Print Friendly and PDF

ANDRE GİDE, NECİP FAZIL ve «DOĞU»

Bunlarada Bakarsınız




Hzl: Yalçın KÜÇÜK
Şiir mi. daha has bir sanattır, yoksa trajedi mi?
  Neden artık şiir kaybolmaya yüz tuttu ve trajedi yazılmaz oluyor?
  İnsanlığın şiiri kaybetmesi ve trajedinin bitmesi insanlığın büyük dramı olmuyor mu?
  Şiirin kaybı, insanoğlunun kendi derinliğini duymamaya başlamasıdır. Trajedinin tükenmesini, insanoğlu’nun bireysel yazgısıyla toplumsal yazgısı arasındaki çatışmanın sona ermesi olarak ele alıyorum: toplumsal yazgı, mutlak egemenliğini mi kuruyor?
  Toplumsal mantığın mutlak egemenliğinde insan bir kukladır; kukla, hiç bir zaman insan olmuyor. Çocuklara kukla oynatılması insanlığın bir yaygın ve çok büyük yanlışı sayılmalıdır; kukla, ölülere ya da en çok İhtiyarlara oynatılmalıdır. Aslında İnsanlık çocukluğunda hep trajedi oynadı; trajedi Atina'da doğuyor. İnsani olan hiç bir yazım bireysel olanla toplumsal olanın karşılıklı ilişkisi işlenmeden gerçekleştirilemez; trajedi, İhsanın ilkel yazımı oluyor. Eğer bugün trajedi bir yana trajik insan bile yazılmıyorsa, bu, ya yazımın bittiği ya da insanın kuklalaştığı anlamına geliyor. İki almaşığın da reddedilmesi gerektiğini düşünüyorum, İnsan, hem bireysel ve hem de tarihseldir. Revolüsyon ["değerini yükseltmek"], ise bir patlamadır; her devrimde bireysel sınır tarihsel duvarla çatışıyor. Böyle olduğu için, her revolüsyon da, bireyin ufku determinizmin imkânlarını aşıyor. Bu nedenle de devrimi, zorunluluğun özgürlüğe dönüşmesi olarak görmek doğru olmakla birlikte anlatım dar kalıyor. Revolüsyon revolüsyoneri de değiştirdiğine göre, her devrimde birey, zorunlulukları da zorluyor.
Revolüsyon revolüsyoneri de değiştirdiğine göre, her devrimde birey, zorunlulukları da zorluyor. Revolüsyon, bireyi, yıldızlara uzatıyor. Her devrimde güneş değil yıldızlar doğuyor. Oportünist, yıldızlara sahte yoldan uzanmak isteyendir. Ve revolüsyon yolunun oportünistleri restorasyon döneminin yıldızlan oluyorlar. Restorasyon döneminin yıldızlan nasıl oluyorlar?
  Balçıktan bir lamba mıdır?
  Yoksa bir fanusla havasızlığa mahkûm edilmiş bir insan mıdır?
  Yoksa hedonist [keyfine düşkün] bir iskelet midir?
  Çatal parmaklarıyla, dünyanın nimetlerini, kurukafa ağzına taşıyan obur bir iskelet algılayabiliyorum: Restorasyon döneminin yıldızlarım görüyorum. Restorasyon dönemleri, aynı zamanda, dünya nimetlerini o, burca tüketmenin bir ahlâk haline getirilmek istendiği dönemler oluyor. Emek tutumunun değil hazzın maksimizasyonunun bir bayağı bilim ‘haline getirilmek; istendiği dönem de restorasyon dönemidir; bir rastlantı olarak görmüyorum. Büyük İngiliz iktisatçısı Alfred Marshall, yayınlandığı andan itibaren Batı iktisat düşüncesini tutsak alan Principles of Economics kitabını 1890 yılında yazıyor. Burada belki de surpius value kavramına bir karşılık, ilk kez “consumer’s surpius” kavramını ileri sürmeye çalışıyor. Bu dönem, emperyalizmin, tarih sahnesine çıktığı ve dünyanın her yerinde emekçilerden, imbiklenen değerlerin “dünya nimetleri” olarak Batı Avrupa İle Kuzey Amerika'ya transfer edildiği zaman kesitini anlatıyor. Artık değere karşı çıkartılan tüketici artığı kavramına göre, tüketiciler, bir metayı satın alırken ve toplam olarak çok tüketmeleri nedeniyle, her mala, tüketmemeleri halinde oluşacak fiyattan daha düşük fiyat ödüyorlar. Böylece çok tüketmeme halinde oluşacak fiyatla, çok tüketerek oluşan daha düşük fiyat arasındaki farkın mal miktarıyla çarpılması, tüketici artığını tanımlıyor.' Tüketmek, bir ahlâk oluyor. Andre  Gide, Alfred Marshall’ dan on yedi yaş daha küçüktür; aralarındaki bağlantı Andre'nin amcası Charles Gide’nin Fransa’nın büyük iktisatçılarından birisi olmasından kaynaklanmıyor.  Andre Gide, Principles of Economics’den yalnızca yedi yıl sonra  Nouriture Terrestres adıyla ve yayınlandığı zamandan daha çok Birinci Savaş’tan sonra Fransa’yı etkisine alan denemelerini yayınlıyor. Dünya  Nimetleri'nin yayınlanması, Lenin'in Razvitiya Kapitalizma v Russii’sînden bir yıl öncesine denk düşüyor. Gide, Dünya Nimetleri'nin birinci sayfasını, Kuran’dan aldığı «işte yeryüzünde beslendiğimiz meyveler» sözüyle tezyin ediyor; süslemeye çalışıyor.  Andre Gide, insanın sınırsızlığını tarihle sınırlı toplumsal engelleri aşmada değil, vücudun, daha kısaca insan etinin alabileceği hazzı sınırsız yapmada bulmayı deniyor. Gide, yeni bir ahlâk kurmayı, insanın ve özellikle insan etinin duyabileceği sınırsız hazzın önüne konmuş ahlâk frenlerini yıkmada buluyor. Bir yandan, tam bir cahilleşmeyi savunuyor ; « Başkaları kitaplar yayınlarken, çalışırken, ben kafadan öğrendiğim  herşeyi unutmak için tam üç yıl yolculuk ettim. Ağır oldu, güç oldu bu  bilgilerden kurtulma; ama insanların zorla verdiği  bütün bilgilerden daha faydalı geldi, gerçek bir eğitim başlangıcı oldu.» Baba yanından  Huguenot bir kökten gelen, ancak annesi Norman asillerinden olan ve bu yüzden de Onaltıncı Yüzyıl’dan kalma bir şatoda yaşayan, çalışma sorunu bulunmayan Gide, cahilleşme süreci için kendisine Kuzey Afrika’ya seçiyor ve Dünya Nimetlerini yazmadan önce üç yıl Afrika ilkelliğini tadıyor. «Değer  fikrini silmeliyiz içimizden, akıl için çok büyük bir engeldir o.» Yerine, haz almayı tek değer yapmadan başka bir düşüncesi yok; bütün bunları, Hafız'ın «uzun zaman uyuklamış tembel mutluluğum  uyanıyor» dizesiyle süslediği, kitabının birinci sayfasında yazıyor. Aynı yerde şunu da yazıyor: «Sevinçle cezalandırıyordum etimi, ceza suçun hazzından da büyü k bir haz veriyordu  yalnız günah işlemekle kalmamak gururu öylesine sarhoş ediyordu beni!» 2 Hiç günah işlemiyor; günah’ı kaldırıyor.
«Sapkınların en sapkınıydım, sapa kanılar çekti hep beni, düşüncelerin şiddetle yön değiştirmeleri, aykırılıkları çekti. Her kafa yalnız ve yalnız başkalarından ayrılan yarayla ilgilendiriyordu beni. Bu yüzden sonunda sevgiyi kovdum içimden. Bunda yalnız ortak  bir coşkunluğun minnetini görür oldum.»
Kitabı Nathanael’e hitap ederek yazıyor ve sürdürüyor:
«Durgun durgun yaşamaktansa, acı bir ömür daha iyi, Nathanael. Ölüm uykusundan başka dinleniş istemem ben. Ömrüm boyunca doyurmayacağım her arzu, her güç, sonraki yaşayışlarında beni rahatsız ederler diye korkuyorum. İçimde bekliyen her şeyi boşalttıktan sonra, dolduktan sonra, tamimiyle umutsuz öleceğimi umuyorum.»3 
Andre Gide, Doğu emekçilerinin sömürüsünün sınırsız olduğu bir zamanda, gemilerin, tek yanlı bir yolla artık ürün transfer ettikleri bir dönemde bunları ve insanın etini çeşit çeşit tüketmeyi bir ahlâk haline getirmek isterken Kuran ya da Hafız örneği, Doğu kitap ya da yazarlarına dayanmak istiyor. Gerçekte Doğu’da bunlar var; isteyen dayanabiliyor. Ancak Doğu’da bunun yanında bir derviş geleneği de bulunuyor; peki, dervişlik, bir inanmışlık uğruna, dünya nimetlerinin tümüne oruç tutmak değilse, ne oluyor?
  Belki de acı ve oruca sonsuz dayanıklılık ile hazza' sonsuz esaret, Doğu’nun iki yüzünü gösteriyor. İki yüz birden, birbirinden ayrılmaz bir biçimde, belki Doğu’da yalnız devrimcide yaşıyor, Gerçekten revolüsyoner olmak, hazza sonsuz susamışlıkla birlikte hazzı eşitlikle paylaştıran bir düzene kadar büyük bir orucu aynı zamanda yaşamak değilse, ne olabilir?
  İster Doğu’ da, isterse Batı’da hazza sonsuz bir susamışlığı en derininde saklı tutmayanın bir revolüsyoner olabileceğine inanamıyorum. Eşitlikle hazzı paylaştıran düzene kadar insan en derininde yaşayan varlıktır. Şiirin kaybolmaması, en çok bu nedenle gerekli oluyor. Şiir devrimcinin derininde ve kendiliğinde yaşaması değilse, peki ne oluyor?
  Doğu’nun şairi Sadi, «tövbekar olmuşum, çile çekiyormuşum / Yok canım, pişmanlık bana mı kalmış? » derken, Doğu’dan ne kadar çok uzaklaşıyor; kestiremiyorum. Kes üremediğim için olabilir; bu dizeler, Gide’in Dünya Nimetleri'nin son. bölümünde yer alıyor. Bütün özentileri Doğu’ya yönelik  Andre Gide, günahı kaldırdığı için, büyük bir doğallıkla pişmanlığı da kaldırabiliyor.
Züleyha! Sizin için  bırakırdım
Sakinin doldurduğu şarabı.
Gırnatada Genaraliffe’in zakkumlarını, Boabdil,
Ben sizin için suladım.
Belkıs, ben Süleyman oldum,bana muammalar sarmaya geldiniz
Güney illerden. Tamar, kardeşiniz Amnon’dum ben, size sahib olamadığım için can çekişiyordum.
Bethsabe, sarayın en yüksek taraçasına kadar bir altın güvercinin ardından gelip de sizi, yıkanmaya hazır, çırılçıplak, iner gördüğüm zaman, Davut oldum, kendim için kocanızı kendi eliyle öldürttüm.
Sulamite, ben sizin için öyle türküler söyledim ki duyanlar dinsel sanırlar.
Fornaire, ben senin kollarında aşktan haykıran kimseyim. Zübeyde, bir sabah, meydana giden sokakta rastladığınız tutsağım,  ben; başımın üstünde boş bir sepet taşıyordum, siz onu ağaç kavunlarıyla, limonlarla, hıyarlarla çeşitli baharatlar, değişik çerezlerle doldurttunuz, ardınızdan geldim; sonra, hem hoşunuza gittiğim, hem de yorgunluktan dert yandığım için, geceleyin, iki bacınızla üç kalender şehzadenin yanında alıkoymak istediniz beni. Sonra her birimiz, sırasıyla, hikâyeleri dinledik, herkes kendi hikâyesini anlatıyordu. Benim de anlatma sıram gelince; Sizinle karşılaşmadan önce hayatımda bir hikâye yoktu. Zübeyde, dedim; şimdi nasıl olsun, bütün hayatım değil misiniz?
   Ben bunları söylerken, uşak meyveler  atıştırıp duruyordu.
Çünkü dudaklarımız vardı dolu kadehlere yaklaşacak, Öpüşlerden çok kadehlere uzanmış dudaklarımız; Dolu kadehler öyle çabuk boşalmış. En büyük sevinçleri duyularımın Dinmiş susuzluklarımdı...
Dünya Nimetleri, yazıldığı 1897 yılında değil, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, nerede ise, moda oldu. Hem savaş ve hem de Ekim Devrimi’nin yayılacağı korkusundan kurtulmak, 1920 yıllarında, dünya nimetlerine bir saldın doğurdu. Necip Fazıl işte tam bu sırada Paris’teydi; yükseköğretim için devlet bursuyla gönderilmiş olmasına karşın dünya nimetlerini tahsil ediyordu.4 Fransız anaokulunu, İngiliz anaokulunu, Heybeliada Deniz Lisesi’ni, İstanbul Darülfünununu bitiremediği gibi Paris’te üniversiteyi de bitiremedi.5 Daha sonra miskin Yunus’u propaganda edecek olan yakın arkadaşlarından Burhan Toprak’ın kimlik kartıyla bir kumarhaneye üye oldu ve Paris günlerini kumarhane ve sefahathanelerde geçirdi.6 Yabancı bankalarda küçük memur olarak çalıştı. Hiç kimsenin yazgısı yalnızca kişisel olamıyor. Toplumsal ve tarihsel kalıyor. Şiir de yazıyor; yıldızını parlatamayacak şiirler olarak kalıyor. 1930 yıllarının ortasına gelindiğinde şiirini tümden kaybettiğine hükmedilebilir; ancak toplumsal ve tarihsel olarak  Nazım Hikmet"in yok edilmesi gerekiyor. Yerine bir başkası konmadıkça hiçbir yokluk kesinlik kazanamıyor. Zamanın güçlülerinden  Celal Bayar, para veriyor;  Ağaç Dergisini çıkarıyor. Agaç’ın üçüncü sayısında  Sabahattin Eyüboğlu, «Bilmeceler Cennetinde» yazı dizisini tamamlıyor ve son cümlesini aktarıyorum; «Andre Gide dünya nimetlerine bilmecelerdeki sevinçle sarılmış ve her meyvenin içinde bilmeceler gibi bir cennet sezmişti.» Böylece  Andre Gide’ in dünya nimetleri, birer bilmece olup, restorasyonun hazırlıkları içinde, bir hedonist takım tarafından Türkiye'ye getiriliyor. Yüzellilik’lerden  Refi Cevat Ulunay'a Ali Naci Karacan şunları söylüyor:
«Sen bu  Necip Fazılın gençliğinde ne işler karıştırdığını bilir misin monşer?
  Adam gençliğinde Macar, Polonyalı, Fransız bar kızlarıyla al takke ver külah. Bir şey dediğim yok, bilakis severim böyle serserilikleri. Bu bizimki de eski Bahriye Mektepli ya, ense kulak yerinde; Osmanlı Bankasında mı, Hollanda Bankası’ndamı,  yani maaş da fena sayılmaz, mesai bitiminde pat damlıyor Beyoğlu’na. Düşüp kalktığı bir bohem grup var, Peyami*, Çallı**, Fikret Adil, başka kim, ha Elif Naci, galiba Nizam ettin Nazif falan; bunları ararsan ya Raşit Rıza’nın Bizim Lokantasında, ya Petrograt  Pastanesi’nde, ya Asmalı Mescit'in oralarda meyhanelerde, böyle yaşanıyor. Gece kimin pansiyonunda kimle kalındığı bile hatırlanmıyor. Üstelik bizimkisinde kaş göz oynuyor, tik'ler berdevam ama, henüz genç, kalıp kıyafet yerinde. Bizim Peyami gibi gözlük kafa ve çöp misali  iki bacaktan ibaret çapkınların yanında herkül geçiniyor. Kırmadığı ceviz kalmamış. Arkadaşlarının gözdelerini bile ayartmasıyla meşhur. Daha o  tarihte, kendisinin bu Türkiye için fazla büyük bir şair, bir oyun yazarı,  bir düşünce adamı  olduğuna inanıyor. Boru değil. 'Kaldırımlar Şairi’. Tohum 'un, ‘Bir Adam  Yaratmak' ın yazarı. Adamın hakkını yemeyelim monşer, hışır  değil, yaratıyor, üretiyor, durmadan bir şeyler düşünüyor,  yazıyor. Yalnız bir tarafı var ki, sinir. Herkes ona borçlu. O yaşadığı toplumda hiç bir kayıtla bağlı değil. Paşa gönlü ne isterse öyle yapar,  hareket eder, kim senin ona dil uzatmak haddi  değildir; ama o herkesi,  her şeyi lanetleyebilir. Fakat bu iddia henüz edebiyat sahasında, öyle ideolojiye filan taşmış değil. İdeolojik özenme zannediyorum Nazım ’dan geliyor. Nazım da şair, Nazım da oyun yazıyor,  üstelik Necip Fazıl'ın etrafı boşalırken. Nazım 'm hayranları çoğalıyor. Böylece, bizim Cumhuriyet döneminin şöhretli şairi, rejimle ters düşmez, hatta tek partinin edebiyat ödüllerinden birini bile kazanırken, birdenbire sağa çark ederek, mukaddesatçı ve muhafazakâr bir 'eskiler alayimci kesiliyor başımıza.*
Uzun, ancak çok yararlı bir aktarma olduğunu düşünüyorum. Necip'in Nazım'ın yerini almak istemesini kişisel motiflere bağlıyor; doğrudur. Ancak bütün ampirisistlerin doğrulan türünden, doğrunun yalnızca bir yanını gösteriyor. Nazım, bir siyasal mücadelenin içinde baskıların hedefi olurken ve buna rağmen, çevresi artıyor. Necip, şiirini kaybediyor ve çevresi boşalıyor; kişisel bir durumdur. Necip'in çevresini doldurmak istemesi de kişisel olmak durumundadır; bunun tersini iddia etmenin mümkün olmayacağını düşünüyorum. Ancak  Necip’ in çevresinin doldurulması işi siyasal ve toplumsaldır. Bu kısır ve eski şaire; Sedat Simavi'nin,  Yunus Nadi'nin birdenbire övgüler dizerek hayranlıklar yazmaları, hiç kuşkusuz işaretle oluyor.  Abidin Dino’nun Nazım hapse atılınca Necip kampında kendisine bir korunak araması korkaklığı, hedonizmi kadar, sığlığından ileri geliyor, Türkiye solculuğunun sığlaşma kararı almış olmasının da, hiç kuşkusuz, bunda rolü var. Fakat bu kadar değil; belki de bu dönemi ve restorasyon süresini açıklamaya en çok yardımcı olabilecek aktarmayı yapmak durumundayım.  Ağaç’ın beşinci sayısında baş yazı yine Necip’e ait ve «SağSol» başlığını taşıyor. Başyazıda Necip Fazıl, «çok sevdiğim  bir fikir adamı bana bir gün sol cereyanlar için» şunları söyledi, diyor ve söylenenleri yazıyor. Aktarıyorum :
«Bunları artık  fikirle, nazariyeyle, mantıkla durdurmaya imkân yok. Onu aynı cinsten bir pratik jenisile, aynı ateşle yanan bir hayat ve iman hamlesile önlemek mümkündür.» Çok açık görünüyor; solun karşısına çıkartılabilecek «aynı ateşle yanan bir hayat ve iman hamlesi» yalnızca mistisizm oluyor. Necip Fazılın basit trajedisi burada yatıyor; Kemalizmin kendisine sipariş ettiği kirli işi  sürekli ve değişmez  kabul ediyor. Giderek bu kirli işi kendisine kariyer yapıyor. Necip Fazıl’ın bütün kavgaları, karyerinin zorladığı kavgalar oluyor. 1940 kuşağı solculuğun sevgililerinden Asaf  Halet Çelebi, Necip’in  Ağaç'ında, rejimin izniyle, bir kaç sayı «Mevlânâ’nın Rubaileri»ni yayınlıyor. Necip, 25 Temmuz 1936 tarihinde yayınlanan  Ağaç'ın Onaltıncı sayısında bir haber veriyor: «Hilmi  Ziya Ülken, Ağaç'a, İslâm mistizması isimli bir seri makale hazırlamaktadır.  Büyük  bir ehemmiyet ve kıymet temsil eden bu etüdü çok yakında bu sütunlarda okuyacaksınız.» Fakat okunamıyor. Bu sayıdan sonra ve birdenbire  Ağaç kapanıyor,
NOTLAR:
1)        «The excess of the price which he woııld be willing to pay rat her than go without the thing, over which he actuaily does pay, is the economic measure of this surplus satisfaction. It may be called consumer’s surpLus.» Alfred Marshall, Principles of Economics, London, 1890 1906, s. 103.
2)        Andre Gide, Dünya Nimetleri, Tahsin Yücel çevirisi, Varlık Yayını, 1897-1959, s. 5.
Ayrıca şunları da ekleyebiliyorum: «Bedenimin her gün ne kadar şehvet istediğini, kafamın ne kadarına dayanabildiğim bilirim, ben. Sonra uykum başlayacaktır. Benim için yerle göğün bundan öte hiçbir değeri yoktur.» Ben etimin kurtuluşunu ruhumun çaresiz zehirlen işi ne borçluyum, başka bir şeye değil.» «Ben artık günaha inanmıyorum,”
 Ibid., s. 2021 ve 25.
3) İbid., s. 7.
4 ) «Genç Şairi Paris’te müthiş bir illet yakalamıştır: Kumar. Bir lokantada bir Türk’ten nazariyesini öğrendiği pokere o türlü kapılıyor ve peşinden bakara oynanan klübe öylesine dadanıyor ki, ‘şehrin, başlan üstünde yük selen kapkara çatılarını ve esrarlı bacalarını manalandıramayanlar’ diye anlattığı Türk lerden en zavallısı kendisi oluyor.» «Bütün bir mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafa kanlarla yatağımdan fırlayıp klübe koşuyordum.  Necip Fazıl Kısakürek, Babıâli. İstanbul, 1975, s. 28.
5) «1924 ve 1925 yıllan boyunca böyle. Ya üniversite, şu namlı Sorbon Üniversitesi, sormayın. Karşısında ve Sorbon Sokağın daki Ermeni lokantasını tanıyor ama Sorbon diye içinde nefes aldığı bir mekândan haberi yok.» İbid,, s. 29.
6) «Genç Şairin klübe aza olabilmesi için, polisçe verilen kendi card d’identitö —kimlik belgesini ona teslim etmiştir. Zira Genç Şair burjuva teamüllerini sevmemekte ve polise kadar gidip kimlik kartı almayı külfet saymaktadır. Klüpte ismi de, Fransız ağzıyla Mösyö Burhan.» İbid, s. 2829.
* Peyami Safa. ** İbrahim Çallı.
Kaynak: Edebiyat Dostları, AYLIK KÜLTÜR SANAT DERGİSİ, Yıl, 1, Sayı: 12, Nisan 1988
**********
Hzl: Mehmet Fikri ÜNAL
  O,  Türkiye’de sağ düşüncenin bayraktarlarından biriydi. Bu misyonu şimdi de yaşamaktadır. Yaşarken bir ‘dahi’ olarak  görüldü. Oysa temelleri geçmiş toplumca atılmış bir düşüncenin ‘mücahidi’ olmaktan öteye gidemedi, gidemezdi.  Gençliğinde geleneğe yaslanmış bir dil tadı dışında hiçbir değer seçmedi. Sonradan  seçtiği ‘değer'ler ise, eklektik cumhuriyet  ideolojisinin, kabuğu çatlamış, sağ yana  düşmüş, bölük pörçük kısımları oldu. Necip Fazıl bu parçalarla bir sistem, bir eylem kurmak istedi, bir 'ideolocya örgüsü’.  İşte bu yanıyla önemlidir. Onun dışı da şiiri, ne Türkçeye bir genişlik, ne de Türk  duyarlılığına bir katkı sağlamıştır. Necip Fazıl’m yaşam biçimi, geçtiği süreçler, bir Cumhuriyet çocuğu olmasına karşın, ortaçağda katmış ruhunu besleyen kaynaklar düşündürücü ve  öğreticidir. Onun ne kumar tutkusu, ne  megalomanisi, ne de mitomanisi yazımıza konu olmayacak. Yaşamındaki önemli dönüm nokralarını, etkilendiği çevreleri,  ilişkilerini yine kendi sözleriyle vermeye çalışacağız.
II. Meşrutiyet yıllarında İstanbul’a getirilen ilk otomobillerden birini satın atabilecek kadar kapitalizmin nimetlerine hevesli, Duikadiroğullarına kadar dayanan soyuyla övünen, İstanbul cinayet  masası ve istinaf reisi Maraşlı Kısakürek  zade Mehmet Hilmi Efendi’nin oğlu olarak dünyaya gelen Necip Fazıl, gençliğini  dünyanın altüst oluş çağında yaşadı. Bahriye mektebinden sonra, Darülfünun’da  felsefe okudu. Öğrencilik yıllarında şiirle ilgiliydi, hatta Yahya Kemal şiir okulunun önde gelen öğrencilerindendi. İlk şiiri (Örümcek Ağı, 1922) yayımlandığında ‘çocuk sen bu sesi nereden buldun’  (Ahmet Haşim) denecek kadar coşkuyla  ve sevgiyle karşılandı. Yahya Kemal’in  yönettiği Yeni Mecmua’da peş peşe yayımlanan şiirlerinde, nedeni belli olmayan  soyut bir acı, çile vb. temalarını işler.  Dünyanın altüst oluş çağında, eylemsiz  kalmış kişinin mistik evreni, şiirinin beslenme mekanıdır. ‘Korku, cinnet, ölüm,  cin, peri’ şiirlerinin neredeyse vazgeçilmez  motifleridir. Dostoyevski’nin roman dünyasının dar ve kısır mekanlarında gezmen  bu şiirler, genç Cumhuriyet aydının henüz nereye varacağı belli olmayan serüveninde, belli bir dünya görüşünün işaret  ışıkları olmasına karşın; yandaş karşıt  herkesin alkışını alabilecek parlaklıktadır.  Hece vezniyle yazar. Milli edebiyat akımının ‘milli vezin’ saydığı heceyi kullanmak o yılların ileri davranışlarından  biridir. Necip Fazıl, o yıllar tam bir bohemdir. Arkadaşları, Peyami Safa, Fikret  Adil, Eşref Şefik, Çallı İbrahim, Abidin  Dino, Arif Dino, Burhan Toprak gibi ‘çiçeği burnunda’ sanatçılarla sıkı bir dostluk içindedir. Birlikte oturup birlikte kalkarlar. Yaşamın anlamı, kadın. Don  Juan’lık gibi konularda bol aforizmalı  tartışmalar yaparlar. Sıkılınca “ haydin  kadın aramaya çıkalım’’ önerisine hemen  uyulacak denli bir ahbap çavuşluk tekkesidir arkadaşlıkları. Kurtuluş savaşının romantik ruhuyla, geçmişle bağlar  koparılmaya çalışılıp, yeni yeni değerler  aranırken Necip Fazıl ve çevresi olan bitene kayıtsızdır. Genç Cumhuriyet, Batı’ya hayrandır, ama. Batı kültüründen habersiz, bilinçsiz bir kadroyla hiçbir şey  yapılamayacağını da bilmektedir. Batı tezgahlarında yetişmek üzere, bir grup öğrenci devlet hesabına okumaya gönderilir.  Bunların arasında Necip Fazıl da vardır.  1925’te gittiği ve bir yıl kaldığı Paris’i şöyle yaşar: “ Bütün bir mevsim, Paris’te  gündüz ışığı görmedim. Paris’te gündüz nasıldır, haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum” (Babıali, sf. 32). Kumarla zengin olmak,  Paris’te fikir ve sanat ortamını fethetmek  ve bir koca metropolisi satın alabilecek bir  servet kazanmak tek tutkusudur, öylesine kapıldığı bir tutkudur ki masada babasının ölüm haberini alması bile onu  sarsmaz, oyuna devam eder. Kumarda  kaybettiğinde tam bir yıkım içinde yalvarır: “ Allahım, beni kendimden kurtar” .  Ünlü ‘Kaldırımlar’ şiiri böyle bir anda yazılmıştır: ‘Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi’. Okulu bitirmeden ve bir yılı bile doldurmadan, apartopar dönecektir. Bu dönüş oldukça anlamlıdır. Onun ve benzerlerinin kişilik sorunlarının odaklandığı yerlerden biridir. Megalomanileri de,  mitomanileri de kimliksiz gidiş ve yine kimliksiz dönüş kompleksiyle yakından ilgilidir. Turgut Uyar, o kuşağın ve Necip  Fazıl’ın dönüş olgusunu şöyle betimler: 
“ Bu dönüş hem onlarda hem toplumda  büyük bir kompleksin ortaya çıkmasına  yol açar. Gidişte kişiliksiz bir Türk, dönüşte yine kişiliksiz bir batılıdırlar; Batıyla  ilintisinin yarattığı yetersizlik duygusu,  Türkiye’ye dönünce “ üstün insan” olmaya dönüşür. Bu dönüşme en zararsız şekilde başla züppelik, megalomani ve  umumimi görünümünde belirir. Sınıflamasız, sentezsiz bir kültürleri vardır, kavgacı ve demağogdurlar. Fikir ve taraf değiştirmeyi batı kültürünün gereği gibi kullanırlar. Nasırın nasıl kesileceğinden,  mayonezin nasıl yapılacağından, Nietzsehe’ye ve Elazığ kelimesinin etimolojisine kadar bilmedikleri şey yoktur ama hepsinde sınıflamasız, biçimlenmelerine  katılmamış bir bilgi katalogu halinde kalır, Toplumca bunların kaleminin kuvvetli  olduğu sanılır; aslında düzyazı beğenileri, Süleyman Nazif'ten arta kalmıştır, derleme toplama bilgilerini kullanmaları  toplamda çök kültürlü oldukları izlenimini uyandırır. Ve böylece üstün insanlıklarının pekişmesine ortam hazırlamıştır  (Kendi kendini yetiştirenlerden Peyami  Safa yi hatırlayalım) (Bir şiirden, sf. 69). Necip Fazıl, yurda döner dönmez,  baba mirasından payına düşen 500 Lirayı  doğruca kumara yatırır ve yitirir. Hiç bir değere sahip olamayış, kumarın yarattığı  kişilik çözülmeleri, psikopatik kişilik, septik düşünceler ipin besleyici öğeleridir. Peyami Safa ile şüphecilik üzerine şu konuşmaları, o dönemki ruh durumlarını yansıtır:
Peyami Safa  Başta sen, bence bütün insanlar mitoman (yalan hastası) dır.  Sığamadıkları bir dünyayı yalanla genişletmek isterler ve yalanlarına önce kendileri inanırlar... Sen Paris’e gidip geldin mi sahiden?
  Necip Fazıl:  Gittim ama gördüğüm  Paris miydi, ben de ondan şüphe  ediyorum,
Peyami Safa: Bravo! Seninki benimkini aşıyor. (Babıali, sf. 72).
Vakit gazetesinde muhabirlik yapar.  Arkadaşlarıyla eski bohem yaşamını sürdürür ve “ Biz Babıali vahşilerine kadar da kadından anlamaz mahluklarız, ne kadar da kadınsızız” diye düşünür, ayrıca parasızdır. Osmanlı Bankası Ceyhan şubesinde Bankacılığa başlar, İstanbul ve  Giresun’da bir süre çalışır. İşi gücü kumardır ama, BabIali’deki ilişkilerinden hiç kopmaz. Çünkü, Babıali Roma’dır, bütün yollar oraya çıkmaktadır; “ Fikir, sanat, ilim, politika, pafta pafta, bu  memlekette düşünce ve duygu kıvranışı  belirten kim varsa, çarşısını pazarını Babıali’de bulur zira... (kim varsa) herkes,  kıymet hükümlerini ve kahramanlık şehadetnamelerini Babıali’den bekler” (a.g.e.,  sf. 1314). O yıllar Ankara’da oluşturulmaya çalışılan resmi kültür, sanat çabası henüz yerleşmemiş, kimin nereye doğru yöneleceği belli değildir. Mehmet Akif, Mısır’a gitme, Yahya Kemal, elçiliğe atanma hazırlığı içindedir, Rejime muhalif sağ, fare deliğinde mızıldanmaktan öteye birşey yapmamaktadır. Böyle bir ortam da  'Kaldırımlar’ yayımlanır (1928). Resmi  kültür taraftarları; Yakup Kadri’den, Nurullah Ata(ç)'ya kadar herkes Necip Fazıl’ı göklere çıkarır. Nazım, ” 835 satır’ı  yayımlayana kadar genç şairlerin en iyisidir. Nurullah Ataç, Nazım’ın kitabı üzerine yazdığı yazıda, Nazım’ı genç şairlerin  en büyüğü sayacaktır ama, Necip Fazıl da  vardır. Nazım’ın, bütün şiir beğenilerini sarsacak devrimci çıkışıyla hececi şiir darbe yer. Necip Fazıl’ın kılı kıpırdamaz, üstelik Nazım’ın yazdıklarını ‘takırtukur’ bulur, Burada bir parantez açmakta yarar var: aruz, hece ya da serbest vezin...  bir edebiyat biçimi olmasına karşın, bir  dönemin dünya görüşü  seçiminin sembolü olmuştur. “ O korkunç baskı günlerinde herhangi bir nedenle tutuklanan  sanat adamları ve yazarlar polis odalarında 'Sen aruz veznini mi, hece veznini mi,  yoksa serbest nazımı mı seversin? ’ diye  sorguya çekiliyorlardı. Aynı odalarda yine sorarlardı 'Sen realizm taraftan mısın,  yoksa hayalizm taraftarı mı" (Cevdet  Kudret, Bir Bakıma). Necip Fazıl, edebiyat sosyetesinde  Yahya Kemal'in, Ahmet Haşİm'in, Ab dülhak Hamit ’İn en yakınındadır. Onların dostudur, öyle ki, Abdülhak Hamit,  onun bulunmadığı toplantılarda hayıflanır: "Ah, nerede kaldı, neden gelmedi” .  Necip Fazıl, hepsiyle dosttur ama, ‘şairi  azam’Iıkta birbiriyle yanşan bu ‘büyükler’, birbirlerini her fırsatta yerin dibine  batırırlar. Bu çatışmayı, bunların arasında edebiyat kimliği bulmuş Necip Fazıl  anlatsın:
"O zamanlar Osmanlı Bankasında çalışan Ahmet Haşim'i görmeye gidersiniz:, Sızı koridorda karşılar ve bir aşağı  bir yukarı gidip gelerek sadece Yahya kemal’i yermekle dehasını göstermeye bakar: O burun delikleri huni gibi açılan ve  herşeyi içine çeken öyle bir esatiri hayvandır ki, kocaman bir sebze hali veya et sergisinin çöplüğünden geçse yerde toz bile  bırakmaz. Şair değil, zemin üzerinde ne  bulsa midesine indirici bir elektrik süpürgesi, Nişli Agah Bey, şiiri de en adi bir  pastiş (dıştan kopya) "Yahya Kema’e gidiniz, sizi Serki d’oryan kulübünde kabul eder ve yumar  gözünü açar ağzını;
— Ha şu Bağdat fellahı öyle mi, başı büyük ‘Alüsi'lerdendir  o.., (Halbuki Alusiler, Bağdat’ta adlarına abideler dikilmiş ve bilhassa dini eserleriyle meşhur, soylu bir familye, NFK). 
Nesebini unutuyor da bir de Türklük satmaya kalkışıyor. Şiirine gelince, o ne sunilik, zorakilik ve özenti'(sembolizm)...  ve o ne çetrefil, ağdalı dolambaçlı dil...)"
Necip Fazıl fazlaca yüceltilmiş olmanın verdiği güçle bu kişiler arasında ezilmeden durabiliyor. Öylesine iddialıdır ki  kendisini kendisinden başka kimsenin  eleştirmesine tahammülü yoktur, iddiasına göre Nurullah Ata’yı tokatlayacak kadar pervasızdır. Daha çok güzel  kadınların cazibe merkezi olduğu edebiyat ortamlarının gözdesidir. Kadınlara  yalnız fizik üstünlükle değil, ruh üstünlüğüyle hükmedilebileceğine dair nutuklar atar. Çevresindekileri 'eser vermeyen eserin vecdini yaşayamayan küçük yaratışların, ancak dedikodu ile birbirini yeme planlarında hayat gösterebileceği sefil  cümbüş planı’ diyerek küçümser, bu ahlaka ‘Babıalİ ahlakı’ adını verir (a.g.e,). İş Bankasının ‘umum muhasebe şefi’  olarak. Ankara'ya atanır. Kısa zamanda  resmi ideoloji savunucularının çevresinde  yerini alır. ‘Onların fikirlerine katılm az’  ama, kadroculardan, özellikle de hanımlarından gerekli ilgiyi görür. Kadroculara göre ‘Bay Mistik'tir, ‘Mistik şairidir  ama, Falih Rıfkı’nın karısına Necip Fazıl için söylediği şu sözler, onun bu çevredeki yerini gösterir: Bir gün gelecek ben eve döndüğümde, bu delikanlıyı  benim pijamamı ve terliklerimi giymiş,  'bana bir kahve yapar mısınız’ derken göreceğim.” (Aynı sözü, ‘O ve Ben’de de yineler, ama ‘bana bir kahve yapar mısınız’  sözü, yerini ‘Hoş geldiniz’e bırakmıştır  MFÜ). İstanbul’la ilişkisini hiç koparmamıştır. Bu geniş ilişki ağı içinde en çok  Abdülhak Hamit’in dostluğuna önem verir. Onunla sık sık buluşur ve Cumhuriyetin başlattığı kültür hareketlerine karşı,  mızıldanmalar düzeyinde muhalif düşünceler geliştirirler. Bir aristokrasi özentisi ne tutulmuştur. Toplantılarda, hiç eksik  etmediği beyaz eldivenleri ve smokiniyle  hazırdır. Bu yıllarda ‘kadın kokusuna' yakalanır: "Dün akşam bir ateş duyup içimde/ Kadın kadın diye içimi oydum.” Ya  da "Açılırdı kör olan gözlerime sürseler  / İsa'nın eli diye bir kadın bacağını" gibi  şiirler bu dönemde yazılır. (Bu şiirlerini  ‘mürşit’ olduktan sonra, şiir tarihinden  silmek istercesine 'Çile'sine almaz). Lüsyen Hanım’ın (Abdülhak Hamit’in karısı) tanıştırdığı edebiyatsever bir kadına  tutulur. Hiçbir kitabına adını almadığı,  yalnızca ‘nokta nokta’ diye andığı, yaşamının çok önemli dönüm noktasında etkili olmuş bu kadınla ilişkisinin şiirini  şöyle söyler: "Ondan bir temas gibi rüzgar beni bürür de / Tutmak, tutmak isterim, onu koynuma alıp, / Bir türlü  yetişemem fecre kadar yitir de, / Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp."  Necip Fazıl artık genç şair değildir ama,  bu ilişki sonucu, cinnet sınırlarında dolaşan yan deli bir aşıktır. Sık sık sinir krizleri yaşar. Böyle bir kriz sonucu önüne,  Ömrünün sonuna kadar kapılanacağı  Nakşibendi şeyhi Esseyid Abdllihakim  Arvasi hazretleri çıkar. Krize tutulduğu  günlerde annesiyle ziyaretine gittiği bu  ‘hazret’ ona: “ Buraya sık sık geliniz. Sohbet sizi açar. Bu halin ilacı ziyaret ve sohbettir. Ne zaman İsterseniz buyurun"  diyerek psikoterapiler uygular. Ziyaretler  sıklaşır. Hazret onu yola kabul eder, 'kütüğe yazar’: "Bundan böyle şu vazifelere  başla. Şu bu toplantılara katli ve ayinlerde, merasimlerde bulun” der Onu krizden kurtaran yalnız ‘öteki  dünyanın sözcüsü’ değil, 'bu dünyanın  sözcüsü’ Celal Bayar’dır. Celal Bayar:  “ Gel bakalım şair, tekrar bankaya girmek  ister misin? ” dedikten sonra, bir telefonla iş bağlanır: hemen hiç bir görevi olmayan  ‘teftiş heyetine’ atanmıştır. Maddî ve manevi, büyük bir rahata kavuşmuştur.  Oyunlar yazmaya başlar. ilk oyun ‘Tohum’, Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğinde sahnelenir, tutmaz. Ardından yazdığı 'Bir adam yaratmak’ olağanüstü  ilgi görür (1937). Celal Bayar’ın yardımı  yalnızca rahat bir iş bulmakla bitmez.  Onun önerisiyle ‘memleketin ihtiyacı olan bir fikir ve sanat dergisi çıkarmak İçin’  1600 lira ‘katkıda’ bulunur. Bu daha sonra sürdürülecek olan örtülü Ödeneklerin ilkidir. Ve Ağaç dergisi yayımlanır. Maddeci dünya görüşüne karşı ruhçu, mistik  dünya görüşünün savunulduğu bu dergide kimler yoktur ki: Ahmet Kutsi Tecer,  Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpnıar,  Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Eyüboğlu.. vd.. Dergi tutmaz, 17 sayı dayanır. Necip Fazıl tam bir  kötümserlik içindedir:
“ Bu memlekette ne  duygu ne düşünce vericisinden bir nisan var, ne de abasından.. Kaybedilen bir  (kosmos-dünya) arkasından kaos  hiçlik..” (a.g.e. s. 244). Ve artık arkadaşlarım da yitirmiştir. Arkadaşlarının çoğu  C H P ’ye  sırtını dayamış, kimi milletvekili. kimi milli şair ya da resmi sanat ve  politika savunucusudur. O, yine de, devlete bunca yakın olmasına karşın, tek parti diktatörlüğünün 'on yılda onbeş milyon  genç yarattık her yaştan’ gibi ucuz böbürlenmelerine tenezzül etmeyecek denli mistik ruhuna bağlıdır. Zamanını doldurmuş  bir yaşam biçiminde kendini bulmakta,  sık sık tekkesini ziyaret etmektedir. O tekkenin BabIali’deki sözcüsü durum undadır. Parolası şudur: "Ya ol. Ya öl” .  Bunca kararlılığına karşın hiç bir çevrede netçe tanımlanabilecek durumda değildir:
O yıllar İstiklal marşı üzerine bir tartışma başlar. CHP ideologları marşın yeniden yazılması taraftandırlar. Falih  Rıfkı, marşın yeniden yazılması için öneride bulunur. Nedp Fazıl, "milli marş denilen; ısmarlama ve adi kalıplardan  dökülü işleri sevmem" yanıtını verir.  Ama, teklif o kadar çekicidir ki (her şartı kabul edilecektir) yazar (Allahın seçtiği kurtulmuş millet / Güneşten başını  göklere yükselt). Şiir kabul edilmez, ilerde başlatacağı Büyük Doğu hareketinin marşı alarak kalır. Bankadaki görevinden ayrılarak Haşan Ali Yücel'in gayretiyle Ankara Yüksek Devlet Konservatuarı’na öğretmen  olarak atanır. Bir ayağı Ankara'da bir  ayağa İstanbul’dadır. Çok sürmez, Robert Kolej’e edebiyat öğretmeni olarak İstanbul’a yerleşir. Bu arada Son Telgraf  gazetesinde fıkra yazarlığını sürdürür. II,  Dünya Savaşı yıllarıdır, Sovyetlere karşı  Nazi Almanyası’nın azgın taraftarlarındandır. Politikanın doğrudan içindedir artık. Adı edebiyat çevrelerinde ‘sabır şair';  politika çevrelerinde, "kürsüye çıkınca nereye kadar varacağı belli olmayan tek adam "dır (H.Ali Yücel). Stratejisini de  belirlemiştir: "İlk modeli 1839 markalı  sahte inkılapların ürettiği mesnetsiz cemiyeti taş üstünde taş bırakmaksızın yıkma,  yerle bir etme davası..” (a.g.e. s. 297) İslami temelde bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi amacıyla Büyük Doğu dergisini  yayımlar (1943). ‘Allaha inanıyor musunuz? ’ gibi bir soruyla, o dönemin kimin  tokatı kimin ensesinde belli olmayan ortamına bir ayraç gibi girer. Derginin kadrosunda dönemin umut bağlanan gençleri  vardır: Faik Baysal, Özdemir Asaf, Fahri Erdinç, Salah Birsel, Emin Ülgener,  Oktay Akbal, Bedri Rahmi vd. Yazıların  hemen hepsinin denetimini Necip Fazıl  yapar. Ağaç dergisindeki şair mistisizmi,  Büyük Doğu’da politik Öneriler getiren bir dünya görüşüne dönüşmüştür, ilk sayısını koşturarak yetiştirmeye çalıştığı piri,  ‘hazret', artık öbür dünyaya göçmüştür.  Yalnızdır. Ya dergi, ya hocalık’ diyen  Hasan Ali Yücel’e ikirciksiz restini çeker,  ‘Büyük Doğu' der. Çevresinde Özellikle gençlerden oluşan güçlü bir örgütlenme yaratmış, hattâ anlara ünlü Tan gazetesi  baskınını ve kundaklamasını azmettirebilmiştir. Bir yıl sonra dergi Necip Fazıl’ın  askere alınmasıyla kapanır. .Askerden döner dönmez yeniden yayına başlar. Yeni yazı kadrosu daha çok akademik çevrelerdendir. "Bu ne tezat İslâmdan rahatsız olanlar da olmayanlar da, Büyük Doğu‘ya yazı verenlerin hiçbiri, nakışları ruhlarına mutabık şekilde, ideolojik bir  terkip halinde davaya bağlı değil ve sabır  şair, buna rağmen kakafoniye meydan  vermeksizin orkestrayı idare edebilmekte"  (Kendisi için söylüyor). Dergi 1947’de kapatılır ve N.Fazıl, 'milleti kanlı ihtilale  teşvik' suçuyla yargılanır. Yoksuldur, çaresizdir. Tam bu anda 400 liralık bir havale kağıdı alır. Gönderen: Başvekalet  hususi kalemi. Yani Fuat Bayramoğlu,  yani Recep Peker. Hemen ardından Ankara'ya gelmesi istenir. Gider, Recep Peker'den şöyle bir öneri alır: Sadece DP  aleyhinde cephe almak ve İslamiyeti fazla açığa vurmamak şartıyla yüzbin lira.  İddiasına göre, N.Fazıl, parayı elinin tersiyle iter. Aynı yıl karısı ve kendisi hapsedilir. Mahkumiyet gerekçesi, Rıza  Tevfik’in 'Ulu Hakan Abdülhâmit Han'dan özür dileyen şiirini yayımlamasıdır.  Hapisten çıkar çıkmaz Büyük Doğu Cemiyeti adı altında fikirlerini örgütlemeye  başlar. Yıl, 1950 olmuş ve DP iktidara  gelmiştir. ‘Doğuştan muvaza' bir partidir  ama, içinde esiri finansçısı Celal Bayar,  süt gibi temiz Adnan Menderes vardır.  Menderes’le tanıştırılır, Necip Fazıl’ı dikkatle dinler ve Büyük Doğu'yu günlük  olarak çıkarma önerisinde bulunur, örtülü ödenekten gereken yardım yapılacaktır, Yayın başlar ve Menderes  düşmanlarına karşı çetin bir savaş açılır. Bir taktik hata: mason locaları meselesi  de kurcalanmış, ‘zülfü yâre' dokunulmuştur. üstelik Samet Ağaoğlu’ndan azar işitir; ‘çok fena yaptın'. Ardından Ahmet  Emin Yalman, Malatya'da Büyük Doğu  taraftan bir ‘çocuk’ tarafından vurulunca Necip Fazıl içeri alınır. 27 Mayıs gelir ye toplam 100 yıla mahkum olur. Genel  basın affıyla kurtulur. Sonrası bilinen yıllar: MHP ajitatörlüğü, propagandistliği,  örgütçülüğü. Islami kanadın sözcüsü,   hatibidir ama, geçmişi ‘küfür’ dolu olduğu için tam benimsenmez, ölmeden önce  Erkekçe dergisinin sorduğu ‘Meramınızı  anlatabildiniz mi? " sorusuna: "Katiyyen  efendim, katiyyen” yanıtını verecektir. "Ne azap ne sitem bu yalnızlıktan /   Kime ne aşılmaz duvar bendedir.” Yalnız bir insan olarak öldü. Cenazesindeki binlerce kalabalığa ne demeli?
   Kendisine bir mit, bir sözcü, bir kahraman yaratmak isteyen, bunun sancılanın  çeken sağın örgütlediği kalabalığa mı?
  Necip Fazıl’a yaklaşamamış kalabalığa? ...!!
  Farklılığının bilincindeydi, müritlerine  kendi değerini yine kendisi öğretmeye çalıştı. Yanaymış gibi göründü ama, hiçbir zaman demokrasiden ve cumhuriyetten  yana olmadı. ‘Dava’sı uğruna yüzlerce  kez yargılandı: Türklüğe, Atatürk'e hakaret davaları, Ahmet Emin Yalman,  Menderes davaları vb. Bu davaların hepsinde savunmalarını parlak bir söyleve dönüştürebildi. Sokrates‘ten, Danton ’dan  vb örnekler verdi. Resmi çizgi dışına çıktığında Babıali, onu ne biçimde olursa olsun suçlu göstermek istiyordu. Babıali  ahlakçılarına şu ünlü yanıtı verdi:
"Benim yaptığım, bu ebediyet süvarilerinin büyük kervanına topal ayağıyla katılmış bir köpekçik rolüdür.
Fakat bu köpekçik rolü, o kadar üstün bir makamdır ki, onu çevrelemeye küfür yobazlarının beyninde müsamaha yoktur.
Fakat bilin ki, hakiki  mürşitlerin, benim gibi köpekçiklerle şirin kahramanlarınız arasında, hakiki  mürşitle hakiki köpek arasındaki fark vardır."
Turgut Uyar, O’nun edebi ve politik  kişiliğini şu sözlerle niteledi:
Kaynak: Edebiyat Dostları, AYLIK KÜLTÜR SANAT DERGİSİ, Yıl, 1, Sayı: 2, Haziran 1987
*******
“Allah Teâlâ kime hidayet ederse işte hidayete eren odur. Kimi saptırırsa artık onlar için Allah Teâlâ´dan başka asla yardımcılar bulamazsın. Onları kıyamet gününde körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzleri üzerine haşr ederiz. Onların varacakları yer, cehennemdir. Her ne zaman alev azalırsa, onlar için cehennem ateşini arttırırız.” (İsra, 97)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar