AMAK I HAYAL
A'mak-ı Hayal, Şehbenderzâde
Filibeli Ahmet Hilmi'nin tasavvufî görüşünü ihtiva eden bir eseridir. Kendi kitapları
arasında onun vahdet-i vücut görüşünü en iyi yansıtması bakımından otobiyografik
bir özelliğe sahiptir denebilir. Eserdeki Raci tipi, birçok yönüyle Ahmet Hilmi'nin
kendisidir. Özellikle onun hayat ve çocukluğunun dönemi buna uygundur.
A'mak-ı Hayâl, kitap hâline
gelmeden önce Necat[1]
gazetesinde tefrika edilmiş, haftalık Hikmet gazetesiyle de okuyucuya forma
hâlinde sunulmuş daha sonra da günlük Hikmet gazetesinde tefrika edilmiştir.
Eser ayrıca kitap hâlinde iki başlığı gibi daha sonra ve yeni harflerle de neşredilmiştir.
A'mak-ı Hayal genel yapısı
itibariyle iki ana bölümden ve bunların oluşturduğu alt bölümlerden oluşmaktadır.
Birinci bölüm -ki yazar bunu kitap olarak kaydeder- "Birkaç söz" başlığını
taşıyan bir nevi önsözden sonra "Raci'nin Hatıratı" ve ondan hemen
sonra "Aynalı Baba ile Mülakat" kısmı başlar. Aynalı ile olan mülakat
bundan sonra dokuz gün hâlinde, hayâl derinliklerine dalmakla devam edecektir.
Dokuzuncu günden sonra Aynalı'nın ayrılmasıyla bölüm sona ermiştir. İkinci
bölümde ise Raci'nin Manisa Timarhanesindeki durumu ele alınmıştır. Arkadaşı
Sami'nin kendisine gönderdiği mektupla kalmayıp gidip kendisini yerinde ziyaret
etmesi ve Raci'nin buradaki birtakım gözlemlerini ihtiva eder. Üçüncü bölüm
niteliğinde olan Zeyl-i A'mak-ı Hayal'de Raci, yine Aynalı"nın
mezarlıktaki uzletgâhında hayâl âlemlerine dalarak seyahat eder. Bu kısım da
kendi arasında "Leylâlı Mecnun", "Leylâsız Mecnun"
ve "Zincir-i Murasa Nasib-i Âlem" gibi alt başlıklar hâlinde
düzenlenmiştir. Eser Aynalı’nın vefatından sonra Raci’ye bıraktığı not
defterinde, ders niteliğindeki yazılarla biter. Şimdi eseri bir bütün hâlinde
ve özet olarak gözden geçirelim.
ÖZETİ
Eser, ihtiva ettiği tipler ve
sosyal olaylar bakımından, yazarın tasavvuf ve felseye olan meylini, bu
alandaki bilgi gücünü aksettiren bir nevi otobiyografi niteliğindedir. Hayalin
derinlikleri anlamında olan bu esere, isminden de anlaşıldığı gibi
objektiflikten ziyade sübjektiflik hâkimdir. A'mak-ı Hayal, şahıs, yer ve
olaylar bakımından gerçek dünyadan ziyade, doğu ve batı mitoloji ve felsefesini
içine alan manevî/hayali bir âlemin ürünüdür. Eseri kendi tabiî plânı
çerçevesindeki komposizyonuna uygun olarak takip edelim.
Raci ile Aynalı Baba arasındaki
dokuz günlük buluşma ve sair mevzuları kendi sırasına göre takip edelim.
BİRİNCİ
GÜN- ZİRVE-İ HİÇİ
Raci, mezarlıktan içeri girince
kulübeden çıkan garip kıyafetiyle dikkatini çeken Aynalı ile karşılaşır. Aynalı
Baba ney ile yaptığı taksimden sonra hafif ve davudi bir sesle:
Bu fena
mülküne ibretle nazar kıl ey cân,
Gafleti
ile heba, hâli değildir meydan
mısralarını okur, ney ile âhenge
başlar.
Hırs ve nefse uymamayı, sohbet-i
Arif-i billah'a erişmeyi ve dünya saltanatından el çekmeyi tavsiye edici şiiri;
ondan sonra ehl-i kemâlin dünya zevkine aldanmama sının "gerektiği ... tarzındaki gazellerden sonra
"..A'mak-ı hayale dalan" Raci kendisini bir başka ülkede bulur.
Bitki örtüsü sazlıktır. Burası
vahşi hayvanlarla dolu olmasına rağmen kimseye dokunup, zarar vermezler...
Yalnız bu arada kendisini görmediği arkadaşından Hindistan'da olduklarını
öğrenir. Ondan sonra çok yüksek bir dağa tırmanırlar ve arkadaşı "lütfen
rehberi olun"-diye onu Buda'ya teslim eder. "Bir ağacın
gölgesinde" bulunan Buda Raci'ye: "Zirve-i Hiçi'ye nev'-i
insanın binde, yüzbinde biri çıkamaz. Zira çıkmak için insan kendine hâkim
olmalı, bir kalbte emel olursa yollarda kalır. Oraya canlı cenazeler
çıkabilir." der.
Raci, bu zatın Buda Gavsama
Şakyamuni olduğunu anlar. Bu yolculukta ilk olarak, "enva-i türlü leziz
taamlar mevcut" olan mini bir saraya varırlar. Raci, fevkalâde acıkmış
ve susamış olmasına rağmen. Buda kendisinin bir şey yiyip içmesine izin vermez.
Saraydan ayrılırken onlara "altın tepsi içinde üç tane billur kâse ve
bunların birinde su, diğerinde şerbet ve üçüncüsünde şarab" ikram
edilir. Raci'nin aldığı şarab kasesi, Buda'nın eline vürmasıyla yere dökü-lür.
Bunu müteakiben "yürü ey seyyah-ı âvâre yürü durma yürü..."
tarzındaki şiiri hâtıftan dinleyerek yola koyulurlar.
O gece uyurlar ertesi gün çok
daha büyük ve debdebeli bir saraya varırlar. Buradaki alâyişe kapılanların
pişmanlık ve teessüf vadisine düşeceklerini ihtar eden Buda, nefsini yenip de geçenlerin
ulaşabilecekleri nimetleri mukayeseli bir şekilde, şöyle sıralar:
"...Lâkin
burdaki âlâyış-i can-fezaya kapılanlar vadi-i veyl-i telehhüf ve teessüfe
düşerler. Burası cennet-i arzu u emel, ilerisi sâha-i hiçi-i ezel, burası
âlâyiş-i bihude ile dolu bir kâşane, burası her zairini işkencelerle mahveder
bir misafirhane, ilerisi kaza-yı zevk ve hürriyet, âlem-i ıtlak ve vahdet,
burada kalanın me'vâsi peygule-i enin ü âh tır. Öteye giden azade-i derd ü
elem-i bi-câhdır. Burada kalan arzu ve tama'a, hırs ü emele esirdir. İleri
gidenin tahtgâhı feza-yı lâyetenâhî, sâhâ-i esirdir." dedikten sonra
"Merd-i evvel aldanma sebat et, ben burada seni bekliyorum." der.
Seyyah bundan sonra, nefis ve
şehveti kamçılayıcı, zevki okşayıcı bir ortamda kendini bulur. Öyle bir ortam
ki:
"...bu
üryan heyakil-i hüsn ve cemalin arasına melâike girse sahib-i nefs ü şehvet
ölür. " Nitekim
bu arada huri misal bu güzeller tarafından hamamda yıkanır, yeme içmeden sonra
gözyaşı dökerek kendisini beklediğini söyledikleri, "Peri-i müştak-ı
muhabbet ü visal"i'n huzuruna götürülür. Seyyah, gördüğü Perî-i
visal'in oyununa gelir onunla vuslata girer. Bu vuslat deminden sonra her şey
bir rü'ya olur. "Peri-i Aşk" daha önce ne kadar güzel idiyse
visalden sonra o kadar çirkindir. O artık "bir acûze-i bedlika"
olmuştur. O kadar müstekreh, o kadar mülevves ki, hayret ve nefret dolu bir
çığlıkla boynuna kenetlenen kollarını açarak kendisini kurtarmağa çalışır, fakat bir türlü elinden kurtulamadığı bu
acuzenin portresini şöyle çizer:
"Baykuş
sesini andıran kahkahaları salıverdikçe hilâl şeklini almış olan çenesi, kartal
gagasına benzeyen burnuna bitişiyor, bu iki çengel biri birinden ayrıldıkça
çerkâb çukuruna benzeyen ağzı açılıyor, sararmış uzun dişleri
görülüyordu."
Raci, en sonunda daha önce "Peri-i
aşk" olarak gördüğü bu acayip mahluktan yakasını kurtardığında her şeyin
değiştiğini, saraya girdiğinde gözüne ilişen bütün o güzel ve cazib manzaraların
yerini tam aksine çirkeflik ve çirkinliklerin aldığının farkına varır. Raci
yaptığından utanç duyuyor, Huda'nın kendisini sarayın dışında beklemekte
olduğunu hatırlayınca onun bu pişmanlığı had safhaya varır.
Raci, saraya giderken çıktığı
dağdan yavaş yavaş indikten sonra vardığı meydanda heybetli bir meclisin kurulduğunu;
doğusunda büyük bir altın taht kurulmuş, başında altın taç, elinde murassa bir
asa, önünde "libas-ı fahr" olduğu hâlde üstünde Buda'nın
oturup kendisini beklemekte olduğunu görür, üzüntü ve mahcubiyeti kat kat artar
ve Buda'nın huzuruna çıkarılır. Fakat Buda "ey ahdine vefa etmeyen
insan, ey merd, ey merd-i zen-meşreb yazık sana" diyerek onu tard
eder. Buda'nın işaretiyle bulunduğu yerde "taş, toprak, ot her ne varsa
bir sür'at-ı berkiyye" ile yokuş aşağı su gibi akmağa başlar, nihayet
büyük ve karanlık bir uçuruma düştüğünü gören Raci, attığı çığlık ile gözlerini
açtığında Aynalı Baba'nın mütebessim ve hâlim çehresiyle karşılaşır. Aynalı,
kendisine "Evladım zirve-i Hiçi'ye irtıka kolay değil, kolay
değil..." der.
Birinci günün mahmurluğu,
yorgunluk ve şaşkınlığı Raci'yi hayli müteessir eder. Daha Önceden geceleri geç
vakte kadar dışarda kalan Raci'nin bu gece erkenden eve gelmiş olması, annesini
hayretler içinde bırakır. Zavallı annesi onun bu erken gelişini hasta olduğuna
yorumlar, Raci hasta olmadığına dair annesini ikna etmeye çalışır. Ertesi günü
iple çeken Raci, bir şeyler alıp Aynalı'nın kulübesine varır.
İKİNCİ
GÜN
Ya
nûr, zulumâtı nur et!
(Zerdüşt)
Aynalı Baba'nın makberdeki ney
meclisi yine bir şiirle başlar,
Dem bu
demdir dem bu dem!
Dem bu
demdir dem bu dem!
nakaratını havi ve
Bu şuûn-ı
âlem
Bî-sebat
ü bî kıdem...
Nerde
Havva nerde Âdem
Varsa
aklın ey dedem.
mısralarıyla başlayan şiirle
fasıl yapılır,
Raci kendini Belh şehrinde bir
evde bulur. Henüz yatağından kalkmıştır. Bu esnada içeri giren ve Farisi ile
Sanskrit arasında bir lisan ile birbiriyle konuştukları kadın güya hanımıymış.
Bildiği iki lisan gibi, kendisi de iki şahıstan mürekkeb bir adam olarak
kendini bulur.
Bu bölüm boyunca ikilik devam
eder. Bulunduğu (odada) geniş sahranın mahiyetini öğrenmek üzere refakatindeki
zâttan sorar, Rehberi olan zat da: "...bugünden itibaren kırk gün îd-i
temaşadır, şimdi münâdiler nida ve herkesi imtihana da'vet edecek ve herkes
birer birer Zerdüşt'ün huzuruna gidecek, her kim kelime-i hakkı söyleyebilirse
temaşayı hakayıka me'zun olur." diye kendisine açıklar.
Geldiğine pişman olmakla beraber
imtihana katılmak zorunda alır. İmtihanı kaybedenlerin alınlarına siyah bir
çizgi çekilmektedir. Şayet imtihan meydanını terk ederse, imtihanı kaybetmiş
olacağından onun da alnına çizgi çekileceğinden, beklemekten başka çaresi
kalmaz,
Orada bulunanlar birer birer,
başında altından bir taçla büyük bir tahta kurulmuş olan Zerdüşt'ün huzuruna
çağrıldıkları gibi sırası gelince onu da çağırırlar. Bildiği hiçbir şey yok ama
Zerdüşt soru sorunca kalbine ilham olunur. Nitekim Zerdüşt'ün:
"Nereden
geldin?"
sorusuna:
"İzzed-i
bîcun ü cerâdan (Sebeb ve hikmeti sorulmaz Allah'tan!);
niçün gönderildiğine dair soruya
da
"İzzet
nur ile zulumâtı ayırmak, nuruyla âdil, zulumatıyla kahir olmak murad etti. Bu
nuruna (ben), zulumatına (gayrım) dedi" diyerek cevap verdiği bu muhavere devam edip
gider.
"Nur"u, temsil eden Hürmüz ile "zulumat'ı
temsil eden Ehrimen şu anda eşit vaziyettedirler. Bunun üzerine alnına
"hatt-ı ahdar (yeşil hat/çizgi) çekilir. Daha sonra pek dehşetli bir muharebeye
girileceği haber verilir ve muharebeye hazırlık yapmak üzere yanmadaki
refikiyle muharebe taktiklerini öğrenmek üzere çalışırlar. Ondan sonra kanatlı
atlarına binerek bir dağın eteğine varırlar. Tepesi görülmez, sanki zirvesi
gökleri yarmış, "a'lâ-yı meçhuliyette kaybolmuş" olan bu dağın
“Cebel-i Fark" olduğunu öğrenirler.
Dağın tepesinde, dünya kadar
geniş bir meydan yer almaktadır. Sol tarafına gelen yarısı en karanlık gecelere
parlak/aydınlık (revnaktar) dedirtecek kadar karanlık, sağa gelen yarısı ise "nura
sönüklük ıtlak ettirecek kadar şa'şa'a-fezâ" olduğunu görür. Solda
Ehrimen, sağda ise Hürmüz oturmaktadırlar.
Hürmüzle Ehrimen önce karşılıklı
nutuklarla atışır, birbirini tekzip etmeye başlarlar. Olay alegorik kahramanların
karşılaşmalarıyla- gelişir.
Önce Hürmüz, daha sonra da
Ehrimen nutuklarını söylerken ortalık kızışır. Ancak her iki rakibin ortalarında, her türlü güzellikleri tecessüm ettirmiş bir "peri
peyker", elinde bir küre olduğu hâlde ayakta durmaktadır.
Bu kürenin doğusunun yarısı
nurâni, batısının yarısı da karanlıktır. Hangisi konuşur ve galebe çalarsa onun
tarafı ağırlık kazanıp ve o renge girer. Önce Hürmüz, bencilliği yerme,
hemcinsini kendi nefsine tercihi... gibi konuları ihtiva eden nutkunu okur ve
herkesi nura davet eder
Ehrimen ise gününü gün edip,
"birisi kibir, diğeri şehvet" olmak üzere dünyada yalnız iki matlubun
esas olup geri kalanın yalan olduğunu söyleyerek insanları mübarezeye davet
eder.
Hürmüz'le Ehrimen nutuklarından
sonraki sataşma ve tekziblerden ortalık gerginleşirce yüksek tahtında oturan
zat elindeki küreyi aralarına uzatarak "henüz vakit gelmedi beyhude
uğraşmayınız" diyerek kendilerini teskin eder.
Derken kırk gün sürecek olan
mübareze başlar. Yedinci güne kadar tevazün eden kuvvetlerle devam eden
mübareze yedinci günde Hürmüzî bir pehlivanın galebesiyle devam eder. Karşı tarafın
meydana sürdüğü Nifak namındaki pehlivan üç gün üst üste meydana çıkanları
haklayıp durur. Ondan sonra Hürmüzîler Muhabbet pehlivanını meydana sürerler.
Üç gün süren mübarezeden sonra Muhabbet pehlivan, Nifak pehlivanı yener.
Ehrimanlar bu sefer Gazab
adındaki pehlivanını meydana çıkarır. Buna karşı dayanan yoktur ve mübarezenin
de otuz sekizinci gününe' varılmıştır. Hürmüzün yardımcısı Salâh, "Gazabı
ancak Hikmet Pehlivanın yenebileceğini onun için ertesi günü Hikmet pehlivanın
mübarezeye çıkacağını söyler. Raci bu Hikmet Pehlivan'ın kendisi olduğunu
rehberinden öğrenir. Hikmet ikinci günün sonunda Gazab'ı ancak hile ile yener.
"Vay başında ne var?" diye kendisinden sorunca elini başına
götüren Gazabın zırhsız koltuğundan vurur,
Öldürür.
Ondan sonra yüzü kapalı olan yeni
bir pehlivan çıkar. Hürmüz'ün büyük bir üzüntü, Ehrimen ise aksine büyük bir
gurur duyduğu bu pehlivan Nefs-i -Emmare" dir.
Nefs-i emmâre, kendisine "rehberin
sana öğrettiği, hilm, ilim, kanaat, teenni, tevazu, sabır, hile gibi başkaları
için mühlik olan aletleri" kendisine tesir edemediğini ve bunların her
birisine karşı "kîn-i vahdet, mekr ü adavet, buğz u şehvet gibi nice
mühlik darbeleri"nin bulunduğunu söyleyerek Hikmet pehlivanı teslim
olmaya çağırır. Karşı koymaya devam etmekteki kararlılığını anladığa Hikmet
pehlivan'ın "azm-i kavi" adındaki öldürücü darbesini tam
indireceği esnada Nefs-i Emmare/ yüzündeki örtüyü kaldırınca görünen,
güzelliğiyle Hikmet'i sarsılır; bunun üzerine Hürmüz dua ve yalvarış secdesine
kapanır, Ehrimen da büyük bir sevinç ve gururla başını göklere diker.
Kürenin etrafını zulmet sarar,
tam zulmetin galebesi sırasında "...nihayet zulmet içinde vech-i
nurundan etrafı ziyadar ve bu sebeple şahsı tamamıyla fark edilen bir
süvari" görünür.
Dört ayaklı, alnı boynuzlu ve
kanatlı nefti yeşil renkte bir ejderhaya binmiş olan bu pehlivan "timsâl-i
cemâl yahut menba-ı hüsn" denecek kadar güzel olan bu mahluk: "başında
cevherli müzeyyen bir tac, sırtında yeşil renkli bir ipek libas"
bulunduğu hâlde "teganni" ede ede gelmektedir. Gerek
Ehrimen'in gerekse Hürmüzîlerin tegannisinden mahzuz ve müteessir bulundukları
Aşk pehlivanı meydana çıkar. Yaklaştıkça "Peri-i Nur'un elindeki küre
revnak kesbetmekte ve nur zulumatı def eylemekte"dir. Meydanın
ortasına ulaştığında küre tamamen ziyadar ve karanlık tamamen ortadan (âlemden)
kalkar,
Mübareze meydanında bulunan
Hikmet'le Nefs-i eramareye yaklaşır, Emmare bindiği filden aşağı iner ve önünde
diz çöker. Aşk Pehlivan Hikmet pehlivanı da âzâd eder. Hürmüzle Ehrimen'i yüz
yüze getirip, zıtların birbiriyle bilindiğini belirterek ikisini de kutlar,
böylece bu kısım sona erer.
ÜÇÜNCÜ
GÜN
Üçüncü gün Hazret-i Şazelî'nin
bir deyişiyle başlar.
Yine ney sesiyle hayal
derinliklerine dalan ve kendini on iki yaşında bir çocuk olarak gören Raci,
güya büyük bir şehrin muntazam bir sokağında büyükçe ve güzel bir evdedir ve
yüz on yaşında bir pir-i fani olan babasıyla Sanskritçe konuşmaktadır.
Babası kendisine, ulaştığı "devre-i
hikmet" merhalesini, bundan duyduğu sevincini ve yapılacak işlerinde
kendisine rehberlik edecek kalfayı göreceğini bildirir.
Raci'nin yapılacak hizmetlerle
görevlendirildiği bu düğün alışıla gelenlerden apayrı bir özelliğe sahiptir. "Birinci
gün tekmil Brahmanlar ve kibâr-ı me'murîn, ikinci gün asker ve tüccar, üçüncü
gün fakirler davet" edilir,
Üçüncü günde, yolculuğa çıkar.
Rehberi olan seksen yaşındaki kalfası, fakir kılığındaki rehberi merkebe binmiş
olduğu hâlde kendisi yaya olarak onu takib etmek üzere bu yolculuğa çıkarlar.
Rehberi kendisine, "BİRŞEY PAHALI ALINMAZSA KIYMETİ ANLAŞILMAZ"
diyerek âdeta mazhar olacağı mükâfatın ağır bir bedelinin bulunacağına işaret
eder gibidir.
Kırk gün süren bu yolculuktan
sonra bir kulübenin önünde dururlar. Rehberin, elinden tutup içeriye götürdüğü
bu Kulübede yalnız su ile dolu bir "çanak" vardır. Rehberi,
Raci'yi şarka yönelterek önüne çanağı koyar ve “Ey Brahma! Ey vücud-ı asli!
Ey nur-i a'zam! Dere-kât-ı vücudunu safahat-ı ruhunu göster.”diye telkinde
bulunur. Bundan sonra vücut merhaleleri seyri başlar.
Raci'nin anlayamadığı daha
birtakım şeyler mırıldayan rehberin bu sözlerinden sonra çanaktaki su donuk bir
parlaklık göstermeye başlar. O, rehberinin telkini üzerine bir an olsun gözünü
sudan ayırmamaktadır. Bir süre sonra nereden ve ne anlama geldiğini bilmekte güçlük
çektiği gaybten, gittikçe varlığın sırrını telkin eden bir ses duyar.
Manzumedeki "cümlede o nokta nihan" sözünden sonra su
parlaklığını kaybeder, zulumata boğulur, aynı şeyi kendi vücudunda da hisseder.
Seyyah "saha-ı
namütenahiyi" fark etmeye başlamasıyla yeni doğmaya başlayan bir nurun
varlığını hisseder. Ancak bunun varlığı varlıksız bir varlık gibidir. Sönük bir
nur görür, "İnfilak-ı latîf-i esirinin müezzin-i hâtifîsi sada yerine
kâim mana-yı bî-hurîfiyle ezan -i İsrafiliyi” okuyordu.
Allahu
ekber! Allahu ekber!
Ey sırr-ı
vücûd-ı bî-vücüd
Mârufsun
ama bilinmezsin,
Zahirsin
amma görünmezsin
Mısralarını bir ezan gibi
söyleyen hatifin sesi duyulduğu sırada "saatler, seneler, asırlar bir
ân"dır. Seyyah, bundan sonra su âleminde önce şekilsiz, daha sonra
şekillenen sayısız mahlûkat arasında kendini bulur. Burada "nur"un
doğuşundan sonra "su"yun varlığı ve onun hayat üzerindeki
fonksiyonuna geçilir.
0, sudaki canlılar âlemine
katıldığını şöyle ifade eder: "...Ilık bir hâlde olan suyun içine girer
girmez kendimi milyonlarca hayvanât-ı garibeyi ihtiva etmiş gördüm. Bu
hayvanların ne âzası ne de bir şekl-i mahsusu var idi. "
İçine girdiği bu âlemdeki
varlıkları "mahbes" olarak telâkki eden seyyah, "beni
asıl sıkan şey bu hayvanları muhit olanlardan hâriç olmak itibariyle değil
onlarda mahbusiyetim itibariyle idi." diyerek bundan muzdarip olduğunu
şöyle açıklar:
"Zira
akıl ve idrak şöyle dursun her türlü histen bile beri gibi idim. Mahbesim olan
hayvancıklar bin turlu eşkâl almağa başladılar. Artık benim için bir gün
hükmüne girmiş olan binlerce asır mürurunda her şekil başka bir tekemmül
gösteriyordu. Lâkin su içinde mahbus kaldığımdan gözlerim garib görünüşünden
sıkılıyor, kulağımın sağırlığından bizar
kalıyordum."
Denizde ne kadar kaldığını ve ne
olduğunu bilmez. Ancak bundan sonra, bu defa kendini karadaki birçok hayvanın
vücudunda görmeye başlar-
Ondan sonra "hava-yı
safi"nin ciğerlerine nüfuzunu hissettikçe tahassul eden keyf ü zevkten
vecde gelerek, milyonlarca ecsadda koşup oynadığını söyler ki burada da onun
hava unsuruyla bütünleşmesi ve onun işlevlerine katılmasının ifade edildiği
görülür, o, bu âlemde "akıl ve idrak" şöyle dursun her türlü
histen bile beri kalır. Hava unusurunun gördüğü görevleri görür ve bunan büyük
zevk duyar: "Hava âleminde
sıkıntılı değil ciğerlerine nüfuzunu hissettikçe meydana gelen keyf ü zevkten
vecde gelerek milyolarca ecsadda" koşup oynar. Ceset
itibariyle, cinsiyet bakımından tam karar almış değil, girdiği cesedin
mahiyetine göre şekil alır ve zevk duyar. Zamanla gömlek gibi giyip
değiştirdiği cesetler o kadar çoğalıp çeşitlilik kazanır ki, bunlardan bazısı diğerlerine
zahiren katiyyen benzemez. Artık Adem'in saha-ı vücuda gelişini ifade ettiğini
şu cümleden anlıyoruz: "Bir nefha-i mâna, bir levn-i bica, cesedimi
istiva ve istila eyledi. " Artık her zerre onun selâmlıyor. Olup
bitenlerin farkına varan Raci, Bir hâl-i mesti, bir çaşy hestî beni istilâ
etti. Lisan-i mana ile “Elhamdülillah!” dedim..." der.
Seyyah bundan sonra "bir
sada-ı hatifi" ile
Doğdu
şimdi şems-i idrak âleme,
İstivâgâhtır
dimağ-ı âdemi.
Nur-ı
Hak'tır şeb-çerağ-ı âdemi
Ey
Melâik! baş eğin hep Âdeme!
der. Bütün âlemler ve onların
sâkinlerinin bu emirden titrediğini söyler. Her mevcudun insanın
"secfürude-i hâk-ı pay-ı insan olduğu bu sırada her zerre lisan-ı hâl ile
insanı şöyle karşılar
Merhaba
......
Merhaba
ey pertev-i sırr-ı vücud
Merhaba
ey zübde-i cümle şuûn
Secdegâhsın, kıble-i mabudsun"
İnsana secde edildiğinin ifade
edildiği bu kısımda seyyah gözünü açar. Aynalı Baba "...illâ nefsindeki
sıfat-ı gurur, yani şeytan!" diye cevap verir. Zira Âdeme "secde
et!" İlahi emre karşı çıkan İblistir
DÖRDÜNCÜ
GÜN
Meydan-ı
İmtihan, mecma-ı arifân
Sübhaneke
mâ-arefnâke hakki mârifetike ya Maruf! (Hz.
Seyyid)
"Meydan-ı
imtihan mecma-ı irfan" Aynalı,
bugün her günden farklı olarak Raci'ye bir mezarın üzerinde uzanmasını emreder.
Emre itaat icabı olarak o da gidip orada uzandıktan sonra Aynalı ney üflemeye
başlan.
Zifiri bir karanlık içerisinde
kendini bulan Raci, bu karanlık içinde beklemekteyken, güya kendi babası içeri
girer. O Raci'nin, Raci onun deliliğine hükmetmektedir. Raci bu arada bir
kibrit yakarak babalığının kör olduğunu öğrenir, "...babalık analık
vesairleri dörder ayaklı olmuşlar ve tekmil kuvvetleriyle" zıplamaktadırlar.
Racinin yüksek sesle kahkaha atıp gülmesi o âlemdekilere âdeta yeni bir canlılık,
yeni bir hareketlilik getirir. -Bundan memnun kaldığı anlaşılan babalık yanına
gelerek:
"Ey Beyaz
İfritin Sarı Şeytanı! Saltanat
sana mübarek olsun, bin senedir cümle âlem sana muntazır idi" der. Güya
kendi sulbünden dünyaya geldiğini bin senedir bekledikleri bu ses sahibini,
geldiğini her tarafa duyurmak için "...şimdi tekmil kızıl şeytanlara
haber" verilir.
Olay ifrit ve şeytanlar
arasındaki toplantılar ve karanlık bir zeminde cereyan eder. Yeni gelen
misafire, memleketin başta sultan ve vüzerası tarafından Beyaz İfrit'in Sarı
Şeytanı Hazretleri unvanı verilir kendisine memleketin en cesim ve müzeyyen bir
sarayı tahsis edilir.
Memleket oldukça gariptir. Halkı
tamamıyla kör değil, "ziya denilen ihtisasat-ı esiriyyeyi bize olan suret-i
tesiriyle görmemeleriyle daimi bir zulmet içinde bulunmalarıyla beraber
kendilerine mahsus bir rü'yet-i eşkâl-i garibe var "
Şehirde ayrıca edebiyat, hikmet
ve ilahiyat1 a pek önem verilmektedir. Darülfünun âlimlerinin de aralarında
bulunduğu bir günde, icazet (diploma) imtihanı yapılır. İlim, kemâl ve hakikatin
ancak sarı şeytanda bulunabileceği belirtildikten sonra imtihan başlar.
Bibi adındaki bir talebeye "avalim"
hakkında bilgi verirken o güne kadar tard edilmiş olan Tata adlı âlim bu
toplantıdan istifade ile görüşlerini açıklar. Bir hafta sonra toplanan heyette,
mu'teriz grup Tantan'lar ile Tonton" ların mübarezesi başlar.
Tantan ve Tontonların cümlesi dört ayaklı olup hoplamağa başlarlar.
Raci uyandığında, Aynalı'nın
mütebessim bir çehreyle, hakikata nazaran insanların keşfi Tantanların keşfi
gibi olduğunu söyler.
BEŞİNCİ
GÜN - SAHA-İ AZAMET
"Saha-ı Azamet"
unvanını taşıyan beşinci günde a'mak-ı hayal'e dalan Raci, bu sefer kendisini
Ayasofya Camii müezzini olarak görür. Sabah ezanını okuyacağı sırada "Allahü
ekber" der demez büyük bir kuş tarafından havaya uçurulur. Sırtı, bir
büyükçe bir oda kadar ve düz, "her türlü ihtiyacat-ı beşeriyeyi
karşılayacak meşrubat ve me'kulat vesair levazımı ihtiva etmekte olan bu kuşun
"Simurg-ı Şehîr" olduğunu, kuşun kendisinden öğrenir. 0, niçin havalandığını
sorunca kuş"sana saha-ı mükevvenâtı seyr ettireceğim."diye cevap
verir.
Önce zulmetli bir ortam, daha
sonra da çakıl taşlarından yapılmış gibi görünen fezada bir şose görür. Simurg,
Raci'ye o taşlardan bir tanesini vererek: "sana lisan-ı mânadan anlamak
kuvvetini verdim taşla konuş" diyerek taşı uzatır.
0 da "Ey taş sen nesin,
nereden geldin?, nereye gidiyorsun?" sorusuna cevaben taş:
"Ey
insan! yine yaralarımı deştin, yine ebvâb-ı ekdârı açtın âh! ben neyim
neyim?" inlemeye
başlar. Ondan sonra vücudundaki zerrelerin yirmi otuzu ilim ve kemalatla
iştihar ettiğini söyleyip, başından geçenleri anlatır. Raci, bu taşın eskimiş,
parçalanmış bir âlemin bekayasından olduğunu ve birkaç kuyruklu yıldızın
ecsâm-ı mürekkebesinde himmet ettiğini ve yer atmosferine duhul ederse bir
sehab olarak ineceğini Simurgtan öğrenir, Bu seyahatte dünyaya benzer ama
sonsuz bir deniz ortasında adacıklar mevcut olduğu Merih'e varırlar.
Oradaki insanların dünyadakilere
göre daha basit olduğunu, zira dünyadaki insanların ahsen-i takvim üzere
yaratıldıklarına bağlar. Bütün bu olup bitenleri Raci Simurg'tan öğrenmektedir.
Seyahatlerinde Müşteri gezegenine de uğrarlar. Müşteri büyüklük ve bitki
örtüsüyle Himalayaların tepesine benzetilir. Burada fazla durmadan "Güneş
mahallesinin müntehası"na varırlar. Artık seyyaha usanç gelmiştir,
Simurg'a "Sidre-i Münteha-yı avalime" yaklaşıp yaklaşmadıklarını
sorar; Simurg'un "Hey çocuk! alimlerinizin keşfettiği binlerce
avalimden henüz bir danesinin milyonda bir kısmını bile seyr etmedik!"
cevabı üzerine seyyah: "Ya Rab! bu nedir? harika idrak-i vüs'at ve
cesamet nedir?" diyerek hayretini belirttiği bu yer "Kaf-ı Azamet"tir
ve "namütenahidir." Bundan sonra Güneş'e doğru hareket ederler.
Güneşin önce büyük bir tarla şeklinde göründüğünü, daha sonra bir ateş
deryasına dönüştüğünü, dağlar gibi ateş dalgalarının bulunduğunu müşahede eder.
Seyyah bu dehşetli manzara karşısında artık güçsüz kalmıştır "Bu
manzara-i hüvelnâke takat-getirmeyecek dahşet ve haşyetten bir nara atup
bayıl"ır. Gözünü açtığında kendini kavuklu zatın makberi üzerinden
yuvarlanmış bulur.
Aynalı, kahve pişirir ve
"mâye-i vâhid olduktan sonra pire de bir, fil de bir onun için arifler simurg
gibi sâha-ı namütenahide boşuna pervaz etmezler...." diye söyler.
ALTINCI
GÜN- KAF VE ANKA
Altıncı günde Raci, Hind
Sultanının şehzadesidir. Oraya musallat olan ejderha, her yedi yılda bir gelir
ve sorduğu "Bu kervan nereye gidiyor" sualine cevap
alamayınca, her birisi yirmi yaşlarında olmak üzere yedi kız ve yedi erkek
kurban alır bunları yuttuktan sonra yedi sene sonra tekrar geleceğini, bu
soruya ancak cevabın Kaf dağındaki Anka'dan öğrenilebileceğini söyleyip gider.
Bundan çok müteessir olan şehzade
Kaf dağını aramaya ve Anka'yı bulmak üzere seyahate çıkar. Bu seyahatin nasıl
olması gerektiği üzerinde ileri sürülen görüşler neticesinde basit derviş
kıyafetinde, yükte hafif pahada ağır ihtiyaçlarını alarak iki kişiyle yola
çıkar. Şehzade'nin yardımcısı ise lalasının mahdumu Bahadır'dır.
İlk önce Himalayalar'daki bir
tepede tek başına yaşayan bir hâkimin fikrinin alınması da gerekli görülür. Hakim de Kaf dağının nerede olduğunu bilmez
ancak kendilerine bunu nasıl bulabilecekleri ve ne yapmaları gerektiğine dair
onlara yol gösterir, Hakîm kendilerine
tavsiyesi şöyledir:
"...buradan
yedi ay mesafe bu'dunda Milest [Milet] şehri harabeleri vardır. Orada bir kuyu
vardır ki ağzı bir musanna' taş kapakla kaplıdır. Bazen bu kapak bilinemeyen
bir sebeple açılır. İmdi gider o kuyunun yanında munta-zır olursun şayet
nasibin var da kapak açılırsa kuyudan içeri bir iple inersin, orada bir deliğe
tesadüf edeceksin, onu takiben git. İlerisinde bir meydan görürsün, meydanın
ortasında bir saray, saraya girer, göreceğin ahvâle hiç iltifat etme, ne dur ne
rahat et ne kork. Üst katta bir mermer dolap içinde bir çekmece bulursun onu al
kuyuya dön şayet kapağı henüz açık bulursan ipe sarılarak dışarı çıkarsın,
sandık içindeki levhayı oku."
Tarif üzerine kuyunun başına
varırlar. Kırk gün bekledikten sonra kuyu açılır, söylenenleri aynen yerine
getiren şehzade, dışarda bekleyen arkadaşı Bahadır'ın yardımıyla kuyudan çıkmaya
muvaffak olur. Levhayı açarlar, ne Anka'dan ne de Kaf dağından bir kelimecik
bile söz edilmez. Levhalardan birisi "Sırrımdan Bana Hitab"
adını taşımaktadır. İlk iki beyti şöyledir.
Matla'-ı
şems-i hüviyyet, menşe-i ekvân benim
Menba'-ı
mana-yı kesret mahzen-i ebdân benim
Ben oyum
ki kendi emrimden yarattım âlemi
Hep
şuunumdur bu mevcud dehr-i bipayan benim
İkincisi ise "Benden
Sırrıma Cevab" ismini taşımaktadır. Bunun da ilk beyti şöyledir:
Ben oyum
ki ben dedikçe maksadımdır kudretin
Ben oyum
ki benliğimden zahir olmuş vahdetin
Ne yapacağını bilmeden şaşkın
şaşkın dolaşırlarken uğradıkları mâmur bir şehirde, tellâlın "Ey halk
her kim Milest harabelerinde kuyuda mahfuz levhayı getirir de reisü'l-ulemaya
i'ta ederse mukabilinde üzerinde büyük bir sır yazılmış ondan daha mühim bir
levha verilecektir." diye bağırdığını duyarlar. Bunun üzerine levhayı
verdikleri reisü'l-ulemadan üzerinde bir şiir yazılı diğer bir levha
alırlar.
Reisu'l-ulemâ da bundan bir şey
anlamaz. Ancak bu sırrı çözmek için onlarla beraber Serendib adasında Âdem
tepesinde bulunan bir mu'tekifin delaletiyle müşküllerini halletmek üzere
yanına vardıkları mu'tekif: "Tevfik olmazsa tarif bir şeye
yaramaz" der ve ondan' sonra birinci şiirde Kaf ile Anka'yı;
ikincisinde ise Ejderhanın sualine cevap verildiğini söyler,
Hindistan'a döndüklerinde aradan
tam yedi sene geçmiş ve ejderha tekrar gelmiştir. Sultan ihtiyarlamış oğlunu
tanıyamaz, fevkalâde müteessir olup "beyne'l-havf ve'r-recâ"
bir durumdadır. Nihayet ejderhayla karşı karşıya gelen Şehzade ejderhanın
sualine bu "kâinatın tekâmülüne muhtaç, devranın mahkumu olan bu kervan
hayâlin güzellik sırrına, çekici güzellik nuruna doğru koşup gidiyor, diye
cevap verir. Bunun üzerine ejderha silkinip on altı yaşlarında bir kız olur.
Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı en
güzel bir mahlûku olduğunu ve daima onaltı yaşında kalacağını, eski durumundan fevkalâde müteessir olduğunu,
böyle bir insan suretine dönmesinden ve birçok insanın kanına giren canavarlıktan
kurtulmanın sevinci içinde bulunduğunu beyan eden kız, kendilerine, bu duruma
vesile olan gençle hayatını birleştireceğini söyler. Bu sırada Sultan da ihtiyarlığını
ve oğlunun gurbetten henüz dönmediğini ileri sürerek bu gence saltanatı terk
ettiğini ilân eder. Şehzade babasının elini öper, kendini tanıtır ve koşulan
şart üzerine yedi yerine, yetmiş kız ve yetmiş erkek kurbanlık olarak ayrılmış
olan bu gençlerin de düğünü şehzadenin düğünü ile birlikte yapılır ve Bahadır
da vezir olur.
YEDİNCİ
GÜN
UMMAN-I
AZAMET VE GİRDAB-I KİBRİYA
"İlim
bir noktadır" İmam Ali (kerremallâhü veçhe)
Aynalı, berberin kedisi doğum
yapmış diye bugün fevkalâde neşelidir. Kedinin yavrusuna ne konulacağı üzerinde
uzun süren münakaşalardan sonra nihayet isminin "Zararsız"
olarak konulması kararlaştırılır.
Bir kedi yavrusu için bu kadar
törene, sevinmeye ne lüzum var, sualine, Aynalı Baba tarafından, bir kralın
çocuğunun dünyaya gelmesi için yapılması uygun görülen bu tür bir törenin
-hatta kral evlâdının birçok noktalarda bu kedi kadar da faydalı olmayabilir
ihtimalinin bulunmasına rağmen— kedi yavrusu için neden uygun görülmesin,
diyerek bu törenin makul olabileceğini ileri sürer ve
Ey dil!
Cihanda sen şu'lezensin.
Meçhulü
her ân ta'yin edensin
Âyîne
eşya, manzur sensin"
son mısranın nakarat olarak tekrar
edildiği bu şiirle neşelenmeye devam eden Aynalı Baba'nın çaldığı neyin
tesiriyle uykuya dalan Raci, Cablisa şehrine gitmekte olan bir kervanın
hareket etmek üzere olduğunu öğrenir. Yolcuların akşama kadar kervana
katılmamaları hâlinde kalacakları, münadiler tarafından duyurulur,
Bu sırada gerek insanlarda ve
gerekse mekânda meydana gelen garip değişiklikler karşısında Raci, hayretler
içindedir. Yüzü aniden önündeki aynaya çevrilen Raci, alnının ortasında tek bir
göz, göğsünden çıkmış tek kol, direk gibi bir tek ayaklı garip bir mahluk
şekline dönüşmüş olduğunu görür. Bu acayip şekil Cablisa'ya giden kervanda yer
alan herkesin ortak vasfıdır. Yani çift olması gereken organlar tektir. Bununla
birlikte bulunduğu odanın da her tarafının gümüşten olduğunu fark eder.
Kervandaki herkes, çift olması gereken tek olan organlarının çift olması ümidiyle
Kadıyü'l-kuzata dilekçe vermek için yedi senelik mesafede olan Cablisa'ya
gitmek üzere yola koyulurlar,
Vardıkları Cablisa şehri
altındandır. Ak sakallı bir pirin rehberliğiyle Cennet-i İrfan’a götürülürler. Burada
"münteha-yı garbinde bir derya"nın bulunduğu Cennet-i
İrfân'a götürülürler. Bir bahçenin kenarından başlayan ve ucu bucağı bulunmayan
bu deryadan sonra da "Tecellî Şelalesi"ni seyre giderler,
Umman-ı azametin "tecellî"si bu şelâleden akan su bir fındıkkabuğunun
içine girer ve oradan yok olup gider.
Bir "umman-ı
bîpayan"ın bir fındıkkabuğunda kaybolması kendisini seyre gelenleri hayrette
bırakır. Onların "Bu derya-yı azamet" hakkındaki meraklarını gidermek
üzere, bunun sırrını beraberlerindeki rehber onlara "... Girdab-ı
kibriyaya bu namütenahi ummanın suyu, ezelden beri" aktığını ve
şimdiye kadar "velvele-i takat-sûzunu" işitmedikleri “Şelâle-i
tecelli” nin bir an için gulgulesini" duyacaklarını söyler ve "korkmayın..."
tenbihinde bulunur. Fakat kısa bir süre [an] sonra duydukları sesin tesiriyle
hepsi düşer bayılırlar. Uyandıklara zaman, uzuvlarının (organlarının) çift
olduğunu görürler.
Hep
ikilik, birlik için
Bak iki
göz, bir görüyor!
Birlik ise
dirlik için
Bak iki
göz bir görüyor."
şiiriyle bitiyor,
SEKİZİNCİ
GÜN
"Muamma-yı
Ebedî “Verrasihune fi'l-ilmi-.” ilimde geniş bilgi sahibi olanlar..." (Al-i İmran suresi, âyet: 7)
Alışıla gelen ney taksiminden
sonra hayal derinliklerindeki bu seyahatine dalan Raci, "endişe-i
ma'rifet" gayesiyle yola çıkmıştır. Raci, Çin'de tâlib-i ilm ü marifet
bir genç'tir. Müşkülünü Çin'deki ulema halledemez. Hindistan'da da ancak bir
Brahman'ın halledebileceği bu "Muammayı ebedi"yi öğrenmek
üzere Hindistan'a gider. Birçok kimselerin bulunduğu Brahman'ın ne istediği sorusuna
karşılık Raci "Muammayı ebedî" deyince, aynı şey için gelmiş bulunanları
hayrette bırakır. Muammayı ebedîden de "ruhun bekası"nı
öğrenmek problemi ortaya çıkar. Bunun üzerine Brahman kendisine: "Ruhu
diriler bilemez ölmeğe razı mısın" diye sorar o da bunun kabul eder.
Brahma, yedi bin seneden beri "ma'rifet uğrunda hayat-ı ebediyyesini
fedâ eden ancak yedi kişi gelmiş, sen sekizinci oluyorsun" diyerek
Raci'ye ismini oraya kaydetmesini söyler. Ondan sonra "Kûh-ı Nür'a git
müşkilin orada hallolur." der.
Brahman kendisine nefsini
hapsetmesini ve daima zikir çekmesini emreder. Riyazete başlayan Raci'ye, ilk
olarak "bir avuç kavrulmuş mısır ve bir fincan su veril"ir.
Yiyecek ve içecekler zamanla azaltıla azaltıla, sonra haftada bir avuç mısırla
iktifa edecek duruma gelir. Brahman'ın huzuruna götürüldüğünde yüzlerce brahman
hazır bulunmaktadır.
Kendisinde, yürürken uçuyormuş
gibi gitmesi, çok dikkat etmedikçe eşyayı hayal meyal görmesi ve eşyaya dikkatli
bakmaya devam ederse eşyanın yavaş yavaş zeval bulması gibi.... fevkalâde
hâller meydana gelmektedir. O artık kendini bir cisim olarak görmez yalnız kuvvetten
ibarettir. Bununla birlikte dikkat ettiği insanların hayallerini okuyabilir
özelliğini de kazanmıştır,
Brahmanla, tavanla yer arasında
muallakta buluşurlar ki bu herkesin dikkatini celb eder. Brahmanlar birlikte
rastladıkları duvar kendilerine engel değildir. Brahman "sanırım ruhu
bildin?" o "hayır" diye itiraz eder. Bu itirazlı
konuşmalar bir süre daha devam ettikten sonra Brahman düşer ölür. Vücudu buz
gibidir, kalbi durmuş buna rağmen gözünü açıp "ruhu anladın mı?"
diye sorar ve gözlerini kapar. Cenazesi yerde olduğu hâlde tavan arasında "runu
anladın mı?" diye yine kendisine seslenir ve şöyle der: "...ölmek
için önce olmak gerekir. Benim ilmimin gayesi bu makamdır." Bütün bu
hâllere "rağmen" ruhu anlamak için "olmak lâzım",
bu da mümkün değil çünkü "olmak" için, evvelâ "olmamak
icab eder" ve kendisinden "hayat-ı ebediyyeni fedaya iktidarın
var mı" sorusunun cevabı "hiç"liktir. Bunun üzerine
Brahma Raci'ye "Kûh-ı Nûr'a git müşkilin orada hallolur." der
ve onu Nur Dağı'na gönderir. Seyyah, Nur Dağına giderken yol üzerinde henüz dünyaya
gelmiş bir çocukla karşılaşır. Hâline acıdığı bu çocuğa ismini soran seyyaha,
çocuk isminin "marifet"
olduğunu söyler.
Seyyah, marifeti bulmak için
ruhun endişesinden kurtulmanın kâfi gelmediğini, ancak "âdemle vücudun
şey-i vahid olduğunu isbat etmek!" ile mümkün olduğunu bu çocuktan
öğrenir. Bunun imkânsızlığı karşısında ah çekerek kendinden geçer.
Raci, gözlerini açtığında
yanıbaşında bulunan Aynalı Baba'ya: "Ademle vücudun şey-i vahid olduğunu
kim isbat edebilir?" diye sorar. Aynalı da: "...bilmek ile
bilmemeği bir tutan deliler" diye cevap verir.
DOKUZUNCU
GÜN
Büyük
Adamların Mahfeli, mahfel-i e'âzım
Yollar ne
var ayrı ise hep sana âşık
Her
birisi bir yol ile gülzâra gelirler
Niyazî
Aynalı'nm tavrında donukluk
var, biraz hüzünlü sadece ney değil saz
da çaldığını söyler ve eline alır sazını başlar söylemeye:
Zahid
bize ta'n eyeleme
Hak ismi
okur dilimiz
Sakın! Efsane söyleme
Hazrete
gider yolumuz....
Bu hayâl derinliğine dalışta
Raci, kendini büyük bir sarayın içinde ve onun küçücük penceresinin önünde bulur.
Bu pencereden binlerle kişi alacak büyüklükte bir odaya bakmaktadır. Odanın
etrafı kendi penceresi gibi küçük küçük pencerelerle dolu, her birinde bir adam
oturmuş o odayı seyretmektir. Odanın içerisinde zümrütten, yakuttan mamul
kürsüler üzerinde başları taçlı, çoğunun "yüzleri peçeli, mübib ve
vakur zevat" oturmaktadır. Kürsülerden bir kısmı, daha yüksek bir
mevkide ve mücevherden olup bunların ortasında ve hepsinden yüksek birisi
boştur. Bu kürsülerde oturan zevatın birisi ayağa kalkar ve: “Beşeriyet
gelmiş, bizden bir sual soracakmış re'yiniz olursa gelsin.” der. Hazır
bulunanların uygun cevap vermesi üzerine, ilk söz söyleyen zatın emri icabı
beşeriyet odaya alınır.
İçeri giren beşeriyetin durumu
sefil, alil, zavallı ve giysileri palasparelerden ibaret, sararmış çehresiyle
mecliste garib bir tezat meydana getirir. Beşeriyetin sorusunu rahatça sorması
için reis vekili beşeriyete oturup rahat etmesini söyler. Fakat beşeriyet,
hayattan şikâyetle işe başlar: "Yüzbinlerce senedir oturacak ve rahat
edecek vakit mi buldum, derd-i maişet, hastalıklar rahat etmeğe vakit mi bırakıyor!
Bu kadar sefil iken yine intihara razı olamıyorum, ben pek alçağım, pek pek...”
şeklinde içini döken beşeriyet hıçkırıklarla ağlamağa başlar. Reisler vekili
mesele pek büyük, halli reisimizin gelmesine mütevakkıf.” diye cevap verir.
Bunun üzerine beşeriyet "hiç olmazsa bu kadar sefalâte" niye
katlandığını ve neden intihar etmediğini anlamak istediğini söyler.
Başta Hz. İbrahim olmak üzere
Cenab-ı Kelim [Hz. Musa], Cenab-ı Adem, Konfüçyü[s], Eflatun, Aristo, Zerdüşt, Brahma
Cenab-ı Mesih [Hz. İsa], Lokman, Hızır ve Buda'nın saadetin anahtarı
niteliğindeki sözlerinden örnekler sıralamak üzere onlara şöyle bir resm-i
geçit yaptırılır:
Saadeti, Cenab-ı Halil: "çalışmak,
kazanmak ve kazancını hem-cinsiyle paylaşmaktadır" diye tarif eder. Cenab-ı
Kelim ise onu "nefsini Firavun'un ihtirasatmdan kurtarmakta"
bulur. Cenab-ı Âdem'e göre "Saadet,
şeytana uymamak ve Havva'ya aldanmamaktadır."
Konfüçyu[s] ise onu "bir
tencere pirinç pilavına bütün lezaizi sığdırmak" şeklinde tarif eder.
Eflatun'a göre ise saadet "Daima ulviyatı tefekkürdedir."
Aristoteles ise "Mantık! İşte saadet!" deyiverir. Zerdüşt'a
göre "Saadet, karanlıkta kalmamaktır." Cenab-ı Mesih de saadetin
ancak "MAZİYİ UNUTMAK, HÂLİ HOŞ GÖRMEK, İSTİKBALİ DÜŞÜNMEMEKLE MÜMKÜNDÜR."
Hızır saadeti "tul-i emelin girmediği gönüllerde hazan barika-nümâ olan
bir hayalettir! " diye tarif eder. Bu söylenenler üzerine büyük bir
hiddetle ayağa kalkan Buda "Ey beşeriyet! Saadet, ademin esma-i cemaliyyesindendir'.
" der ve Nirvana! Ey beşeriyet Nirvana!” diye haykırır. Bütün bu
söylenenler karşılık beşeriyetin, “Oh! Hangisi, hangisi?...” diyerek
güçsüz bir hâlde yere düşen ve hayretler içerisinde "...hangisi, hangisi...
" diye şaşkın şaşkın sorup arayışına karşılık ayağa kalkan
reisin:
"EY
BEŞERİYET! SAADET, HAYATI OLDUĞU GİBİ KABUL, ESKALİNA RIZA, ISLAHINA SA'Y DEDİR." sözleriyle bunca tereddütlere
son verir. Reis burada son söz sahibi ve aynı zamanda son peygamberdir.
Raci
gözlerini açtığında, Aynalı ortalıkta yoktur. Üzerinde "Elveda! Gün
gelir ki yine görüşürüz. " yazılı bir pusula bulan Raci, o gün akşama
kadar, mezarlıkta hazin hazin ağlar, dolaşır. Aynalı'nın ortadan kaybolmasıyla
birinci kitap da son bulur. Bundan sonra ikinci kitap[bölüm] , Raci'nin girdiği
Manisa Tımarhanesi gelir.
MANİSA
TIMARHANESİNDE
Raci'nin tımarhaneye girmiş
olması arkadaşı Sami'yi epey üzer. Bunun üzerine ona bir mektup yazar.
Sami, Raci'nin sarhoşluk
devresinden hastalık devresine geçmiş bulunduğuna dair tahminini beyan ettiği
bu mektupta "İnsanlar fıtraten, terbiyeten delidirler, kazara âkil
bulundukları anlar pek kısadır" sözünden dolayı filozof Tain'i
haklı bulduğunu belirtir ve "...hayaller peşinde mi koşuyorsun"
diye hayret ve merakını ifade eder; beraber geçirdikleri eski günlerin hatırına
kendisine cevap vermesini Raci'den ısrarla ister. Raci de Sami'ye bir mektupla
karşılık verir. Raci, cinnet-i umumiyyeyi kabul eden Sami'ye kendi cinnetinin
cinnet-i umumiyyeye benzemediğinden "Ben hayalâtın arkasında gizlenmiş
olan hayaletleri arıyorum, efsus ki bulamıyorum.." der ve hayatın ve
varlığın sırrını bilmeden dünyadan ayrılmak istemediğini belirtir.
Raci de, Aynalı baba gibi vaktini
mezarlıkta geçirir. Mezarlıkta elinde bir terazi ile hamakatını ölçtüğünü
söyleyen bir deli, Raci'ye: "Hamakatim o kadar ağır ki... sanırım
Karun-ı devran benim!" der. Raci de "aynen bu benim
hâlim" diyip onu tasdik eder.
Sami, Raci'nin mektubunu aldıktan
bir ay sonra, "...muhterem dostu Recai ile görüşmek ve kendisini o
hayat-ı melâiyaneden kurtarmak" üzere Manisa Tımarhanesine gider.
Recai'yi "Ayn-ı Ali Sultan" mezarlığında bulur. Aynı zamanda
Recai'yi aramaya gelen bir kadın da oradadır. Kadının biricik kızı yaşadığı
gizli aşkı neticesinde maşukunun aniden ölmesi üzerine çıldırmış ve kadıncağız,
Recai'den kızının şifa bulması ricasında bulunmak üzere buraya gelmiştir.
Recai'nin buna son derece lakayt davranışı karşısında sinirlenen Sami, Raci'ye "muvazene-i
akliyenden mahrum" olduğunu ihtar etmesine sebep olur. Bunun üzerine,
Raci de "Ben ben mi muvazene-i akliyyemden mahrum imişim? behey divane!"
diyecek Sami'ye sert tepki gösterir ve sözlerine şöyle devam eder:
Şimdiye kadar Raci olarak geçen
ismin bundan böyle bazen da Recai olarak kullanıldığına rastlanır. Cümlesinde
de aynı isim yer almaktadır.
"...Sen
abdallar, alıklar gibi şu facia-ı hayatiyyenin karşısında ezilip kalırken, ben
aşkın ne olduğunu, ikiliğin yok iken bir zâtın kendi kendini nasıl
sevebildiğini düşünüyordum... Düşünüyordum ki ben, sen, hava, taş, demir, hep
bir şey iken neden demir ağlamıyor, taş çaldırmıyor, hava yalvarmıyor da insan... (garib bir kahkaha kopararak)
işte insan sizin gibi delilerle ülfet ederse, ne düşüneceğini bilemez. Demir
ağlamaz, dedim. Kim demiş demirle şu kadının ne farkı var... şu hâlde ağlayan
kim, ağlamayan kim? (Sami'nin kolunu tutup bükerek) bak şu kolunu ben
büktüm, lâkin senden başka olmasa, kolunu kim büktü! Halbuki bükülüyor. Niçin?
Bu niçine cevab yok!"
Fakat burada niçinler silsilesine
takılan Raci'nin sinirliliği kendisini tehlikeli deliler durumuna getirir ve Tımarhaneye
nakledilmesine sebep olur. Manisa Tımarhanesinin fevkalâde kötü şartlar ve
pislikler içinde bulunduğu ayrıca belirtilir,
Recai tımarhaneye gireli onbeş
gün olmuştur. O sıra bir gün hafif deliler yeni gelmiş bir deliyi karşılarlar.
Bu yeni deli ise eskilerin pek ziyade hoşuna gitmişti.
Yeni deli vakura ne adımlarla
mütebessim bir sima ile avluda yürümekte iken yirmi otuz kadar deli hep bir
ağızdan “Aynalı, Aynalı Aynalı” diye bağrışırlar. Tımarhaneye gelen yeni
deli Recai’nin kaybettiği ve bulmak ümidiyle Anadolu'nun yarısını dolaştığı
hâlde hiçbir yerde izine tesadüf edemediği “Aynalı Baba”dır. "Recai bir
incizab-ı taketsuzun zebuna" olduğu hâlde Aynalı'nın ellerine sarılır.
Daha önce (***) şehri mesıarlığında başlayan seyeran, bu defa da Manisa
tımarhanesinde devam eder.
Seyeranlardan önce Raci'nin
tımarhanedeki bazı hatıraları kaydedildikten sonra buna yer verileceği
belirtilir. Hırs-ı Câh Delisi Recai’nin yazdığı bu yazılardan biridir.
“Tımarhanedeki
mecnunlar arasında bazılarda görülen şekl-i cinnet, deliliğin bir saadet mi,
yoksa bir felâket mi olduğu"na "Bir
Zabtiye neferi"ni örnek gösterir.
Her gün bir köşeye oturur ve
saatlerce derin derin düşüncelere daldıktan sonra yüzü tebessüm ve memnuniyetle
aydınlanarak kalktığı söylenen bu deliye bir gün "ne düşündüğü"
sorulduğunda cevaben:
"Bin
kadar eşkıya çetesi var, kara efe, ak efe, yeşil efe, mor efe, hepsi dağa
çıktı. Ben bütün Türk ülkesinin alay beyi olduğumdan sadrazamdan bu haydutları
tutmak için emir aldım. Bin kadar kol çıkardım kendim de aklımı bir tabağa
koyarak bin parça ettim. Her parçasını bir kol çavuşunun heybesine koydum,
çavuşlar, akılları ermediği vakit heybeden benim aklımı çıkarırlar, ne
yapacaklarını danışır, sorarlar, işte bu sayede ne kara efe kaldı 'ne mor efe,
hepsini yakaladım...."
Bu zavallı mes'ud deliler kısmına
dahil edilir. İkinci yazısı ise çifte hafızlardır.
Çifte
Hafızlar
Hafızlığın bir nevi dilenciliğe
vesile kılındığının vurgulandığı bu yazıda, birisi gerçek hafız diğeri de
arabacı olmak üzere iki kişinin hafızlıkla geçinmeye çalışmaları söz konusu
edilir.
Birisi hakikaten hafız, diğeri
arabacı, delilerin pisboğaz olanları parmaklıklara yanaşarak gelen ziyaretçilerden
çeşitli yiyecekler istedikleri belirtilir.
Benzer şeklide hafız da "Hafız,
cenazelerde, hastalar başı ucunda, velimelerde aşır okuyup cer etmeğe alışık
olduğundan" gelen ziyaretçileri görür görmez parmaklıklar önünde diz çöküp
Kur'an okumaya başlar. Hafızın temettuundan istifade fikriyle onun yanında diz
çöküp hafızın ağzından çıkan kelimeleri mümkün mertebe taklide çalışır, zavallı
hafız ara sıra seyircilere: “Bu hafız değildir” ikazına karşılık
arabacının da: “sözlerine kulak asmayınız zavallı delidir” diye işaretler
vererek, seyircilerin buna kanmamasını sağlamaya çalışır.
Deliliği Akıllılığından Daha
Makul Bir Deli
Halkımız arasında bir zümre var
ki "bilmediğini bilmez." bundan başka her şeyi bilmek davasındadır-
Gelişi güzel ilâçları tavsiye ederek körü körüne tedavi çarelerini gösterir, "birçok
para sarfı, ile yaptırdığı ev, ahıra benzer bununla beraber Mimar Sinan'ı bile
beğenmez", ayrıca buna benzer bilmediği hatta ziraat müfettişinin
tedabirini pek cahilane bularak kendisi birtakım ilâçlar tertibine çalışır.
Yazarın tabiriyle bu acayip filozof diş ağrısına çare olmak üzere çene kemiklerinin
ihracını tavsiye eder." Dr. Kurusıkı'nın bu deliliğinin bu tip akıllıların
akıllığından daha iyi olduğu belirtilir.
ZEYL-İ
A'MAK-I HAYAL
"İnsanın
yegâne marifeti bir şey bilmediğini itiraf ve tasdikidir"
Uzun süre görüşmediği Aynalı ile
yine mezarlıktaki uzletğâhta -buluşan Raci, bu sefer kendini bir karınca
beyinin oğlu olarak görür. O, karıncalar arasındaki sosyal hayatı müşahede
etmektedir. Tıpkı insanlar gibi karıncalar da birtakım sosyal sınıf olarak
beyler ve amele sınıflarına ayrıldığı, terbiye bakımından fevkalâde bir
disiplinin varlığı île eğitim öğretimin büyük bir önem taşıdığı belirtilir. Bu
eğitim ve öğretim ile sosyal düzendeki cezaî durura da şöyle söz konusu edilir:
"...karınca yuvalarında mekteb ittihaz olunan daireler yuvanın en
mutena ve en büyük kısmını işgal ettiği hâlde hapishaneler muvafık-ı sıhhat
olmakla beraber pek küçük... çünkü burada hapis cezasına kesb-ı istihkak edenler
hemen hemen yok gibi..." diye belirtildikten sonra karıncaların en
birinci hasletinin "haslet-i hissi" olduğuna işaret edilir.
Kendisini bir karınca beyinin
oğlu olarak gören Raci'nin terbiye için amele sınıfından yedi yaşlı (pîr-i
salhûrde), allâme-i şehir görevlendirilmiştir.
Kendisi hem karınca hem de insan olarak iki
şekilde görme imkânına sahiptir. Karınca gözüyle bir arazide konferans
verilmektedir. Bu yerlere karınca gözleriyle baktığı zaman hakîkaten düşünülecek
ve konferanslar verilecek kadar acayip ve garip teşkilâta malik olduğunu anlar.
Hâlbuki insan gözüyle baktığımda iki tarafı muntazam mağazalarla müzeyyen,
düzgün kaldırım taşlarıyla yapılmış geniş bir caddede bulunduğunu görür.
Toplantının devam ettiği sırada ve konferansın en tatlı yerinde, yüz binleri
geçen dinleyiciler bir çığlık koparır, sema açık olduğu hâlde yağmurun yağmasıyla
binlercesi boğularak yok olur.
Semavî tufan denen şey arabacının
uyuklamasıyla hayvanların beraber bevletmelerinden mütevellid sudan ibarettir.
Âlimlerden birinin çıkardığı bir kitapta "arazi-i garibede öyle' kavi
bir mıknatisiyet ve elektrikiyet var ki ara sıra birden bire şiddetlenerek
havayı teksif ediyor" diye okuyuverir.
İşte arazi-i garibe dedikleri yer
"...caddede bir kaldırım kenarında" bulunan arabacıdır. Tabiî
kendisi hem karınca hem de insan olarak düşünebildiği için olayı çok değişik
daha doğrusu hakikî şekliyle de bilme imkânına sahip olduğundan, onların bu
söylediklerine kahkaha ile gülerken uyanır.
Recai uyandığında, hemen yanı
başında Aynalı'nın tebessüm edip görülmemiş bir oyun oynadığına ve kendi
kendine şöyle mırıldandığına şahit olur:
Güneş
yanar âlem döner
Bir gün
gelir hepsi söner;
Ey
sâhib-i ilm ü hüner
Bilir
misin, sebebi kim?"
derken "Bilir misin
sebebi kim" nakaratıyla devam eder.
LEYLÂLI
MECNUNLAR
Aynalı, asırlık bir "çınar
kavağı altında" oturmaktadır. Raci'ye "evlât bugün biraz
coşkunum sana ney çalayım" der ve neyini üflemeye başlar.
Aynalı Baba'daki coşkunluk
çaldığı neye de sirayet etmiş gibidir. Onun için Raci, buna ney demenin hata olduğunu
âdeta sema ve arzın hep birlikte terennüm ettiğini söyler.
Seyyah bu âlemde kendini "Emel
şehri ağniyayı ma'rufesinden birinin oğlu" olarak görür. Anne ve babasının
biricik çocuğu olduğundan onu “perestiş derecesinde seviyorlar.”
Seyyah, avcılıkla uğraşır ve
şahinle avlanır. Aşk hastalığına yakalanır. "KİMİ SEVDİĞİ SORULUNCA"
HİÇ KİMSEYİ, DİYE CEVAP VERİR. "İŞTE AŞKIN EN MÜHİM ŞEKLİ BUDUR"
DER.
Yollara düşer hiç bir çare kâr
etmez. O sırada sokakta dolaşan biri, "alan da pişman almayan da."
diyerek kendisinin de içinde ne olduğunu bilmediği sandığı, bir teselli ümidi
olur diye bir altına satın alırlar. İki gün uğraşıldıktan sonra ancak
açılabilen sandıkta bir resim ve bir kâğıt bulunur. Kâğıtta resmin Maksut şehri
padişahı sultan Keramet'in kızı Ayine-i Aşk Banu'ya ait olduğu yazılıdır.
Ayine-i Aşk Banu'nun özellikleri emsalsiz güzelliği ifade edilmiştir,
Seyyah, bunun üzerine Banu Hanımı
bulmak için, süratle gidilse bir senelik mesafede olan ve Cablisa ülkesinin
batısında bulunan Maksut şehrine gitmeye karar verir. Yanındaki müneccimlerle
beraber onbeş kişilik bir heyetle Cablisa'ya varırlar. Aşk Banu'nun babası
kızının evlenmesine karışmaz. Kız da evleneceği kimseyi yapacağı imtihanı
kazanması şartıyla kabul edecektir. Şimdiye kadar gelip imtihanı kazanamayan
binlerce kişi hayatından olmuştur. Seyyah yani Emel şehrinin padişahının oğlu
da bu yoldaki kararlılığını belirtir ve imtihana hazır olduğunu söylemesine binaen,
Banu Hatun "...Evvelâ elif mi noktadan, yoksa nokta mı eliften çıktı.
Saniyen ve ne vakit oldu. Salisen Elifle noktanın birliği bi'l-fiil ispat
edebilir misin?..." diye sorar.
Bu suallerden sonra Ayine-i Aşk
Banu, yüzündeki örtüyü atar Raci bayılır, gözünü açtığında Aynalı Baba'nın
tebessümüyle karşılaşır. Burada yine alegorik tarzda canlandırılan kahramanlar
ve efsanevi yer adları olarak "Maksud" şehri, "Keramet"
padişah ve "Aşk Aynası" gibi adların yer aldığı dikkat çekmektedir.
Üstelik konuşulan konunun da "Vahdet-i Vücud"u ima eden "nokta"
ve "elifte odaklaşan sorulardır.
Leylâ Aşk Banu, Mecnun ise
kendisidir.
LEYLÂSIZ
MECNUNLAR
Aynı hâdiseden Raci de Banu da
bayılmışlardır. Raci uyandığında kâhinle yüz yüze gelir ve Aşk Aynası'nın
sorusuna cevap veremezse intihar etmeye kararlı olduğunu belirtir. Raci,
kâhinden suallerin tekrarını ister, kâhin sualleri hatırlatır ama cevapların
ancak Vâdi-i Cünun sakinleri tarafından bilinebildiği ve Vadi-i Cünun'un da her
yerde olduğunu belli bir yerinin bulunmadığını söyler.
Üç ay süren yorgun bir
yolculuktan sonra büyük bir şehrin, kenarındaki mezarlıkta dinlenmek üzere
uzanmışlarken, mezarlıktan gelen kahkaha sesleriyle uyanıverirler.
"Mekansız
olan iki yer var ki meskenidir
Biri
vadi-i hayret, birisi şehr-i cünun!
kâhin mesrurane "evlâdım
işte şehr-i cünunu bulduk, kalk haydi sakinleriyle tanışalım ve görüşelim"
der.
Bundan sonra dertlerini söyleyip
derman aramaya çıkarlar. Kâhin Raci'ye sabır telkin eder ve kendilerine doğru
gelen birisiyle mukâlemeden sonra riyazet başlar.
Bir mezarın üstünde oturmuş yedi
kişi kendi aralarında konuşurlar. Yabancıların geldiğini sezmiş olan bu kişilerin
okudukları şiirlerden biri şöyledir:
Giremez
beldemize dağdağa-i reyb ü güman
Ne biliş
var, ne akıl var, ne fünun
Mecnunla, mutehayyır arasında
hakimane bir diyalogdur devam eder. En sonda "Elif esastır, Nokta
sâmit, Elif ile nâtıktır. Nokta ile Elifin birbirine dönüşmesi" misâli
balmumu ile gösterilir. Burada âşıkm kalbinde ne Ayine-i Aşk Banu'nun aşkı, ne
de resminin bir tesiri kalmıştır, o artık kendi kendisiyle vuslatta olduğunu "evvelce
batınım zahir, zahirim batın olmuştu ben şimdi tam manasıyla seviyorum. Ben
benimle vuslattayım." sözüyle açıklar,
Böylece Mutehayyir cebinden bir
balmumu parçası çıkarır orada-kilere göstererek ey cemaat işte nokta der ve
balmumundan ibaret topu kendilerine gösterir,- ondan sonra nefesiyle ısıtıp
yumuşatarak uzatır işte Elif der. Mecnun elifin başka ismi varsa söylemesini
ister; Mutehayyir- kalağına eğilip birşeyler der ve kucaklaşırlar. Ondan sonra
Raci'ye dönüp şimdi Leylâsız Mecnun oldun, çünkü Mecnun Leylâ oldu. Aradan
Leylâ da çıkarsa o vakit elifin kulağına söylenen “ diğer ismini
öğrenebilir der. Büyük bir sevinçle gözlerini açan Raci Aynalı'nın okuduğu
Ona
Mecnun mu denilir ki onun Leylâsı
Yeni bir
cilve-i şevket ile Mevlâ olmuş ile son bulur.
Zînicir-i murassa’
nasîb-i âlem başlığının
altında Gavs-ı Cîlî'nin bir
sözünün yer aldığı kısma geçilir.
ZİNCİR-İ
MURASSA, NASİB-Î ÂLEM
Kıymetli
taşlarla süslenmiş zincir âlem'in nasibi.
-Kale
Gavs-ı Cîli—
Yapılan tatlı sohbetinin ardından
Aynalı'nın ney faslıyla Seyyah tekrar hayal âlemine dalar. Onun bugünkü seyranı
uçmakla başlar. Uçuşa dayanıklı değildir. Buna rağmen o "rü'yada bile
ama daima suud etmek" suretiyle uçmaya devam ederken gözünden küreler
ve güneşler, tamamen kayb olur.
Bu uçuş esnasında seyyah fezada
Pisagor ile karşılaşır. Pisagor, kendisine bulunulan âlemin "Alem-i
Berzah" olduğunu söyler ve "Biliyorum ki şüûnun esası vahdet
ve çünkü a'dâdın esası vâhid-dir" diyerek birliğin sırrına işaret
eder.
Biraz sonra rastladığı gölge ise,
Sokrat'tır. Seyyahtan "Çırağım Eflatun ve onun çırağı Aristo'yu gördün
mü?" sorusunu sorar. Daha sonra "...pek latif bir telaffuzla
şiir ıtlakına şâyân bazı kelimat sarfına başlayan Eflatun "Evet, diyordu
dünyada görüp bildiklerimiz hep âlem-i ulvi ve bâlâda ruhlarımızın gördüğü
hakayikin sönük birer hayâl ve hatıraları" olduğunu ifade eder. Alem-i
Berzah'taki bu gezinti karşılıklı konuşmalarla devam eder.
Seyyah Eflatun'dan ayrıldıktan
sonra uyanır ve akabinde yine tekrar içtiği bir kahve ile kendini "tâir
(kuş) bir şekilde gör"meye başlar. Bu sefer kendini yazarlar arasında
bulur. Bunlar arasında en fazla dikkate şayan olanı da "Uzun çehre ve uzun
sakallı bir ahlâk muallimi olan Çata"dır.
Çata, yazdığı eserlerin
tiyatrolarda "mevki-i temaşaya konularak lâyemut sırrına mazhar olaca"ğını
söyler. Mudhik eserlerin bugün en ciddî eserler arasında yer aldığına işaret
edildikten sonra "...hayatı bir makine, ruhu bir hayâl, vicdanı âdi bir
irsiyyetten ibaret görmek ve yaşamak manasını fedâkârlık ve vazife gibi
kelimelerle tavsif eden fuzala ile eğlenmek demek" olmadığını söyler.
Bunun arkasında düşüp bayılan
ahlâkçıyı muayene eden Doktor Pataban bomboş olan midesinin kendi kendisini
hazmettiğine hükmeder.
Bundan sonra ise iki edibin
konuşması yer alır. Bu konuşmanın enteresan tarafı "hava teneffüsünde
müsavat yok, her şeyden vergi alman bu devr-i âlemde hâlâ hava üzerine bir
vergi" konulmamış olmasına şaşılır. Nihayet uçup yüksek bir meydana
varırlar.
Meydanın ortasına bir macuncu
fırıldağı talik olunmuş, sonra önünde ve arkasında çifte kamburu bulunan biri
gelir. Önünde ve arkasında kamburu bulunan bu adam, fırıldağın bir ucuna
oturur.
İşin garibi ön kanburu şeffaf
olduğu için, âdeta bir tüccar mağazası gibi içinde sayısız muhtelif maddeler
açıkça görülür. Fırıldağın yanına de bir kör getirilip oturtulur. Kambur felek,
kör de tâlihdir. Kör fırıldağı çeviriyor ve fırıldakta oturup dönen kamburun,
ön kamburundan çıkarıp attığı "mevâdd-ı muhtelif" etraftakiler
tarafından kapışılıyor. Tuhafı şu ki herkesin başına düşen kendi nasibidir.
Sıra müelliflere, üdebaya geldiği
zaman bunlar da bir halka teşkil ederler. Raci memurlarla- müellifler arasında
bir mevkidedir. Memurların çokluğu onu tamahkârlığa düşürür. Tuhaf tesadüf şu
ki, sırtında basılmamış bir çuval eser bulunan ahlâk muallimi sol tarafında yer
alır. Bu arada körün kamburdan çıkarıp kendilerine fırlattığı ağır bir şey -ki
kendisine bir sandık domates, ahlâk muallimine dc bir sepet yumurta icabet
etmiştir- hem onu ve hem de ahlâk muallimini yere serer.
Aslında pek zayıf olduğundan,
ahlâk mualliminin başına isabet eden yumurtanın hemen hepsi kırılmış, her
tarafını kaygan bir cilâ kaplamış ve tavada kızartılmak üzere hazırlanmış
yumurtalı dil balığı şeklini almıştır. Bu esnada ahlâk muallimiyle kucaklaşan
Raci, yüzünü yalamaya başlayan muallimin tırtıllı dilinin meydana getirdiği
gıdıklamanın tesiriyle uyanır.
Uyandığında Aynalı Baba: "...en
sonunda başına atılan domateslerden ezilmeyen birkaç tanesi ile, ahlâkçı
yazarın başına isabet eden yumurtalardan kırılmayan bir kaç tanesinden yapılmış
salatadır. Kaşıkla! Nasibinde ne varsa kaşığında o çıkar" diyerek
pişirdiği yumurtalı domatesi kendisine ikramda bulunur.
Böylece âlem-i berzah ile görülen
alem arasındaki bağlantıya bu şekilde işaret edilmiştir.
AYNALI’NIN
UZLET-İ EBEDİYYESİ
Raci, yapılan görüşmede "sen
yarın sabah bir zahmet et uğra. Sana bir dağarcıkla muhteviyatını tezkar ve
yadigâr olarak terk ediyorum" diyen Aynalı ile ağlaşarak ayrılır.
Ertesi gün uğradığında "...Koca
Aynalı o nur-ı mahz bir ağaç dibine, o daim sevdiği asır-dîde çitlenbik altında
kolları göğsünde çaprast kavuşturulmuş sanki lâtif bir rü'ya görüyormuş gibi
mütebessim ve halavetli uzanmış" olduğu hâldedir. Aynalı artık bu fani
dünyayı terk etmiştir,
Raci, birkaç arkadaşıyla,
Aynalı'yı sevdiği ağaç altına defnederler. Aynalı Baba'nın, kendisine bıraktığı
"...bir kibrit, iki sağlr cezve, dört beş fincan, yüz dirhem kadar
şeker ve kahve, bir kıt'a el yazması Kur'an-ı Kerim, ufak bir ceb defterinden
ibarettir." Defterdeki yazılar çok güzeldir. Bu notlardan bir iki
numune ile kitaba son verilmektedir, bunlardan birincisi "Saadet'tir.
Saadet
Saadet kelimesinn tahlili
yapılırken, bir Şeyh, bir imam ve birde marangoz seçilmiştir. Tekkedeki resmi
ayin ve merasim ile İsrailiyattan kaynaklanan hurafe hikâyelerle ve cincilik
yapmakla hayatını geçiren Şeyh, korkusundan hanımı veya beraberinde biri
olmadan doğru dürüst tuvalete bile gidememektendir.
İmama gelince okumuş bir şeyler
biliyor ama sırf kendisini bilgili ve Müslüman kabul eder bir tiptir. O,
herkese itiraz eder, âhir zaman geldiğinden iman ve akidenin zâfından, kıyametin
kopmasına az bir şey kaldığından dem vurur. Herkeste bir ayıp ve kusur görür.
Hamdun Usta (marangoz) ise tam
bir saadet timsalidir. Okumamış ama mesleğinin ehlidir. Çocuklarını sırf kendi
atölyesinde eğitmekte, onlara özel ders aldırarak okuma yazma öğrenmelerini
sağlamakta, çok düzenli, disiplinli ve hoşgörülü bir aile hayatının örneğini
sergilemektedir.
Yanında çalıştırdığı oğullarına
haftalık verip aylıklarını masraflarına göre bölüştürür. Meselâ hastalık için,
bayramlarda fakirlerin çocuklarına elbise yapmak, sadaka vermek, sermaye edinmek,
ev kirası elbise vesaire için ayrı ayrı muntazam bir şekilde her ay para ayırır
ki bunu da, ustası Murtaza Efendi'den örnek almış olan Hamdun usta, çocuklarını
da aynı düzen ve disiplin içinde yetiştirmeye gayret sarf ederek aile hayatında
dinlenme hususlarını da hiç aksatmaz. Kendi ifadesiyle: "her cuma kârım
ve çocuklarımla bahçemize gideriz. Bir kır âlemi yaparız. " diyerek
günlerini de böyle geçirdiğini ifade etmektedir. Bu aile bir saadet timsali
olarak verilmiştir. Aynalı"nın cep defterinde yer alan diğer bir yazı ise "Bir
Kahve Âlemi" ismi altındadır.
Bir Kahve
Âlemi
Suriye ve Filistin'de her sanat
ve işin yerlilerin elinde olduğunu belirten Aynalı, "... gazinolarda garsonlar,
meyhaneciler her yer gibi Rumlar'dan" olduğunu belirtir.
Senesi ve şehri belirtilmeksizin
Filistin'in bir şehrinde bulunduğunu söyleyen Aynalı, burada tanınmış ileri gelenlerin
devam ettiği bir kahvenin Önünden geçerken kendisini tanıyan "tahrirat
mümeyyizi, şimendifer komiseri, îdadi müdürü, nafia sermühendisi ile üç idadi muallimi"nin
oturdukları masaya oturur, bir nargile ister peşinde getirilen vermutu içer.
Bu sırada yabancı bir (İngiliz
veya Amerikan) kendisine garsonla dondurma gönderir. Aynalı da buna mukabil s
angındaki şekerlerden birisini garson vasıtasıyla kendisine gönderir. Bu hâl oradakilerin
epey hoşuna gittiğinden bu ikrâmlaşma daha da fazlalaşır.
Şekerleri biten ve bundan başka
ikram edecek bir şeyi kalmayan Aynalı çıkar horoz gibi öter. Bunu niçin böyle
yaptığını, oradaki yabancılara tercüman vasıtasıyla bildirilir.
Tam o sırada kahveye, bir âmâ
kadın gelir. Mini mini bir kız tarafından yürütülen bu hanımın, yüzünden
sağlığında dilenmediği üstündeki eski, fakat ağır kumaştan mamul elbiseleriyle,
tavır ve hareketlerinden anlaşılmaktadır,
Aynalı onun bu hâlini görür
görmez hemen başındaki takkesini "keşkül şekline koyarak,"
önce Türkçe sonra Fransız ve Alman lisanlarıyla "hanımlar, beyler bu
sefîleye sadaka ihsan buyurun" diyerek kısa zamanda birkaç yüz kuruş
toplar.
Bu ciddi ve akıllı rolü etrafındakileri derin
bir tesir altında bırakır. Nitekim zorla
yemeğe alıkonulan Aynalı'nın kulağına,
lise müdürü eğilerek "...Azizim, pejmürde ve maskara kıyafet altında tam
tahsil görmüş kâmil bir insan, büyük ve
cömert bir yürek olduğunu görmemek için insanın hakiki a’ma olması
lâzımdır." der.
İksir-i Şebâb,
Olay Suriye'nin (...) şehrinde
(...) mahallesi sakinlerinden (...) isimli asil bir zâtın başından defedilen
aşk belasıyla ilgilidir.
Söz konusu zat gayet cömert,
ziyade müsrif olduğundan bin senelik "servet-i aliyyeyi" birer
birer eritmiş olmakla beraber pek çok insana göre refah sayılacak orta halli
bir serveti kalmıştır. Altmış beşe varan yaşıyla hâlâ bekârdır.
Altı ay kadar evvelde meydana
gelen olayda kötü niyetli bir adamın ahlâksız ve yoldan çıkmış kızıyla muaşakada
bulunan fakir bir genç karanlık bir şekilde öldürülmüştür. Kızın babası ise ortalıkta
kalan kızını (...) Beyefendiye vermek
niyetindedir.
Bunun iki sebebi vardır. Birincisi
beyin ölümüyle servetine sahip çıkmak, ikincisi (...) Bey gibi asil ve
herkesin, alenen, dil uzatmaktan çekindiği bu zata kızını vererek geçmişteki çirkin
olayı unutturmaktır. Beyin bu kızı alçağına dair olan haber epey yayılır.
Aynalı, bir gün gittiği berberde
olayı daha detaylı bir şekilde öğrenir. Berber kendisine müşterisinin yani
(...) Beyin tıraşını yapacağını ve şap suyu... ile yıkayıp derisini
gerdireceğini, hatta attardan şeytan bokunu temin ederek kendisine güç
kazandıracağını... anlatır. Bunları üzülerek dinleyen Aynalı, sevdiği bu
dostuna acımaktadır. O, olayı hikmetli bir şekilde (...) beye anlatmayı
düşünür.
Berberin (...).. beye uygulamayı
tasarladığı muamelenin aynısını; Aynalı ortalıkta terk edilmiş vaziyette bulduğu
çok yaşlı ve zayıf bir eşeğe, uygular. Eşeği temizce yıkar, fazla kıllarını
keser, kurular, şap suyu ile derisini gerdirir. Bunu da (...) beyin köşküne
nazır kulübesinin önünde ve etrafında toplanan bir sürü çocuğun hayretli ve
şamatalı cıvıltıları arasında yapar. Penceresinden olayı seyreden "...Bey"
merakından Aynalıyı çağırtır ve kendisine ne yaptığını sorar. O da şöyle cevap verir:
"...Beyefendi
bu biçare hayvan yirmi dört yaşını bulmuş gibidir ki, aşağı yukarı insanların
altmış yetmişliği demektir. Nasılsa elime geçti benim bir de beş yaşında genç
bir dişi eşeğim var. Döl yetiştireceğim vareste-i arzdır ki, dünya değişti.
Zamanenin her şeyinde bir başkalık olduğu gibi dişi eşekler bile cilveli. Şu
zavallı merkebin tüyleri dökülmüş kemikleri meydana çıkmış, bekaya tüylerinden
bir revnak kalmamıştır. Tecrübelerim netâyici buna hiçbir genç dişi eşeğin rağbet
göstermeyeceğini ra'na bilirim." .
"Bir
gün vernikli boya ile boyadım. Bir buçuk senelik sıpa gibi parlaklandı. Yarın
attar ...Ağanın şeytan boklu macunundan alarak, yemine karıştıracağım. Tabii at
gibi kişnemeğe, harekete başlayacak. Kablet'telvin bir kere şaplı ve losyonlu
ameliye yaptım. Bir kere daha şaplı su ile yıkar biraz da içirtirsem her tarafı
davul gibi gerilecek, lâgarlığını kayb eyleyecek ve dişi eşeğin nazar-ı istinasını
celbedecektir."
(...)
Bey'in bunun akıllı işi olmadığını söylemesi üzerine Aynalı bu sefer olayı
biraz daha açıklar. Eşeklere yapılan bu muameleyi hayvan belki yutabilir ama
"sahib-i idrak olan insanların dişisi bu gibi şeylere aldanmayacağından bu
çeşit ameliyeyi yapanlar dişileri değil kendilerini aldatıyorlar...." derken "iksir-i
şebâb" hakkında da "insanın hayatı devrelere münkasimdir,
dem-i şebabette iksir çok işe yarar fakat bir kühûle bir ihtiyara verilen
iksir-i şebab şahsın ömr-ı tabiisini ecel-i kazaya uğratır" der.
Bunları dinleyen ...Bey, eline
bir kalem bir kâğıt alarak, bazı sıhhi sebeblerle evlenmekten vazgeçtiğini
kızın babasın bildirir, bir de vasiyetnamesini hazırlar, Aynalı'ya teslim eder.
(...)
Bey, bu vasiyetnamesinde geride bırakacağı mirasıyla da bir yetimhane te'sis
olunmasını ister ve altı ay sonra vefat eder. (...) Bey'in parasıyla vasiyeti
yerine getirilir. "Her cuma gece ve akşamları yetimler tarafından kabrin
ziyaretiyle o masum ağızların ihda ettiği fatihalar bittab ruhunu şâd
etmektedir. Allahu yerhamhu..."
cümlesiyle son bulur.
ESERDEKİ
KAHRAMANLAR- YORUM
Eserdeki şahıslar, efsanevî,
mitolojik, tarihî ve alegorik olmak üzere çok çeşitlilik arz etmekle birlikte
gerçek şahıslar bakımından zengin değildir. Başlıca gerçek şahıs olarak Raci,
Raci'nin annesi bir takım arkadaşları ki bunlardan sadece Sami isim olarak
zikredilmiştir. Bir de Aynalı Baba ve Manisa Hastahanesindeki hastalarla
sınırlıdır diyebiliriz.
Efsanevî, mitolojik, tarihî ve
alegorik şahsiyetlere gelince doğu ve batı düşünce dünyasının belli başlı
şahsiyetleri, filozoflardır. Yazar, Buda, Zerdüşt, Brahma gibi büyük dinlerin
kurucu ve temsilcilerini onların düşünce sistemlerindeki zaman ve zeminin
sosyal ve psikolojik durumu içerisinde vermiştir. Meydana gelen olaylarda
(sistemlerin oluşmasındaki rol manasında) görev alan şahsiyetlerin çoğu veya
hemen hepsi alegoriktir. Meselâ Zerdüş'ün düşüncesini simgeleyen Hürmüz ve
Ehrimen (Nurla-Zulumat)nın savaşlarını yürüttükleri pehlivanların
"Gazap", "Muhabbet", "Hikmet", "Nifak"
ve "Aşk" gibi isimler taşıdığı gibi "Keramet Sultan",
kızının ismi "Ayine-i Aşk Banu" da bundan farklı değildir.
Bu kadar dağınık zamanlarda
dünyaya gelmiş düşünürlerin ortak problemi "saadet'tir. Bütün gelmiş
geçmiş düşünür, filozof, din kurucuları ve peygamberlerin insanlığa verdikleri
mesajları bu noktada düğümlenmektedir.
RACİ
A'mak-ı Hayâl romanının
başkahramanı olan Raci, durmadan araştıran, didinen bir fıtrata sahiptir, "İsmiyle
müsemma" kahraman geleneğini hatırlatmaktadır. İsminin "Ahmed
Raci"olduğunu söylediğinde Aynalı Baba, "Ahmed Raci mi?
[gülerek] beşeriyetin ismini gasb etmişsen nurum!" diyerek kendisini
sevinçle karşılayarak bununla "Nev-i beşer o kadar âciz ve zayıf ve
muhtaçtır ki hayatını rica ile imrâr eder. Raci demek, insan demektir. "
deyip isminin anlamını böyle açıklar. Raci'nin daha önceki hayatı ruhî bir
açlık içindedir, ispirtizmacıların ruh çağırma toplantılarına katılır, kitap
okur fakat bir türlü tatmin olamaz.
Raci küçüklüğünde dindar
annesinin delaletiyle iyi bir öğrenim görmüştür. Onun "pek iyi bir
validenin ihtimam-ı tammiyla geçen çocukluğu" kendisinde sökülmez "bir
hiss-i dinî ve yıkılmaz bir düs-tur-i ahlâki" bırakmıştır. Bununla
birlikte Raci, kendini iyi yetiştirmek üzere durmadan kitap okur. Fakat okuduğu
bunca kitaplar onu bir "halita" hâline getirmekten başka bir işe yaramaz,
"...küfürle imandan, ikrar ile inkârdan, tasdik ile reybden mürekkep
bir şey" haline geldiğini söyleyen Raci "kalben inkâr ettiğimi
aklen tasdik eder, aklen reddettiğimi
kalben kabul ederdim. " der.
Nitekim bir süre sonra
karşılaşacağı "mecnun- kıyafetine girmiş bir hakim" zatın kendisine: "Şimdiye
kadar kaç hayvan yükü kitap okudun ne anladın? Hiç değil mi?" diyerek
bu yetersizliğini yüzüne vurunca onun bu konudaki hayret ve tereddütlerinin
elana da artmasına sebebiyet verir.
Kitapların manevî yönden
kendisini doyurmakta yetersiz kalmasından dolayı daima arayış ve bunalım içinde
olan Raci, bütün bu yetersizliklere rağmen o, yine gerek düşünce itibariyle,
gerek ruh ve gerekse kalben tatmin olmanın yollarını aramaktadır. Derdine çare
bulacağı ümidiyle batınî ilimlerle de meşgul olur. "İspirit
Cemiyeti" mensuplarının davetine icabetle bunlar arasına katılır. Daha
sonra da "manyetizma" ile uğraşan bir cemiyetle ülfet peyda
ettiğini, burdan da aradığını bulamayan ve insanın hayattayken gizli kalmış
bazı arzuları dahi önemli saymayan Raci, "Ben bunun fevkinde şeyler
arıyordum." diye söyler. Manevi ilimlerle ilgili bu cemiyetten de
netice alamadığını, şu satırlardan anlamak mümkündür:
"Dört
sene devam eden bu ikinci hayat-ı saiyânemden hiç birşey kazanmadıktan mâada
her yeni öğrendiklerim ejderhayı reybe gıda olduğundan bir kerre daha sukut
ettim. Bu defa esfel-i sâfile düşmüş idim. Biçare beynimde içi daimi bir
meydan-ı mu'âreke idi. Emvâc-i mütehâlife-i efkâr hiç durmadan birbiriyle müsademe
ederek dimağımı kalkala ile velvele ile dolduruyor idi. Faaliyet-i dimagiyyem
şaşılacak bir dereceyi bulmuş idi. Rahat ve tecelliyi gaşy u bihuşîden aradım.
En şuh ve çapkın arkadaşlarımın ifratperest reisi oldum. Bu şematet-i gayş ü
nûşu beni uyuşturuyordu, nev'ima bir saadet veriyordu ."
"İçiyordum...
içiyordum."
Görüldüğü gibi Raci tamamen
yalnız değildir. Onun arkadaş çevresini, iyi tahsil görmüş vicdanlı ve namuslu
gençler oluşturur. Dinî hisleri son derece zayıf olan bu gençler Ramazanı
tutar, namaz kılmazlar, Raci onların "...mevsim elbisesi giyme
kabilinden olan bu nevi dindarlık"larına taaccüble bakar. Arkadaşları
eğlenceye pek düşkündürler,
Raci, içine kapanmış, daimî bir
tefekkür halindedir. Arkadaşlarının tertiplediği, fevkalâde güzel bir yer
olarak tarif edilen ve en büyük vasfı gül yetiştirmek olan bir kazaya (isim vermeksizin)
eğlenmek üzere giderlerken yine Raci, "sebat ve beka olmadıktan sonra
bu bedayi ' ne işe yarar!" diye kendi kendine söylenir ve büyük bir
hüzne' kapılır. Onun bu düşüncesini "nereden geldik? nereye gidiyoruz..."
soruları takib eder. Raci'nin neredeyse çekilmez bir hâl alması, arkadaşlarının
zevkini kaçırır. Bunun üzerine bir arkadaşının "yine neyin var?"
sorusuna Raci "Hiç" diye cevap verir. İşin garibi Raci, cevap
olarak söylediği bu "hiç" kelimesini kâinatın vasfı olarak
telâkki eder.
İleride Raci'yi yönlendirmede
büyük tesiri olacağı tahmin edilen aynı yerde bulunan deli kılıklı iki kişinin
kendi aralarındaki konuşmaları Raci'nin fazlaca dikkatini çeker. Bu iki kişiden
elli yaşlarındaki söylüyor daha genç olanı dinliyor, bazan soruyor idi.
Dinledikçe hayreti artan Raci onların bu tuhaf konuşmalarına bir türlü anlam
veremez ve kendilerini "iki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki
derviş mi" diye tam olarak nasıl niteleyeceğini kestiremez ve onların
deli olabileceklerine ihtimal verir ve şöyle der:
"Lâkin
delilerin meczub denilen nevinden. Garibtir ki bu iki pejmürdenin delice
konuştuğu mebahis beni öteden beri işgal eden şeyler idi. Yaşlı deli genç
deliye diyordu ki: Bu âlemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam, bir
şey olmazdı, ben hep yahut hiçim ben hiçim yahut hepim. Zaten hiç ile hep ayn-ı
vâh'id...."
Yapılan bu konuşmaya
dayanamayarak Raci de "varla yok müsavi olur mu? Meselâ ben şimdi
varım, yarın yok olacağım. Bu iki hâl arasında fark yok mu?" diyerek
söze karışır. Kahkahayla kendisine dönen deli: "Vay! sen varsın
ha!" diye cevap verir. Bundan sonra ruh ve ruhun bakîliği konusundaki
sorular Raci'yi daha da düşündürür. Raci bu zatın "Mecnûn kıyafetine
girmiş bir hakim" olduğundan şüphe etmez. Bu elli yaşlarındaki zatın,
kısa bir süre sonra Raci'nin karşılaşacağı Aynalı Baba'nın kendisi olmasının
ihtimali büyüktür,
Teselli arayan Raci, aklını daha
da karıştıran ve onu endişeye sürükleyen bir sürü problemle karşılaşmanın hüznü
içinde olduğu hâlde arkadaşlarıyla oradan ayrılırlar.
Durmadan okuyan, düşünen Raci'nin
öğrendiği şeyler hep kafasına yük olmuş ve onu içinden çıkılmaz sorularla karşı
karşıya getirmiştir. Denilebilir
ki, Raci'nin gerçek dünya ile alâkası
ve dikkati bile sınırlıdır, zira yıllarca önünden geçip gittiği mezarlığı bile
doğru dürüst fark edememiştir. Geziye gittikleri kasabadan döndükten iki gün
sonra, o zamana kadar hiç de dikkatini çekmeyen evinin yakınındaki bu
mezarlığın yanından geçerken aralanmış bulduğu kapısından içeri girer. "Ağacın
birine ittikâ ettirilmiş, yarısı hasırdan, yarısı tahta parçalarından yapılmış
bir kulübe" Raci'nin gözüne ilişir. Raci "Metruk zannederek
kapısını açacağı" sırada içinden palas-pareler giyinmiş olduğu hâlde
çıkan bu zatı Raci şöyle tasvir eder:
"Elli
yaşlarında zannedelin bu adamın başında yeşil takke vardı ki kırk elli kadar
ayna parçaları yapıştırılarak tezyin edilmiş idi. Birçok kumaş parçaları
yamanarak elvân-ı alâimüssamayi irae eden yırtık cebesinde dahi ayine, teneke kabilinden şeyler dikilmiş
yapıştırılmış idi."
Bu haliyle gülünecek durumda olan
bu zat, Raci'yi karşılar ve onu kulübesinin önünde oturtur. Kulübeden "mangal
hizmeti gören bir çömlek" getirerek bir kahve pişirir. Hâl hatır
sorulan bu tanışma sırasında kahramanımız isminin "Ahmed Raci"
olduğunu söyler. Raci de ihtiyara ismini sorduğunda "Benim adım çoktur,
her yerde bir isim ve vasıfla yad edilirim. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı
“Aynalı Dede” namıyla be-namım. Ama sen istersen Âdem Baba de" diye
Raci'ye cevap verir. Nitekim bu zat bundan böyle "Aynalı Baba"
olarak eserde geçecektir.
Daha sonra yapılacak konuşmanın
mahiyetine dair "ne konuşalım! terkib-i huruf ile nokta-i hikmet
bilinir mi?" deyiverir. Bu cümle aynı zamanda mâna âleminin bir
şifresi mahiyetindedir.
Böylece Raci, Aynalı Baba ile
görüştükten sonra bütün hayatı yeniden şekillenmeye başlar. Artık eski Raci yerine,
hayatın sırrını keşfetmenin zevkini duyan, araştırmaya koyulan bundan dolayı da
eski sarhoş ve derbeder huyundan vazgeçen ve evine bağlı bambaşka bir Raci olmaya
başlar.
İlk plânda Raci eskiden yaşadığı
o sıkıcı ve ruhi boşluktan kurtulmuş gibidir. Ancak bu defa önüne başka
zorluklar çıkmıştır. Bundan böyle "hikmet" yolu kendine
açılacak ve Aynalı ile her buluşmalarında gerçekleşecek olan hayal
derinliklerine dalışlar, Raci için bir nevi seyr-i sülük mahiyetindedir.
Mücadelelerinde Raci daima bir rehberin öncülüğünde çeşitli imtihanlar geçirecektir.
Dokuz gün olarak geçecek olan bu merhalelerden sonra Aynalı ile geçici bir
ayrılık vuku bulur. Aynalı ile birlikte sohbet edip kahvelerini içtikten
sonra Raci, Aynalı’nın genelde ney üflemesiyle hayali âlemlere dalar. Bu
âlemler daha önce verildiği için burada tekrar etmeyeceğiz.
Dokuzuncu günün sonunda Raci
uyandığında oracıkta, "elveda, gün gelir buluşuruz." sözlerinin
yazılmış olduğu bir -pusula görür. Aynalı'yı kaybeden Raci akşama kadar
mezarlıkta hazin hazin ağlar... Bu ayrılık Raci'nin Aynalı Baba'nın yerine
geçebilmesine yönelik bir nevi deneme gibidir.
Bu ayrılığın da verdiği tesirle
aklî dengesinin sarsıldığına hükmedilerek Raci, Manisa Tımarhanesine
nakledilir. O burada artık bir nevi Aynalı Baha'yı andırmaktadır. Deliler arasındaki
hastalığı hafif olduğundan nisbî serbestlikten faydalanabilmek ve daha iyi
hayal derinliklerine dalabilmek için, tıpkı Aynal Baba gibi o da zamanını
kabristanda geçirir.
Etrafındakiler, veliliğine kanaat
getirenler Raci'den bir şeyler ummaktadırlar. Fakat o bunları görmezlikten
gelir. Nitekim ziyaretine gelen Sami'yle kabristanda buluşurlar. Üstelik bu
ziyaret esnasında kızının çılgınlık geçirmekte olan bir kadın da Raci'yle
buluşmak üzere kabristana gelmiştir. Kızının iyileşmesi için çırpınarak yalvaran
bu kadının bütün acı feryatlarına rağmen ilgisiz kalan Raci'nin bu
umursamazlığı Sami'yi fevkalâde kızdırır.
Raci uyanıkken mürittir, Aynalı
onun rehberidir. Raci'nin daldığı hayal derinliklerinde dahi, hâlin durumuna
göre illâ ki bir rehberi vardır. Bu rehber duruma göre değişebilmektedir.
Aynalı Baba'nın, Raci'nin daldığı
hayâl âleminden her uyanışında, onun o âlemdeki ahvâline uygun sözler
söylemesi, kendisinin de hayal derinliklerinde cereyan eden olaylardan haberdâr
olduğunu göstermektedir. Bu aynı zamanda vahdet-i vücuttaki gayrılığı
kaldırmayan, birlikten kaynaklanan bir ayniyettir..
Zeyl-i A’mak-ı Hayal'de
"Leylâlı Mecnun" ve "Leylâsız Mecnun" -seanslarıyla artık
Raci birlik sırrına iyice vâkıf olmaya başlamıştır. Onun Aynalı ile artık kesif
dünyadaki buluşmaları son bulur. Vefat eden Aynalı Baba'nın Raci'ye bıraktığı
ise çok basit ve cüz'î şeylerdir. Bunlar arasında, Aynalı'nın özellikle
Ortadoğuda Suriye ve Lübnan'da bulunduğu sıralarda gördüğü bazı ibret verici
sosyal hayatta herkesin yararlanabileceği yazıların yer aldığı küçük cep defteridir.
Raci bu yazılarla sözünü bitirir. Yani son söz yine Aynalı'nın olur.
AYNALI
BABA
Bilindiği gibi A'mak-ı Hayal'in
iki mühim olay kahramanından biri de Aynalı Baba'dır. Her ikisi roman boyunca
bir birlik ve beraberlik içinde bulunurlar. Onlar böylelikle âdeta bağlı
bulundukları Vahdet-i Vücut anlayışının bir örneğini vermektedirler. Bütün
tekâmüle doğru gidiş ve yönelişlerinde Aynalı Baba'nın hedefi Raci'nin birlik
sırrına ermesini sağlamaktır. Raci'nin tekâmül etmesi ise Aynalı Baba'ya
bağlıdır.
Eserin ilk kısımlarında
belirtildiği gibi, Raci'nin içine girdiği fikrî ve zihnî bunalım eğlence arkadaş
ve dost sohbetleriyle dahi giderilememektedir. Görünürde bir tesadüf eseri
olarak gezi esnasında karşılaştıkları Aynalı Baba tipli bir veli rolündeki
meczup ile yapılan konuşmaların uyandırdığı merak neticesinde Raci'deki
bunalımların yönü değişmeye başlar.
Eserde belirtilmemesine rağmen bu iki şahıstan birisi "elli yaş
civarında" olanı Aynalı Baba olmalıdır. Sözü geçen gezi ile
karşılaşılan iki deli de aynı durumdan farksızdır. Zira Raci'nin bu gezi
sırasında kendilerini "iki serseri, iki dilenci, iki sarhoş, iki
derviş." olarak nitelendirdiği kişiler de aynı tiplerdir. Bunların dış
görünüşleri ile iç yüzleri, -tıpkı ayna gibi- tamamen birbirinden farklıdır.
Zira aynanın sırlanmış arka yüzü kirli görünür, ama parlak yüzü âlemleri ihtiva
eder.
Bunu esere tatbik edersek,
Raci'nin ilgisiz kalmış olduğu evinin yanındaki mezarlıkta, pejmürde kıyafetiyle
barınan Aynalı Baba'-nın, kendi dış görünüşüne uygun olarak seçtiği mekân da gariptir.
Uzun seneler yanından geçtiği hâlde farkına varamadığı bu mekânın. Aynalı
Baba'nın hayat geçirdiği yer olduğunun farkına varınca Raci için apayrı bir
çekicilik kazanacaktır.
Tıpkı mezarı çevreleyen duvar,
duvarın mazrufu olan mezar taşları ve mezarların zarf teşkil ettiği mevtalar
gibi. Zira mezar bir ukdedir; o dünya ile âhireti; maddî âlem ile manevî âlemi
bir birine bağlayan sır dolu bir düğümdür.
Zahir kısırdır, batın öz olup
parlaktır. Zahir mezarlıktır. Aynalı, durmadan Raci'yi zahirden batına çekmektedir.
Aynalı'nın pejmürde kıyafeti ile Kalenderlerin saçma sapan gelen sözleri, zahirdir;
batın bunların ifade ettiği marifettir. Mezarlık da maddî, kesif ve soğuk
görünüşü itibariyle, ihtiva ettiği manevî âlemlerdeki zenginliklerin perişan
kılıfıdır. Tıpkı Aynalı Baba gibi ama o -marifet hazinesidir.
Raci'nin, durmadan araştırıp
öğrendiği sadece manevî yönü sönük dünyalık ilim; Aynalı Baba ise, onun iç
yüzüne istek ve kabiliyetinin mahiyetine ışık saçan bir irfan güneşidir. Aynalı’nın
başındaki aynacıklara yansıyan aynı güneşin birliği gibidir; aynalar ayrıdır,
fakat yansıttıkları ışınların kaynağı olan güneş aynıdır.
Ruha yansıyan ışık ve nur da
aynıdır ama aynalar ayrıdır. Netice itibariyle görülen duyulan aynıdır. Raci, Aynalı'nın
çaldığı ney ile hayalin derinliklerine dalar; bir veli zat olan Aynalı, onun
gördüklerinin aynısını müşahade ettiğini, her seansın sonunda geçen olayın
seyrine uygun olarak Raci'ye verdiği cevaplardan, yaptığı konuşmalardan
anlaşılmaktadır.
Aynalı Baba, Raci'nin iç
dünyasına mesajını musikî ile özellikle ney ile yansıtmaktadır. Görünürdeki
farklılığa rağmen ikisi aynı ruh ve aynı beden gibidirler.
Eserin birçok yerinde hayatın
sırrı olarak gösterilen mezarlık, asıl mekân olarak göze çarpar. Aynalı,
durmadan Raci'yi zahirden batına çekmektedir. Raci, batına yaklaştıkça mezarlıkları
mekân, edinmeye başlar. Nitekim Manisa Tımarhanesi'nde bulunan Raci'yi görmeye
giden arkadaşı Sami ile buluştukları yer de mezarlıktır.
Mezarlık dünya ile âhiretin
kucaklaştığı bir mekândır. Başka bir tabirle ikinin birliği, âşıkla maşukun
hayatın birlik sırrına varınca âşıkın aynı zamanda maşukluğu, maşukun da
âşıktan gayrılığının bulunmadığının ifadesidir.
Bütün bunlar bizi, yazarın haıyat
felsefesi olarak kabul ettiği "Vahdet-i Vücud"a götürür. İkiliğin
açık bir çarpışma ve birbiriyle bilinmekliğini "İkinci Gün"de
cereyan eden Hürmüz ile Ehrimen arasındaki mübarezede görmekteyiz. Netice
İzzet’in, karşı karşıya getirdiği karanlıkla-aydınlığın, her birinin ihtiva
ettiği kabiliyetlerinin, birinin diğerine kesafetiyle ölçü teşkil ettiğini ve
bilinmesine ölçü teşkil ettiği bir nimet gerekçesi olduğunu gösterilmektedir.
Neticede, karşı karşıya getirilen
karanlıkla-aydınlık, her birinin ihtiva ettiği kabiliyetinin kesafetiyle, bir
diğerinin bilinmesine ölçü teşkil ettiği bir nimet gerekçesidir.
Aynalı tecelli aynası olarak
birlik sırrına ermiş bir velidir. O, ilk tanışmalarından başlamak üzere eserin
sonuna kadar Raci’yi himayesinde bulundurur. Aşık-maşuk çerçevesinde telâkki
edilebilen bu beraberlik onları "Leylâlı Mecnun"dan,
"Leylasız Mecnun"un sırrına erdirene kadar götürür. Kesif
dünyadan ayrılan Aynalı Baba, kemalâtın sırrına eren Raci, mürşidinin yerine
geçmekle beraber onun faydalı sözleriyle esere son verir.
Daha çok bir fikir eseri olduğu
için Özetini genişçe verdiğimiz ve iki önemli şahsı ele aldığımız A'mak-ı
Hayal, arayış içindeki bir kişinin saadeti bulmak için hayal dünyasındaki gezintileri
anlatmaktadır. Bir manada bu eserde insanlığın macerası sergilenmektedir. Bütün
dinler ve inanışlar insana saadeti temin için var olagelmişlerdir. Yazar, bütün
bunlarda bir gezinti yapar, ruhi derinliklerde dolaşır. Geçmiş asırlardaki
dinlere resmîgeçit yaptırır. Bütün bunlar bir noktada "vahdet'te
birleşir. Fakat asıl mutluluk "saadet", başlıklı bölümde verilir.
Eseri belki tasavvufî bakımdan yorumlamak mümkündür. Fakat biz onun ayrı bir
çalışmanın konusu olduğunu düşünüyoruz. Belki de Şehbendezâde Filibeli Ahmet
Hilmi, yaşadığı dönemdeki fikrî karışıklığı, karmaşayı, batıdan gelen çeşitli
felsefî arayışları değerlendirmek ve onlara cevap vermek istemiştir.
Kaynak:
Mehmet Zeki EKİCİ, Meşrutiyet
Devri Fikir Adamı Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi Hayatı Ve Eserleri İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı.
(83670-Doktora Tezi), s.544-577
[1]
A'mak-ı Hayâl, ilk olacak Necat gazetesinde (24 Temmuz -31 Temmuz 1909) tefrika
edilmiştir. Necat gazetesinin ikinci sayısından itibaren tefrika edildiğinde
eser hakkında şu bilgi verilir:"A'mak-ı Hayâl, bir defter-i hâtırat, yadigârdır.
Flkrimizce mükemmel bir tahlil-i ruhîyi haiz olduğu İçin faideli ve
eğlencelidir." (bk.Filibeli Hilmi; "Necat'ın Tefrikası: Arz-ı
Hâl", Necat, 1327), nr.2. ilâ 8. sayılarında ve 7-13 Receb 1327/ 11-18
Temmuz 1325/ 24-31 Temmuz 1909 tarihlerinde tefrika edilen bu eser, mevcut
sayılarda kesintisiz devam eder.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar