ANIT ADAM OSMAN NEVRES-(Hasan Tahsin)
hzl.
Zeynel KOZANOĞLU
http://tr.wikipedia.org/wiki/Hasan_Tahsin
Yarım asır önce Sorbonne
Üniversitesini bitirmiş bir Türk gazetecisi, başlıbaşına örnek olur, büst olur,
bir Basın kuruluşumuz merkezinin şeref köşesinde bulunur.
Ama bu gazeteci, aynı
zamanda Milleti için kalemini ateşe dönüştürmesini ve sonra o ateş ardından
kendisini de yakarak millî mücadelenin ilk ışığı olmasını bilirse, yarım asır
sonra dahi gölgelenmiş anılardan fırlar, kapatılmış kitaplardan çıkar,
memlekete taşar gelir; bugünün ve yarının nesillerine, bir biiyiik meydandan
tunçlaşmış şuur olarak bakar
Bir kahramanı anlatmak,
hele bu kahraman, hücresinin penceresine konmuş serçeleri avuçlarında beslerken
gözyaşlarını tutamayacak kadar duygulu Hasan Tahsin Recep, daha doğrusu Osman
Nevres olursa, çok daha zordur.
15 Mayıs 1919 günü,
İzmir’de Yunan bayraktarına açtığı ateş o anda bir tesadüfün veya galeyanın
değil, o güne kadar millî bilincinin ifadesi, sayısız kahramanlıklarının canı
ile düğümlenen son halkası idi.
Bu ateş, o ânın şahidi
ve şimdi hayatta bulunan bazı Sayın Muharip Gazilerimize ve çeşitli eser ve
makalelere göre tabanca, tüfek veya bomba!
Tabiî
birşeyi değiştirmiyor bu Hepsinin de birleştiği gerçek aynı. O da Hasan
Tahsin’in, öne atılarak şehid edileceğini bildiği halde Yunan Bayrağını ve
Bayraktarını yere yıkıp millî mücadeleyi başlattığıdır.
Eserin tetkikinde
görülecektir ki, Cumhuriyetin 50. yılında tartışmasını yapıp halle çalıştığımız
millî sorunlarımız, tam 53 yıl önce bu büyük vatanseverin yüreğini yakan bir
kordu.
O, bütün vatandaşları
tarihine, milliyetine, hak ve hürriyetlerine sahip, refah içinde bir Türkiye
istiyordu. ”Alt tabaka” dediği köylünün, işçinin eğitilip hayat
şartlarının yükseltilmesinden yana idi. ”Alt tabaka, Devlet denilen binanın
temel ve esasıdır. Onları düşünen bir Hükümet kendisini de düşünmüş olur”, diyordu.
Nitekim bugün bütün
Siyasî Partilerimiz önce onların oylarını almaya çalışıyorlar.
Bir acı gerçek var.
Türkiye’de daima Komünist veya Bolşevik, yeraltında, millî bütünlüğü
parçalamak, kardeşi kardeşe kırdırmak plânını yapar ve bunu çeşitli şekilde
uygulamaya kalkarken, Türk bayrağını, Türk vatanını ve milletini kurtarmak için
ortaya atılanlar, zaman olmuş bir ihanet şebekesi tarafından Bolşevik
ithamından kurtulamamışlardır.
Mondros mütarekesinden
sonra İzmir’de, millî çıkarları savunmak ve muhtemel bir istilâya karşı,
silâhla karşı koymak üzere o zamanki Eşraf ve Aydınlar ”İzmir Müdafaai
Hukuku Osmaniye Cemiyeti” adı altında birleştikleri zaman, İstanbul
Hükümetinin sadık adamı Vali İzzet Bey, kendilerini ”İttihatçılık ve
Bolşeviklik’le” Saraya Jurnal ediyordu.
Ali Kemal ve benzerleri,
Vatanı kurtarmaya kalktığı gün Mustafa Kemal Atatürk için dahi, Vali İzzet gibi
konuşup yazmamışlar mıydı?
İstiklâl savaşımızın
muzaffer Kumandanlarından rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak’ın ömrünün son
yıllarında komünistlikle suçlandığı zamanlar ise pek uzaklarda değildir.
Otuz yıllık hayatında
hep vatanı, milleti ve milliyeti için mücadele etmiş, silâhını vatandaşına
değil, vatandaşına siper olarak onun düşmanına karşı kullanmış, sonunda da
şehadeti ile tarihin altın sayfalarına geçmiş Hasan Tahsin Recep’e de böylesine
bir pay ayırmak isteyenler olmuştur.
İşte Kozanoğlu
arkadaşımızın başarılı araştırmalar sonucu meydana getirdiği bu eseri tetkik
edenler, herşeyden önce buna esef edecek, Osman Nevres’in, şimdiye kadar çoğu
kısmı söylentilerde kalmış büyük şahsiyetini apaydınlık görerek onun nasıl bir
"Anıt Adam” olduğunu anlayacaklardır.
Aynı zamanda bu eser O
nun, İzmir’de Şehit düştüğü Konak meydanına dikilecek Anıtının fikrî temelini
teşkil edecek, bir araya getirilen pek çok tarihî belge ve bugüne değin hiçbir
yerde yayınlanmamış fotoğraflarıyla bellibaşlı kaynak olacaktır.
Yarım asır sonra da olsa
bu kahraman ve şehid gazetecinin anıtının dikilmesi teşebbüsü, İzmir
Gazeteciler Cemiyetinden gelmiştir. Fakat eserin tamamlanması açılan kampanyaya
katkılarla mümkün olabilecekti. Çok mutluyuz ki, ilk gün olduğu gibi elli yıl
sonra da Osman Nevres yalnız bırakılmamıştır.
SABRİ
SÜPHANDAĞLI
İzmir :
27 Kasım 1972
Hasan Tahsin Recep
Evet...
Ey nasiye-ı gurur ve haşmetinde altı yüz senelik bir tarihin hatıra-i celâdet
ve hamasetini taşıyan Türkler!... Osmanlığulları !...
Fatihleri,
Yavuzları, Süleymanları yetiştirmekle tarihlerin ölgün sahifelerini canlandıran
asar ve edvarı maziyenin afakı devri duruna, eklili şan ü şeref konduran asil
Kayıhanlıların temiz kanlı, pek alınlı evlâtları!...
Bugün,
hak ve adalet diye bağıran bir kuvvet, bugün beşeriyet, insaniyet diye haykıran
bir kudret, ki onlar galibiz diyorlar, o galipler ki, bedbaht memleketimizi ve
elemlerimizi uyutmak için muhafaza ettiğimiz sükûtu, aczi mutlak bilerek gururu
millimizi tahkir, namus ve mevcudiyetimizi tezyif ve tezlil eden müstekreh,
muhteris emellerin maateessüf şahidi bulunuyorlar.
O
hayalperestler ihtirası ki, senin dinini, imanını yırtmak, parçalamak için
Allah’ın, Büyük Rabbin kadar taptığın memleketini, o ecdadının şecaatleriyle
omuzlarında taşıdıkları hilâlin azameti karşısında dünyaları hüsran eden ecdadının
kemiklerini ihtiva eden topraklarım, şerefli yuvam, senin ihtimamkâr şefik
ellerinden alarak gaspederek kendi muhteris, canî ellerinde kanatmak, ezmek;
İslâmlığı, Türklüğü öldürmek için hilâlin o İlâhi lâlgün rengini, ateşini
söndürmek, karartmak için yırtıcı menfur mefkureler taşıyan ma’dum Rus
Çarlığının nameşru mevlûdesi olan o Yunanlılar ki, sevimli İzmir’imizi
kendilerine peşkeş çekiyorlar.
Peşkeş
çekiyorlar da, üç yüz milyon İslâmın dünyaları kızıl kanlarla boyamaya kaadir
bir kuvvetin mevcudiyeti kahiranesini unutuyorlar, istihfaf ediyorlar.
İstanbul’un, İslâmlığın aguşu ihtiramında taşıdığı mabetlerine çanlar, salip
çelenkler ihzar ediyorlar.
O
herşeyden yüksek zannettikleri asrın ufak bir tebessümünü, gurur ve sermesti
ile bizi namusumuzdan, mukaddesatımızdan mahrum bırakmak sevdasında bulunan o
Yunanlılar ki, uhuvveti beşeriyeden ziyade, kendi hasis ve aç gözlü menfaatleri
uğruna karıştıkları harpte yükseltemedikleri süngülerinde riya ile, melanetle
sırıtan mevcudiyetleri karşısında Halifeyi İstanbul’dan, o bütün cibilliyeti
ahlâkiyesiyle ve henüz kâinatın enzarı meftuniyetini kazanan Muhammedileri
mutaf kılıp ve ihtiramında, payi tahtıntından Konya’nın ıssız, izbe sahralarına
kovmak istiyorlar...
Hüsran ve
yedd-i bahtına ağlayan bizleri sürmek, ademin bi-payan derinliklerine,
çirkâbelerine yuvarlamak arzu ediyorlar.
Uyan, ey
Türk oğlu, uyan!...
Ey
medeniyeti ilâhiyeye mutekit, İslâmhğın ateşin hararetiyle kalbi, ruhu pür
heyecan olan Müslüman Türk, uyan!...
Sana
suikast ediyorlar. Seni, meskeninden, mabedinden, mabudundan, harimi ailen ve
namusundan cüda düşürmek, senin muazzazatınla adî oyuncaklar gibi oynamak
istiyorlar.
O hâlâ
üçyüz yirmi sekizdenberi üzerinde masum kanlarının cereyanı kesilmeyen
süngüleriyle, o hâlâ tarrakalarında yetim ve öksüz, yavrusuz kalan kimsesiz
validelerin, alil ihtiyarların aksi ızdırabatı dalgalanan toplarıyle
geleceklermiş, tereddüt etmiyoruz, gelsinler... Hatta, masum Türk’e kasdı olan
bütün dünya gelsin. Süngüleriyle esasen kanayan kalplerimizi deşsinler... Velveledar
toplarıyla evlerimizi, kuvvetlerimizi yıksınlar. Taraç ve tarumar etsinler.
O Yunan
gelsin. Saf ve bakir limanlarımıza, kudret ve kuvvetiyle ithale muvaffak
olamadıkları teknelerinde o zulmü, adaveti ebediyeyi, husumeti ezeliyeyi temsil
eden mavibeyaz bayraklarını dalgalandırsınlar, gelsinler.
Silâhlarımızı
toplasınlar. Evlâtlarına silâh tevzi etsinler. Benliğimizi parçalasınlar.
Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor.
Kalbinin, ruhunun, müslümanlığının, Peygamberinin telkin ettiği ilhamat ile
yaşıyor.
Ve burayı
Yunan’a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta,
süngülerimiz, silâhlarımız olmasa bile... Asî ruhumuzla, coşkun kanlarımızla,
hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa
edeceğiz.
Ne kadar
zehirli olurlarsa olsunlar, o dişlerle cingiz-i maneviyatla kuvvetlenen
dişlerimizle kalplerini parçalayacağız. Namusumuzu, gururumuzu, ailelerimizin,
yavrularımızın kadınlarımızın iffeti hayatiyetlerini kurtaracak, muhafaza
edeceğiz...
Yoksa, bu
şirin diyarları, kendi hayatımız, şehamet ve satveti tarihiyemiz namına ecdada
bir cemilei şükran olmak üzere yakacağız, yıkacağız, kıracağız. Bu ülkelerin
sema ve ufuklarına kendi masum kanlarımızla renk vereceğiz, boyayacağız.
O zaman
Yunan gelsin, ondokuzuncu asnn türedi çerikotları Avrupa’nın telkin ettiği
binayı medeniyeti korusun, Asillerin, hayâlı kahramanlarını, Homer’in efsanevî
şiirlerini, teranelerini kan pıhtıları arasında ihya etsin...
Hayır,
hayır... Meyus olmayalım... Biz ölmedik, yaşıyoruz. Henüz damarlarımızda
İzmir’imiz, Halifemiz, Hakanımız, Payi tahtımız için akıtacak kanlarımız var.
Bu memlekete göz diken kuvvetleri yakacak, eritecek hararetimiz pek, hem de pek
mebzul... Yalnız, bunu da unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavi
beyaz kucağında salibi taşıyan Yunanlılığın canavar hakimiyeti altında
yaşatacak tek hemşiresi, tek bir validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ancak,
evet ancak hilâlin al gölgeleri altında Hakanıyle, Payi tahtı ile, İzmir’i ile
yaşayacak bir Türklük vardır. Ve illâ Avrupa Neron gibi bir şair olmak
istiyorsa, bizler de kendi ellerimiz, kendi varlıklarımızla binalarımızı,
topraklarımızı cayır cayır yakar, kızıl alevlerle halclendirir ve beşeriyetin
vicdanına Roma’nın ihtirakından feci bir sahnei şiir ve hayâl ibda etmekte
gecikmeyiz... Çünkü tarihimiz var. Çünkü bizi tel’ın edecek ecdadın ruhu
ahfadın feryadı var. Çünkü her şeyden üstün namusumuz var...
(Tahsin
Recep)
”Bayrakları
bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır..."
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır..."
Hasan
Tahsin Recep Bey... "türkün ateşle imtihan edildiği” bir kara günde, ateşe
gözünü kırpmadan atılan türk...
Hasan
Tahsin Recep Bey... ”her şeyden üstün namusumuz var” diyerek vatanın
düşman çizmesi altında çiğnenmesine katlanamayan büyük yurtsever...
Ve hasan
Tahsin Recep Bey... Milli mücadelenin ilk altın kurşununu müstevlinin
bayraktarına sıkan gazeteci...
Büyük
direniş bu ilk kurşunla başladı... Kurtuluş kavgasına koşacak olanları, onun
tabancasından çıkan kurşun uyardı, uyandırdı...
Türk
gazetecisinin kaleminin yetmediği yerde silâhına sarılması gerektiği gerçeğini
bize size, onlara... Hasan Tahsin Recep Bey gösterdi...
Büyük
şehidin aziz hatırası önünde biraz daha eğilelim... Onun için ne yapsak azdır
★
Hasan
Tahsin Recep Bey, ateşli bir ”Genç Türk” tü... Hasan Tahsin Recep Bey,
Balkanlarda, Türklük aleyhinde çalışan iki İngiliz’i vurmak üzere İstanbul’dan
Bükreş’e kadar giden bir Türk vatanseveriydi...
Yine,
Hasan Tahsin Recep Bey, İsviçre’de Türklüğü küçük düşüren bir film gösteriliyor
diye, perdeyi kurşun yağmuruna tutacak ve sinemanın altını üstüne getirecek
”gözü kara”lıkta bir yiğit idi.
Yunanlıların
İzmir’e çıkacağı söz konusu edildiği günlerde, işgalden tam üç ay önce, ”Biz
ölmedik, yaşıyoruz. Henüz damarlarımızda İzmir’imiz için akıtacak kanlarımız
var” dememiş miydi ?
"İzmir’i
Yunana vermek isteyecek kuvvetlerle paylaşacak kozumuz var. Hatta
süngülerimiz, silâhlarımız olmasa bile Asî ruhumuzla, coşkun kanlarımızla,
hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafâa
edeceğiz.” diye
haykırmamış mıydı?
Bu
yaradılışta olan bir Hasan Tahsin Recep Bey, Yunanlılar İzmir’e çıkarken, elbet
eli kolu bağlı duramazdı.
Biliyordu
ki, kurtuluşumuz için bir kıvılcıma ihtiyaç vardı. İlk kıvılcımı o yarattı.
İstiklâle giden yolu, o açtı. Öldü ama, ebediyen yaşamak gibi bir mertebeye
ulaşarak öldü...
NEDEN
AÇIĞA VURAMADIK ..
Cumhuriyetimizin
ilk yıllarında, yakın tarihimizde cereyan etmiş bir takım olayların ve
yürütülmüş faaliyetlerin açığa vurulması ve tartışılması sakıncalı görülmüştü.
İşte, bu
sakıncalı durumdur ki, bugün diğer bazı memleket çocukları gibi, asıl adı Osman
Nevres olan Gazeteci Tahsin Recep Bey’in de şahsiyetinin ve değerinin tam
manâsiyle ortaya çıkarılamaması sonucunu doğurmuştur.
O
yıllarda, İngilizlerle ilişkilerimizi düzeltmek zorundaydık. Teşkilâtı
Mahsusa’nın, (*) Nevres Recep Bey eliyle Avam kamarasını dinamitlemeye
hazırlandığını elbet açığa vuramazdık. Tıpkı, onun gibi, dünya milletlerine,
Yunanlıların İzmir’e çıkarken bir zulüm makinası gibi davrandıkları gerçeğini
kabul ettirebilmek için çırpındığımız o sıralarda, onlara karşı ilk kurşunun
tarafımızdan sıkıldığından da, elbette söz edemezdik.
* "Osmanlı İmparatorluğu
Teşkilât-ı Mahsusayı Birinci Dünya Savaşı öncesinde, kendisini ayakta
tutabilmek için kurmuştu. Benimsediği üç ilke vardı :
Dini, Milliyeti, ırkı ne
olursa olsun Osmanlı uyruğundaki bütün unsurların bir arada yaşatılması demek
olan İttihad-ı anasır, bütün İslâmları bir araya getirmek anlamına gelen
İttihad-ı İslâm ve Pantürkizm.
Teşkilât-ı Mahsusa, bu
ilkelerden hangisinin kabil-i tatbik olduğunu, sadece ilmî sonuçlarla
yetinmeyip tecrübeler ve fiilî vakıalar ile tesbit etmek yolunda faaliyet
göstermiştir.
İmparatorluk içindeki
uyanışları, Osmanlı imparatorluğunun bekası uğruna ele almış ve millî kurtuluş
hareketlerinin, farkında olmadan bayrağını açmıştı.
Bu arada, Osmanlı
İmparatorluğunun parçalanması için uğraşan karşı kuruluşlarla da savaşmıştır.
Siyonistler gibi... Etnik-i Eterya gibi...
Gandi'ye ve Cinnaha kadar bir
çok kimseler, Teşkilât-ı Mahsusa hesabına çalışmışlardır."
(Cemal KUT AY, kendileriyle
konuşmalarımızdan)
O günün
şartlarına göre, bu zaruri idi.
Yunanlıların,
bu ilk kurşunun atılması yüzünden kapıldıkları büyük öfke sebebiyle
giriştikleri delice davranışlar, onları, daha Anadolu’ya çıkarken Anadolu
kapılarının yüzlerine kapanması gerçeğiyle karşı karşıya getirmişti...
Kör
gözleri, bu gerçeği görmekten uzak bulunduğundan çok geçmedi, perişan
oldular...
İLK KURŞUNUN ANLAMI
İlk
kurşunun anlamı ve önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. O gün İzmir’de
işlenen cinayetler sebebiyle uyanan Millî heyecan ve kamçılanan Türklük gururu,
İzmir’i geri getirmekle kalmamış, İstiklâlimizi kazanmamıza vesile teşkil
eylemiştir.
Bu
teşhis, hemen o günlerde bazı yabancı kaynaklar tarafından da konulmuştur.
İşte, 7 Haziran 1919 tarihli Manchestcr Guardian Gazetesi... O yıllarda
düşmanımız olan İngilizlerin bu gazetesinde şu satırları görüyoruz :
”Böylesine
bir haberin bu derece ve nasıl gizli tutulduğunu anlamak güç ve dehşet verici
bir durumdur. Yunanlılar ektikleri tohumun mahsulünü şimdi, Aydın vilâyetinde
topluyorlar. Bütün memleketi kendilerine karşı ayaklandırmış oldular. Türkler
bir ordu kurmayı başardılar ve Yunanlılar denize dökülmek tehlikesiyle karşı
karşıyadırlar.”(
Yunan
Propagandası 217. sayfa.) Türklük âlemi, 15 Mayıs 1919 sabahı,
tarihinin en kara günlerinden birine gözlerini açmıştı... Mustafa Kemal
Paşa’nın erişilmez dehası’ile Türk’ün yenilmez gücü bir araya gelince, 9 Eylül
1922 günü, tarihimizin en parlak sabahına ulaştık...
BU MEŞALE
HİÇ SÖNMEYECEKTİR
"Bütün
kaleleri zaptedilmiş, ve bütün tersanelerine girilmiş” bir Türklüğü, kendi
yurdunda boğazlamak üzere Güzel İzmir’imize çıkan düşmana, ilk kurşunu sıkan
parmakların bir gazeteciye ait olmasının elbette ki tesadüfle ilgisi yoktur.
Memlekette
hürriyet mücadelesinin başladığı yıllardan itibaren Türk Gazetecisi, kendisine
düşen görevin büyüklüğünü idrak etmiş, bu görevi yerine getirmesini bilmiş ve
15 Mayıs 1919 günü de temiz topraklarım kirletmeye kalkışan düşmana ilk kurşunu
sıkarak vatan ve millet yolunda gerektiğinde, hayatını da verebileceğinin en
güzel, en canlı örneğini yaratmıştır.
Medeniyetin
temsilciliği iddiasında bulunan Yunanlıların canavarca şehit ettikleri
Gazeteci Hasan Tahsin Recep Bey’in tutuşturduğu meşale sönmemiştir... Ve hiç
sönmeyecektir.
Hasan
Tahsin Recep Bey!... Onunla birlikte... Ondan önce... ve ondan sonra vatan için
can verenler!... Müsterih olun. Dünya durdukça, Türklük de var olacak, var
olmaya devam edecektir. Rahat uyuyun...
Rumeli’de
büyük bir kaynaşma başlamıştı, İstanbul’a her gün Padişahın huzurunu kaçıracak
cinsten jurnaller uçuruluyordu. Ordunun Meşrutiyet istediği, artık öteden
beri, açığa çıkmıştı.
Sultan
Hamit, asker arasında baş gösteren kıpırdanışı bastırabilir umuduyla Müşir
Şemsi Paşa’yı Makedonyaya göndermişti. Ancak, alev bacayı çoktan sardığından bu
tedbir kâr getirmedi. Üstelik Müşir Paşa, Manastırda Postaneden çıkarken
vuruldu.
O sıra,
Niyazi, Enver ve Eyüp Sabri Beylerin dağa çıktıkları sıraydı... Padişahı,
Meşrutiyeti yeniden ilân etmesi yolunda zorluyor, zorluyorlardı.
Rumeli’deki
harekâtı bastırmak için memleketin çeşitli yerlerinden kuvvetler
gönderilmekteydi. Ancak, bu kuvvetlerin başına, İttihat ve Terakki’ye sızmış
aydın zabitler geçiyordu ve bu yurtsever insanlar, kardeş kavgasını önlemek
için, yol boyunca, emirlerindeki askerleri uyarıyorlardı... İnkılâbı kansız ve
kinsiz başarmak amacındaydılar...
Sonraları,
Osmanlı Teşkilâtı Mahsusa’sının başına getirilecek olan Kuşçubaşı
Eşref Bey de İzmir
taburunun başında idi...
O
günlerde İttihat ve Terakkiciler, Selânik, Manastır ve Kosova gibi merkezlerde,
her yaşta ve her başta kimselerin katılacağı mitingler düzenlemeye
hazırlanıyorlardı. Bir yandan da, Yıldız Sarayına, Meşrutiyetin yeniden
ilânından başka çare bulunmadığım belirtir mahiyette telgraflar çekiliyordu...
İşte,
adı, İzmir’de Yunan işgali karşısında yiğitçe ölenlerin başında yer alan Hasan
Tahsin Recep Bey’in vatan yoluna vakfedilmiş hayatının; sistemli, plânlı,
manâlı ve gayeli safhaları bugünlerden başlar...
Kendisini
Kuşçubaşı Eşref Beye, Hacı Adil Bey bu günlerde tanıtmıştı... O Hacı Adil Bey
ki, sonraları Edirne Valiliği yapmış, bir süre de Dahiliye Nezaretinde
bulunmuştur.
Hacı
Adil Bey, onu Eşref Beye tanıtırken şöyle demişti :
”Bu
çocuk vatanı için gözünü kırpmadan ölüme atılabilir. Hasan Tahsin, o günlerde
18 yaşlarında bir gençti.
PARİSTE GEÇEN YILLAR
Hacı Adil
Beyin böylesine hararetle tavsiye ettiği gencin asıl adı Osman Nevres
Recepti... Selânikli idi... Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri sırasında, Rumeli
topraklarım Türkleştirmek amacıyle sınır öncülüğü yapan bir soydan geliyordu.
İlk, orta
ve lise öğrenimini Selânikte yapmıştı. Ateş gibi bir çocuktu...
Ustalıkla
silâh kullanıyordu... Uzun boylu, sportmen, cana yakın, samimî, aşırı cesur,
yorgunluğa dayanıklı idi...
Öylesine
fikirleri vardı ki, Eşref Bey kendisiyle konuştuğu zaman hayret etti...
Teşkilâtı mahsusa, memleketin girmek üzere bulunduğu yeni devirde, emek ve
hizmetlerinden yararlanabileceği yeni bir eleman kazanmıştı. Bağlandığı ideal
uğruna hayatını feda edebilecek yiğit bir eleman...
Nevres
Recebe, Meşrutiyetin ilânı gerçekleşinceye kadar başta gerillacılık olmak
üzere, gerekli bütün bilgileri verdiler. Eşref Bey, onun Avrupa’da hem yüksek
öğrenim yapmak, hem de batıyı yakından tanımak yolundaki arzularım
biliyordu...
Nevres
Recep, İkinci Meşrutiyetin ilâm ile birlikte Avrupa’ya yüksek öğrenim için
gidenler arasına, böylece girdi... Paris’te Sorbonne Üniversitesine yazılmıştı.
Hukuk ve Felsefe Bölümünde takdir toplayan, başarılı bir öğrenci oldu...
Bu arada,
bizim derlenip toparlanmamıza imkân vermeyen şer kuvvetler, başımıza bin bir
dert açmaya başlamışlardı.. Sömürgeler edinme konusunda İngiltere ve
Fransa’dan geri kalan İtalya, kolayca ele geçirebileceği düşüncesiyle Osmanlı
ülkelerine el atmıştı. Kuvvetli donanması için elverişli bir saha saydığı
Trablusgarp’a çıkarma yapmıştı...
En zayıf
devremizde, hiç bir hukukî ve siyasî sebep gösterilmeksizin girişilen bu
tecavüz, Avrupa’daki bütün öğrencilerimiz gibi, Sorbonne’daki Nevres Recebi de
çileden çıkarmıştı.
İSVİÇRE’DE SİNEMA OLAYI
Nevres
Recep’e batı âleminde nazarî olarak birşeyler öğretmişlerdi... Hak, hukuk...
Eşitlik,... Adalet... Bir milletin, dilediği idare şeklini seçmesi kendi meşru
hakkıydı... Şimdi bu hak, kuvvet kullanılarak bozuluyordu... Üstelik, lâiklik
iddiası altında, en koyu din taassubunu sürdüren Fransızlar, kuvvetlinin
yanında yer almışlardı...
Fransızlar,
bir avuç Türk mücahidinin kendi irade ve kahramanlıkları ile giriştikleri
Trablus savunmasını, sessiz ve ilgisiz karşılamışlardı ama, Kızılhaç
marifetiyle İtalyan yaralıları için Fransız evlerinden yardım toplamaya
koyulmayı ihmal etmemişlerdi...
Nevres
Recep, Fransız Kızılhaçının başındakilere çok ağır bir mektup gönderdi...
Sonra, Le
Matin gazetesinin meşhur Fıkra yazarı Stcphan Lausanne’ı ziyaret etti. Ona,
bizim Gazetelerin kupürlerini verdi... Trablusgarp’te bulunan Eşref Bey’den
getirttiği dokümanları gösterdi. Bütün bunlarla da yetinmedi. Bir gün
İsviçre’de bir sinemanın perdesini tabanca kurşunları ile delik deşik etti...
Sinemanın
vitrininde Trablusgarb’e ait aktualite kordelâsının reklâmını görerek içeri
girmişti... Yanında İsviçre’de okuyan arkadaşı Osman Suavi Bey vardı. Filmi
Türklük aleyhinde iftiralarla dolu buldu.
Sanki,
bir vatan toprağına İtalyanlar değil de biz hücum ediyorduk. Ve sanki, taarruz
ettiğimiz topraklarda medeniyet namına utanç verici zulümleri ve baskıları biz
yapıyorduk.
Utanmaz
bir propaganda merkezinin dünyaya yaydığı bu yalanlar serisine Nevres Recep
nasıl tahammül ederdi? Daima yanında taşıdığı tabancasını çektiği gibi ardı
ardına üç el ateşle beyaz perdeyi delik deşik etti.
Sinema
karmakarışık olmuştu. Tabanca sesleri, ağzına kada dolu olan salonda denşet
yaratmıştı. Seyirciler çığlıklar atarak çıkış kapılarına hücum etmişlerdi...
Nevres
Recebi ve arkadaşı Osman Süavi’yi karakola götürdüler. Orada, vatanım ve
hakikati seven bir medenî insanın yapabileceği bu hareketinden pişmanlık
duymadığını söyledi. Avrupa’da bu iftira kampanyasına son verilmezse, buna
benzer protesto çıkışlarına yeniden kalkışabileceğini tekrarladı...
Olay,
Fransız basınında da yer aldı. Stephan Lausanne, bir yazısında, Nevres Recep
Bey’in bir vatanperver olduğunu belirtti.
Yine bir
gün, İsviçre’de Neuchatel’de bir kafeteryada oturuyordu... Yanında arkadaşı Osman
Süavi vardı. Masalarının üzerine, bir gazete dağıtıcısı, bir kart bırakıp
savuşmuştu...
Bu
kartta, Haç’ın Hilâl’i Avrupa’dan kovmakta olduğu yazılıydı ve Avrupalıların
Türkleri kovalıyışı resmedilmişti...
Nevres
Recep adamı yakaladı. Fakat suçsuz olduğunu anlayınca ona dokunmadı...
Kafeteryanın
orkestrası İtalyanlardan kuruluydu. İtalyanlardan biri, Avrupa’nın çeşitli
şehirlerinde binlercesinin dağıtıldığı anlaşılan bu kartı elinde sallayarak
Osman Nevres’i tahrik ediyordu...
Büyük
vatanperver, önündeki masayı kaptığı gibi adamın kafasına geçiriverdi... Orada
da ortalık karıştı. Orada da onu yakalayıp karakola götürdüler.
Ve
İsviçre mahkemesi, Osman Süavi ile onun hakkında "Sınır dışına çıkarılma”
cezası verdi. Nevres Bey, zaten Fransa’da öğrenim görüyordu.
Sonra,
Nevres Bey İstanbul’a döndü.
BALKANLAR KAYNIYORDU
1911 ve
1912 yılları, Haçlıların Türklüğü, Avrupa topraklarından söküp atma
hazırlığının şaha kalktığı devredir.
Nevres
Recep İstanbul’da hükümeti bu hazırlıklara karşı gaflet ve çaresizlik içinde
buldu... Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Trablusgarb harbinin hazırlık safhası
içinde Roma’da Büyükelçi olarak bulunduğu halde, bu komplonun farkına
varamamıştı...
İbrahim
Hakkı Paşa, Mebusan Meclisinde, muhalefetin ağır ithamlarıyla düşmüş, yerine
Sultan Hamid’in yadigârı Sait Paşa, sekizinci defa Sadrazam olmuştu...
Trablusgarp müdafaasını vatansever genç zabitler yapıyordu... Enver, Mustafa
Kemal, Eşref, Ali Fethi, Fuat, Süleyman Askerî, Reşit Ali, Cemil Fehmi ve bir
avuç Türk...
Nevres
Recep Paristeyken Balkan Devletlerinin nasıl çalıştıklarım ve batılı ülkelerde
nasıl korkunç yardımcılar bulabildiklerini görmüş, öğrenmişti...
Uyuyan ve
sarih haklarını savunmaktan aciz olan sadece bizler idik. Milletlerarası gizli
bir Komite, Türklüğü Asya’ya sürecek olan Balkan harbini hazırlıyor, Sırp
Karadağ, Yunan, Bulgar ve Rumen devletleri arasındaki anlaşmazlıkları gidererek
"Türklüğe karşı tam bir anlaşma” peşinde koşuyordu...
Bu
hazırlığın başlıca tertipçileri içinde Balkan Cemiyetinin kurucuları Buxton
kardeşler vardı... ("Buxton"
kelimesi, Türkçe kaynaklarda değişik şekillerde ya¬zılmıştır. Eski yazıdan yeni
yazıya dönüş sebebiyle bu karışık¬lığın meydana geldiği anlaşılıyor. Biz,
"Yunan Propagandası'' adlı eserin 82. sayfasında kullanılan şekli tercih
ettik.)
Bu
tarihte, Romanya’da tarafsızlık politikasını savunan bir hükümet iktidarda idi.
Balkan Komitesi, Romanya’yı tarafsızlık politikasından ayırıh Bulgar Sırp
Karadağ Yunan ittifakına sokmayı başarma görevini Buxton kardeşlere vermişti.
Bu
müseccel Türk düşmanları, aldıkları görevi gerçekleştirmek üzere Bükreş’e
gelmişlerdi. Türk Teşkilâtı Mahsusa’sı, o günkü hükümetin pasif ve çaresiz
siyaseti içerisinde, yaklaşan tehlikeye karşı kendi mütevazı imkânları ile
mücadeleye kararlıydı. Balkan Başşehirlerindeki haber alma örgütlerini seferber
etmişti...
Fakat bu
yetersiz karşı koyma, faciayı durduracak çapta değildi. Nevres Recep kendisini
fedaya karar verdi. Ve Buxton kardeşleri öldüreceğini, böylelikle Türklüğe
karşı yürütülmekte olan açık mücadelenin perde arkasına çekileceğini umduğunu
söyledi...
Onu
dinleyenler, kendileri de gerektiğinde böyle şerefli bir görevi tereddüt
etmeden başarabilecek insanlardı . ”Peki. ” dediler.
İKİ ŞEREF
KURŞUNU
Nevres
Recep, kendisine temin edilen Silâhçı Hasan Tahsin Bey’in pasaportu ile
Bükreş’e gitti.
Bu
sırada, Balkan Cemiyeti, yüzündeki maskeyi çıkarmış, hedefini açıkça ortaya
koymuştu.. Her Balkan şehrinde birer şubesi vardı. Gizli açık bir çok
kaynaklardan geniş malî yardımlar gören ihtilâl hareketi, sık sık konferanslar
düzenliyordu.
Balkanlardaki
yabancı tahakkümünün son bulma gününün geldiği, bu gayeye, yakın gelecekte
savaşsız erişilemezse, silâhların konuşacağı fikrini yaymaya çalışıyorlardı.
Hepsi
sahte ve düzenlenmiş, zulüm vesikaları, filmler gösteriyorlardı. Bu harekete
katılmanın medeniyet ve Hristiyanlık borcu olduğu çeşitli vasıtalarla ilân
ediliyordu
Bu kesif
propaganda, Bükreş’te tesirini göstermeye başlamıştı. Nevres Recep, Balkan
Cemiyetinin şehrin merkezindeki binasında düzenlediği büyük gösteriye
girebilme imkânını buldu. Ön sıralarda yer almıştı... Konferans ve gösteriler
sona erdiği zaman kapıdan geniş bir hole çıktı ve iki kardeşin gelişini
bekledi. (Nevres Receb'in yakınları, onun, bir Çayhanede otururken Buxton'ları
yolda gördüğünü ve önlerine geçerek ateş ettiğini söylemektedirler...)
Buxtonlar görünür görünmez ardı ardına iki el ateş etti. İngiliz kardeşlerden
sadece Leland adında olam yaralanmıştı. Nevres Recebin, daha doğrusu yeni adı
ile Hasan Tahsin Recep Bey’in hemen yanında beliren iki muhafız, birden üzerine
atılmış, onun ateşe devam etmesine engel olmuştu.
Etraf
karışmıştı. Buxtonlar hemen hastaneye kaldırılmışlardı. O gün, 2 Ekim 1914 günü
idi...
ACILI YILLAR
Ncvres
Recep gayesine erişmişti... Rumen hakimlerin önünde hiç bir şeyi gizlemedi.
Cesaret ve soğukkanlılık örneği olan bu hareketinin asla şahsî bir tarafı
olmadığını söyledi... Milleti için hazırlanmış haksız bir komployu tesirsiz
bırakmak yolunda bir vatan vazifesi ifa etmişti...
Bu arada,
Balkanlarda hazırlanan dramın, nasıl facialı neticeler getirebileceğini de,
geniş kültürü ile mahkeme huzurunda izah etme fırsatı bulmuştu.
Bütün
dünya basınını yakından ilgilendiren ve heyecanlı safhalar geçiren duruşmalar
sonunda mahkeme, olayın ağırlığına göre "adilâne” sayılabilecek bir karar
verdi. Hasan Tahsin Recep Bey, beş senelik kalebentlik cezasına çarptırıldı ve
Bükreş Cezaevine konuldu. Onu, teşkilât—ı mahsusacılar asla unutmadılar...
VE YURDA
DÖNÜŞ
1914
Sonbaharından 1916 kışına kadar iki sene cezaevinde kaldı. Hasan Tahsin Recep
Beyin cezası bitmeden İstanbul’a nasıl dönebildiği hususu üzerinde, kaynaklar
birbirinden ayrılmaktadır. Bazı yazarlar, onun Bükreş’e giren Osmanlı-Alman
orduları tarafından kurtarıldığını kaydederler. Ancak yakınları, Hasan Tahsin
Recep Beyin, cezaevinden bir başka yere nakledilirken kolayını bulup kaçtığını
öne sürüyorlar.
Bükreş’teyken
Cezaevi kılığı ile çektirdiği ve İstanbul’a dönünce büyüttürdüğü fotoğrafının
altında, "Romanya’dan firarım, 8 Kânunevvel 1916” kaydı vardır.
Türk ve
Alman ordularının Bükreş’e giriş tarihi, Hasan Tahsin Recep Bey’in
"Romanya’dan firarım” dediği günden bir gün öncesine rastlamaktadır.
Nitekim, 6 Kânunevel sabahı, Alman generali Mac Kenzen komutasında 100 kişilik
bir öncü kuvveti şehre girmiş, 7 Kânunevvel 1916 da da Bükreş, Türk ve Alman
orduları tarafından resmen işgal edilmiştir. (BİRİNCİ DÜNYA HARBİ (Romanya Cephesi) Genelkurmay Harp
Tarihi dairesi yayını 130. sayfa.)
Buradan,
Bükreş mahpusu’nun, kuvvetlerimiz tarafından kurtarıldığına hükmetmek
gerekmektedir. Onun, Romanya’dan ayrılışını ”firar” olarak adlandırmasının
sebebi anlaşılamıyor.
Bir de,
Bükreş Cezaevinde vereme tutulduğu iddiası vardır ki, Bunun da gerçekle ilgisi
pek zayıftır. Bükreş’ten dönüşünden az zaman sonra İsviçre’ye gönderildiği
için, bu hastalık ya kendisine başkaları tarafından yakıştırılmıştır. Ya da,
Teşkilâtı mahsusa’mn kendisine verdiği gizli görevin perdelenebilmesi amacıyla,
onun İsviçre’ye "tedavi maksadıyla” gittiğinin yayılmasından yarar
umulmuştur.
OLUR MU, OLUR
İsviçre’de
bulunduğu günlerden birinde Hasan Tahsin Recep Bey, arkadaşı Hamza Osman Beye,
gizlice Londra’ya gideceğini söylemişti.
"Londra’ya
gideceğim ve Avam Kamarasını, o zalimler binasını havaya uçuracağım...”
Avam
Kamarasını, İngiltere’nin Osmanlıları Asyaya sürme kararını vermiş olan
Parlamentosunu havaya uçurmak; Buxton kardeşleri, Bükreş’te herkesin gözü
önünde kurşunlayan bu gözü pek Türk çocuğunun yapamayacağı bir şey değildi...
Lâkin, bu
teşebbüs elbette ki onun da sonu olacaktı...
İngiltere’ye
gidebilme imkânlarını, bütün kapıları kurcalayarak aradı. Fakat kendisini adım
adım takip eden Intelligence Servisi ajanlarının barikatını aşamadı...
Çok asabi
idi. Az konuşuyor, yemiyor, içmiyor, sadece düşünüyordu.
Bir gün
ortadan kayboluverdi... Hiç kimseye, hatta Hamza Osman’a bile hiç bir şey
söylemeden çekip gitmişti...
Aradan
bir aya yakın bir zaman geçti... İzmir’den mektubu geldi. Vedalaşmadan
ayrıldığı için özür diliyordu. Bütün arkadaşlarının kendisini anlamalarım
temin etmesini, Hamza Osman’dan rica ediyordu.
Hasan
Tahsin Recep Bey’den artık, İzmir’in işgaline kadar arkadaşları hiç bir haber
alamadılar ...
Hasan
Tahsin Recep Beyle ilgili olarak Ankara Televizyonunda bir program yayınlandı
İzmir Gazeteciler Cemiyetinin anıt yaptırma kampanyası açması dolayısıyla
yayınlanan bu programda, Başkan Sabri Suphandağlı bir konuşma yaptı.
Süphandağlı'nın
TV aracılığı ile yurttaşlarımıza sunulan konuşması şöyledir :
"İzmir
Gazeteciler Cemiyeti, bugün millî kurtuluş tarihimizde apayrı bir yeri olan
kahraman ve şehit gazeteci Hasan Tahsin’in anıtını yapabilmenin büyük
sorumluluğu içindedir.
Hasan
Tahsin bir semboldür. Bunu, yarının nesillerine bırakmak isterken gücümüzü;
milletimizin bayrağına, vatanına ve hürriyetine olan aşkından aldığımızı ifade
etmek istiyoruz.
Ve o
sebeple de, şuna inanıyoruz ki, Cemiyetimiz bu teşebbüsünde yalnız
kalmayacaktır.
Bilindiği
gibi, 15 Mayıs 1919, Türk tarihinin en kara günlerinden biridir. O gün, İzmir
Metropolidi Hrisostomos tarafından şimdiki Pasaport İskelesinde takdis edilen
Yunan ordusu, son Türk yurdunu ortadan kaldırmak maksadıyle İzmir’i işgale
başlamıştı.
Düşman
birlikleri, önlerinde bir Papaz, yerli Rumların çılgınca sevinç gösterileri
arasında, Konak istikametinde ilerlemeye koyulmuştu.
Nihayet
iki saat sonra, yani Konak’taki saat kulesi 11.00 i gösterdiği zaman, her
türlü vahşete peşinen niyetli olan bu birlikler önündeki Yunan bayrağı yere
düşecek, onu, azametle taşıyan düşman neferi ise hakettiği akıbeti bulacaktı.
Çünkü, 31
yaşında siyah elbiseli aydın bir adam, millî mücadelenin ilk ateşini açmıştı.
Bir başka deyimle kalem, kurşuna dönüşmüştü... Hür bir Türkiye yaratmak ideali
uğruna, artık kaleminin yetmediğini anlayan Hukuku Beşer Gazetesinin Başyazarı
Hasan Tahsin, hemen silâhına sarılarak Kemeraltı geçidinin başında ilk kurşunu
sıkacaktı. Hasan Tahsin böylece, vatanı ve milleti için kendisini ortaya
koymuştu. Nitekim düşman birliklerinin uğradığı büyük panikten bir süre sonra
şehit düşecek, böylece millî kurtuluş tarihimize emsalsiz bir tablo armağan
etmiş olacaktı.
İzmir’i
işgale kalkan düşmana ilk kurşunu sıkan parmakların bir gazeteciye ait olması
tesadüf müdür? Hayır... Memlekette hürriyet mücadelesinin, insan haysiyetine
yaraşır daha parlak ve güvenli yarınların tartışmasının başladığı yıllardan
itibaren Türk gazetecisi, iç ve dış düşmanlara karşı, kendi üzerine düşen
görevi yapmasını bilmiş, gerektiğinde bu uğurda, hayatını da vermekten
çekinmemiştir.
Bakınız,
İzmir’in işgalinden tam üç ay önce Hasan Tahsin, Hukuk-u Beşer’in 19
Şubat 1919 günlü sayısında özetle ne yazıyordu :
"Korkmuyoruz,
gelsinler. Hattâ masum Türk’e kastı olan bütün dünya gelsin. Süngüleriyle zaten
kanayan kalbimizi deşsinler. Toplarıyla evlerimizi, kuvvetlerimizi yıksınlar.
Alt üst etsinler, parçalasınlar. O Yunan gelsin, sonsuz düşmanlığı, en eski
kinleri temsil eden mavibeyaz bayraklarını dalgalandırsınlar.
Fakat
asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor Ve burayı Yunana vermeyecektir.
Vermek isteyecek kuvvetlerle paylaşacak kozumuz var. Hatta silahlarımız olmasa
bile. Direnen ruhumuzla, coşkun kanlarımızla hararetli vicdanlarımızla,
sökülmeyen dişlerimizle bile bu ülkeyi savunacağız
Hayır
hayır mey us olmayalım Biz ölmedik, yaşıyoruz... Bu memlekete göz diken
kuvvetleri yakacak, eritecek hararetimiz, hem de pek mebzul. Yalnız, bunu da
unutmasınlar ki, Çanakkale kahramanlarının, mavibeyaz kucağında haç taşıyan
Yunanlılığın canavar hakimiyeti altında yaşatacak tek hemşiresi, tek bir
validesi, ufak bir Türk benliği yoktur. Ve illâ Avrupa, Neron gibi bir şair
olmak istiyorsa, bizler, kendi ellerimiz, kendi varlığımızla, binalarımızı, topraklarımızı
cayır cayır yakar ve beşeriyetin paslanan vicdanına Roma nın yanışından feci
bir sahne-i şiir ve hayâl yaratmakta gecikmeyiz. Çünkü tarihimiz var. Çünkü
bizi tel’in edecek ecdadın ruhu, ahfadın feryadı var. Çünkü herşeyden üstün
namusumuz var...”
Evet...
Yunanlılar Türk katliamına öncülük eden, bunu körükleyen Metropolidi,
Hrisostomos’u millî kahramanları sayıp Pire limanında, yıllar öncesi azametli
bir anıtını dikerlerken, millî kurtuluşumuzun ilk kurşununu sıkan, gerçek
kahraman gazeteci Hasan Tahsin’in adının, Konak’taki mermer üzerinde sadece
isimden ibaret olarak kalması, gerek teşekküllerimiz, gerekse millî vefa
duygularımız adına üzücü bir değer yargısına yol açmaktadır.
Onun
içindir ki Cemiyetimiz, gazeteci Hasan Tahsin’in şehit düştüğü yerde 3,5 metre
boyunda bir anıtını dikmeye karar vermiş, gerekli hazırlıkları yapmıştır.
Anıtı, bu
yıl 32. Devlet Resim ve Heykel Sergisinde birincilik ödülü almış olan
Heykeltraş Turgut Pura yapacaktır. Tunç dökümünü ise, İzmir Mithatpaşa Erkek
Sanat Enstitüsü üzerine almıştır.
Cemiyetimiz,
bu anıtla ayni zamanda bu memleketin kurtuluş tarihinden, bayrağına, insan hak
ve hürriyetlerine sahip oluşu destanlarından ibret almayanlara, 15 Mayıs 1919
gününün şuurunu tunçlaştırmak ve ebedileştirmek istemektedir.
Bu
maksatla açtığımız kampanyaya, ilk olarak İzmir Basın mensupları
katılmışlardır. Sayısız vatandaşlarımız yanında yurt dışındaki işçilerimiz ve
başta ”Biz Hasan Tahsin’i kendimize örnek edindik diyen Kıbrıs Türk Gazeteciler
Cemiyeti olmak üzere birçok teşekküllerimiz kampanyamıza katılacaklarını
açıklamışlardır.
Hasan
Tahsin’le Sorbonne Üniversitesinde arkadaş olan bazı emekli Generallerimizden
ve ilk kurşunu sıktıktan sonra nasıl şehit edildiğini dakikaları ile anlatan
Muharip Gazilerimizden mektuplar almaya devam ediyoruz.
Bu arada
teşebbüsümüze çok yakın ilgi ve yardımlarım esirgemeyen Başbakan Sayın Ferit
Melen’e ayrıca teşekkürlerimizi sunmak istiyoruz.
Bütün
vatandaşlarımızla, diğer resmî ve özel kuruluşlarımızın ise bizi güçle
destekleyeceklerine şüphe etmiyoruz.
Kumpanyamızın
sonucunu ve yapılan yardımları detayları ile halkımızın bilgisine sunacağız.
İzmir
Gazeteciler Cemiyeti, nihayet, millî bir hizmete talip çıkmıştır. Eser Türk
milletinin olacaktır.”
İzmir
Radyosunda 1969 yılında EGE VE KURTULUŞ SAVAŞI adlı bir dizi program
yayınlandı.
Aslan
Alp’in hazırladığı bu programda Gazeteci Hasan Tahsin Recep Bey, önemli bir yer
tutuyordu...
Program
metninden bazı kısımları burada sunuyoruz..
Evet,
evet kardaşlarım, tıpkı işte bunun gibi, güm güm atan bir yürek vardı... Vay,
böyle atan bir yüreğin karşısına çıkacak Yunanın haline...
İzmir’e,
Yunanın çıkacağı haberi ulaştığı zaman ayakta kalan tek şeydi bu yürek...
Mangal gibi, alev alev yurt sevgisi ile yanıp tutuşan yürek... Anadolu
insanının yüreği...
Gelip de
hecin develeri örneği çöktükleri zaman körfezin mavi sularına kara kara,
Pompei’nin ölüm sessizliğine kendini kaptırmış İzmir’de, bu yürek atışlarından
başkaca ses duyulmuyordu.
Korku
değildi bu... Fırtınanın kopmasını bekleyişti... Yurtsever Gazeteci Osman
Nevres’in, diğer adıyla Hasan Tahsin Recep’in kafasının içinde biçimlenmiş bir
fırtınanın...
Yunanın
15 Mayıs günü sabahı İzmir’e çıkacağı duyulunca yer yerinden oynamıştı,
demiştik... Susup susup da patlamak buna denirdi, işte...
Ama, atı
alan Üsküdar’ı geçmişti kardaşlarım, gerçek şu, İzmir, bu güzel, enine boyuna
mavi gözlü güzel dilber, bağıra bağıra elden gidiyordu...
Giderdi
ya... Sahipsiz mal örneği kala kalmıştı aylardır orta yerde. Gerçek zehir
acısı... Gerçek süngü yarası... Saplanıp kalmıştı yurtsever aydınların
bağrına...
Dokunsanız
ağlayacaktı Osman Nevresler, Süleyman Fethiler, Miralay Kâzımlar, Moralızade
Halit Beyler ve de diğerleri... Dar boğazlarda iri bir lokma örneği
tutsaklık, yenilir yutulur gibi değildi. Gerçek bundan böyle zincir acısı...
14 Mayıs
sabahından başlayıp birer ikişer toplandılar meydanlarda, kahvelerde... Bu
toplanan yurtseverlerin arasına arada bir, genç subayların da katıldığı, kötü
gerçeği, acı gerçeği tartıştıkları gözden kaçmıyordu...
Sokaklarda
ise, başsız, silâhsız ve umutsuz binlerce vatan çocuğu halkı direnmeye
çağırıyordu... Bir miting düzenlenecekti Yahudi mezarlığında...
"Vatanım
seven oraya gelsin. Vatanını seven oraya gelsin...”
Ateşli
nutuklar söylenecekti yeni baştan. Bildiriler yazılacaktı. Gerekirse dağlara
çıkılacak, son bireye dek vuruşulacaktı.
Üç buçuk
baldırı çıplak Yunana, bu kadar ucuza verilir miydi vatan? Bu güzel kent için,
özgürlük için ölmeye değerdi doğrusu...
Aylardır
susan deniz coşmuştu, kardaşlarım... İzmir coşmuştu.
Öte
yanda, daha önceki söyleşilerimizde, sık sık adını ettiğimiz bir adam vardı.
Hasta ciğerlerine rağmen, derin derin soluyan, özgürlük için soluyan, insan
hakları için soluyan biri...
Hasan
Tahsin Recep diye anılır, adına Osman Nevres derler biri. Dikmiş gözlerini bir
kordon kahvesinden ufka... Sabahtan bu yana bakar da bakardı. Almış koynuna
daha önce çok işler başarmış tabancasını... Sıkar da sıkar...
Yamp
yanıp sönen delice pırıltılar konmuştu gözlerine. Bir iş yapacaktı ya, bir
terslik olmasaydı, tanrım... Bu sabah yine kendi gazetesinde, Hukuku Beşer’de
bomba gibi bir başyazı patlamıştı.
Özgürlük
hummasına tutulmuş örneği, baştan aşağı zangır zangır titriyordu. Kalktı, o da
kalabalığın arasına karışıp Maşathğa gitti...
Osman
Nevres yeni baştan titredi... Bir gün sonrası için uyuması, birazcık
dinlenmesi gerekirdi... Bir gün sonrası, onun için, yurt için, İzmir için çok önemliydi...
Önemliydi... Bir gün sonrası, vatan için ölüp yeniden yaşama düşüncesine
gebeydi.
"Başka
yapılacak bir şey yok.” diyordu Osman Ncvrcs. "Yapılacak başka bir şey
yok...”
öte yanda
da, öfkesi kabarmış büyük bir kitlenin duygularını kendisine duygu edinmiş amaç
edinmiş biri daha vardı. Kalabalığın arasında herhangi bir yurtsever aydnı gibi
biri... Osman Nevres diyorlardı adına... Hasan Tahsin Recep diye de anılırdı.
Bir gün öncesinin kutsal titremeleri hâlâ devam ediyordu gövdesinde Hummaya
tutulmuş örneği...
Yaklaşıyordu
Efzun taburu... (Genellikle
üç tabur ve bunlara bağlı birliklerden oluşan asker topluluğu. ) Başta
yarbay İstavriyanopolis, hemen ardında da alayın sancağını taşıyan Bayraktar
olduğu halde, yaklaşıyordu...
Yerli
Rumların sevinç çığlıkları çepçevre sarmıştı ortalığı... Osman Nevres, ya da
Hasan Tahsin Recep yıllar öncesi, Bükreş’te İngiliz Buxton kardeşlerin
karşısında duyduğu kutsal ürpertiyi bir kez daha duydu yeni baştan... Sıktı
avuçlarının içindeki tabancasının kabzasını... Sıktı dişlerini, sıktı
yüreğini... Bir daha, bir daha sıktı... Hiç bir şey yapamasa da, attığı
kurşunun bir anlamı olacaktı.
Anadolu’da
dağ dağ, ova ova, vadi vadi yankılanacaktı bu ses... Bir anda, kalabalığın
arasından öne fırlayıp diz çöktü. Titreyen eline diğer elini destek edip çekti
tetiği... Bir ses... Sevinç çığlıklarını acı bir haykırış gibi yırtan bir
ses... Bir daha... Koca gövdeli, iri sömürücü ve emperyalist bir siyasanın
müjdecisi alay sancaktarı kendini yerde bulmuştu...
Alm
çatından yemişti kurşunu... Bu kurşun, Efzun alayı kumandanınaydı... Ama
kısmetine o çıkmıştı. Efzun taburunun önünde gelen erler, kadın kılıklı
giysilerinin eteklerini savurarak ters yüz edip kaçmaya başladılar...
Bir
şaşkınlıktır, bir heyecandır almıştı ortalığı... Ve Osman Nevres, ya da Hasan
Tahsin Recep vuruşa vuruşa yan sokaklara dalmıştı...
Ardından
saldıranlara karşı da sonuna dek vuruştu... Ve Osman Nevres, ya da Hasan
Tahsin Recep kurşunu bitince, kendisini yaşlı gözlerle pencereden izleyen bir
yaşlı anaya dönüp şunları dedi:
”Nine,
gördiin ya... Yarın tanrı katında tanığım sen ol, kurşunum tükendi...”
Ve
Efzunlardan birinin attığı bir kurşun, geldi geldi, bu yurtsever Gazetecinin
beynine saplandı... Sırt üstü düştü vatanının, uğruna kurşun atma yürekliliğini
gösterdiği vatanın toprağına... Böylece İzmir’in işgalindeki ilk
şehitlerimizden birini verdik...
Kardaşlarım,
bunun gerisi gelecekti... Ama, üzülmek, ağlamak gereksizdi... Çünkü onlar
ölmeselerdi, onlardan sonrakiler olmayacaktı... Bir güzel şey için, bir güzel
amaç için ölmeye değerdi...
Kardaşlarım,
geçen haftaki söyleşimizi Yurtsever Gazeteci Osman Nevres’in, diğer adiyle
Hasan Tahsin Recebin şehadetine dek getirip dayamıştık...
Koca bir
şehit Osman Nevres... Koca bir yurtsever... Asil kişiliği üstüne çok şey
söylenip, çok şey yazılmış yürekli bir er kişi...
Derler
ki, bazı yurtsever geçinip de savaştan sonra savaşın parsasını toplayanlar...
”Hasan Tahsin Recep’in yaptığı bir deliliktir. Hasan Tahsin’in yaptığı,
yalnızca işgal için gelmiş Yunanı çileden çıkaran, onları sorumsuz ve de
canavarca davranışlara yönelten bir eylem olmuştur...”
Bu
düşüncenin ardında ne yatar bilemeyiz... Ama gerçek şu ki, Osman Nevres, ya da
diğer adiyle Hasan Tahsin Recep o "Altın Kurşunlar”ı atacaktır...
Gök
gürlemesini, gök gürültüsünü andıran bir sesle, öleceğini bile bile
atacaktır... Çünkü Osman Nevres’in attığı o ilk kurşunlar, işgalden çok önce
İzmir’de kurulmuş olan Reddi İlhak Cemiyetinin çabalarının noktalamasıdır...
Cümle sonudur. O kurşunlar ki, İkinci bir cümlenin, yazılmasında etken
olmuştur...
Kardaşlarım,
Bir
yönetici, bir sultan bir satılık baş, bazı küçük hesapların, yan etkilerin ve
de korkunun içinde olabilir... Ama, bir aydın, ama bir yurtsever Türk, ama bir
devrimcinin lügatinde korkunun, küçük hesabın ve de satılmışlığın izine bile
rastlayamazsınız. Devrimci korkar... Korkar ama, yalnızca yurt ve özgürlüğünün
elden gitmesinden korkar... Devrimci korkar ama, Yalnızca ulusal onurunun ve
namusunun çiğnenmesinden korkar.
Onun
içindir ki, Osman Nevres çekmiştir tetiği ve Yunan bayraktarının alnı çatına
yerleştirmiştir kurşunu. O belki, bu yolda ilk şehittir ama, hiç bir zaman son
şehit de olmayacaktır.
İzmir'in
işgalinden bu yana yayınlanan gazete, dergi ve kitaplardan görebildiklerimizi
taradık.
Gazeteler,
dergiler; araştırma eserleri, tarih kitapları, ansiklopediler, ders
kitapları... bir nokta üzerinde birleşiyorlar :
"Hasan
Tahsin Recep Bey, İzmir’in işgali günü, Yunan askerine ilk kurşunu sıkmıştır.
Bu, aynı zamanda İstiklâl Savaşımızı başlatan ”İLK KURŞUN” dur. Böylesine
büyük değer taşıyan bu "altın kurşun” un sahibi, korkusuz insan Gazeteci
Hasan Tahsin Recep Bey, ölüme gözünü kırpmadan giderek ölümsüzlüğe
erişmiştir.”
Burada,
Hasan Tahsin Recep Bey hakkında yazılanlardan görebildiklerimizi,
bulabildiklerimizi vermeye çalıştık. Bunu yaparken de, lüzumsuz tekrarların
faydasızlığına inandığımızdan, sadece Gazeteci Hasan Tahsin Recep Beyle ve ilk
kurşun la ilgili satırları aktarma yolunu tuttuk
★
İstanbul’da
yayınlanan İKDAM GAZETESİ nin 24 Mayıs 1919 tarihli nüshasında, ”İzmir’in
işgali esnasında ika olunan mezalim” başlıklı bir haber yer almıştır.
Bu
haberde, ”Dün Bandırma tankiyle İzmir’den İslâm ve Hıristiyan bir çok
mülteciler şehrimize gelmiştir.” denilmekte, bunlardan bir zatın gazetenin
muhabirine ”İzmir
ahvali hakkında berveçhi âti malûmatı verdiği” bildirilmektedir :
Gazetenin
yazarına, bu zat, İzmir’in işgali sırasında olup bitenleri anlatmış, yağmalanan
dükkânları saymış ve şehit edilenler hakkında şu bilgiyi vermiştir .
”Ahzı
Asker Reisi Fethi, Hukuku Beşer sahibi Hasan Tahsin Recep, Tüccardan
Bakırcızade Hafız Sabri, otuzu mütecaviz yüksek rütbeli zabitan şehit edildi.
Asayiş temin edilmiştir. On neferden mürekkep bir manga Yunan askeri,
önlerinde bir Osmanlı Polisi bulunduğu halde sokaklarda dolaşmaktadır.”
Yine
İKDAM GAZETESİ, bir yıl sonra, 15 Mayıs 1920 günlü
nüshasında, ”İzmir İşgali faciasının sene-i devriyesi” başlığı
altında İşgal günü olup bitenleri yayınlamıştır..
Bir kaç
gün içinde meydana gelen zararın üç milyon lirayı bulduğunun öne sürüldüğü
haberde, şöyle denilmektedir :
”O
günler zarfında Ahzı Asker Reisi Fethi, Hukuku Beşer sahibi Hasan Tahsin Recep,
Tüccardan Bakırcızade Sabri ve otuzu mütecaviz yüksek rütbeli zabitan şehit
edilmiştir. Bu şehitleri millet kalbinde saklıyor...”
★
İstanbul’da
yayınlanan TASVİRİ EFKÂR GAZETESİ’nin 26 Mayıs 1919 tarihli nüshasında, Hasan
Tahsin Recep Beyin bir resmi yayınlanmıştır.
Resmin
altında ”Hasan
Tahsin Recep Bey Merhum” denilmekte ve şöyle devam edilmektedir
"Dünkü
nüshamızda İzmir Gazetelerinden naklen İzmir işgali esnasında şerbeti şehadeti
nuş eylediğini yazdığımız Tahsin Recep Bey merhumun resmini ber veçhi balâ vazı
enzarı teessür eyliyoruz...
Merhum
Tahsin Bey, Balkan Harbi esnasında düşmanlarımızı müdafaa etmiş olan Meşhur
Buxton biraderlerine karşı Romanya’da istimali silâh eylemiş ve ahiren İzmir’de
Hukuku Beşer unvanlı gazeteyi neşr eylemeye başlamıştı... Cenabı hak, bu genç
şehide gani gani rahmet eylesin... Amin.”
★
Mayıs
1921 tarihli İLERİ GAZETESİ’nde ”Kara bir günün sene-i devriyesi : İzmir
İşgali” başlığı altında, ”İki sene evvel bu gün Yunanlılar İzmir
asayişini temin etmek bahanesiyle
26
Mayıs 1919 günlü Tasviri Efkâr gazetesinde Şehit Gazeteci Hasan
Tahsin Beyin fotoğrafı
sulh ve
sükûn içinde bulunan bu mülkümüze ateş, fitne ve ihtilâli soktular.” denilmektedir.
Gazetenin
bu nüshasına
"Dördüncü Ordu Ahz-ı Asker Reisi Miralay Süleyman Fethi Bey Merhum” un
"İzmir’de Millet Gazetesi Sahibi Hasan Tahsin Recep Bey Merhum” un,
”17. Kolordu Sıhhiye Reisi Kaymakam Şükrü Bey Merhum” un resimleri de
konulmuştur.
Bu
resimlerin altında şu cümle vardır :
"İzmir’i
Yunan istilâsına karşı ilk müdafaa eden ve ilk şehit olan üç kahraman...”
Yine
İLERİ GAZETESİ’nin 15 Mayıs 1923 tarihli nüshasında aynı resim yeniden
yayınlanmıştır. Bu resmin altında da üç şehidimizin adı ayrı ayrı yer almakta
ve bundan başka şu cümle göze çarpmaktadır :
"İzmir’i
Yunan istilâsına karşı ilk müdafaa eden ve ilk şehit olan kahramanlarımız...”
Bundan
başka, adını ve tarihini tesbit edemediğimiz bir gazetede de, Süleyman Fethi
Beyin Hasan Tahsin Recep Beyin ve Kaymakam Şükrü Beyin resimlerinin üstünde şu
satıra yer verilmiştir :
"İzmir
Facia-i işgalinin ilk üç kurbanı”
Resimlerin
altında ise şöyle denilmektedir :
”Ey
İzmir’in fecayii işgalinde şehit olan Miralay Süleyman Fethi, Kaymakam Şükrü ve
Hasan Tahsin Bey’lerin ruhu Hamiyetleri !...
Âlemi
balâdan mübcccel intikamınızın kuvveti beşeriye dej'il, kudreti İlâhiye ile, seyfi
bedullah ile nasıl alındığını temaşa ediniz. Sizlerin acıklı matemini bir
dakika kalplerinden silmemiş olan mazlum vatandaşlarınız ile beraber pür
ibtisam secdei şükrana kapanınız!... İslâmiyetin, Türklüğün iadei tealisinin,
istirdadı istiklâlinin mebdei olan bugün de nezdi feryada ümmeti muhammedin
tercümanı imam olacak sizden beliğ birer hativi manevî olamaz.
Ruhunuz
şâd olsıın...”
BİR RAPOR...
Mıntaka
Müfettişi Yüzbaşı Ziya Bey, İzmir'in Yunan askeri tarafından işgali sırasında
olup bitenleri bir rapor halinde jandarma Genel Komutanlığına bildirmiştir.
Yüzbaşı
Ziya Bey, S Haziran 1919 tarihli raporunda, "öldürülen müsliüman
cesetleri bir kaç gün, olduğu gibi kalmış ve bunların gömülmesine hiç bir
müslüman cesaret edememiştir.” demekte ve şöyle devam etmektedir :
"Dördüncü
Kolordu Asker Alma Heyeti Başkanı Albay Süleyman Fethi, Kolordu Baş kâtibi
Şükrü, Kolağası Necati Beyefendilerle İnsan Hakları (Hukuku Beşer) gazetesi
sahibi olup Kordon üzerinde parça parça edilmek suretiyle şehit edilen Tahsin
Recep Bey, şehitler zümresinin başında bulunanlarından olup isim ve hüviyetleri
anlaşılamayan daha bir çok din kardeşlerinin bu arada olduğu ve mühim miktarda
yaralı dahi bulunduğu ve işlenen bütün cinayetlerin arz edilen ecnebi ve itilâf
devletleri siyasî ve askerî temsilcilerinin karşısında yapılmasına ve Amerikalı
Subayların at üzerinde gezerek hadiseleri gözleriyle görmelerine rağmen, yazık
ki hiç bir harekette bulunmadıklarının arzına ayrıca lüzum görürüm,
efendim...” (Atatürk Ansiklopedisi 5. cilt,
279. sayfa.)
★
Emekli
Tümgeneral Celâl Erikan, ”100 SORUDA KURTULUŞ SAVAŞIMIZIN TARİHİ” adlı
eserinde,” Gözümüzü
Ege’ye çevirirsek, İzmir’de ilk kurşunun Osman Nevres’in (Hasan Tahsin)
tabancasından çıktığında kuşku yoktur.” demektedir.
"Yunanlılar
İzmir’e niçin asker çıkardılar? Çıkarma nasıl yapıldı? Ne gibi tepkiler
yarattı?” sorusunun cevabını verirken, General Erikan, Vali ile Kolordu
Komutanının direnmeyi diişiinmediklerini kaydetmekte ve
"Ayrıca’ Kolordu Komutanı Subayların çıkarma sabahı kışlada toplanmasını
da buyurdu.” demektedir.
Sonra’
Hasan Tahsin Recep Bey’in tabancasından çıkan kurşunun yarattığı etkiye
dayanarak, sadece bir kaç yüz askerle bile Yunanlılara karşı büyük başarılar elde
edilebileceğini belirtmektedir.
★
Kâzım Özalp
hatıralarında şöyle demektedir :
”İzmirli
aydınlar, gençler ve halk, işini gücünü bırakmış, heyecan içinde ne olacağını
birbirlerine sorarak hükümet meydanında toplanıyordu.
Ben de
albay Resmî kıyafeti ile aralarına katıldım, bütün o kalabalık içinde evvelâ
tanıdık yüzler olarak sonraları Maarif Vekili olan Mustafa Necati, Öğretmen
Ragıp Nurettin, Gazeteci ve İzmir’in ilk şehidi olan Hasan Tahsin Recep ile
Anadolu Gazetesinden Reşat Beyleri gördüm.
Bir müddet
meydanda ne yapılacağını düşündükten sonra, hükümet konağının karşısındaki
askerî kıraathanede toplandık. Heyecan son haddini bulmuştu... Bütün fikirler
her hangi bir şekilde işgal teşebbüsü vuku bulduğu takdirde tereddütsüz mukavemet
edilmesi noktasında birleşir gibi oldu. Protesto edilmesini teklif edenler de
vardı.” (Yakın Tarihimiz dergisi 1. cilt)
★
Sabahattin
Selek ”bugünkü
meselelerimize ışık tutacak ölçüde tarihî gerçekleri araştırmak amacını
güttüğü ”ANADOLU İHTİLÂLİ” adlı eserinin ikinci kitabında şöyle
demektedir :
”Türkler
tarafından girişilmiş bir direnme ile karşılaşmadıkları halde Yunanlıların
işgal günü’ İzmir’deki davranışı, bir devlet kuvvetine yakışmayacak ölçüde
çirkin ve korkunçtur.
Bir
tabancanın patlaması, Yunan birliklerini çileden çıkarmış, şehrin bir çok yeri
muharebe meydanına dönmüştür.”
Selek,
burada sayfanın altına BİR TABANCANIN PATLAMASI şeklindeki sözleri ile ilgili
bir dip notu çıkarmıştır. Bu not söyledir :
”Hasan
Tahsin adında biri tarafından atılmıştır. Yunanlılara karşı atılan ilk
kurşundur.”
Sabahattin
Selek, "MİLLİ MACADELE” adlı eserine Hasan Tahsin Recep Bey’in iki resmini
koymuştur.
Resimlerden
birinin altında ”Hasan
Tahsin. Yunanlılara İzmir’de ilk silâhı atan genç. Şehit edildi. Eğenin en
şerefli evlâtlarından...” ibaresi vardır.
Öteki
resmin altında ise,
"Yalnız İzmir ve Ege değil, bütün Türkiye onu unutmuyor.” diye
yazılıdır.
Sabahattin
Selek, bu eserinde, İzmir’in işgali sırasında ilk kurşunun atılışım şöyle
anlatmaktadır :
"Yunan
Tümen Komutanının teminatının hiç bir değer taşımadığı, biraz sonra, bütün
dehşetiyle ortaya çıktı.
Yunan
yürüyüş kolu kışla hizasını geçip tramvay yoluna saptıktan sonra duyulan bir
tabanca sesi, Yunan vahşetinin hemen başlamasına kâfi gelmişti. Yürüyüş
halindeki Yunan taburuna tabancasını ateşleyen Türk, Hasan Tahsin adında bir
gazeteci idi. Hasan Tahsin tabancasını ateşleyince Yunan taburu, paniğe
kapılarak geldikleri istikamette kaçmaya başlamıştı. Saat kulesi hizalarına
kadar dağınık bir şekilde kaçan tabur, orada birden bire toparlanarak kışlaya
karşı mevzilenmiş ve kışlanın kapı ve pencerelerini ateş altına almıştı. Yerli
Rumlar da bu fırsattan istifade ederek ellerine geçen Türk’ü öldürmeye ve
soygunculuğa koyulmuştu.”
İLK
KURŞUN İLK ŞEHİT (Cumhuriyet
gazetesi. 19 Mayıs 1969)
”15 Mayıs
1919. .. Osmanlı Devleti, tarihinin en kara günlerinden birini yaşıyor. Yunan
efzunlan İzmir’e çıkmaya başlıyorlar.
Kordon boyu
artık Türk askerinin değil, efzunların nöbet yeri. Sevinç gösterileri alanı
haline gelmiş bütün İzmir kan ağlıyor. Yöneticiler, işgal birliklerine karşı
gelinmemesi için halka öğütler veriyor. Birden kordon boyunda bir karışıklık
oluyor. Kısa, kesik, tok silâh sesleri ve arkasından sürekli atışlar.. Kısa
kesik tok atışlar, düşmana ilk kurşunu sıkan Gazetcci Hasan Tahsin’in...
Sürekli atışlar ise, Hasan Tahsin’i şehit eden Yunan Efzunlarının... İzmirlilerin
Hasan Tahsin adiyle tanıdıkları Osman Nevres Bey, Hukuku Beşer gazetesinde
düşmanlara karşı, kalemiyle giriştiği mücadeleyi silâhla bitirmeye karar vermiştir.
Çünkü bir Ulusun böyle kahpece ortadan kaldırılmasına gönlü razı değildir.
Yapabildiği kadar yapacak, ölse bile mücadeleye kendisinden sonra devam
edilecektir.
Nitekim,
Hasan Tahsin bu düşüncesinde yanılmamış ve düşman bandolarla çıktığı kordon
boyundan, korkunç çığlıklar arasında kaçmıştır.
”...İlk
çıkan birlik Albay Zafiros’un kumandasında bir tümendi, önce bir Alay rıhtıma
çıkıp saf tuttu. İki Efzun taburu, öncü olarak Kokaryalı istikametme yürüdü...
İşte, o
sıradadır ki, Ege topraklarında Yunanlılara karşı ilk silâh patladı... Askerî
Otel denilen bir binadan Hasan Tahsin adında bir genç Gazeteci, tabancasını
ateşledi ve hemen şehit edildi...
Bunu,
ikinci bir ateş takibetti... İkinci Silâhı atanın adı sanı bilinmez...” (TEK
ADAM 1919-1922, Şevket Süreyya Aydemir 78. sayfa.)
★
Hamza Osman Erkan
İzmir’e
çıkan düşmana ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’dir. Bu olayın üzerinden otuz yıl
geçti.( Bu yazı, ilkin 1950 yılında
"Tarih Konuşuyor" dergisinde, ikinci kere ise "Dün ve
Bugün" ün Haziran 1956 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. H. O. Erkan, Hasan Tahsin Recep Bey'in yakın
dostuydu. ) Onun
adından bahsedilmiyor. O, hayatının her devresinde, Türklüğe karşı gelenlerle
savaşmış bir kahramandı... Hani, bu kahramanın şehit düştüğü yerde yükselen
abide?...
İzmir’in
işgalinde Yunan ordusuna karşı gelen ve ilk kurşunu atan adam... İşte, İstiklâl
savaşı tarihimizin sayfalarım gerçekten süsleyecek meçhul fedaî ... Kendisini
ölüme götüren hareketinin memleketteki ilk tesirlerinden önemle bahsedildiği
halde, otuz yılın tarihinde onun adı yoktur...
Bu kahraman
kimdir?
Aslen
Selânikli olan bu genç fedaînin asıl adı Nevres Recep’tir... Orta ve lise öğrenimini
Selanik’te, Feyziye Mektebinde gördükten sonra yüksek öğrenim için Paris’e
gitmişti...
Türk-İtalyan
Harbi sırasında Paris’te Türklük aleyhinde gösterilen bir filmi seyrederken,
taşkın İtalyan gençliğinin tezahürlerine sinirlenen Nevres Recep, Olimpia
sinemasının perdesini bir tabanca kurşunu ile delerek hıncını alabilmişti...
(Nevres Recep Bey'in arkadaşı Osman Süavi Bey, bu olayın İsviçre'de
Neuchatel'de cereyan ettiğini söylemektedir. )
Sonra, Türk
milletini zincirlere vurarak onun hak ve hayatını mahvetmek için Balkan Harbini
başımıza ören Balkan Cemiyeti kurucularından meşhur Buxton kardeşleri,
Bükreş’te bir konferanstan çıkarken tabanca ile yaralamıştı...
Mahkemeye
verilen Nevres Recep, on Yıldan fazla ağır hapis cezasına mahkûm edilerek zindana
atılmıştı. Ancak Birinci Dünya Harbinde Romanya’nın ordumuz tarafından
istilâsı üzerine hürriyetine kavuşarak memlekete dönebilmişti...
O, böyle
bir vatanperverdi...
İstanbul’da
kısa süre kaldıktan sonra, Hüviyetini gizleyerek Hasan Tahsin takma adiyle
tedavi için gittiği İsviçre’de bile, bütün faaliyetini, memlekete faydalı
olabilmek gayesine hasretmişti...
İşte, o
tarihten itibaren Buxton’lar olayı dolayısıyla Hasan Tahsin ismini alan bu
fedakâr genç, İstanbul’dan getirdiği bir tavsiye mektubu ile Cenevre’de
doğruca bize gelmişti.
Orada
kaldığı sürece, çok yakından tanımak fırsatını elde ettiğimiz Hasan Tahsin’i,
cidden kuvvetli karakterli, kültürlü, vatan sevgisi bütün düşünce ve
hareketlerine hakim, granit gibi sağlam, imanlı bir zat olarak tanımıştık...
Mayıs 1919
da İngiliz, Fransız, Yunan, Amerikan harp gemileri İzmir limanına girerek
demirlediler... İzmir Kolordu Komutanına verilen bir notada, İzmir istihkâmları
ile civarının, Mütarekenin yedinci maddesine göre İtilâf devletleri adına Yunanlılar
tarafından işgal edileceği bildiriliyordu...
Büyük bir
telâş içine düşen İzmir resmî makamları, İstanbul hükümetinden düşüncesini
sordular... Harbiye Nazırı, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini,
mütarekenin yedinci maddesine uygun buluyor ve baş eğilmesini istiyordu...
1415 Mayıs
gecesi İzmir’in vatansever ve hamiyetli gençleri, Reddi ilhak Cemiyetinin
hazırladığı mitinge koştular. Şehirde bütün gece bir büyük heyecan hüküm
sürdü...
Mayıs 1919
sabahı, Yunanlılar İzmir’e Rumların çılgınca gösterileri arasında çıktılar...
Bu gösteriler karşısında kendini tutamayan bir Türk vatanseverinin attığı
kurşun, Yunanlılara, önceden hazırlamış oldukları korkutma hareketine
geçmeleri için vesile oldu...
Silâhlarını
bırakmış olan Mehmetçiklerin bulundukları kışla ateşe tutuldu...
17. Kolordu
Askerlik işleri reisi Albay Süleyman Fethi Bey, ”Zito Venizelos” diye
bağırmadığı için dipçik ve süngü darbeleri ile şehit edildi...
İtilâf
donanmalarının önünde bu trajedi oynanırken Rumlar Türk mahallelerine de saldırmaya
ve her türlü cinayetleri işlemeye başladılar...
Fakat 15
Mayıs 1919 günü vatan müdafaası için ilk Türk kurşunu atılmış ve ilk Türk
şehitleri yere serilmişti... Demek ki, artık Türk istiklâl savaşı da başlamış
bulunuyordu...
İşte 15
Mayıs günü vatan müdafaası için ilk kurşunu, yurt sevgisini hayatından daha
üstün tutan aslan Hasan Tahsin atmıştı...
Hasan
Tahsin, kordon rıhtımına çıkan Yunan Efzun (Genellikle üç tabur ve bunlara bağlı
birliklerden oluşan asker topluluğu. ) alayının başındaki mangaya ve önlerindeki
Bayraktara rovelverle ateş ederek yere düşürmüş ve öldürmüştü...
Hasan
Tahsin, ileriye doğru koşan Efzunlardan bir kaç tanesini daha yere serdikten
sonra, aldığı kurşun yaralarından yere düşerek;
"Allahım!...”
diye haykırdı...
O anda her
tarafına saplanan süngüler, bu eşsiz kahramanı delik deşik etti...
O, böyle
bir akıbeti bekliyordu... Aziz ve fedakâr şehit için duyulan acı içinde bir
teselli noktası varsa, onun Türk İstiklâl Savacının ilk kurşununu sıkarak
gözlerini kapamış olduğu düşüncesidir.
Onun şehit
edildiği yere bir heykel, küçük bir taş parçası veya sadece bir işaret bile
konmuş değildir.
Her halde
bu ateşli vatanseverin aziz hatırasını, millet hiç bir zaman unutmamalıdır...
Fakat,
gönül, "Keşke sağ olsaydı da, Anadolu’da doğan Türk hürriyet ve istiklâl
güneşini görebilseydi” diyor...
Asil Türk
Milletinden sana bin rahmet duası, Hasan Tahsin...
Kaynak:
Anıt Adam “Osman Nevres”, (Hasan Tahsin) Hzl. Zeynel KOZANOĞLU, İzmir
Gazeteciler Cemiyeti Yayını,1977, İzmir
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar