmaksızın mütalaa edilirlerse , o zaman, boşturlar ve gerçekliği olmayan
birer illüzyondurlar. Onlar, kendi kendine var olan ve kendi kendine yeten
belli 'varlıklar' olarak mütalaa edildikleri sürece, gerçekliği olmayan birer
illüzyondurlar.
Vahdet-i vücûd okuluna mensup Müslüman filozoflar, fenomensel
varlıkların ontolojik statüsüne atıf yapmak için genellikle vücûd-u
itibârî (yani, varsayımsal ya da kurgusal varoluş) ve vücûd-u
mecâzî (yani, asli olmayıp sonradan atfedilen varoluş) gibi ifadeler
kullanırlar. Bu ve buna benzer diğer ifadelerin anlamı şundan ibarettir:
Ampirik dünyanın varlıkları, temelde yatan 'voruluşun birliği'nden ayrı
mütalaa edilecek olurlarsa, salt bir hiçtirler; fakat temelde yer alan
'varoluşun birliği' ile ilişki içerisinde mütalaa edilecek olurlarsa, o zaman
onlar gerçek varlıklardır. Molla Sadra'nın ampirik dünyanın varlıklarına
nasıl 'salt bağlantılar' -yani, salt ilişkiler- dediğini yukarıda görmüştük.
Fakat buradaki 'ilişki' (izafiyet) kelimesi, her biri kendi başına var
olabilen varlıklar olarak anlaşılan iki terim arasında bulunan sıradan bir
ilişki anlamında alınmamalıdır. Zira bu özel bağlamda 'ilişki' terimi,
'aydınlatıcı ilişki' (illuminative relation, izafiyet-i işrakiyye)
anlamını ifade etmektedir. Yani, ampirik dünyanın varlıkları, sadece ve
sadece, Mutlak Gerçeklik'in aydınlatıcı ya da tecelli ve tezahür
fiili vasıtasıyla kısmi realiteler olarak varlık kazanırlar.
Bu İslami görüş,
Şankara'nın ampirik dünyanın gerçek olup-olmadığı konusundaki yaklaşımı ile
tam bir uyum içerisindedir. Müslüman düşünürler gibi Şankara da ampirik
dünyanın nihai ve mutlak anlamda gerçek olmadığını, sadece izafi
anlamda gerçek olduğunu kabul eder. Onun nihai anlamda gerçek
olmamasının nedeni şudur: Brahman, nihai ve mutlak hali üzere -ki bu mutlak,
belirsizliktir- ampirik dünyada tecrübe edilmez ve edilemez. Ancak, diğer
yandan, ampirik dünya, objektif bir gerçeklik temelinden tamamen yoksun da
değildir. Şankara şöyle bir argüman ileri sürer: Diyelim ki bir kişi, yerde
uzanmakta olan bir ip görür ve onun bir yılan olduğunu düşünür. Adamın
gözüne görünen yılanın gerçekliği yoktur (o, illüzyondan kaynaklanan bir
varlıktır); çünkü gerçekte o, bir ipten başka bir şey değildir. Fakat
söz konusu yılan, gerçekten var olan bir ipte objektif bir temele sahiip
olması hasebiyle salt bir hiçlik de değildir. Bir bakıma buna benzer
bir şekilde, ampirik dünyada gördüğümüz şeylerin her birinin, Brahman'da
objektif olan ontolojik bir temeli vardır. Çünkü Şankara'ya göre bizim uyanık
haldeki tecrübemizin her bir safhası, Brahman'ın gerçek bir
tecrübesidir. Viveka-Cudamini deki meşhur bir pasajda o
şöyle der: "Dünya, sürekli (yani, kopuk ya da kesik olmayan) bir
'Brahman algıları dizisi'dir; dolayısıyla dünya, her bakımdan Brahman'dan
başka bir şey değildir." Yani, her ne zaman biz bu dünyadaki bir şeyi
algılasak, aslında biz Brahman'ın kendisini algılıyoruz demektir; tabii ki bu
onu mutlak haliyle algılama değil, onun bir fenomensel tezahürünü
algılamaktır. Bu anlamda ampirik dünya bir illüzyon değildir; o, vyavahârika -gerçekliğe-
yani, ampirik tecrübe boyutuna mahsus olan izafi bir gerçekliğe- sahiptir.
Amipik dünya bu gerçekliği, Brahman'ın bir öz-belirlenimi olma kapasitesinde
elde eder. Bununla beraber, mutlak olan bakış açısından -yani, Brahman'ın
mutlak saf hali bakış açısından- bakıldığında ampirik dünya özü itibariyle
asılsızdır, bir yanılsamadır.
Şankara'nın
yaklaşımında bu argümanın altında yatan teorik temel, sat-karya-vada olarak
bilinen tezdir -yani, 'sonuç, sebebin izafi ve şartlı bir tecellisinden
ibarettir; aralarında hiç bir gerçek ayrılık yoktur' şeklindeki öğretidir. Bu
görüşe göre ampirik dünya, 'dünya-olarak-Brahman'dan başka bir şey değildir.
Bu açıklama, vahdet-i
vücûd okulu filozoflarının hak ile halk -yani, Mutlak
Gerçeklik ile yaratılmış olan alem- arasındaki ilişki konusundaki
görüşlerine tamı tamına uygulanabilir. Bir örnek verecek olursak,
meşhur İnsan-ı Kâmil kitabının yazarı olan Abdülkerim
Cili'ye (M. 1365-1421) göre alemdeki şeylere 'yaratıklar' ya da 'yaratılmış
şeyler' demek, onları 'ödünç alınmış' (borrowed) bir isim ile
isimlendirmekten ibarettir. Bu, alemde gözlemlenebilen çeşitli şey ve
arazların 'ödünç alınan şeyler' olduğunu söylemek değildir. Onlar, 'ödünç
şeyler' değildirler; bu şeyler, 'insan idrakinin ampirik tecrübe düzeyinde
tecelli edip kendisini sergileyen Mutlak'ın çeşitli fenomensel
tezahürleri olmaları' anlamında Tanrı'nın Kendisi'dirler. Ödünç
olan şey, sadece ve sadece, 'yaratık-oluş'dur (halkiyye, creatureliness).
Allah'ın sıfatları ampirik dünyada tezahür ettiği zaman, O bu ismi
Kendi sıfatlarına 'ödünç verir.' Cili şöyle der: "Böylece, Mutlak ya
da Hak, sanki bu alemin ilk maddesidir. Bu anlamda âlem
'buz'a, Mutlak da buzun maddi temeli olan 'su'ya benzer.
Suyun donmuş katı haline, ödünç bir isimden ibaret olan 'buz' adı verilir;
oysa onun gerçek ismi 'su'dur."
Bütün bunlar vahdet-i
vücûd okulu filozoflarını, doğal olarak, alemde görülen her şeyin istisnasız
iki farklı yönünün ya da vechesinin bulunduğu sonucuna götürmektedir. Bu
yönler şunlardır:
1. İlahi Vechesi ya da
o şeyin, Mutlak Gerçeklik'in kendisi olduğu veche;
2. Yaratık-oluş (mahlûkiyyet)
vechesi ya da o şeyin, Mutlak Gerçeklikten ayrı izafi bir şey
olduğu veche.
Bu durum, açık ve sade
bir dil ile şöyle tasvir edilebilir. Alemdeki her bir şey, bir anlamda Tanrı,
diğer bir anlamda ise yaratılmıştır (mahluktur). Yaratılmış olan bir
şey, yaratılmış olması bakımından Tanrı'dan ayırt edilebilir
bir şeydir ve ayırt edilmelidir de. Fakat yaratılmışlık, İlahi Mahiyet'in
'işraki bir izafeti' olması hasebiyle, sonuçta İlahi Mahiyet'e
indirgenebilecektir.
|
Posted: 20 Sep 2011 05:13 AM PDT
“Ümmetim yanlışta birleşmez.”
Hadis-i şerif
Bölüm 1: Kitlelerin Bilgeliği
1906 sonbaharında birgün İngiliz bilimci
Francis Galton Plymouth kasabasındaki bir hayvan panayırını ziyaret için yola
çıktı. Sergi alanını gezerken bir ağırlık tahmin yarışmasına rastladı. Besili
bir öküz ortaya konmuş; kalabalıktan bazıları da öküzün ağırlığı (daha
doğrusu kesilip temizlendikten sonraki ağırlığı) üzerine bahis oynamak için
sıraya girmişti.
Bahisçiler 6 peni ödeyerek bir bilet
alıyor, üzerine adını, adresini ve tahminini yazıp veriyordu. En iyi
tahminler ödüllendirilecekti. 800 kişi şansını denedi. Aralarında kasaplar,
çiftçiler (ki bunlar sığırların ağırlık tahmininde uzman olmalıydı) yanısıra
konudan hiç anlamayan insanlar da vardı. Bu durumun demokrasiye benzerliği
Galton'ın ilgisini çekmişti. Bir kralcı ve aristokrat olan Galton'ın inancına
göre bir toplum, ancak güç ve denetim seçkin ve iyi yetiştirilmiş elitler
elinde olduğu sürece sağlık ve gücünü koruyabilirdi. Şöyle yazmıştı:
“Ortalama bir seçmen, hakkında oy verdiği çoğu politik konu... hakkında ne
kadar akıl yürütebiliyorsa, ortalama bir katılımcı da öküzün net ağırlığını
tahminde o kadar başarılı olabilirdi.”
Galton ortalama seçmenin yeterli
olmadığını kanıtlamak amacındaydı. Bu yarışma bunun için iyi bir model
olabilirdi. Yarışmadan sonra Galton düzenleyicilerden biletleri ödünç aldı ve
üzerlerinde istatistik bir araştırma yaptı. Yazıları okunamayan 13 tane
bileti çıkardı, kalan 787 tanesini inceledi; buradaki tahminlerin aritmetik
ortalamasını aldı. Bu ortalama, topluluğun ortak cevabı idi. Galton
ortalamanın hedefin çok uzağında olacağını düşünmüştü. Sonuçta çok az
sayıdaki zeki insanı bir miktar vasat ve çok sayıda aptal insanla biraraya
getirdiğinizde aptalca bir cevap alırdınız.
Ama Galton yanılmıştı. Topluluk kesilip
temizlenmiş öküzü 544 kg tahmin etmişti. Öküzün ağırlığı ise 544,5 kg idi! Bu
mükemmel bir tahmindi. Galton daha sonra şu kadarını zorla itiraf etti:
“Sonuç demokratik bir yargının güvenilirliğinin beklenenden çok olduğunu
gösteriyor!”
Olayı kitabında nakleden “Kitlelerin
Bilgeliği” kitabının yazarı James Surowiecki'ye göre doğru şartlar altında
gruplar olağanüstü zekidir ve çoğu içlerindeki en akıllı insandan bile daha
akıllı çıkar. Grupların akıllı olması için olağanüstü zeki insanlarca idare
edilmeleri şart değildir. Bir grubun içindeki birçok insan özellikle iyi bilgilendirilmiş
ve mantıklı olmasa dahi grup iyi bir karar alabilir.
Tarih boyunca bu fikre karşı çıkan
birçok yazar ve ünlü insan olmuştur. Bunlardan biri olan Gustave Le Bon'un
“Kitleler Psikolojisi” adlı tartışmalı eseri Türkçe olarak da yayınlandı ve
ülkemizde de tartışıldı. Le Bon 19. y.y.da Batı demokrasisinin yükselişinden
dehşete düşmüş ve sıradan insanların politik güç kullanmaları fikri onu çok
rahatsız etmişti: “Kitlelerin Psikolojisini anlamak onları yönetmeyi bilmek
değil; hiç olmazsa bütünüyle onlar tarafından yönetilmemek isteyen devlet
adamlarının sermayesini oluşturur... Kitlelerde doğal zeka değil, aptallık
birikimi hakim olur... Onlar asla yüksek zeka gerektiren eylemleri
gerçekleştiremez.” İlginçtir ki, Le Bon için “kitle”, sadece linççi güruhlar
ve isyancılar gibi toplumsal aşırılığın örneklerini içermiyordu; karar veren
gruplar, parlamentolar, meclisler, jüriler, komiteler, heyetler de buna
dahildi...
Bir öküzün ağırlığını tahmin etmek o
kadar da zor bir iş olmayabilir. 1920'lerde sosyolog Hazel Knight'ın
sınıftaki öğrencilerden sınıf sıcaklığını tahmin etmelerini istemesi ve grup
tahmininin 22,4 derece çıkması da (sınıf sıcaklığı 22,2 derece idi!) zor
olmayabilir. Neticede sınıf sıcaklıkları aşağı yukarı aynı kalır; bu da
tahmini kolaylaştırır denebilir. Örnekleri uzatabiliriz: Finans profesörü
Jack Treynor'un sınıfına 850 şeker içeren bir kavanoz getirip 56 öğrenciden
kavanozda kaç şeker olduğunu tahminlerini istemesi (sınıf tahmini 871);
sosyolog Kate Gordon'un 200 öğrenciden cisimleri ağırlıklarına göre
sıralamasını istediğinde grup cevabının % 94 doğru olması; fizikçi Norman L.
Johnson'un bir grup gönüllüyü bir labirente gönderip en kısa çıkış yolunu
bulmasını istemesi ve grup ortalamasının 9 aşama olarak çıkması (teorik
olarak doğru en kısa yol – gruptan kimse bu kadar kısa yoldan labirentten
çıkamadı!) vs. Bunlar hep gözönünde olan şeylerdir. Peki ya bir gruptan kayıp
bir denizaltıyı bulmaları istenirse?
1968 Mayıs'ta “Scorpion” adlı ABD
denizaltısı Kuzey Atlantik'teki görevinden üssüne dönüş yolunda kayboldu.
Donanma denizaltının son bildirdiği konumu biliyor idiyse de, Scorpion'a ne
olduğu ve son haberleşmeden sonra ne kadar yol aldığı konusunda bir fikri
yoktu. Dikkatler yirmi mil çapta bir çemberde yoğunlaştırıldı.
Arama grubunun başındaki donanma
bilimcisi Dr. John Craven önce bir dizi senaryo üretti. Scorpion'un başına
neler gelmiş olabileceğine dair alternatif senaryolar. Sonra
matematikçilerin, denizaltı kurtarma uzmanlarının ve diğerlerinin de
aralarında olduğu geniş bir alanda bilgi sahibi insanlardan bir ekip kurdu.
Onlardan en iyi yanıt için birbirlerine danışmak yerine senaryoları inceleyip
en iyi tahminlerini yapmalarını istedi. Olaya bir yarışma havası vermek için
de en iyi tahmine bir şişe içki ödülü koydu. Craven'ın adamları böylece
denizaltının neden arızalandığı, okyanusa gömülürken hızı, batış açısı vs.
üzerine bahse girdiler.
Craven tüm tahminleri aldı ve Bayes
teoremi denen bir analiz metoduyla tahminlerin bir ortalamasını buldu.
Craven'ın bulduğu konum gruptan herhangi birinin seçtiği bir yer değildi.
Dolayısıyla Craven'ın oluşturduğu toplu resim, grup üyelerinin hiçbirinin
kafasındaki tekil resimlerin aynısı değildi. Uzun lafın kısası batık grubun
tahmin ettiği mevkiin 200 m. ötesinde bulundu!
Surowiecki der ki: Bu hikayenin en
hayret verici yanı, grubun bu vakadaki dayanak noktası olan delillerinin
neredeyse hiçbir öneminin olmamasıydı. Gerçekten de çok ufak bilgi
kırıntılarından ibarettiler. Denizaltının neden battığını, ne hızda
seyrettiğini ya da hangi eğimle battığını gruptan hiçkimse bilmiyordu. Ama
grup buna rağmen bir bütün olarak bunların hepsini bilmişti!
Şüphesiz bu örnek eleştirilebilir. En
başta gelen eleştiri de sonucun şans olduğu ya da grubun zaten uzman
kişilerden oluştuğu; bunun adi kalabalıklarla karıştırılmaması gerektiği,
onların birşey bilemeyeceği vs. olabilir. Scorpion'un aramasına katılan grup
bu konuda eğitim görmüş uzmanlardan oluşan, dolayısıyla konu hakkında fikri
ve bilgisi olan kişilerdi. Onların uzmanca ve zekice yargısının grup sonucu
olarak yansıması çok da şaşılacak birşey olmayabilirdi. Ama geneli itibariyle
bir konuda hiçbir bilgisi ya da eğitimi olmayan insanlardan oluşan bir grup
zor bir teknik problemi çözerse buna ne deriz?
28 Ocak 1986 sabahı saat 11:38'de uzay
mekiği Challenger rampasından uzaya doğru yükseldi. Kalkıştan 74 saniye sonra
infilak etti. Fırlatma TV'den yayınlanıyordu; bu nedenle kaza haberi hızla
yayıldı. Patlamadan 8 dakika sonra haber New York borsasına ulaştı.
Dakikalar içinde yatırımcılar Challenger
projesine katılan 4 büyük yüklenicinin hisselerini elden çıkarmaya
başladılar. Mekiğin ana motorlarını yapan Rockwell International, yer
desteğini yöneten Lockheed, geminin dış yakıt tankını üreten Martin Marietta
ve iki yandaki katı yakıtlı füzeleri yapan Morton Thiokol'un hisseleri hızla
düşüşe geçti. Hepsi de % 3-6 arası düşüşler yaşadı.
En büyük darbeyi Morton Thiokol yedi.
Çok sayıda yatırımcı Thiokol hissesi satıyor ve kimse bunları almıyordu. Bu
nedenle Morton T. hisseleri alışverişe kapatıldı. Gün sonunda diğer yüklenici
hisseleri tekrar bir miktar yükselerek günü %3 zararla kapatırken Morton T.
%12 değer kaybetmişti. Bunun anlamı borsanın neredeyse anında Morton
Thiokol'ü Challenger faciasından sorumlu olarak mahkum etmesidir.
Felaket günü kamuoyunda Thiokol'ü suçlu
gösteren yorumlar yoktu. Bir yorum olsa, o da görkemli şekilde patlayan ve
olaya bir süper havai fişek gösterisi havası veren dış sıvı hidrojen tankını
üreten Martin Marietta suçlanırdı. Ertesi gün New York Times'ta 2 dedikodudan
bahsedilse de, bunlarda Morton T.'un adı geçmiyordu. N.Y. Times “kazanın
nedenine dair hiçbir ipucu yok” diyordu. Patlamadan 6 ay sonra kazayı
soruşturan Başkanlık Komisyonu, Thiokol tarafından üretilen yan roketlerdeki
sızdırmaz contaların soğuk havada kırılgan hale gelerek ortadaki dev yakıt
tankına doğru fışkıran bir ateş sızdırdığını ve bunun da dev tankı infilak
ettirdiğini açıkladı.
Piyasa doğruyu nasıl bulmuştu? Konu
hakkında araştırma yapan Finans profesörleri Michael T. Maloney ve J. Harold
Mulherin, öncelikle şirketlerinin sorumlu olduğunu bilecek durumdaki Morton
T. yöneticilerinin 28 Ocak'ta ellerindeki hisseleri boşaltıp boşaltmadığını
görmek üzere “insider trading” kayıtlarına baktılar. Satmamışlardı. Bu konuda
birşeyler bilebilecek diğer şirket yöneticileri de bunu yapmamışlardı. Morton
T. içinden olup da hisse satışı yaparak zincirleme reaksiyon başlatmış
olabilecek kimi “uyanıklar” da yoktu. Piyasa Morton T. hisselerini neden
istememişti? Maloney ve Mulherin buna ikna edici bir cevap bulamadılar.
Piyasa o gün akıllıydı, çünkü bilge
kitlelerin özelliği olan 4 koşulu yerine getiriyordu: Fikir çeşitliliği (bu
bilinenlere aykırı da gelse, her kişi diğerlerinin bilmediği özel ve farklı
bilgiye sahip olmalı), bağımsızlık (fikirler başkalarından etkilenmemeli),
yokmerkezcilik (adem-i merkeziyet) ve kümeleme (bireysel kararları ortak
yargıya dönüştüren mekanizmalar).
Surowiecki'ye göre, paradoksal olarak
bir grubun akıllı olabilmesinin en iyi yolu içindeki her bireyin serbestçe
düşünüp hareket etmesinden geçer. Elemanlarının birbiriyle konuşması, görüş
ve bilgi alışverişinde bulunması grubun yararınadır; ancak iletişimin fazlası
grubun bir bütün olarak zekasını azaltabilir; çünkü bileşik kaplar kanunu
gibi herkesin fikri birbirine benzemeye başlar ve görüşler bir uçta toplanma
eğilimi gösterir.
Piyasa mekanizması geleceğe ve
bilinmeyene yönelik bilgi ve tahmin üretmekte kullanılabilir mi? 1988'de
kurulan ve Iowa Üniversitesi İşletmecilik Okulu tarafından yürütülen IEM
(Iowa Electronic Markets – Iowa e-Piyasaları), başkanlık, kongre, valilik ve
yabancı ülke seçimleri gibi sonuçları kestirmek üzere tasarlanmış bir “fikir
piyasası” sunmaktadır. Katılmak isteyen herkese açık olan bu elektronik
piyasa, bir seçim sonucunu tahmine dayalı bir futures (gelecek) sözleşmesi
alıp satmasını sağlar. Peki IEM ne kadar başarılıdır? 1988 ile 2000 yılları
arasındaki 49 farklı seçim hakkında tahminler başkanlık seçimlerinde %1,37,
diğer ABD seçimlerinde %3,43 ve yabancı seçimlerde %2,12 oranında hata ile
sonuca yaklaşmışlardır. 1988 – 2000 yılları arasındaki ABD başkanlık
seçimlerinde 596 farklı kamuoyu araştırması yayınlanmıştı. IEM sonuçları
kamuoyu araştırmalarının %75'inden daha doğruydu.
Bu konuda özellikle ilginç olan IEM'in
çok büyük olmamasıdır (ençok oyuncu sayısı 2007 itibariyle 800). Dahası
buradaki örnekleme genel seçmen kitlesini de yansıtmaz. Oyuncuların çoğu
erkek ve Iowa'lıdır. Peki IEM'in diğer kamuoyu yoklamalarından farkı nedir?
Kamuoyu yoklamaları basitçe deneğe “kime
oy vereceksiniz” diye sorar. IEM'deki 800 oyuncu ise (kendilerinin kime oy
vereceğinden bağımsız olarak) tektek kimin kazanacağı ile ilgili tahmin
yürütürler. Bu tahminlerin arkasında (bazan alışılmadık ya da önemsenmeyen
yollardan dahi olsa) çok ve çeşitli bir bilgi dağarcığı ve bu bilgileri
işleyen birden çok ve çeşitli akıl yürütme yöntemleri vardır. Piyasa bütün bu
zenginliği bünyesine katar ve işler. Yani bununla IEM, seçmeni kendinden daha
iyi mi bilir demek istemiş oluyoruz?
IEM'in başarısı insanların Hollywood
filmlerinin gişe hasılatı, ilk gece performansı ve Oscar ödülleri üzerine
bahis oynamalarını sağlayan “Hollywood Stock Exchange” (HSX) gibi başka
piyasaları esinledi. Mart 2000'de “Wall Street Journal” gazetesi Amerikan
Sinema Akademisi (Oscar ödülü jürisi) üyelerinden birkısmını (356 kişi ya da
tüm oy verenlerin %6'sı) isimlerini gizlemek vaadiyle ikna edip kime oy
verdiklerini öğrendi ve bunu Oscar töreninden önceki Cuma günü yayınladı.
Gazete 6 önemli Oscar kategorisinin 5'ini doğru bilmişti. HSX ise daha
başarılı olarak 6'da 6 tutturdu! Buradan ne anlaşıldığı açıktır: HSX konu ile
doğrudan ilişkili kişilerden (ya da tümüyle doğrudan ilişkili kişilerden)
oluşmasa dahi, doğrudan ilişkili olanların (Wall Street J.'a) verdiğinden
daha doğru bilgi sağlamıştı. Surowiecki şöyle der: (Herhangi bir konuda) “uzman
peşinde koşmak hem bir hata hem de masraflı birşeydir. Aramayı bırakıp
(içinde dahileri de barındıran) kitleye danışmalıyız... Yeterince çok sayıda
ve birbirinden farklı insanı bir araya getirip onlardan genel ilgiye matuf
kararlar almalarını isterseniz, o grubun kararları tek başına bir
kişininkinden (o kişi ne kadar zeki ve bilgili olursa olsun) bilgelikçe daha
üstün olacaktır.
Devlet yönetimi de bu konuya dahildir.
Bölüm 2: Doğrudan Demokrasi
Doğrudan Demokrasi Uygulamaları
Halkın her konuda doğrudan oyuna
başvurmak demek olan doğrudan demokrasi, doğası gereği küçük ölçeklerde
İsviçre, Liechtenstein vb. küçük ve sakin Orta Avrupa ülkelerinde kanton ve
kasabaların idaresinde uygulanagelmiştir. İsviçre'de geleneksel olarak kasaba
pazarının kurulduğu gün (civar köylüler de merkeze indiğinden) meydanlarda
halk meclisleri kurmak ve eldeki konuları gündeme getirip halkın oyuna
başvurmak yerleşik bir uygulamadır. Bunu İsviçre federasyonu gibi görece
büyük bir ülkenin yönetiminde uygulamak hernekadar birtakım zorluklar içerse
ve bu yüzden İsviçre Federal Cumhuriyeti bir parlamentoya dayalı temsili
demokrasi ile idare edilen bir ülke olsa da halkoyu geleneği unutulmamıştır.
İsviçreliler yılda ortalama 10 referandum ile halkoyuna ençok başvurulan
ülkelerden biridir. Bu gelenek, ne yazık ki ülkemizde talihsiz bir biçimde
“cami minaresi oylaması” konusuyla kamuoyunca tanınmış olup sonuçta halkın en
bilgece kararı verdiği tartışılabilir. Ama konu İsviçreli uzmanlardan ya da
parlamenterlerden oluşan bir heyete götürülseydi sonuç daha iyi çıkar mıydı;
bu da tartışmalı bir konudur.
ABD'de birçok yerel konu hemen hemen
yılda 1 tekrarlanan federal ya da yerel seçimlere denk getirilerek halkın
oyuna sunulur. Amerikalıların, bu ve başka nedenlerle gücünü kontrol
edilebilir gördükleri eyalet yönetimleriyle genelde pek sorunları yoktur. Ama
kanunlarını federal bir kongrenin yaptığı çok uzaktaki federal hükümeti
genelde pek sevmezler ve işlerine karışmasından geleneksel olarak
hoşlanmazlar. Amerika birçok şerrin yanısıra federal hükümeti yıkılması
gereken bir diktatörlük olarak gören “Bilderberg avcısı” gazeteci Alex Jones
gibi kimselerin de vatanıdır ve o kendi şehrinde Amerikalı askerleri
operasyonda görmek fikrinden bir Iraklı kadar nefret etmektedir.
Halkın Bilgeliği Adaletin Hizmetinde:
Jüriler
Jüri sistemi, halkoyunun yönetim yerine
bukez adalette hizmet ettiği bir mekanizma olarak Anglosakson geleneğinde
yerini almıştır. Suçlu hakkında kararları halktan kişilerden oluşan jürinin
verdiği bir mahkeme kararı herzaman en doğrusu olmayabilir. Sinema ve tiyatro
dünyasının klasikleşmiş eseri “12 Öfkeli Adam” belki ortalama bir jürinin
adalet aramaktaki titizliğini fazla abartır; ama jüri, karar hakkı atanmış
uzmanlar (hakim, savcı) yerine halktan seçilmiş kişilerin elinde olan bir mahkemenin
karar meşruiyetine tartışmasız bir katkı yapar.
Genel olarak ABD ve Anglosakson
gelenekten çok fazla bahsettiğimin farkındayım. Ne var ki, gerek halkoyu,
gerek jüri sistemi konusundaki yaygın uygulamalar (İsviçre hariç) Anglosakson
geleneğe hastır ve halkın bilgeliği konusundaki modern sosyolojik
araştırmaların da çoğu Amerika'da yapılmaktadır.
Peki halkın bilgeliği temsili bir
demokraside de en uygun temsilcileri seçerek siyaset sahnesine aksetmiyor mu;
ya da diğer tabirle “Temsili Demokrasi” ne kadar “temsili” ya da
“demokrattır”?
“Temsili Demokrasi” ne kadar
“temsili” ya da “demokrattır”?
Temsili demokrasi bugün hemen hemen
evrensel bir hükümet biçimi olmuş, dünyanın her ülkesinde, diktatörlükle
yönetilenler (ya da yönetildiği iddia edilenler) de dahil, daimi bir meclis
ya da parlamento diğer devlet organlarının yanında yerini almıştır. Başka bir
konudaki tartışmaları bu yazıya taşımamak için şimdilik dikta – cumhuriyet
(parlamenter rejim) tartışması yapılan ülkeleri bir tarafa bırakalım ve diyelim
ki; temsili demokrasinin başat özelliği düzenli seçimler ve bu seçimlerin
sonucunda gelen yönetim değişiklikleridir. Bu yönetim değişiklikleri, temsili
demokrasinin pek sorunsuz da olmadığına işaret eder. Uyuyamayan kişinin
yatakta sürekli sağına soluna dönüp pozisyon değiştirmesi gibi, temsili
demokrasilerde de partilerin sürekli iktidar ve muhalefet arasında yer
değiştirdiği görülür ve bu hal, başarılı birkaç örnek müstesna, sürer gider.
Halk genelde bir önceki başarısızın elinden iktidarı alması için başa
getirdiği yönetimlerden niçin ve yine hoşnut kalmaz? Sözün burasında bir Çin
masalı anlatalım:
Eski Çin'de bir köyün yakınında bir dağ varmış. Dağın içinde bir
ejderha yaşarmış. Köylüler ejderhanın şerrinden korktuklarından her yıl
düzenli olarak ona hediyeler gönderirlermiş. Arada bir köyden bir yiğit
delikanlı çıkar; ejderhayı yok edeceğini söyleyerek kılıcını alır gidermiş.
Ama nice yiğitler gitmiş; dönen olmamış.
Gel zaman git zaman bütün yiğitlerden
daha yiğit, namı bütün bölgeyi almış başka bir delikanlı çıkmış köyden. O da
ejderhayı yok etmek niyetlisi imiş. Akrabaları, dostları onu bu işten vaz
geçirmek için çok uğraşmışlar. Gidenlerin dönmediğini çok söylemişler; ama
nafile.
Genç yiğit azığını ve kılıcını alıp yola
çıkmış. Dağa varmış; kısa bir araştırmadan sonra ejderhanın inini bulmuş ve
kılıcını çekerek içeri girmiş. Bir müddet inde ilerledikten sonra karşısına
korkunç ejderha çıkıvermiş. Genç soğukkanlılığını kaybetmemiş. Kılıcını
olanca gücüyle ejderhaya indirmeye başlamış; ejderhanın hamlelerini de
ustalıkla savuşturmuş. Bu vuruşma kısa bir süre sonra ejderhanın ölümü ile
sona ermiş. Mağara gencin zafer çığlığı ile yankılanmış.
Genç heyecan içinde ileri geçip mağarayı
araştırmaya başlamış. Gözleri kamaştıran zengin bir hazine bulmuş; tabii etrafa
saçılmış birçok kurbanın kemiğini de görmüş. Ancak bir şey dikkatini çekmiş.
Bu kemiklerin arasında hiç insan kemiği yokmuş.
Genç buna bir anlam verememiş; öyle ya
bunca yiğit bunca yıldır bu dağa ejderha ile karşılaşmaya gelir ama hiçbiri
dönmezmiş; ama ortadaki kemikler ancak hayvanlara ait olabilecek kadar
büyükmüş. İşte ne olduysa o anda olmuş.
Genç birden titremeğe başlamış. Kılıcı
tutan eline baktığında dehşet içinde kaba tüylerin derisini kapladığını,
tırnaklarının uzayıp sivrildiğini, dar gelen elbiselerinin parçalandığını
görmüş. Bağırmak istemiş; ama ağzından korkunç bir homurtu çıkmış. Çünkü bir
ejderhaya dönüşmüş.
Temsili demokrasilerin başlıca sorunu
seçilen temsilcilerin politikanın girift çıkarlar – ilişkiler – güç odakları
matrisinin kirletici ağı içinde ne için seçildiklerini ve kimi temsil
ettiklerini unutup “yapılması gerekenden” “gereğini yapmaya” yönelmeleri, ya
da bir önceki yerinden ettikleri ejderhaya benzemeleridir.
Batılı demokrasileri ve Türkiye'yi genel
itibarıyla içine alan bu kısırdöngü giderek temsili demokrasilere yönelik
olarak toplumlarda derin bir kuşku ve güven bunalımı oluşturmuştur. ABD'nin
içinden birtürlü çıkamadığı iktisadi durgunluğun faturası sonuçta kamuoyu
tarafından, halkı ve onların mortgage borçlarını unutup büyükleri kurtaran
ABD federal yönetimine kesilmiş; büyük ümitlerle seçilen Başkan Obama'ya
karşı “Bankaları kurtarma; halkı kurtar!” sloganıyla sokak yürüyüşleri
yapılmıştır. Oysa serbest bırakılan 700 milyar Dolar tutarındaki federal
yardım doğrudan bankalara gönderilmek (ve bununla bankaların, CEO'larının
şişkin maaşları üstüne şişkin ikramiye ve primler ödemesine imkan tanımak)
yerine mortgage borçlusu milyonlarca küçük mülk sahibinin hesaplarına
yatırılsaydı, hem birçok aile yerinden yurdundan olmayacak, hem krizin
başlıca suçlusu görülen gayrımenkul fiyatları düşmeyecek, hem de bu para
sonuçta kurtarılmak istenen bankaların kasasına geri dönecekti.
Avrupa'da da toplumları pençesine alan
iktisadi durgunluk pasif güvensizlik boyutunu geçip Yunanistan, İspanya,
İtalya, İngiltere ve Almanya'da yeryer sokak gösterilerine dönüşürken söylem
de giderek ciddileşmektedir (“bu meclistekilerin hakkı iptir” diye bağırıyor
bir Yunanlı gösterici kameralara). Türkiye'de bugün nispeten istikrarlı bir
büyüme ve yaygın teveccüh görmüş bir hükümet bulunmakla beraber, geçmişteki
krizler ve sıkıntılar unutulmamıştır. Türkiye'de ayrıca sürece dışarıdan
müdahale eden parlamento dışı güçler de olagelmiş; bunlar da meşruiyetlerini
müphem bir “vatanı ve milleti korumak ve kollamak” kavramına
dayandırmışlardır. Bu görevi milletin ne zaman ve hangi resmi belgeyle
kendilerine verdiği ve açıkça onlardan ne istediği ise pek sorulamamıştır. Bu
güçlerin parlamenter düzeni işlemeye bıraktığı sair zamanlarda ise orta-alt
sınıfı rahatlatacak maaş zamları hiçbir hükümet tarafından üst sınıfları
rahatlatan vergi afları kadar hoş karşılanmamış; sabit gelirliden alınan
vergilerin küçük bir yüzdesinin dahi “Tobin vergisi” yoluyla borsada dönen
sıcak paradan kesilmesi düşünülmemiş; verilen teşvik ve primlerin bir kesiri
kadar olsun asgari ücrete destek primi verilmesi hatıra gelmemiştir. Acaba bu
kararları alan parlamentolar halkın tamamını temsil etmiyor mu?
Temsili demokrasilerin bir başka sorunu
da seçilmişlerin seçenleri temsil derecesidir. Batı demokrasilerinde (Türkiye
de dahil) mecliste kaç işçi kökenli, kaç memur kökenli, kaç esnaf kökenli,
kaç çiftçi kökenli, kaç emekli kökenli milletvekili vardır? Hatta kaç işsiz
kökenli milletvekili vardır; resmi rakamlarla Türk halkının %10'a yakını işsizdir,
diğer Batı ülkelerinde de işsizlik hatırı sayılır rakamlar göstermektedir. O
halde bu kitlenin de mecliste “temsili” gerekmez mi? Eğer meclisin
“seçilmişliği” “seçkin” bir çevre olması anlamına geliyor ve bu anlamda her
toplumsal kesimden temsilciye gerek görülmüyorsa; o halde kaç aydın, yazar,
sanatçı, üniversite hocası, okul öğretmeni vardır (okul öğretmenlerine
yetiştirmeleri için geleceğin kuşaklarını emanet ettiğimize göre onların çok
güvenilir ve aydın kişiler olması gerektir; öyleyse devlet yönetiminde görev
alabilmelidirler). Amerikan “demokrasisi” ile mizah yapmayı adet haline
getirmiş ünlü Amerikalı yönetmen Michael Moore bir konuşmasında Sovyetler
döneminde Moskova'daki Politbüro'da tekrar seçim oranının % 93; ABD
kongresinde %97 olduğunu söyleyerek, “Politbüro'da Kongre'den çok değişim
vardı” der. Araştırmacı- yazar Edip Yüksel ise Türkçede yayınlanmayan
araştırması “Demokrasi'ye karşılık Lotokrasi”de temsilcilerin piyango usulü
seçilmelerini önerir. İsminin aksine bu çok ciddi araştırmada, böylelikle
meclis yolunun, pahalı seçim masraflarını asla kaldıramayacak ya da
masraflarını ödetmek için lobilerle anlaşarak onların emrine girmeyecek
toplumsal kesim ve sınıfların temsilcilerine de açılacağı tesbitini yapar.
Amerikalı ünlü trend araştırmacısı
Gerald Celente'nin tabiriyle “temsili demokrasi, ne temsili ne de
demokrasidir”. Belki iyi parlamenter düzenler iyi monarşiler misali iyidir;
ama bir sonraki hükümdarın ne yapacağına dair elde bir garanti yoktur.
“Online banka işlemi yapabiliyorsam,
online oy da verebilirim”
Geçmişte doğrudan demokrasilerin
önündeki tek engel kaçınılmaz olarak küçük ve yerel kalmalarıydı. Büyük bir
ülkenin hükümeti diyar diyar gezerek her konuda halkın reyini soramazdı.
Temsili demokrasi bir anlamda bu boşluğu doldurmak için doğdu ve
geliştirildi. Oysa bugün bilgi ağları ve İnternet'in temelini oluşturmaya
başladığı yeni toplum yapısı (çocuğunuzun mahalleden kaç, Facebook'tan kaç
arkadaşı var? Ya da kaç mahalle arkadaşıyla sokak yerine Facebook'ta
görüşüyor?) bu zaman ve mekan engelini aşmak için elimize yeni olanaklar
sunuyor. Ekonomi uzun süredir bu ağlara taşındı bile: İnsanlar
alışverişlerini sanal dükkanlardan yapıyor; ticaret yapıyorsa mal
siparişlerini ve satışlarını İnternet aracılığıyla yapıyor; bankaların İnternet
şubeleri cadde başı şubelerinden daha kalabalık vs. Modern bilgi toplumu
giderek yerleşiyor. Ve siz de bu satırları büyük ihtimalle İnternet üzerinden
okuyorsunuz. Ama devlet yönetimi için bilgi ağlarına mahkum olmak iyi bir
tercih midir? Tehlike iki yönden gelir: Bilgi güvenliği ve sızıntısı sorunu
ve bir merkezi otoritenin ağı denetleyip süreci kendi isteğine göre manipüle
etmesi.
Bilgi güvenliği sorununun ne olduğunu
banka hesapları İnternet üzerinden boşaltılan ya da kredi kartına yapmadığı
alışverişler nedeniyle yüklü miktarlarda borçlar gelen her kişi iyi
anlayacaktır. Ancak bu tehlikeler toplumun genelini ne “ağda” (“online”
yerine kullanıyorum; “çevrimiçi” berbat bir galat-ı meşhurdur, keşke
yerleşmeseydi!) alışveriş yapmaktan ne de bankacılık işlemi yürütmekten
alıkoyar. Sonuçta bu trafiğe çıkmak ve trafik kazası riskini üstlenmek
gibidir; modern teknoloji bu tür ihtimalleri minimize etmiştir. Özellikle
çağın “fetişi” para ve bu fetişin “mabedi” banka açısından ağda bankacılık
uygulamaları nedeniyle üstlenilen riskler daha büyüktür; ama milyonlarca TL,
Dolar ya da Avroluk e-banka soygunlarını pek sık duymuyoruz. Gerald
Celente'nin dediği gibi “eğer ağda banka işlemi yapabiliyorsam; ağda oy da
verebilirim.”
Bugün YSK güvenilirliği ya da yarın ağda
YSK güvenilirliği
Bugün tüm temsili demokrasilerde oy
sandıklarını toplayan, sayım sonuçlarını değerlendiren ve seçimin galibini
açıklayan merkezi organlar vardır: Türkiye'de bu organın adı Yüksek Seçim
Kurulu'dur. Seçimlerin selameti ve güvenliği kaçınılmaz olarak bu merkezi
organların doğru çalışmasına ve seçim sonuçlarını dürüstçe açıklamasına
bağlıdır. Hiçbir ülkede bu işlerin yanlış ya da hile karışmadan %100 doğruluk
ve dürüstlükle yürütüldüğü kalıcı olarak garanti edilememekle birlikte bu,
seçimler yapılmasına ve seçim sonuçlarına güvenilmesine engel olmamaktadır.
Arada bir bir ülkede seçimi kaybeden muhalif partinin taraftarları, seçimlere
hile karıştırıldığı gerekçesiyle sokağa dökülür; bu kişiler haklı ya da
haksız olabilirler. Demokratik düzenin işlemesi sonuçta ilgili kurumların
güvenilirliğine bağlıdır.
Tıpkı bunun gibi yarının ağda oy verme
ve halkoyu işlemleri de benzer bir kurumun güvenilirliğine bağlı olacak; bu
işin ağda yapılıyor olması seçim kurumlarının güvenilirliği açısından bugün
olmayan ek bir risk getirmeyecektir. Hile yapmak isteyen bir merkezi kurumun
elinde bugün de olanaklar vardır, yarın da olacaktır. Belki bir başka risk
yarının ağ teknolojisi sayesinde ortadan kaldırılabilir: Yanlış sayımlar. Bir
seçim organizasyonunun büyüklük ve karmaşıklığı ve ne sayıda insanı
bünyesinde istihdam ettiği gözönünde tutulursa insan faktöründen kaynaklanan
sayım ve bilgi hataları yoktur denemez. Ama yarının ağ teknolojilerinde bu
ihtimaller de minimize edilebilecektir.
Yine de yarı makine yarı iktidar kurumu
bir seçim ağları heyulasının hayatımıza hakim olması bize ürkütücü ve
kolaylıkla istismara açık gelebilir. Bu mekanizmanın bizim irademizi
yansıtmak yerine bize kendi gizli iradesini dayatmadığını nasıl bileceğiz?
Sanırım bunun cevabıyla ilgili yukarıda ipuçlarımız var.
Gerçeklere ilişkin sağlıklı modellemeler
yapmak açısından çok başarılı olan yukarıda örneğini gördüğümüz IEM e-fikir
piyasaları tipi bağımsız örgütlenmeler belki geleceğin e-demokrasisinde
“denetleyici kuruluşlar” olarak yerlerini alacaklar. Hatta bu piyasalar
gelişerek tüm seçmenleri içine alıp birer alternatif “seçim sistemi” haline
dahi gelebilir ve birbirlerini sonuçların sağlıklılığı açısından
denetleyebilirler. Ağ teknolojilerinin maliyetlerindeki muazzam düşüşler
gözönüne alındığında yarın böyle sistemler kurmak ve işletmek için devasa
yatırımlara gerek olmayacak, orta bütçeli dernekler ve vatandaşlık
inisiyatifleri dahi bu sistemleri kurup işletebileceklerdir.
Ufkumuzu makineler ve onları denetleyen
makinelerle mi dolduracağız; Will Smith'in “Ben Robot” filminin bir başka
versiyonu mu hayatımıza hakim olacak; oysa biz belki de doğaya aşık bir
nesiliz, herşeyin doğal yollarla ve kendi olağan yavaşlığında aktığı bir
dünya özlerken bu e-cehennemi neden kabul edelim ki diye düşünebiliriz. Eğer
bunu felaket olarak görmeyi yeğliyorsak, ne yazık ki, Pandora'nın kutusu
çoktan açıldı. Ticaret, sanayi, banka gibi kurumlar çoktan online oldular ve
ışık hızında koşuyorlar. Onları denetleyecek ve ehlileştirecek yasal ve
demokratik yapıların bu çağda artık at sırtında gitmesine razı olamayız. O
zaman bu kurumlar demokratik toplum düzenini her taraftan aşındırır (eğer
hal-i hazırda aşındırmadıysa!) ve onun yerine geçmeye hak iddia ederler.
Düşman hangi silahlarla kuşandıysa biz de aynı silahlarla kuşanmalıyız. Tarih
boyu dünyanın gerçekleri bunlar oldu; bugün de bunlarda bir değişiklik
görmüyoruz.
Son olarak e-demokrasimizin iyi
işlemediğini; bariz hileler olduğunu, bağımsız ağların olanları bize haber
vermesine rağmen merkezi otoritenin bunu umursamadığını varsayalım. Bu
durumda ne olur? O zaman olayların kaderi tarih boyunca olduğu gibi diktaya
karşı özgürlüklerini korumak için ayaklanan insanların özgürlükleri için
savaşma ve ölme azmine bağlı olur. Belki bugün Arap baharının bize hatırlattığı
budur.
Sonuç
21. yüzyılın insanlığa hediyesi doğrudan
ve aracısız demokrasi olacaktır. Bu fikir başlangıçta çok hayali ve lüzumsuz
karşılanacak; “yapılacak daha önemli işlerimiz olduğu” söylenecektir. Ama ilk
temsili demokrasiler ve parlamentolar hanedanlıklara karşı yeryüzünde
yükselirken de aynı hayalcilikle suçlandılar. 20. yüzyılın “temsili” denen
seçkinci -aristokrat “demokrasilerinin” sebep olduğu biteviye bıkkınlık ve
güven kaybı gözönüne alındığında parlamentolar ve meclislerin bugünkü seçkinci
düzeni krallıklar çağının sonundaki aristokrat meclislerinin havasını çok
andırmaya başlamıştır: Toplumdan giderek kopan ve kendi gerçeklikleri içinde
eldekini korumaya çalışan güçlüler. Bunların içinde şüphesiz iyileri de
vardır. Geçmişte de iyi krallıklar ve aristokratlar vardı. Ama bir sonraki
hükümdarın ne yapacağının bir garantisi yoktu.
Bugün aracısız demokrasi için gerekli
teknik imkanlar eldedir; yarın daha da iyileri ortaya çıkacaktır. Parlamenter
işlevlerin doğrudan halk tarafından yürütüldüğü, halk iradesine karşı gelen
yöneticilerin derhal bir oylamayla görevden alındığı yarının doğrudan
demokrasilerine geçen ülkelerde uzun zamandır unutulmuş, ama lafı hala bolca
söylenegelen, kamu ahlakı ve toplumsal sorumluluk duygusu tekrar uyanacak,
üyeleri, zümre ve kesimleri birbirine hasım haline gelmiş milletler tekrar ve
yeni bir silkinişle birleşip hayat bulacaklardır. Çözüm için kitlelerin
bilgeliğine başvurmanın gelenek haline gelmesi, akla gelmeyen yepyeni
imkanların keşfi ve toplum hizmetine sunulması için yeni yollar açacaktır.
Halklar barışın ve insan haysiyetine saygının değerini elitlerden çok daha
iyi bildiklerinden barış, insan hakları ve küresel adalet gibi kavramlar çok
daha sağlam temellere oturacak; bugünün boş retorikleri olmaktan çıkıp gerçekleşme
yoluna gireceklerdir.
Doğrudan demokrasiye giden yollar
sıkıntısız ve kolay değildir. Hiçbir elit elindeki gücü gönül rahatlığıyla
halka vermez. Bunun anlamı kimi ülkelerde kargaşa ve karışıklıklar, özellikle
dünyanın güçlü ve merkezdeki ülkelerinde ise halkın dikkatini dağıtacak ve
enerjisini tüketecek anlamsız ve uzun dış savaşlar olabilir. Belki 1789'un
Moniteur Universel'inin şu anlamlı kelimeleri 21. yüzyılda birkez daha ve
yeni anlamıyla yayılacaktır: “Milletler cesaretlerini birbirleri yerine
başlarındaki zalimlere çevirsinler.”
Faydalanılan kaynaklar:
|
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar