Print Friendly and PDF

ANALİZİN ANALİZİ

Bunlarada Bakarsınız







Tarih: 01 Nisan 2010
Konu: Le Monde muhabiri Türkiye Analizi


LE MONDE  TÜRKİYE MUHABİRİ GUİLLAUME PERRİER’DEN "TÜRKİYE ANALİZİ!"


[Türkiye, son ve büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Bu  ülke korkulduğu gibi, ırka ya da dine dayalı bir bölünme yaşamadı. Daha  korkunç ve daha temel bir bölünmeye gidiyor. Cumhuriyet boyunca süren  "kültürel bölünme".  Bu artık iyice keskinleşti.
Şimdi bir yanda,  ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran, kadınları başı örtülü,  erkekleri sokağa pijamayla da çıkabilen, erkek çocukları kahveye giden,  kız çocukları tam bir baskı altında yasayan,  türkü ile arabesk arası bir  müzikten hoşlanan, futbol izleyen, belki de hiç kitap okumamış, hiç dans  etmemiş, hiç kari koca birlikte yemeğe gitmemiş,  hiç tiyatro  seyretmemiş, iyi eğitim alamamış, dini inançları kuvvetli, kalabalık, bir  kitle var.
Diğer yanda ise kız lisesi-Kolej yelpazesinde eğitim  görmüş,  en azından bir düğün salonunda ya da kolej partisinde dans etmiş,  sinemaya giden, çok fazla olmasa da kitap okuyan, müzik zevki pop  şarkılarla, klasik müzik arasında dolaşan,  evi nispeten daha zevkli  döşenmiş, kızlarının flörtüne göz yuman, Kadınları modern görünümlü,  Şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek bir arada içki içebilen,  gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba  kıyasla çok gelişmiş hisseden, entelektüel düzeyi çok yüksek olmasa da, Bati standartlarına yakın bir grup var.  Bu iki grubun yasam tarzı  birbirinden kopuk.
Onları, Batı'daki sınıflar arasında ortak zevk  alanları yaratan, müzik, resim, heykel tiyatro ve sanat gibi, birleştirici  kültürel zeminler yok. Hayatları, zevkleri, inanışları birbirinden çok  farklı.
Hatta birbirine düşmanca.
Birinci grup Cumhuriyet boyunca  horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
Simdi bu grup siyasal olarak  örgütlendi. Kalabalıklar. Ve her seçimi kazanacak siyasi bir güçleri var  artık.
İkinci grup ise azınlıkta. Ve artık bir daha seçim kazanma  ihtimalleri yok.
Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya  çıkıyor.
Daha Batılı olan "ikinci grup", Batı'nın siyasi değerlerini  kabul ederse,   bir daha asla iktidarı ele geçiremeyeceğini bildiği için,  git gide Batı'ya ve Batı'nın demokratik değerlerine düşman oluyor.
Yaşam tarzı olarak Batı'ya düşman olan birinci kesim ise, iktidarı  ancak Batı'nın kriterlerini kabul ederek ele geçirebileceğini bildiği için,  Batı'yla ilişkileri geliştirmek ve demokrasiyi kabullenmek  istiyor.
Bu kültürel parçalanmada "ordu" önemli bir role sahip. Eğer, birinci grubu desteklerse ve batı'nın demokrasisi burada kabul görürse, ordu da iktidarını kaybedecek. 
Aslında birinci grubun  çocuklarından oluşan ordu, kendi iktidarını sürdürebilmek için,  kendisine benzemeyen ikinci grupla işbirliği yapıyor. Bir anlamda  kendi köklerine ihanet ediyor. Bu iki grup, siyasi iktidar için son kez  çarpışmak üzere hareketlenmiş gözüküyorlar. Birinci grup ekonomik  olarak da güçlü artık, Anadolu'da üretim yapıyor, malını dış dünyaya  satıyor. Para kazanıyor. Siyasi örgütünü destekliyor. İkinci grup ise parasal olarak da kuvvetli değil artık. Mevcut iktidarın da baskısıyla  giderek ekonomik kazançlarını kaybediyor. Dış dünyayla iş yapan,  dışarıdan borçlanan büyük burjuvazi, Türkiye'nin ancak demokrasiyle  normalleşebileceğine inanan entelektüel kesim, devletin yapısının  değişmesi ve dünyayla bütünleşmesi gerektiğini düşünen bir grup bürokrat, birinci grubun destekçileri. 
Yargı, ordu, bürokrasinin önemli bir  kısmı, ikinci grubun arkasında. Ve bu İkinci grup, siyasetle demokrasiyle,  iktidarı elinde tutmasının mümkün olmadığını kavradığından, şimdi  siyaset ve demokrasi dışında bir çözümün peşinde. 
Cumhurbaşkanı  seçimi; kavganın keskinliğini ve iki tarafın niyetlerini açıkça ortaya  koydu.
Ordu destekli ikinci grup artık seçim de istemiyor. Ve darbe  söylentileri gittikçe artıyor. Cuntalardan söz ediliyor. Peki, darbe  olursa ne olur?
Yaşam tarzı Batı'ya daha yakın olan ikinci grup,  orduyla birlikte iktidara gelir ve Batı'nın desteğini kaybeder. Avrupa  buna kesinlikle karşı çıkar.  Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey  Irak ve Ortadoğu politikalarını, desteklemesi karşılığında darbeyi kabullenebilir aslında. Ama Amerika'nın önünde de ciddi bir engel var.   "Demokrasi getireceğim" diye Irak'ı işgal eden bir ülke, dünyaya ve  kendi kamuoyuna Türkiye'deki "darbeyi" niye desteklediğini açıklayamaz.  Ve  Irak faciasından sonra ikinci bir "zorlamayı" gerçekleştirecek gücü yok. İstese de istemese de darbeye karşı çıkacak. Silahını ve parasını  Batı'dan alan bir ordu ve ülke, Batı'dan koptuğunda ne yapacak? Sanırım  uzun zamandır bunu düşünüyorlar ve korkarım bunun cevabını  buldular. Türkiye'de darbe olursa! Dünya, tarihte bugüne kadar hiç  gerçekleşmemiş, yeni bir oluşumla karşılaşacak. Türkiye, olası bir  darbeden sonra, Rusya ve İranla ortaklık kurmak isteyecek. Silahı,  enerjiyi ve parayı bu iki ülkeden alacak. Rusya'yla İran'ın elindeki doğal  gaz, petrol ve nükleer güç, Türkiye'yi ayakta tutmaya yeter. Ama Rusya- Türkiye- İran Bloku. Dünyanın bütün dengelerini değiştirir.  Ortadoğu'nun kontrolünü tümüyle ele geçirir.  Avrupa'yı küçük kıtasına  hapseder. Kafkasları, Afganistan'ı, Pakistan 'ı kendi gücüne  katar. Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur.
Çin'le işbirliği yapabilir. Bu gelişme, Avrupa, Amerika ve  biraz da Japonya'dan oluşan "Batı" nın, dünyadaki etkinliğini inanılmaz  bir biçimde azaltır. Yeni blok asker, enerji ve para acısından çok  güçlenir. Böylece, Türkiye'deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol  açar. Eğer Üçüncü Dünya Savaşı çıkacaksa, sanırım, bu çatlamadan  çıkar. "Asla böyle bir şey olmaz" diyebilirsiniz. Niye olmayacağına  dair elinizde çok kuvvetli veriler varsa, söyleyin. Ama ya olursa...  Ki. Bana çok mümkün geliyor. O zaman ne yapacaksınız? Bugün  Türkiye'de kamplaşan ve bölünen insanların da...
Türkiye'yi Avrupa dışına  itmeye çalışan, Eski bir imparatorluk olmanın bir yanıyla; çok görkemli,  bir yanıyla; çok zayıf mirasına sahip olan bir ülkeye küstahça davranan,  işbirliği yerine "başöğretmenlik" yapmaya kalkan Avrupa'nın da...Türkiye politikasında "ikili" oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan  Amerika'nın da...Bu senaryoyu bir düşünmesini isterim  doğrusu. Türkiye'de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün  dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil.  
Hiç unutmayın ki ilk dünya savası  tek bir tabancanın patlamasıyla başlamıştı.]

Buraya kadar okuduğumuz analizin ilk bölümü, kısmî olarak doğru olabilir ama ikinci bölümü ise olmayacak bir safsatadan bahsetmektedir. Yani “Türkiye, olası bir  darbeden sonra, Rusya ve İran’la ortaklık kurmak isteyecek.” Sonucunun olması hiçbir zaman düşünülemez!
İran, tarih boyunca İslam dünyasında hep ayrı bir baş çekmiştir. Mezhebiyle, duruşuyla, hep ayrı konumda ve ayrı bir karakteri vardır. Onlar Perslerin devamı olmayı her zaman sürdürmüşler ve bu halden kendilerini kurtaramamışlardır. Çünkü Persler, dünya üzerinde imparatorluk kurmuş medeniyetlerden biridir. Bu özelliklerini de çabuk kaybetmelerini de düşünmek aptallık olur.
“Rusya ile olan ortaklık olur” sözü ise, bunun asla mümkün olmayacağına dair hem tarih hem de keşfi bilgiler mevcuttur. Buna en güzel örnek, komünizmin çatırdayıp nihayetinde çöküşüdür. Çünkü Rusların temel düşüncelerinde zulüm vardır. Akıttıkları masum insan kanları, hep onları boğmuştur. Kurtuluş savaşında dahi, bize önemli yardımları olan Ruslarla hiçbir zaman kader bağımızın olmaması yine kaderin bir gereği olmuştur. Allah Teâlâ bu birlikteliği hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir.
Bahsettiğimiz hususlardan dolayı Türkiye, bu iki yerle hiçbir zaman blok olamayacağı kesindir. Bu sebepledir ki Türkiye’nin batıya açılımı, sadece bugünün bazında olan bir şey olmadığı herkesçe malumdur. Her yeni kurulan Türk devleti, şartlar gereği biraz batıya yöneliktir. Bunu hepimizin bilmemiz gerekir.
Gelecek yüzyıllar da olması muhtemel görülen savaşlarda, Ortadoğu’nun merkez alınması, din savaşlarından ötürüdür. Bu savaşların çıkış sebebi, Hıristiyanlar ile Musevilerin birbirleri ile olan düşmanlıkları ve dolayısıyla müslümanların buna bir şekilde dâhil olmalarıdır.   Mesela gelecekte çıkacak olan Hatay savaşı, görülecektir ki, Hıristiyan ve Musevi savaşıdır. Filistin’deki durumda bilindiği üzere, İngilizlerin yıllar önce stratejik amaçlı attıkları tohumların neticesidir. Osmanlıdan ayrılan bu topraklar üzerinde, Yahudi İnancının istismar edilerek, yani vaat edilmiş topraklar projesi ile kaynayan kazana çevirmeleridir. Çünkü nerede bir huzursuzluk baş gösterirse, orayı yönetmek daha kolaydır. Bu her zaman ki uygulanan bir durumdur. İngilizler de, bunu sürekli yapmaktadırlar.
Bahsedilen analize tekrar göz attığımızda, Türkiye’de iki guruptan bahsedilmesi görünüşte doğru gibi gözükse de gerçek de oldukça yanlış bir tespittir. Var olan içtimai farklılığı, düşmanca göstermek çok büyük bir hatadır. Çünkü bu şekilde bir durum asla yoktur. Son dönemde ise bu daha iyi anlaşılmaktadır. Analizi yapanın, bazı şeyleri olduğundan daha fazla büyüterek huzursuzluk ilkesini canlandırmak amacında olduğu bariz bir şekilde ortadadır. Bir şeyin farkında olunması, hastalığın teşhisini ve  tedavisini daha çok kolaylaştırır. Bu analizde ise bize hastanın, ölümünden haber veriliyor. Buda art niyetli oluştan başka bir şey değildir. Bunu nereden anladınız derseniz;
Şeytan insana vesvese verirken, onun hatalı olduğu durumdan vesvese vermez. Yani doğru şeylerinden vesvese verir. Bu şeytanî ilkedir. Türkiye parçalanmış da birbirine düşman guruplar varmış da, ordu şöyle böyle imişte ….. bunlar sadece içtimai aklın karışarak bulanması için yapılan komplo teorilerdir.
Bu teoriyi atan için niçin bu varsayımları üretiyor diye sorarsanız, zannımca gördüğü çok önemli bir şey vardır o da, Türkiye ileri gidiyor, nasıl engel olabilirizden başka bir şey değildir…
Sonuç olarak bir şey söyleyebiliriz, bizim batıyla dost olmamız mümkündür. Fakat ne İran, ne de Rusya ile olacak bir bloğumuzun olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Tarihte bunun en güzel delilidir.
Kıyamet, batıdan güneş doğmadan kopmayacaktır. Bizim derdimiz İslam’ın güneşini batıdan doğdurmaktır. Doğuyu ise, ancak batıdan sonra bulmak kaderimizdir. Bu, doğu kültüründen ilişkileri tamamen kesmek demek değildir. Bu, bizim kendimize güvenip, yine kendimizden ve dinimizden aldığımız güçle hareket etmektir. Bizi bizden, benliğimizden koparacak bütün engellere karşı, daima daha tedbirli ve uyanık olmamız gerekmektedir. Buna bir örnek verecek olarak Şeyh Şerâfeddin[1]  kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bir hatırasını nakletmek uygundur.
“Yunan Harbi sırasında, memleketin harb hali ve harbin sonu, İslamiyet’in durumu sohbet konusuydu. Şeyh Efendi’ye:
-  Müslümanların ve memleketin sonu ne olacak, hazret? diye sordum. Şeyh Şerafeddin Hz. bana, Hz. Ali kerremallâhü vecheden bir kıssa anlattı ve buyurdu ki:
-  Bir gün, Hz. Ali Kerremallâhü veche Hazretleri’ne kendisi ile birlikte muharebe edenlerden biri bu muharebe esnasında,
“Böyle fitne içinde bu işin sonu ne olacak?” diye sormuş. O da:
“Din kıyamete kadar bakidir.” dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece kalmış. Etrafındakiler uyudu zannetmişler. Neden sonra Hz. Ali kerremallâhü veche başını kaldırıp
“Niğme’l-Etrak, Niğme’l-Etrak” yani “Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek ve kıyamete kadar baki kalacak”, demiş.
Bununla Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz İstiklâl Harbin sonunun galibiyetimizle sona ereceğini müjdelemiş oluyordu.” (Ali Usta’nın Hatıraları kitabından)


[1] ZEYNEL  ABİDİN   ŞERAFEDDİN  DAĞISTANÎ kaddese’llâhü sırrah’ül azîz
Hicrî 1292 - Miladî 1875  *  Hicrî 1355 - Miladî 1936
 Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 - Miladî 1875 yılı, Zilka­de ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan'ın Temirhan-Şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye ( bugünkü Güneyköy )  köyünde Hicrî 1355 - Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar