ÂRİF ve HAYRET
Hzl: Nurgül KARAYAZI
“Tanıyan, bilen, vâkıf ve âşinâ olan, hâlden anlayan”
gibi mânâlara gelen ârif, daha çok tasavvufta kullanılan bir terimdir. Ârifin
bilgisine mârifet denir. Mârifet, kelâm ve felsefede ilimle eş anlamlı olarak
umumiyetle bilgi mânâsına kullandığı gibi mârifetullâh şeklinde ve Allah
hakkındaki bilgi için de kullanılmıştır. Tasavvufta ise Allah’a dâir olan bilgi
başta olmak üzere bütün varlık ve olayların mâhiyeti hakkındaki bilgiye mârifet
denilmiştir.
Mârifet iki nevidir:
Hakk’ı tanımak, hakîkati tanımak.
Hak ile ilgili olan mârifet, sıfatlarından anlaşıldığı
gibi Allah Teâlâ’nın birliğini kabul etmektir. Hakîkatle ilgili olan mârifet,
‘Allah Teâlâ’nın birliğine ulaşmanın yolu yoktur’, diye ârifin inanmasıdır.
Zîrâ samediyet bunu imkânsız hâle getirmiştir.”[1]
Fuzûlî’ye göre “ârif” sıfatını alacak kişi şöyle
olmalıdır:
Hikmet-i dünyâ vü
mâ-fîhâ bilen ârif değül
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedür
Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedür
“Dünyâ ve âlem felsefesinden anlayan, bilge sayılmaz;
bilge ona derler ki, bilmesin hiç, dünyâdakiler ve dünyâ nedir!”
Mesnevî’ de bu mânâda bir beyit yer almaktadır:
“Tek renkli denizlerin aksine, her ne kadar karalarda,
kesret âleminde binlerce renk varsa da, vahdet denizinin balıkları, kurulukla
ve çeşitli renklerle savaştadır. ”
Şefik Can, bu beyitle ilgili olarak, “Vahdet denizinin
balıkları Hak âşıkı âriflerdir. Onlar vahdet deryâsına dalmışlardır.
Renklerden, şekil ve sûret âleminden çokluk âleminin kuruluğundan kurtulmuşlar,
Allah aşkından başkasını bilmezler. ”[2]
Mutasavvıflar nazarında da ârif, Fuzûlî’nin söz konusu
beyitte zikrettiği gibi Hak’tan başka hiçbir şeyle meşgûl olmayan, göz açıp
kapayıncaya kadar da olsa İlâhî dostluk ve huzûrdan gaflete düşmeyen kişidir.
“O, yaratılmışlardan uzak ve yalnız irfân mevzûu ile meşgûl olur. O, hiçbir
şeyle üzülmez. Her şey onda safâsını bulur ve kederini unutur. Ârif, Hak’tan
başkasını düşünmez ve O’ndan başka söz söylemez. Kendi için O’ndan başka
koruyucu da bilmez. Ârifin sevinci mârifetle, dostluğu ise vahdetle olur.”
Onlar, mü’min için bir hapishane olan dünyâyı unutmuş, Rab’lerine şükür ile
meşgul olma melekesi kesbetmiş kimselerdir. Onlar hapishaneyi görmezler. Çünkü
Rab’leri onları kendisine şevk, kendisiyle ünsiyet, kendisini talep, kendisiyle
birliktelik ve halktan gâfil olma suyuna gark etmiştir. Dolayısıyla onlar
hapishaneyi de mahbusları da görmezler.[3] Nitekim
ârif iki cihanı terk etmiştir, [4]
yoklukla varlık arasındaki bir mevcuttur.[5]
Bu mânâda ârifin son mertebesi neresidir, sorusuna
Zünnûn-ı Mısrî şu cevabı vermiştir: “Tıpkı olmadan evvel olduğu gibi
olunca”. Bu söz, kul kendini ve fillerini değil, sadece Rabb’ını ve onun
fiillerini müşâhede etmesi, mânâsına gelmektedir. [6]
Mahmûd-ı Şebusterî, Gülşen-i Râz adlı eserinde şöyle
buyurmuştur:
“Ârifin kalbi vücûd-ı
vâhidi bilir, derk eder.
Dâima onun nazarında vücûd-ı mutlak meşhûd olur. ”
Dâima onun nazarında vücûd-ı mutlak meşhûd olur. ”
“Ârif, ya ilme’l-yakîn dercesinde bir ma’rifet ile yalnız
mevcûd-ı hakîkîyi bildi, başka mevcûd bilmedi; yahut ayne’l-yakîn dercesinde
bir ma’rifet ile mevcûdiyet-i mevhûme olan varlığı külliyen oynadı ya’nî gayb
etti. ”[7]
Ârif, Hakk’ı bilen, Hakk’ı bulan, Hak’ta olandır.[8]
“Kalbini Allah’a, cesedini halka veren kişidir.”
Nitekim o, kendi varlığında fâni, Hak ile bâkîdir. Âlim,
ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde ederken ârif irfâna, ilhâm ve hâl ile
ulaşır. [9]
Cenâb-ı Hakk’ı keşf ve müşâhede yoluyla yâni mânevî ve ruhî tecrübelerle Allah
hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahiptir.[10] Sûfî
müellifler, bilgiye güvenme bakımından ârifin âlimden üstün olduğu
görüşündedirler. Buna göre âlim bilgisine güvenmekte, ilmî faaliyetleri
ilerledikçe bilgisinin de ilerlediğini düşünmektedir. Oysa ârifin mârifeti
arttıkça hayreti artar ve bu şekilde hayreti bilgisini aşar; sonunda mârifetten
âciz olduğunu idrâk etmesi en yüksek mârifet olarak kalır. Böylece ârif
(irfâniyye, gnostisizm) bilinmezciliğe (lâedriyye, agnostisizm) varır.
Âriflerin konuşmaktan çok susmayı tercih etmelerinin sebebi, onların, mârifette
ulaşabildikleri son mertebede hiçbir şey bilmediklerini yahut da bildiklerinin
eksik ve kusurlu olduğunu kavramış olmalarıdır. Bu düşünceyle Bâyezîd-i
Bistâmî, “Kul cahil olduğu nisbette âriftir” demiştir. Ârife hiçbir şey gizli
kalmaz, çünkü onda bilen kendisi değil Allah’tır.[11]
Vücûd-ı ârifte tasarruf Hakk’ındır. Onun gözünde gören, kulağında işiten,
ayağında yürüyen, velhasıl bütün zâhirinde ve bâtınında harekât eden, söyleyen,
dinleyen bir olan Allah’tır.[12]
İbnü’1-Arabî, Mevlânâ gibi bazı sûfîlere göre ârif Allah’ın bütün isim ve
sıfatlarıyla kendisinde tecellî ettiği insân-ı kâmildir.[13]
“Bir kısım ermişler de vardır ki ilâhî aşk şarâbını
içmekle kendilerinden geçmişlerdir. Onlar yalnız Yaratan’la hemhâl olur,
yaratılmışları ve dolayısıyla halkı artık görmez olurlar. Tecellînin bu şekline
mazhar olanlar, daha dünyâda iken dünyâyı tamâmıyla unutmuş cezbe insanlarıdır.
Ermiş vardır ki göz ve gönül bakışlarını yalnız o büyük
sevgiliye çevirmiştir. Rûhu yalnız ona hayrândır. Baktığı her yerde ve gördüğü
her varlıkta yalnız onu görmek cezbesindedir. Ancak böyle erenler, büsbütün
vücutlarından fânî olmamış, fenâya yaklaştıkları hâlde henüz insan olmanın
îcaplarından kurtulamamışlardır. Fakat ermiş de vardır ki bakışları, Hakk’ın
bir başka görünüşü demek olan halka çevrilidir. Böyle erenler, birlik
şarâbından içmiş, fânîlik derecesinden bâkîlik derecesine ulaşmışlardır. Onlar,
tam bir birlik içindedirler. Birlik, ikiliğin ortadan kalkması demek olduğuna
göre onlar Hakk’a değil de halka bakınca yine o büyük sevgiliyi görürler. Bu
hâl, göze çokluk şeklinde görünen birliği görme hâlidir. Sûfîlikte Allah ile
bakıp yine Allah’ı görmek budur.”[14]
Fuzûlî, birtakım hakîkatlerin, güzelliklerin ârif olmayan
insanlara açılmaması gerektiği görüşündedir. Çünkü bunlar san’atı görüp
san’atçıyı idrâk edemeyen, san’atın güzelliğine takılıp kalan ve yol alamayan
insanlardır.
Gerek ruhsâre-i ma ‘şûk mahfî gayr-ı ârifden
Ki ârif olmayan idrâk-i sun‘-i Zülcelâl etmez
“Ma’şûk’un yüzü, bilge olmayandan gizli kalmalı; çünkü
bilge olmayan, Allah’ın san’atını idrâk etmez.”
Yüz, çehre anlamına gelen ruhsâre kelimesinin yanı sıra
şiirlerde aynı anlamda ruh, dîdâr, vech gibi kelimeler de kullanılmıştır.
Mutasavvıf şâirler bu kelimelerle, Allah’ın tecellîsini, Hakk’ın cemâlini,
ilâhî güzellikleri kastetmişlerdir. Hakk’ın cemâli, âriflerin ve âşıkların
kıblesidir. Parlatılmış bir ayna gibi olan âşıkın /ârifin gönlüne ilâhî
güzellikler akseder ve ancak oradan bu güzellikler seyredilebilir.[15]
Şeyh Mimşâd ed- Dîneverî (ö.299/911), “Allâhu Teâlâ, ârife kendi kudretinden
bir ayna vermiştir. Sırrında her an O’na bakar, O’nu görür, gayrıyı görmez. ”[16]
demiştir.
Ârif her yerde Hakk’ın bin bir tecellîsini müşâhede
edebilen kimsedir. Ârife göre kâinat bir aynadan ibârettir. Ona baktığında
Hakk’ın tecellîsini müşâhede eder.[17] Bu
nedenle “mümin Allah’ın nûruyla görürken, ârif Allah’la görür”[18]
denilmiştir. Başka bir ifâdeyle ârif, Hz. Peygamber’in “mü’minin ferâsetine
dikkat edin, zîrâ o, Allah’ın nûru ile bakar” hadîs-i şerîfinde ifâdesini
bulan mü’mindir. Âriflik mertebesine ulaşmayan ise kâinattaki bu tecellîleri
anlamlandıramaz, bunlardaki hakîkati idrâk edemez.
Şeyhu’l-Ekber İbnü’l-Arabî göre, “Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta,
çeşm-i Hak ile gören kimse Hakk’ı âriftir. ” “Ve Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta, kendi
nefsinin gözüyle gören kimse, gayr-i âriftir. ” A. Avni Konuk, bu cümleyi şöyle
açıklar: “Ya’nî bu kimse vücûd- i mutlak-ı Hak’tan , kendi sûreti üzere zâhir
olan Hakk’ı, Hakk’ın vücûdunda görür, ammâ nefsinin gözüyle görür. Hâlbuki
çeşm-i Hak’tan gayri, O’nu bir göz göremez. Maahâzâ böyle olan kimse câhil
değildir. Çünkü Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta ârif olmuştur. Ancak ârif-i kâmil
değildir. ”
Ârif olan kimsede “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden
evvel Allah’ı gördüm” demek hâli hâsıl olur. Zîrâ o bilir ki, vücûd-i kevn
hayâlden ibârettir. Ve bu hayâlî sûretlerde zâhir olan vücûd-i hakîkî-i
Hak’tır. “Binâenaleyh suver-i eşyâya nazar ettikde irfân-ı tâmı hasebiyle
evvelen vücûd-i hakîkî-i Hakk’ı müşâhede eder; ba’dehû suver-i eşyâyı müşâhede
eder. Bu ise cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber Ebû Bekir (r.a.) efendimizin meşreb-i
ârifâneleridir.”[19]
Mârifet makamında olan ârif, ayrıca Hakk’ın nefsini
müşâhede ettirdiği kimsedir. Ârif nefsini bilen, bunun neticesinde ise Rabbini
bilen anlamında da kullanılır. Hz. Peygamber, [Kendini bilen Rabbini bilir][20]
buyurmuştur. Bu nedenle bir zât mârifet ve ârifin mâhiyeti kendisine sorulunca,
şöyle cevaplamıştır: “Mârifet kendi hakkını ve O’nun hakkını bilmendir. ”[21]
Tasavvufta ârif kelimesinin yanı sıra “ârif-billâh” da
kullanılır ki, “Allah hakkında mârifet ve irfân sâhibi olan, kâmil insan,
hikmete ve esrâra âşinâ olan, fenâ mertebesine eren, velî” mânâlarına
gelir.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin şu sözleri de ârif-i billâh’ın
hâlini özetler, “Halkın ahvâli vardır, ârifin ahvâli yoktur. Çünkü onun
eserleri mahvedilmiş, hüviyeti başkasının hüviyeti içinde fânî olmuştur. İzleri
başkasının izleri için kaybolmuştur. ”
Mârifet ehli olan ârifin, Hakk’ı tamma yolunda ulaştığı
makamlardan biri de hayret makamıdır. Sözlükte “Şaşmak, şaşırmak” anlamına
gelen hayret, tasavvufî bir terim olarak kalbe gelen bir tecellî (vârid)
sebebiyle sâlikin düşünemez ve muhakeme edemez hâle gelmesidir.[22]
Başka bir ifâdeye göre de teemmül, tefekkür ve huzûr sırasında âriflerin
kalplerine gelen onları teemmül ve düşünmeden alıkoyan “bedîhet”; yâni
aydınlanmadır. [23]
Hayret aym zamanda Allah hakkında hırslı olmakla, ümitsiz olmak arasında; aym
şekilde, korku ve rıza, tevekkül ve recâ’ arasında bir duraktır. Âriflerin
bazısı, hayreti, kavuşma, onu iftikâr, onu da tekrar hayretin izlediği
kanâatindedirler.[24]
Bunun mânâsı, tahayyürü recâ’ takip eder; onun peşinden arzulanana kavuşma
gelir. Bundan sonra sûfî Allah’a olan ihtiyacı sebebiyle tekrar hayrete düşer.
Zîrâ Rabbi, Ganî’dir, Samed’dir. Kul ise noksanlı ve muhtaç durumdadır. Allah’a
kavuşma isteğinin devamlı oluşu sebebiyle, daha önce düştüğü hayrete tekrar
düşer. Ârif, bu durumda, hayret ve kavuşma ile sürekli iftikâr (muhtaçlılık)
hâlindedir.[25]
Bu durum farklı bir şekilde de yorumlanmıştır: Birinci hayret, kulun fillerinin
Allah ile vukûa gelmesi ve Allah’ın kulu nezdindeki büyük nimetleri ile
ilgilidir. Bu durumda kul kendi şükrünü O’nun nimetine denk bulmaz. İkinci
hayret, tevhîdin uçsuz ve bucaksız sahralarındaki hayrettir. Allah Teâlâ kudretinin
azameti, heybeti ve büyüklüğü karşısında kul, düşünmenin yolunu kaybeder, akıl
bu yolda âciz kalır.[26]
Kısaca hayret, Allah’ın gücüne, sun‘una, hikmetine karşı duyulan aşırı bir
arzudur.[27]
Hayretin İbnü’l-Arabî’deki tanımı ise; “Hayret tecellîlerinin sürekliliğine
bakmak ve her tecellîde kendisini tanımakla Allah’ı bilme yolundaki her sülûkun
vardığı son noktadır. ”[28]
Şeyh Ebû Yakûb-ı Nehrecûrî, şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlardan Hakk’ı en fazla bilen, hayreti en çok
olandır. ” “kişi Hakk’ı halktan daha fazla bildikçe, onun
hayreti onlardan ziyâde olur. Yâni, mârifeti her ne kadar çoksa, hayreti de o
kadar çok olur. ” “Bu sebepledir ki keşf ehlinin hayreti daha büyüktür.”
Nitekim, “Hayret eden ermiştir/Hidayete eren ise ayrılmıştır. ” Bu
makamdaki insan Hak’ta müstağrak ve onun tecellîyâtından sarhoş olmuştur.[29]
Hayret iki kısımdır; bir kısmı övülmüş, bir kısmı
yerilmiştir. Övülmüş olanı, Allah’ı müşâhedeyle, O’nun isim ve sıfatlarından
oluşan hayrettir. Yerilmiş olam ise dünyâ ve içindekileri, Allah’tan gayri
şeyleri sevmek sûretiyle nefs ve arzunun şehvetlenişinden oluşan hayrettir.[30]
Bir başka ifâdeyle hayret ya delilde ya da medlulde olur. Allah’ın varlığını
ispatlayan delilde hayrete düşmek zındıklık ve mülhitliktir. Medlulü, yâni
delille varılan Hakk’ın tecellîlerini temâşâda hayrete düşmek ise sıddıklıktır.[31]
Mesnevîde çok zikredilen kavramlardan biri olan hayret,
Fuzûlî’nin tasavvufî kavramlara olan bilgisini ve bu konudaki hâkimiyetini
göstermektedir.
Ammâ çü sana kadîmdür zât idrâk sana yeter mi heyhât
idrâkümüze kemâl-i hayret Tevhîdüne besdürür delâlet
“Ama senin zâtın kadim (öncesiz) olunca, akıl seni idrâk
edebilir mi? Hayhât! (Seni idrâk etmedeki) şaşkınlığımızın büyüklüğü, senden
başka ilâh olmadığına yeterli delildir.”
Bu beyitlerde Fuzûlî’nin dile getirdiği birinci kısımdaki
hayrettir. İbnü’l- Fârız da, bu iki kısım hayrete işaretle buyururlar ki:
“Senin sevgini mezhep olarak seçmedikçe hayret etmedim.
Hayretim senin hakkında değilse eğer hayret değildir. Allah’ım, beni Zâtının
sevgisi konusunda hayret edenlerden, sıfatların konusunda korkudan emin olmuş
ve sana yaklaşmış olanlardan eyle. Kalbimi, ruhumu ve sırrımı Kendine yönelt.
Ey isteyenlere karşılık veren, sana olan övgü sayıya gelmez. Sen Kendini
övdüğün gibisin. Seni özleyenin duâsına, sana, sevgilin olan peygamberine âşık
olanın ricâsına karşılık ver, ey merhametlilerin en merhametlisi... ”[32]
İbnü’l-Arabî, [Hâlbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah
yarattı],[33]
[(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü; attığın zaman da sen
atmadın, fakat Allâh attı][34]
âyetlerinin hayret konusuyla ilgili olduğunu söyler. “Hz. Peygamber bu
âyetlerin kapsamında şöyle buyurmuştur: ‘Ben senin övgünü hakkıyla yerine
getiremem, sen kendini nasıl övdüysen öylesin.’ İşte bu kavuşma hâlidir. Ebû
Bekir es-Sıddık ise bu bağlamda şöyle der: ‘İdrâkin yetersizliğini idrâk
idrâktir..’ Böylece o da hayrete düşmüş ve dolayısıyla ermiştir. O hâlde
Allah’ta hayrete ulaşmak, O’na ulaşmanın ta kendisidir. En büyük hayret, tek
hakîkatte sûretlerin farklılaşması nedeniyle tecellî ehlinde gerçekleşir.”[35]
Sâfiyye sıfatı makamında bulunanların yükseliş hâllerine
de hayret makamı verilmektedir ki bu makamda da üç derece vardır:
a)
Hayret
b)
Hayret içinde hayret
c)
Hayret içinde hayret,
hayret içinde hayret, hayret içinde hayret.[36]
İbnü’l-Arabî de şöyle der:
“Ma’lûm olsun ki ilim ikidir: Birisi ‘ilm-i hakîkat’
diğeri ‘ilm-i hayâl’dir. ‘İlm-i hakîkat’ enbiyânın ve onların vârisleri olan
evliyânın teblîğ buyurdukları ilimdir ki, ‘hakîkat’ ile ‘hayâl’ beyini
câmi’dir. Bu ilmi tahsîl edenler hakîkat-i vücûd ile hayâl arasındaki revâbıtı
ârif oldukları için ‘hayret’e düşerler. Bu hayret hayret-i mahmûdedir. Zîrâ
ilm-i hakîkî neticesidir. Onun için (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ya’nî
‘Yâ Rabbi, sende benim hayretimi tezyîd eyle! [artır]’ buyurdu. ”[37]
İbnü’l-Arabî, hayretle vuslat arasında da bir ilgi
kurmuştur. Ona göre Hakk’a vâsıl olan hayret eder. Bu durumda hayret “ilim,
irfân, yakîn ve hidâyet” anlamına gelir. Celâl tecellîleriyle cemâl
tecellîlerinin bir noktada birleşmesi ve özdeşleşmesi sûfîde hayret hâlinin
doğmasına yol açar. Sûfî, nasıl olur da birden çok çıkıyor veya çok bir oluyor
diye de hayret eder. Buna göre Hakk’ın keyfiyetini anlama çabası içinde hayrete
düşmek yakîn alâmetidir. Bu anlamdaki hayret de bir tür mârifettir. Hayret,
Ferîdüddin Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında bu anlamda olmak üzere yedi vâdinin
altıncısı olarak tasvir etmiş;[38]
Şeyh Gâlib de Hüsn ü Aşk mesnevîsindeki kahramanlarından birinin adını “Hayret”
olarak zikretmiştir.
Hayret mertebesi, vahdet-i vücûdu [varlığın birliği]
kabul eden sınıfın ulaştığı son mertebedir. “Bu sınıf iki kısma ayrılır:
Birincisi Hakk’ın mümkünlerin sûretlerinde tecellî ettiğini kabul edenler,
ikincisi ise sûretlerin Gerçek Varlık’ta zuhûr ettiklerini kabul edenlerdir ki
her iki kısım da doğruyu dile getirir. O hâlde hayret nihaî hakîkatin zıtları
kendinde birleştirmesinden kaynaklanır.” [39]
844. Mecnûnda karâr dutmayup hûş Deryâ-yı tehayyür eyledi
cûş “Mecnûn’un aklı (başından) gidip hayrânlık denizi coştu.”
Sözlükte “şaşkınlığa düşmek” anlamına gelen tahayyür,
tasavufî bir terim olarak Matlûb ve Maksûd olan Allah’a vusûl sırasında
âriflerin kalplerinin ümidle ümidsizlik arasında gidip gelmesi olarak
adlandırılmıştır.[40]
Ahmet Avni Konuk şâirini belirtmediği Farsça bir beyti şu
şekilde tercüme etmiştir: “Her ne kadar nakd-i ma’rifet, bizim deryâmız ise de,
ubûdiyet ve acz ve hayret bizim makamımızdır. ”[41]
Fenâ-fillâha ulaşmak için geçilen makamlardan olan hayret
makamını aşanlara hayrân denilir.[42]
Hayrânlık, ilim ve yakînin kemâlinden ve ilâhî sıfatları müşâhededen doğar. Hz.
Mevlânâ, aklı atarak, aşkın ikizi olan hayranlığı satın almayı tavsiye eder:
“Aklı, zekâyı sat da hayranlığı satın al; akıl ve zekâ zandır, hayrânlıksa
bakış, görüş. ” 1413 Hayret veya hayrânlık Allah’ın kudretine,
yaratıcılığına, hikmetine karşı duyulan en son mertebedir ki ifâdeye sığmaz.
Orada ancak susulur ve o hâl yaşanır.[43]
Ger men men isem nesen
sen ey yâr
V’er sen sen isen neyem men-i zâr
V’er sen sen isen neyem men-i zâr
Fuzûlî hayret makamında terennüm ettiği bu soruyu Mevlevî
Nakşî Dede’nin şuhûdî tevhîd makamından söylediği şu beyitte buluyoruz::
Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep Cânım dediğim,
ten dediğim sensin hep
“Allah’a ulaşmak yolunda seyr ü sülûk yahut Rahmânî bir
cazibe ile ona yönelmiş olanlara göre bu işin nihâyeti şudur ki, muhib mahbûbun
kendi aynası olduğunu görmekle beraber kendisi de onun aynası olur.”
“Âşık her ne zaman mahbûbun yüzündeki safâya bakarsa
bütün cihânın nakışları hakîkatiyle karşısında görünür.
Bir de dönüp de kendi gönül sahâsına bakınca dilberinin
güzel yüzünü güneş gibi görür, kâh bu onun şâhidi kâh o bunun meşhûdu olur. Kâh
bu onun nâzırı kâh o bunun manzûru olarak görünür.
Aşk, saç tarayıp güzelliğe renk veren bir süsleyicidir.
Hakîkati mecâz rengiyle gösterir.
insâf hemîn ola mahabbet
Bu dâiredür makam-ı hayret [46]
“Pes doğrusu! Aşk ve sevgi böyle olur; hayret makamı işte
bu makamdır.”
Bir başka beyitte de şöyle der Fuzûlî:
Yoh Fuzûlî haberüm
mutlak özümden bes kim
Vâlih-i nakş-ı hayâl-i ruh-i dildâr olubem
Vâlih-i nakş-ı hayâl-i ruh-i dildâr olubem
“Ey Fuzûlî, kendimden asla yoktur haberim; ben artık yâr
yüzünün hayâli nakşına hayrân olmuşum.”
Ken’an Rifaî hazretleri der ki; “Allah’ın hikmetini ona
hayran olanlar sezer...Hakk’ın hakîkî hayranları, yüzlerini halka ve arkalarını
Hak tarafına çevirmiş olanlar değildir. Yüzünü halka çevirmek ancak halkın
varlığında ve çehresinde Hakk’ı görebilenlerin işidir. Esâsen bu şekildeki halk
hayrânlığı hakîkatte Hak hayranlığıdır. Bu ermişler çevrelerine topladıkları
dostlara Hakk’a varılacak yolu gösterir ve bu yolda şâd olurlar. ”[47]
Nitekim, “şuhûd-ı Hak hayrânlıktadır; ve bu hayrânlık hayret-i mahmûdedir.”[48]
Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi (ö.1066/?)’nin “Tasavvuf”
manzûmesinde yer alan bir beyitte, tasavvufun “hayret ve hayrânlık” yolu olduğu
dile getirilmiştir:
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk’ın esrârında hayrân olmağa derler
Sh: 254-267
Kaynak:
Nurgül KARAYAZI, Fuzûlî’nin “Leylâ Ve
Mecnûn”unda Tasavvufî Kavram Ve Unsurlar , T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 2007, İstanbul
Hzl: Nurgül KARAYAZI
Eflatun, aşk için “Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez
bir güzellik” diyor. Aşk, tasavvuf düşüncesinin en önemli kavramlarından
birisidir. Tasavvufta dolayısıyla klasik kültürümüzde evrensel bir prensip
olarak varoluşun esas gayesidir. Bunun için tasavvufî çerçevede teşekkül eden
edebiyâtın da yegâne konusu olarak karşımıza çıkar.[49]
Kur’an ve sahih hadîslerde aşk kelimesi geçmez; “sevgi”
çoğunlukla hub ve muhabbet, bazen de meveddet kelimeleri
ve bunların müştaklarıyla ifâde edilir.[50]
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın, Resûlü’ne bağlananları,[51]
tevbe edenleri ve temizlenenleri, sabredenleri, iyilik yapanları, muttakîleri,
Allah yolunda savaşanları[52]
sevdiği ifâdesi yer alır. Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en önemli kaynak sayılan
hadîs-i şeriflerde de insanın “Allah ve Resûlünü her şeyden daha çok sevmesi
gerektiği, ancak böyle davranarak imân etmiş sayılabileceği, bir kimseyi
sevenin de ancak Allah için sevmesi lâzım geldiği”[53]
husûsları üzerinde durulur.
İlk zâhidler de Allah sevgisinden çok Allah korkusuna
ağırlık verdikleri için aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa II. (VIII.) yüzyılda
Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin
kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Ancak yine de sonraki
mutasavvıflar tarafından sık sık kullanılan “aşk, âşık ve mâşuk”
kelimeleri sûfîler tarafından hoş karşılanmamıştır. O zaman aşk daha ziyâde
beşerî sevgiyi ifâde ediyordu. Hâlbuki Allah sevgisini ifâde etmek için
kullanılan “muhabbet, mahabbet ve hubb” gibi kelimeler âyet ve hadîslerde de bu
mânâlarda kullanılmıştır. [54]
İlâhî aşk konusunda ilk ortaya çıkan ekol Basra ekolü
olmuştur.[55]
Râbia el- Adeviyye (ö.185/801), Bâyezîd-i Bistâmî (ö.234/848), Cüneyd-i Bağdâdî
(ö.297/909), Hallâc-ı Mansûr (ö.310/922) gibi sevgi temasını işleyen ilk
sûfîler genellikle aşk, âşık ve mâşuk yerine hub, muhabbet,
habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir.[56]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî,
Hucvîrî, Ebû Nasr es- Serrâc, Hâris el-Muhâsibî, Gazzâlî, Sühreverdî,
Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Hâce Abdullah el-Herevî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nuaym
gibi mutasavvıf yazarlar eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya
nâdiren kullanmışlardır. Bu kavramın yerine, önem verdikleri Allah sevgisini
anlatmak için hubb ve muhabbet terimlerini kullanmışlardır.
Kuşeyrî’nin naklettiğine göre, Allah ile kul arasındaki
sevginin aşk kavramıyla ifâde edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu
görüşünü şöyle açıklamıştır:
“Aşk, sevgi hususunda haddi aşmaktır. Hak Teâlâ haddi
aşmakla nitelenmez, öyleyse aşk ile de nitelendirilemez. Eğer bütün
yaratıkların sevgileri bir şahıstan toplansa, o şahıs Hak Teâlâ’yı hak ettiği
sevme şeref ve dercesine erişemez. O hâlde kul Allah’ı sevmede haddi aştı
denilmez. Öyle olunca ne Hak Teâlâ ‘âşık olmak’la nitelendirilir ne de kul ‘Hak
Teâlâ’ya âşık olmak’la nitelenir. Bu sebeple Hak Teâlâ’yı aşk ile nitelemeye
yol yoktur. Ne Cenâb-ı Hakk’ın kula ne de kulun Cenâb-ı Hakk’a âşık olması
mümkündür. ”[58]
Bununla birlikte Kuşeyrî, sûfîlerin Allah sevgisini aşk
kelimesiyle ifâde etmelerini müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim o eserinin
“Muhabbet” bölümünü, “.âşıklar sözlerinden dolayı kınanmazlar”
cümlesiyle tamamlamıştır.[59]
Keşfu’l-Mahcûb müellifi de aşk konusunda meşâyihin farklı görüşlere
sahip olduğunu belirttikten sonra bu konudaki başlıca görüşleri şöyle açıklar: “Sûfîler
zümresinden bir tâifeye göre Hakk Teâlâ’ya âşık olmak câizdir ama Hakk
Teâlâ’dan aşk câiz değildir. Bunlar derler ki: Aşk, bir zâtı sevgilisinden men
eden bir sıfattır. Kul, Hakk’tan men olunmuştur ama Hak kuldan memnû değildir.
Buna göre kulun Hakk’a âşık olması câizdir. Fakat Hakk’ın kuluna âşık olması
câiz değildir.(Çünkü kulun sevgilisine ulaşmasına engel olan mâniler vardır ama
Allah’ın sevdiği şeye vâsıl olması için bir mâni yoktur. Mâni olmayınca da
Allah men’ edilmiş ve netice i’tibâriyle âşık olmuş olmaz.)” Hucvîrî
dayandığı çeşitli gerekçeleri de sıralayarak, Allah’a duyulan sevginin
“muhabbet” kelimesiyle ifâde edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini
kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediğini belirtmiştir.
İhyâu Ulûmi’d-dîn müellifi Gazzâlî,
eserinin Allah sevgisi konusunu işlediği “Kitâbü’l-Mahabbe ve’ş-şevk ve’l-üns
ve’r-rızâ” başlıklı bölümünde aşk kelimesine iltifat etmemiştir. Gazzâli’ye
göre “Allah’ı tanıyan O’nu sever. Tanıma (mârifet) arttıkça sevgi de gelişir
ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir. Sevginin bu şekilde aşk hâlini alması,
kulun mârifette yetkinleşerek ilâhî güzelliği idrâk etmesinden ileri gelir; bu
idrâk arttıkça aşk da güçlenir. Nitekim Hz. Peygamber’in Hirâ’da ibâdete
kapandığını gören Mekke müşrikleri, ‘Muhammed Tanrı’sına
âşık oldu’ demişlerdi. Gerçek âşık kalbindeki Allah sevgisine hiçbir
varlığın sevgisini ortak etmez. Bu yüzden başka şeylere karşı duyulan sevgiye
ancak mecâz yoluyla aşk denebilir; çünkü ortağı olmayan, dolayısıyla ortaksız
sevilebilen tek varlık Allah’tır. ”
Tasavvuf târihinde aşk kavramını ilk defa muhabbetten
ayırarak ciddi bir şekilde inceleyen sûfî Ahmed el-Gazzâlî (ö.520/1126)
olmuştur. Onun Sevânihu’l-uşşâk adlı Farsça risâlesi özel olarak aşk
konusunun işlendiği ilk eserdir.[60]
Ahmed Gazzâlî, Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289), İbnü’l-Fârız (ö.632/1235),
İbnü’l-Arabî (ö.628/1240) ve bilhassa Sultânu’l-âşıkîn Hz. Mevlânâ
(ö.672/1273)’dan sonra “Allah sevgisi” tâbiri yerine daha çok “Allah aşkı”
tabiri kullanılmıştır. “Allah’a âşık oldum” sözünü ilk söyleyen de Ebu
Hüseyin Nûrî (ö.h.295) olmuştur.[61]
İbnü’l-Arabî’nin beyânına göre de aşk lafzına Kur’ân’da kinâye yoluyla îrâd
buyurulmuştur. Kur’ân’daki “eşedd-i hubb”[62] âyeti
buna delil sayılmıştır.[63]
Arapça aslı ışk olup sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi;
sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi; aşkın yok, yalnızca mâşukun var
olması, her şeyin ondan ibâret olması hâli” anlamına gelir.[64]
Bursevî Hazretlerinin de değindiği gibi, “Lugatte sarmaşık tabir olunan bir
nev ağaca aşk (aşaka) derler. Bu ağaç herhangi mahalle sarılacak olursa orasını
behemehâl kurutur. Bu sebepten nâmına aşk tesmiye kılmışlardır. Âşıkı cümle
taallukat u alâyıkdan men' eylediği hikmetine mebnîdir. ”[65]
Aşkın mâhiyetini kelimelerle izah etmek imkânsızdır. Hz.
Mevlânâ’ya birisi, “Aşıklık nedir? ” diye sorduğunda o da, “Benim
gibi ol ki, bilesin ” cevabını vermiştir. Aşkı, “vuslat ve yakınlık
makâmlarının sonu” olarak ifâde eden Tehânevî, ilâve olarak “Aşk kalbde
vücûd bulan bir ateş olup, mahbûbdan başka her şeyi yakar; o, yakmak ve
öldürmektir, ondan sonrası ise Allah ’ın ikrâmı olan sonsuz bir hayattır. O,
akıl binâsını yıkan ilâhî bir cinnettir. ” der.[66]
Aşk, bir başka ifâdeye göre de “insanın içini ve
ciğerini yakan bir ateştir. Aklı şaşkın kılar, yanıltır, gözü kör eder. İşitme
duygusunu giderir. Büyük korkuları insana küçük gösterir. İnsanın boğazını
sıkar, nefesten başka bir şey oradan geçmez, ölecek gibi olur. Bütün himmeti
mâşuk ve sevgili üzerine toplar, sevgilisini kıskandığı için onun hakkında kötü
zan besler, bu hâl daha da artar, düzeni bozar, şaşkınlığı getirir, nihâyet
unutkan olur ve ölümü hoş görür. Bazen âşık, aşkta fânî olur. O zaman âşık aşk
hâline gelir. Sonra aşk, mâşukta fânî olur. ” [67]
“Mahabbette ilk adım nefs için mahbûbun arzu edilmesidir.
Sonra nefsin kendisine feda edilmesidir. Daha sonra ikiliği unutmasıdır. En son
merhale ise vahdaniyette fenâ bulmasıdır. ” diyen Necmüddin
Kübrâ’ya göre “mahabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Mahabbet kalp için, aşk
ise ruh içindir. ” [68]
Ayrıca tasavvufta aşk yakıcı özelliği i’tibâriyle ateşe
(âteş-i aşk); sarhoş edici özelliği i’tibâriyle şarâba (mey-i aşk, bâde-i aşk);
çıldırtıcı özelliği i’tibâriyle de deliliğe (cinnet-i aşk) benzetilir.[69]
Aşkın en güzel ifâdesini bulduğu satırların sâhibi
Fuzûlî’ye göre, hayatın anlamı aşktır. Ancak bir “âfet-i cân” olan aşka düşenin
artık rahatı ve huzûru yoktur, âleme gizli kalmayan bu aşk aynı zamanda sonu
ziyân olan bir alış verişe benzer. Buna rağmen aşk vazgeçilmesi kolay bir şey
değildir; müptelâlıktır.
Fuzûlî her zaman bir ta
‘n ile bağrum kılursen kan
Aceb bilmez misen aşkdan geçmek değül âsân
Aceb bilmez misen aşkdan geçmek değül âsân
“Ey Fuzûlî, hep beni ayıplayıp, bağrımı eylersin kan;
Acep bilmez misin ki, kolay değil vazgeçmek aşktan?”
Âriflere göre varoluşun aslı aşktır.[71] [Ben
gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi arzuladım ve mahlûkatı yarattım.][72]
bu kudsî hadîsde açıklandığı üzere muhabbet, Hakk’ın zuhûra duyduğu bu meyil ve
iktizâdan ibârettir[73]
ve âlem, Allâh’ın bilinmesi için yine kendisi tarafından yaratılmıştır.[74]
Eğer bu muhabbet olmasaydı, İbnu’l-Arabî’ye göre âlem kendi “ ‘ayn’ında
zâhir olamazdı. Bu durumda onun ademden varlığa doğru hareketi onu icâd edenin
muhabbetinin bu iş için harekete geçmesiyle olmuştur. ” Böylelikle
İbnu’l-Arabî’nin bu sözlerinden ona göre âlemin vücûda geliş sebebinin bir aşk
eylemiyle “hareket-i hub” olduğu anlaşılıyor.[75] Yâni
kâinâtın sebeb-i zuhûru muhabbet-i ilâhiyye olmuştur ve bu muhabbet, aşk bütün
eşyâya sârîdir.[76]
Eğer bu muhabbet-i zâtiyye olmasa idi, bu vücûdât-ı izâfiyye zâhir olmazdı.[77]
Kısaca diyebiliriz ki, bu kudsî hadîsin açık bir şekilde bize bildirmekte
olduğu gibi sevgi (hubb), Hakk’ı âlemin yaratılmasına tahrik etmiş ilkedir. Bu
anlamda da bu ‘yaratılışın sırrı’ (sırr-ı halk) ya da ‘yaratılışın sebebi’dir
(illet-i halk). Eğer bu düşünceyi İbnu’l-Arabî’nin daha karakteristik
sözleriyle ifâde edersek, muhabbet
Hakk’ın ‘Dipsiz Karanlık=Amâ’ hâlinden çıkarak kendisini
bütün varlıkların sûretlerinde izhâr etmeye başlamasının sebebidir. Yâni
muhabbet ‘her hareket’in ilkesidir. Âlemde vuku bulan bütün hareketlerin hepsi
‘muhabbet’ in itici kuvvetinin eseridir. Muhabbet, Hakk’ın zuhûra duyduğu bu
meyil ve iktizâdan ibârettir.
Bu açıklama bağlamında olarak sûfilerin aşk konusundaki
görüşlerinin gayet açık ve parlak bir üslûpla anlatıldığı Rûzbihân-ı Baklî’nin Abherü’l-âşıkîn
adlı eserinde de bu hadîs-i kudsîde geçen “bilinmek”ten maksadın mârifet;
“istemek” ten maksadın da muhabbet yâni aşk olduğu belirtilir.[78]
Fuzûlî de bu hakîkati şöyle dile getirmiştir:
Ey neş’et-i hüsni aşka
te’sîr kılan
Aşkiyle binâ-yı kevni ta ’mîr kılan
Aşkiyle binâ-yı kevni ta ’mîr kılan
“Ey güzelliğinin ortaya çıkışı aşka sebep olan (ve) aşkı
ile kâinat binasını mâmur kılan!”
Bir diğer beytinde de şöyle demiştir:
Bilmek gerek anı kim
cevâhir
Ne genc-i nihândan oldı zâhir
Ne genc-i nihândan oldı zâhir
“Bilmeleri gerekir; cevherler hangi gizli hazineden
ortaya çıktı?..”
“Peygamberimizin yolu-yordamı aşktır; aşktan doğduk biz;
anamız aşktır. ”112 diyen Hz. Mevlânâ gibi, Fuzûlî de Leylâ ve Mecnûn
mesnevîsinde aşkın ezelî oluşu üzerinde durur. Babası Mecnûn’u aşkından
vazgeçirmek ister, fakat Mecnûn bu aşkın kendisini istilâ ettiğini ve
davranışlarında kendi irâdesinin dışında hareket ettiğini söyler:
Ol gün ki rahimde kilk-i
kudret
Îcâduma verdi zîb sûret
Îcâduma verdi zîb sûret
Doldurdı hevâ ile
dimâğum
Sevdâ ile bağladı ayağum
Sevdâ ile bağladı ayağum
Doldı bedenümdeki rek ü
pûst
Başdan ayağa mahabbet-i dûst
Başdan ayağa mahabbet-i dûst
“Kudret kalemi ana rahminde bana güzel bir şekil
verdiğinde, dimağımı aşk ile doldurdu ve ayağımı sevdâ ile bağladı; vücudumun
derisi ve damarlarım baştan başa dost muhabbeti ile doldu.”
Yaratılıştan gelen bu aşka meyil karşısında Mecnûn’un
yapabileceği bir şey yoktur, nitekim âlemdeki bütün varlığı aşkın
himâyesindedir:
K’ey varı menüm olan
cihânda
Nen var senün bu cism ü cânda
Nen var senün bu cism ü cânda
Câna tama ‘ etme kim
menümdür
Terk eyle teni ki meskenümdür
Terk eyle teni ki meskenümdür
Menden geç ü cân ü
tenden ayrıl
Koy varlığunı özünle sen bil
Koy varlığunı özünle sen bil
“Ey dünyâda bütün varlığı benim olan! Bu bedende ve canda
senin neyin var ki? Canına güvenme, çünkü bana aittir; tenini de terk et, çünkü
benim meskenimdir. Benlikten vazgeç, can ve tenden ayrıl; varlığını bırak, sen
özünle düşün!..”
Yûnus Emre de aşkın vücuda sân olduğu düşüncesindedir:
Hakîkat her vücûdun cânı ışkdur
Ne cân kim cân içinde cânı ışkdur
Ve bu bir ezelî aşktır
ki cândan ayrılması muhâldir:
Sen handan ü terk-i aşk
handan
Aşk-ı ezelî çıhar mı cândan
Aşk-ı ezelî çıhar mı cândan
“Sen nerede, aşkı terk etmek nerede?..Ezelî aşk, candan
ayrılır mı?”
Aşkın ezelî oluşu konusu mutasavvıflar tarafından da
geniş bir şekilde ele alınmıştır. Sûfîlere göre aşk sonradan kazanılmış bir şey
değil, ilâhî bir vergidir,[79]
ezelîdir. Her varlık bu ezelî aşkı kendi diliyle terennüm etmektedir[80]:
Yûnus Emre bir beytinde şöyle buyurur:
Işk makamı âlîdür, ışk
kadîm ezelidür
Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür116
Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür116
İbnü’l-Arabî de bu hakîkati şöyle ifâde etmiştir: “Bil
ki, sevgi (hubb) ilâhî bir makamdır. Allah kendini onunla vesfetti. Kendini
Vedûd diye adlandırdı. Hz. Peygamber’in hadîslerinde de Allah, Muhibb-Seven,
diye nitelendirildi. Allah Tevrat’ta Musa’ya sevgiyle şöyle vahyetti: ‘Ey
Ademoğlu, sana verdiğim hakla Ben seni seviyorum. Öyleyse, senin üzerindeki
hakkınla da sen Ben ’i sev. ’ ”[81]
1.
Avâmın Muhabbeti: Bu sevgi Allah’ın
kullarına olan in’âm ve ihsânından meydana gelir. Muhabbetin bu derecesinin
şartı Semnûn’un şu sözünde açıklandığı gibidir. Semnûn kendisinden muhabbet
sorulduğunda şu karşılığı vermişti: “Muhabbet, devamlı hatırlayarak
(unutmadan) arı ve duru bir sevgidir. Çünkü kim bir şeyi severse onu çokça
hatırlar ve anar. ”
2.
Sâdıkların ve Tahkîk
Erbâbının Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, kalbin Allah’ın celâline, ganî
oluşuna, ilmine ve kudretine nazar etmesinden doğar. Böyle bir muhabbetin
özelliği Ebu’l-Hüseyn Nûrî’nin şu sözünde anlatıldığı gibidir: “Muhabbet,
perdeleri yırtmak, sırlara âşinâ olmaktır. ” İbrâhîm Havâs da; “Muhabbet,
irâdelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır. ”,
der.
3.
Âriflerin ve Sıddîkların
Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, onların, Allah’ın illetsiz olan
kadîm sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddîk ve âriflerin Allah’a
olan sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddîk ve âriflerin Allah’a
olan sevgisinin bir illeti yoktur. Bu tür sevginin özelliğini Zünnûn Mısrî
kendisine “saf sevgi nedir?” diye sorulduğunda şöyle açıklamıştır: “İçinde
herhangi bir bulanıklık bulunmayan saf sevgi, sevginin kalpten ve organlardan
sukut ederek orada muhabbetten eser kalmaması ve her şeyin Allah ile ve Allah
için olduğu bir anlayışın ortaya çıkmasıdır. Böyle biri Allah için seven, Hakk
âşıkıdır. ”
Aşk ve muhabbeti tasavvuf nazariyelerine esas yapanlardan
biri olan Baklî, aşkı Allah’ın kadîm ve ezelî bir sıfatı olarak telakkî eder.
Ona göre, “Allah kendisini sevdiği için aşk, âşık ve mâşuk sûfînin nazarında
birleşir ve tek kavram hâline gelir.” [82] Ayrıca
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler][83]
şeklinde bir ifâdeyle karşılaşılır ki buradan da aym hakîkat yâni sevenin de
sevilenin de Allah olduğu, Allah’ın gerçek aşkı başlattığı, bizimkinin buna bir
cevap olduğu[84]
anlaşılır. Abdurrahmân Câmî de bu duruma dikkat çekerek, insanı ebedî saadete
ulaştıracak şeyin ancak aşk olduğunu söyler. Ona göre, varlık âlemindeki bütün
oluş ve tezâhürlerde cilveleşen ‘aşk sultânı’dır. Seven de sevilen de her
mertebede Hakk’ın kendisidir. Mutlak aşk bütün mazharlardan parlamakta, her
idrâk ve şuurda belirmekte ve kâinattaki her bir varlıkta Allah’ın birliğinin
delilleri müşâhede edilmektedir.[85]
Sûfiler sevgiyi (hubb, mahabbet) genellikle çeşitli
kısımlara ayırırlar, çoğu kez de en tepeye aşkı koyup aşkı, sevginin en
mükemmel şekli sayarlar.[86]
Sevginin dereceleri sırasıyla şöyledir: Meveddet, sevgi sebebiyle kalbin
özlem içinde bulunması; hevâ, sürekli olarak sâlike gözyaşı döktüren
sevdâ; hillet, sevgilinin sevgisiyle sermest olmak, tam dostluk; mahabbet,
kötü huylardan arınma ve güzel huylarla donanma sûretiyle sevgiye lâyık olma ve
yaklaşma; şağaf, kalbi parçalayan ve yakan ateşli sevgi; hüyâm,
sevdâlıyı çıldırtan sevgi, sevgi çılgınlığı; çılgınca sevme; sevgilinin kulu,
kölesi olma; veleh, dostun ve yârin güzelliğini seyrederken sevgi
şarâbıyla kendinden geçme, sevgi şarâbını kana kana içme.[87]
Bunlardan birincisi el-hubb’dur.
“Bunun saflığı kalbe nüfuz eder, saydamlığı ise arazların
bozulmasıyla bozulmaz. Sevgiliyle birlikteyken, âşıkın başka bir maksadı,
gâyesi yoktur. Sevgilinin irâdesi önünde kendi irâdesini bırakır. ”
İkincisi, el-vedd’dir.
“Allah’ın ‘Vedûd’ ismi bundan türer. El-vedd Allah’ın
sıfatlarındandır ve bu sıfat O’nda sabittir. Yeryüzündeki sübûtundan dolayı
el-vedd diye adlandırılmıştır. ”
Üçüncüsü, el-ışk’dır.
“Aşk, sevgide ifrattır, aşırılıktır. Kur’ân’da bu aşırı
sevgi kinayeli olarak çokça geçmektedir: ‘İnsanlardan kimi, Allah’tan başka
eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları. İnananlar ise, Allah’ı çok,
hem de pek çok severler. ’ (Bakara, 2/165). ‘Vezirin karısı uşağının nefsinden
murâdını almak istedi, çünkü Yûsuf’un aşkı onun yüreğini kor gibi yakmıştı.
’ (Yûsuf, 12/30) yâni Yûsuf için gönlünde beslediği sevgi kalbinin zarı olmuştu.
Bu zar öylesine ince bir deridir ki kalbin üzerini tamamen kaplar. Bu zar,
kalbi dıştan bütünüyle saran çok ince bir örtüdür. ”
Dördüncüsü, el-hevâ’dır.
“Hevâ, irâdenin sevgilide açığa çıkarılmasıdır, yâni
kalbe doğan ilk durumdan i’tibâren irâdenin tamamıyla sevgilinin irâdesine
bağlanmasıdır. Hevâ’nın doğmasına sebep, bazen bir bakıştır, bazen bir
haberdir, bazen bir ihsândır. Aslında sebepleri çoktur. Anlamı ise, kudsî
hadîslerde ve hadîs-i şeriflerde geçmektedir.” İbnü’l-Arabî ayrıca “.Allah,
nâfile olarak yapılan hayırları ve ibâdetleri çokça yapan ve böylece dinde
Resûlüne ittibâ eden kulunu çok sever. İşte bu makam bizde ‘hevâ ’ diye
adlandırılır. ” demiştir.
Aşk; bütün yaratılmışlar içinde yalnız insanın
erebileceği son tekâmül basamağıdır. Yüksek hâller ve makamlar aşk merhaleleri
aşıldıkça daha net zuhûra başlarlar. Büyük bir varlık mukabilinde elde edilen,
en değerli kıymet aşktır.[88]
Allah’ı 788 bilmek, tanımak da ancak aşk ile olur. Sevginin nedenleri
sarıyor beni özüyle Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbiseyle Allah’ın varlığı
bile sevgiyle bilinir
O’na benzer değiliz ama, bizde de O ’nda da O görülür Aşk, güzelliği kadar
insanı belâlara da gark eden bir mâcerâdır:
Men bilmez idüm belâ
imiş aşk
Bir derdlü mâcerâ imiş aşk
Bir derdlü mâcerâ imiş aşk
“Ben bilmiyordum; meğer aşk bir belâ ve dertli bir mâcerâ
imiş.”
Cevheri derd olan bir cisimdir aşk:
Aşk derdi ey mûalic kâbil-i derman değül
Cevherinden eylemek cismi cüdâ âsân değül
“Ey tabip!..Aşk derdi dermân kabul eder değil; cismi,
cevherinden ayırmak kolay değil.”
“Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana”[89],
“Dermân
arardım derdime derdim bana dermân imiş”[90] mısrâlarında da ifâde
edildiği gibi aşka düşenin dermânı yine dert olmakta, bu yüzden âşık belâlara
tâlip olmaktadır:
Yâ Rab belâ-yı aşk ile
kıl âşinâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
Az eyleme inâyetüni
ehl-i derdden
Ya ‘ni ki çoh belâlara
kıl mübtelâ meni
“Yâ Rab, aşk belâsı ile
kıl âşinâ beni; bir ân bile aşk belâsından ayrı bırakma beni! Dert sahiplerine
yardımını az eyleme; yâni, çok belâlara kıl müptelâ beni!”
Fuzûlî, Farsça bir gazelinde bu duâsının kabul olduğunu
söyler: “Binlerce şükr olsun ki Allah’ın ezelî lütfu, Fuzulî’yi aşk eleminin
lezzetinden bîhaber bırakmadı. ”192
Derd yohdur kimsede yohsa tabîb-i feyz-i aşk
Kimde gördi derd kim ol derde dermân etmedi
“Dert yokmuş kimsede; yoksa, aşk feyzi tabibi, kimde dert
gördü de, o derde dermân eylemedi?.. ”
“İnsan vücûdu aşk eliyle yok olma derecesine ulaştığı gün
fânî vücûdun yerini ebedî vücûd alır. Bu yüzdendir ki kalbi temizleyip nefsânî
ayıpları gideren, bütün cismânî ve hattâ rûhânî illetlerin tabîbi “aşk”tır.
Sûfîler bu aşka eflâtunî aşk da demişlerdir.”[92]
Abdurrahmân-ı Câmi, “Aşka esir ol ki, hür olasın; onun
gamını sinene yerleştir ki, bahtiyar olasın.” der.[93]
Niyâzî-i Mısrî de şöyle buyurur:
Gam bugün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür
Duymayan dost derdine aşka giriftâr olmasın
Derd uyutmaz râhat etmez gece gündüz âşıkı
Şol ki bülbüller güle karşı nice zâr olmasın196
Mutasavvıflara göre belâ, Hakk’ın kulunu denemesi,
kendisinde mevcut olan iyi hâllere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen
göstermesi; bu amaçla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir. Kulun Hakk’a
yakınlığı da, O’ndan gelen ezâ ve cezâlara samimî bir şekilde katlanması
nispetinde olur.[94]
Her işte insana rehber olan derd, bir başka ifâdeyle aşk Hakk’a ulaşmada da en
etkili yoldur.
Muhammed İkbal aşkı şöyle târif ediyor: “Aşk makamı
minberler değildir, darağacıdır. İbrahimler Nemrudlardan korkmazlar, öd
ağacının ayarı ateşte belli olur. ”199
Rüveym b. Ahmed el-Bağdâdî (ö.303/915)’ye göre insanın
kendisine isâbet eden belâlardan haz duyması, rızânın göstergesidir.[95]
Âşıkın bu hâli de sevgilisinin rızâsına tâlip olmasındandır.
Ger derd ü eğer devâ
senündür
Hâkim sensen rızâ senündür “
Hâkim sensen rızâ senündür “
Derdi de, devâyı da veren sensin. Çünkü, hüküm senin
elindedir ve râzılık senindir.”
Ger katlüme dûst çekse
şemşîr
Yoh mende rızâdan özge tedbîr
Yoh mende rızâdan özge tedbîr
“Eğer dostum beni öldürmek için kılıç çekse, buna râzı
olmaktan başka bir çârem yoktur.”
Böylece anlaşılmaktadır ki derd de devâ da, kahır da
lütûf da âşıkın nazarında aynı şeydir. İkisi de mahbûbdan kaynaklanmaktadır.
Aradaki kayd ve perdeler aradan kalkınca her ikisinin aynı şey olduğu görülür.[96]
Eşrefoğlu Rûmî, bu hâli şöyle dile getirir:
Câna cefa kıl ya vefâ senden o hem hoş hem bu hoş
Ya derdin gönder ya devâ senden o hem hoş hem bu hoş
Hoştur bana senden gelen ya hil’at yahut kefen
Ger taze gül yahut diken senden o hem hoş hem bu hoş
Yahya b. Muaz Razî (r.a.), “Mahabbetin hakîkatı ve
aslı ezâ ve cefâ ile eksilmez, atâ ve ihsan ile de çoğalmaz”, demiştir.
Çünkü bu iki şey mahabbette sebeptir. Mahabbet hâsıl olunca cefâ ve vefâ, safâ
gibi; vefâ ve safâ da cefâ gibi olur.[97]
Hz. Mevlânâ da aşkın bu çelişkili durumu ile ilgili
olarak der ki:
“Ben onun kahrına da
lütfuna da candan gönülden âşıkım.
Ne gariptir ki, ben bu iki zıddın ikisinin de âşıkıyım. ”
Ne gariptir ki, ben bu iki zıddın ikisinin de âşıkıyım. ”
“Gerçek âşık (artık)
küllün âşığıdır, zîra kendisi de külle karışmıştır.
O (hem) kendine âşık (ve hem) kendi aşkını isteyip arayıcıdır. ”[98]
O (hem) kendine âşık (ve hem) kendi aşkını isteyip arayıcıdır. ”[98]
“Biliyoruz ki bütün bunlar aşkın kanûnu, aşkın îcâbıdır.
Aşkın ıstırâbı ne sevgilinin vefâsızlığından ne de cefâsının çokluğundandır.
Aşkın ıstırâbı onun tabiî kanûnudur. Çünkü sevenler için sevgilin cefâsı da
vefâsı kadar sevgilidir. Biz ise sevgilinin vefâsı kadar cefâsını da
sevmekteyiz. Bu ikisi, birbirinin zıddı gibi göründükleri hâlde birbirinin
aynıdır. Bu, garip gibi görünen hakîkat yalnız aşkın kanûnunda bütün
garipliğinden sıyrılır.”
“Gerçek âşık da güle değil külle âşıktır. Burada kül
bütün isimleri ve sıfatlarıyle birlikte o büyük varlığı ifâde eder. Külle âşık
olan ise, Allah’ın elbette yalnız güzel, iyi ve bağışlayıcı sıfatlarına değil,
Cebbâr ve Kahhâr olan tecellîsine de âşık demektir. Kısaca o büyük sevgili,
Gafûr veya Rahîm; Kahhâr veya Müntakîm, her ne sûretle tecellî ederse; onu
seven gönül bu tecellîleri de sever, onun saadetinden olduğu kadar ıstırâbından
da haz duyar. Ve bu duygu yüceliğiyle ve bu aşk hâlleriyle o kadar ona yaklaşır
ki, kendi de o kül içinde erir. O kül içinde olur. Sonunda duyduğu aşk artık
kendi kendisine karşı duyulan bir aşk olur. Bu aşkı duymak, fenâ mertebesine
ermektir.”
“Gerçek âşık, iyiliği, güzelliği ve nîmeti ne ölçüde
severse kahrı ve mihneti de
o ölçüde sever. Bu
seviyeye ermiş bir kâmil insan ise bütün ilâhî isimler ve sıfatlar kendisinde
toplanmışçasına ikilikten kurtulmuş olur. Böyle kimseler, fenâ derecelerinin
ileri mevzîlerine yükselerek Allah’ta bâkî olmanın sırlarına ve bahtiyarlığına
ulaşmışlardır.” [99]
A. Avni Konuk da, Hz. Mevlânâ’nın yukarıda zikrettiğimiz
beyti ile ilgili olarak der ki;
“Kahır ve lütuf, muhakkıkîn nazarında hakîkat-i vâhidenin
şuûnâtından başka bir şey olmadığından ikisi de şey-i vâhiddir. Ancak
bi-hasebi’l-mezâhir birbirinden ayrı ve yekdiğerinin zıddı görünürler...kahır
vech-i Hakk’ın nikabı olan nefse taalluk eder ve onu yırtıp cemâl-i Hakk’ı
izhâr eyler. Onların matlûbu da bundan ibârettir. ”[100]
Sh: 130-145
Kaynak:
Nurgül KARAYAZI, Fuzûlî’nin “Leylâ Ve
Mecnûn”unda Tasavvufî Kavram Ve Unsurlar , T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 2007, İstanbul
[2] Mevlânâ,
Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Şefik Can (trc.) s.44 dipnot
no.40; beyit no.503.
[17] H.Kâmil Yılmaz,
Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s.201; Ayrıca bkz. Mevlânâ, Celâleddîn
Rûmî, Fîhi Mâ Fih, s.66.
[19] Ebu Abdullah
Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabî, Tedbirât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi,
Ahmed Avni Konuk (çev.), Mustafa Tahralı (yay. hzl.), İstanbul: İz Yayıncılık,
1992, s.262.
[20] Suyûtî,
ed-Düreru’l-mensûre, 152; Suyûtî,. el-Hâvî li’l-fetevâ, II/412; Aclûnî,
Keşfu’l-hafâ, II/362; Aliyyü’l- Karî, Esrâru’l-merfûa, 351; Zebîdî,
İthâfu’s-sâde, I/453. Bu sözün Hz. Ali’ye (r.a.) ait olduğu da söylenir.
[24] H. Kâmil Yılmaz,
Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el- Lüma’ İslâm Tasavvufu Tasavvufla İlgili Sorular -
Cevaplar,
s.338;
Kelâbâzî, s.197;Hucvîrî, s.401; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, s.622.
[37] Konuk, C.IV, s.141;
Ayrıca bkz. Ebu Abdullah Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabî, Tedbirât-ı
İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.212,297-298,384,386,418.
[45] Ali Nihat,
“Şeyhî’nin Kasîdeleri”, Şeyhî Dîvânını Tetkik, İstanbul: Sühulet Basımevi,
1934, s.11.
[46] Mesnevîde diğer
geçen hayret ve hayranlıkla ilgili beyitlerin numaraları şunlardır:139, 163,
772, 847, 922, 1134, 1632, 2131, 2280, 2467, 2527, 2626.
[49] Ayvazoğlu, Aşk Estetiği: İslâm San’atlarınınTemel Prensipleri
Üzerine Bir Deneme, Ötüken Neşriyat, 1993, s.20.
[50] H.Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, 10. Baskı,
İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004, s.209.
[54] Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf,
Süleyman Uludağ (hzl.), İstanbul:Dergah Yayınları, 1979,s.161.
[55] Afifî, Tasavvuf: İslâm’da Manevi
Devrim,İbrahim Kaçar, Murat Sülün (çev.), İstanbul: Risale Yayınları, 1996, s.
233
[58] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Mehmet
Günyüzlü (hzl.), İstanbul: Yasin Yayınevi, 2003, s.434-435.
[61] Süleyman Deliktaş, “Salâhaddîn-i Uşşâkî ve
Kasîde-i Hamriyye Şerhi”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler nstitüsü Kelâm-İslâm Felsefesi Bölümü, İslâm Felsefesi Ana
Bilim Dalı, 1993), s.36.
[64] Uludağ, s.11; Kılıç, s. 171-172; Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İkinci Basım, İstanbul: KabalcıYayınevi,
2005, s.48-49; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
İstanbul: Anka Yayınları, 2005, s.65; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî-i Şerîf
Şerhi, C.I, s.83.
[65] Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Tahlilleri,
İstanbul: Kitabevi, 2000, s.176; Ayrıca bkz. Afif Tektaş, Şeyh İsmâil
Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukarâ Adlı Eserinin Özü- Fukarânın Yolu-, Mustafa
Çiçekler (hzl.), İstanbul: Eren Yayıncılık, 2004, s. 138.
[66] Mehmet Demirci, “Mesnevî’de Akıl-Aşk
Karşılaştırması”, Selçuk Üniversitesi 4. Millî Mevlâna Kongresi (Tebliğler),
12-13 Aralık 1989, Konya, 1991, s.154.
[68] Necmüddin Kübra, Tasavvufî Hayat, Mustafa
Kara (hzl.), İstanbul: Dergah Yayınları, 1980, s. 120-121.
[70] Kerim Kara, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde
Kalp-Gönül”, Tasavvuf (Mevlânâ Özel Sayısı),Ocak-Hazîrân 2005, Ankara, s.499.
[72] Suyûtî, ed-Düreru’l-mensûre, 126;
Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-merfûa, 273; ı'ıîUî
Uıjoî j'ı uıjeî V 'IjjS
İSli Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II/191 (h.
no:2016).
[73] Ekrem Demirli, “Abdullah İlâhî’nin
Keşfu’l-Vâridât Adlı Eserinin Tahkîki”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı
Tasavvuf Bilim Dalı, 1995), s.46; Ayrıca bkz. M. Nusret Tura, Gönül ve Aşk,
Mahmut Erol Kılıç(hzl.), İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s.23.
[74] Mahmut Erol Kılıç, “Muhyiddin
İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (vücud ve meratibu’l vücud)”, (Basılmamış
Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam
Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 1995), s. 144; Ahmed Avnî Konuk,
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III.
Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1999, C.I, s.43; Ahmed
Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın
(hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2002,
C.II, s.56.
[75] Kılıç, “Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de Varlık
ve Mertebeleri (vücud ve meratibu’l vücud)”, s.144-145; Ahmed Avnî Konuk,
Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), II.
Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2002, C.IV , s.164, 258,
377.
[76] Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.83.;
Benzer yorumlar için bkz.Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,
Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 2005, C.III, s.316.
[79] Ayşe Aladağ, “Tasavvufta İlâhî Aşk”,
(Basılmamış Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Tasavvuf Anabilim Dalı,
2004) ,
s.13.
[80] Mehmet Demirci, Yunus Emre’de İlâhî Aşk ve
İnsan Sevgisi, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 1991, s.21.
[85] Ömer Okumuş, “Câmî, Abdurrahman”, DİA,
C.7, İstanbul, 1993, s.96; Ayrıca bkz. Sadreddin Konevî, Vahdet-i Vücûd ve
Esasları en-Nusûs fî tahkîki tavri’l-mahsûs, Ekrem Demirli (çev.),İstanbul: İz
Yayıncılık, 2002, s.105 dipot no.121; Safer Baba, Istılâhât-ı Sofiye fî Vatan-ı
Asliye Tasavvuf Terimleri, İstanbul: Keten Yayınları, 1998, s. 18.
[87] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.49;
Sevginin mertebeleri hakkında farklı görüşler için ayrıca bkz. Erzurumlu
İbrâhim Hakkı Hazretleri, Mârifetnâme, M. Fuad Başar (sad.), İstanbul: Âlem
Tic. Ve Yay.Ltd.Şti.,
2006, s.462-463; Cebecioğlu, s.65, 405.
[88] M. Nusret Tura, Aşk Yolu Râh-ı Aşk (III),
Mahmut Erol Kılıç (hzl.), İstanbul: İnsan Yayınları, 2006, s.252.
[93] Nureddin Abdurrahman İbni Ahmed-i Câmî,
Yûsuf ve Züleyhâ : beşinci taht , Ali Nihat Tarlan (çev.), Şinasi Tekin, Gönül Alpay
Tekin (yay. hzl.), Günay Kut (Türkçe tercümeyi asliyle karşılaştırıp Farsça
baskısının (1972) ve yazmasının (Süleymaniye Ayasofya 3898) tıpkıbasımları ile
birlikte yay.hzl.), Doğu dilleri ve edebiyâtlarının kaynakları ; 55, Harvard
Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, 2003, s.18/347. beyit.
[95] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar,
7. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2004, s.180; H.Kâmil
Yılmaz, s.178.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar