ALTER-EGO (ALT KİMLİK)
Her şeye aynı
açıdan bakarsan,
Hep aynı şeyleri
düşünürsün.
Hep aynı şeyleri
düşünürsen,
Hep aynı şeyleri
yaparsın,
Hep aynı şeyleri
yaparsan,
Hep aynı sonuçları
elde edersin.
Hep aynı sonuçları
elde edersen,
Hep ya mutlu ya da
hep mutsuz olursun..."
Carlos Castaneda
Alter ego, ya da “öteki ben”in, iki farklı
yerleşmiş anlamı vardır. İlk olarak, kişinin kendi içinde ikinci bir kişilik
yaratması veya taşıması, veya yarattığı bir kişilik ile benliği arasında özel
bir bağ bulunması şeklinde gösterilebilecek, içsel bir alter ego tarifi
yapılabilir. Bunun dışında
gündelik kullanımda yakın dostların veya birbirlerini ruhsal olarak
tamamladıkları düşünülen kişilerin (ki bunlar düşman da olabilir) birbirlerinin
“alter egosu” olduğundan söz edilebilir.
İlk anlamı ile alter ego, bize kişilik
bölünmesini, çoklu kişilik bozukluğunu, şizofreniyi ve narsisizmi çağrıştırsa
da, aslında insan varoluşunun çok temel bir özelliğidir. İnsan kendisine bir
olması gereken benlik yaratır ve onun gölgesinde kendi özünü var eder. Bu
anlamda kişinin egosuna giden yol, alter egodan geçer. “Öteki” figürü ile
“imago”nun çatışması, insanın kendi varlığını meydana getirmesini sağlar. Kendi
benliğini geliştirmeye çalışan çocukların özellikle 4-10 yaşları arasında
edindikleri “hayali arkadaş”, psikanalizde alter ego gelişiminin bir parçası
olarak görülmektedir.
Alter ego [ikinci sahsiyet ] bazen kişinin
kendisini özdeşleştirdiği ve ulaşmaya çalıştığı nesne olarak karşımıza çıkar ve
edebiyatta da örnekleri boldur. Amadeus adlı eserde Mozart, Salieri’nin alter
egosudur. Böyle bir figüre ya sonunda ulaşılır ve o zaman büyünün bozulması
sahfasına geçilir (ki bu durum imago’nun mükemmel olmadığının anlaşılması ile
örtüşür) ya da nesneye ulaşılması imkansız bir durum alır ki o zaman alter ego
saplantılı bir aşk-nefret-kıskançlık karışımı ile harmanlanmış olarak
ortaya çıkar. İş te alter egonun bu yarı kutsal yarı lanetli algılanış biçimi,
insanın en temel korkularından birine, kötü ikiz mitosuna yol açar.
Gerçekten insana korku veren bir düşünce,
kötücül bir ikinci benliğin kişiden bağımsız hareket etmesi veya kontrolü
devralmasıdır. “Kötü ikiz” veya “Doppelgänger” (1.Hayatta
olan bir kimsenin eşruhunu taşıdığı tasavvur edilen ve yalnız o kimseye görünen
hayalet. 2. Tıpkısının aynısı, tıpatıp aynısı.) öyküleri, Dr. Jekyll ve
Mr. Hyde, kurtadam ve benzeri klasik korku öğelerinde yaşam bulmuştur. Borges,
en büyük korkusunu, aynadaki görüntüsünün kendisine uymaması veya bir anda çok
yaşlı veya çirkin bir görüntü olarak karşısına çıkması olarak tarif eder ve
aynalara bakmak zorunda olmamayı, körlüğünün en büyük nimeti olarak tanımlar.
Yine Borges’e göre, her insan kendi alter egosunu bütün imgeleri çoğaltan gizli
bir aynada taşımaktadır. “Aynalar” adlı şiirinde şöyle der Borges:
“Bugün, uzun ve karışık yıllardan sonra,
Soluk ay ışığı altında dolanarak geçen,
Sordum kendime kaderin ne cilvesidir,
Benim aynalardan korkmam.
Bize pusu kurar kristal.
Dört duvarının arasında
Yatak odamın bir ayna varsa,
Yalnız değilim ben. Başkası var.
Ruhunda ketum bir tiyatro taşıyan yansıma
var.”
Alter ego ile Doppelgänger arasındaki
ilişkiyi en iyi gösteren hikaye ise kuşkusuz Dorian Gray’in Portresi’dir.
Hatırlayacak olursak, Oscar Wilde’ın bu ünlü eserinde Dorian Gray, kendisine o
kadar benzeyen bir portre yaptırır ki, kendi benliği ile portre arasında
gerçeküstü bir bağ kurulur. Kendisi hiçbir zaman yaşlanmazken, kendi
tecrübelerinin sonucu olan çizgi ve kırışıklıklar, mucizevi bir şekilde
portrede belirir. Hiçbir zaman açık bir şekilde ortaya koymasa da Dorian Gray,
bu durumu fark etmesiyle tamamen benmerkezci ve güce yönelmiş bir yaşama
sürüklenir ve portreyi herkesin gözlerinden saklar. Portrenin yapılması ile
Dorian Grey’in kendi imgesi olan alter egosu kontrolü devralır ve tablo
hikayedeki gizli Doppelgänger olarak bütün kötülüğünü dışavurur, ta ki
“persona”, yani toplumsal maske olan Dorian Grey ölene kadar.
Pygmalion: Kıbrıslı heykeltraş.
Yaptığı heykele aşık olmuştu.
Yaptığı heykele aşık olmuştu.
Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Alter ego,
kişinin kendi varoluş sürecinin bir parçasıdır; ve bu sürecin doruk noktası
olan yaratım süreci, alter egonun kendini ortaya koyduğu en önemli alanlardan
biridir. Heykeltıraş Pygmalion, kendi yarattığı Galatea (uyuyan aşk) adlı
heykele aşık olur ve Aphrodite tarafından heykele can verilmesi ile
ödüllendirilir. Diğer yandan, Doppelgänger bizi burada da takip eder:
Frankenstein’ın can verdiği yaratık, insanın yaratma gücünün lanetli yönünü
simgeleyen bir başka alter ego örneğidir. Bir yandan Tanrısal, diğer yandan
lanetli olan yaratma süreci konumuz açısından neden bu kadar önemli?
İnsan,
yarattığı şeye ruhundan bir parça katar. Yaratılan da, kendi yaratıcısının
suretini taşır. Bu önermeler insanlığın
bilincine o denli işlemiştir ki, insan suretini içeren bir yaratının, kişinin
ruhunu çalıp götüreceği korkusu vardır pek çok toplumda. Casares’in “Morel’in
Buluşu” adlı uzun öyküsü, bir adaya düşen ve orada her şeyi kopyalayarak
kaydeden bir makine bulan bir adamın hikayesini anlatırken bu konuyu işler.
Makine adada önceden yaşayanlar tarafından icat edilmiş ve onların
görüntülerini kaydetmiştir; ancak görüntüde yer alan canlı varlıkların tamamı
yok olmuştur. Sonunda makinenin kaydettiği ideal yaşamın bir parçası olmaya
karar veren kahramanımız, kendi ruhunun da suretine transfer edileceğini
umarak, ölümü pahasına kaydeder (ve kaybeder) kendi varlığını. Yarattığı şeye
ruhunu veren insan, onun içinde kendisini, kendi suretini görür; fakat yine
de kendisinden farklı bir varlıktır ortaya çıkan. İşte o varlığın
kendisinden farklı olduğunu kavradığında,
o varlığa bir isim verir ve onu kendisinden ayrı bir yere koyar. Bütün yaratma
süreçleri açısından geçerli olsa da, bilinçli gerçekleşmediği, en ilkel ve yine
de, bilinçli bir şekilde tekrarlanamadığından en mucizevi örneği çocuk sahibi
olmaktır. Yeni doğana isim verildiği anda, onun, kişinin kendisinden farklı ve
bağımsız bir varlığı olduğu da kabul edilmiş olacaktır. İsim verme de bu yüzden
yaratım sürecinin çok önemli bir aşamasıdır ve yine pek çok toplum tarafından
kutsal kabul edilerek ritüellerle yüceltilmiştir. Özellikle ilkel toplumlarda
isim verme ritüelinin, çocuğun kendi bağımsız varlığını bir cesaret denemesi
ile kanıtlaması şartına bağlanmış olması da bu düşüncenin bir görünüşüdür.
Çeşitli kızılderili, Afrika ve Aborijin kabilelerinde çocuğun isim hakkını elde
edebilmesi için bir denemeyi başarı ile geçmesi gerekir.
Demek ki yaratım süreci, bir şeyin var
edilmesi, ona ruh verilmesi ve ondan farklılaşılması olarak üç aşamadan oluşur.
Aynı aşamaları insan da yaratırken yaşar.
Bir yaratı vücuda getiren insan, onun içinde kendi varlığını gördüğünde bir
alter ego ortaya çıkar. Daha sonra bu alter egonun öz benlikten ayrıldığı
noktalar üzerinden kişi bir yandan alter egoyu, diğer yandan kendi varlığını
tanımlar, bir bakıma kendi kendisini yaratır. Bunun sembolü ise, yarattığı şeye
bir “ad vermesi”dir.
Demek ki çocuğun kendi varlığını
tamamlamak için ihtiyaç duyduğu alter ego, insanın olgunluk çağında bir kez
daha elinden tutacak, onu bir engelden daha aşırtacaktır. İnsan, kendi özünü
koyduğu varlığı kendisinden ayırdığında benliğinin sınırlarını bir kez daha
aşacak, kendisini bir kez daha bulacaktır. Çocuğunun kendisinden ayrı ve
bağımsız bir varlık olduğunu kabul eden baba, yazdığı romanın veya meydana
getirdiği başka bir eserin kendisini aşan ve kendisinden yüce bir şeyin bir
parçası olduğunu gören ve kabul eden insan, o zaman yeni bir olgunluk düzeyine
erişmiş sayılabilir, artık “aynalardan korkmasına” gerek kalmaz.
Alter-Egonun medyadaki yansımalarına
gelince; medyadaki bir Alter-Ego’yla özdeşleşme süreci (Freud’un “Ego-İdeal” ya
da “İdeal-Ben”i) Lacan’ın Ayna Aşaması’yla mukayese edilecek olursa, Ayna
Süreci’nde çocuk hem diğerini hem de kendi kimliğini (ötekiyle olan ilişkisini)
tanımlar. Christian Metz, sinemada (bundan tüm görsel medyayı anlayabiliriz)
soyutlamanın başka bir düzeyinin olduğunu söyler: kendi dünyamızın bir
yansımasını değil, tamamen kurmaca, dünyadan alınmış görseller bütününü
görürüz. “Yani film bir
ayna gibidir. Ama ilkel aynadan önemli bir noktada ayrılır: Filmde her ne kadar
herşey yansıtılabilirse de sadece bir tek şey asla yansıtılmaz: İzleyicinin
kendi bedeni.”
Metz sinemada özdeşleşmenin nerede
başladığını araştırmakla devam eder. Sinemanın yalnızca “diğeri”nin tarafsız
bir görüntülenmesi olduğu fikrine karşı çıkarak, izleyicinin “kesinlikle
tanımlaması gerektiğini söyler: en ilkel biçimiyle özdeşim onun için artık bir
ihtiyaç olmaktan çıkmıştır ama-filmin anlaşılmaz olması, en anlaşılmaz
filmlerden daha da anlaşılmaz hale gelmesi pahasına- sinemada sosyal hayatın
onsuz mümkün olamayacağı özdeşimin sürekli tekrarına güvenmektedir.”
Metz’e göre medyanın deneyimi ikincil bir
ayna evresinde bulunur; izleyicinin aynada Kimlik ve Diğeri kavramlarını
yaratmak yerine, ne tamamen Diğeri ne de tamamen Kendisi olan bir kavram
yaratır – kimsenin tanıyamadığı bir Diğeri. Bu da, Kendi ve Diğeri
kavramlarının, Rimmon-Kenan’ın Greimas’ın Göstergebilimsel Karesi’nin temel
birimleri (simgeleri) olduğunu söylediği “birbiriyle çelişen” değil “birbirlerinin
zıddı” olduğu anlamına gelir. Burada, Kendi ve Diğeri’nin karışımına
–Kendi’nin, Diğeri’yle bağlantılı olarak varolması- “Kimlik” denir; bu kavram
Lacan’ın ayna aşamasında Diğeri ile birlikte gelişen kavramdır. “Kendi-Olmayan”
ve “Diğeri-Olmayan”ın bileşimine –yani ne kendimizi ne de objektif diğerini
bulduğumuz kavram - “AlterEgo” denir; bu, Metz’in yazdığı ikincil özdeşimdir:
Kendimizi özdeşleştirdiğimiz bir tür fantezi.
“...bir başka deyişle, izleyici kendisiyle
özdeşleşir, bu öz-özdeşim saf bir algıdır. Bu çok farklıdır çünkü bu ayna bize
kendimizden başka her şeyi yansıtır çünkü biz onun tamamen dışındayızdır.”
Metz bu deneyimin aslen ikincil olduğunu,
yalnızca Ayna Evresinde birleşik ego ve kimliğin farklılaşma ya da bölümlenme
aşamasından sonra gerçekleşebildiğini söyler. Bu Ayna Evresinin parçalanması
Alter-Ego’nun-ya da Ego İdeal’in- ortaya çıkmasına neden olur. Çocuğun aynada
göremediği–kendi Kimliği- ama Ego’sunda doğru olduğunu varsaydığı (güzellik,
güç, statü) şeyler hemen bir fantazi kimlikle, Alter-Ego ile biçimlenir.
Böylece Ego -kişinin sosyal kimliğe karşı içsel kimlik tanımı- hem kendi sosyal
kimliğinden hem de fantastik Alter-Ego’sunu nasıl algıladığından oluşur.
Bernadette Wegenstein birleşik biçimin Ayna Evresinde, kimlik yaratımı süreci
sırasında parçalanmasını söyle anlatır:
Çocuk, kendi Gestalt’ını tanıyarak fiziki
birliğini tahayyül eder ki bu düzgün bir Ego kurmak için gereklidir. Bu, anne
babanın bedenlerinin genetik bir karışımı olan tek bir bedensel imajın izini
süren “orijinal” bir bedensel kimliğin olmamasına, yani bedenin güvenli bir
tarihi temsilinin kaybedilmesine yol açar (bir çocuğun resim albümünde
büyümekte olan bedenin temsili gibi). Kimliğin durağan/istikrarlı kavramı,
kimliğinin dış dünya tarafından “kazındığı” ve göstergeselleştiği
Lacan’ın “parçalanmış beden” olarak tanımladığı şeye dönüşür. Bu,
ürettiği bedensel imajlardan sorumlu olmayan ve hatta bunların farkında bile
olmayan parçalanmış (bölümlenmiş) beden 20. yüzyıldaki öznelliğin tartışılması
ve yeniden konumlandırılmasına sebep teşkil eder.
Bu bölümlenme, Ego, Kimlik ve Alter-Ego
arasındaki farka dayalı bir anksiyete yaratır. Lacan’a göre; “...özbenliğin
bölünmüş kavramlarının arasındaki bu gerilim psikozun temelidir.” Freud ve Rank’ın çalışmalarında paranoya,
imajın gücünü anlamak için önemli bir araç olmuştur. Lacan paranoyak psikozun
kırılmış, yaratılış ya da hayali gerçeklik öncesi evredeki gelişmeye kadar
gittiğini söyler. Bütünleşmiş beden imajını kaybetme ve bölünmüş bedensel
deneyime geri dönme olası tehdidi nedeniyle “Ego-İdeal”i oluşturma sırasındaki
psikolojik sürece anksiyete eşlik eder. Bu duygu paranoyak psikotik
deneyimlemenin herhangi bir anında tekrar yaşanabilir ve aslında birçok farklı
görünümle bunu yapar. Örneğin anoreksiya,[ Anoreksi, kelime olarak iştahsızlık anlamına gelmektedir.
Fizyolojik veya psikolojik nedenlere bağlı, kısa dönemli ya da uzun dönemli
kronik olabilir. Kronik formlarından Anoreksia Nervoza ve Bulimiya nervoza'
ağır seyirli olabilir ve öldürücü sonuçlar doğurabilir.] histeri ve diğer (genellikle dişi)
hastalıklar bütünleşik bedensel imajın kaybına duyulan ızdırap olarak ortaya
çıkar. Bütünleşik özün kaybına yönelik bu psikotik tepkiler semiyotik karede
temsil edilen bölümlerin zorla çökmesi olarak görülebilir. Aşırı eylem
aracılığıyla kişi Alter-Ego ve Kimliği, Ego’ya karşılık gelecek şekilde
uyumlaştırmaya çalışır: Ayna Kimlikte moda dergisi gibi olan Alter-Ego’da
bulunan ve Ego’da arzu edilen gerçeklik olarak varolan model gibi ince
olmadığını görerek bu imajın aynada olmasına zorlar.
Medya,
özellikle de Yüksek Moda reklamcılığı kadınlarda anoreksiyanın potansiyel
sebeplerinden biri olarak sıklıkla dile getirilir. Kurmaca amorf tiplerin RESİM
lerine bakan anoreksik kişi gerçek bedenini onlara benzetmeye çalışır. Bu durum Moda Reklamcılığında Alter-Ego
yaratma olarak nitelendirilebilir. Alter-Ego, Ego ve Kimlik arasında bir tür
geri bildirim döngüsü teorisi oluşturabiliriz. Medyadaki Alter-Ego imajların
fetiş halinde tekrarıyla sunulan bu görseller bireyin karaketerinin arzulanan
bir bölümü, yani Ego’sunun bir bölümü haline gelir. Aynada bu nitelikler kendi
Kimliklerinde yer almaz, bu nedenle bu imajı yeniden deneyimlemek ve tatmin
etmek için yapılacak tek şey Alter-Ego içeriği yaratan makineye dönmek ve
burada yeniden, yeni bir imaj bulmaktır. Bir tür Faustvari ifadeyle söylemek
gerekirse, bu, fantaziyle özdeşleşme tehlikesidir. Bu fantazi dünyasına
–imajların Alter-Gerçekliğine saplanabilen Alter-Ego, Kimlikle arzu edilen
arasındaki bölünme ve farkı (ya da farksızlığı) daha akut hale getirecek biçimde
büyür ve dönüşür. Yüksek Moda medyası özbenlik ve benliksizlik arasındaki aks
boyunca hareket ederek, kimlik belirlemeyle oynayarak ve aslen illüzyon olanı
gerçek gibi sunarak Alter-Ego’yu genişletir ve fetiş haline getirir. Gucci ve
Prada reklamlarına bakacak olursak, bu temsillerin amacının alter-kimlik
belirlemenin psiko-duygusal bir tipi olduğunu söylemekten başka ne diyebiliriz?
Hepsi de genç kadın cinselliği kimliğini içerir ve hepsi de sınıf, eğlence ve
güzellik gibi tamamının tek bir kişide bulunması imkansız bir RESİM sunar.
…
Bu
engin imaj yaratma makinesinin dünyanın en yetenekli sanatçılarını çalıştırarak
oluşturduğu malzemeye yalnızca az sayıda seçkin para ödeyebilir. Çok az insanın
böylesine fetişleştirilmiş, uzman tanıtım organizasyonuna parası yeter. En iyi
ihtimalle satın alınabilecek şey daha kitlesel pazarlanan markalar ve daha
sıradan bir kimliktir. Çoğunluk seyircidir, bir giysiye 1000 ABD Doları
ödeyebileceklerin çıkarı için kendilerine reklam yapılan kişilerdir. Yine de
yüksek moda reklamcılığının görseli olan “sanat”ın bir araya getirilmesi
toplumda Alter-Ego kimliğinin tanımlanması ve homojenize edilmesi işlevini
görür. İdeal görselliğin bu kalıcı manifestasyonundaki işlevi aşağı yukarı
yarı-kötücül (orta-çağ) katedralin hayranlık uyandıran kutsal-ilahi ideali
promote etmesi gibidir. İdeal
formları tarifleyen artistik beceriler bir araya toplanarak kitlelere (okura)
sunulur, ama yalnızca seçkin azınlığa hitap eder: Katedralde ruhanilere,
yüksek moda’da elitlere.
Sh:89-101
Kaynak: KİRKOR SAHAKOĞLU, Moda Reklamında
Fotoğrafın Kullanımı, T.C. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Grafik
Anasanat Dalı Yüksek Lisans Tezi , 2012, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar