Print Friendly and PDF

ALTENATİF TIP LUGATÇESİ



Bioenerji: Alternatif tıp alanında geniş paramedikal yak­laşımlar ailesinde, "elle yapılan iyileştirmeler” adı altında top­lanan yöntemler ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu yöntemler, sayıca kalabalık -sadece XIX. ve XX. yüzyıllarda yüz kadarı kayda geçirilir- ve eşine az rastlanır bir çeşitliliktedir. Çağ­lar boyunca, bütün kültürlerde, hastalığı ve iyileştirmeyi bir "enerjinin” hareketine bağlayarak açıklayan bilginler olmuş­tur. Tıpkı bu bakış açısından doğan tedavilere verilen adlar gibi, bu temel doğal güce verilen adlar da çok sayıda ve çeşit­lidir- bu anlayışın tıbbi bilimler tarihindeki farklı temsilcile­ri de bu durumun altını çizerler. Franz Anton Mesmer (1734- 1815) bu enerjiye canlıcı manyetizma adını verir. Baron Kari Ludwig von Reichenbach (1788 - 1869) odik güç (fiziksel bedenden yayılan manyetizma gücü,çn.)gibi yumuşak bir adı tercih eder. Henri Bergson kendi hesabına yaşamsal atılımdan bahsederken Hans Driesch eteleşi sözcüğünü seçer. Sigmund Freud insan duygulan üzerine yürüttüğü gözlemlerini açıklamak için libido terimini kullanır. Freud’dan kısa bir süre son­ra William MacDougal hormik enerjiden bahsetmeyi tercih eder. Bu liste neredeyse sonsuza kadar uzayabilir: Charles Littlefield ve yaşamsal manyetizması, George Starr White ve kozmo - elektrik enerjisi, Wilhelm Reich ve orgunu... Gün­cel eneıji tedavileri, rağbette olan bilimsel hayal gücüne uy­gun olarak, insan bedenini, çoğunlukla, sürekli etkileşim ha­lindeki elektromanyetik alanlardan oluşan bir ağ olarak de­ğerlendirilirler. Söz konusu tedavilerin uygulamacıları, hasta­lıkların enerji alanlarındaki düzensizliklerden doğduğunu ve bu alanlara müdahale ederek, özellikle de düzensizliği gidere­rek hastalığı tedavi edebileceklerini hesaplarlar. Tüm bu yak­laşımlar, bazen kendilerine rağmen, XIX. yüzyılın ortasında yorumlanan ve Mesmer’in tanıttığı bir manyetizma anlayışı­nın izini taşır. Güneşin, ayın ve gezegenlerin çekim güçleri­nin sinirsel akışkanlığı hastalıklar yaratacak kadar çok etkile­yebileceğine inanan Mesmer, mıknatısların tedavi aracı ola­rak kullanılabileceği savını ortaya atar. Bu manyetik güç, rad­yoaktivitenin 1990’ların ortalarında simgelediği şeyi simgeler: Denetim altına alınamaz, anlaşılması zor ve hem iyilik hem de kötülük yapabilecek bir güç. Bugün kullanılan tıbbi tedavi yöntemlerinin yanı sıra insanlar, birçok sebeplerden dolayı, (örneğin farmakolojinin aşırılığı), hastalıklarının tedavisi için halk tıbbından da yararlanma arayışlarına girmişlerdir. Bun­ların içinde özellikle elle tedavi (manual therapy) ve biyo-enerji ile tedavi yöntemi, en doğal ve etkili olanıdır. XX. Yüz­yılın başında Sovyetler Birliğinde, V.I. Behterev ve diğer bazı bilim adamları, insanın bir biyoenerji alanına sahip olduğunu fark etmişler, bu konuda araştırmalar yaparak birçok kitap ve makaleler yazmışlardır. Başlangıçta başarıyla sürdürülen bü­tün bu çalışmalar, bir süre sonra “Marksizm-Leninizm’e uy­gun olmadığı için” yasaklanmış ve açılan fakülteler kapatıl­mıştır. Dolayısıyla uzun bir zaman biyoenerji ile ilgili hiçbir bilimsel araştırma yapılmamıştır. Hatta basında çıkan biyolo­jik alan ve bağlantılı olaylarla ilgili makaleler de alay konusu olmuştur. Bugün ise, bilim adamları ve kamuoyu artık biyo­lojik alanın varlığını kabul etmektedir.
Çigong: Çigong, Antik Çin’in kültürel bir mirasıdır. Ya­şam enerjisi üzerinde uzun sürelerle kararlı olarak çalışmaya ve bu konuyu incelemeye Çigong denir. Çigong, “çi” ve “gong” sözcüklerinden türemiştir. Çi, evrenin temelindeki enerji, doğal güç, canlıların bedenlerindeki yaşam enerjisi şeklinde tanımlanabilir. Gong ise, iş, kararlı çalışma demek­tir. Gong sözcüğünün başına getirilen ek, ne işi ya da çalış­ması olduğunu anlatır. Tıbbi Çigong geleneksel Çin tıbbının önemli bir parçası ve Çin’e özgü bir koruyucu sağlık yöntemi olarak görülür. Geçmişi antik çağa kadar gider, en azından dört bin yıllık bir tarihi vardır. Geleneksel Çin tıbbına göre birçok hastalık zihindeki dengesizliklerden kaynaklanır, be­denlerimizdeki yaşam enerjisi döngüsü ise zihinle bağlantılı­dır. Böylece sağlığın korunmasında zihnin ve yaşam enerjisi­nin düzenlenmesi büyük önem kazanır. Tarihi kayıtlar, dört- bin yıl önce Çin’de insanların, dans karakterli bir hareket di­zisiyle hastalıklarını tedavi ettiklerini, eneıji ve solunumları­nı düzenlediklerini göstermektedir. Çigong beden, soluma, zihin ve yaşam enerjisi düzenleme temelleri üzerine kurulu­dur. Uygulamalar belli duruş, devinim, soluma, imgeleme ve zihin odaklama yöntemlerini içerir.(Aşkın,2010)
Düşünümsellik: Düşünümsellik Giddens’ın yapılaşma te­orisinde merkezi konumda olan kavramlardan biridir. Gid- dens için, düşünümsellik yaptıklarımız üzerinde sürekli dü­şünme, kendimiz ve durumumuzla ilişkili bilgileri alma ve etkinliklerimizi bunlara göre değiştirme yeteneğimizi anlatır. Düşünümsellik, insanların toplumsal gerçekliği aktif bir bi­çimde inşa etme yolu olduğu için, içinde oluştuğu sosyal bağ­lamdan bağımsız olamaz ve bu gerçekliğin tamamlayıcı bir parçasıdır. (Tucker, 1998, 57)
Düşünümsel Modernlik: Batılı toplumların yeni çağı tar­tışmaları içinde gelişen Post-modem yaklaşım karşısında yaşa­nılan gerçekliği yine bir kırılma ve kopuş nosyonu çerçevesin­de değerlendirerek modernliğin farklı bir evresine girildiğini ileri süren yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kuramsal açıdan bu yaklaşımlar sosyolojinin modernlik teorisini gözeten yeniden biçimlendirilmesidir. Bu kuramcılar: modernliğin bu evresin­de “düşünümsellik” (reflexive) derecesiyle, modem toplumların kendi üzerlerine düşünmek zorunda kaldıkları ve aynı za­manda gerisin geri kendi üzerlerine düşünme yeteneğini geliş­tirdikleri bir noktaya vardıklarını kastederler. Bu yaklaşıma göre modernlik kendisini şimdiye kadar dar bir şekilde “sana­yi toplumu” olarak görmüştü. Gelgelelim, sanayi toplumu çok eksik anlamda moderndir; feodal kalıntıların süreklilik arz et­mesinden ötürü değil, kendi pratikleri ve kurumlarının Aydın­lanma tarafından tasarlandığı haliyle modernliğin evrensel il­kelerini yadsımasından ötürü, sanayi toplumu “yan-modern bir toplum”dur. Bu bağlamda düşünümsellik tartışmaları için­de “risk toplumu”, yeni bir toplum tanımı olarak karşımıza çı­kar. Risk toplumu açısından, klasik sanayiciliğin çizdiği yolda devam etmenin kendi kendini yok etme riskine atılmak oldu­ğunu kabul edilir. Şimdi gerekli olan daha az sanayileşme, ama buna karşılık daha fazla modernleşmedir -modernlik ilkeleri­nin, kapitalist sanayi toplumunun tehlikeli ölçüde kısıtlayıcı pratiklerine ve perspektiflerine daha fazla uygulanması. Bu­nun sonucu, Bauman ve Huyssen’in post-modern perspektifle­rinin de tasarlandığı gibi, modernliği kendisinin sınırlı bir kıs­mına kölelik etmekten kurtarmak, rasyonel düşünüm ve çok- cepheli gelişim açısından taşıdığı potansiyeli sonuna kadar serbest bırakmak olacaktır. Tıpkı modernleşmenin ondokuzuncu yüzyılda feodal toplum yapısını çözmüş ve sanayi toplumunu üretmiş olması gibi, bugünde modernleşme sanayi toplumunu çözmekte ve başka bir modernlik doğmaktadır. Bugün, gelişkin batı dünyasında modernleşme kendi ötekisini tüketti ve kaybetti ve şimdi de işlevsel ilkeleriyle birlikte bir sanayi toplumu olarak kendi öncüllerini kemiriyor. Modern lik-öncesi deneyiminin sağladığı ufuk içerisinde, modernleş­menin yerine düşünümsel modernleşme geçmektedir.
Fengshui: Günümüzde bilim adamları tüm evrenin bir titreşime sahip olduğunu ve bir enerji gücü ile birbirine bağ­lı olduğunu kabul etmektedir, işte Feng Shui, bu yaşamsal enerjiye Chi diyor. Bu enerjinin nasıl doğru olarak hareket ettiğini öğrenirsek, Chi’den en iyi şekilde yararlanabilir ve yaşantımızda önemli iyileşmeler sağlayabiliriz. Çünkü Chi yaşam veren bir enerjidir. Bu nedenle bir binanın nereye, hangi konumda inşa edilmesi veya bir evin, odanın nasıl de­kore edilmesi gerektiği önemlidir. Tüm bu düzenlemelerin amacı, ortamda denge, uyum ve doğru Chi akışını sağlamak­tır. Feng Shui, Günümüzden 3500 yıl önce ortaya çıkan Feng Shui, çevreyi insana, huzur, mutluluk, refah ve sağlık getirecek şekilde düzenleme sanatıdır.
Güven: Gündelik hayat düzeyinde güvenin yitimi, bazıla­rı soyut sistemlerin kendilerinin sürmesi için tamamen önemsiz olabilen çeşitli biçimler alabilir. En önemlisi, soyut sistemlerde güvenin, kendileri de değişime açık olan/değişi­me uğrayan kollektif yaşam biçimi motifleri ile yakından ilin­tili olmasıdır. Yerel ve merkezi niteliğinden ötürü geleneksel uygulamalar yerleştirilmiştir (embedded): Bunlar gündelik rutini devam ettiren normatif niteliklere karşılık gelir. Gele­neksel faaliyet bağlamına uyarlandığında, “yaşam biçimi” nosyonunun bir anlamı yoktur. Modern toplumlarda yaşam biçimi seçenekleri hem gündelik hayattan oluşmaktadır hem de soyut sistemlere sıkıca bağlıdır. Gelenekten bir kez koptu mu, modernliğin bütün kuramsal aygıtının, güvenin potansi­yel olarak geçici mekanizmalarında temel bir anlamı vardır. Modernliğin zorlayıcı niteliği, özellikle bilimin üstün otorite­si tarafından desteklendiğinde, prometheci tipi güdü hük­mettikçe çoğunlukla gözden uzak kalacaktır. Ancak bu fak­törler bugün olduğu gibi sorgulandığında, yaşam biçimi mo­tifleri ile küresel toplumsal genişleme süreçlerinin rastlantı­sal baskısı altına girerler. Yaşam biçimi uygulamalarında de­ğişiklikler çekirdek olan soyut sistemler için büyük ölçüde tahrip edici olurlar. Örneğin modern ekonomilerde tüketim­den genel bir uzaklaşmanın çağdaş ekonomik kurumlar için çok büyük sonuçları olur. Giddens bu argümanların akabin­de “zorunluluğun” donmuş güven olduğunu tartışmaya açar; “zorunluluk, bir amacı olmayan ancak kendini devam ettiren bir bağımlılıktır. Bağımlılık ise; yalan söylememiz gereken herhangi bir şeydir. Bağımlılık, geleneğin sağladığı ve güve­nin bütün biçimlerinin doğru saydığı dürüstlüğün tam tersi­dir. Bu bağlamda soyut sistemler dünyası ve potansiyel olarak açık yaşam biçimi seçenekleri aktif/etkin çatışma/taahhüt ge­rektirir. Başka deyişle, alternatifler seçimi göz önünde bulun­durularak güven duyulur/sunulur. Bu tür alternatifler bek­lenmeyen bağlılıklar -mecburiyetler- tarafından süzgeçten geçirildiğinde, güven yineleyen basit aciliyete dönüşür. Don­muş güven, gündelik hayatın içeriğine hükmeden soyut sis­temlerle tekrar çatışmayı engeller. Mecburi yinelemenin dı­şındaki alanları diyalektik kayıp ve tekrar tahsis etme/ayırma, daha geleneksel toplumsal düzenlemelerle daha net zıtlık su­narlar. Geleneklerin gizemli niteliği muhafızlardan diğerleri­ne aktarılabilecek bir şey değildir; muhafızların hakikate sa­hip olmaları, yetkilerinin olması, onları nüfusun geri kala­nından ayırmaktadır. Sıradan insanlar bu niteliği çok seyrek paylaşırlar -kutsal aleme geçici olarak doğrudan ulaşabildik­leri dini törenlerde olduğu gibi.”(Giddens,1994b,91)
Kinesioloji: Kinesioloji, “hareket eden kaslardaki enerji akışının kontrolü” demektir. Kinesiolojinin amacı, bedensel enerjileri harekete geçirerek bedensel ve ruhsal dengeyi sağ­lamaktır. Kollar ve bacaklar gibi kasların rahat test edilebile­ceği bölgelerde uygulanan baskı ve bedene soru sorma yön­temi ile sağlığımızla ilgili pek çok bilgi edinebilir ve yapma­mız gerekenleri de öğrenebiliriz. Kinesioloji, “kiropratik, akupunktur” gibi birçok Batı ve Doğu tekniğini kendi içinde barındırmaktadır. Kinesioloji’de kaslar çok önemli bir yer tu­tar. Çeşitli kas hareketlerinin yardımı ile bedendeki enerji blokajları ortaya çıkartılır. Kinesioloji, 1960’lı yıllarda Ame­rikalı Kripraktör Dr. George Goodheart tarafından geliştiril­miştir. Onun görüşüne göre adalesel denge tüm organların doğru çalışması için önemli bir önkoşuldur. Her adele bir Chakra ve belirli organlarla ilişki halindedir. Dolayısıyla kas­lardaki bir yorgunluk bir eneıji tıkanmasının belirtisi olabilir ve buna bağlı olarak yorgunluklar, konsantrasyon bozukluk- lan ve psikosomatik şikayetler belirebilir. Goodheart’a göre vücuttaki her adaleye bir de karşı adale karşılık gelir. Buna göre bir adaledeki kasılmaların ve krampların çözülmesi, an­cak o adalenin karşı adalesinin güçlendirilmesi ile mümkün olabilmektedir.
Litoterapi: Taşların tedavide kullanımı gelenek içinde var olan bir uygulamadır. Litoterapi, kristallerin enerjilerinin in­san vücuduna yayılarak organizmayı düzene sokmasının bili­mi ve sanatıdır. Taşların sağlık üzerine yaptığı etkiler hakkın­da ortaya konan bilgiler, ilgili sübjektif ve objektif bilim alan­larının tabiatına paralel olarak, doğruluğu ispatlanmış nesnel bilgiler ve doğruluğu ispatlanmamış ancak genel geçer kabul gören öznel bilgiler olarak ikiye ayrılır. Kristallerle tedavi ko­nusu her zaman şarlatanlık konusu olmuştur. Bunun iki se­bebi vardır. Birincisi uygulamayı bilmeyenlerin insanları al­datması, İkincisi imitasyon taşların, gerçekmiş gibi satılması. Sadece kuartz kristali ve akik taşının değil hemen hemen tüm değerli ve yarı değerli taşların doğal tedavi alanında kullanıl­ması eski dönemlerden günümüze değin süregelen bir alış­kanlıktır. Bunlar arasında elmas, zümrüt ve yakut, geleneksel Tibet tıbbının en önemli alternatif tıp pratikleri arasında yer alır. Tibetliler eskiden zümrütü, sıcak deve sütüne katarak zehirlenen insanlara içirmek suretiyle tedavi etmek için kul­lanmışlardır. Taş vasıtasıyla vücuttaki zehir emilerek, vücuda yayılması önlenmeye çalışılmıştır. Sağlık için kullanılan diğer bir taş ise şifa olmayacağı hiçbir derdin olmadığına inanılan, hastalıklardan korunma anlamına gelen yakuttur. Öyle ki sindirim bozukluklarında, sağırlıkta, beslenme sorunlarında, yutmak suretiyle tedavi yoluna gidilmiştir. Polonya’da günü­müzde dahi yakuttan yapılan içki, solunum hastalıklarında, boğaz ağrılarında ve soğuk algınlığında tedavi yöntemi olarak kullanılmaya devam etmektedir. Bu konudaki ilgi çekici uy­gulamalardan biri ise, taşların toz haline getirilerek çeşitli yöntemlerle vücuda adapte edilmesidir. Bunlar arasında ör­neğin ezilmiş yakutun, tütün gibi içe çekilerek solunması, el­de edilen tozun, baharatlara karıştırılmak suretiyle ağız yo­luyla vücuda direkt olarak alınması ya da yaralı bölgeye sü­rülerek vücutla temas ettirilmesidir. Yakut taşında yüzde se­kiz oranında bulunan “yakut asitinin” organizmada yaşlılığı bile önleyerek vücudun daha sağlam olmasını, kalp kasları­nın güzel çalışmasını sağlamasını mümkün kılabileceği ve hatta sigaranın zararlarını belli bir derecede nötrleyerek kan­seri önleyebileceği ifade edilmektedir. Eski Hint kaynakları­na göre, taşlar uzaydan gelen yedi tür enerjiyi emerek sindir­mektedir. Modern bilimde ise bu yedi tür enerji kavramı he­nüz hiçbir şekilde açıklanamamıştır. Ancak uzaydan ve gü­neşten gelen bazı ışınların, örneğin gamma-ışınlarının, morö­tesi ışınların taşlara tesir ettiği bilinmektedir. (Alkan,2012, “Kristallerin Enerjisi: Litoterapi”)
Modernlik ve Gelenek: Yapılaşma teorisinde modernlik tamamlanmış bir süreç değildir. Bu argüman özelde postmo­dern yaklaşımlara karşı bir itiraz anlamını taşır. Giddens’a göre klasik sosyolojinin modernlik değerlendirmesinde üç temel sorun bulunmaktadır; birincisi; modernliğin teşhis edilmesiyle ilgilidir, İkincisi; sosyolojik analizin odağı olan toplumun nasıl tanımlandığı konusudur. Üçüncüsü; sosyolo­jik bilgiyle modernliğin karakteristikleri arasında varolan bağlantılara yönelik belirlemedir. (Esgin, 2008) Giddens ilk başta klasik sosyolojinin modernliğin doğasına ilişkin top­lumsal değişmede tek etmen yaklaşımına itiraz eder. Mo- demlik çok boyutlu bir nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla çe­şitli sosyolojik teorilerde yer alan yaklaşımlar yeniden formü­le edilmelidir. Bu anlamda Giddens modernliğin doğası hak­kında teorik bir sentez arayışındadır. ikinci olarak toplum kavramı ve ulus-devlet bağı önemlidir. Üçüncü olarak mo­dernliğin ürünü olan sosyoloji ile modernliğin karakteristik­leri arasındaki ilişkinin önemidir. Bu bağlamda modernliğin ayırıcı dinamikleri, zaman-uzam genişlemesi, yerinden çıkar­ma mekanizmaları ve kurumsal düşünümsellik kavramları aracılığıyla çözümlenebilir. Yapılaşma teorisi içinde gelenek fenomeninin yerleştirildiği ilk bağlam rutin kavramsallaştır- masıdır. Rutin gündelik yaşamda yapanlar tarafından gerçek­leştirilen eylemlerin kendi kendini yineler olma niteliğidir. Yinelenir olma niteliği, toplumun yeniden üretiminin temeli­ni oluşturmaktadır.(Giddens, 1999,26) Varlıksal güvenlik duygusunun devamı ve toplumsal hayatın rutin karakteri arasında niçin yakın ilişki olması gerektiğini görmek zor de- ğildir.Rutinin güçlü olduğu yerlerde, davranışın rasyonali- zasyonu aktörün temel güvenlik sistemini etkileşimde yer alan ve karşılıklı bilgi olarak kullanılan uzlaşımlara bırakır. Giddens’ın “yapılaşma teorisi”, öncelikle pozitivizmin so­runlarını aşma girişiminde bir olgu olarak geleneğe başvurur. Klasik sosyolojik teoride sadece modernliğin açıklanmasında bir fenomen, bir araç olarak yer alan gelenek, yeni durumda yine modernliğin karakteristiklerinin açıklanmasında kulla­nılan bir araç olarak yer edinir ancak bu sefer sadece bir fe­nomen olarak değil bir olgu olarak. “Giddens, sosyal teorinin kendini öncelikle ondokuzuncu yüzyıl toplum felsefesi ve düşüncesinden kurtarması gerektiğini düşünür.” (Tatlıcan, 2005, 4) Bu Bağlamda ilk olarak “Giddens, sosyal hayatın ev­rensel ‘yasalar’ı olamayacağını öne sürer. Ona göre, insan davranışları doğa bilimlerinde mümkün olan kesinlikte önce­den kestirilemez, zira bu davranışlar insanların niyetleri, amaçları ve onlara bir anlam ve bağlam kazandıran tarihsel olarak değişen anlamlara göre farklılık gösterecektir.” (Tatlı- can, 2005, 28) ikinci olarak Giddens evrimci yaklaşımın ta­rihle toplumsal değişmeyi özdeşleştirdiğini ileri sürer ve iler­lemeci tarih anlayışını reddeder. Bu doğrultuda da Giddens, sosyolojinin tarihsel açıklama dikotomilerinden tamamen uzak durmaya çalışır; “(Gelenek/Modern) bu tür dikotomik kavramlar kesinlikle aydınlatıcı olmaktan uzaktır; onların kusurlarının kaynağı, iç-dinamikçi gelişme modelleriyle iliş­kileri ve bu ilişkinin sıkça işe karışmasıdır. Daha ziyade üstü örtülü ifade edilen bu iki kabulün, yani bir toplumun kurum­sal niteliğinin her şeyden önce o toplumun ekonomik veya teknolojik gelişme düzeyi tarafından belirlendiği ve bu yüz­den ekonomik açıdan en gelişmiş toplum veya toplumların belirli bir zaman diliminde diğer toplumların sonraki geli­şimlerinin mevcut bir imgesini oluşturdukları ön-kabulleri karşısında dikkatli olunmalıdır.” (Giddens, 2005, 414) “Ar­tık, dikotomik karşıtlık eleştirilerinde, bunun yerine, belirli toplumlarda geleneksel ve modernin muhtemel farklı ‘karı- şımları’ndan söz edilir.” (Giddens, 2005, 415) Yapılaşma te­orisinde gelenek ‘en saf ve en masum toplumsal yeniden-üre- tim biçimidir. Geleneğin, yani toplumsal yeniden üretim sü­reçlerinin egemen konumda olduğu toplumlarda, çağdaş sa­nayileşmiş dünyadakinden farklı geçmiş, bugün ve gelecek bilinçleri iç içe geçmiştir. “Geleneksel kültürlerde gelenek gi­bi ‘zaman’ında bir zaman bilincine dayalı bağımsız bir boyut olarak görülmediğini söylemek mantıklıdır; toplumsal haya­tın zamansallığı, ifadesini, -toplumsal etkinliğin döngüselli- ğinin egemen konumda olduğu- gelenek tarafından destekle­nen geçmiş ve bugünün iç içe geçişinde bulur. Zaman bağım­sız ve özü gereği nicelleştirilebilir bir olgu haline gelirken, kuşkusuz kıt ve kullanılabilir bir kaynak olarak görülmeye başlanır.” (Giddens, 2005, 379) “Gelenekle yönetilen toplumlarda, tekrarın ve yeniden-üretim döngüsel karakteri za­man deneyimine ve planlamasına dolaylı olarak ayarlıdır. An­cak, ‘doğrusal zaman bilinci’ egemen konuma geldiğinde bi­le, kendini asla tamamen döngüsel kılığıyla göstermez. Tak­vimler ve saatlerin ardışık zaman hareketi içinde yer almala­rı gibi, günlük, haftalık ve yıllık zaman dönemleri de çağdaş toplumlardaki toplumsal etkinliklerin düzenlenmesinde döngüsel özelliklerini sürdürürler.” (Giddens, 2005, 384) Giddens’a göre (2001); gelenek geçmişin şimdiki zamanda yaşama ve bu yolla da geleceği belirleme aracıdır ve şu nite­liklere sahiptir; (l)her zaman olmasa da kolektif tören biçi­mini alan ritüellere dayanır; (2) tekrarı ve bu yüzden de be­lirli bir klasikliği içerir; (3) dolaylı yoldan ‘ritüel gerçek’ kav­ramını ifade eder. Geleneğin gerçekliği, ortaya çıktığı uygula­ma kiplerinde verilidir. Bu uygulama, bir şeyi yapmanın ge­leneksel biçimiyle, akılcı veya bilimsel soruşturmaya dayalı biçimi arasındaki farkların düğüm noktasıdır. (4) Gelenek her zaman kolektiftir; bireyler kendi ritüellerine sahip olabi­lirler, ama gelenekler gruplara aittir. Bunun sebebi, Maurice Halbwach’ın işaret ettiği gibi, geleneğin kolektif hafızanın bir biçimi olmasıdır. (5) Gelenek, ritüeller yoluyla deneyimleri aktarır. Gelenek ritüel içerir ve bu durum açısından gelene­ğin ritüele bağlı yönleri basitçe onun “düşüncesiz”, otomas­yon benzeri niteliğinin bir parçası olarak düşünülebilir. Ama
Giddens’a göre gelenek aktif ve yorumcudur. Bu anlamda da Giddens, ritüelin gelenekler üzerinde bütünlük ihsan eden toplumsal yapılar için tamamlayıcı olduğunu öne sürer; ritü- el muhafazanın sağlanmasının pratik bir aracıdır. Ritüel uy­gulamada geleneği ağına düşürmektedir, ancak ritüelin aynı zamanda gündelik faaliyetlerin pratik görevlerinden az ya da çok açıkça ayrılma eğiliminde olduğunun anlaşılması da önemlidir. Gelenek, sadece belirli insanların tam olarak sahip olabileceği “hakikat” ihtiva eder. Hakikat lisanın referans özelliklerine değil tam tersi özelliklerine bağlıdır; ritüel lisa­nı temsilidir ve bazen konuşmacıların veya dinleyicilerin güçlükle anlayabilecekleri kelimeler veya uygulamalar içere­bilir. Hakikat yapısına rağmen değil, hakikat yapısı nedeniy­le ritüel doğrunun bir mekanizmasıdır. Ritüel konuşma ihti­laf halinde bulunmayı veya aksini iddia etmeyi anlamsız kıla­cak bir konuşmadır -ve böylelikle ritüel konuşma ihtilaf ihti­malinin azalmasında etkili bir araç barındırmaktadır. Şüphe­siz bu zorlayıcı niteliği için önemlidir. (Giddens, 1994,64) Risk: Giddens küreselleşme bağlamında geleneği konu edinirken ilk önce risk temasını ele alır; “Aydınlanmanın ke­sinlik iddialarının kaynağında paradoksal olarak daima yer almış olan metodolojik şüphe -radikal şüphe- olduğu gibi açığa çıkmaktadır. Geleceği ne kadar çok kolonileştirmeye çalışırsak o da bizi o kadar çok şaşırtmaya devam edecektir. Bu yüzden modernliğin girişimlerinde merkezi olan risk nos­yonu iki aşamadan geçmektedir, ilk başta, gelecek işgal edil­dikçe sınırları (hem içe hem dışa) kapamanın bir aracı olan gerekli bir hesabın parçasından başka bir şey değilmiş gibi görünür. Bu biçimde risk, sigorta kuruluşlarının çalışmaları­nın istiatistiksel bir parçasıdır; bu risk hesaplarının çok kesin oluşu adeta geleceği kontrol altına almada başarılı olunacağı­nın işaretini vermektedir. Harici doğanın ve gelenek tarafın­dan koordine edilen toplumsal hayat biçimleri de dahil ol­mak üzere pek çok şeyin “verili” olduğu bir dünyada bu risk­tir. insan toplumsallaşması tarafından doğa işgal edildikçe, ve hatta “sonlandıkça” ve gelenek çözüldükçe yeni hesaplana- mazlık/tahmin edilemezlik biçimleri ortaya çıkar. Diğer yan­dan modernlik küresel düzeyde deneysel hale gelmiştir. He­pimiz ister istemez, insan faktörleri olarak bir zaman için kendimizin meydana getirdiği - ama düşünülemeyecek ölçü­de bizim kontrolümüzün dışında büyük bir deneyin içine da­hil olmuş durumdayız. Labaratuvardaki gibi bir deney değil­dir bu. Çünkü sonuçlara belirli parametreler içinde hükme­demeyiz. Daha ziyade istesek de istemesek de hepimizin ka­tıldığı tehlikeli bir maceraya benzemektedir. Küresel riskler­le dolu büyük modernlik deneyi, geleneği tartışmanın öne­minden bahsederken Aydınlanmacı öncülerin aklında olan şey kesinlikle değildi.
Shatsu: Bize göre oldukça yeni bir kavram olan Shiatsu da Uzakdoğu’da asırlardır kullanılan bir iyileştirme yöntemi­dir. Japonca shi = “parmak” ve atsu = “basınç” kelimelerin­den oluşan Shiatsu, parmak ve avuç içleri ile uygulanan bir masaj tekniğidir. Ki denilen hayat enerjisinin aktığı merid­yenler (kanallar) üzerindeki belirli noktalara uygulanan ba­sınç sayesinde vücudun çeşitli bölgelerinde bulunan gergin­likler ve kasılmalar giderilir. Önemli bir tedavi ve iyileştirme yöntemi olan Shiatsu, aynı zamanda sağlıklı kişilerin sağlık­larını korumasına da katkı sağlar. Bu yöntem, iğnesiz aku­punktur ve “accupressure” olarak da bilinir. Eski Çin köken­li olan Shiatsu’nun temeli, doğu felsefesi ve tıbbına dayanır.
Buna göre beden ile dış dünya arasında uyumlu bir dengenin kurulması ve korunması amaçlanır. Bu dengenin bozulması, bir başka deyişle, hayat enerjisinin aktığı meridyenlerde dü­zensizliklerin veya tıkanmaların oluşması sonucu bedende çeşitli rahatsızlıklar veya hastalıklar nüksedebilir. Parmak ve avuç içleri ile meridyenler üzerindeki belirli noktalara uygu­lanan basınç sonucu tıkanmalar açılır ve böylece düzenli bir enerji akışı ve kan dolaşımı sağlanır. Bağışıklık sisteminin güçlenmesine de katkı sağlayan Shiatsu ayrıca, hastalık sonu­cu belirli noktalarda oluşan aşırı hassasiyet nedeniyle bir teş­his yöntemi olarak da yaygın bir biçimde kullanılır. Doğu fel­sefesi ve tıbbına göre doğadaki tüm canlılarda Yin (dişil ener­ji) ve Yang (eril enerji) uyumlu bir denge içindedirler. Shiat­su, vücutta bulunan Yin ve Yang enerjilerini harekete geçire­rek düzenler, böylece bedende bir enerji dengesi oluşturur ve kişinin sağlığına (doğal haline) kavuşmasına yardımcı olur. Doğu tıbbına göre bedenin kendi içindeki dengesi ile bedenin dış dünyayla olan dengesinin bozulması sadece hastalıklara yol açmakla kalmayıp, kişinin çevresi ile olan sosyal ilişkile­rini de olumsuz yönde etkiler. Bu tür dengesizlikler iç organ­larda bozukluklara ve hastalıklara yol açabileceği gibi, kişinin huzursuz, mutsuz veya depresif olmasına da neden olabilir. Geleneksel tedavi yöntemleri (klasik tıp) semptomlan orta­dan kaldırmaya yönelikken, doğu tıbbında amaç bedendeki enerji bozukluklarını dengelemek ve böylece hastalık neden­lerini ortadan kaldırmaktır. Shiatsu’yu akupunktur gibi diğer Uzakdoğu kökenli iyileştirme yöntemlerinden ayıran en önemli özelliği, yalnızca tek bir organa veya bedenin bir bö­lümüne değil, vücudun tümüne uygulanması ve böylece iyi­leştirmeye yardımcı olmasıdır. Bu açıdan Shiatsu, hem bede­ni hem de ruhu dinlendiren ve güçlendiren bütünsel (holistic) bir iyileştirme yöntemidir.(Aşkın,2010)
Tai Chi: T’ai Chi Ch’uan, kökleri 5000 yıl öncesine daya­nan bir sağlık sistemidir. Günümüzde yalnızca Çin’de yirmi milyon insan tarafından uygulanmaktadır. Pek çok önemli üniversitenin kulüplerinde ya da eğitim programlarında yer alan T’ai Chi Ch’uan üzerine yapılan araştırmalar, bu uygula­manın solunum yollan, kan dolaşım sistemi, kemik ve eklem rahatsızlıkları gibi pek çok rahatsızlığın tedavisinde son de­rece etkili olduğunu ortaya koymaktadır.
Yapı: Giddens ‘yapi’ terimini aktörlerin kendi etkinlikleri sırasında toplumu üretir ve yeniden-üretirken yararlandıkla­rı kurallar ve kaynaklar olarak tanımlar. Bu anlamda yapı sü­rekli ve gözle görülür bir varoluşa sahip değildir. Daha ziya­de yapı, eylemleriyle yapıyı inşa ederken kurallar ve kaynak­lardan yararlanan insanlann bellek izleri olarak anlaşılabile­cek ‘soyut’ bir varoluşa sahiptir, ikinci olarak, yapı sadece ku­rallar ve kaynakların insanların etkinliklerinde fiilen kulla­nıldığı anlarda varolur. (Layder, 2006, 198) Giddens yapı ve sistem arasında bir ayrım yapar. Sistem, yapı ile eylem arasın­da bağ kuran temel olgudur. Bir sistem, eyleyenler arasında düzenli sosyal pratikler olarak düzenlenip yeniden üretilmiş ilişkilere karşılık gelmektedir. Diğer bir deyişle, sistemler ey­leyenlerin yerleşik zaman ve uzam boyunca yeniden üretilen etkinliklerinden oluşmaktadır. (Giddens, 1999) Giddens ge­nellikle toplumsal davranışlar ve karşılaşmaların zaman ve mekanda oluşturduğu patikalarla ilgilenir. (Layder, 2006, 194) Zamanın farklı yanlan veya farklı zaman anlayışları önemlidir ve gündelik varoluşumuzda iç içe geçerler. Günde­lik etkinliklerimizde iç içe geçen bu farklı zaman boyutları toplumsal yaşantılarımızın sembolü olan mekansal örüntü- lerle kesişirler. Giddens’ın çalışmasında mekanı anlatan te­mel kavramlardan biri “yerel” dir. Bu terim belirli bir alanın etkileşim ortamlarındaki kullanımlarını anlatır. Giddens’ın şemasının bir başka önemli özelliği, toplumsal ilişkilerin za- man-uzam’da “ayrışması”dır. Bu olgu modern toplumların bazı ayırt edici özelliklerine işaret etmesi bakımından önem­lidir. Bu doğrultuda Giddens’a göre, kurumlar, zaman ve uza­ma derin bir biçimde yerleşmiş sosyal pratiklerdir. Bu neden­le tüm sosyal kurumlar bireysel eyleyenlerin eylemlerinden bağımsız değildir.
Yapının ikiliği: Giddens, davranışın rasyonalizasyonu- nun insani toplumsal etkileşimin evrensel bir özelliği oldu­ğunu ileri sürer. (Giddens,2005,399) Davranışın rasyonali- zasyonu, daima, toplumsal hayatın ‘tekrar temelinde’ düzen­lenmesini sağlayan yapının ikiliği bağlamında işler. Düzen problemi’nin asıl odağı, yapının ikiliğinin toplumsal hayatta nasıl işlediği, yani biçimsel sürekliliğin gündelik toplumsal faaliyetler içinde nasıl sağlandığı problemidir. ‘Süreklilik’ te­rimi, gerçekten de, bir toplumdaki istikrar-değişme ilişkisini araştırmada ‘sürme/devam etme’ gibi sözcüklerden daha kul­lanışlıdır; zira süreklilikler en köklü ve kapsamlı dönüşüm­lerde bile yer alır. Sosyal yaşam rutin eylemler aracılığıyla ye­niden üretilir. Rutinleşme, aynı zamanda, “toplum yaşamının gündelik etkinliklerindeki güven duygusu ve varlıksal gü­venliği sürdüren ruhsal mekanizmalar için yaşamsaldır. (Es- gin, 2008,264)
Yapı ve Eylem Dikotomisi: Yapılaşma teorisinde, eyle­yenler olarak aktörler, sosyal yapı ile karşılıklı etkileşim çer­çevesinde hem toplumu etkileyen hem de toplumdan etkile­nen bir öge olarak değerlendirilmektedir. Eyleyenlerin etkile­şimlerinin bir sonucu olan yapılar, kurallar ve kaynaklardan oluşur. Toplum, hem insani eylemler tarafından biçimlenen hem de yapısal belirleyicilerin etkili olduğu yapılaşma süre­cinin bir ürünüdür. Böylelikle, yapılaşma teorisinde birey- toplum ikiliği reddedilmektedir. Bunun yerine sosyal pratik­ler ve onların toplumun yeniden üretilmesindeki etkisi üze­rine odaklanılmaktadır. (Esgin, 2008, 241) Sosyolojik teori­de sosyal analizde yer alan temel bölünmelerden başlıcası olan yapı eylem karşıtlığı karşısında Giddens; “yapının ikili­ği” temelinde bir yaklaşım geliştirir, iki bağımsız ve karşıt fe­nomenden ziyade, ikili bir doğaya sahip olan bir şeyin göz önüne alınması gerekir. Bu formülasyonda yapı ve eylem do­ğaları gereği karşılıklı ilişki içindedir; onlar aynı paranın iki yüzüdür. Yapının ikiliği teorinin çekirdeğidir ve sosyal teori­deki diğer düalizmleri aşacak, çözecek veya onların birlikte­liklerini sağlayabilecek temeldir. Bu kavram üretim ve yeni- den-üretim ilişkisini açıklamamızı sağlar. Toplumsal üretim süreci, toplumsal hayatın üretilme biçimiyle ilişkilidir. (Layder, 2006, 189) Yapının ikiliği, yapılaşma teorisinde eşza- manlılık/artzamanlılık, statik/dinamik farklılaşmasının red­dedilmesini sağlar. Giddens’a göre, yapı ve eylem arasındaki bağlantıyı sosyal analizin asıl merkezi kavramı olduğunu dü­şündüğü toplumsal pratikler -yani insanların düzenli olarak yaptıkları ve yaşantılarının toplumsal dokusunu oluşturan şeyler- sağlar. Toplumsal pratiklerin, pratik bilinçle birlikte sosyal teorideki geleneksel iki düalizm arasındaki temel ilişkilendirici uğraklar olduğunu düşünür. Bunlardan ilkine ira­deci ve determinist teoriler arasındaki karşıtlık, yani bi­rey/toplum veya özne/nesne bağlamı, ikinci düalizm, bilinçli ve bilinçsiz bilme tarzları arasındadır.(Giddens, 2005,125) Giddens ‘pratikler’ kavramına üretim ve yeniden-üretimin nasıl iç içe geçtiğini göstermek için başvurur. (Layder, 2006) Toplumsal yeniden-üretim problemi toplumsal hayatın nasıl rutinleştiği sorunuyla ilgilidir.
Yapılaşma Teorisi: Yapılaşma teorisi, sosyolojinin temel konusu olan modernliği hem bireyin ve onun eylemlerinin bir sonucu olarak hem de modernliğin kurumsal boyutlarını yeniden ele alan bir süreç olarak kavramaktadır. Böylelikle, Giddens, sosyolojik teorinin asıl ilgisi olan modernlik konu­sunu yapılaşma teorisiyle yeniden ele almakta ve modernli­ğin doğasına ilişkin daha kapsamlı açılımlar yapmaktadır. (Esgin, 2008, 169) Bu yaklaşıma göre ilk olarak modernlik, modern toplumu ve endüstriyel uygarlığı aynı anda anlatan, temsili bir kavramdır. Bu kavram; dünyaya karşı belirli yerle­şik tutumları, insanın müdahalesiyle şekil almaya açık dünya fikrini; ekonomik kurumların karmaşık bir bileşimini, özel­likle endüstriyel üretim ve Pazar ekonomisini; ulus-devlet ve kitle demokrasisi dahil olmak üzere, belirli siyasal kurumlan göstermektedir. Büyük ölçüde bu niteliklerin bir sonucu ola­rak modernlik, daha önceki herhangi bir toplum tipine göre daha çok dinamik bir yapıya sahiptir. Kendinden önceki kül­türlerden farklı olarak geçmişte yaşamaktan çok, gelecekte yaşayan bir toplum, daha teknik bir deyimle, bir kurumlar bütünüdür. (Giddens, 2001,83) Yapılaşma teorisi, sosyolojik teori geleneğinde yer alan teorilerlerden farklılığı nedeniyle sosyolojide değişik açılardan değerlendirilmeye çalışılmıştır, örneğin Marshall sosyoloji sözlüğünde teoriyi; “fiilen olup bitenler hakkında net hipotezler ortaya koymaktan ya da ge­lişme yasaları saptamaktan çok, dünyada ne tür şeyler oldu­ğunu belirlemeyi öngören bir toplumsal ontolojidir.” Olarak değerlendirmektedir.
Yoga: Yoga’nın mevcudiyetine ilişkin en eski arkeolojik bulgular, M.Ö. 3000 yıllarına kadar gider. Indus vadisinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan bazı taş mühürlerde yoga duruşlarını gösteren figürlere rastlanmıştır. Yoga’dan ilk kez, M.Ö. 2500 yıllarına ait kutsal yazılar olan Veda’larda bahse­dilmektedir. Ancak Veda’ların son kısımlarını oluşturan Upanişad’lar Yoga öğretisinin ve Vedanta felsefesinin temellerini oluşturmaktadır. Vedanta’nın ana fikri şu şekilde belirtilir: Bir tek mutlak gerçek ve bilinç vardır; o da bütün evrenin te­meli olan Brahman’dır. (Tanrı’dır) Yoga insana kendi benliği­ni tanımasını, dengede tutmasını öğretir. Yaşam daha derin­lemesine yaşanır. Çektiğimiz anlamsız acılar, Yoga sayesinde yerini evrensel uyuma bırakır. Yogayla uğraşan insan, kendi “özünün” farkındalığım yaşar. Ve kendini evrendeki her şeye çok daha yakın hisseder. Canlı, cansız her şeye daha derin bir sevgi duyar. Onlarla bütünleşir. Yoga, mutlu ve aydınlık bir insan olmanın yöntemidir. Yoga bir din değildir, insanları fi­ziksel, zihinsel ve ruhsal disiplin yoluyla mutluluğa, başarıya ve “aydınlanma” ya ulaştırmayı amaçlayan bir felsefedir. (Aş­kın,2010)
Kaynak: Dr. Mehmet AKSOY, Şifa Bu Değil Modernliğin Ara Yüzü: Altenatif Tıp,1. basım, İstanbul, 2012

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar