Print Friendly and PDF

ARABESKLER VE TILSIMLAR



Kahve (Alm. Kaffee) sözcüğünün bir zamanlar şarap (Alm. Wein) anlamına geldiğini biliyor muydunuz? Ya lale (Alm. Tulpe) sözcüğünün kökeninin türban (Ar. turban) olduğu­nu? Almanların ceketlerine (Alm. Jacke), şapkalarına (Alm. Mütze) ya da hırkalarına (Alm. Joppe) uzandıkları zaman, bunların adlarının Arapçadan alıntı olduklarını düşündük­lerini hiç sanmıyorum. Aynı şekilde, her türlü banka ve ti­caret işlemlerinde doğrudan Arapça konuştuklarını ve kul­landıkları "rakam" sözcüğünün (Alm. Ziffern) bir zamanlar sıfır (Null) anlamına geldiğini bildiklerini de sanmıyorum. Denizcilerin, matematikçilerin, tüccarların ve astronotların kendi aralarında sık sık Almanca denilemeyecek kadar de­ğişik bir dil konuştuklarını fark etmediniz mi? Hiç, televiz­yon bağlantılarının (Alm. Kabel) da Arapçaya dayandığına inanır mıydınız?
Benzinin buhurla (Alm. Weihrauch) ne ilgisi vardır? Ya da baskının (Alm. Razzia) Kuran-ı Kerim'le?... Yarı-ipek, es­kilerden bu yana bayanların tekelinde bulunmuştur ama, en azından İslam dünyasında erkekleri de ilgilendirmiştir. Al­manya'nın ünlü Kasperle, Konditor ve Klabautermann kişi­liklerinin esaslı birer doğulu oldukları kimin aklına gelirdi ki? Bir fanfara (Alm. Fanfare) neden "geveze" anlamına gelmektedir ve Almanların kullandıkları büyü sözü “simsalabim” sözü nereden gelmektedir? Eğer, Flamenko dansı ya­panların "Olé" narası size İspanyolca gibi geliyorsa, bu da bir yanılgıdır. Bu, Arapların hücum ederken bir ağızdan bağırdıkları "Allah, Allah" naralarının değişmiş, küçülmüş şeklinden başka bir sözcük değildir. İspanya’ya, 1000 yıldan daha uzun bir süre önce İslamiyet'i yaymak üzere gelmiş olan din savaşçıları nedeniyle bugün İspanyolcada, en az "Olé" kadar değişmiş, ama sonuçta Arapça kökenli bir yığın sözcük bulma olanağı oldukça yüksektir.
Bunların Almancaya ve diğer dillere nasıl geçtiği, bu­rada anlatacağımız Şark-Garp yolculuğu öyküsünde ortaya çıkacak. Batılı dünya, Doğuya sanıldığından daha fazla borçludur: Sadece Hıristiyanlığı, alfabeyi, kağıdı, pusulayı, "x"i, sıfırı, patlayıcı maddeleri, barutu, kitabı ve matbaayı, çayı, satrancı, şarabı, kahveyi, değirmeni, roketi, arabeskleri muskaları ve tılsımı değil, daha birçok başka kavramı da borçludur.
Ex oriente lux. Yani Doğudan gelen ışık. Bu deyiş, yal­nızca her sabah doğudan batıya doğru hareket eden güneşi simgelemiyor. Asıl önemli olan Doğudan Batıya gelen diğer parlak ışıklar: koku ve renk, huzur ve zarafet gibi, masallar aracılığıyla Alman kültürü ve diline girip çoktan günlük yaşantının bir parçası, tuzu biberi olan ışıklardır. Masallar diyoruz; çünkü aşağıda bir örneğini göreceğimiz 1001 Gece Masallarından birinde, küfesini doldurmuş bir hamalın, Bağdat sokaklarında öylece dolaşırken görüp duyduğu her şey, sözcük olarak tarihin derinliklerinde uzun bir yolcu­luğa başlamış ve çeşitli yollardan Batıya ulaşarak buradaki dillerden birine yerleşmiştir:
Bir zamanlar Bağdat'ta bekâr bir hamal yaşarmış.
Günlerden bir gün, çarşıda küfesine kaygısızca yaslanmış otururken, Musul (Alm. Musselin) kuma­şından, nakışla çift kat edilmiş ve altın payetler ser­piştirilmiş ferah çarşafa bürünmüş bir hanım önünde durmuş. Yüzündeki peçeyi hafifçe kaldırmış ve peçe altından uzun kirpikleri, siyah gözleri ve harika göz kapakları görünmüş. Nitelikleri mükemmel olan vü­cudu ince, ayakları ufacıkmış. Sonra sesinin tüm tat­lılığıyla, ona "Ey hamal, küfeni al ve beni izle!" demiş ve hamal adeta büyülenmiş gibi küfesini toparlayıp genç kadının peşine düşmüş; bir süre yürüdükten sonra, bir evin kapısında durmuşlar. Kadın kapıyı çalmış ve Nasrani hemen kapıyı açıp ona bir dinar karşılığı bir ölçü zeytin vermiş; kadın da hamala, "Al bunu, küfene koy, beni izle!" demiş. Hamal da, "Aman yarabbi! Ne mübarek gün bu böyle" diye haykırmış; küfesini yüklenip genç kadını izlemiş. Kadın sonra bir manavın önünde durmuş ve Suriye elmaları (Alm. Syrische Apfel), Osmanlı ayvaları, Umman Şeftalileri, Halep yaseminleri (Alm. Jasmin), Şam Nilüferleri (Alm. Wasserlilie), Nil Hıyarları, Mı­sır'ın misket limonları (Alm. Zitrone), Sultani ağaç kavunları, Mersin yemişleri ve nergisler satın almış. Bütün bunları hamalın küfesine yerleştirmiş ve "Taşı bunları" demiş. Hamal da taşımış ve bir kasap dük­kanına gelinceye kadar kadını izlemiş. Kadın dük­kancıya "Bana on artal et kes" demiş. Kasap on artal et kesmiş. Kadın bunları muz yapraklarına sarmış ve küfeye koymuş ve ona "Taşı bakalım hamal!" demiş.
O taşımış ve kadın bir badem satıcısının önüne ge­linceye kadar onu izlemiş. Kadın buradan her türlü badem (Alm. Mandel) almış ve hamala yeniden "Taşı bunları ve beni izle" demiş. Hamal küfesini yüklemiş ve kadın bir tatlıcı dükkanının önüne gelinceye kadar onu izlemiş; kadın oradan bir tepsi satın almış ve dükkândaki her türlü tatlıyı buna yerleştirmiş; açma şekerli kaymaklı tatlı, miskle kokulandırılmış, fıstıklı (Alm. Pistazienkeme), nefis kadife gibi bir başka ha­mur işi, sabun adı verilen bisküviler, küçük pastalar, limonlu turtalar, lezzetli şekerlemeler, muşabak adı verilen bir başka tatlı, kadı lokması, sufle halindeki küçük tatlılar ve yine Zeynep'in Tarağı denen, tereyağı, bal ve sütle yapılmış bir başka tatlı satın almış. Sonra tüm bu tatlı çeşitlerini bir tepsiye yerleştirmiş ve tepsiyi de küfeye yerleştirmiş. Bunu gören hamal "Bana daha önce haber verseydin, bütün bu yiyecek­leri taşısın diye eşekle gelirdim" demiş. Kadın bu sözlere gülmüş; sonra da bir kokucunun dükkanına girmiş; oradan da on tür koku almış; gülsuyu (Alm. Rosenvvasser), portakal çiçeği suyu (Alm. Orangenblütenwasser) ve de diğerlerini... ve de bir ölçü mest edici amber (Alm. Ambra), aynı zamanda miskle ka­rışmış gül kokusu serpen bir gülabdan; erkek kokusu saçan tohumlar, sarısabır ödü (Alm. Aloeholz), misk (Alm. Moschus), en sonunda da İskenderiye kökenli mumlar (Alm. Alexandrinische Kerzetı) satın almış ve tüm bunları küfeye koyarak hamala "Küfeyi yüklen ve beni izle!" demiş. Hamal küfeyi sırtına vurup genç kadını, arka bahçesinde geniş bir avlunun bulunduğu şahane bir konağa ulaşıncaya kadar izlemiş. Bu avlu kare şeklinde, yüksekte ve yöreyi tepeden gören bir mevkide imiş. Avluya açılan kapı iki kanatlı olup abanozdan (Alm. Ebenholz) yapılmış; üzerinde kır­mızı altından kakmalar varmış.
Genç kadın, kapının önünde durup kibar bir ta­vırla kapıyı çalmış. Kapı iki kanadıyla açılmış. Hamal bu sırada kapıyı açan kişiye bakmış; bu, endamı gü­zel, zarif; yuvarlak ve belirgin göğüsleri, gençliği, güzelliği ve görünüşü ve davranışındaki mükemmel­likle örnek oluşturacak bir genç kızmış. Alnı, yeni doğan ilk ayın ışıkları kadar beyaz; gözleri bir gazelinkine (Alm. Gazelle) benzer; kaşları Ramazan Ayı­nın hilali gibi, yanakları lale, ağzı Süleyman'ın müh­rü, yüzü yükselen bir dolunay, iki göğsü bir çift nar (Alm. Granatapfeln) gibiymiş; yumuşak karnı giysi­lerinin altında, göbek deliğini, mahfazası içinde de­ğerli bir harf gibi saklıyormuş..
Onu gören hamal, aklını yitirmiş ve küfesini ba­şından aşağı düşürecek gibi olmuş; "Yarabbi! Öm­rümde bundan daha mübarek bir gün görmedim" demiş.
Bu genç kız, kapının ardından, alışverişi yapan kız kardeşi ve hamala "Giriniz! Gelişiniz hayırlı olsun!" demiş.
Bunun üzerine içeri girmişler ve orta avluya açılan geniş bir salona ulaşmışlar. Salon altın ve ipekle iş­lenmiş örtülerle ve altın kakmalı mobilyalarla, vazo­lar ve oymalı iskemleler, itinayla kapatılmış perdeler ve gardıroplarla süslenmişmiş. Salonun ortasında göz kamaştıran inciler ve değerli taşlarla kakılmış mer­mer bir yatak varmış; bu yatağın üstünde kırmızı sa­tenden bir örtü örtülmüş imiş; yatağın üstünde de, gözleri Babil melikelerinki kadar güzel, boyu elif gibi uzun ve ince, yüzü doğan günü utandıracak kadar parlak, harika bir genç kız oturuyor imiş. Sanki gökte parlayan yıldızlardan biri gibi, şairin belirlediğine benzer, Arabistan'ın gerçek soylu kadınlarından biriymiş bu.
Onları gören genç kız yataktan kalkmış, iki kız kardeşinin yanında yer almak üzere salonun ortasına gelmek için birkaç adım atmış ve onlara "Niye böyle kıpırdamadan duruyorsunuz? Hamalın sırtındaki yükü indirsenize!" demiş. Bunun üzerine alışveriş yapan kız hamalın önüne, kapıyı açan kız da arkasına gelmiş; üçüncü kardeşlerinin yardımıyla hamalı yü­künden kurtarmışlar. Sonra da küfenin içinde ne var ne yoksa taşımışlar, her eşyayı yerli yerine koymuş­lar; hamala iki dinar verip ona "Ey hamal, hadi sen de yoluna git!" demişler. Sh: 9-14

[ Binbir Gece Masalları, çev. Alim Şerif Onaran, c. I, s. 96-101. Öykünün Almanca aslı, Alim Şerif Onaran tarafından dilimize Afa yayınlarınca kazandırılmış olan çeviriden kısmen farklıdır. Almanca'ya geçtiği ileri sürülen sözcükler arasında Rosinen, Weisenblütenwasser. Zuckerlaibe, Weihrauh, Anemone, Karmesinrot, Antilope, Benzoesalbe, Baldachin de bulunmaktadır. Sözcükler yapıtın ilerleyen bölümlerinde açıklanmaktadır (Ç.N.).]

Gündüz ülkesinden maddi manevi alınan her şey, gece ül­kesi kültürünü derinden etkilemiştir.
[Gündüz ülkesi ve gece ülkesi, Almancadan doğrudan yapılmış bir çeviridir. Almancada "Morgenland" ve "Abendland" olarak geçen bu iki terim, Doğu­nun bir anlamda aydınlıkların vatanı olduğunu simgelemektedir. Bu nedenle bu iki terim için sözcük çevirisi yapılması daha uygun bulunmuştur (Ç.N.).
O ülkeden yolculu­ğuna başlayıp da Avrupa'ya gelen her nesne gibi (baharat, süslemeler, bakkaliye, meyve, çiçek, kubbe, çardak vb.), bunların adları da gezinmeye, başka bir dil ve başka bir edebiyatta yer edinmeye başladı. Batı, Bağdat, Kordoba, Granada halifelerinin saraylarında bulunan büyük Arap bilgelerinin ve sanatçılarının bilgelik, ustalık, sanat, müzik ve mimari sayesinde ulaştırdıkları " kavram "lara sahip ol­du.
Biz de, sözcük ve kavramların göç yollarına koyularak tarih boyunca yaptıkları yolculukları bir izleyelim. Doğuda "Sözcüklerin göçü" Hıristiyanlıktan önce, İbranice, Mısırca ve Aramcayla zaten başlamıştı. Latince ve Yunanca bu zin­cirin son halkasını oluşturana dek. Ortaçağda ise, İslamiyet’le beraber, öncelikle Arapça sözcükler ve kavramlar bu­na eklendi. Yeniçağda Türkler, Almancanın gündüz ülke­sinin diliyle zenginleşmesine büyük katkıda bulundular. Gerçi, bugün bunların çoğunun kökenini tanımakta ol­dukça zorlanıyoruz. Sözgelimi Offenbach'ın Hoffman'ın Anlatıları (Hoffmans Erzählungen) adlı eserinde geçen "Barkerole" böyle bir sözcüktür.
Firavunlar zamanında Güneş Tanrısı Ra', kutsal kayı­ğıyla Mısır'ın üstünde göklerde dolaşırmış. Bu gökgemisinin adı “bari” imiş. Herodot bile, Mısır'dan gelen tüm gemi­lere bu nedenden dolayı “haris” adını vermiş. Çok sonraları, Latincede Ra'nın gemisi “barca” adıyla yaygınlaştı. Buradan da İtalyancaya geçti. Ancak bu adla, Ra'nın üç direkli koca­man gemisi değil, bir gondolcu tarafından idare edilen kü­çük bir kayık olmuştu. Gondolcuya da barcaruolo (barka sürücüsü, barcaruolo) adı verildi. Bir "barkaruolo", herke­sin bildiği gibi güzel seslidir ve iyi şarkı söyleyebilir. Böylece, gondolcuların söylediği güzel şarkılar bir biçime dö­nüştükten sonra bu biçime barkerole dendi.
Benzer öykü, Alman halk hikayeleri kahramanlarından Kasparın başına gelmiştir. Kaspar, bu öykü nedeniyle, ha­len çift anlamlı yaşantısını sürdürmektedir. Öykünün baş­langıcı ise şöyledir: Doğu birçok hâzineyle doludur: altın, gümüş, değerli taşlar... Eski İran'da bu hazineler gene biçi­minde adlandırılmaktaydı.
Ticari alışverişler nedeniyle Doğudan Batıya geçen bu sözcük, İtalyanca'da sonraları “gazza” olarak ortaya çıktı ve burada "para" anlamında kullanılmaya başlandı. Ancak alışverişte her zaman büyük ve değerli şeyler söz konusu olmadığından bazen, deyiş yerindeyse bozuk para da kul­lanılması gerektiğinden İtalyanlar, "gazza"ya bir de küçült­me eki getirerek gazetta sözcüğünü türettiler. 16. yüzyılda İtalya'da basılan ilk haber kağıdı ortaya çıktığında, ederi bir bozukluk, başka bir deyişle bir gazettaydı. Bu bozukluğun, haber kağıdı (gazette), yani gazete anlamını alması hiç uzun sürmedi.
Böylece paradan kağıda dönüşen gazette, yolculuğuna devam etti ve birçok Avrupa ülkesini gezerek, İngiltere, Fransa, Rusya, Bulgaristan ve hatta Polonya'da bile kendine bir yer buldu. Bozuk para ve gazete, yarı yolda böyle ayrıl­mışlardı. Almancadaki Kaspar'ın çift anlamlı ya da çift ruh­lu olması da bunun gibi bir gelişim yüzündendir. Biri Habeş Kralının, diğeri bir dalgacının ruhu...
Gündüz ülkesinin Üç Aziz Kralından birinin adı, bi­lindiği gibi Kaspar'dı. Dil açısından bu sözcük belki de Farsçaya dayanıyordur. Doğuda hazineler, özel bir lütuf­karlığın işareti olarak bazı kereler el değiştirebilirdi. Hâzi­nenin içinde bulunduğu sandık ya da kupa Farsçada kase, taşıyıcısına da "sandık taşıyan" anlamında kasbar denir. Belki de gündüz ülkesinin üç kralından biri olan Kaspar komik görünüşlü birisiydi ve gece ülkesine şakacı bir tip yaratma ilhamını vererek Kasperle'nin ortaya çıkmasını sağladı.
Kaspar'la Doğudan başlayan yolculuğumuzun ilk du­rağından ayrılıp kısa bir mola verelim ve hayatımıza hala masalımsı pırıltılar katan bir döneme göz atalım: İslamiyet ve Müslümanlık. Artık, Güneş Tanrısı Ra'nın kayığıyla Ak­deniz'den Avrupa'ya ulaşması gibi, Akdeniz kıyılarında (mare mediterraneo-karalar arasındaki deniz) gündüz ve gece ülkeleri arasında çok daha sıkı ilişkiler başlayacaktı.
İslamiyet’in Muzaffer Seferi
İslamiyet'in milattan sonra 7. yüzyılda ortaya çıkışı, dünya tarihinin gidişinde bir dönüm noktası oluşturdu. Bu hare­ket, kendisinden yalnızca 1000 yıl önce Büyük İskender'in seferleriyle getirdiği, dünyayı belirleyici bir şekilde değiş­tirmeye başlayan hareketle benzeştirilebilir. Dinlerin en gencinin kurucusu Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyadan göçtükten çok kısa bir süre sonra, haleflerinin devam ettirdiği İslam İmparatorluğu'nun sınırları Arap sınırlarının dışına çoktan taşmıştı. 8. yüzyılda ise, inananlar (mü'minler), neredeyse dünyanın yarısına egemen olmuşlardı. İslamiyet, komşu ülkelerini ve rakiple­rini (Bizans ve Eski İran) dünya tarihi sahnesinde yenmiş, yerlerini almıştı. Bu siyasal değişim aynı zamanda kültürel bir değişim anlamına da geliyordu. Akdeniz birliği yıkıl­mıştı. Bizans ve Yunan, Batı üzerindeki etkisini kaybetmişti. Akdeniz artık Doğunun sınırıydı. Ortaçağ dönemindeki gece ülkelerinin bundan sonra başlayacak olan gelişiminde, Akdeniz fatihlerinin (Araplar, Suriyeliler, Mısırlılar, İranlılar ve Berberiler) kuşkusuz çok büyük bir payı olacaktı.
Bu doğu âlemi mükemmeldir
Aşıp geçen Koca Derya'yı;
Hafız'ı tanıyan, seven bilir

Kaldero'nun şarkılarını.
Geheimrat (Bir tür özel danışman) Goethe'nin daha sonra West-Östlichen Di­wan adlı eserini oluşturmasını ve bu dizeleri yazmasını sağlayan ilham kaynağı, sonraki yıllarda tüm Avrupa'yı bü­yüleyecekti.
Mekke, Şam ve Bağdat: Dönemin İslamiyet’i için kilo­metre taşları... Muhammed Abd-Allah (Allah'ın kulu) Mekke'deki köklü Kureyş hanedanını, Yahudi ve Hıristiyan peygamberlerinin değiştirdikleri ve yanlış yorumladıkları dinin gerçeğini çöl çocukları Arap kardeşlerine anlatmak, her birine tek bir Tanrı inan­cını kazandırmak için terk etmişti. Allah'ın Elçisi, yıllardır sürüp giden Güney ve Kuzey Arabistan çatışmasına neden olan kabileleri, İslamiyet'in "Civitas Dei", yani "Tanrı'nın Yeryüzündeki Evi" diyebileceğimiz bir şekilde ümmet adı altında toplayınca, savaşların da bitmesini sağladı. 632 yı­lında, ölümünden sonra, halefleri önce Şam'a daha sonra da Bağdat'a yerleştiklerinde, genç dünya dininin en parlak dö­nemi başlamış oluyordu. Sh: 15-19
Bu olaylardan ancak 20 yıl sonra, Frank Kralı Kari Martells, Tours ve Poitiers meydan savaşlarında, Peygamberin bayrağı öncülüğündeki akınları durdurabilmiş ve böylece de "Batıyı yokoluştan" kurtarabilmişti. En azından Batılı tarih kitaplarında bu olay böyle aktarılmaktadır. Ama, Avrupalı tarihçiler için bu kadar önemli olan bu olayın en ufak bir izine, Arap tarihçilerin eserlerinde nedense hiç rastlayamıyoruz. Hiçbir Arapça kaynakta böylesi bir savaştan bahsedilmemekte.
Bu ' kader savaşı" hakkındaki bilgilerle, Gibbon'un Ro­ma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çökmesi adlı eserinde karşılaşıyoruz:
Zafer, Gibraltar Kayasından bin küsur mil uzağa, Loire Körfezine dek ulaşmıştı. Bu kadar mesafenin yeniden katedilmesi demek Sarazenlerin (Müslüman Araplar) Polonya sınırlarına ya da İskoçya’ya ulaş­ması demekti. Ren Nehri, Nil ya da Fırat gibi azgın değildir ve Arap filosunun kolaylıkla Themes Nehri ağzına kadar gelmesini sağlayabilirdi. Oxford okulla­rında Kuran okutuluyor olması ve bir kürsüden, sünnetli insanlara Hazreti Muhammed'in sözlerinin aktarılıyor olması olanaklıydı. Bu kaderden Hıristi­yan âlemi, dahi ve şanslı bir adam tarafından kurta­rıldı. (Gibbon, Der Sieg des İslam (tslamiyetin Zaferi), Wien, Leipzig, Olten, 1937, s. 468.)
Batı geleneğinin tersine, ortaçağın Arap tarihçileri, ne Tours ve Poitiers olayından ne de Karl Martels'den söz ediyorlar. Zengin Arap tarihi yazılarına inanmayanlar için şunu da ekleyelim: Bu yapıtlar, yürütülen cihadın en küçük ayrıntı­sını da içerir; bunları büyük bir özenle anlatır, hatta en kü­çük yenilgilerinden bile açık bir gerçeklikle söz eder. Bu olaya değinen birkaç tarihçi, Balat al-Şuhada (şehit yolu) olarak adlandırdıkları aynı savaşı, önemsiz bir çatışma ola­rak değerlendiriyorlar. Kuzey Afrika ve İspanya’nın fethiyle ilgili en anlamlı eserin yazarı İbn Abdülhakem (803-871) olay hakkında çok kısıtlı bilgi veriyor:
Ubeydullah (Kuzey Afrika Hakimi), Abdülrahman İbn Abdullah el Akki'ye İspanya üzerinde emir yetkisi vermişti. Abdülrahman Franklara akınlar dü­zenlemiş değerli bir kişiydi. İspanya’ya en uzak kalan düşmandı. Onları yenerek birçok ganimet topladı [...] Sonra bir atakta daha bulundu ve adamlarıyla şehit oldu. Ölümü 155 yılına (733/734) denk gelir. (Lewis, Bernard. Die Welt der Ungläubigen, Wie der Islam Europa entdeckte (İnançsızların Dünyası, İslamiyet Avrupa'yı nasıl keşfetti) Propylän-Verlag Frankfurt, 1983, s. 17 (Eserin özgün adı: The Muslim Discovery of Europe).
Tarihçilerin çoğu olayı aynı biçimde anmaktadır. Ne Arap­ların en büyük tarihçisi Tabari tarafından (öl. 923) ne de İspanya Müslümanlarının en önemli vakanüvisi İbni Kutiyya tarafından (öl. 977), Tours ve Poitiers zaferi hakkında bilgi verilmektedir. Büyük bir olasılıkla söz konusu olan, saldıranların cepheyi kırıp geçemedikleri bir baskından ibaretti.
Gerçekten de bu sıralarda İslam Hükümdarlarına göre, imparatorluğun sınırlarının, (Bağdat'taki merkez yönetim, bağımsız yönetimlere dönüşürken) Pirenelerin arkasına dek uzanmış olduğu açıktı ve bu kadarı da yeterdi. Bernard Lewis'in İnançsızların Dünyası (The Müslim Discovery of Europe) adlı eserinde anlattığı gibi, "iyi gece ülkeleri Batıda değil, 'Konstantinopolis'te savunulmalıydı."
Poitiers olayını görmezden gelen ve Konstantinopolis'i yücelten Müslüman tarihçilerin, Batılı tarihçi­lerden çok daha gerçekçi bir gözle tarihi olayları an­latmış olmaları ilk başta çelişkili görünebilir. Poitiers galibi Franklar, kendi memleketlerinden binlerce mil uzakta çarpışan, bir takımdan az daha büyük akıncı gruplarıyla karşılaşmışlardı. Bunlar ellerinden geleni yapmış ve artık tükenmiş gruplardı ama, yine de bir güç savaşı kazandılar. Konstantinopolis'ten gelen Bi­zans savaşçıları, kat'i son için halifeler tarafından başkentlerine gönderilen seçkin bir orduyla karşı karşıya gelmişlerdi. Grekler, İslamiyet’in henüz taze ve güçlü iktidar savaşını durdurmayı başardılar. Gibraltar (Cebeli Tarık) Kayasından Loire Körfezine dek olan uzaklık, Gibbon'un anlattığı gibi bin milden fazlaydı. Üstelik, Cebeli Tarık'ın Arabistan'a olan uzaklığı bundan kat kat daha fazlaydı. Araplar için Doğu Avrupa'dan geçerek Ren Nehrine ulaşmak, Amu Derya'yı geçmek ya da Çin sınırlarını aşmaktan çok daha kolay bir iş olmalıydı. Kısaca, Arapların Konstantinopolis'i fethedememeleri, Tours ve Poitiers'deki yenilgileri nedeniyle değil, açıkçası kendi yanlışlıklarından kaynaklanmaktaydı. (a.g.e. s. 18.)
Her Avrupalının, kültür hâzinesinde büyük bir gururla ta­şıdığı İslamiyet’e yönelik bu zafer olgusu ve Batı Avru­pa'daki ilerleyişin son buluşu, daha sonraki tarih bilgileri doğrultusunda en azından sorgulanabilir duruma gelmiştir. Ne "gece ülkelerinin Batışı" ne de bu olguya karşı direnişler, Halife İmparatorluğunun Batı yakasında cereyan etmemişti. Ama, çok kısa bir süre sonra buralara yerleşen Bedevi Emir ve Halifelerinin saraylarında da oldukça farklı görüntülerle karşılaşmaktayız. Sh:63-66
Avrupa Edebiyatını fetheden bir başka öykü ve motif, do­ğulu şakacı tip Goha'nın (Onaran'ın masal çevirilerinde Guha olarak geçen şakacı tiplemesi (Ç.N.). hikayelerine dayanır. Bir Arap deyimi olan "Ahmak min Goha" (Goha'dan daha ahmak), Goha'nın bir zamanlar gerçekten var olduğunun gösterge­sidir. Halk anlatılarından kaynaklanan bu aptal, Mansur zamanında Kufe'de yaşamış. Goha'nın fıkraları tüm Arap ülkelerinde anlatılmaktaydı ve kısa bir sürede, bir zamanlar İslam egemenliği altında kalan topraklarda, yani İspanya ve Sicilya'da yaygınlık kazandı. Kahramanın adı, ağızdan ağıza yayıldığı bu yolculuk sırasında tabii ki değişti: İran'da Guha, Nubien'de Gauha, Malta'da Gahan, Fas'ta Gha ve Sicil­ya'da Giufa olarak tanındı. Onun fıkralarını ilk kez kaleme alan ise, Cahiz'dir.
Sicilyalı Giufa, sayısız İtalyan fıkrası ve öyküsünde farklı kişiliklere bürünür: Bir yerde köyün aptalı, bir yerde bir kabadayı, bir yerde zavallı bir şeytan, bir yerde de kutsal bir ahmaktır. Her şeyi yanlış yapar, ama Allah'ın uyanığı olduğundan kendini hep haklı göstermeyi başarır. Kısaca, saçmalıkla mantığın bir arada bulunduğu, insanları gül­mekten çatlatan, onları günlük dertlerinden uzaklaştıran ve trajedileri komediye dönüştüren bir tiptir.
Sicilyalı Etnolog Guiseppe Pitre, Giufa'dan 13 öyküyü, kulaktan kulağa dolaşırken yakalamış ve Fiabe, novelle e raconti popolari siciliani adlı eserinde derlemiştir. Sicilyalı doğubilimci Fransesca Maria Corrao ise 1991'de Giufa il furbo, la sciocco, il saggio ("Giufaşakacı, aptal, bilge") adlı kitabı yayınlamıştır. Bu esere, ölümünden kısa bir süre önce Leonarda Sciascia bir önsöz yazabilmiştir. (Corrao, Fransesca Maria, Guifa-il furbo, lo sciocco, il saggio, Arnoldo Manda dori Editori, Milano, 1991.)
Ünlü yazarlar ve şairler Giufa'dan esinlenmişlerdir. Kuzey Italyalı büyük öykücü ve romancı Italo Calvino, onun nükteli 7 öyküsünü Fiabe Italiane (İtalyan Fabllar) adlı eserine belirttiği şu nedenlerle almıştır:
Bu delinin anlatı dizileri, İtalyan halkı için o kadar önemlidir ki, bir kenara bırakılmaları olanaksızdı. Bunların kökü Arap dünyasıdır. Ben de Giufa'nın öykülerini Sicilya'ya göre düzenledim. Çünkü Araplardan alındıkları ilk yer burasıdır. (Corrao, Fransesca Maria, a.g.e. s. 9.)
Italo Calvino için Giufa, Arap kökenli atası gibi zaman ve mekandaki bir görüntüdür, içinde genel ve evrensel an­lamda her türlü aptallık vardır ve anlatıcısına olduğu kadar dinleyicisine de Ahmaklar Devletinde aptalların varlığını kanıtlamaya çalışır. Her şeye karşın, Giufa tiplemesinde yalnızca ahmaklık ve nükte yoktur Calvino'yo göre. Giufa, yasayla ya da kurallarla sınırlanan her şeyin dışında davra­nan, her türlü kuralı yıkan, her şeyin tersini yapan, kural­lara ve yasalara zıt giden ve böylelikle yalnızca aptalların erişebileceği özgürlüğü, doğal gerçekliği yansıtabilen ve tüm bunları vurgulamaya çalışan bir tiptir onun için. Bu düşünce çok sonra Voltaire'in Candide tiplemesine de yan­sıyacaktır: Zaten bir doğu hayranı olan Voltaire'in elinde Candide, doğaüstü güçlere sahip efsanevi bir kahraman olacak ve türlü maceralar yaşayarak nihayet Konstantinopolis'e vardıktan sonra, orada yaşlı bir Türk’ten bilgeliği öğrenerek, yaşamını çekilir bir hale getirebilecektir.
Giufa tipi, Sicilyalı Leonarda Sciascia'nın da en sevdiği tiplemelerden biri olmuştur. Sciacscia, II mare colore del vino adlı eserindeki (Sciascia, Leonardo. Il Mare colore del Vino, Einaudi, Torino, 1973 (Das Weinfarbene MeerŞarap Rengindeki Denizadıyla, Wieszniewsky tarafından Almancaya kazandırılmıştır. Verlag Volk und Welt, Berlin, 1975). Goha başlıklı öyküsünde, başlığı Arap­ça olarak yazılmış çok garip bir hikaye anlatır:
Giufa, Arap zamanlarından beri Sicilya'da yaşar. Yazılı olarak adı, sorguçlu, gagasının arasında bir böğürtlen tutan, dik kuyruklu bir kuşa benzer. O günden bu yana çok zaman geçmiştir, ama Giufa bi­linmeyen yaşıyla hâlâ sokaklarda dolaşır ve birbirin­den kötü muziplikler yumurtlar. Kimileri buna kızar, kimileri güler, kimileri de anlayış gösterir. Bazen ki­liselerin, camilerin basamaklarına oturur ve ona öyle aptalca şeyler öğretirler ki, insanları çileden çıkara­bilsin. Bir adamdan dul kalan zavallı annesi, oğlu ka­dar kıt akıllı olmasa da, en azından yaşamı boyunca eşekler gibi çalışmış bir kadındı. Ama ne çare ki, Giufa'yı bulmak için durup dururken hep evini terk et­mek zorunda kalırdı. Bulduğunda, elinden tutar, çe­kip çekiştirerek kalan son gücüyle onu eve sürükler­di. Giufa evde oturmaktan nefret ederdi. Oğlu dışarı­da olduğu zamanlar annesi ise, kafasına bir cırcır böceğinin gireceğinden ve Giufa, Giufa, Giufa diye ötüp duracağından çok korkardı.
Bu zavallı kadına Giufa bin yıllık yaşamı boyunca Allah bilir neler yapmıştır. Başka bir anne olsa çoktan ölüp gitmişti herhalde. O kadar çok kötülük yapmış­tır ki, bunların sayısı bir piyango çekilişi sırasında dönüp dolaşan tüm rakamlar kadardır; Öyle acılar ki, bin yıl boyunca insanı ağlatabilirler. Ve her defasında eve polis gelirdi. Hem de ne polisler: Ciad'in polisleri, Kral Vekilinin polisleri, Kral Vittorio'nun Jandarma­ları. Bir keresinde Giufa, belki aptallığından belki de kurnazlığından (çünkü aptallık ve kurnazlık aynı yönde iş görürler) bir kardinali öldürdüğünde, paçayı kolaylıkla sıyırmıştı. Başka bir zaman, bir hâkimin yüzüne konmuş bir sineği öldürmek istemiş ve bu yüksek makamdaki kişiye öyle bir tokat atmıştı ki, adamcağız olduğu yerde üç kere dönmüş ve uyuşuk bir durumda yere serilmişti. Kendine geldiğinde, Giufa'ya gerekli cezayı vermek istemiş ama, Giufa ya­kalandığı bu kapandan da kurtulmayı yine başarmış­tı.( a.g.e. s. 68-69)
Sciascia'nın Giufa ve Kardinal hakkında anlattığı bu öyküde çok açık olarak Goha'yı tanıyabiliriz. Kardinal'in bir imam ya da bir hoca olmaması için hiçbir neden yok. Öykünün her şeyden önce gösterdiği, bu ülkede, Arap hayal gücüyle etkilenmiş halk anlatılarının kök salmış olduğudur. Sicilyalı Leonardo Sciascia'nın öykülerinin bu denli çekici olması da buradan kaynaklanmaktadır. Sh: 133-136
Kaynak: Erdmute Heller; Arabeskler ve Tılsımlar-Batı Kültüründe Doğunun Tarihi ve Öyküleri, Arabesken und Talismane Geschichte und Geschichten Des Morgen Landes in Der Kultur Des Abendlandes, Çeviren: Deniz Kırımsoy Kucur, İmge Kitabevi Yayınları, 1 Baskı: Ekim 2000, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar