Print Friendly and PDF

ANDRE GIDE'İN ANILARI VE DÜŞÜNCELERİ İLE OSCAR WİLDE



….
Oscar Wilde beni bir yana çekti; damdan düşer gibi:
“Siz gözlerinizle dinliyorsunuz, dedi, onun için size bu hikâyeyi anlatacağım dedi.
“Narcisse ölünce tarlaların çiçekleri kahroldular ve ırmaktan ona ağlamak için su damlaları iste­diler. — Irmak onlara “Ah!” diye cevap verdi: “Bü­tün bu damlalarım gözyaşı olsa, benim bile Narcis­se'e ağlamama yetmez: Onu seviyordum! Tarlaların çiçekleri “Ah!” dediler. “Nareisse'i nasıl sevmez­din? O kadar güzeldi!”
— Irmak cevap verdi: O gü­zel miydi? Onu senden daha iyi kim bilecek? Her gün senin kıyılarına eğilmiş, senin sularına eğilmiş, senin sularında kendi güzelliğini seyrediyordu....” Wilde buraya gelince bir an duruyordu:
Onu ben severdim; diye cevap verdi ırmak, çünkü benim sularıma eğildiği vakit, onun gözlerin­de kendi sularımın gölgesini görürdüm!”
Sonra tuhaf bir kahkaha ile kurularak ekliyor­du:
         İşte bu hikâyenin adı: “Öğrenci”dir. Kapısı önüne gelmiştik,   ayrıldık. Wilde beni gene görüşmeye çağırdı. O yıl ve ertesi yıl onu birçok kez ve her yerde gördüm.
Önce de söylemiştim; Wilde başkaları yanında, şaşırtmak, eğlendirmek gerekince de, kızdırmak
için yüzüne bir maske takardı. Hiç dinlemez ve kendisinin olmayan düşüncelere de aldırmazdı. Tek olarak parlamazsa, silinirdi. O zaman, onu yalnızken bulmak mümkündü.                                                    
Ama yalnız kalınca başlardı:
         “Dündenberi ne yaptınız?”
O zamanlar yaşayışım hiç aksamadan akıp geçtiği için, anlatacağım şeyin, onu saracak hiç bir yeri olamazdı. Olup biten şeyleri sayıp dökerken bir yan­dan da Wilde'in kaşlarının çatıldığını görürdüm.
         Sahi yaptıklarınız bu kadarcık mı?
               “Evet!” diye cevap verirdim.
               Söyledikleriniz de hep doğru mu?
               Evet, doğru...
               Öyle ise bunları ne diye sayıp dökmeli? Pekiyi görüyorsunuz: Bunların saran hiçbir yeri yok.
               Biliniz ki iki dünya vardır: Söz açılmadan var olan dünya: Buna reel dünya derler, çünkü onu görmek için konuşmağa lüzum yoktur. Öteki de sa­nat âlemi! Söz açılması gereken bu âlemdir; çünkü söz açılmazsa var olamaz.
“Geçmiş zaman içinde; köyünde masal söyledi­ği için sevilen bir adam vardı. Her sabah köyden çı­kardı ve akşam köyüne dönünce, köyün işçileri, bü­tün gün yorulduktan sonra, hepsi onun yanına top­lanır ve derlerdi: Haydi anlat! Bugün ne gördün?
O anlatırdı:
               Ormanda kaval çalan ve küçük Sylvain'leri halka yaparak oynatan bir Faune gördüm.
               Anlat! Daha ne gördün? derlerdi.
               Deniz kıyısına vardığım vakit, dalgaların kırıldığı yerde, yeşil saçlarını altın tarakla tarayan üç Sirene gördüm!
               Ve herkes onu severdi; çünkü onlara masal­lar söylerdi.
“Bir sabah, her sabahki gibi köyünden çıktı. Ama deniz kıyısına gelince birden üç Sirene gördü; denizin kıyısında ve yeşil saçlarını altın tarakla ta­rayan üç Sirene!.. Gezinmesini uzattığı için ormana yaklaşınca kaval çalarak Sylvain'leri halka yapıp oynatan, bir Faune gördü... O akşam köyüne vardığı zaman kendisine her akşamki gibi: Haydi! Anlat! Ne gördün? diye sorulunca cevap verdi:
         Hiç bir şey görmedim!..
Wilde burada biraz duruyor ve hikâyenin içime sinmesini bekliyor, sonra arkasını getiriyordu:
         “Sizin dudaklarınızı sevmiyorum. Bu dudaklar asla yalan söylememiş insanların dudakları gibi doğru. Dudaklarınızın eski Yunandaki maske du­dakları gibi güzel ve büyük olması için size yalan söylemeyi öğreteceğim.”
“Sanat eserini ve tabiat eserini meydana geti­ren nedir ve aralarındaki ayrılıklar nedir biliyor musunuz? Zira nergis çiçeği de nihayet bir sanat eseri kadar güzeldir.
— Onları ayıran şey güzelik olamaz. Onları ayıran nedir biliyor musunuz?
Sanat ese­ri her zaman “BİR TEK”tir. Asla  süren bir şey doğur­mayan tabiat, yaptığı kaybolmasın diye yapısını telâfi eder durur. Birçok nergis çiçeği vardır. İşte bu yüzden her biri ancak bir gün yaşayabilir. Tabiat bir şey yarattı mı biteviye onu yapar. Bir deniz aygırı bilir ki başka denizde kendisinin benzeri başka bir deniz aygırı vardır. Allah bir Neron'u, bir Borgia'yı, bir Napolyon’u yarattığı zaman, başka birini bir köşeye kor. O bilinmez, önemi yoktur. Önemli olan birinin başarılı olmasıdır Çünkü Allah adamı yaratır ve adam da sanat eserini yaratır.
“Evet, biliyorum... Bir gün dünya yüzünde san­ki tabiat “BİR TEK”, gerçekten bir tek şey yaratacakmış gibi bir sıkıntı oldu.
— Ve Hz. İsâ aleyhisselâm dünyaya geldi Evet, iyi biliyorum... Ama dinleyiniz:
“Râmullah'lı Yusuf Hz. İsâ aleyhisselâmın can verdiği Golgota tepesinden indiği akşam, beyaz bir taşın üzerine oturmuş, ağlayan bir delikanlı gördü. Ona yaklaştı ve dedi:
                Tasanın ne kadar büyük olduğunu biliyo­rum. Elbette bu adam doğru bir adamdı Delikanlı ona cevap verdi:
                Ah, onun için ağlamıyorum. Ağlıyorum, çünkü ben de mucizeler yaptım, Ben de körlerin göz­lerini açtım, ben de inmelileri iyi ettim ve ölüleri di­rilttim. Ben de yemişsiz incir ağacını kuruttum, su­yu şaraba çevirdim... Ve insanlar beni Çarmıha ger­mediler.”
Böylece Oscar Wilde'ın sembolik rolüne inanmış bulunduğunu birçok kereler görmüş oldum.
Dinsiz Wilde'ı İncil rahatsız ediyor, kaygılarla kıvrandırıyordu. Hz. İsâ aleyhisselâmın mucizelerini affedemiyordu. Dinsizin mucizesi sanat eseridir: Hıristiyanlık ise onu aşıyordu. Sanattaki her kuvvetli Irrealisme ha­yatta imanlı bir Realisme'i icap ettirir.
Onun en dâhice akınları, çekinilecek alayları, iki ahlâkı, yeni puta tapan Naturalisme ile Hıristi­yan İdealisme'ini karşılattırmak ve sonuncusunu her mânadan boşaltmak içindi.
“Hz. İsâ aleyhisselâm; Nasıra'ya döndüğü vakit; diye anlatı­yordu; Nasıra, o kadar değişmiş idi ki kendi mem­leketini tanıyamadı. Koynunda yaşadığı Nasıra haykırışlar ve gözyaşları ile dolu idi. Hâlbuki bu şe­hir kahkahalarla dolup taşıyordu. Ve Hz. İsâ aleyhisselâm şehre gi­rince bir sürü çiçek taşıyan; mermerden bir evin, mermerden merdivenlerine doğru koşan köleler gör­dü. Hz. İsâ aleyhisselâm eve girdi; donuk akik renginde bir salonun dibinde kızıl atlastan bir yatağa uzanmış ve çözük saçları kırmızı güllere karışmış, dudakları şaraptan kırmızılaşmış bir adam gördü. Hz. İsâ aleyhisselâm ona sokuldu; omuzunu tuttu ve dedi:
                Niye bu hayatı sürüyorsun? Adam döndü, onu tanıdı ve dedi:
               Ben cüzamlı idim, beni iyi ettin. Şimdi nasıl başka türlü yaşayabilirim?
“Hz. İsâ aleyhisselâm bu evden çıktı ve sokakta, yüzünü boyamış, elbisesi işlemeli, ayakkabıları incilerle süslü bir ka­dına rastladı. Bu kadının arkasından elbisesi iki renkli ve av peşinden gider gibi yavaş yavaş yürü­yen bir adam geliyordu. Kadının yüzü bir Tanrıça yüzü kadar güzel olduğu gibi, delikanlının gözleri de isteklerle parlıyordu. Hz. İsâ aleyhisselâm bu adama yaklaştı, omuzunu tuttu ve dedi:
               Niye bu kadını kovalıyorsun ve ona böyle bakıyorsun? Adam döndü, onu tanıdı ve cevap verdi:
               Ben kördüm, beni iyi ettin. Şimdi başka neye bakabilirim?
Ve Hz. İsâ aleyhisselâm kadına sokuldu:
Tuttuğun bu yol, de­di, suç yoludur. Niye bu yoldan gidiyorsun? Kadın onu tanıdı ve gülerek dedi:
         Tuttuğum yol zevklidir ve sen benim bütün suçlarımı affettin!...
“O zaman Hz. İsâ aleyhisselâm, yüreğinin yas ile dolduğunu sez­di ve bu şehri bırakıp gitmek istedi, Fakat çıkarken, şehrin hendekleri kenarında ağlayan bir genç adam gördü; ona yaklaştı. Saçlarının kıvırcıklarını tutarak:
         Dostum, niye ağlıyorsun? dedi.
“Genç adam gözlerini kaldırdı; onu tanıdı ve cevap verdi:
         Ben ölmüştüm, sen beni yeniden dirilttin, şimdi hayatımda ağlamaktan başka ne yapabilirim?
****
Başka bir gün Wilde:
—”Size bir sır söyleyeyim mi?” diye başlıyordu. Heredia'nın evindeydik. Kala­balık salonun ortasında beni bir yana çekmişti.
— “Bir sır... ama bunu kimseye söylemeyeceğinize söz veriniz!...
Biliyor musunuz Hz. İsâ aleyhisselâm annesini niye sevmiyordu?”
Bu söz, kulağıma yavaş sesle, nerede ise utançla söylenmişti. Wilde burada küçük bir durak yapıyor, kolumu yakalıyor, geriye çekiliyor; sonra kahkaha­larını koyuvererek birdenbire:
         “Çünkü kız oğlan kızdı!” diyordu. Ruhun ayağını dolaştıracak olan en garip hikâ­yelerinden birisini daha anlatmama göz yumulsun ve Wilde'in kafasından pek az yaratılmışa benzeyen gelişmeyi de anlayabilen anlasın.
****
“... Sonra Allah Teâlâ'nın Adalet Evi'nde büyük bir sessizlik oldu.
                Suçlunun ruhu Allah'ın önünde çırçıplak ilerledi. Ve Allah suçlunun ömür defterini açtı:
                Elbette senin yaşayışın çok kötüydü: Sen..(Bunun arkasından eşsiz suçların sıralanması geli­yordu.) Bütün bunları yaptığın için seni Cehenneme göndereceğim.
                 Beni Cehenneme göndermezsin!
                 Seni niye Cehenneme gönderemiyeyim?
                 ÇÜNKÜ BEN BÜTÜN ÖMRÜMCE ORADA YAŞADIM. BUNUN ÜZERİNE ALLAH'IN ADALET   EVİNDE  BÜYÜK BİR SESSİZLİK OLDU.
                Peki, mademki seni Cehenneme gönderemiyorum, o halde Cennete göndereceğim.
                 Beni Cennete gönderemezsin!
                 Seni niye Cennete gönderemiyeyim?
                 Çünkü onu hiç gözümün önüne getiremedim! Ve Allah’ın Adalet Evi’ne büyük bir sessizlik indi.
***                                                  
Bir sabah Wilde, “düşüncelerini daha iyi gizle­mek üzere güzel hikâyeler yarattığı” için kendisini “kutlayan, oldukça kalın kafalı bir eleştirmecinin ya­zısını okumak üzere bana gazeteyi uzattı... “Sanıyorlar ki, diyordu, her düşünce çıplak doğar”. Hikâyeden başka türlü düşünensiyeceğime akıl erdiremiyorlar. Heykelci düşüncesini mermere geçirmeyi aramaz; doğrudan doğruya mermerde, dü­şünür. “Ancak tunçta düşünebilen bir adam” vardı. Bir gün bu adamın içine “Bir ân süren zevk”in heykeli­ni yapmak isteği doğdu. Tunç aramak için yola düş­tü, bütün dünyayı dolaştı. Çünkü o, yalnız tunçla ve tunçta düşünebiliyordu.”Ama dünyanın tuncu bitmişti.
—Bütün bir hayat süren ıstırap— heykelinin tuncundan başka tunç bulmak mümkün olmadı. Oysaki bu heykeli, o, kendi elleriyle yapmış ve hayatta biricik sevdiği varlığın kabri üstüne dik­mişti. En çok sevdiği bu gömülü varlığın kabri üze­rine, bu heykeli, ölmeyen insan sevgisine bir işaret ve uzayıp giden insan ıstırabına bir sembol olsun diye dikmişti. İmdi bütün dünyada bu heykelinin tuncundan başka tunç yoktu. Adam düşüncesini söyleyemezse çıldıracağını anladı.
“Ve bu ıstırap heykelini —Bütün bir hayat sü­ren ıztırap— heykelini kırdı, eritti ve onunla zevkin, —Bir an süren zevkin heykelini yaptı.”
****
Wilde sanatçının kaderine ve düşüncesinin in­sandan kuvvetli olduğuna inanıyordu.
— “İki türlü: sanatçı vardır, diyordu, cevap getirenler ve soru so­ranlar. Sanatçı cevap verenlerden mi, soru soranlar­dan mı olduğunu bilmelidir. Zira soran asla cevap veren değildir. Bekleyen ve uzun zaman anlaşılmayan eserler vardır. Bunlar henüz ortaya atılmayan sorulara cevap getirenlerdir.   Çünkü soru cevaptan çok kez korkunç biçimde geç gelir”. Ve daha ekliyordu:
—”RUH GÖVDEDE İHTİYAR OLARAK DOĞAR; GÖVDE RUHU GENÇLEŞTİRMEK İÇİN İHTİYARLAR. EFLÂTUN SOKRAT'IN GENÇLİĞİDİR..” ,
Bundan sonra üç yıl onu görmedim.
Burada acı hâtıralar başlıyor.
Wilde'in başarılarıyla birlikte! (Londra'da üç tiyatroda birden eserleri oynamaktaydı) bazılarını gülümseterek öfkelendiren, bazılarını henüz öfkelendirmeyen, ona kötü âdetler yüklemekte olan, sonu gelmeyen bir dedikodu da yayılıp büyüyordu. Aslında bu âdetleri az sakladığı, aksine olarak yaydığı ileri sürülüyordu. Kimisi bu hareketleri cesaretle, kimisi eynisme ile kimisi de yapmacık olarak yaptığını söylüyorlardı.)(Bu dedikoduları şaşırarak dinliyor­dum. Wilde ile tanışalıdan beri, o, beni hiç, hiç bir şüpheye düşürmemişti. Ama, ölçülü davranarak bir­çok eski arkadaşları ondan kaçıyorlardı. Onu açıkça tanımazlıktan geliyorlar, ona rastlamayı da istemi­yorlardı.
Beklenmeyen bir karşılaşma yeniden yollarımı­zı birleştirdi. 1895'in kasımındaydı. Tasalı bir gö­nül beni uzaklara gitmeye sürüklüyordu. Yerlerin yeniliğinden çok, yalnızlık arıyordum. Havalar çok kötüydü. Cezayir'den Blidah'ya kaçmıştım. Blidah'­yı bırakıp Biskra'ya gitmeğe hazırlanıyordum Otel­den çıkacağım sırada işsizlikten gelen bir merakla yolcu adlarının yazılı olduğu kara tahtaya baktım, ne göreyim? Adımın yanında —işin tuhafı— Wilde'in adı... Yalnızlığa susamış olduğumu söylemiştim: süngeri aldım, adımı sildim.
Daha istasyona varmadan, bu yaptığım işte bi­raz alçaklık gizli olup olmadığından emin değildim, hemen geriye dönerek, bavullarımı yukarıya çıkart­tım ve adımı tahtaya yazdım.
Kendisini görmediğim üç yıldan beri (Çünkü bir yıl önce Floransa'da ufak bir karşılaşmayı görüşmek sayamam) Wilde elbette değişmişti. Bakışlarında daha az yumuşaklık, gülüşünde tuhaf bir kısıklık ve sevincinde zorakilik vardı. Yaranmak, sevilmek için hem kendisine güveniyor, hem de buna varmaya az hevesli görünüyordu. Sertleşmiş, irileşmişi, küstah­lığı artmış gibiydi. Ve artık hikâye anlatmaz olmuş­tu. Kendisi için kaldığım bu bir kaç gün içinde Wilde'den en ufak bir hikâye söküp alamadım.
İlkin onu Cezayir'de gördüğüme şaşırıyordum:
— “Ha... Çünkü dedi; şimdi sanat eserinden ka­çıyorum Yalnız güneşe tapmak istiyorum... Seziyor musunuz ki güneş düşünceden iğreniyor; güneş dü­şünceyi biteviye kovuyor ve onu gölgelere sığınmağa zorluyor.
Güneşe tapmak, ah! Yaşamaya tapmaktı. Wilde'ın lirik tapınması azgın ve korkunç oluyordu. Bir kader onu çeviriyordu. Ondan kurtulamıyor ve kur­tulmak istemiyordu. Bütün dikkatini, faziletini, ta­lihini şiddetlendirmeğe ve kendi kendini kızıştırma­ya harcıyor gibiydi. Zevklere ödeve koşar gibi koşu­yordu. “Benim vazifem, olabildiği kadar çılgınca eğ­lenmektir.” diyordu. Sonraları Nietzsche beni daha az şaşırtmıştı, çünkü daha önce Wilde'in:
         “Mutluluk değil! Mutluluk değil, zevk! Her zaman zevkin en trajiğini istemeli...” dediğini duy­muştum.
Cezayir sokaklarında, önünden, arkasından gi­den ya da dört yanını kuşatmış bir sürü aylaklarla dolaşıyordu; her biriyle ayrı ayrı konuşuyor, hepsi­ne sevinçle bakıyor ve parolasını onlara dağıtıp sa­vuruyordu.
               Bana “Bu şehri iyice baştan çıkardığımı sa­nırım!” diyordu. Flaubert'e, en çok dilediği ün hangisidir, diye sorulduğu vakit söylediği espiriyi ha­tırlıyorum.
                “Ahlâk bozanlık ünü!”
Bütün bu şeylerin karşısında şaşkınlık, imren­me ve korku ile donup kalıyordum. Sarsılan duru­munu, ona karşı beslenen kinleri, saldırışları, atıl­gan sevincinin altında nasıl kara' bir tasa gizlediği­ni biliyordum. Londra'ya dönmekten söz açıyordu; Marquis de Queensbury ona küfrediyor, meydan okuyor ve onu kaçmakla suçlandırıyordu.
— Peki İngiltere'ye dönerseniz ne olacak? di­ye sordum. Göze aldığınız tehlikeyi biliyor musunuz?
İnsan kendisini bekleyen tehlikeyi asla bilmemelidir... Dostlarım çok tuhaf; bana ölçüden bahsediyorlar. Ölçü! Ama benim ölçüm olabilir mi? Bu, gerilemek olur. Olabildiği kadar ileri gitmem ge­rek... Daha ileri gidemem... Mutlaka bir şey olmalı!.. Başka bir şey...”
Wilde ertesi gün gemiye bindi. Hikâyenin gerisi belli. Bu "Başka şey" Hard labour oldu' [1]

Kaynak:
Burhan TOPRAK, Oscar Wilde HayatıEssiz Hikâyeleri Ve Cezaevi Anıları, İstanbul, 1967,
 s.10-23



[1] Anlattığım son fıkraları ne düzdüm, ne de bir yanını değiştirdim; Wilde'in sözleri ezberimde, daha doğrusu kulağımdadır. İlkin, Wilde'ın kendi önünde gerçekten cezaevini dikilmiş olarak gördüğünü ileri sürmüyorum. Ama birdenbire Oscar Wilde'ı dâvacılıktan suçlu yerine düşüren ve Londra'yı şaşkınlıklar işinde bırakıp, altüst eden, hiç beklenilmeyen olayın kendisine büyük bir şaşkınlık vermediğine inanıyorum. Onu artık sadece bir maskara, bir hokkabaz saymak isteyen gazeteler, onun savunmasındaki durumu, her türlü mânayı silecek kadar, keyiflerine göre değiştirdiler. Belki ileride bir gün bu korkunç dâvayı iğrenç çamurunun altından çıkarmak yerinde bir şey olacaktır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar