ANLATMASAM OLMAZDI-GENİŞ TOPLUMDA YAHUDİ OLMAK
Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı
Bensiyon Pinto
Bir insanı tanımak bir hayata dokunmakmış. Bensiyon Pinto’yu tanımanın
hayatımdaki en önemli deneyim olduğunu düşünüyorum. Engin tecrübesi, bilgi
birikimi, sevgi dolu kocaman kalbi, babacan kişiliği, iyi niyeti, işine olan
profesyonel tavrı, inancı, toleransı, yenilikçiliği ve hayatı boyunca
üstlendiği tüm rollerle bana örnek bir insan modeli çizdi, çok kısa bir zaman
içinde, kaybettiğim babamın boşluğunu doldurdu.
Birlikte hayatı nasıl tanımlayabileceğimizi düşündük. Soma anladık ki,
hayatın tanımı yok; ayrıntısı çok... Hayat, Tanrı tarafından hepimiz için ayrı
ayrı takdir edilerek yazılmış... Bu yazıyı doğru zamanda doğru noktalama
işaretleriyle yazmaksa bizim elimizde... Bensiyon Pinto’nun sevdiklerini,
korkularını, endişelerini, sevinçlerini, tecrübelerini, hayallerini, hayal
kırıklıklarını, acılarını, şaşkınlıklarını, memnuniyetini ve anlatmak
istediklerini tek tek düşündük, konuştuk, sıraladık, eledik ve yazdık.
Bensiyon Pinto’nun düzyazısında doğru yerlere, doğru noktalama işaretleri
koyduk.
Her yaşam, bir hikâye...
Bu hikâyenin ana kahramanı, dizlerinde kapanmayan yaralarla bir çocuk, âşık
bir eş, sevgi dolu bir baba, yüreği torunları için çarpan bir dede, sıkı bir
dost, kendini cemaatine ve memleketine adamış bir başkan; Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı Bensiyon Pinto.
Derleyen: Tülay Gürler.
Hayatta bizi şaşırtan, yıkan, altüst eden olayların yanında, ünlemle
sonlanacak onurlandırmalar, sevinçler, mutluluklar da olabiliyor. İyi ki de
oluyor. Yoksa hayat yaşanmaz bir hal alırdı. İspanyolca bildiğim için hem
İspanya büyükelçisi hem de konsolosla her zaman çok iyi diyalogum oldu.
Köklerimiz oradan geldiğinden, kültürde de ortak noktalar olduğundan konuşacak
konu bulmakta hiç zorlanmadık. İspanyollar da bizim gibi Akdeniz insanı olduğu
için oldukça sıcakkanlı ve neşelidir. Dostluklarına her zaman değer
vermişimdir.
Bir gün İspanya’nın bazı bakanları Türkiye’yi ziyarete geldi. Bir bakan
yardımcısıyla bir sohbete daldık. Konuşmanın sonunda, İspanya’nın Türkiye’ye
nasıl bakması gerektiğini, Türkiye’nin nasıl geliştiğini, insanlarının nasıl
sıcak olduğunu, iki ülke halkının nasıl birbirine benzediğini anlattım. “Biz de Akdenizli olarak aynı suya bakan
bir halkız” dedim. Benim
böyle muhabbetlerde Türklüğüm daha da kabarır. “Bizi sınır dışı ettiğinizde
Osmanlı kapılarını bize ardına kadar açtı. Şimdi Türkiye Türküyüz ve çok
mutluyuz. Ülkemizi çok seviyoruz. Artık kim kârlı kim zararlı siz düşünün.
Sizden herhangi bir hak talep edersem, beni yüzyıllar öncesinde bağrına basan,
bana kucağını açan Türkiyeme, her şeyden önce de kendi kişiliğime haksızlık
etmiş olurum. Bu sebeple Türk Yahudilerinin İspanya’dan hak talep etme gibi bir
düşüncesi olamaz” dedim. “Doğrusu budur. İspanya, zamanında tüm Yahudilerin kaderini değiştirmiştir.
Bugün bir Türk Yahudi’si kavramı varsa,
o zamanki göçten dolayıdır. Atalarımız zamanında bunun çok acısını çekti.
İspanya onların vatanıydı. Bizim vatanımızsa burası. Tarih böyle yazar. O
zamanlar Yahudileri gemilere doldurup yollara döken zihniyet, onların asırlar
boyu bu topraklarda huzur ve mutluluk içinde yaşamalarını da sağladı.
Gelenekleri görenekleri geniş toplumunkilerle harmanlandı, bir kilim dokur ya
da bir şarkıyı beraber söyler gibi, bayramlarda, ramazanlarda, düğünlerde,
ölümlerde beraber yaşamanın keyfine vardık ve öylesine bir olduk ki, başka bir
ülkenin vatandaşlığı benim için hiçbir şey ifade etmez oldu. İsrail’de bulunan
yüz yirmi bin Türk de aynı duygu içinde. Hepsi Türk olmakla gurur duyuyor. Üç
kuşaktır Türkçe konuşuyorlar” diye de ekledim. İspanyollar yaptığım
konuşmadan çok duygulandı. “Sizin
İspanya’nın Türkiye’deki temsilcileriyle çok iyi anlaştığınızı ve onlara karşı
çok iyi davrandığınızı duyduk. Bundan dolayı da çok mutlu olduk” dediler.
Aradan altı ay geçtikten sonra bir yazı geldi. Yazıya göre elçili bana İspanya
kralının ‘Alfonso X Del Sabio Nişanı’nı
vermek istiyor ve rezidansa davet ediyordu. Törene istediklerimi davet
edebilecektim. Bu, kendi adıma ve ülkem
adına büyük bir onurdu. Dış ilişkileri sıcak tutmak her zaman iyidir.
Kimin, ne zaman, nerede ve hangi konuda faydalı olacağını önceden bilmek
zordur. Dostluklar elbette yatırım amaçlı kurulmaz ancak kurulu dostlukların
hayatı daha yaşanır hale getirdiği de bir gerçektir.
O gece çok heyecanlıydım. Tıraşımı oldum, giyimime çok dikkat ettim.
Lacivert bir takım elbise giydim. Hoş bir kravat taktım. Evden adeta ayaklarım
havada çıktım. (Eşim) Eti’yle
arabaya bindik. Davetli olduğumuz büyükelçilik rezidansına gittik. Muhteşem bir
yapıydı. Büyükelçi, eşi, başkonsolos ve sekreteri bizi kapıda karşıladı.
Törenden önce bir kokteyl düzenlenmişti. Yeşillikler içinde bir bahçeye çıktık.
İnsanlar masalara dağılmış, ayaküstü sohbet ediyordu. Benimse içimde bir
tedirginlik ve heyecan vardı. Bir konuşma hazırlamıştım. Konusu, Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne alınma nedenleriydi. Tam yeriydi. O gece davetlim olarak
hahambaşı, Gazeteci Sami Kohen, Mario
Frayman, Niso Albuher, Rıfat-Eli Duvenyas kardeşler eşleriyle katıldı. Yakın dostum Orgeneral Necdet Timur Paşa da
davete eşiyle katıldı. Adalar belediye başkam ve o zamanki İstanbul
Büyükşehir Belediyesi başkan vekili de törende hazır bulundu. Daha pek çok
dostumuz vardı. Tabii oğullarım, gelinlerim ve torunlarım Yoni ve İris de
yanımdaydı. 22 Eylül 2003 pazartesi,
İstanbul’da Büyükelçi Manuel De La Camara’nın rezidansında bana Alfonso X Del
Sabio Nişanı verildi. Aynı gece İspanyol edebiyatına çok katkısı olan Şalom gazetesi yazan Salamon Biçerano’ya
da bir ödül verildi. Fakat kendisi rahmetli olduğu için ödülü ailesi aldı.
Bütün Şalom gazetesi ailesi de oradaydı. Ödülü vermek için çağırdıklarında,
eşimi ve her şeyden önemlisi torunlarım İris
ve Yoni’yi de yanıma aldım. Nil,
Megi, Benjamen ve Hayim de çok yakınımdaydı. Çok duygulu bir atmosferdi.
Büyükelçi de çok duygulandı. Güzel mesajlar vermek amacıyla hazırladığım
konuşmada “Ben bu ülkede doğmuş büyümüş
bir Yahudi olarak, memleketim için çok şey yaptığıma inanıyorum. Bütün
yaptıklarım kişisel girişimler gibi görünse de öyle değildir. Ülkemin dış
ülkelerle daha iyi ilişkiler kurması için bir sebeptir sadece” diyerek
düşüncelerimi belirttim. İspanya, yıllar önce sınır dışı ettiği Yahudilerin
torunu olduğum için bana hoş bir davranışta bulunarak böyle bir ödül veriyordu.
Kuşkusuz bu ödül benim için çok anlamlı ve değerliydi. Tarihin yaşanan her şeyi
kaydettiğini, ama asıl önemli olanın dünya barışı ve kardeşliğinin arakasında
durabilmek olduğunu söyledim. Benim için en az ödül almak kadar önemli olan bir
başka nokta da Türkiye ile İspanya arasındaki benzerliği ortaya koyarak, hiç
olmazsa belli konularda ülkeme bir katkı sağlamaktı. Son olarak da Türkiye’nin
Avrupa Birliği’ne girmesinin şart olduğunu, bütün Avrupa'nın da aslında bunun
bilicinde olduğunu sözlerime ekledim.
Büyükelçi bana “Mi gueido amigo”
yani, “Benim canım arkadaşım” diye
hitap eder. O da konuşmasına öyle başladı. Benim İspanya’nın görevli elçi ve
konsoloslarına gösterdiğim yakınlığın altını özellikle çizerek, “Ülkeler
arasındaki dostluklar, aslında en güzel bu şekilde gelişir” dedi. Sonra beni
kutlayarak ucunda nişan asılı olan bordo kadife bir kurdeleyi boynuma taktı.
Fotoğraflar çekildi. Bu güzel gün belgelendi. Tören sonrasında ailecek yemeğe
gittik. Eve geldiğimde heyecanımın hâlâ dinmediğini hatırlıyorum, içki içen bir
adam da olmadığım için, heyecanımı dindirmem zorlaşmıştı, ilk defa o gece, içki
sayesinde rahatlayanları gıptayla andım.
Ülkemde
canımı sıkan bir tek şey var. O da “Bizden adam olmaz” söylemi. Nedense
kendimizi hiç sevmiyoruz. “Bizden adam olmaz” ne demek? Bizden daha adam gibi
adam var mı? Vefa bizde, sadakat
bizde, dostluk bizde, iman, inanç, bağlılık bizde. Daha ne olsun? Türkiye, çok
yeni bir cumhuriyet.
Atatürk bunu bize hediye etti. Allah ondan razı olsun. Yaptığı her şey için
minnettarız... Bu genç cumhuriyet eski bir tarihin içinden sıyrılıp kendine
yepyeni bir yol çizdi. Geçmişini unutmadan, ona sahip çıkarak ama yeniliklerin
arkasından Atatürk’le yürüyerek...
Sh. 157-159
…………………
Zaman zaman AB insan
Hakları Komisyonu’ndan temsilciler gelir. Başkanlığımın son döneminde de Markus
Jaeger ile Alvaro Gil Robles gelmişti. Onlara konuştuklarımızın aramızda
kalacağını, ne isterlerse sorabileceklerini, Türkiye’nin bütün gerçeklerini
anlatacağımı söyledim. Türkiye’de inanç
özgürlüğü olmadığı konusuna kafayı takmış durumdaydılar. Onlara özetle şunu
söyledim: “Ülkenizde din ve vicdan özgürlüğü yok da ne demek? Gelin
bir kafede oturalım. Fransızca, İspanyolca, Ibranice, Ermenice, Rumca
konuşalım. Bize dönüp bakan olmaz. Hatta buna sempati duyanlar olur. “Siz
Yunanistan’dan mı geldiniz komşu?” derler. Bizimle yarenlik etmeye bakarlar.
Türk insanını yanlış tanıyorsunuz. Belki de yanlış tanıtmak isteyenlere
inanmayı tercih ediyorsunuz.” Yarım saat için gelmişlerdi,
bir buçuk saat kaldılar. Bu konuşmaların Avrupalının bizi hakiki anlamda
tanıması bakımından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda herkes elinden
geleni yapmalı. Zaman zaman insanlar, kendi dindaşlarıyla sohbet etmeyi tercih
eder. Bunu da görmek ve ona göre davranmak gerektiğini düşünüyorum. Mademki işi
yapmanın kolay yolu iletişimden geçiyor, o yol da denenmelidir.
Bir dergide bir
röportajım yayınlandıktan sonra, bazı basın mensupları bana geldi:
“Bu röportajı siz mi
verdiniz?”
“Evet.”
“Avrupa’daki cemaat başkanları bile böylesine özeleştiri yapan röportajlar
veremiyor. Siz nasıl verdiniz?”
“Doğruları söylerseniz mesele kalmaz.”
Her zaman her konuda
açık konuştum. Mesela bugüne kadar hiçbir zaman bir başbakanın çıkıp “Yahudi düşmanlığı yaparak bu ülkede prim kazanamazsınız” dediğini duymadım. Bu
çok önemli bir nokta. Bunun bütün dini azınlıklara bir mesaj olduğunu
düşünüyorum. Bu konuda Recep Tayyip Erdoğan’ın da fikri aynı; bunu AKP’nin
yaptığı Kızılcahamam toplantılarında da, parti grup toplantısında da, İslam
ülkelerinden gelen konuklar olduğu zaman da söyledi. Bu, dini azınlıklar için
gerçekten önemli bir yorum ve bakış açısı. Abdullah Gül bana devlete verdiğim
destek konusunda teşekkür ettiğinde şöyle dedim:
“Sayın Bakanım, ben de
size teşekkür ederim. Hiç aklımıza gelmeyen yerlerde çıkıp antisemitizm
aleyhinde açıklamalar yapıyorsunuz.” “Sayın Pinto, bir lider antisemitzmi yeren
bir konuşmayı Avrupa’da yapabilir ama aynı konuşmayı Endonezya’da, Suudi
Arabistan’da, İran’da yaparsa çok önemlidir. Biz bunun farkındayız. Tabii medya
bunu görmüştür, görmemiştir, bilemem.”
Yeri gelmişken medya
konusuna temas etmekte yarar var. Medya insanları döver de sever de. Bununla yaşamayı
bilmek lazım. Sanatçı ve politikacılar durmadan medyadan şikâyet eder, fakat
onları bulundukları noktaya taşıyan da medyadır. Medya AK Partiye destek
vermese durum böyle olur muydu? Hiç zannetmiyorum. Her görüşten medyaya
saygılıyım. Aşırı sağ medyayı da
anlayabiliyorum. Yalnız bir şeye karşıyım; din konusunda kimseye belden aşağı
vurulmamalı. Bu doğru değil. Din hepimiz için, dünyaya geldiğimiz andan
itibaren ailelerimizde gördüğümüz değerleri kapsar. Bunun nedeni, daha iyisi,
daha doğrusu yoktur. İnanç, inançtır. Bu konuda kalkıp da kimseye laf
edilmemelidir. Kimse kimseyi sevmek ve beğenmek zorunda değil. Biri Amerika’yı,
diğeri Fransa’yı, bir başkası İsrail’i sevmeyebilir. Ancak din ve imana dokunmamak
gerekir.
Prodi buraya gediği
zaman verilen bir yemekte Abdurrahman
Dilipak’ı gördüm, yanma gittim:
“Merhaba Hocam.”
“Merhaba, buyurun...”
“Ben, Bensiyon Pinto.”
“Ooo! Nasılsınız?”
“Sizin bütün
yazılarınızı okurum. Bazı yorumlarınızı da hayranlıkla izlerim. Sizinle her
konuda aynı görüşleri taşıdığımızı söyleyemem ama önemli olan bunları diyalogla
çözmek. Cemaatimizin değerli araştırmacılarından Yusuf Altıntaş’la olan yakınlığınızı
biliyorum. İnsanların inançları ne olursa olsun, bazı düşünceleri bir yana
bırakarak dostluklar kurması gerektiğine inanıyorum. Sizin bunu başarmış biri
olduğunuzu bildiğim için gelip elinizi sıkmak istedim.”
Bunları yapmak lazım.
Kavganın, savaşın insanlara faydası yok. Biz, 59. Hükümeti uluslararası
platformlarda destekledik. Yurtdışında, AK Parti’ye sempati duymayan kişilere
“Türkiye’de yetmiş iki milyon insan var. Türkiye sadece o parti, bu parti
değil. Bugün sandıktan bu parti çıktı. İyi işler de yapmakta ama bu ülkede genç
bir nesil var. Sivil toplum örgütleri var. Başka partiler, üniversiteler,
yüksek düzeyde akademisyenler var. Siz Türkiye’nin bir partisini beğenmiyor
olabilirsiniz, ama unutmayın ki bu ülke her şeyiyle bir bütün” dedim. Şimdi
biri çıkıp bana, “Kendinizde bu cesareti nereden buluyorsunuz?” diyebilir.
Cemaat başkanıyken daha dikkatliydim ama artık daha rahat konuşuyorum. Bunlar
benim kişisel görüşlerim. O zamanlar, cemaat adına yaptığım açıklamalar olarak
düşünülebilirdi. Şimdi böyle bir kaygım yok, çünkü tamamen kendi adıma
konuşuyorum.
17 Aralık 2004’te
Avrupa Birliği’nde çekilen sıkıntı çok büyüktü. 17 Aralıkta saat on buçukta
Belçika’dan gelen telefonlarla Türkiye’ye AB yolunda yeşil ışık yakıldığını
anladım. O sırada ne yazık ki kimseyle irtibat kuramıyordum. Başbakan,
Dışişleri bakam, Murat Mercan, Egemen Bağış, özel kalemler... Hepsini tek tek
aradım, bu hemen verilmesi gereken bir ipucuydu ama onlara ulaşmam mümkün
olmadı. Belçika’dan gelen mesaj aynen şuydu: “Sayın Başbakanınıza söyleyin,
tedirgin olmasın. Bu iş bitti. Belki biraz köşeye sıkıştıracaklar ama aslında
bu iş bitti.” Bu mesajı başbakana ancak saat biri yirmi geçe ulaştırabildim. AB
konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, TÜSİAD’ın, sivil toplum örgütlerinin ve
diğer dini azınlıkların çok büyük emeği geçti. Herkes kendi boyuna göre bu işe
katkıda bulundu. Gençler onlara şükran borçlu. Ben yaşım başım almış bir
adamım. Avrupa Birliği’ne girmiş bir Türkiye görsem ne olur, görmesem ne olur?
Ama ya gençlerimiz, torunlarımız, onların çocukları? Kendi adıma bu işte
desteği olan herkese teşekkür ederim.
Her şey yolunda
giderse 3 Ekim 2005 tarihi Türkiye için AB sürecinin başlangıcı olacaktı. O
günkü paniği hep birlikte yaşadık. Tahminlerime kimse inanmak istemedi ama ben
sonuçtan emindim. 2 ekimde saat dördü on geçe, Avrupa’daki dostlarımdan aldığım
bilgiyle, 3 ekimin kimse tarafından bozulamayacağı bilgisini aldım. Saat
16:30’da Sayın Başbakan’ın korumasına bir kısa mesaj gönderip üstü kapalı bir
ipucu vermek istedim: “Sayın Başbakanım, konuşmanız beni ve cemaatimi çok
duygulandırdı. Bu sözler ses getirecektir. AB işinde sorun olacağına milyonda
bir ihtimal vermiyorum. Hiç merak etmeyin. Yahudi dünyasının yılbaşıyla İslam
âleminin ramazanı beraber kutlanacak. Hayırlara vesile olmasını dilerim.” Bu
mesajın içindeki, “hiç merak etmeyin” ifadesinin Sayın Erdoğan’a bir şeyler
anlatacağından emindim. Bugün ABD, Türkiye’nin Avrupa’da çok sağlam bir yerinin
olmasını ve kendisine çok yakın durmasını istemekte. Türkiye’nin değerinin
farkında. ABD, Türkiye’yi Avrupa normlarına doğru götürebilirse, bu her iki
taraf için de büyük bir başarı olacak. Bugün dünyada büyük abi o. ABD’yi
beğeniriz beğenmeyiz, severiz sevmeyiz ama işin doğrusu bu. Güçlü olanın sözü
her zaman geçer. Bir davette ABD başkonsolosuna, “Türkiye’nin AB’ye girmesi
konusunda ABD’nin girişimde bulunması lazım” demiştim. O da bana çok manalı
bakmıştı. Bakışları “Bu adam bir şeyler biliyor olabilir mi?” diyordu. O gece,
ABD’nin bir şeyler yapmak üzere olduğunu başkonsolosun konu üzerinde yorum
yapmamasından anladım. Ne de olsa ilk sözü söylemek ona düşmezdi. AB yolunda
başbakan ve Dışişleri bakanına çok büyük iş düştü. Herkes canla başla çalıştı
ama bu konuda iki kişinin çok büyük emeği oldu: Egemen Bağış ve Murat Mercan.
Benimle her zaman ayrı ayrı temas halinde oldular ve görüşmeler konusunda beni
motive ettiler.
ABD’ye yaptığımız bir
seyahat sırasında bir konferansta konuşma yapmam istenmişti. İsrailli komutan
Uzi Narkiz de şeref konuğuydu. Konuşmamı İspanyolca yaptım. Konuşmam bitince
herkes alkışlamaya başladı. Bu adam da ayağa kalktı ve herkese ayakta
alkışlamaları için yerlerinden kalkmalarım işaret etti. Onun bir sözü,
oradakiler için adeta emirdi. Hepsi kalktı. Fikirlerimiz pek çok konuda uyuşmasa
da Sayın Yılmaz Benadrete’nin de bu konuda hakkını vermem gerekir. Orada konuşmamı
isteyen ve bu işi destekleyen oydu. Hem kendi adıma, hem de Türkiye adına ona
teşekkür borçluyum. Bu gerçekten önemli bir konuşmaydı. Ardından çok enteresan
gelişmeler oldu. Yahudi lobisinin ileri gelenleri benimle görüşmek istedi.
Hepsi benimle temasa geçti ve toplantılar yaptık. Bu görüşmeler için resmi bir
onay olmadığından biraz tedirgindim. Nerede ne zaman durmak gerektiğine kendim
karar veriyordum. Bu zor bir iş. Herkes size güvenecek, siz de kendinize güveneceksiniz.
Asla yanlış yapmayacaksınız. Temaslarım devam etti. 1990-1994 arasında görevde
olmadığım zamanlarda da buluşurduk; cemaat yetkilileriyle onları bir araya
getirirdim. 1995 yılında amatör bir ruh ve profesyonel bir bakış açısıyla
Türkiye’nin menfaatleri ve insanlık adına bu işe başladım. İnsanlık adına ne
demek diye düşünenler olabilir. Bu devlet Osmanlı’dan gelen kültür birikimiyle
bilinçli, vakur ve egemen bir devlettir. Ortadoğu’ya çok kısa bir süre sonra
ağırlığım koyabilecek ve Ortadoğu’da dökülen kanların, ağlayan anaların,
bacıların, eşlerin, gençlerin gözyaşlarını silecek tek güçtür. Buna bütün
kalbimle inanıyorum. Bu konuda yanılmadığımı 2005’te daha iyi anlattım. Bugün Ortadoğu’daki tüm ülkelerde
Türkiye’nin rüzgârı hissediliyor. Ortadoğu’dakilerle de sıcak temaslarda
bulundum. Türkiye’ye davet ettim, onlara yemekler verdim. Bu tam anlamıyla
profesyonel yaklaşımdır. İnsanlar bir araya gelmeli ve meseleleri pratik
yöntemlerle çözmelidir. Lobicilik, karşı tarafa neyi, niçin yapmak istediğinizi
doğru ve açık bir dille anlatmak demektir. Bir meseleyi, doğruları yanlışları
açığa çıkararak anlatılmalı ve bunun onlara nasıl bir menfaat sağlayacağı da
mutlaka söylenmelidir. Bu dünya maalesef menfaat dünyasıdır ve herkes bu çeşit
işlerde kendi menfaatini her şeyin üstünde tutar. ABD’de senatör ve temsilcilerin kendi ofisleri vardır. Hepsi bağış
alır. Bu da gayet normal bir işleyiştir. Burada sözünü ettiğim bağış asla
rüşvetle karıştırılmamalı. Bunun resmiyeti ve içeriği bellidir. Yolsuz bir
yanı yoktur. Bu halka yapılan hizmet karşılığı önceden verilmiş bir paradır.
Neye ihtiyaç olursa ona harcanır ve kasada her zaman para vardır. İlişkilerin
sürmesi, araya mesafe girmemesi de uzun vadeli işlerin çözümü için şarttır.
Bunun dersini bana yıllar önce Bülent Akarcalı vermişti. Onu çok sever ve
sayarım. Jak Kamhi’nin yaptırdığı meslek lisesinin açılışında tanıştık ve The
Marmara Oteli’nde bir kahve içtik. Bana “Türkiye’deki
insanlar, bir işleri olduğu zaman o iş bitinceye kadar işini yapan kişilerle
gayet yakın temas halindedir. İş bitince yüzüne bile bakmaz” dedi.
“Sayın Bakanım, neden
böyle söylüyorsunuz?”
“Kardeşim, ben
İstanbul milletvekiliyim. Yerim yurdum belli, aldığım maaş belli. Kimse çıkıp
da ‘Şu işte seni destekleyelim’ demiyor. Bunu anlatsan adam rüşvet istiyor
derler. Biz para pul istemiyoruz. Bir projede bize destek olsunlar, o işe
sponsor olsunlar istiyoruz. O zaman halka daha kolay ulaşırız. Bu işi de ben
üstleniyorum deseler mesele hallolacak. Her şeyi devletten bekliyorlar.”
Doğru söylüyordu.
Sponsorluk, bizde bu konuşmadan çok sonra ve çok yavaş gelişmiş bir iştir. ABD’de bu işi değişik bir şekilde halletmişlerdir;
bu işleri takip eden ofisler vardır. Kişi size bir iş için yarımda ekibiyle
gelir ve “Şu işinize sponsor olmak istiyoruz” der. Ekip de mühimdir.
Bir yere tek kişi gitmek ile ekip olarak gitmek arasında dağlar kadar fark
vardır. Başkanın basın danışmanı vardır, yardımcısı vardır... Bu etkileyici
bir imajdır. Ben bile hiçbir gün bir yere yalnız gitmedim. Bunu bana öğreten
Sayın Bülent Akarcalı’dır. Bir gün beni bir lokantada gördü. “Bana soracak
yeni bir sorun yok mu?” diye şaka yaptı. “Yeter Sayın Bakanım bu taşlar çok
sert geliyor” diye gülerek karşılık verdim. “Hayır” dedi ciddileşerek. “Ben
herkese bir şeyler anlatmak istiyorum.”
Bize dış politikada
destek verecek bazı isimler de İsrail’de. Bunlardan biri Aron Liel.
Ankara’daki maslahatgüzarlık görevi sırasında Türkiye’yi çok sevdi, ülkesine
döndü ve kısa bir süre sonra dışişlerinde müsteşar oldu. Israil-Türk İş Konseyi
başkanlığı da yaptı. Daha sonra da başbakan adayı oldu. Hangi işi yaparsa
yapsın Türkiye’yi dilinden düşürmedi ve bir yardımı varsa bunu mutlaka
yapacağını çeşitli vesilelerle bildirdi. Neden? Ben Aron Liel’i hiçbir zaman
ihmal etmedim. Bu adamın çevresi genişti. Amerika’da üst düzey çok yakın
dostları vardı. Yarın öbür gün, Türkiye’nin menfaatine bir işte bize seve seve
yardım ederdi. Yaşanmışlıklarımız vardı, sohbetimiz vardı. Bu ilişkilerin Avrupa
Birliği konusunda bize faydası olacaktı. Bu yaklaşımın faydasını her yerde
gördük. Bundan istifade ettik ama kimseyi istismar etmedik. İnsan, istismar
ederse başkalarına zarar verebilir. Burada sadece doğru zamanda doğru kişilerle
yakınlık kurma, gerektiğinde onların yardımına başvurma amacı var. Bu da sizin
en doğal hakkınız, çünkü karşınızdaki yakınınız, dostunuz. Sadece yardım
istemek için kapı çalmak yerine, çevrenizi geniş tutmaya özen göstermelisiniz.
Ülkemizde çalışan yabancılara Türkiye’yi sevdirmek lazım. Ülkelerine gittikleri
zaman Türkiye’nin yanında olurlar. Bu ülkemiz adına çok önemli bir konudur.
İsrail’den bu kadar
çok söz ediyor olmamın önemli bir nedeni var. Unutulmamalı ki, İsrail’den gelen
konukları biz cemaat olarak da ağırlıyoruz. Bu sırada da aramızda dostluklar
oluşuyor. Zamanı gelince de onların yardımını almak ve fikrini sormak kadar
doğal bir şey de yok. Uri Bar-Ner Ankara’da İsrail büyükelçiliği yapmıştı. Onu, 2005 Haziranında
Ceylan Intercontinental Otel’de Amerikalı bir senatörle yemek yerken gördüm.
Başkanlığım süresince halkla ilişkilerde görev yapan on iki bayan arkadaşım
beni yemeğe götürmüştü. On iki bayanla birlikte yemek yerken ve dışardan bunun
nasıl göründüğüyle ilgili şakalaşırken baktım arka masamda yemek yiyor, yanındakine
de, “Bakın, önümüzdeki masada oturan bey Türk Musevi cemaatinin başkanı” diyordu.
O sırada Türk-Amerikan ilişkileri çok iyi değildi. Zor günler yaşıyorduk.
Kızlardan izin aldım, yanına gittim.
“Uri, bak. Sen bu ülkenin insanını bilirsin. Gerçekten bu ülkeyi
seviyorsan, bu konuda bir şeyler yapman lazım. Çalıştığın gazetede nasıl uygun
görüyorsan öyle bir yazı yaz.”
“Türkiye’yi övmemi mi istiyorsun?”
“Hayır. Yalnızca Türkiye’ye hak ettiği değeri ver. Sakın
aleyhinde bir şey yazma.”
Bir yazı yazdı.
Gazetelerde böyle bir yazı çıksın diye birçok ülke lobilere büyük paralar
öder.
Bir başka önemli isim
de Michael Rubin. Gazetecinin kalemine kimse dur
diyemez. Bu kalem çok kutsaldır. Michael Rubin bir gün gazetesinde, AK Parti,
Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye’yi hedef alan bir yazı yazdı. Ben de görüşmek
istedim. Bir müddet sonra bizi görüştürdüler. İstanbul’da Ritz Carlton
Oteli’nde akşam yemeğinde bir araya geldik. AKP Merkez Yönetimi’nin bir üyesi
de o yemekte bizimle oldu. Michael Rubin yazdıklarından asla dönmek
istemiyordu.
“Sen Türkiye’nin aleyhine yazdığında hem Türkiye’ye, hem
İsrail’e, hem de Ortadoğu’ya zarar veriyorsun. Türkiye’nin göreceği her türlü
zarardan bu ülkeler de nasibini alacak. Farkındasın, değil mi? Türkiye’nin
Ortadoğu’daki rolünü ben çoktan keşfettim. Bu konuda bir düşün istersen, ister
inana ister inanma, ben sana bildiğimi anlatayım. Sen de ne yazacağını düşün.”
Amerikan Yahudi Komitesi icra Direktörü Shula Bahat ve Genel Başkan
Richard D. Heideman’ı 2004 ilkbaharında Türkiye’ye davet ettik, geldiler. Gelmelerini neden
istedik? O günlerde ülkenin her tarafında büyük bir Amerikan karşıtlığı vardı.
Irak’a asker göndermemiz için ABD bizden talepte bulunmuş, Meclis de ret cevabı
vermişti. Amerika da Türkiye’ye oldukça tepkiliydi. Şans Restoran’da cemaat
olarak bir yemek verdik. Mehmet Ali Bayar, o zaman Washington
maslahatgüzarıydı. Gelenleri o yemekte kendisiyle görüştürdüm. Bu görüşmede ben
Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu, parlamentonun da bu anlayışla hür
bir şekilde çalıştığım, başkanlarını, otoriteleri bir yere kadar dinlediğini;
ama parlamentonun kendi özgür iradesiyle karar verip hareket ettiğini söyledim.
Bu minvalde konuşurken, insanların değişen yüz ifadelerinden ve beden
dillerinden bana karşı bir tepki oluşmaya başladığım anlıyordum. Sanki ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne
kendimi sevdirmek, onlara hoş görünmek için bu konuşmayı yapıyormuşum gibi bir
tavır talandılar. Berry Jacobs üstüme geldi, Shula Bahat üstüme geldi, baktım
iş büyüyecek, konuşmayı yanda kestim ve konuşmaya başladım:
“Bakın, ben Türkiye’nin avukatı değilim.
Burada sizin bir numarada tuttuğunuz İsrail’in lehine, her yerde ve her koşulda
antisemitzmi yeren, Yahudilere dininden dolayı düşmanlık yapılmamasını isteyen
bir hükümetten söz ediyorum. Bu hükümet kimsenin özel isteğiyle gelmedi, halkın
isteğiyle geldi. Türkiye yalnız AK Parti’nin değildir. Herkesi itham
edemezsiniz. Ayrıca ben de sizin davranışınızı tasvip etmiyorum. Şımarık bir
çocuk gibi istediğinizden vazgeçmiyor ve direniyorsunuz. Olacak şey var,
olmayacak şey var. Evet, Sayın Başbakan gitti, ‘Bu askeri yardımı alabilirim’
dedi. Döndü meclise sundu ve meclis bunu ülke menfaatlerine uymadığını
düşündüğü için reddetti. Ne yapabilirdi? Demokrasinin çarkları böyle döner. Dönmese
‘Türkiye’de demokrasi yok’ diyorsunuz. Bir olayda Türkiye’yi idama mahkûm
ediyorsanız, bizim sizinle işimiz bitmiştir. Belki hatalıyız ama asıl hata
sizin. Başbakan ve ekibi gidince halıları serdiniz. Şimdi işler istediğiniz
gibi gitmiyor diye o halıyı ayaklarının altından çekiyorsunuz. Adam size
elimden geleni yaparım dedi; yaptı da. Sonuç istediğiniz gibi olunca her şey
iyi ve doğru, olmayınca yanlış demek mertliğe sığmaz. Bunlar yanlış işler.
Sizden rica ediyorum. Ben bu konuda konuşma yapmak için para alan bir adam
değilim. Sizden kişisel hiçbir beklentim de yok. Görevimi de üç ay sonra
devrediyorum. Sizden sadece yanlış yapmamanızı rica ediyorum. Bu ülkeyi
tanıyorsunuz. Ne olacak şimdi? Her şeyi sil baştan mı düşüneceksiniz? Bugün
Sayın Gül her yerde antisemitizmi yeren konuşmalar yapıyor. Bunu Müslüman
ülkelerde yapmak bir cesaret işi. ‘Ben bunu Amerika’da, Avrupa’da yapsam ne
olur? Ben bunu Arap ülkelerinde, Endonezya’da, Katar’da yapıyorum, bu iş
cesaret ister. Bunları da görmezden gelmemek lazım’ diyor. Bana göre de sonuna
kadar haklı.”
Hava birden yumuşadı. Richard Heideman bana dönerek, “Haklısın, seni çok iyi anladım.
Söylediklerin doğru ve bunları unutmamak lazım” dedi. Bu adamlar bugün
Amerika’da Türkiye’nin menfaatlerini koruyor. Halbuki buraya ipleri tamamen
koparmaya gelmişlerdi, işte buna lobicilik denir. Lobicilik, gereğine
inanılarak yapılan iştir, inanarak yaptığınız bir işte de başarılı olursunuz.
Bir de Natan
Sharansky’yle yaptığımız sohbete değinmek isterim. Natan Sharansky, İsrail’in
sembolüdür. Rus asıllıdır. Rusya’da hapse mahkûm olmuş, İbraniceyi tam bilmese
de bakanlık yapan bir adamdır. Bir gün Türkiye’ye geldi. Geldiği zaman dönemin
Sanayi ve Ticaret bakam ile Swissotel’de tanışma fırsatımız oldu. Aramızda o kadar
güzel ve içten bir yakınlık oldu ki, burada iki gün kaldı ve bizden kopamadı.
“Sinagogları görmek istiyorum” dedi. Ona bir tur ayarladım ve öyle bir sinagog
programı yaptım ki, buradan ayrılmak istemedi. Giderken şunları söyledi: “Bundan sonra Türkiye’nin avukatıyım. Türkiye’nin yaptığı
her doğrunun yanındayım.” Bu işte herkes görevli
olmalıdır, sokaktaki simitçi de, tuvaletçi de, doktor da, öğretmen de, bakan
da...
Ve Isaac Herzog...
Başbakanla 1 Mayıs 2005’te İsrail’e gittik. Uçağın kapılan açıldı. Yirmi yedi
kişilik bir ekiptik. Uçağı hemen tahliye ettik. Çantamı aldım, arkalarından
iniyordum. Baktım bir adam kapının önünde durmuş, inenlere “Siz Bensiyon Pinto
musunuz?” diye soruyor. Merdivenlerin sonuna geldiğimde bana da sordu.
“Evet.”
“Sizi bekliyordum,
efendim. Hayim Herzog’un oğluyum. Bayındırlık Bakanı Isaac Herzog.
Hayim Herzog İsrail’in
eski cumhurbaşkanlarındandır. 1992’de de ülkemizi ziyaret etmişti. Benim de
yakın dostumdur. 1992’de Dolmabahçe’de yapılan 500. yıl kutlamaları balosuna da
katılmış, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakan Mesut Yılmaz’la uzun uzun
sohbet etmişti. Sarıldım, iki yanağından öptüm.
“Annem, ‘Bensiyon
Pinto’yu bul, kim olduğunu söyle, o da sana sarılıp seni öpecek’ demişti.
Doğruymuş.”
Başka bir İsrail
gezimde Isaac Herzog bir konuşma yapıyordu. Onu dinlemek için davet almış,
eşimle birlikte gitmiştim. Konuşmanın sonunda, ona anne babasının Türkiye
ziyaretlerinde çekilmiş fotoğraflardan düzenlenmiş bir albüm armağan etim.
Eline alınca gözleri doldu. Annesi de arayıp teşekkür etti. Bu adam şimdilerde
sosyal demokratların başına geçmek için çalışıyor. Sahip olduğumuz
dostlukların yarın bize getireceği olumlu sonuçlar tartışılmaz. Yakınlıkların
en güzel tarafı, onlardan bir şey istediğinizde hemen yerine getireceklerini
bilmenizdir. Bu çok önemlidir ve parayla pulla halledilecek iş değildir.
JOINT Doğu Avrupa ve
Türkiye Genel Müdürü Ami Bergman bir mektubunda bana şöyle demişti: “Sen çok
önemli bir adamsın.” Diasporadaki bir
cemaat başkanının en önemli görevi, milletini ve ülkesindeki dindaşlarını
korumak, haklılıklarım daima savunmaktır. Bu sadece Türkiye’de olan bir
durum değil. Tüm diaspora için böyledir. Fransa’da, Yunanistan’da, Belçika’da
yaşayan Yahudilerin de çok problemleri var. Herkes bunun üstünü örtmeye
çalışıyor. Bir başkan önce kendi ülkesindeki dindaşlarım çok iyi bir şekilde
temsil edecek. Ülkesinin, Tevrat’ta
yazılı olduğu gibi, menfaatlerini her şeyin üstünde tutacak. Ayrıca
ülkesinin İsrail ile ilişkilerini iyi bir yere getirmesi lazım ki, dünyada
antisemitist hareketler için çalışılabilsin. Ami Bergman belki de bunu anlatmak
istiyordu.
2004’te başkanlığı
bırakmadan evvel Budapeşte’de Avrupa ve Dünya Yahudi Kongresi’ne gittim. Bin
beş yüz delege vardı. Bir konuşma yaptım. Bu konuşma öncesinde Fransa,
Belçika, İsveç ve Türkiye cemaat başkanları bir masaya oturduk ve sorunlarımızı
konuştuk. Fransız “Biz kipa takıp sokağa çıkamıyoruz” dedi. Belçikalı
da, “Sinagoga giderken korkuyoruz. Hatta bazen Yahudi olduğumu da
söylemiyorum” dedi. Düşündüm ve şöyle dedim:
“Gelin bizim ülkeye. Kipayla çıkın, Davud’un yıldızını
takın. Gidin bir yerde dua edin. Kimse size bir şey demeyecek. Duanızın sonunda
da “Allah kabul etsin, bize de bir dua
et amcacığım” diyecek. Hani bize barbar diyordunuz ya, alın size cevap. Bu
nasıl barbarlık? Siz Avrupa'nın göbeğinde bu kadar sıkılır ve zorluk çekerken,
Avrupalının barbar dediği Türklerdeki anlayış ve cana yakınlık kimsede yok. Bu
nasıl bir çelişki? Türkiye Avrupa Birliği’ne girecektir, girmelidir.”
Genel başkana da şöyle
dedim:
“İslamiyet’i
yanlış değerlendiriyorlar. Terörle yan yana anıyorlar. Yarın öbür gün
dinlerarası diyalog yapmaya kalksanız bunu kimseye unutturamazsınız. Hiçbir
din, terörle yan yana anılamaz. Her dine mensup insanların doğrulan yanlışları
olmuştur. Bundan dolayı bütün bir dini karalamak tarihsel açıdan da, insanlık
açısından da yanlış olur. Bizim işimiz İslam dünyasıyla değil, terörizmle
olmalı. O teröristler hangi millettense ona bakmalı ve o milleti de bir kalemde
silip atmamalı. Hiçbir millet tam olarak iyi ya da olarak kötü olamaz. Bu insan
doğasına aykırı bir düşüncedir. Siz kalkıp da terörist birine Yahudi’yse
‘Yahudi terörist’ Müslüman’sa ‘Müslüman terörist’ diyemezsiniz. Terörist
teröristtir. Dünya bu çeşit söylemleri reddetmelidir. Globalleşirken
birbirimizi daha çok yıpratmamalıyız. Tüm dini bir suçun altında gölgelemek
günahtır da. Bu kongrenin iştirakiyle dinlerarası diyalogu biz yapalım.”
Başbakan daha soma
İspanyollarla dinlerarası diyalog konusunda bir zirve yapmayı tercih etti. Bu
çok önemli bir adımdı. Hangi milletin insanı olursa olsun, hangi dinin insanı
olursa olsun, akıldan, bilimden, insanlıktan yana olan herkesin elini sıkmak
lazım. Avrupa Konseyi üyelerinin her biri Türk dostu oldu. Bunun için
gerçekten büyük çabalar harcandı. Dinlerarası diyalog konusunu ortaya atan kişi
olmama rağmen, bu zirvenin yalnızca iki dinle sınırlı kalmış olması beni çok
üzdü. Bunu o zaman başbakana ilettim. “Haklısın,
düşünemedik” dedi.
İsrail’in Türkiyeliler
Birliği Başkanı Moreno Margunato’nun da Türkiye’ye özel bir yakınlığı var. Bu
demek, orada yüz yirmi bin Türk Yahudi’sine -ki İsrail’in nüfusu altı buçuk
milyondur-Türkiye’den bilgi, haber aktarır, insanın doğup büyüdüğü ülke çok
mühimdir. Bir Amerikalı Türkiye’de doğup büyüdüyse bir daha asla burayı
unutmaz. Bu dünyanın neresinde olursa olsun böyledir; hele bu insan
Türkiye’deyse, insanlara yaşadıkların ülkeyi unutturmamaya çalışıyoruz.
Türkiye’den İsrail’e devlet memurları gider, bakan gider, bürokrat gider. Demek
onların İsrail’de en iyi şekilde ağırlanmasını sağlar. Türkiye’nin zaten var
olan itibarını daha da artırmayı amaçlar. Giden kişinin yanma rehber verir,
tercüman verir, aradaki ilişkileri sağlamlaştırır, kültürel çalışmalarda
yardımcı olur. Oradan Türkiye’ye turist gelmesini sağlar. Gidenlere Türk
gecesi yaparlar; Türk yemekleri yapılır, Türk müziği dinlenir. İsrail’de Batyam’da bir taksiye binin,
sizi İbrahim Tatlıses, Zeki Müren, Tarkan karşılar. Batyam küçük bir İstanbul
gibidir. İstanbul’dan göç etmiş ve memleket hasreti çeken Yahudilerle
doludur. Bu müziği dinlediklerinde, bir sevda şarkısında hepsinin gözleri
dolar. Çünkü onlar Türk’tür. Süleyman Demirel’in İsrail ziyaretinde engellerden
atlamıştı insanlar, “baba” diyerek. Bu insanlar zamanında Süleyman Bey’in
iktidarında yaşamış, onun vatan sevgisini, köylü aşkını, insana olan
bağlılığını, baba ruhunu unutmamışlardı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
Başbakanı Tansu Çiller’i dakikalarca ayakta alkışlamışlardı. Onlar kendi
başbakanlarını böyle alkışlamaz. Alkışlar Sayın Çiller’in başbakanlığından
ziyade Türk olduğu, onu kendilerinden saydıkları içindi...
Bir insanın her şeyini değiştirebilirsiniz. Evini, adını,
kimliğini; ama yüreğini değiştirmenizin imkânı yoktur. Onlar Türk Yahudi’sidir
ve öyle kalacaklardır. Evlerinde imam-bayıldı, biber dolması, börek pişecektir. Lokum
yiyecek ve Türk kahvesi içeceklerdir.
Sh:273-283
Şansımıza mıdır,
düşünerek mi yapılmıştır bilmem ama, ABD Türkiye’ye her zaman çok iyi
başkonsoloslar atadı. Deborah Jones, Dr.
David Arnett gibi düşünce gücü yüksek insanlar geldi. Bunların en önemlilerinden
biri de Frank Urbancic’ti. O kadar yakın olduk ki, mutlaka ayda bir kere bir
yemek yer ve fikir alışverişinde bulunurduk. İkiz kulelere saldırının
yapıldığı 11 Eylül, Yahudi takvimine göre yılbaşına çok yakındı. Bu olaydan
sonra Bush bir konuşma yaptı ve İslam dinine yönelik bazı sevimsiz atıflarda
bulundu. Bu konuşmanın ardından bir randevu istedim ve Urbancic’e gittim.
“Ben Yahudi’yim. Ama öyle bir Yahudi’yim
ki bütün dinlere aynı şekilde saygılıyım. Her yerde ibadet ederim. Bütün
ibadethaneler benim için birdir. Sayın Bush bir konuşma yaptı. Söylenmemesi
gereken şeyler söyledi, inanıyorum ki dünyada bütün savaşlar dinler arasındaki
diyalog eksikliğinden, çatışmalardan, kavgalardan doğar. Bu konuşmadan soma
elbette savaş olmayacak ama ABD için hoş olmayan sözler söylenecek ve milletler
arasında bir soğukluk oluşacak. Diliyorum ki on gün sonra Bush, dünyadaki
Yahudi toplumunun yeni yılını kutlarken mümkün olduğu kadar İslam dininin Yahudilik
ve Hıristiyanlık kadar değerli olduğundan, bu üç semavi dine gereken saygının
gösterilmesinin öneminden de söz etsin. Tüm dünyaya ‘11 Eylül hadisesini İslam
toplumuna mal edip onları küçük düşürme hakkına kimse sahip değil. Tüm dinler
bizim dinimizle aynı değerdedir’ desin.”
“Bu söylediklerinizi Sayın Bush’a ileteceğim.”
On gün sonra, Bush, Roş Aşana Bayramı’nda
böyle bir konuşma yaptı. Başkonsolos aramızdaki konuşmayı ona iletmiş midir
bilmiyorum, ama aklın yolu birdir. Burada önemli olan benim kişisel
görüşlerimin ABD’li bir üst düzey tarafından bilinmesiydi. Nitekim Bush’un konuşması
çok daha ılımlı ve aynı mesajı içeren bir konuşmaydı. En azından doğru bir iş
yapmış ve içimden gelenleri bir yetkiliyle paylaşmıştım. Bu benim için çok önemli
bir adımdı.
Sh:283
Kaynak: Anlatmasam Olmazdı-Geniş
Toplumda Yahudi Olmak, Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı Bensiyon Pinto,
Derleyen: Tülay Gürler. Doğan Yay.8. baskı / Eylül 2008, İstanbul
Tarih yeniden tekerrür eder mi?
Almanya'da Nazi görüşlü ve aşırı
sağ görüşlü insanların Türkleri ve Yahudileri sevmemelerinin sebebini Almanlar
bile şimdiye kadar anlayamamışlardır.
Bu düşmanlığın sebeplerine
bakıldığı zaman 2. Dünya Savaşı'nın öncesinde Yahudi düşmanlığını tetikleyen
sebeplerin aynısını şu anki Almanya'da görürsünüz. Çünkü o zamanlarda Alman Musevileri
Avrupa'nın en ileri gelen insanlarıydı. Ekonomi onların elindeydi, kültürel
faaliyetlerde onların üzerine sanatçı yoktu. Albert Einstein, yazar Berthold
Brecht, Thomas Mann, psikolog Sigmund Freud gibi önemli şahsiyetler çıkarmışlardı. Bu
insanlar o zamanın Avrupası'nda ve bütün dünyada tanınan kişiliklerdi. Bütün fakültelerde toplam olarak 850 tane
Yahudi kökenli Alman profesör vardı. Bu insanların hayatları Adolf Hitler başa geldikten
sonra temelinden değişti ve çoğu toplama kamplarında öldürüldü.
Şu anki Almanya'da da bizim
vatandaşlarımız artık çöpçü Ali veyahut işçi Mustafa değil de, bir işadamı,
sanatçı, ustabaşı, hukukçu gibi meslekleri sürdürüyorlar.
1960'ların
başlarında ağırlıklı olarak İç Anadolu'dan Almanya'ya işçi olarak giden ilk
gurbetçilerimiz o zamanın şartlarında dil bilmemek ve vasıfsız işçi olmanın
zorluklarını çekiyorlardı. Sonraki jenerasyonlarda bu kademe kademe
değişmiştir. Nasıl diyeceksiniz?
Bu
insanlarımız kendilerini serbest mesleklere atarak, Almanya'da günümüze kadar
birçok başarılara vesile olmuşlardır.
Şu
an Almanya'da serbest meslekle uğraşan 60 bine yakın Türk işvereni vardır.
Bunların sağladığı istihdam sayısı ise toplam olarak 320 bindir. Yaptıkları
cirolar ise AB üyesi ülkelerden Luxemburg, Litvanya, Slovenya, Letonya, Kıbrıs
Cumhuriyeti, Belçika, Slovakya'dan fazladır; tam tamına 70 milyar eurodur.
Düşünün, bu devasa ciroların Alman hükümetine kazandırdığı vergileri. Bunların
yan sanayilerini de göz önüne alırsak bu miktara 15 milyar euro daha eklememiz
lazım.
Nazi partilerinin bu devasa
finans ve işletme gücüne karşı tavırları da aynı 1930'ların Almanyası'ndaki
siyasi zihniyettir.
Çünkü onlar bu çıkışa köstek olmak istiyorlar ve bunun son bulması için bu
firmalara karşı önlemler alınmasından yanalar. Sebep olarak da, Made in
Germany damgasının arkasında Alman firmalarının olmasını ve bunu Türk kökenli
şirketlerin kullanmamasını gösteriyorlar.
Sanatta
ve kültürel faaliyetlerde de vatandaşlarımız son senelerde çok başarılı
oldular. Fatih Akın gibi Türk kökenli
bir yönetmenin başarısı, Almanya'da birçok Almanı bile şaşırtmıştı. Çünkü
uzun zamandır Alman film camiası uluslararası yarışmalarda başarı elde edemiyordu.
Okuma
oranı da Almanya'da yaşayan ve oranın vatandaşlığına geçen vatandaşlarımızda
yükselmiştir.
1960'h
yıllarda Alman üniversitelerinde 1500 Türk öğrenci varken, bu 1970'lerde 4
bine, 1980'lerde 6 bine, 1990'larda 12 bine ve 2000'li yıllarda ise 25 bine
çıkmıştır. Bu gurur duyacağımız bir tablodur.
Mesleklerde
ise ağırlıklı olarak tıp, hukuk ve mühendislik bölümleri vatandaşlarımız
tarafından tercih edilmektedir.
Sanat
okullarında da durum aynıdır. Şu an Almanya'da doğup orada sanat okulunu
bitirmeyen Türk gençlerine az rastlarsınız.
Bütün
bunlar ırkçı aşırı sağcı Nazilere ve onların yoldaşlarına Almanya'nın
geleceğini tehdit edecek bir sorun olduğunun işaretini vermekte. Çünkü şu an
Almanya'da yaşayan 2.6 milyon vatandaşımızın çoğunluğu Alman vatandaşı olmuş
ve seçimlerde oy verme hakkı kazanmışlardır. Birçok Türk kökenli parlamenter
Alman federal parlamentosunda, eyalet parlamentolarında ve AB parlamentosunda
Alman milletvekili olarak vekil olmuşlardır. Bu da tabii birçok
aşırı sağcı Almanı ve Nazi partilerini bir Türk kompleksine düşürmüştür.
Vatandaşlarımızın
Almanya'ya yaptıkları yatırımlar ise son 20 senede 150 milyar euro civarında.
Düşünün, 100 bine yakın Türkün orada evi var. Bunun Alman finans sektörüne
katkısına hiçbir zaman paha biçilemez.
Almanya'da
Tübingen Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmada, 2025 yılında Almanya'da
dört milyon Türk kökenli Alman vatandaşı olacağı ve 150 bine yakın işverenin 1
milyon insana istihdam sağlayacağına dair sonuca vardılar.
Almanya'da doğum oranları çok
düşük olduğu için Alman nüfusunun 2025 yılında 75 milyona düşeceğini ve bunun
Alman ekonomisine ileride büyük sorunlar açabileceğini Almanlar da biliyor. Bu
soruna şimdiden önlem alınması için, federal hükümet yeni yabancılar yasasında
değişiklik yaparak yurtdışından kalifiye elemanlar getirmeye başladılar.
Irkçı
Almanların korktuğu da zaten budur. Çünkü çocuk üretmeyen bir milletin sonunda
yabancı ırklarla eşleşerek ari ırkın ileride sonunu getireceği kanaatindeler.
Onlar için en üstün ırk kendi ırklarıdır ve bunu da her zaman ideolojilerinde
açıklamışlardır.
İşsizliğin
sebebini de her zaman orada yaşayan vatandaşlarımızda bulmuşlardır. Almanya'da
aşırı sağ partilerin üyelerine baktığımızda akademisyen seviyede insan az
bulursunuz. Çoğu işsiz, işsizlik parasıyla ve sosyal yardımla geçinen
insanlardır. Bu ırkçılık onların bir kompleksi olarak da görünebilir, çünkü
kendi memleketlerinde bir şey olamamanın ve anti sosyal yaşamın onlara verdiği
tutum onları aşırı sağcı Nazilerin önüne atıyor. Bunun büyük bir sorun
olduğunu Alman siyasetçiler de biliyorlar ve bu duruma karşı önlemler alınıyor
ama bu her zaman yeterli olmuyor.
Nazi
partileri eğer ileride aynı 2. Dünya Savaşı'nın öncesindeki gibi başa
gelirlerse, orada yaşayan vatandaşlarımızın ciddi problemleri olacak. Buna
bizim siyasetçilerimizin de el atmaları lazım.
Dini
kültürümüz de birçok Almana ters düşüyor. Hele 11 Eylül olaylarından sonra bu
daha da sertleşmeye başladı. Bütün büyük Alman şehirlerinde diyanet işlerimizin
camileri vardır. Bunların dışında Kaplancıların, Süleymancıların ve Milli
Birlikçilerin camilerini de eklersek, vatandaşlarımızın 2000'e yakın resmi ve
gayri resmi ibadet yerleri vardır. Din özgürlüğü olduğu için orada sorun
yaşanmıyor ama birçok Nazi partisinin belediye temsilciliklerinde encümenleri
var. Bunlar da genellikle bu tip dinsel faaliyetlere karşıdır ve bunun terör
gruplarının ve aşırı radikal dincilerin buluşma noktaları olduğunu her seferinde
dile getirirler.
Anlayacağınız
2000 yıllarının demokrat Almanyasında yaşayan vatandaşlarımızın yaşama
imkânlarını ve haklarını kısıtlamak isteyen bu aşırı sağcı Naziler ve
partileri, bize ileride de çok sorunlar yaşatacaklar. Çünkü bu düşmanlık yavaş
yavaş boyutlarını aşmaya başlamıştır. Bunu 90'lı yılların ortalarında yaşadık.
Türklerin yaşadıkları yerlerin Naziler tarafından kundaklanıp birçok
vatandaşımızın öldürülmesi ve birçok Türk kültür merkezlerine yapılan kalleşçe
saldırılar bunun ne boyutlara gittiğinin göstergesidir.
İleride bir Türk kökenli
Almanın bakan veya başbakan olma ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmememiz
lazım. Bu insanları her zaman bu tip Nazilerden korumamız da bizim milli
açıdan menfaatlerimizden biri olmalıdır. Çünkü biz onlara sahip çıkarsak,
onların ileride yapacağı lobi çalışmalarıyla milletimizin imajının düzeleceği
kanaatindeyim.
Sh: 25-29
Araplarla Nazilerin bağlılığı ve işbirliği 1940'lara
dayanır. Adolf Hitler, dönemin
Beyrut müftüsünü Berlin'e davet eder ve ona Kuzey Afrika'da yapacakları
saldırıyla ilgili bilgi vererek, yerel halkın Almanlarla işbirliği yapması
için ondan yardım ister. Karşılığında ise ileride istila ettikleri yerlerin
genel imamlığını teklif eder. Onun düşündüğü şudur: İmam ve adamları, Çöl Tilkisi
Mareşal Ervin Rommel'in askerleri için, cephe arkasından İngilizlere sabotajlar
düzenleyeceklerdi, böylece İngilizlere askerlerini orada tutmaları için bir
gerekçe verilmiş olacaktı. Bu da tabii Rommel'in işine yarayacaktı, çünkü
Mısırda İngilizlerin 98 bin kişilik bir birliği vardı, ayriyeten Libya'da da 44
bin kişilik bir orduları vardı. Yani Kudüs'te bir ayaklanma olursa,
İngilizlerin oraya en aşağı kolordu seviyesinde bir birlik yollamaları
lazımdı. Böylece Mısır'daki birlikler Libya'ya yapılacak bir saldırıya müdahale
edemeyecekti, çünkü Almanların mevcut 85 bin askeri vardı. Bir de 70 bin
kişilik İtalyan ordusu vardı. Rommel'in emrinde 2500 tank ve 900 uçaklık bir
güç vardı. İmam'ın sorunu
Kudüs'teki Yahudi nüfusunun çoğalmasıydı. Bu, savaştan önce 185 bindi,
savaş başladıktan sonra 350 binlere çıkmıştı. Ve her hafta yeni gemiler
geliyordu. Bunlar, Hitler'in soykırımından kaçan Yahudilerdi. Onlar
anavatanlarına dönüyorlardı.
Hitler Yahudi sorununu
kökten çözmek istediğinden, imama bunu onlar için yapmasını rica etti.
Almanlar Araplara Suudi Arabistan üzerinden silah ve mühimmat yardımı yapmaya
başladı. Ayrıca SS paraşütçü birliğinden bir bölük askeri de oraya indirerek,
Araplara bu silahların kullanımıyla ilgili eğitim vermeye başladı. Yahudi köylerini basarak Alman destekli
katliamlar yapmaya başladılar. İngilizler buna müdahale için 2500 kişilik
bir destek tugayı yolladı. Baktılar ki duruma müdahalede zorluk çekiyorlar,
Kahire'deki merkez komutanlığından destek isteyip oraya 14 bin kişilik 2.
tümenin gelmesinin sorunun çözümünde yararlı olacağını bildirdiler. Yakalanan
Arapların elindeki mühimmatın, Alman yapımı olduğunu anladılar. Hemen merkez
komutanlığına telgraf çekerek bunu rapor ettiler. Mareşal Rommel, Tripolis'i
almış, 25 bin İngiliz askeri esir düşmüş ve 800 adet İngiliz tankı imha
edilmişti. Bu Hitler'i bayağı sevindiriyordu, çünkü müftüyle yaptığı anlaşma
meyvelerini vermeye başlamıştı. İngilizlerin Sudan'da 20 bini İngiliz, 70 bini
yerli, toplam 90 bin askeri vardı. Adolf Hitler bunları hiç hesaba katmamıştı,
çünkü askerlerin Sudan'ın başkenti Hartum'dan Nil Nehri vasıtasıyla Kahire'ye
gelmeleri en fazla dört gün alırdı.
İngilizlerin kafasını asıl karıştıran ise her direnişçi
Arap’tan, Alman mühimmatının çıkmasıydı. Bunlar nereden geliyordu acaba? Bu soruları, İngiliz
General Montgomery de kendi kendine soruyordu. İngilizler güzel bir plan
yapıp, Kudüs ve çevresindeki Yahudi köylerini silahlandırdı. Çünkü insanlar
kendilerini savunabilirlerse, onlar da ellerindeki iki tümeni oradan çekip,
Mısır'a doğru yaklaşan Çöl Tilkisi Mareşal Rommel'e karşı kullanabilirdi. Alman
istihbaratı, İngilizlerin bu taktiğini öğrenir ve SS paraşütçü birliklerinden
2. taburu oraya yollama kararı alır. Öncelikli hedef, ağır silahları Yemen'den
sokarak düşman hatlarında bulunan 1000'e yakın Alman askeri, 40 bin Arap ve
Bedeviyle birlikte hem orada bulunan Yahudi halkını yok etmek, hem de
İngilizlere hemen arkadan ikinci bir cephe açmaktı. Yani İngiliz birliklerini
ikiye bölüp, Rommel'in Mısır'ın El Alamain şehrine yapacağı silahlı saldırıda,
İngilizleri zayıflatmayı sağlamaktı.
Yahudilerin nüfusu 1942'de 600 bini bulmuştu ve azımsanmayacak
bir güç olmaya başlamışlardı. Davut peygamberin çocukları artık ezilmiyordu. Onların da
silahları vardı ve Arapları epey zarara uğratıyorlardı. Çünkü yüzyılların
verdiği baskı rejimi, artık Kudüs'teki kutsal topraklarda yoktu. Burada kendi
vatanlarının ve namuslarının savunmasını yapıyorlardı. Tabii İngilizler de
onlara el altından silah yardımı yapıyordu. Hatta ve hatta Yahudilerin içinde
50-60 civarında eski savaş pilotu vardı ve bunlara 40 tane uçak verilerek
farklı bir üstünlük sağlanmıştı. Yahudiler ikinci hafta içerisinde 30 bin
Arabi ve 600 Alman askerini esir almıştı. Bunlar sorgulandıklarında,
amaçlarının ne olduğu ortaya çıkmıştı. Almanlar El Alamain Muharebesi'nde 55
bin kayıp verip, bütün tank ve uçaklarını kaybederek, Libya'nın Tripolis
şehrine geri çekilir. Hitler bu yenilgiyi kabul edemez ve bunun sebebinin
Kudüs'te yaşayan Yahudiler olduğunu dile getirir. İmam'a bununla ilgili bir
telgraf yollar ve artık oradaki askeri başarının ancak ve öncelikli olarak
orada yaşayan yüz binlerce Yahudinin Avrupa'daki gibi kamplara koyulduktan
sonra gerçekleşebileceğini belirtir. İmam'a SS hava indirme tugayı yollayarak
bu temizlikte onlara destek çıkacaklarının vaadini verir. SS tugayı gerçekten
de iner ama onlar da başarılı olamayıp hezimete uğrar. Tabii müftünün
danışmanlığına bir general, 10 albay ve 100 SS subayı verilir.
2. Dünya Savaşı'nın bitimiyle Kudüs-Şam-Mısır'da bulunan
2300 Alman askeri personelin görevi de filen bitmişti. Bunların en kısa
zamanda silahlarını bırakıp İngilizlere teslim olması gerekiyordu. Ama çoğu
buna razı değildi, çünkü Führer'leri ölmüştü ve bir SS yemini vardı: Führer
ölünce onun siyasi vasiyetini, SS orduları yerine getirecekti. Artık hiçbir
şey eskisi gibi değildi. Onlara mühimmat, araç ve
gereç getirecek ne hava kuvvetleri ne de deniz kuvvetleri kalmıştı. Baş düşmanları
Yahudilerin sayısı ise bir milyonu geçmişti. Yahudilerin nizami olmayan, ama
çok iyi paramiliter eğitim almış 70 bin askeri vardı. Almanların karşısında 80
uçak, 20 tank ve 180 zırhlı araçlık çok ciddi bir güç vardı artık. Bununla
sabotajlar yaparak mücadele etmek zorunda kaldılar. Almanlar gruplara
ayrılarak, Şam'da gizli bir üs kurarlar. Güney Afrika'dan gizlice
gelen silahları nakledebilmek için de Yemen'de, liman bölümünde, kinci bir üs
kurarlar. Çekirdek ekipte 400 kişi kalır ve geri kalanlar teslim olur. 300
kaçak Nazi subayı ise Türkiye üzerinden, 47-48 yıllarında Şam'a ve Kahire'ye
giderler. İpte öleceklerine, Ortadoğu'nun sıcağına katlanmak onlara daha
anlamlı geliyordu. Kaçak Nazilerin maddi sıkıntıları yoktu, paraları değil ama
2-3 ton altınları vardı. Bu da tabii Ortadoğu'da en değerli ödeme şekliydi.
1948 yılında İsrail devleti, birçok devletin onayıyla
kurulur. İngilizler karşı çıkar
ama İsrailliler, İngiliz valisinin makamını binasıyla birlikte havaya uçurup
270 İngilizi öldürünce, İngilizlerin oradan tamamıyla geri çekilmekten başka
çaresi kalmaz. İsrail devletinin kuruluş
yıllarında, Yahudi nüfusu 1,6 milyondu ve gerilla savaşında deneyimli çok iyi
bir ordusu vardı. Bunlar en kısa zamanda düzenli birliklere çevrilip, tank ve
uçak gibi savaş ekipmanlarıyla güçlendirildiler. Böylece yeni kurulduğu
aşamada bile Ortadoğu'da önemli bir askeri güç meydana getirdi. Arapların
nüfusu İsraillilerin elli misli olmasına rağmen, kavimler arasındaki sorunlar
nedeniyle sürekli çatışıyorlardı.
Kudüs müftüsü, yanma iki
bin adamını alarak Ürdün'e kaçtı, çünkü Ürdün birçok Filistinlinin yaşadığı bir
krallıktı.
1948 yılında Alman
ekibinin başındaki yüksek rütbeli subaylar, Ürdün'de eski müftüyle buluşup,
ona direnişini bırakmamasını, kendisini Yahudi devletini yıkana kadar
destekleyeceklerini söylerler. Bu destekle kurulan grubun adı, herkesin bildiği
Filistin Kurtuluş Ordusu'dur. Almanlarla ortaklık içinde olan müftü ise, Filistin
devletinin kurulması için, hayatının 45 yılını harcayan Yaser Arafat'ın amcasıdır. Yani PLFN kurucuları,
müftüyle işbirliği yapan elli beş eski Alman subayıdır.
Neden diyecekseniz?
O zamanki Arapların
kafalarında bağımsızlık diye bir şey yoktu. Onlara bu vaadi verenler, kaçak
Nazilerdi. Bunlarla ancak yerel
nüfuslardan destek alarak başa çıkabilirlerdi. Çünkü onların insan gücü
Yahudilerden kat kat fazlaydı ve bunu başarabilirlerdi. Führer'lerinin
vasiyetinde olduğu gibi, Yahudileri dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bulup
yok etmek, onların işiydi. PLFN, kuruluş yıllarında 2-3 bin kişiden oluşan bir
gerilla grubuydu. Askeri eğitimin tamamı, Almanlar tarafından vermiştir.
60'lı yılların sonlarına
doğru bu grup dünyanın birçok yerinde Yahudi merkezlerine ve havayollarına
saldırılar düzenlemeye başladı. Şam'da bulunan eski Naziler de siyasi
etkinlikleri vasıtasıyla müdahale için baskı yaptılar. Araplar iki bloğa bölünmüştü.
ABD'nin İsrail'le yaptığı stratejik ortaklıktan dolayı, Araplar da SSCB ile
ortaklığa başlamıştı. Onların aldığı silah ve sanayi ürünleri Sovyet
ekonomisine yıllık ortalama 5 milyar dolarlık bir katkı sağlıyordu. Bu da
tabii ABD'nin İsrail'e destek vermesinin sebeplerinden biriydi, Dünya Musevi
Cemaati'nin merkezinin New York'ta olması da bu desteği güçlendiriyordu.
Odessa'nın üyelerinin yaş
ortalamaları 80'li 90'lı yıllarda
55-75 yaş arasıydı. Bunlar yaşlarından dolayı Yahudilere karşı operasyon
yeteneklerini yitirdikleri için, müdahale imkânları yoktu. Ama ticari
ilişkileri o kadar iyiydi ki, Saddam Hüseyin'in yapmak istediği mega topun
planlarını, Almanya'dan Irak'a getirerek orada yapılması için çalışmalara
başlayıp, ayrıca sinir gazı üretimi için Münihli bir profesörü Irak'a
çağırarak seri üretim için tesis bile kurdular. Bu tesis 1990'daki ilk Çöl Tilkisi Operasyonu'nda
hava saldırısıyla yok edilmiştir. Almanlar 70, 80 ve 90'lı yıllarda, toplam 150
bin Arap kökenli insana Almanya'da iltica hakkı vermiştir. Bunların arasında 11
Eylül saldırılarının mimarı Muhammet Atta da vardır. Atta, 1994 yılında Almanya'dan
iltica hakkı alarak, 1998 yılında Alman vatandaşı olmuştur. Hamburg'ta uçuş
eğitimi alarak yapacağı saldırının planlarını da orada yapmıştır.
Sh:115-120
Kaynak:
T. DOĞAN KARLIBEL, KAÇAK NAZİLER VE MOSSAD-Mahir Çayan Olayı ve Kızıltepe'nin
İç Yüzü, Neden Kitap, 1. Baskı / Nisan 2006, İSTANBUL
Hzl:
Şalom Nakdimon
Gizli bir şekilde yürütülen ve 12
yıl süren Kürt-İsrail ilişkileri, 6 Mart 1975’te ortaya çıktı ve İran-lrak
arasında Cezayir Anlaşmasının imzalanmasıyla maske düştü.
Bu 12 yıl süresince, Irak hükümeti
ve ordusuna karşı Kültlerin liderliğini Molla Mustafa Barzani yürüttü. Bu
süreçte, Barzani, İsrailli müsteşarlar heyetine danışarak faaliyetlerini
sürdürdü. İsrailli heyetler periyodik olarak her üç ayda bir değişmekteydi. Bu
heyetin başında sürekli olarak MOSSAD yetkilisi ve beraberinde İsrail
ordusundan bir subay ile teknik danışman bulunurdu.
İsrailli danışmanlar Kürtlere,
Iraklıların gerçekleştirdiği saldırılara karşı hayatta kalmayı öğrettiler.
İsrailliler, Kürtlere modern savaş yöntemlerini öğretmeye çalıştılar. Bu
süreçte çoğu zaman İsraillilere bir sağlık heyeti eşlik eder ve Kürtlerin
tedavisine yardımcı olurdu.
İki ülke ne zaman bir anlaşmaya
varırsa, o zaman isyancı Kürt hareketlerinin sonu gelecekti, Cezayir’de olan
da aynen buydu. 6 Mart 1975’te İran Şahı Muhammet Rıza Pehlevi görünürde
Irak’ın ikinci adamı olan Saddam Hüseyin ile bir anlaşma imzalamıştı. Ancak
Saddam gerçekte Baas Partisinde ipleri elinde tutan tek kişiydi. Bahsedilen bu
anlaşma, İran’a, Körfez’in ticaret bölgesi sayılan Arap kıyılarına hâkim olma fırsatı
verdi; bunun karşılığında İran elini Kültlerden çekecek ve isyancılara yardımı
bırakacaktı. Böylece uzun zamandır süren Kürt isyanının önüne perde çekilmiş
oldu ve Kürtlerin yarı bağımsızlığa kavuşma hayalleri yıkıldı.
9 Mart 1975’te Hükümet Başkanı İzak
Rabin bakanlarına, "İran ve
Iraklılar, Kürtleri yalnız bırakacak bir anlaşmaya vardı” dedi. İran-Kürt-Amerikan-İsrail
dayanışması o
dönemde zirvedeydi. Kuzey Irak’ta MOSSAD ve İran
İstihbarat Servisi SAVAK uyum içinde çalışıyordu. Şah’ın her fırsatta Kürtlere yardım
etmeleri için çağrıda bulunduğu Amerikalılar, Saddam ile Şah arasındaki
bağlantıların sırlarını bilmiyorlardı. Hâlbuki Şah onlara bu konuyu daha önce
hissettirmişti. O zaman İran’da bulunan Barzani, Cezayir anlaşmasıyla şok
olmuştu.
Cezayir Anlaşması, Kürt isyanına son
noktayı koymuş ve Kürt isyancıların emelleri yıkılmıştı. İsyancıların lideri
Barzani sürgüne gönderildi ve 1979 yılında kanserden öldü. Birkaç ay sonra
Humeyni’nin devrimiyle koltuğundan indirilen Şah da aynı kaderi paylaştı.
Bu kitapta anlatılan 1963-1975
yılları arasındaki Kürt-İsrail işbirliğinin başlangıcı ve sona ermesi şu
kaynaklara dayanılarak ele alınmıştır:
•
Kürdistan’daki faaliyetlere ve çalışmalara refakat etmekle
görevlendirilenler. Bunların dışında, bir kısım MOSSAD yetkilileri, İsrailli
subaylar, orada görev yapan sağlık ekipleri. Ancak bunların bir kısmının
sadece isimlerinin baş harfleri zikredilmiştir.
•
Günümüze kadar gizli tutulan belgeler.
•
Bazı özel çalışmalar.
•
Ajansların hazırladığı raporlar.
•
Genel ve özel arşivler.
•
İsrailli danışmanların Kürdistan'da bulunduğu dönemlerde yazdıkları
günlük, belge ve mektuplar.
Ayrıca İsrail’deki Amerikan
Büyükelçiliği’nde çalıştığı esnada tanıştığım Amerikalı araştırmacı David Corn,
bana Washington’da Barzani’nin yakınlarıyla yaptığı dokuz özel görüşmeyi temin
etti.
Şalom Nakdimon
Sh: 1-2
İran ve Irak, aralarında uzun
zamandan beri süregelen krizi çözmek için 12-18 Ağustos 1974’te yeniden
görüşmelere başlamıştır. İstanbul’da yapılan bu görüşmelerde iki devlet
Şattülarap’taki sorunları gidermek için yoğun çaba gösterilmiştir.
Bu görüşmeler önce ılımlı bir havada
geçerken sonra iki taraf arasında söz düellolarına sahne olmuştur. Zira
Iraklılar, İranlıları, Irak dahilinde vuku bulan olayları körükleyerek baskı
kurmaya çalışmakla suçlamıştır. Ayrıca Barzani’ye yardım ettiği için İran’ı
kınamıştır. Daha sonra Irak radyosu Kürtlerin tasfiye edilmesi çağrıları
yapmaya başlamıştır.
Irak, görüşmelerden çekilir. İran’ın
Körfez bölgesine askeri yığınak yapması konusunda BM’ye şikayetlerini sunar.
Buna karşın yine de Tahran’la ilişkilerinin kopmasından korkmaktadır. Kasım
1974’te toplanan Arap zirvesinde, İran ile Irak’ın arasını bulma görevi Mısır
Devlet Başkanı Enver Sedat, Fas Kralı 2. Haşan ve Ürdün Kralı Hüseyin’e
verilir. Şah, bütün arabuluculara Irak’ın Şattülarap’taki egemenlik hakkından
vazgeçmesi şartını koşar ve Kürtlere kademeli olarak özerklik verilmesini
ister. Ayrıca Şah, Saddam’a, Kürtleri Irak’tan bağımsız olma yönünde
kışkırtmadığını yalnızca özerklik için telkinde bulunduğunu söyler.
7-12 Ocak 1975 tarihlerinde Şah,
Mısır ve Ürdün’e bir ziyaret düzenleyerek Irak’la aralarındaki anlaşmazlıklar
konusunda fikir alır. Zira 14-18 Aralık’ta yeniden başlayan İstanbul
görüşmeleri yine sert suçlamalarla neticelenmiştir.
Bir ara Saddam, Şah’a yönelik sözlü
saldırılarını azaltarak hiddetini Barzani’ye yöneltmiştir. Saddam Ahram gazetesine 21 Şubat 1975’te verdiği
bir demeçte şunları söylemiştir: ‘ Kürtler Barzani’yi hiçe saymaya
başlamışlardır. Artık kendisi İsrailli akıl hocalarıyla baş başadır.” Saddam, nedense bu demeçte İran’ın Barzani’ye yardım ettiği
yönünde herhangi bir göndermede bulunmamış, aksine İran’la diyalog kurmak
istediği imasında bulunmuştur. Ayrıca Irak’ın Şattülarap üzerindeki egemenlik
hakkından da söz etmemiştir.
26 Şubat’ta Barzani İran’a gider.
Ancak Şah ile görüşmeyi başaramaz. Çünkü İranlılar, Irak’la anlaşma olasılığına
karşı Barzani’yi kolluyor görüntüsü vermek istemezler. Ancak Barzani’ye,
Şah’ın kendisinden vazgeçmeyeceği güvencesini verirler.
Söz konusu Irak-İran görüşmeleri
muamma olarak kalır. Ancak İran’ın, bu görüşmelerde, Şattülarap’ın ortasındaki
sınırın yeniden düzenlenmesini istediği söylentileri yayılmıştır. Ayrıca yine
bu söylentilere göre, Şah, söz konusu bölgede deniz taşımacılığı ve gümrük
sektöründe hak eşitliği ilkesini gündeme getirmiş ve üzerinde ısrar etmiştir.
Saddam Hüseyin, ekonomik açıdan
Şattülarap’taki egemenlik hakkının ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Aynı
zamanda Kürtlere yardım gelmesiyle bu isyana Iraklılar tarafından bir son
verilemeyeceğini de biliyordu. Yıllardır devam eden Kürt isyan hareketi, Iraklılara 4 milyar
dolarlık bir zarara neden olmuş ve Irak ordusunun güçlenmesini engellemişti.
İran Şahı, o zamanlar Körfez’deki en
güçlü liderdi. Hawk füzeleri ve 130 kalibrelik toplarla donanımlı iki İran tank
taburunu Irak topraklarına girdirmeye bile cesaret edebilmişti. İran topçu
birliklerinin Kürtlere yardım etmesine izin vermişti. Kürtlere tanksavar füzesi
yardımı yapmıştı. Buna karşılık Saddam, Irak ordusunu Ruslardan satın aldığı
Art-Art füzeleriyle donatmıştı. Bu silahların gelmesiyle Irak ordusu, İran
ordusu karşısında silah üstünlüğü sağlamıştı.
Öte yandan Şah, İran-ABD
ittifakından aldığı güçle Irak’ın Sünni, Şii, Kürt olmak üzere üç devlete
bölünmesi fikrini açıklayabilmiştir. Ayrıca bu ittifaka güvenen Şah, artık
Şattülarap’a tamamıyla hakim olma düşüncesini taşımaya başlar.
Allam (İranlı bakan) 2, Mart 1975’te
günlüğüne, Cezayir Devlet Başkanı Hevari Bumdeen İran’la Irak’ı anlaştırmak
istediğini yazmıştır. Saddam Hüseyin, İran Şahı ile Mart 1975 boyunca
Cezayir’in başkentinde gerçekleşecek 13. Petrol ülkeleri Toplantısı’da bir
araya gelebileceğini açıklar.
İran Şahı, Cezayir’e indikten sonra
Bumdeen ile özel görüşmek ister. Bu özel görüşme iki saat sürer. Saddam
Hüseyin’in söz konusu toplantıya gelmemesinin ardından Şah onunla da
görüşmüştür.
Saddam ve Şah ın ayrı yerlerde iki
kez bir araya gelmesinin ardından, Cezayir Devlet Başkanı İran ve Irak
arasındaki anlaşmazlığın bittiğini ilan eder. Şah ve Saddam el sıkışırlar ve
Başkan Bumdeen e teşekkür ederler.
OPEC üyelerinin önünde Cezayir
Devlet Başkanı Bumdeen, Irak ve İran arasındaki sorunun tamamıyla çözüldüğünü,
iki devlet sınırının Şattul-Arab’ın ortasından geçeceğini açıklayarak Irak’ın
da İran’ın en zengin petrol yataklarına sahip Havzistan üzerindeki
isteklerinden vazgeçtiğini duyurur. Ayrıca İran topraklarından 2
kilometrekarelik bir bölümün Irak sınırlarına dahil edilmesi üzerine her iki
tarafın da mutabık olduğunu beyan eder.
Bu anlaşma ayrıca şöyle bir maddeyi
de içeriyordu: "İki taraf da kendi sınırlarından diğer tarafa
ayrılıkçıların geçmesine izin vermeyecek.-’ Zira bu madde, İran
yardımı olmaksızın devam edemeyecek olan Kürt isyan hareketinin tamamıyla tasfiye
olması anlamına geliyordu.
13 Haziran 1975’te bu anlaşma kağıt
üzerine dökülerek iki ülkenin dışişleri bakanlarınca Cezayirli
meslektaşlarının şahitliğinde imzalanır.
Irak hükümetinin üst düzey
yetkililerinden biri olan Taha Yasin Ramazan, 29 Ekim 1990 yılında Londra’da
çıkan Tudmon gazetesine şöyle konuşmuştur: 'Biz bu antlaşmayı Kürt sorununu çözmek
için Şattülarap’ın yarısını kaptırma pahasına imzaladık. Yalnızca Irak
çıkarlarını düşünerek bu işi yaptık.-’
O zamanlar Saddam Hüseyin, Irak
başkanlık makamını elde etmek istiyordu. Öncelikle Irak ordusunu sürekli
meşgul eden Kürt illetinden kurtulmak gerektiğine inanıyordu.
Saddam, Şattul-Arap’ın yarısından
vazgeçmeyi geçici bir geri adım olarak nitelendiriyordu. Zira Irak’ın kendini
ve gücünü toplamaya ihtiyacı vardı. Ancak Irak Başkanı’yken "nabza göre
şerbet veren başkan’ sıfatıyla ünlenmesinin ardından, İran’a hücum emrini
verdi.
Mısırlı gazeteci Muhammet Hasaneyn
Heykel de bu konuda şunları kaydetmiştir: "Saddam bana, Cezayir’e gelmeden
önce Irak Devrim Komite Konseyi üyeleri bana zorunlu olduğum tavizleri verme
konusunda yetki verdiler. Çünkü Kürt sorununu kökünden temizlemek için İran’a
bir takım tavizler vermek zorundaydık. Ancak meclis üyeleri bu tavizlerin
ulusal ve bölgesel sınırları ve devrimin güvenliğini tehlikeye atacak, tehdit
edecek bir nitelik taşımaması gerektiğini söylemişlerdi.’ demişti.-’
Allam hatıratında şunları yazmıştır:
"Şah, 7 Mart sabahı Cezayir’den döndüğünde çok iyimser bir görüntü
içindeydi. Çünkü OPEC toplantısında işler yolunda gitmişti. Aynı zamanda Irak
sorunu da çözülmüştü. Şattülarap meselesinin de İran lehine çözüldüğüne
inanıyordu.'’
Allam Kürtler konusunda ise şunları
yazmıştır: ‘ Şah, SAVAK Başkanı’na Kürtlerin İran’a göç etmesine engel olma
emrini verdi. Artık Kültlere özerklik verilmesinin de karşısındaydı ve bu
konuda, Kürtler bizim yardımımız olmadan Irak ordusu karşısında 10 gün dahi
tutunamayacaklardır. Ben, Saddam Hüseyin’le 4.5 saat görüştüm. Kürtlerle yaptıkları
savaşta Irak ordusunun zafer kazanamamasının tek sebebinin İran topçuları
olduğunu iddia etti.’ diyordu. ’
Allam şöyle der: Iraklılar savaştan
önceki son zamanlarda Kürtlerin önerilerini kabul etmek üzereydiler. Ancak
Kürtler İran’dan gelecek olan yardıma güvendiklerinden Iraklıların rızasını geri
çevirdiler.”
2 Eylül 1975'te Muhammet Hasaneyn,
Şah’la yaptığı röportajı Kuveyt Al-Watan gazetesinde yayınlar. İran Şahı bu
röportajda şöyle konuşur:
‘ Doğrusu biz Kürtlere yardım
ediyorduk. Sonunda onlara yardım edenin yalnızca biz olduğumuzu anladık.
Yardımlarımızı geri çektiğimizde de isyan hareketi diye bir şey kalmadı. Çünkü
Irak’ın düşmanca propagandaları ve topraklarımıza kastetmesi yüzünden
kızgındık ve Kürt isyan hareketinin bu konuda değerlendirilmeye değer olduğuna
kanaat ederek Kürtlere yardım etme kararı almıştık.”
Hasaneyn'nin, Bu kararı ne kadarlık
bir sürede aldınız?” sorusuna Şah, "Bir saatte. Ancak Kürtlere yardım etme
meselesinin yalnızca Irak’la sınırlı kalması lazımdı. Çünkü bizim
topraklarımızda da yaşayan bir Kürt nüfusu söz konusuydu. Bu konuda ihtiyatlı
davrandık. Kuzey Irak Kürtlerine yaptığım yardımın tutarı ise 300 milyon doları
bulmuştur. Bu rakam oldukça yüksek, biliyorum. Ama bizden istenen buydu.” diye
yanıt verir.
O zamanlar ABD’nin Tahran
Büyükelçisi Richard Hilms, Cezayir’deki anlaşmanın Şah’ın bakanlarını dahi şok
ettiğini söylemiştir.
David Gorion ise bu konuda şunları
anlatır: "Şah’ı Cezayir dönüşünde havaalanında karşılamak için
bekliyordum. Yanımda bazı İranlı yetkililer vardı. İranlı bakanların yüzündeki
aşırı şaşkınlığı fark edebiliyordum. Daha sonra Şah, Kürtlere yapılan
yardımların kesilmesini ve derhal sınırların Kürtlere kapatılmasını emretti.
Ertesi sabah Şah’la bir görüşme yaptım. Tavırları son derece despotça idi.
Ayrıca, Kürtlerle ABD’nin bağlantısını kesen bu sürpriz adım yüzünden
ABD’lilerden özür de dilemedi. Şüphesiz bu konuda Amerikalılardan özür dileme
gereksinimi duymuyordu. Çünkü Kürtlere yardım etme konusunu onların kafasına
sokan kendisiydi.-’
Şüphesiz bu anlaşma, aynı zamanda
İsraillileri de şaşırtmıştı. Dönemin
MOSSAD Başkanı İshal Hofee, 9 Mart’ta Bakanlar Kurulu önünde yaptığı
konuşmasında, bu olayı SAVAK yetkililerinin dahi geç öğrendiğini söylemiştir.
8 Mart günü SAVAK’ın üst düzey bir
yöneticisi, MOSSAD’ın Tahran sorumlusunu bürosuna çağırır. Buruk bir eda ile, ‘ Şah, Cezayir’de Irak’la anlaşma imzaladı.
’ der. "Bu yüzden
Kürdistan’daki faaliyetlerimizi durduruyoruz. Korkarım sizin de 11 Mart
Çarşamba gününe kadar Kürdistan’daki adamlarınızı oradan çekmeniz gerekecek.’’
MOSSAD yetkilisi büyük bir
şaşkınlıkla şöyle der: “Siz İngiliz ve
Amerikan siyasetinin keyfiyetini biliyor musunuz? Zira bu iki devletin
siyaseti de Kürtlerle işbirliği yapmayı öngörüyor.’’ MOSSAD yetkilisinin
söz konusu anlaşmaya muhalefet ettiğini sezinleyen SAVAK yetkilisi, şöyle
konuşur:
‘ Siz İsrailliler, duygularla
politikayı birbirine karıştırıyorsunuz. Kürtlere yardımın kesilmesinin arzu
ettiğimiz bir sonuç olduğunu sanmayın. Zira böyle bir kabullenme Irak’ın bize
karşı pek çok taviz vermesini sağlamıştır.’’
Bu görüşmenin ardından söz konusu
MOSSAD sorumlusu, derhal Kürdistan’daki Heyet Başkanı’nı arayarak vakit
kaybetmeksizin Tahran’a dönmelerini emreder.
Dönemin MOSSAD Başkanı Nahom
Admonee, anlaşma haberini alınca bunu hemen Hükümet Başkanı İzak Rabin’e bildirir.
9 Mart 1975’te Rabin, Bakanlar Kurulu’nun önünde yaptığı konuşmada şöyle der:
“İran ve Irak, Kültlerden kurtulma
konusunda anlaşmaya vardı.”
Kürtler de anlaşma haberine
şaşıranlar arasındadır. Zira Barzani, anlaşmanın imzalandığı sıralar Tahran da
bulunuyordu. İran sınırının kendilerine kapandığı anlamına gelen bu anlaşma
haberini Barzani SAVAK Başkanı Nasıri’den öğrenir.
Bu sırada Tahrandaki C1A temsilcisi
Washington’a bir telgraf çekerek şöyle der: “SAVAK’tan bir yetkili Barzani’nin
karargahına gelerek şunları söylemiştir:
•
İran sınırı Kürtlere kapatılacak.
•
Kürtler artık İranlılardan herhangi bir yardım
beklememelidir.
•
Iraklıların koşulları ne olursa olsun Kürtler onlarla
anlaşma yoluna gitmelidir.
•
Kürt savaşçılarına silahlarını İran ordusuna bırakmaları ve
küçük gruplar halinde gelmeleri şartıyla İran’da barınma izni verilecektir.-’
SAVAK yetkilisi gidince, Kürt
karargâhındaki yetkililer iki gün süren istişareler düzenleyip durum
değerlendirmesi yaparlar. Sonunda en doğru davranışın, Barzani’nin gelmesini
beklemek olduğuna kanaat ederler.
10
Mart ta Kürt karargahı Kissinger’e şu telgrafı gönderir: ‘ Kuvvetlerimizin arasında tam bir
ümitsizlik hakim. Büyük bir çöküntü bizi bekliyor. Yapabileceğimiz bir şey
kalmadı. Size ve hükümetinize sığınıyoruz. Söz verdiğiniz gibi bu duruma
müdahele etmenizi istiyoruz. Müttefikiniz Kürtlerin yok olmaması için bu işe
el atın. Hayatımızı ve ailelerimizin şerefini kurtarın. Lütfen sorunlarımızla
ilgilenin.-’
CIA Tahran temsilcisi de örgütteki yetkililerine bir telgraf
göndererek şöyle der: ‘ Eğer ABD, Kürtler için derhal girişimde bulunmazsa kendilerinden
vazgeçtiğimizi düşünecekler. Olan biten her şeyi ifade edebileceklerini
düşünüyorum. Zaten İran, Irak’Ia anlaşmak suretiyle yalnızca Kürtlerin politik
ümitlerini yıkmış olmadı, aynı zamanda binlerce kişinin de hayatını tehlikeye
attı."
Barzani, Kissinger’e Tahrandan bir
telgraf çeker ve şöyle der: ‘ Her zaman için uluslararası kavgaların barışçıl
yollarla çözülmesinden yana olduk. Bu tavrımız İran ve Irak için de geçerlidir.
Ancak şimdi kan ağlıyoruz. İran-Irak ittifakı savunmasız halkıma öldürücü bir
darbe niteliğindedir. Çünkü İran sınır kapılarını yüzümüze kapattı. Tam da
Irak bize en amansız saldırılarını düzenlerken, hareketimiz ve halkımız ölüyor.
Herkes büyük bir sessizlik içinde. İnanıyoruz ki ABD halkımıza karşı ahlaki
sorumluluğunun bilincindedir. Bu yüzden ABD’den girişimde bulunmasını temenni
ediyoruz. Irak saldırılarının durması ve Iraklılarla aramızda diyalog
kurulması, en azından adamlarımın güvenliğinin sağlanması, ABD’nin, İran
üzerindeki bütün etkinliğini kullanarak, Irak la kapsamlı bir anlaşmaya varana
kadar bize yaptığı yardımları kesmemelerini sağlaması ve ayrıca İran hududunun
açık tutulması gibi konularda sizden girişim bekliyoruz. Bu hayati meseleye
Amerikalıların seyirci kalmayacağına inanıyoruz."
İran Şahı, 11 Mart 1975’te
Barzani’yi kabul eder. Dr. Mahmut da bu görüşmeye katılmıştır.
Dr. Mahmut bu konuda şunları
anlatır: Şah haddinden fazla uzayan savaştan sıkıldığını söylüyordu. Eğer
Kürtlere yardım etmeye devam ederse bu savaşın sorumlusu olacağını, Irak la
sağladığı anlaşmaya riayet etmek zorunda olduğunu beyan etti. Ayrıca
Iraklıların anlaşmaya sadık kalıp kalmayacaklarını ölçmek için bu yardımları
kesmek zorunda olduğunu vurguladı.
Sonra Şah, şunları eklemiştir: “İran
sınırı, bize sığınmak isteyenleri geçirenlesiniz diye üç gün açık kalacak.
Burada sıcak karşılanacaksınız ve iş yapabileceksiniz. Size İran
vatandaşıymışsınız gibi davranılacaktır. Sonra sınırlar kapatılacak.’’
Bunları işiten Dr. Mahmut
hiddetlenerek şöyle demiştir: “Sizce kanları dökülen, evlatları öldürülen
insanların mücadelesi, bu lanet anlaşmayı imzalamamanızı gerektirmiyor mu? Bize
yardım etmeyi vaat ettiğinizde bu işten bir gün vazgeçeceğini söylememiştiniz.
’
Bu sefer Şah da hiddetlenir ve şöyle
der: “Bu benim bileceğim iş, tartışma kabul etmiyorum.-’
Barzani ise konuşulanları sessizlik
içinde dinliyordu. Yüzünden, bütün bu olanlara karşı tiksinti duyduğu ve
ümitsizlik içinde olduğu anlaşılıyordu. Hiçbir şey söylemedi. Şah’tan yalnızca
kararını yeniden gözden geçirmesini istedi.
Barzani 16 Mart günü Tahrandan döner
ve üst düzey yetkilileriyle karargahında bir toplantı düzenler. Toplantıda
yaptığı konuşmada İran-Irak anlaşmasının Kürt hedeflerini geçici bir süre rafa
kaldırdığını söyler ve daha sonra işlerin yoluna gireceğine inandığını
açıklar.
Barzani’nin tavrı ve söylediği
şeyler parti yetkililerini şaşırtmıştır. Barzani’nin bu iyimserliğinin nedenini
sorarlar ancak bir cevap alamazlar. Ancak iki gün sonra bu iyimserlik yerini
ümitsizliğe bırakır. 18 Mart günü, Barzani karargâhında başka bir toplantı
düzenler ve şöyle der:
“Tek başımıza kaldık, hiçbir
dostumuz yok, korkarım bu isyanı daha fazla idare edemeyeceğim ve İran’a
gideceğim. İran bizimle olan sınırını 30 Nisan da kapatıyor. Türkiye sınırları
da kapalı. Irak ordusuna gelince güneyimizdeki ve batımızdaki bütün yolları
tutacak. Ümidimizin kaldığına inanmıyorum. Eğer aranızda isyanı idare
edebileceğine inanan varsa onu sonuna kadar destekleyeceğimi belirtmek
isterim.-’
Bazı komutanlar Barzani’nin bu
sözleri üzerine savaşçılarıyla görüşmek için zaman ister. Herkes toplantıdan
çıkarken hâlâ Barzani’nin ümitsiz sözlerinin etkisindeydi.
Durum gerçekten de çok kötüydü.
Adeta bütün ümitler yıkılmış, bütün hayaller çökmüş gibiydi. Yalnızca iki
seçenek vardı. Birincisi İran’a kaçmak, İkincisi Irakta kalıp Baas Partisinin
genel bir af çıkarmasını beklemek.
Ancak çok geçmeden durum daha da
kötüleşti. Zira İran ve Irak Dışişleri Bakanları anlaşma hükümlerinin
uygulamaya geçmesi konusunda bir toplantı düzenlemişlerdi. Toplantıda, Iraklı
bakan İranlı meslektaşına Kürtlerin silah bırakmalarını istediklerini söyler.
İran Dışişleri Bakanı, Irak’ın bu tavrını Kürtlere ileterek, bunu yapmadıkları
takdirde İran ve Irak cephesinin kendilerine karşı birleşeceği uyarısında
bulunur. Ayrıca o günlerde ABD’den de Kürtlere bu konuda bir ikaz gelir.
Nihayet Saddam ve EI-Bekir Kürt
isteklerini tanımadıklarını açıklar ve Irak hükümeti de Kürtlere şu mektubu
gönderir:
"Kendilerini Kürdistan
Demokratik Partisi diye isimlendirenlere;
Biz ülkemize büyük zararlar veren
kaçak ve hainlerin kökünü kazımaya kararlıyız.-’
Anlaşmanın hükümleri hızla
uygulamaya konulur. Öncelikle İran, Kürt bölgelerinde konuşlanmış olan iki
topçu taburundan oluşan askeri gücüne geri çekilme emri verir. Geri çekilirken
bütün teçhizat ve uçaksavar silahları da İran’a taşınacaktır. Kürtler ve
İsrailliler bu olaya inanamaz. İranlılar Gadon’daki 42 top bataryasını 8 saat
içinde bütün mühimmatıyla birlikte kendi sınırlarına geri çeker.
Allam 20 Mart’ta günlüğüne şunları
yazmıştır: ‘ Kürtler, ailelerinin İran sınırından geçmesi için yeterli sürenin
tanınmasını istiyorlar. Çünkü Barzani, Kürt ailelerinin akıbeti konusunda
endişeli. Şah, Iraklılara Kürt savaşçıların ailelerine dokunmamaları konusunda
ısrar ediyor. Ancak Kürtler, Iraklıların ailelerine saldıracağından çok
korkuyor. Bu yüzden Şah, bu ailelerin geçişinin Kızıl Haç’ın himayesinde
olmasını önerdi. Şah bu konuda Kürtleri temin ederek, eğer İran-Irak
anlaşmasına ihtimam gösterirlerse daha iyi koşullarda yaşayacakları
güvencesini verdi.
Ne var ki 21 Mart tarihinde İran’ın
Ürdün büyükelçisi bir mektupla Tahrana gelir. Söz konusu mektup Ürdün Kralı
Hüseyin’e ait olmakla birlikte İran Şahına suikast düzenlemek için eğitilen
milliyetçi Kürtlerin isim listesini içermektedir.
Barzani’ye gelince savaşa devam
etmek, Iraklılara teslim olmak ve sığınmacı olarak İran’a gitmek
seçeneklerinden birini tercih etmesi gerekiyordu. Son şıkkı seçti. Bazı
Kürtler de evlerini yakarak onu izledi.
Ancak bazı Kürtler, sığınmacı olarak
İran’a gitmektense intihar etmeyi yeğlemişlerdir. 10 bin kişilik bir gerilla
grubu ölünceye kadar savaşacaklarını söyleyerek İran’a gitmeyi reddetmiştir.
Sh: 257-265
Iraklılar, hükümetin genel af
çıkarmasından önce 35 bin Kürdün İran’a geçtiğini ilan eder. Bu af döneminde 90
bin Kürt Iraklılara teslim olmuştur.
Türkiye’ye geçiş yapan Dr. Muhammet
şunları söyler: 'Kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşan 5 bin kadar Kürt, Irak’tan kaçarken
şiddetli soğuklar nedeniyle dağlarda can vermiştir. Şu anda iki ülkenin
sınırlarına yakın bölgelerde binlerce Kürt sığınmak için beklemektedir. Ne
yazık ki devlet de sınır kapılarını bu insanların yüzüne kapatmıştır.-’
Irak ordusu herhangi bir mukavemetle
karşılaşmaksızın kısa sürede Kuzey bölgelerini zapteder. İran’a geçiş yollarını
da tutar. 3 Nisan da da İran’dan silah ve mühimmat nakliyatında kullanılan Hacı
Umran’daki yolu ele geçirirler.
Irak Devlet Başkanı El-Bekir, bunun tarihi
bir olay olduğunu söyler çünkü tehlikeli bir isyan hareketi bitirilmiştir.
Barzani, Yobiabi Haber Ajansı'ndan
iki muhabirin kendisiyle yaptığı röportajda şunları söylemiştir: 'Savaş bitti.
İşte burada arkadaşsız ve yapayalnızız. İran’a kaçmayı başaramayan yarım milyon
vatandaşım öldürülme tehlikesiyle burun buruna... Savaşçılarım yenilmeksizin savaş
meydanını terk ettiler. Çünkü biz siyaseten yenildik.'
Barzani, İran’dan yabancı bir ülkeye gideceğini, bunun ABD olabileceğini
söyler.
Bu arada Iraklılardan kaçan Kürt
savaşçıları kuzeye doğru kaçarlar. Ancak sınır kapıları çoktan yüzlerine
kapanmıştır.
Daha sonra Barzani, İran ve ABD’yi
suçlamaya başlar. 'Bize gayrı resmi yollardan yardım yapmayı taahhüt
etmişlerdi. Ayrıca Amerikalılar İran’la aralarında bir kriz söz konusu olsa
bile bizi gözden çıkarmayacaklarını söylemişlerdi. İran’a gelince o da Irak’la
anlaşmak için Kürt sorununu kullandı; şüphesiz bu iki devletin bu anlaşmadan
yüksek çıkarları vardır.’’
Bir yardım kuruluşunda görevli
doktorlar Kürt köylerini ziyaret ettiklerinde şunları söylemişlerdir: “Bu
köylerde tam bir yok oluş göze çarpıyordu. Pek çok çocuk ölmüştü. Gadon’da
binlerce kişi, önümüzdeki 15 gün içinde gıda sıkıntısı yüzünden ölebilir.’’
Bu doktorlar binlerce kişinin İran
sınırına akın ettiğini görürler. Ayrıca Barzani’nin yüzlerce savaşçısı sınırı
geçmeden önce silahlarını teslim etmekteydi.
Türkiye ise sınırlarından içeri
mülteci girmesine izin vermiyordu. Çünkü Kuzey Irak’tan girecek olan mülteci
Kürtlerle, Türkiye sınırları dâhilinde yaşayan Kürtler arasında oluşabilecek
bir bağın kendisini tehdit etmesinden korkuyordu.
Bu dönemde İran’a 200 bin Kürt
mülteci giriş yapmış ve bu mülteciler askeri kamplarda toplanmıştır. Ancak ABD
ve İran bu mültecilere gerekli yardımı yapmamışlardır. Hatta İran, 40 bin
mülteciyi kuvvet kullanarak yeniden Irak’a göndermiştir.
Ayrıca ABD, şartlar ne olursa olsun
herhangi bir Kürdün sığınmacı ve siyasi sığınmacı olarak topraklarına girmesine
izin vermeyeceğini açıklamıştır.
Sh: 267-268
28 Mart 1975’te İran’a giriş yapan
Barzani ve ekibi güney Rizaye bölgesine 80 km’lik bir uzaklığa sahip olan
Necade kırsal bölgesine yerleştirilir.
Söz konusu yerleşim bölgesinde
Barzani’yi ziyaret eden gazeteci John Crafft şunları söyler: ‘ Yeri kesinlikle
rahattı, banyosu, telefonu ve piyanosu vardı. Dolaplar muz, portakal ve elma
ile doluydu.”
John Crafft İsrail Dafar gazetesine verdiği 25 Nisan 1975
tarihli raporunda şunları yazmıştır: ‘
Barzani yoğun İran gözetimi altında yaşamaktadır. Geleneksel Kürt giysilerini
çıkartmış, çok geniş olan İran elbiselerini giymek zorunda kalmıştır. Bunun
sorumlusu öncelikle bütün dünya siyaseti; özellikle Iraklılara silah, tank ve
eğitim yardımı yapan SSCB’dir.”
Crafft, Barzani’ye Kürt isyanının
sonsuza dek bitip bitmediğini sorduğunda şunu öğrenmiştir: ‘78 yaşına gelen
Barzani artık hayat hikâyesinin sona erdiğini anlar. İran’daki ikameti
sırasında kendisine üç kez daha suikast düzenlenir. Bu teşebbüsler de daha
öncekiler gibi başarısızlıkla neticelenir. Buna karşın Barzani hiçbir zaman
karlı dağları aşarak Kürdistan’a dönmeyi düşünmemiştir. Ona göre bu hikâye bir
daha yaşanmamak üzere bitmiştir.”
Dr. Kerim, Barzani’nin her şeyi
kabullenmesinin nedenini şu şekilde açıklamıştır: “Barzani halkı için bir şeyler
yapmayı istiyordu ancak yalnız kalmıştı. Barzani de evlatlarına karşı bir
üstünlük hissi mevcuttu. Yalnızca kendisinin halkına hükmedebileceğine
inanıyordu. Kendisi bir şey yapamadığı için bu yenilmişliği kabullendi ve
halkına da kabullendirmeye çalıştı.”
Barzani göğsünün sağ tarafında
ağınlar hissetmeye başlar ve akciğer kanserine yakalandığı teşhisi konur. Dr.
Kerim, Barzani’ye bir İran doktoruna muayene olmasını ve ciğerlerine film
çektirmesini öğütler. Ancak Barzani bunu reddederek ABD’ye gidip tedavi olmak
istediğini söyler. Bundaki kasıt bile Kissinger’le görüşüp Kürt meselesini arz
etmektir. Ancak daha sonra bu isteğinden vazgeçmiştir.
Daha sonra Barzani’nin durumunu
gören ve isteğini bilen Şah, kendiliğinden Kissinger ile görüşerek Barzani’nin
Amerika’ya nakledilmesini ve burada tedavi edilmesini ister. Kissinger’dan onay
aldıktan sonra Barzani ABD’ye gider, uçağı 30 Haziran 1975’te Candy Havaalanna
indiğinde Barzani’yi iki işadamı görünümlü sivil elbiseli adam karşılar ve
kalacağı otele götürür.
Barzani ve refakatçi o geceyi otelde
geçirir. Ertesi gün başka bir uçakla Barzani, Minnesota eyaletindeki Majo
Bruchster kliniğine götürülür ve burada gerekli ilaçlarla tedavisine başlanır.
Bu tedavi Barzani’nin saçlarının dökülmesine neden olmuştur.
Tedaviden sonra Barzani, Amerikan
istihbarat yetkililerince New York şehrine nakledilir. Herhangi bir Amerikan
yetkilisiyle görüştürülmeden ve basına herhangi bir açıklama yapılmaksızın
İran’a dönmesi gerektiği söylenir. Ancak Barzani İran’da tedavi imkânlarının
olmayışı yüzünden geri dönmek istemez. Hiç değilse İsviçre ya da İsveç’e
nakledilmesini ister. Ancak Amerikalılar Barzani’nin bu isteğini, Şah seni
İran’a istiyor.-’ diyerek reddetmiştir.
Barzani, buna karşı diretmesinin
İran’daki ailesine ve kendisini destekleyenlere zarar vereceğinden korkarak en
azından Kissinger’la bir görüşme yapmasına izin verilmesini ister. Kissenger’a
Kürt sorununun çözülmesini arz edecektir. Kissenger Kürt lideri tamamıyla hiçe
saymadığından Mültecilerden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Josef Saisko’ya
Barzani’yi kabul etmesini, fakat sadece onu dinlemesini emreder.
ABD-Kürt ilişkilerinin ayrıntıları,
Kürtlere yapılan yardımları ve bu yardımların kesilme hikâyesini bilmeyen
Saisko, Barzani ile bir araya geldiğinde, Barzani ona, Şah a bir gün bile
güvenmediğini ama Amerika’ya güvendiğini ve Amerikalıların Kürtleri hiçbir
zaman bırakmayacaklarına inandığını söyler.
Konuya vakıf olmayan Saisko,
Barzani’ye şöyle der: 'Kürtlere sunulan yardımlar Şah’ın isteği ile olmuştur.
Ben de Şahın talebini onayladım. Ancak şu anda her şey Kissinger’e bağlı. O da
sizin bu konuda ümitlenmenizi istemiyor.’’
Barzani’nin ABD ziyareti 1975 Ekim’i
sonunda nihayet bulmuştur. Dönerken ABD istihbarat yetkilileri Barzani’nin 6
aylık ilaç ihtiyacını karşılamıştır. Barzani’nin doktoru gizlice Barzani’nin
refakatçilerinden Al-Kazzaz'a şöyle der: ‘ Barzani’nin yakalandığı kanser
ciğerlerinin büyük bölümüne sirayet etmiştir. Ancak 8 ay bilemedin 1 yıl daha
yaşayabilir. ’ Buna karşın Barzani o tarihten itibaren 3.5 yıl daha
yaşamıştır.
Barzani, Tahranda son derece
sıkıntılı günler geçirmiştir. En yakın adamlarından ayrı düşmüştür çünkü
İranlılar onları yeniden Irak’a dönmeye mecbur etmiştir. Kalanlar ise son
derece sıkı korunan askeri kamplarda yaşamak zorunda bırakılmışlardır.
Daha sonra Barzani, İranlılara,
Kazzaz’ın başkalarının aracılığıyla ABD’ye dönmek, kendisini bu hapis
hayatından kurtarmak istediğini iletir ve onları basın organlarına telefon
etmekle, Amerikalılara her şeyi anlatmakla tehdit eder. Kısa bir süre sonra
Şah, Barzani’ye ülkeden ayrılmasına ve kendisine bir İran pasaportu sağlayarak
ABD’ye gitmesine izin vereceğini söyler. Ancak Barzani’ye, ABD’de yalnızca
tedavi maksadıyla bulunacağını belirterek, basına herhangi bir açıklama yapmaması
şartını koşar. Nihayet 1975 Haziranında Barzani’yi taşıyan uçak bir kez daha
Candy Havaalanına iniş yapar. SAVAK
yetkilileri Barzani ve refakatçileri için Washington’daki Shareton otelinde
bir grup oda kiralamıştır.
Sh: 269-271
İsrail, Irak ordusuna karşı
yapılacak isyanda kullanılmak üzere Kürtlere büyük miktarda savaş malzemesi ve
mühimmat yardımı yapmıştır. Kendi topraklarında topladığı Kürt savaşçılarını,
eğiticilerini ve müsteşarlarını kullanarak eğitmiş ve Kürtlere yardım etmek
için elinden gelen gayreti göstermiştir.
İsrail, bu dönemin sonuna kadar
Kürtlere 30 top, 340 roketatar, değişik marka uçak savarlar, Strylen tipi
füzeler, 260 bazuka ve 87 mm’lik havanlar göndermiştir. Ayrıca 60 adet Saceer
tipi füze, hafif silahlar için 850 bin mühimmat ve 570 bin adet top merkezi, 32
bin roketatar mermisi, 13 bin adet tanksavar mermisi, el bombası ve mayın gibi
mühimmat yardımında bulunmuştur. Hiç şüphesiz değerleri çok büyük miktarlara
ulaşan bu silahların büyük bir kısmı, 1973-1976 yıllarında ele geçirdiği savaş
ganimetlerindendi.
1975 yılının Mart ayında, İshak
Rabeen hükümeti ofisinde toplantıyı çağırır. Bu toplantıya Savunma Bakanı
Shimon Perez, Genelkurmay Başkanı Mardahay Gor, Kurmay Heyeti Başkanı General
Hartseel Shabeer, İstihbarat Şubesi Başkanı General Shalomo Cazeet, Hava
Kuvvetleri Komutanı General Benjamin Bleed, Başbakanlık Müsteşarı Rahbam
Zaefee, Savunma Bakanlığı Siyasi Strateji Dairesi Başkanı General Yehuşfad
Herkabee ve eski Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı katılmıştır. Rabeen, bu
toplantıda kurmaylarından Kürt isyanının yeniden canlandırılması için
ellerindeki imkanların ne olduğunu ve bu isyana ilişkin neler
yapabileceklerini öğrenmek için gerekli bilgileri almıştır. Kürtlere yardım edebilmek için yalnızca
iki yol vardır ne var ki bu yollar tamamen kapalıdır (Türkiye ve İran yolu).
Oturumun sonunda Rabeen şöyle der:
'Peki şimdi ne yapacağız? Önümüzde bu planı uygulamaktan başka bir seçeneğimiz
yok.-’
Mart
1975’te Yahufad Herkabu, Kürt sorununa değinen bir belge hazırlar ve bu
belgeyi Savunma Bakanı Shimon Perez’e sunar. Belgede şunlar yazılıdır: Bu sorun
İsrail’in Ortadoğu’da bulunan milliyetçi azınlıkları kışkırtıp Arap halklarına
karşı kullanabileceği anlamına gelmektedir.
Savaş materyalleri ve teknolojinin
gelişmesi, terör örgütlerine ve azınlıklara toplumlara büyük zararlar verme
fırsatı tanımıştır. Aynı zamanda bu silahların gelişmesi, düzenli orduların
topraklarında gözleri olan bölgesel azınlıkların amaçlarını baltalamıştır.
Başkaldıran küçük azınlıklara yardım
etme düşüncesi hükümetlerin ve düzenli orduların bu konuda aldıkları tedbirleri
arttırmalarına yol açmıştır. Zira düzenli bir orduyla ve bir hükümetle
mücadele etmek zorunda kalan Kürtlerin askeri ihtiyaçları artmış ve bu da
kendilerine yapılan yardımların artmasını gerektirmiştir.
Azınlıklara yapılan yardımlar fiili
ve ciddi bir şekilde kullanıldıkça onları sürekli destekleyecek binlerinin
olması kaçınılmazdı. Ayrıca o zaman için Kürtlere yöneltilen olumsuz
eleştirilerin çoğunluğu, savaş için fırsatları değerlendiremedikleri
yönündeydi.
Yardım isteyenlerin görüntüsü
uçurumun eşiğindeymiş gibiydi. Bu yüzden kendilerine yardım eden çevreler bu
desteklerini kısıtlamak zorunda kalmıştı. Çünkü bu çevreler yardımlarının boşa
gideceğini düşünmeye başlamıştı. Zira Kürt azınlığının Irak karşısında
direnebilmesi için sunulanlardan çok daha fazla miktarda yardıma ihtiyacı
vardı.
Kürt devleti kurulamadı. Bu isyan hareketinin çökmesinden itibaren
Iraklılar Kürt kıyımına devam etmiştir. Hatta işi kimyasal silah kullanımına kadar götürmüşlerdir. 1990
Temmuz’unda Kürtlerin boynundaki ateş biraz hafifler. Zira Saddam, Kuveyt’i
ilhak eder. Daha sonra ABD ve Avrupa koalisyon gücü, Irak ordusunu Kuveyt’ten
çıkararak Irak içinde ilerlemeye başlar. Bölgeye yerleşen koalisyon güçleri
Kürt bölgelerinin imarına çalışırlar ve buraları ABD uçakları korumaya başlar.
Kuzey Irak’ın bir bölümüne Celal Talabani, diğer kısmına ise Mesut Barzani
hükmetmektedir. Her iki lider de bazen Irak’ın, bazen İran’ın uyguladığı
vahşete karşı savaş vermektedir. Ayrıca her iki lider de Saddam’ın kendileri
için Barzani zamanındaki gibi bir son hazırlamaya çalıştığını bilmektedir.
Sh: 273-274
Kaynak:
Şalom Nakdimon, Irak ve Ortadoğu’da MOSSAD, (İsrail Kürt Umutlarının Çöküşü)
Çeviri : Ahmet Ekinci, 1. Baskı Temmuz 2004, Çankaya/ANKARA
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar