Print Friendly and PDF

ÂRİF ve HAYRET

Bunlarada Bakarsınız



Hzl: Nurgül KARAYAZI
“Tanıyan, bilen, vâkıf ve âşinâ olan, hâlden anlayan” gibi mânâlara gelen ârif, daha çok tasavvufta kullanılan bir terimdir. Ârifin bilgisine mârifet denir. Mârifet, kelâm ve felsefede ilimle eş anlamlı olarak umumiyetle bilgi mânâsına kullandığı gibi mârifetullâh şeklinde ve Allah hakkındaki bilgi için de kullanılmıştır. Tasavvufta ise Allah’a dâir olan bilgi başta olmak üzere bütün varlık ve olayların mâhiyeti hakkındaki bilgiye mârifet denilmiştir.
Mârifet iki nevidir:
Hakk’ı tanımak, hakîkati tanımak.
Hak ile ilgili olan mârifet, sıfatlarından anlaşıldığı gibi Allah Teâlâ’nın birliğini kabul etmektir. Hakîkatle ilgili olan mârifet, ‘Allah Teâlâ’nın birliğine ulaşmanın yolu yoktur’, diye ârifin inanmasıdır. Zîrâ samediyet bunu imkânsız hâle getirmiştir.”[1]
Fuzûlî’ye göre “ârif” sıfatını alacak kişi şöyle olmalıdır:
Hikmet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bilen ârif değül
 Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedür
“Dünyâ ve âlem felsefesinden anlayan, bilge sayılmaz; bilge ona derler ki, bilmesin hiç, dünyâdakiler ve dünyâ nedir!”
Mesnevî’ de bu mânâda bir beyit yer almaktadır:
“Tek renkli denizlerin aksine, her ne kadar karalarda, kesret âleminde binlerce renk varsa da, vahdet denizinin balıkları, kurulukla ve çeşitli renklerle savaştadır. ”
Şefik Can, bu beyitle ilgili olarak, “Vahdet denizinin balıkları Hak âşıkı âriflerdir. Onlar vahdet deryâsına dalmışlardır. Renklerden, şekil ve sûret âleminden çokluk âleminin kuruluğundan kurtulmuşlar, Allah aşkından başkasını bilmezler. ”[2]
Mutasavvıflar nazarında da ârif, Fuzûlî’nin söz konusu beyitte zikrettiği gibi Hak’tan başka hiçbir şeyle meşgûl olmayan, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa İlâhî dostluk ve huzûrdan gaflete düşmeyen kişidir. “O, yaratılmışlardan uzak ve yalnız irfân mevzûu ile meşgûl olur. O, hiçbir şeyle üzülmez. Her şey onda safâsını bulur ve kederini unutur. Ârif, Hak’tan başkasını düşünmez ve O’ndan başka söz söylemez. Kendi için O’ndan başka koruyucu da bilmez. Ârifin sevinci mârifetle, dostluğu ise vahdetle olur.” Onlar, mü’min için bir hapishane olan dünyâyı unutmuş, Rab’lerine şükür ile meşgul olma melekesi kesbetmiş kimselerdir. Onlar hapishaneyi görmezler. Çünkü Rab’leri onları kendisine şevk, kendisiyle ünsiyet, kendisini talep, kendisiyle birliktelik ve halktan gâfil olma suyuna gark etmiştir. Dolayısıyla onlar hapishaneyi de mahbusları da görmezler.[3] Nitekim ârif iki cihanı terk etmiştir, [4] yoklukla varlık arasındaki bir mevcuttur.[5]
Bu mânâda ârifin son mertebesi neresidir, sorusuna Zünnûn-ı Mısrî şu cevabı vermiştir: “Tıpkı olmadan evvel olduğu gibi olunca”. Bu söz, kul kendini ve fillerini değil, sadece Rabb’ını ve onun fiillerini müşâhede etmesi, mânâsına gelmektedir. [6]
Mahmûd-ı Şebusterî, Gülşen-i Râz adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“Ârifin kalbi vücûd-ı vâhidi bilir, derk eder.
Dâima onun nazarında vücûd-ı mutlak meşhûd olur. ”
“Ârif, ya ilme’l-yakîn dercesinde bir ma’rifet ile yalnız mevcûd-ı hakîkîyi bildi, başka mevcûd bilmedi; yahut ayne’l-yakîn dercesinde bir ma’rifet ile mevcûdiyet-i mevhûme olan varlığı külliyen oynadı ya’nî gayb etti. ”[7]
Ârif, Hakk’ı bilen, Hakk’ı bulan, Hak’ta olandır.[8]
“Kalbini Allah’a, cesedini halka veren kişidir.”
Nitekim o, kendi varlığında fâni, Hak ile bâkîdir. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde ederken ârif irfâna, ilhâm ve hâl ile ulaşır. [9] Cenâb-ı Hakk’ı keşf ve müşâhede yoluyla yâni mânevî ve ruhî tecrübelerle Allah hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahiptir.[10] Sûfî müellifler, bilgiye güvenme bakımından ârifin âlimden üstün olduğu görüşündedirler. Buna göre âlim bilgisine güvenmekte, ilmî faaliyetleri ilerledikçe bilgisinin de ilerlediğini düşünmektedir. Oysa ârifin mârifeti arttıkça hayreti artar ve bu şekilde hayreti bilgisini aşar; sonunda mârifetten âciz olduğunu idrâk etmesi en yüksek mârifet olarak kalır. Böylece ârif (irfâniyye, gnostisizm) bilinmezciliğe (lâedriyye, agnostisizm) varır. Âriflerin konuşmaktan çok susmayı tercih etmelerinin sebebi, onların, mârifette ulaşabildikleri son mertebede hiçbir şey bilmediklerini yahut da bildiklerinin eksik ve kusurlu olduğunu kavramış olmalarıdır. Bu düşünceyle Bâyezîd-i Bistâmî, “Kul cahil olduğu nisbette âriftir” demiştir. Ârife hiçbir şey gizli kalmaz, çünkü onda bilen kendisi değil Allah’tır.[11] Vücûd-ı ârifte tasarruf Hakk’ındır. Onun gözünde gören, kulağında işiten, ayağında yürüyen, velhasıl bütün zâhirinde ve bâtınında harekât eden, söyleyen, dinleyen bir olan Allah’tır.[12] İbnü’1-Arabî, Mevlânâ gibi bazı sûfîlere göre ârif Allah’ın bütün isim ve sıfatlarıyla kendisinde tecellî ettiği insân-ı kâmildir.[13]
“Bir kısım ermişler de vardır ki ilâhî aşk şarâbını içmekle kendilerinden geçmişlerdir. Onlar yalnız Yaratan’la hemhâl olur, yaratılmışları ve dolayısıyla halkı artık görmez olurlar. Tecellînin bu şekline mazhar olanlar, daha dünyâda iken dünyâyı tamâmıyla unutmuş cezbe insanlarıdır.
Ermiş vardır ki göz ve gönül bakışlarını yalnız o büyük sevgiliye çevirmiştir. Rûhu yalnız ona hayrândır. Baktığı her yerde ve gördüğü her varlıkta yalnız onu görmek cezbesindedir. Ancak böyle erenler, büsbütün vücutlarından fânî olmamış, fenâya yaklaştıkları hâlde henüz insan olmanın îcaplarından kurtulamamışlardır. Fakat ermiş de vardır ki bakışları, Hakk’ın bir başka görünüşü demek olan halka çevrilidir. Böyle erenler, birlik şarâbından içmiş, fânîlik derecesinden bâkîlik derecesine ulaşmışlardır. Onlar, tam bir birlik içindedirler. Birlik, ikiliğin ortadan kalkması demek olduğuna göre onlar Hakk’a değil de halka bakınca yine o büyük sevgiliyi görürler. Bu hâl, göze çokluk şeklinde görünen birliği görme hâlidir. Sûfîlikte Allah ile bakıp yine Allah’ı görmek budur.”[14]
Fuzûlî, birtakım hakîkatlerin, güzelliklerin ârif olmayan insanlara açılmaması gerektiği görüşündedir. Çünkü bunlar san’atı görüp san’atçıyı idrâk edemeyen, san’atın güzelliğine takılıp kalan ve yol alamayan insanlardır.
Gerek ruhsâre-i ma ‘şûk mahfî gayr-ı ârifden
Ki ârif olmayan idrâk-i sun‘-i Zülcelâl etmez
“Ma’şûk’un yüzü, bilge olmayandan gizli kalmalı; çünkü bilge olmayan, Allah’ın san’atını idrâk etmez.”
Yüz, çehre anlamına gelen ruhsâre kelimesinin yanı sıra şiirlerde aynı anlamda ruh, dîdâr, vech gibi kelimeler de kullanılmıştır. Mutasavvıf şâirler bu kelimelerle, Allah’ın tecellîsini, Hakk’ın cemâlini, ilâhî güzellikleri kastetmişlerdir. Hakk’ın cemâli, âriflerin ve âşıkların kıblesidir. Parlatılmış bir ayna gibi olan âşıkın /ârifin gönlüne ilâhî güzellikler akseder ve ancak oradan bu güzellikler seyredilebilir.[15] Şeyh Mimşâd ed- Dîneverî (ö.299/911), “Allâhu Teâlâ, ârife kendi kudretinden bir ayna vermiştir. Sırrında her an O’na bakar, O’nu görür, gayrıyı görmez. ”[16] demiştir.
Ârif her yerde Hakk’ın bin bir tecellîsini müşâhede edebilen kimsedir. Ârife göre kâinat bir aynadan ibârettir. Ona baktığında Hakk’ın tecellîsini müşâhede eder.[17] Bu nedenle “mümin Allah’ın nûruyla görürken, ârif Allah’la görür”[18] denilmiştir. Başka bir ifâdeyle ârif, Hz. Peygamber’in “mü’minin ferâsetine dikkat edin, zîrâ o, Allah’ın nûru ile bakar” hadîs-i şerîfinde ifâdesini bulan mü’mindir. Âriflik mertebesine ulaşmayan ise kâinattaki bu tecellîleri anlamlandıramaz, bunlardaki hakîkati idrâk edemez.
Şeyhu’l-Ekber İbnü’l-Arabî göre, “Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta, çeşm-i Hak ile gören kimse Hakk’ı âriftir. ” “Ve Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta, kendi nefsinin gözüyle gören kimse, gayr-i âriftir. ” A. Avni Konuk, bu cümleyi şöyle açıklar: “Ya’nî bu kimse vücûd- i mutlak-ı Hak’tan , kendi sûreti üzere zâhir olan Hakk’ı, Hakk’ın vücûdunda görür, ammâ nefsinin gözüyle görür. Hâlbuki çeşm-i Hak’tan gayri, O’nu bir göz göremez. Maahâzâ böyle olan kimse câhil değildir. Çünkü Hakk’ı Hak’tan, Hak’ta ârif olmuştur. Ancak ârif-i kâmil değildir. ”
Ârif olan kimsede “Bir şeyi görmedim, illâ ki o şeyden evvel Allah’ı gördüm” demek hâli hâsıl olur. Zîrâ o bilir ki, vücûd-i kevn hayâlden ibârettir. Ve bu hayâlî sûretlerde zâhir olan vücûd-i hakîkî-i Hak’tır. “Binâenaleyh suver-i eşyâya nazar ettikde irfân-ı tâmı hasebiyle evvelen vücûd-i hakîkî-i Hakk’ı müşâhede eder; ba’dehû suver-i eşyâyı müşâhede eder. Bu ise cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber Ebû Bekir (r.a.) efendimizin meşreb-i ârifâneleridir.”[19]
Mârifet makamında olan ârif, ayrıca Hakk’ın nefsini müşâhede ettirdiği kimsedir. Ârif nefsini bilen, bunun neticesinde ise Rabbini bilen anlamında da kullanılır. Hz. Peygamber, [Kendini bilen Rabbini bilir][20] buyurmuştur. Bu nedenle bir zât mârifet ve ârifin mâhiyeti kendisine sorulunca, şöyle cevaplamıştır: “Mârifet kendi hakkını ve O’nun hakkını bilmendir. ”[21]
Tasavvufta ârif kelimesinin yanı sıra “ârif-billâh” da kullanılır ki, “Allah hakkında mârifet ve irfân sâhibi olan, kâmil insan, hikmete ve esrâra âşinâ olan, fenâ mertebesine eren, velî” mânâlarına gelir.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin şu sözleri de ârif-i billâh’ın hâlini özetler, “Halkın ahvâli vardır, ârifin ahvâli yoktur. Çünkü onun eserleri mahvedilmiş, hüviyeti başkasının hüviyeti içinde fânî olmuştur. İzleri başkasının izleri için kaybolmuştur. ”
Mârifet ehli olan ârifin, Hakk’ı tamma yolunda ulaştığı makamlardan biri de hayret makamıdır. Sözlükte “Şaşmak, şaşırmak” anlamına gelen hayret, tasavvufî bir terim olarak kalbe gelen bir tecellî (vârid) sebebiyle sâlikin düşünemez ve muhakeme edemez hâle gelmesidir.[22] Başka bir ifâdeye göre de teemmül, tefekkür ve huzûr sırasında âriflerin kalplerine gelen onları teemmül ve düşünmeden alıkoyan “bedîhet”; yâni aydınlanmadır. [23] Hayret aym zamanda Allah hakkında hırslı olmakla, ümitsiz olmak arasında; aym şekilde, korku ve rıza, tevekkül ve recâ’ arasında bir duraktır. Âriflerin bazısı, hayreti, kavuşma, onu iftikâr, onu da tekrar hayretin izlediği kanâatindedirler.[24] Bunun mânâsı, tahayyürü recâ’ takip eder; onun peşinden arzulanana kavuşma gelir. Bundan sonra sûfî Allah’a olan ihtiyacı sebebiyle tekrar hayrete düşer. Zîrâ Rabbi, Ganî’dir, Samed’dir. Kul ise noksanlı ve muhtaç durumdadır. Allah’a kavuşma isteğinin devamlı oluşu sebebiyle, daha önce düştüğü hayrete tekrar düşer. Ârif, bu durumda, hayret ve kavuşma ile sürekli iftikâr (muhtaçlılık) hâlindedir.[25] Bu durum farklı bir şekilde de yorumlanmıştır: Birinci hayret, kulun fillerinin Allah ile vukûa gelmesi ve Allah’ın kulu nezdindeki büyük nimetleri ile ilgilidir. Bu durumda kul kendi şükrünü O’nun nimetine denk bulmaz. İkinci hayret, tevhîdin uçsuz ve bucaksız sahralarındaki hayrettir. Allah Teâlâ kudretinin azameti, heybeti ve büyüklüğü karşısında kul, düşünmenin yolunu kaybeder, akıl bu yolda âciz kalır.[26] Kısaca hayret, Allah’ın gücüne, sun‘una, hikmetine karşı duyulan aşırı bir arzudur.[27] Hayretin İbnü’l-Arabî’deki tanımı ise; “Hayret tecellîlerinin sürekliliğine bakmak ve her tecellîde kendisini tanımakla Allah’ı bilme yolundaki her sülûkun vardığı son noktadır. ”[28]
Şeyh Ebû Yakûb-ı Nehrecûrî, şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlardan Hakk’ı en fazla bilen, hayreti en çok olandır. ” “kişi Hakk’ı halktan daha fazla bildikçe, onun hayreti onlardan ziyâde olur. Yâni, mârifeti her ne kadar çoksa, hayreti de o kadar çok olur. ” “Bu sebepledir ki keşf ehlinin hayreti daha büyüktür.” Nitekim, “Hayret eden ermiştir/Hidayete eren ise ayrılmıştır. ” Bu makamdaki insan Hak’ta müstağrak ve onun tecellîyâtından sarhoş olmuştur.[29]
Hayret iki kısımdır; bir kısmı övülmüş, bir kısmı yerilmiştir. Övülmüş olanı, Allah’ı müşâhedeyle, O’nun isim ve sıfatlarından oluşan hayrettir. Yerilmiş olam ise dünyâ ve içindekileri, Allah’tan gayri şeyleri sevmek sûretiyle nefs ve arzunun şehvetlenişinden oluşan hayrettir.[30] Bir başka ifâdeyle hayret ya delilde ya da medlulde olur. Allah’ın varlığını ispatlayan delilde hayrete düşmek zındıklık ve mülhitliktir. Medlulü, yâni delille varılan Hakk’ın tecellîlerini temâşâda hayrete düşmek ise sıddıklıktır.[31]
Mesnevîde çok zikredilen kavramlardan biri olan hayret, Fuzûlî’nin tasavvufî kavramlara olan bilgisini ve bu konudaki hâkimiyetini göstermektedir.
Ammâ çü sana kadîmdür zât idrâk sana yeter mi heyhât
idrâkümüze kemâl-i hayret Tevhîdüne besdürür delâlet
“Ama senin zâtın kadim (öncesiz) olunca, akıl seni idrâk edebilir mi? Hayhât! (Seni idrâk etmedeki) şaşkınlığımızın büyüklüğü, senden başka ilâh olmadığına yeterli delildir.”
Bu beyitlerde Fuzûlî’nin dile getirdiği birinci kısımdaki hayrettir. İbnü’l- Fârız da, bu iki kısım hayrete işaretle buyururlar ki:
“Senin sevgini mezhep olarak seçmedikçe hayret etmedim. Hayretim senin hakkında değilse eğer hayret değildir. Allah’ım, beni Zâtının sevgisi konusunda hayret edenlerden, sıfatların konusunda korkudan emin olmuş ve sana yaklaşmış olanlardan eyle. Kalbimi, ruhumu ve sırrımı Kendine yönelt. Ey isteyenlere karşılık veren, sana olan övgü sayıya gelmez. Sen Kendini övdüğün gibisin. Seni özleyenin duâsına, sana, sevgilin olan peygamberine âşık olanın ricâsına karşılık ver, ey merhametlilerin en merhametlisi... ”[32]
İbnü’l-Arabî, [Hâlbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı],[33] [(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allâh attı][34] âyetlerinin hayret konusuyla ilgili olduğunu söyler. “Hz. Peygamber bu âyetlerin kapsamında şöyle buyurmuştur: ‘Ben senin övgünü hakkıyla yerine getiremem, sen kendini nasıl övdüysen öylesin.’ İşte bu kavuşma hâlidir. Ebû Bekir es-Sıddık ise bu bağlamda şöyle der: ‘İdrâkin yetersizliğini idrâk idrâktir..’ Böylece o da hayrete düşmüş ve dolayısıyla ermiştir. O hâlde Allah’ta hayrete ulaşmak, O’na ulaşmanın ta kendisidir. En büyük hayret, tek hakîkatte sûretlerin farklılaşması nedeniyle tecellî ehlinde gerçekleşir.”[35]
Sâfiyye sıfatı makamında bulunanların yükseliş hâllerine de hayret makamı verilmektedir ki bu makamda da üç derece vardır:
a)                        Hayret
b)                        Hayret içinde hayret
c)                        Hayret içinde hayret, hayret içinde hayret, hayret içinde hayret.[36]
İbnü’l-Arabî de şöyle der:
“Ma’lûm olsun ki ilim ikidir: Birisi ‘ilm-i hakîkat’ diğeri ‘ilm-i hayâl’dir. ‘İlm-i hakîkat’ enbiyânın ve onların vârisleri olan evliyânın teblîğ buyurdukları ilimdir ki, ‘hakîkat’ ile ‘hayâl’ beyini câmi’dir. Bu ilmi tahsîl edenler hakîkat-i vücûd ile hayâl arasındaki revâbıtı ârif oldukları için ‘hayret’e düşerler. Bu hayret hayret-i mahmûdedir. Zîrâ ilm-i hakîkî neticesidir. Onun için (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ya’nî ‘Yâ Rabbi, sende benim hayretimi tezyîd eyle! [artır]’ buyurdu. [37]
İbnü’l-Arabî, hayretle vuslat arasında da bir ilgi kurmuştur. Ona göre Hakk’a vâsıl olan hayret eder. Bu durumda hayret “ilim, irfân, yakîn ve hidâyet” anlamına gelir. Celâl tecellîleriyle cemâl tecellîlerinin bir noktada birleşmesi ve özdeşleşmesi sûfîde hayret hâlinin doğmasına yol açar. Sûfî, nasıl olur da birden çok çıkıyor veya çok bir oluyor diye de hayret eder. Buna göre Hakk’ın keyfiyetini anlama çabası içinde hayrete düşmek yakîn alâmetidir. Bu anlamdaki hayret de bir tür mârifettir. Hayret, Ferîdüddin Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında bu anlamda olmak üzere yedi vâdinin altıncısı olarak tasvir etmiş;[38] Şeyh Gâlib de Hüsn ü Aşk mesnevîsindeki kahramanlarından birinin adını “Hayret” olarak zikretmiştir.
Hayret mertebesi, vahdet-i vücûdu [varlığın birliği] kabul eden sınıfın ulaştığı son mertebedir. “Bu sınıf iki kısma ayrılır: Birincisi Hakk’ın mümkünlerin sûretlerinde tecellî ettiğini kabul edenler, ikincisi ise sûretlerin Gerçek Varlık’ta zuhûr ettiklerini kabul edenlerdir ki her iki kısım da doğruyu dile getirir. O hâlde hayret nihaî hakîkatin zıtları kendinde birleştirmesinden kaynaklanır.” [39]
844. Mecnûnda karâr dutmayup hûş Deryâ-yı tehayyür eyledi cûş “Mecnûn’un aklı (başından) gidip hayrânlık denizi coştu.”
Sözlükte “şaşkınlığa düşmek” anlamına gelen tahayyür, tasavufî bir terim olarak Matlûb ve Maksûd olan Allah’a vusûl sırasında âriflerin kalplerinin ümidle ümidsizlik arasında gidip gelmesi olarak adlandırılmıştır.[40]
Ahmet Avni Konuk şâirini belirtmediği Farsça bir beyti şu şekilde tercüme etmiştir: “Her ne kadar nakd-i ma’rifet, bizim deryâmız ise de, ubûdiyet ve acz ve hayret bizim makamımızdır. ”[41]
Fenâ-fillâha ulaşmak için geçilen makamlardan olan hayret makamını aşanlara hayrân denilir.[42] Hayrânlık, ilim ve yakînin kemâlinden ve ilâhî sıfatları müşâhededen doğar. Hz. Mevlânâ, aklı atarak, aşkın ikizi olan hayranlığı satın almayı tavsiye eder: “Aklı, zekâyı sat da hayranlığı satın al; akıl ve zekâ zandır, hayrânlıksa bakış, görüş. ” 1413 Hayret veya hayrânlık Allah’ın kudretine, yaratıcılığına, hikmetine karşı duyulan en son mertebedir ki ifâdeye sığmaz. Orada ancak susulur ve o hâl yaşanır.[43]
Ger men men isem nesen sen ey yâr
V’er sen sen isen neyem men-i zâr
Fuzûlî hayret makamında terennüm ettiği bu soruyu Mevlevî Nakşî Dede’nin şuhûdî tevhîd makamından söylediği şu beyitte buluyoruz::
Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep Cânım dediğim, ten dediğim sensin hep
“Allah’a ulaşmak yolunda seyr ü sülûk yahut Rahmânî bir cazibe ile ona yönelmiş olanlara göre bu işin nihâyeti şudur ki, muhib mahbûbun kendi aynası olduğunu görmekle beraber kendisi de onun aynası olur.”
“Âşık her ne zaman mahbûbun yüzündeki safâya bakarsa bütün cihânın nakışları hakîkatiyle karşısında görünür.
Bir de dönüp de kendi gönül sahâsına bakınca dilberinin güzel yüzünü güneş gibi görür, kâh bu onun şâhidi kâh o bunun meşhûdu olur. Kâh bu onun nâzırı kâh o bunun manzûru olarak görünür.
Aşk, saç tarayıp güzelliğe renk veren bir süsleyicidir. Hakîkati mecâz rengiyle gösterir.
İşte bu makam aşk makamıdır[44] ki makamların en yükseğidir. [45]
insâf hemîn ola mahabbet
Bu dâiredür makam-ı hayret [46]
“Pes doğrusu! Aşk ve sevgi böyle olur; hayret makamı işte bu makamdır.”
Bir başka beyitte de şöyle der Fuzûlî:
Yoh Fuzûlî haberüm mutlak özümden bes kim
Vâlih-i nakş-ı hayâl-i ruh-i dildâr olubem
“Ey Fuzûlî, kendimden asla yoktur haberim; ben artık yâr yüzünün hayâli nakşına hayrân olmuşum.”
Ken’an Rifaî hazretleri der ki; “Allah’ın hikmetini ona hayran olanlar sezer...Hakk’ın hakîkî hayranları, yüzlerini halka ve arkalarını Hak tarafına çevirmiş olanlar değildir. Yüzünü halka çevirmek ancak halkın varlığında ve çehresinde Hakk’ı görebilenlerin işidir. Esâsen bu şekildeki halk hayrânlığı hakîkatte Hak hayranlığıdır. Bu ermişler çevrelerine topladıkları dostlara Hakk’a varılacak yolu gösterir ve bu yolda şâd olurlar. ”[47] Nitekim, “şuhûd-ı Hak hayrânlıktadır; ve bu hayrânlık hayret-i mahmûdedir.”[48]
Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi (ö.1066/?)’nin “Tasavvuf” manzûmesinde yer alan bir beyitte, tasavvufun “hayret ve hayrânlık” yolu olduğu dile getirilmiştir:
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk’ın esrârında hayrân olmağa derler
Sh: 254-267
Kaynak: Nurgül KARAYAZI,  Fuzûlî’nin “Leylâ Ve Mecnûn”unda Tasavvufî Kavram Ve Unsurlar , T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 2007, İstanbul

Hzl: Nurgül KARAYAZI
Eflatun, aşk için “Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzellik” diyor. Aşk, tasavvuf düşüncesinin en önemli kavramlarından birisidir. Tasavvufta dolayısıyla klasik kültürümüzde evrensel bir prensip olarak varoluşun esas gayesidir. Bunun için tasavvufî çerçevede teşekkül eden edebiyâtın da yegâne konusu olarak karşımıza çıkar.[49]
Kur’an ve sahih hadîslerde aşk kelimesi geçmez; “sevgi” çoğunlukla hub ve muhabbet, bazen de meveddet kelimeleri ve bunların müştaklarıyla ifâde edilir.[50]
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın, Resûlü’ne bağlananları,[51] tevbe edenleri ve temizlenenleri, sabredenleri, iyilik yapanları, muttakîleri, Allah yolunda savaşanları[52] sevdiği ifâdesi yer alır. Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en önemli kaynak sayılan hadîs-i şeriflerde de insanın “Allah ve Resûlünü her şeyden daha çok sevmesi gerektiği, ancak böyle davranarak imân etmiş sayılabileceği, bir kimseyi sevenin de ancak Allah için sevmesi lâzım geldiği”[53] husûsları üzerinde durulur.
İlk zâhidler de Allah sevgisinden çok Allah korkusuna ağırlık verdikleri için aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa II. (VIII.) yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Ancak yine de sonraki mutasavvıflar tarafından sık sık kullanılan “aşk, âşık ve mâşuk” kelimeleri sûfîler tarafından hoş karşılanmamıştır. O zaman aşk daha ziyâde beşerî sevgiyi ifâde ediyordu. Hâlbuki Allah sevgisini ifâde etmek için kullanılan “muhabbet, mahabbet ve hubb” gibi kelimeler âyet ve hadîslerde de bu mânâlarda kullanılmıştır. [54]
İlâhî aşk konusunda ilk ortaya çıkan ekol Basra ekolü olmuştur.[55] Râbia el- Adeviyye (ö.185/801), Bâyezîd-i Bistâmî (ö.234/848), Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909), Hallâc-ı Mansûr (ö.310/922) gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfîler genellikle aşk, âşık ve mâşuk yerine hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir.[56]
Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, Hucvîrî, Ebû Nasr es- Serrâc, Hâris el-Muhâsibî, Gazzâlî, Sühreverdî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Hâce Abdullah el-Herevî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nuaym gibi mutasavvıf yazarlar eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlardır. Bu kavramın yerine, önem verdikleri Allah sevgisini anlatmak için hubb ve muhabbet terimlerini kullanmışlardır.
Kuşeyrî’nin naklettiğine göre, Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifâde edilmesine karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştır:
“Aşk, sevgi hususunda haddi aşmaktır. Hak Teâlâ haddi aşmakla nitelenmez, öyleyse aşk ile de nitelendirilemez. Eğer bütün yaratıkların sevgileri bir şahıstan toplansa, o şahıs Hak Teâlâ’yı hak ettiği sevme şeref ve dercesine erişemez. O hâlde kul Allah’ı sevmede haddi aştı denilmez. Öyle olunca ne Hak Teâlâ ‘âşık olmak’la nitelendirilir ne de kul ‘Hak Teâlâ’ya âşık olmak’la nitelenir. Bu sebeple Hak Teâlâ’yı aşk ile nitelemeye yol yoktur. Ne Cenâb-ı Hakk’ın kula ne de kulun Cenâb-ı Hakk’a âşık olması mümkündür.[58]
Bununla birlikte Kuşeyrî, sûfîlerin Allah sevgisini aşk kelimesiyle ifâde etmelerini müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim o eserinin “Muhabbet” bölümünü, “.âşıklar sözlerinden dolayı kınanmazlar” cümlesiyle tamamlamıştır.[59]
Keşfu’l-Mahcûb müellifi de aşk konusunda meşâyihin farklı görüşlere sahip olduğunu belirttikten sonra bu konudaki başlıca görüşleri şöyle açıklar: “Sûfîler zümresinden bir tâifeye göre Hakk Teâlâ’ya âşık olmak câizdir ama Hakk Teâlâ’dan aşk câiz değildir. Bunlar derler ki: Aşk, bir zâtı sevgilisinden men eden bir sıfattır. Kul, Hakk’tan men olunmuştur ama Hak kuldan memnû değildir. Buna göre kulun Hakk’a âşık olması câizdir. Fakat Hakk’ın kuluna âşık olması câiz değildir.(Çünkü kulun sevgilisine ulaşmasına engel olan mâniler vardır ama Allah’ın sevdiği şeye vâsıl olması için bir mâni yoktur. Mâni olmayınca da Allah men’ edilmiş ve netice i’tibâriyle âşık olmuş olmaz.)” Hucvîrî dayandığı çeşitli gerekçeleri de sıralayarak, Allah’a duyulan sevginin “muhabbet” kelimesiyle ifâde edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediğini belirtmiştir.
İhyâu Ulûmi’d-dîn müellifi Gazzâlî, eserinin Allah sevgisi konusunu işlediği “Kitâbü’l-Mahabbe ve’ş-şevk ve’l-üns ve’r-rızâ” başlıklı bölümünde aşk kelimesine iltifat etmemiştir. Gazzâli’ye göre “Allah’ı tanıyan O’nu sever. Tanıma (mârifet) arttıkça sevgi de gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir. Sevginin bu şekilde aşk hâlini alması, kulun mârifette yetkinleşerek ilâhî güzelliği idrâk etmesinden ileri gelir; bu idrâk arttıkça aşk da güçlenir. Nitekim Hz. Peygamber’in Hirâ’da ibâdete kapandığını gören Mekke müşrikleri, ‘Muhammed Tanrı’sına âşık oldu’ demişlerdi. Gerçek âşık kalbindeki Allah sevgisine hiçbir varlığın sevgisini ortak etmez. Bu yüzden başka şeylere karşı duyulan sevgiye ancak mecâz yoluyla aşk denebilir; çünkü ortağı olmayan, dolayısıyla ortaksız sevilebilen tek varlık Allah’tır. ”
Tasavvuf târihinde aşk kavramını ilk defa muhabbetten ayırarak ciddi bir şekilde inceleyen sûfî Ahmed el-Gazzâlî (ö.520/1126) olmuştur. Onun Sevânihu’l-uşşâk adlı Farsça risâlesi özel olarak aşk konusunun işlendiği ilk eserdir.[60] Ahmed Gazzâlî, Fahreddîn-i Irâkî (ö.688/1289), İbnü’l-Fârız (ö.632/1235), İbnü’l-Arabî (ö.628/1240) ve bilhassa Sultânu’l-âşıkîn Hz. Mevlânâ (ö.672/1273)’dan sonra “Allah sevgisi” tâbiri yerine daha çok “Allah aşkı” tabiri kullanılmıştır. “Allah’a âşık oldum” sözünü ilk söyleyen de Ebu Hüseyin Nûrî (ö.h.295) olmuştur.[61] İbnü’l-Arabî’nin beyânına göre de aşk lafzına Kur’ân’da kinâye yoluyla îrâd buyurulmuştur. Kur’ân’daki “eşedd-i hubb”[62] âyeti buna delil sayılmıştır.[63]
Arapça aslı ışk olup sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi; sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi; aşkın yok, yalnızca mâşukun var olması, her şeyin ondan ibâret olması hâli” anlamına gelir.[64] Bursevî Hazretlerinin de değindiği gibi, “Lugatte sarmaşık tabir olunan bir nev ağaca aşk (aşaka) derler. Bu ağaç herhangi mahalle sarılacak olursa orasını behemehâl kurutur. Bu sebepten nâmına aşk tesmiye kılmışlardır. Âşıkı cümle taallukat u alâyıkdan men' eylediği hikmetine mebnîdir.[65]
Aşkın mâhiyetini kelimelerle izah etmek imkânsızdır. Hz. Mevlânâ’ya birisi, “Aşıklık nedir? ” diye sorduğunda o da, “Benim gibi ol ki, bilesin ” cevabını vermiştir. Aşkı, “vuslat ve yakınlık makâmlarının sonu” olarak ifâde eden Tehânevî, ilâve olarak “Aşk kalbde vücûd bulan bir ateş olup, mahbûbdan başka her şeyi yakar; o, yakmak ve öldürmektir, ondan sonrası ise Allah ’ın ikrâmı olan sonsuz bir hayattır. O, akıl binâsını yıkan ilâhî bir cinnettir. ” der.[66]
Aşk, bir başka ifâdeye göre de “insanın içini ve ciğerini yakan bir ateştir. Aklı şaşkın kılar, yanıltır, gözü kör eder. İşitme duygusunu giderir. Büyük korkuları insana küçük gösterir. İnsanın boğazını sıkar, nefesten başka bir şey oradan geçmez, ölecek gibi olur. Bütün himmeti mâşuk ve sevgili üzerine toplar, sevgilisini kıskandığı için onun hakkında kötü zan besler, bu hâl daha da artar, düzeni bozar, şaşkınlığı getirir, nihâyet unutkan olur ve ölümü hoş görür. Bazen âşık, aşkta fânî olur. O zaman âşık aşk hâline gelir. Sonra aşk, mâşukta fânî olur. ” [67]
“Mahabbette ilk adım nefs için mahbûbun arzu edilmesidir. Sonra nefsin kendisine feda edilmesidir. Daha sonra ikiliği unutmasıdır. En son merhale ise vahdaniyette fenâ bulmasıdır. ” diyen Necmüddin Kübrâ’ya göre “mahabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Mahabbet kalp için, aşk ise ruh içindir. ” [68]
Ayrıca tasavvufta aşk yakıcı özelliği i’tibâriyle ateşe (âteş-i aşk); sarhoş edici özelliği i’tibâriyle şarâba (mey-i aşk, bâde-i aşk); çıldırtıcı özelliği i’tibâriyle de deliliğe (cinnet-i aşk) benzetilir.[69]
Aşkın en güzel ifâdesini bulduğu satırların sâhibi Fuzûlî’ye göre, hayatın anlamı aşktır. Ancak bir “âfet-i cân” olan aşka düşenin artık rahatı ve huzûru yoktur, âleme gizli kalmayan bu aşk aynı zamanda sonu ziyân olan bir alış verişe benzer. Buna rağmen aşk vazgeçilmesi kolay bir şey değildir; müptelâlıktır.
Fuzûlî her zaman bir ta ‘n ile bağrum kılursen kan
Aceb bilmez misen aşkdan geçmek değül âsân
“Ey Fuzûlî, hep beni ayıplayıp, bağrımı eylersin kan; Acep bilmez misin ki, kolay değil vazgeçmek aşktan?”
Âriflere göre varoluşun aslı aşktır.[71] [Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi arzuladım ve mahlûkatı yarattım.][72] bu kudsî hadîsde açıklandığı üzere muhabbet, Hakk’ın zuhûra duyduğu bu meyil ve iktizâdan ibârettir[73] ve âlem, Allâh’ın bilinmesi için yine kendisi tarafından yaratılmıştır.[74] Eğer bu muhabbet olmasaydı, İbnu’l-Arabî’ye göre âlem kendi “ ‘ayn’ında zâhir olamazdı. Bu durumda onun ademden varlığa doğru hareketi onu icâd edenin muhabbetinin bu iş için harekete geçmesiyle olmuştur. ” Böylelikle İbnu’l-Arabî’nin bu sözlerinden ona göre âlemin vücûda geliş sebebinin bir aşk eylemiyle “hareket-i hub” olduğu anlaşılıyor.[75] Yâni kâinâtın sebeb-i zuhûru muhabbet-i ilâhiyye olmuştur ve bu muhabbet, aşk bütün eşyâya sârîdir.[76] Eğer bu muhabbet-i zâtiyye olmasa idi, bu vücûdât-ı izâfiyye zâhir olmazdı.[77] Kısaca diyebiliriz ki, bu kudsî hadîsin açık bir şekilde bize bildirmekte olduğu gibi sevgi (hubb), Hakk’ı âlemin yaratılmasına tahrik etmiş ilkedir. Bu anlamda da bu ‘yaratılışın sırrı’ (sırr-ı halk) ya da ‘yaratılışın sebebi’dir (illet-i halk). Eğer bu düşünceyi İbnu’l-Arabî’nin daha karakteristik sözleriyle ifâde edersek, muhabbet
Hakk’ın ‘Dipsiz Karanlık=Amâ’ hâlinden çıkarak kendisini bütün varlıkların sûretlerinde izhâr etmeye başlamasının sebebidir. Yâni muhabbet ‘her hareket’in ilkesidir. Âlemde vuku bulan bütün hareketlerin hepsi ‘muhabbet’ in itici kuvvetinin eseridir. Muhabbet, Hakk’ın zuhûra duyduğu bu meyil ve iktizâdan ibârettir.
Bu açıklama bağlamında olarak sûfilerin aşk konusundaki görüşlerinin gayet açık ve parlak bir üslûpla anlatıldığı Rûzbihân-ı Baklî’nin Abherü’l-âşıkîn adlı eserinde de bu hadîs-i kudsîde geçen “bilinmek”ten maksadın mârifet; “istemek” ten maksadın da muhabbet yâni aşk olduğu belirtilir.[78] Fuzûlî de bu hakîkati şöyle dile getirmiştir:
Ey neş’et-i hüsni aşka te’sîr kılan
Aşkiyle binâ-yı kevni ta ’mîr kılan
“Ey güzelliğinin ortaya çıkışı aşka sebep olan (ve) aşkı ile kâinat binasını mâmur kılan!”
Bir diğer beytinde de şöyle demiştir:
Bilmek gerek anı kim cevâhir
Ne genc-i nihândan oldı zâhir
“Bilmeleri gerekir; cevherler hangi gizli hazineden ortaya çıktı?..”
“Peygamberimizin yolu-yordamı aşktır; aşktan doğduk biz; anamız aşktır. ”112 diyen Hz. Mevlânâ gibi, Fuzûlî de Leylâ ve Mecnûn mesnevîsinde aşkın ezelî oluşu üzerinde durur. Babası Mecnûn’u aşkından vazgeçirmek ister, fakat Mecnûn bu aşkın kendisini istilâ ettiğini ve davranışlarında kendi irâdesinin dışında hareket ettiğini söyler:
Ol gün ki rahimde kilk-i kudret
Îcâduma verdi zîb sûret
Doldurdı hevâ ile dimâğum
Sevdâ ile bağladı ayağum
Doldı bedenümdeki rek ü pûst
Başdan ayağa mahabbet-i dûst
“Kudret kalemi ana rahminde bana güzel bir şekil verdiğinde, dimağımı aşk ile doldurdu ve ayağımı sevdâ ile bağladı; vücudumun derisi ve damarlarım baştan başa dost muhabbeti ile doldu.”
Yaratılıştan gelen bu aşka meyil karşısında Mecnûn’un yapabileceği bir şey yoktur, nitekim âlemdeki bütün varlığı aşkın himâyesindedir:
K’ey varı menüm olan cihânda
Nen var senün bu cism ü cânda
Câna tama ‘ etme kim menümdür
Terk eyle teni ki meskenümdür
Menden geç ü cân ü tenden ayrıl
Koy varlığunı özünle sen bil
“Ey dünyâda bütün varlığı benim olan! Bu bedende ve canda senin neyin var ki? Canına güvenme, çünkü bana aittir; tenini de terk et, çünkü benim meskenimdir. Benlikten vazgeç, can ve tenden ayrıl; varlığını bırak, sen özünle düşün!..”
Yûnus Emre de aşkın vücuda sân olduğu düşüncesindedir:
Hakîkat her vücûdun cânı ışkdur
Ne cân kim cân içinde cânı ışkdur

 Ve bu bir ezelî aşktır ki cândan ayrılması muhâldir:
Sen handan ü terk-i aşk handan
Aşk-ı ezelî çıhar mı cândan

“Sen nerede, aşkı terk etmek nerede?..Ezelî aşk, candan ayrılır mı?”
Aşkın ezelî oluşu konusu mutasavvıflar tarafından da geniş bir şekilde ele alınmıştır. Sûfîlere göre aşk sonradan kazanılmış bir şey değil, ilâhî bir vergidir,[79] ezelîdir. Her varlık bu ezelî aşkı kendi diliyle terennüm etmektedir[80]: Yûnus Emre bir beytinde şöyle buyurur:
Işk makamı âlîdür, ışk kadîm ezelidür
Işk sözini söyleyen cümle kudret dilidür116
İbnü’l-Arabî de bu hakîkati şöyle ifâde etmiştir: “Bil ki, sevgi (hubb) ilâhî bir makamdır. Allah kendini onunla vesfetti. Kendini Vedûd diye adlandırdı. Hz. Peygamber’in hadîslerinde de Allah, Muhibb-Seven, diye nitelendirildi. Allah Tevrat’ta Musa’ya sevgiyle şöyle vahyetti: ‘Ey Ademoğlu, sana verdiğim hakla Ben seni seviyorum. Öyleyse, senin üzerindeki hakkınla da sen Ben ’i sev. ’ ”[81]
1.                                 Avâmın Muhabbeti: Bu sevgi Allah’ın kullarına olan in’âm ve ihsânından meydana gelir. Muhabbetin bu derecesinin şartı Semnûn’un şu sözünde açıklandığı gibidir. Semnûn kendisinden muhabbet sorulduğunda şu karşılığı vermişti: “Muhabbet, devamlı hatırlayarak (unutmadan) arı ve duru bir sevgidir. Çünkü kim bir şeyi severse onu çokça hatırlar ve anar. ”
2.                                  Sâdıkların ve Tahkîk Erbâbının Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, kalbin Allah’ın celâline, ganî oluşuna, ilmine ve kudretine nazar etmesinden doğar. Böyle bir muhabbetin özelliği Ebu’l-Hüseyn Nûrî’nin şu sözünde anlatıldığı gibidir: “Muhabbet, perdeleri yırtmak, sırlara âşinâ olmaktır. ” İbrâhîm Havâs da; “Muhabbet, irâdelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşerî sıfatların yanmasıdır. ”, der.
3.                                 Âriflerin ve Sıddîkların Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, onların, Allah’ın illetsiz olan kadîm sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddîk ve âriflerin Allah’a olan sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddîk ve âriflerin Allah’a olan sevgisinin bir illeti yoktur. Bu tür sevginin özelliğini Zünnûn Mısrî kendisine “saf sevgi nedir?” diye sorulduğunda şöyle açıklamıştır: “İçinde herhangi bir bulanıklık bulunmayan saf sevgi, sevginin kalpten ve organlardan sukut ederek orada muhabbetten eser kalmaması ve her şeyin Allah ile ve Allah için olduğu bir anlayışın ortaya çıkmasıdır. Böyle biri Allah için seven, Hakk âşıkıdır. ”
Aşk ve muhabbeti tasavvuf nazariyelerine esas yapanlardan biri olan Baklî, aşkı Allah’ın kadîm ve ezelî bir sıfatı olarak telakkî eder. Ona göre, “Allah kendisini sevdiği için aşk, âşık ve mâşuk sûfînin nazarında birleşir ve tek kavram hâline gelir.” [82] Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler][83] şeklinde bir ifâdeyle karşılaşılır ki buradan da aym hakîkat yâni sevenin de sevilenin de Allah olduğu, Allah’ın gerçek aşkı başlattığı, bizimkinin buna bir cevap olduğu[84] anlaşılır. Abdurrahmân Câmî de bu duruma dikkat çekerek, insanı ebedî saadete ulaştıracak şeyin ancak aşk olduğunu söyler. Ona göre, varlık âlemindeki bütün oluş ve tezâhürlerde cilveleşen ‘aşk sultânı’dır. Seven de sevilen de her mertebede Hakk’ın kendisidir. Mutlak aşk bütün mazharlardan parlamakta, her idrâk ve şuurda belirmekte ve kâinattaki her bir varlıkta Allah’ın birliğinin delilleri müşâhede edilmektedir.[85]
Sûfiler sevgiyi (hubb, mahabbet) genellikle çeşitli kısımlara ayırırlar, çoğu kez de en tepeye aşkı koyup aşkı, sevginin en mükemmel şekli sayarlar.[86] Sevginin dereceleri sırasıyla şöyledir: Meveddet, sevgi sebebiyle kalbin özlem içinde bulunması; hevâ, sürekli olarak sâlike gözyaşı döktüren sevdâ; hillet, sevgilinin sevgisiyle sermest olmak, tam dostluk; mahabbet, kötü huylardan arınma ve güzel huylarla donanma sûretiyle sevgiye lâyık olma ve yaklaşma; şağaf, kalbi parçalayan ve yakan ateşli sevgi; hüyâm, sevdâlıyı çıldırtan sevgi, sevgi çılgınlığı; çılgınca sevme; sevgilinin kulu, kölesi olma; veleh, dostun ve yârin güzelliğini seyrederken sevgi şarâbıyla kendinden geçme, sevgi şarâbını kana kana içme.[87]
Bunlardan birincisi el-hubb’dur.
“Bunun saflığı kalbe nüfuz eder, saydamlığı ise arazların bozulmasıyla bozulmaz. Sevgiliyle birlikteyken, âşıkın başka bir maksadı, gâyesi yoktur. Sevgilinin irâdesi önünde kendi irâdesini bırakır. ”
İkincisi, el-vedd’dir.
“Allah’ın ‘Vedûd’ ismi bundan türer. El-vedd Allah’ın sıfatlarındandır ve bu sıfat O’nda sabittir. Yeryüzündeki sübûtundan dolayı el-vedd diye adlandırılmıştır. ”
Üçüncüsü, el-ışk’dır.
“Aşk, sevgide ifrattır, aşırılıktır. Kur’ân’da bu aşırı sevgi kinayeli olarak çokça geçmektedir: ‘İnsanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları. İnananlar ise, Allah’ı çok, hem de pek çok severler.(Bakara, 2/165). ‘Vezirin karısı uşağının nefsinden murâdını almak istedi, çünkü Yûsuf’un aşkı onun yüreğini kor gibi yakmıştı.(Yûsuf, 12/30) yâni Yûsuf için gönlünde beslediği sevgi kalbinin zarı olmuştu. Bu zar öylesine ince bir deridir ki kalbin üzerini tamamen kaplar. Bu zar, kalbi dıştan bütünüyle saran çok ince bir örtüdür. ”
Dördüncüsü, el-hevâ’dır.
“Hevâ, irâdenin sevgilide açığa çıkarılmasıdır, yâni kalbe doğan ilk durumdan i’tibâren irâdenin tamamıyla sevgilinin irâdesine bağlanmasıdır. Hevâ’nın doğmasına sebep, bazen bir bakıştır, bazen bir haberdir, bazen bir ihsândır. Aslında sebepleri çoktur. Anlamı ise, kudsî hadîslerde ve hadîs-i şeriflerde geçmektedir.” İbnü’l-Arabî ayrıca “.Allah, nâfile olarak yapılan hayırları ve ibâdetleri çokça yapan ve böylece dinde Resûlüne ittibâ eden kulunu çok sever. İşte bu makam bizde ‘hevâdiye adlandırılır. ” demiştir.
Aşk; bütün yaratılmışlar içinde yalnız insanın erebileceği son tekâmül basamağıdır. Yüksek hâller ve makamlar aşk merhaleleri aşıldıkça daha net zuhûra başlarlar. Büyük bir varlık mukabilinde elde edilen, en değerli kıymet aşktır.[88] Allah’ı 788 bilmek, tanımak da ancak aşk ile olur. Sevginin nedenleri sarıyor beni özüyle Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbiseyle Allah’ın varlığı bile sevgiyle bilinir
O’na benzer değiliz ama, bizde de O ’nda da O görülür Aşk, güzelliği kadar insanı belâlara da gark eden bir mâcerâdır:
Men bilmez idüm belâ imiş aşk
Bir derdlü mâcerâ imiş aşk
“Ben bilmiyordum; meğer aşk bir belâ ve dertli bir mâcerâ imiş.”
Cevheri derd olan bir cisimdir aşk:
Aşk derdi ey mûalic kâbil-i derman değül
Cevherinden eylemek cismi cüdâ âsân değül
“Ey tabip!..Aşk derdi dermân kabul eder değil; cismi, cevherinden ayırmak kolay değil.”
“Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana”[89], “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş”[90] mısrâlarında da ifâde edildiği gibi aşka düşenin dermânı yine dert olmakta, bu yüzden âşık belâlara tâlip olmaktadır:
Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ meni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ meni
Az eyleme inâyetüni ehl-i derdden
Ya ‘ni ki çoh belâlara kıl mübtelâ meni
 “Yâ Rab, aşk belâsı ile kıl âşinâ beni; bir ân bile aşk belâsından ayrı bırakma beni! Dert sahiplerine yardımını az eyleme; yâni, çok belâlara kıl müptelâ beni!”
Fuzûlî, Farsça bir gazelinde bu duâsının kabul olduğunu söyler: “Binlerce şükr olsun ki Allah’ın ezelî lütfu, Fuzulî’yi aşk eleminin lezzetinden bîhaber bırakmadı. ”192
Derd yohdur kimsede yohsa tabîb-i feyz-i aşk
Kimde gördi derd kim ol derde dermân etmedi
“Dert yokmuş kimsede; yoksa, aşk feyzi tabibi, kimde dert gördü de, o derde dermân eylemedi?.. ”
“İnsan vücûdu aşk eliyle yok olma derecesine ulaştığı gün fânî vücûdun yerini ebedî vücûd alır. Bu yüzdendir ki kalbi temizleyip nefsânî ayıpları gideren, bütün cismânî ve hattâ rûhânî illetlerin tabîbi “aşk”tır. Sûfîler bu aşka eflâtunî aşk da demişlerdir.”[92]
Abdurrahmân-ı Câmi, “Aşka esir ol ki, hür olasın; onun gamını sinene yerleştir ki, bahtiyar olasın.” der.[93] Niyâzî-i Mısrî de şöyle buyurur:
Gam bugün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür
Duymayan dost derdine aşka giriftâr olmasın
Derd uyutmaz râhat etmez gece gündüz âşıkı
Şol ki bülbüller güle karşı nice zâr olmasın196
Mutasavvıflara göre belâ, Hakk’ın kulunu denemesi, kendisinde mevcut olan iyi hâllere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen göstermesi; bu amaçla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir. Kulun Hakk’a yakınlığı da, O’ndan gelen ezâ ve cezâlara samimî bir şekilde katlanması nispetinde olur.[94] Her işte insana rehber olan derd, bir başka ifâdeyle aşk Hakk’a ulaşmada da en etkili yoldur.
Muhammed İkbal aşkı şöyle târif ediyor: “Aşk makamı minberler değildir, darağacıdır. İbrahimler Nemrudlardan korkmazlar, öd ağacının ayarı ateşte belli olur. ”199
Rüveym b. Ahmed el-Bağdâdî (ö.303/915)’ye göre insanın kendisine isâbet eden belâlardan haz duyması, rızânın göstergesidir.[95] Âşıkın bu hâli de sevgilisinin rızâsına tâlip olmasındandır.
Ger derd ü eğer devâ senündür
Hâkim sensen rızâ senündür
Derdi de, devâyı da veren sensin. Çünkü, hüküm senin elindedir ve râzılık senindir.”
Ger katlüme dûst çekse şemşîr
Yoh mende rızâdan özge tedbîr
“Eğer dostum beni öldürmek için kılıç çekse, buna râzı olmaktan başka bir çârem yoktur.”
Böylece anlaşılmaktadır ki derd de devâ da, kahır da lütûf da âşıkın nazarında aynı şeydir. İkisi de mahbûbdan kaynaklanmaktadır. Aradaki kayd ve perdeler aradan kalkınca her ikisinin aynı şey olduğu görülür.[96] Eşrefoğlu Rûmî, bu hâli şöyle dile getirir:
Câna cefa kıl ya vefâ senden o hem hoş hem bu hoş
Ya derdin gönder ya devâ senden o hem hoş hem bu hoş
Hoştur bana senden gelen ya hil’at yahut kefen
Ger taze gül yahut diken senden o hem hoş hem bu hoş
Yahya b. Muaz Razî (r.a.), “Mahabbetin hakîkatı ve aslı ezâ ve cefâ ile eksilmez, atâ ve ihsan ile de çoğalmaz”, demiştir. Çünkü bu iki şey mahabbette sebeptir. Mahabbet hâsıl olunca cefâ ve vefâ, safâ gibi; vefâ ve safâ da cefâ gibi olur.[97]
Hz. Mevlânâ da aşkın bu çelişkili durumu ile ilgili olarak der ki:
“Ben onun kahrına da lütfuna da candan gönülden âşıkım.
Ne gariptir ki, ben bu iki zıddın ikisinin de âşıkıyım. ”
“Gerçek âşık (artık) küllün âşığıdır, zîra kendisi de külle karışmıştır.
O (hem) kendine âşık (ve hem) kendi aşkını isteyip arayıcıdır.
[98]
“Biliyoruz ki bütün bunlar aşkın kanûnu, aşkın îcâbıdır. Aşkın ıstırâbı ne sevgilinin vefâsızlığından ne de cefâsının çokluğundandır. Aşkın ıstırâbı onun tabiî kanûnudur. Çünkü sevenler için sevgilin cefâsı da vefâsı kadar sevgilidir. Biz ise sevgilinin vefâsı kadar cefâsını da sevmekteyiz. Bu ikisi, birbirinin zıddı gibi göründükleri hâlde birbirinin aynıdır. Bu, garip gibi görünen hakîkat yalnız aşkın kanûnunda bütün garipliğinden sıyrılır.”
“Gerçek âşık da güle değil külle âşıktır. Burada kül bütün isimleri ve sıfatlarıyle birlikte o büyük varlığı ifâde eder. Külle âşık olan ise, Allah’ın elbette yalnız güzel, iyi ve bağışlayıcı sıfatlarına değil, Cebbâr ve Kahhâr olan tecellîsine de âşık demektir. Kısaca o büyük sevgili, Gafûr veya Rahîm; Kahhâr veya Müntakîm, her ne sûretle tecellî ederse; onu seven gönül bu tecellîleri de sever, onun saadetinden olduğu kadar ıstırâbından da haz duyar. Ve bu duygu yüceliğiyle ve bu aşk hâlleriyle o kadar ona yaklaşır ki, kendi de o kül içinde erir. O kül içinde olur. Sonunda duyduğu aşk artık kendi kendisine karşı duyulan bir aşk olur. Bu aşkı duymak, fenâ mertebesine ermektir.”
“Gerçek âşık, iyiliği, güzelliği ve nîmeti ne ölçüde severse kahrı ve mihneti de
o  ölçüde sever. Bu seviyeye ermiş bir kâmil insan ise bütün ilâhî isimler ve sıfatlar kendisinde toplanmışçasına ikilikten kurtulmuş olur. Böyle kimseler, fenâ derecelerinin ileri mevzîlerine yükselerek Allah’ta bâkî olmanın sırlarına ve bahtiyarlığına ulaşmışlardır.” [99]
A. Avni Konuk da, Hz. Mevlânâ’nın yukarıda zikrettiğimiz beyti ile ilgili olarak der ki;
“Kahır ve lütuf, muhakkıkîn nazarında hakîkat-i vâhidenin şuûnâtından başka bir şey olmadığından ikisi de şey-i vâhiddir. Ancak bi-hasebi’l-mezâhir birbirinden ayrı ve yekdiğerinin zıddı görünürler...kahır vech-i Hakk’ın nikabı olan nefse taalluk eder ve onu yırtıp cemâl-i Hakk’ı izhâr eyler. Onların matlûbu da bundan ibârettir.[100]
Sh: 130-145
Kaynak: Nurgül KARAYAZI,  Fuzûlî’nin “Leylâ Ve Mecnûn”unda Tasavvufî Kavram Ve Unsurlar , T.C. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlâhiyat Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 2007, İstanbul



[1]      Kelâbâzî, s.193.
[2]      Mevlânâ, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Şefik Can (trc.) s.44 dipnot no.40; beyit no.503.
[3]      Gürer, s.293-294.
[4]      Uludağ, “Ârif’, s.361.
[5]      Kelâbâzî, s.193.
[6]      Kelâbâzî, s.197.
[7]      Şebusterî, s.173-174.
[8]      Hâs, s.96.
[9]      Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.60.
[10]   Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.44.
[11]   Uludağ, “Ârif”, s.361.
[12]   Ozan, s.154.
[13]   Uludağ, “Ârif”, s.361-362.
[14]   Rifaî, s.53.
[15]   Ögke, s.340-341; Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, s. 117.
[16]   Hâs, s.96.
[17]   H.Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s.201; Ayrıca bkz. Mevlânâ, Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fih, s.66.
[18]   Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.136.
[19]   Ebu Abdullah Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabî, Tedbirât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, Ahmed Avni Konuk (çev.), Mustafa Tahralı (yay. hzl.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1992, s.262.
[20]   Suyûtî, ed-Düreru’l-mensûre, 152; Suyûtî,. el-Hâvî li’l-fetevâ, II/412; Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II/362; Aliyyü’l- Karî, Esrâru’l-merfûa, 351; Zebîdî, İthâfu’s-sâde, I/453. Bu sözün Hz. Ali’ye (r.a.) ait olduğu da söylenir.
[21]   Kâşânî, s.363-364.
[22]   Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.163.
[23]   Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.622.
[24]   H. Kâmil Yılmaz, Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el- Lüma’ İslâm Tasavvufu Tasavvufla İlgili Sorular - Cevaplar,
s.338; Kelâbâzî, s.197;Hucvîrî, s.401; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.622.
[25]   Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.260.
[26]   Kelâbâzî, s.197-198.
[27]   Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.260.
[28]   El-Hakîm, s.274, Ayrıca bkz. aynı eser, s.274-276.
[29]   Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c.I, s. 175.
[30]   Tektaş, s.142; Ankaravi, s. 159; Ayrıca bkz. Abdulvehhâb eş-Şa’rânî, s.30.
[31]   Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 163.
[32]   Ankaravi, s.159-160.
[33]   Sâffât, 37/96.
[34]   Enfâl, 8/17.
[35]   El-Hakîm, s.273.
[36]   Nakşibendî, s.220
[37]   Konuk, C.IV, s.141; Ayrıca bkz. Ebu Abdullah Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabî, Tedbirât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.212,297-298,384,386,418.
[38]   Erhan Yetik, “Hayret”, DİA, C.17, İstanbul, 1998, s.61.
[39]   El-Hakîm, s.274, Ayrıca bkz. aynı eser, s.274-276.
[40]   Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.622.
[41]    Konuk, C.III, s.341.
[42]   Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, s.199.
[43]   Kurnaz, s.100.
[44]   Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 153-154; Eraydın, Tasavvuf ve Edebiyât, s.43.
[45]   Ali Nihat, “Şeyhî’nin Kasîdeleri”, Şeyhî Dîvânını Tetkik, İstanbul: Sühulet Basımevi, 1934, s.11.
[46]   Mesnevîde diğer geçen hayret ve hayranlıkla ilgili beyitlerin numaraları şunlardır:139, 163, 772, 847, 922, 1134, 1632, 2131, 2280, 2467, 2527, 2626.
[47]   Rifaî, s.53.
[48]   Konuk, C.II, s.352.
[49]    Ayvazoğlu, Aşk Estetiği: İslâm San’atlarınınTemel Prensipleri Üzerine Bir Deneme, Ötüken Neşriyat, 1993, s.20.
[50]    H.Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, 10. Baskı, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004, s.209.
[51]    Âl-i İmrân, 3/31.
[52]    Saff, 61/4.
[53]    Buhârî, Îman, 8-9; Müslim, Îman, 66-69.
[54]    Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, Süleyman Uludağ (hzl.), İstanbul:Dergah Yayınları, 1979,s.161.
[55]      Afifî, Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim,İbrahim Kaçar, Murat Sülün (çev.), İstanbul: Risale Yayınları, 1996, s. 233
[56]    Uludağ, s.12.
[57]    H.Kâmil Yılmaz, s.109; Kelâbâzî, s. 162.
[58]    Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Mehmet Günyüzlü (hzl.), İstanbul: Yasin Yayınevi, 2003, s.434-435.
[59]    Kuşeyrî, s.443.
[60]    Kılıç, s.180.
[61]      Süleyman Deliktaş, “Salâhaddîn-i Uşşâkî ve Kasîde-i Hamriyye Şerhi”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler nstitüsü Kelâm-İslâm Felsefesi Bölümü, İslâm Felsefesi Ana Bilim Dalı, 1993), s.36.
[62]    Bakara,2/165.
[63]    H.Kâmil Yılmaz, s.209.
[64]       Uludağ, s.11; Kılıç, s. 171-172; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İkinci Basım, İstanbul: KabalcıYayınevi, 2005, s.48-49; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Anka Yayınları, 2005, s.65; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.83.
[65]       Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Tahlilleri, İstanbul: Kitabevi, 2000, s.176; Ayrıca bkz. Afif Tektaş, Şeyh İsmâil Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukarâ Adlı Eserinin Özü- Fukarânın Yolu-, Mustafa Çiçekler (hzl.), İstanbul: Eren Yayıncılık, 2004, s. 138.
[66]      Mehmet Demirci, “Mesnevî’de Akıl-Aşk Karşılaştırması”, Selçuk Üniversitesi 4. Millî Mevlâna Kongresi (Tebliğler), 12-13 Aralık 1989, Konya, 1991, s.154.
[67]    Ceylan, s.178.
[68]    Necmüddin Kübra, Tasavvufî Hayat, Mustafa Kara (hzl.), İstanbul: Dergah Yayınları, 1980, s. 120-121.
[69]    Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü , s.49.
[70]      Kerim Kara, “Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Kalp-Gönül”, Tasavvuf (Mevlânâ Özel Sayısı),Ocak-Hazîrân 2005, Ankara, s.499.
[71]    Kılıç, s.98.
[72]    Suyûtî, ed-Düreru’l-mensûre, 126; Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-merfûa, 273; ı'ıîUî Uıjoî j'ı uıjeî V 'IjjS
İSli Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II/191 (h. no:2016).
[73]      Ekrem Demirli, “Abdullah İlâhî’nin Keşfu’l-Vâridât Adlı Eserinin Tahkîki”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 1995), s.46; Ayrıca bkz. M. Nusret Tura, Gönül ve Aşk, Mahmut Erol Kılıç(hzl.), İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s.23.
[74]      Mahmut Erol Kılıç, “Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (vücud ve meratibu’l vücud)”, (Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, 1995), s. 144; Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1999, C.I, s.43; Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2002, C.II, s.56.
[75]       Kılıç, “Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (vücud ve meratibu’l vücud)”, s.144-145; Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), II. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2002, C.IV , s.164, 258, 377.
[76]       Rûmî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C.I, s.83.; Benzer yorumlar için bkz.Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın (hzl.), III. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2005, C.III, s.316.
[77]    Konuk, C.IV, s.324; Ayrıca bkz. aynı eser, s.116, 164-166, 377.
[78]    Uludağ, “Aşk”, s.12.
[79]    Ayşe Aladağ, “Tasavvufta İlâhî Aşk”, (Basılmamış Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Tasavvuf Anabilim Dalı,
2004)   , s.13.
[80]    Mehmet Demirci, Yunus Emre’de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 1991, s.21.
[81]    İbn Arabî, İlâhî Aşk, s.24.
[82]    Nazif Hoca, “ Baklî”, DİA, C.4, İstanbul, 1991, s.546.
[83]    Mâide, 5/54.
[84]    Victoria R. Holbrook, Aşkın Okunmaz Kıyıları, İstanbul: İletişim Yayınları, 1998, s.253.
[85]       Ömer Okumuş, “Câmî, Abdurrahman”, DİA, C.7, İstanbul, 1993, s.96; Ayrıca bkz. Sadreddin Konevî, Vahdet-i Vücûd ve Esasları en-Nusûs fî tahkîki tavri’l-mahsûs, Ekrem Demirli (çev.),İstanbul: İz Yayıncılık, 2002, s.105 dipot no.121; Safer Baba, Istılâhât-ı Sofiye fî Vatan-ı Asliye Tasavvuf Terimleri, İstanbul: Keten Yayınları, 1998, s. 18.
[86]    Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.48-49.
[87]       Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.49; Sevginin mertebeleri hakkında farklı görüşler için ayrıca bkz. Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri, Mârifetnâme, M. Fuad Başar (sad.), İstanbul: Âlem Tic. Ve Yay.Ltd.Şti.,
2006, s.462-463; Cebecioğlu, s.65, 405.
[88]    M. Nusret Tura, Aşk Yolu Râh-ı Aşk (III), Mahmut Erol Kılıç (hzl.), İstanbul: İnsan Yayınları, 2006, s.252.
[89]    Pir Muhammed Nur Arabi Hazretleri, Mısrî Niyazî Dîvânı ve Şerhi, Ankara, 1974, s.32.
[90]    Pir Muhammed Nur Arabi Hazretleri, s.132.
[91]    Cebecioğlu, s. 158.
[92]    Rifaî, s.9.
[93]       Nureddin Abdurrahman İbni Ahmed-i Câmî, Yûsuf ve Züleyhâ : beşinci taht , Ali Nihat Tarlan (çev.), Şinasi Tekin, Gönül Alpay Tekin (yay. hzl.), Günay Kut (Türkçe tercümeyi asliyle karşılaştırıp Farsça baskısının (1972) ve yazmasının (Süleymaniye Ayasofya 3898) tıpkıbasımları ile birlikte yay.hzl.), Doğu dilleri ve edebiyâtlarının kaynakları ; 55, Harvard Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, 2003, s.18/347. beyit.
[94]    Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.71; Ayrıca bkz. Kelâbâzî, s.280.
[95]       Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, 7. Baskı, İstanbul: MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2004, s.180; H.Kâmil Yılmaz, s.178.
[96]    Necmüddin Kübra, s.68; Ayrıca bkz.Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.204; Deliktaş, s.64.
[97]    Hucvîrî, s.453.
[98]    Rifaî, s.216-217/1596, 1600. beyitler.
[99]    Rifaî, s.219-220.
[100] Konuk, c.I, s.189.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar