Print Friendly and PDF

ARİSTOS




“Aristos” sözcüğü eski Yunancadan alınmıştır. Sözcük tekildir ve kabaca, belli bir durum için ‘en iyi’ anlamına gelir. İlk hecesi vurgulanır.
Arisios'taki" başlıca ilgi, bireyin özgürlüğünü yüzyılımızı tehdit eden bütün şu uyuşma-baskıları'na karşı korumaktır; hepimizin üzerine, ama özellikle de kamunun gözü önünde olan herhangi bir kimsenin üzerine konulmuş olan bu baskılardan bir tanesi, bir kişiyi, sayesinde para ve ün kazandığı şeyle—yani, öteki insanların onu en çok kullanmak istedikleri şeyle yaftalama baskısıdır. Bir kişiyi musluk tamircisi diye adlandırmak onun bir yanını betimlemektir, ama aynı zamanda onun birçok başka yanını karanlıkta bırakmaktır. Ben kendimizi basılı sözcüklerde ifade etmekten başka özel bir tutukevi istemiyorum.
********************
  • Sözcüğü alışılagelmiş anlamlarından ayırabilmek; bütün insani çağrışımlarından arıtabilmek için tırnak içine alıyorum.
  • ‘Tanrı’ bir durumdur. Bir güç, ya da bir varlık, yahut bir etki değildir. Eril bir ‘o’ ya da dişil bir ‘o’ değil, cinsiyeti olmayan bir ‘o’dur. Mevcudiyet ya da mevcudiyet-olmayış değil, içinde hem mevcudiyetin hem de mevcudiyet-olmayış'ın bulunabileceği durumdur.
  • İnsanlar olmayan şeyin olan şeyi etkileyebileceğini anlayamadıkları için, ‘Tann’nın olduğunu ve eylediğini ileri sürerler. Bizim ‘Tanrı’yı ve onun hikmetlerini bilmeyişimiz her zaman sonsuz kalacaktır. Tanrı nedir? diye sormak Sonsuzluk ne zaman başlar ve biter? diye sormak kadar boştur.
  • Varoluş nihai ya da gizil olarak bilinebilirdir; ‘Tanrı’ sonsuz ölçüde bilinemezdir. Öğrenip öğrenebileceğimiz en çok şey, varoluşun niçin olduğu gibi olduğu; sürüp gidebilmek için niçin böylesi yasalara ve böylesi öğeleri gerektirdiğidir. Niçin olduğunu nihai olarak hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.
  • Aziz Augustinus şöyle der: Biz sadece Tanrı’nın ne olmadığını biliriz. Varoluş bireyseldir, öyleyse ‘Tanrı’ bireysel değildir. Varoluş değişir, öyleyse ‘Tanrı’ değişmez. Varoluşun araya girme gücü vardır, öyleyse ‘Tann’nın yoktur. Varoluş sonludur, öyleyse ‘Tanrı’ değildir. Ama ‘Tanrı’ her yerde mevcuttur, çünkü varolan (ve bu yüzden bireysel olan) her şey değildir.
  • ‘Tanrı’ var değildir; ancak onun var-olmayışı evrensel olarak mevcuttur ve evrensel olarak etkir. Maddi organizmalar için anlamlı olan herhangi bir biçimde var olamaz o; ama bu, bu durumun böylesi organizmalar için anlamsız olması demek değildir. Sözgelimi, kavga eden iki adam görürseniz, ama müdahale etmezseniz (her ne kadar edebilecek durumda olsanız da), o zaman gerçekte müdahale etmeyerek müdahale etmiş olursunuz; ve ‘Tanrı’ için de aynı şey söz konusudur.
  • Bütün, içkin olarak, içinde ilkelerin ve olayların her şey olduğu ve bireysel şeyin hiçbir şey olmadığı bir durumdur. Böylelikle bireysel şeye tümüyle kayıtsız olduğu için, ‘Tanrı’ bütünle tam bir duygudaşlık içinde olmalıdır. Ama o duygudaşlığını varolmayarak ve tümel bilinemezliğiyle ifade eder. O wu wei ve wu ming'dır, eylemsiz ve adsızdır.
  • Tao Te Ching şöyle der:
LXVII. Eğer herhangi bir şeye benzeseydi şimdi çoktan anlamsız olurdu.
LVII. Bilge, ben hiçbir şey yapmıyorum ve insanlar kendiliklerinden değişiyorlar. Ben kımıltısızlığı yeğliyorum ve insanlar kendilerini düzeltiyorlar. Ben müdahale etmiyorum ve insanlar kendi kendilerine refaha kavuşuyorlar, der.
LI. Yüzbinlerce kişiye yaşam verir, ancak hiçbir mülkiyet iddiasında bulunmaz; kazançlar sağlar, ancak hiç teşekkür istemez; göz kulak olur, ancak hiçbir otorite uygulamaz.
X. Eyleme başvurmaksızın insanları sevebilir ve devleti yönetebilir misin?
  • Eğer bireysel şey acı çekerse bu, bütün acı çekmesin diyedir. Bu sadece içinde raslantının, zamanın ve değişikliğin temel özellikler olduğu bireyselleşmiş madde dünyasında olabilir.
  • Sonsuzluk kavramı sonsuzluğun amacı dışındaki her amacı dışlar. Eğer mutluluk duyumları edinebiliyorsak, mutluluğu yaşayan insan varlıkları biçimindeki maddenin sonsuzluğun amacına hizmet etmesinden ötürü böyle oluyordur, bu da sonsuzluğun sürdürülmesidir. Çünkü varolmaktan mutluluk duymak varolmayı sürdürmeyi istemektir.
  • Eğer bütünün amacı kendini sadece sürdürmekse, evrimin, nedenselliğin, karmaşık fiziksel yasaların gerekliliği nedir? Haz bilincini bir yana bırakalım, haz deneyimini ortaya atmak niye?
Varoluş niye öncesiz sonrasız bir boşluk içindeki öncesiz sonrasız bir taş ya da sonsuz bir durağan atomlar bulutu olamasın ki?
Bunun yanıtı insana her zaman basit görünmüştür. Tanrı marifetlerine hayran olunmasını arzu eder; ilahiler ve kurban isterler. Ancak bu, içinde biz insanların Azınlık ve yaratımın geriye kalan bütün daha alt bölümlerinin Çoğunluk olduğu, insanbiçimci evrenin eski ve tehlikeli bir sapkınlığıdır. Böyle bir evrende çok etkin bir tanrıyı benimsememiz gerekir; ve çok fazla bizim tarafımızda olan bir tanrıyı, bütünün komutasını elinde tutan, kuşku uyandıracak kadar önyargılı bir figürü.
  • Zaman madde ne diye varolsun ki? Eğer sonsuzluğun tek amacı sonsuzluksa, tek bir hidrojen atomunun bir fazlalık olarak görünmesi gerekir. Ancak sonsuzluk sadece zamanın sonsuzluğu olamaz. Zaman kendinde, mutlak biçimde, varolmaz; her zaman bir gözlemciye ya da bir nesneye ilişkindir. Saatim yoksa “Zamanı bilmiyorum,” derim. Madde olmaksızın zamanın kendisi bilinmezdir; ve: sonsuzluk varolmaz.
·        Kendimi bir tanrıtanımaz olarak görmüyorum, ancak bu Tanrı' kavramı ve zorunlu efendisizliğimiz bütün toplumsal meselelerde sanki tanrıtanımazmışım gibi davranmaya zorluyor beni.
·        Dinlere karşı ne kadar sempati duyarsam duyayım, onların bazı mensuplarına ne hayranlığım olursa olsun, onlarda ne kadar tarihsel ya da biyolojik zorunluluk, ne kadar metaforik hakikat görürsem göreyim, onları gerçekliğin inanılır açıklamaları olarak kabul edemem; onlar benim pozitif insani niteliklere ve tanrısallıklarındaki müdahaleci güçlere inancımı gerektirdikleri ölçüde benim için inanılmazlardır.
·        Raslantı ve sonsuzluk içinde yaşıyorum. Kozmos çevremde uzanıyor, üst üste galaksi çayırları, art arda kara uzamlar, yıldız bozkırları, okyanusvari karanlık ve ışık. İçinde hiçbir sorumluluk sahibi tanrı, hiçbir özel ilgi ya da özel merhamet yok. Ancak her yerde, yaşayan bir denge, yükselip alçalan bir gerilim, devasa ama gizemli bir yalınlık, sonsuz bir ışık soluyuşu görüyorum. Ve varolmanın, raslantı içinde yaşamam gerektiğini, ama bütünün raslantı içinde olmadığını anlamak olduğunu kavrıyorum. Bunu görmek ve bilmek bilinçli olmaktır; kabul etmek insan olmaktır.

  • Bunun insanlık için olası bütün dünyaların en iyisi olmadığını niçin düşünüyoruz? İçinde niçin mutsuzuz?
  • Bunun sonucu büyük hoşnutsuzluklar oluyor. Ben bu hoşnutsuzlukların hepsinin de mutluluğumuz için birincil önemde olduğunu, çünkü onların mutluluğun yeşerdiği toprağı sağladıklarını savunuyorum.
  • Ölümden iki nedenden ötürü nefret ediyoruz. Yaşamı vaktinden önce sona erdiriyor; ve onun ötesinde ne yattığını bilmiyoruz.
  • Eğitim almış insanlığın çok büyük bir çoğunluğu günümüzde ölümden sonra bir varoluşun olduğundan kuşkulu. Şurası açık ki, tek bilimsel tutum bilinemezciliğin tutumudur: sadece bilmiyoruz. Bahis Durumu içindeyiz.
  • Bahis Durumu, gelecekteki bir olay hakkında kesinliğe sahip olamayacağımız; ancak bu olayın doğasına ilişkin bir karara varmamızın yaşamsal olduğu bir durumdur. Bu durum karşımıza bir at yarışının başlangıcında, kazananın adını bilmek istediğimizde ortaya çıkar. En kötü olasılıkla onu kumar oynar gibi tahmin etme durumuna ve en iyi olasılıkla da, geçmişteki kanıtlardan, padokun koşullarından ve öteki bütün koşullardan yola çıkarak zekice bir tahmin yapma durumuna düşeriz. Çoğu ciddi kumarbaz ikinci yöntemin çıkarlarına daha çok yaradığını bilirler; ve ölümden sonra başka bir yaşamın varlığıyla bütünsel bir yok olma arasındaki yarış üzerinde bahse girmek istediğimizde de kullanmamız gereken bu yöntemdir, iki atımız, ama elbette üç seçeneğimiz vardır, çünkü bahse girmemenin en iyisi olduğunu—yani, bilinemezci kalmayı savunabiliriz.
  • Bahis temasıyla ilk kez bu analojiyi kurmuş olan Pascal için, yanıt açıktı: insan bütün parasını ölümden sonra ödüllendirici bir yaşamın varolduğunu savunan Hıristiyan inancı üzerine oynamalıydı. Eğer bu inanç doğru değilse, diye akıl yürütüyordu Pascal, o zaman insan sadece koyduğundan başka hiçbir şeyi yitirmemiş olur. Eğer doğruysa, her şeyi kazanır.
  • İmdi Pascal'in çağdaşı bir tanrıtanımaz bile, çoğunluğun uygun bir biçimde cehennem ateşine inandığı adil olmayan bir toplumda, yanlış ya da doğru, bu ölümden sonra yaşam fikrini savunmaktan sadece iyi bir sonuç çıkabileceği görüşünü benimseyebilirdi. Ancak günümüzde ölümden sonra yaşam kavramı, insanların geri kalan kısmı şöyle dursun tanrıbilimciler tarafından bile bir tarafa bırakılmıştır. Cehennem sadece, herkesin eş ölçüde onun varolduğuna inananların olduğu bir dünyada; içindeki her erkeğe ve kadına bütünsel bir istenç (irade) özgürlüğü—ve dolayısıyla da bütünsel bir biyografik ve biyolojik benzerlik—olanağını tanıyan bir dünyada olabilir. İnsanın davranışlarında dışsal koşullarca ne ölçüde belirlendiği üzerinde hâlâ görüş ayrılıklarımız olabilir, ancak onun büyük ölçüde böyle belirlenmiş olduğu çürûtülemez.
  • Eşitsizlik insanı sürekli olarak zalimce ezdiği için ölümden sonra yaşam fikri insanın aklından hiç çıkmamıştır. Bu fikir sadece yoksullara, hastalara, tarihin talihsiz mağdurlarına çekici gelmemiştir; bütün dürüst insanların adalet duygularına da hitap etmiştir. Ve aynı zamanda çoğu kez de, toplumda eşit olma/an bir status quo sürdürme fikri onları isyan ettirdiği için böyle olmuştur. Bu inanç, bir yerde, hepimizin kendi liyakatimize göre ödüllendirileceği mutlak bir adalet sistemi ve mutlak bir yargı günü olduğunu ileri sürer.
  • Ancak insanlığın gerçek özlemi ölümden sonra bir yaşam değildir; burada ve şimdi ölümden sonra bir yaşamı gereksiz kılacak bir adaletin kurulmasıdır. Bu mit, varoluşsal gerçekliğin hayal kırıklıkları için telafi edici bir fantezi, psikolojik bir emniyet subabıydı.
  • Dünyamızda adalet kuracak olan biz kendimiziz; ve ölümden sonra bir yaşam inancının yavaş yavaş kaybolmasına olanak tanıdıkça, ama öte yandan dünyamızın görünen eşitsizliklerini düzeltmek için hâlâ çok az şey yaptıkça, o zaman daha fazla tehlikeye gireriz.
  • Dünyamızın kötü tasarlanmış bir motoru var. Bu mitin yakıtını kullanarak yüzyıllardır çok ısınmadı. Ancak şimdi yakıt düzeyi hayra alamet olmayacak ölçüde aşağı düşüyor. Bu nedenle, bilinemezci kalmak yeterli değil. Öteki ata oynamalıyız' bir yaşamımız var ve o, vücut kadar bilincin de tümel bir yok olmasıyla sona eriyor.
  • Önemli olan gelecek dünyada bizim kişisel lanetlenmemiz ya da kurtuluşumuz değildir, varolan dünyadaki hemcinslerimizin lanetlenişi ya da kurtuluşudur.
  • Ölümden nefret edişimizin ikinci nedeni neredeyse her zaman çok çabuk gelmesi. Sonsuza değin yaşamış olsak daha mutlu olurduk gibisinden, ölümden sonra bir yaşamın arzulanabilirliği yanılsamasına benzer bir yanılsamanın içindeyiz. Hayvani arzular her zaman onları tatmin eden şeyin uzamasına yöneliktir. Daha ikiyüz yıl önce kırk yaşına erişmiş olan bir kimse ortalama ömrü aşmış oluyordu; ve belki ikiyüz yıl sonra yüz yaşına erişmiş olanlar bugünün yetmişlikleri kadar olağan olacak. Ama yine de daha uzun bir yaşamı şiddetle arzulayacaklar.
  • Ölümün işlevi yaşama gerilim katmaktır; bireysel varoluşun uzunluğunu ve güvenliğini ne kadar arttırırsak onun gerilimini o kadar fazla azaltırız. Bütün haz deneyimlerimiz zayıf ancak korkunç şekilde, bir mahkûmun son kahvaltısı unsurunu, öleceğini bilen şairin, savaşta ölmeye yazgılı genç askerin yoğunluk duygusunun bir yankısını içerir.
  • Hissettiğimiz her haz daha az bir hazdır; her gün takvim üzerindeki bir darbedir. Kabul etmeyeceğimiz şey, günün içindeki ve günün geçişindeki sevincin birbirinden ayrılmaz olduğudur. Varoluşumuzu yaşanmaya değer kılan da tamı tamına, onun değerini ve süresini—niteliğini ve devamlılığım—görecelik matematiğindeki zamanı ve uzamı birbirinden çözüp ayırmak kadar olanaksız oluşudur.
  • Haz ölümün bir ürünüdür; ondan bir kaçış değildir.
  • Eğer ölümden sonra bir yaşam olduğu (kesinkes) kanıtlansaydı, yaşam telafi edilemez ölçüde bozulurdu. Amacını yitirirdi; ve intihar, bir erdem olurdu. Olası tek olanaklı cennet, içinde bir zamanlar varolduğumu bilemeyeceğim cennettir.
  • Yirminci yüzyılda iki eğilim vardır; birincisi, yanlış yola saptırılmış olanı, ölümü evcilleştirmek, ölümün yaşam gibi olduğunu ileri sürmektir; ötekisi ise, ölüme karşıdan bakmaktır. Ölümü evcilleştirenler ölümden sonra yaşama inanırlar; özenle hazırlanmış ölüm sonrası seremonilerden hoşlanırlar. Ölüme karşı tutumları örtmece deyişlerle dile getirilir; ölüm ‘öte yana geçmek’ tir ve ‘daha iyi bir yere gitmek’tir. Gerçek ölüm süreci ve çözünüp dağılma sansür edilir. Bu tür kişiler eski Mısırlılarla aynı zihniyeti paylaşırlar.
  • ‘Öte yana geçmek’: görsel düzmece analoji. Biliyoruz ki, her gün sürekli olarak gördüğümüz gibi, bir yana geçen nesneler, gördüğümüz geçişten hem önce hem de sonra varolurlar; ve biz böylelikle mantıkdışı ve yanlış olarak, yaşama böyle bir geçişmiş gibi muamele eder oluyoruz.
  • Ölüm bizim içimizde ve dışımızdadır; arkamızdaki her odada, her sokakta, her tarlada, her arabada, her uçaktadır. Ölüm varolduğumuz her an olmadığımız şeydir ve varolduğumuz her an zarların hareketsizleştiği andır. Her zaman Rus ruleti oynuyoruz.
  • Ölü olmak hiçliktir, olmayıştır. Öldüğümüzde ‘Tanrı’yı oluştururuz. Kutsal emanetlerimiz, anıtlarımız, bizden sonra yaşayanlar tarafından zihinlerde yaşatılan anılar, bunlar hâlâ varolurlar; ‘Tanrı’yı oluşturmazlar, ancak süreci oluştururlar. Ancak bu kutsal emanetler, oluşumuzun değil, bir zamanlar olmuş olduğumuzun fosilleşmiş izleridir. Bütün büyük dinler ölümün hiçbir şey olmadığını anlatmaya çalışırlar. Gelecek başka bir yaşam vardır. Ama niçin yalnızca insanlar için? Ya da niçin yalnızca insanlar ve hayvanlar için? Cansız şeyler için niçin yoktur? İnsanlar için ne zaman başlamıştır? Pekin insanından önce mi, yoksa sonra mı?
  • Toplumsal bir akım ölümü nasıl gizlemeye, örtmece ifadelerle varoluşun dışında tutmaya çalışmışsa, bir başka akım da ölümü başlıca bir eğlence öğesi olarak ortaya atmıştır: cinayet, hikâyeleri, savaş hikâyeleri, casus hikâyeleri, kovboy filmleri. Ancak yüzyılımız ilerledikçe, gitgide artan şekilde, bu kurmaca ölümler daha kurmaca olmakta ve gizli örtmece deyişlerin işlevini yerine getirmekteler. Evimizdeki bir kedi yavrusunun gerçek ölümü, bir çocuğu, bütün televizyon gangsterlerinin, kovboylarının ve Kızılderililerin ‘ölümlerinden’ çok daha derinden etkilemektedir.
  • Ölüm sözcüğüyle tipik olarak bireylerin ortadan kayboluşlarını düşünüyoruz; maddenin ortadan kaybolmadığını, ama sadece başkalaşıma uğradığını bilmek bizi avutmuyor. Genelleşmiş içeriğe değil, bireyselleştirici biçime yas tutuyoruz. Ancak gördüğümüz her şey ölümün bir metaforudur. Her limit, her boyut, her yolun her sonu, bir ölümdür. Hatta görmek bile bir ölümdür, çünkü ötesini göremediğimiz bir nokta vardır ve görüşümüz ölür; kapasitemizin sona erdiği her yerde ölürüz.
  • Zaman ölümün eti ve kemiğidir; ölüm bir kafatası, bir iskelet değildir, tersine bir kadran, ince bir gaz denizi içinden ışınlarını saçan bir güneştir. Bu cümleyi okumaya başladığınızdan beri bir parçanız ölmüştür.
  • Ölümün kendisi ölür. Yaşadığınız her an, o ölür. Ey Ölüm nerede senin iğnen, ben senin ölümün olacağım Ölüm. Yaşayanlar bunu kanıtlarlar; ölüler değil.
  • Salt geçim düzeyinin üzerinde yaşayan bütün ülkelerde, yaşam hazlarının bilincine varılmasında keskin bir artışa tanık olmuştur yirminci yüzyıl. Bu sadece ölüm sonrası yaşama inanmanın son bulmasından değil, tersine, ölümün günümüzde daha gerçek, daha olası oluşundan ötürüdür, çünkü artık Hidrojen bombası vardır.
  • Ölüm daha mutlak göründükçe, yaşam daha otantik [Gerçek olan, gerçeğe veya aslına dayanan, orijinal, mevsuk. ] olur.
  • Bütün sevdiklerim ve tanıdıklarım bir saatçik içinde yanıp kül olabilir: Londra, New York, Paris, Atina ona kadar saymaya vakit bulamadan ortadan kalkabilir. Ben 1926'da doğdum; ve şimdi on saniye içinde olabileceklerden ötürü, o yıl, kırkbir yıl değil, ölçüye gelmez bir çağ ve masumluk kadar uzakta uzanıyor. Ne var ki o masumluğa hayıflanıyor değilim. Yaşamı daha fazla seviyorum, daha az değil.
  • Derim beni nasıl sarıyorsa ölüm de öyle sarıyor beni. O olmaksızın, olduğum şey değilim. Ölüm kendisine doğru yürüdüğüm uğursuz bir kapı değil; öteye doğru yürüyüşüm o benim.
  • Bir erkek olduğum için ölüm benim karım; ve şimdi soyunduğuna, güzel olduğuna göre, benim soyunmamı, onun eşi olmamı istiyor. Bu zorunluluktur, bu sevgidir, bu başkası-için-olmak'tır, başka bir şey değil. Bu durumdan kaçamam, kaçmak da istemiyorum. Sevişmemi istiyor ölüm, erkeğini yiyen bir örümcek gibi beni tüketmek için değil, ama âşık bir eş gibi, bütünsel duygudaşlığımızı kutlayabilelim, verimli olabilelim ve çocuk yapabilelim diye. Yaşamımdaki iyi olan her şeyi gerçek kılan onun benim üzerimdeki etkisi ve benim onun üzerindeki etkim. O, varlığından utandığım ya da unutmak istediğim ya da kimi zamanlar varolmuyormuş gibi davranabildiğim bir fahişe ya da metres değil. Benim gerçek karım gibi yaşamımdaki her önemli durumu bana bildiriyor, tümüyle yaşamıma ait, onun ötesinde, ona karşı ya da onun karşısında değil. Sözcüğün her anlamında, onu tümüyle kabul ediyorum ve bana ifade ettiği şeyler için onu seviyorum ve sayıyorum.
  • Kaygı, raslantının genel zorunluluğunun üzerimizdeki, bize özgü, hoş olmayan etkisine verdiğimiz addır. Bütün kaygılar bir anlamda teşvik eder. Zayıfları tahammül duygusunun ötesinde teşvik edebilir; ancak insanlığın bir bütün olarak teşvik edilmesi esastır.
  • Mutlu bir dünyada bütün kaygılar oyun olurdu. Kaygı acıya neden olan bir eksikliktir; oyun hazza neden olan bir eksikliktir. Özdeş durumlarda iki farklı insan: birinin hissedebileceği kaygıyken, ötekisi için bu bir oyundur.
  • Kaygılar, gerçek yaşamımızdaki kutup ile sürmüş olmayı hayal ettiğimiz yaşamdaki karşı kutup arasındaki gerilimlerdir.
  • Ezoterik metafizik kaygılar ile pratik gündelik kaygılar vardır. Temel nitelikte evrensel kaygılar ile özel nitelikte bireysel kaygılar vardır. İnsan daha duyarlı oldukça, kendisinin ve başkalarının bilincine daha fazla vardıkça, bugünkü kötü örgütlenmiş dünyasında, daha fazla kaygılı olacaktır.
  • Kaygılar şunlardır:
Yaşamın anlamını bilmeme kaygısı.
Geleceği bilmeme kaygısı.
Ölüm kaygısı.
Doğruyu seçme kaygısı. Seçişlerim nereye götürecektir? Seçebilir miyim?
Başkası olma kaygısı. Herkes benim için başkasıdır, kendimin çoğu dahil.
Sorumluluk kaygısı.
Sevememe ve başkalarına yardım edememe kaygısı: ailemize, dostlarımıza, ülkemize, bütün insanlara. Bu durum, artan başkası olma bilincimizle vahimleşmektedir.
Başkalarınca sevilmeme kaygısı.
Respublica [’ (Lat.) Kamusal. ] kaygılar—toplumsal adaletsizlik, hidrojen bombası, açlık, ırkçılık, aşırı tehlikeli politikalar, şovenizm, ve diğerleri.
Hırs kaygısı. Ben olmak istediğim kişi miyim? Başkalarının (işverenlerim, ailem, dostlarım) olmamı istedikleri kişi miyim?
Toplumsal mevki kaygısı. Sınıfa, doğuma, paraya, toplumdaki statüye ilişkin.
Para kaygısı. Yaşamın gereklerine sahip miyim? Özel bir yatın ve eski ustaların tablolarından oluşan bir galerinin
yaşamın gerekleri olarak görünebileceği durumlar vardır.
Zaman kaygısı, istediklerimi yapacak zamanım var mı?
Seks kaygısı.
İş kaygısı. Doğru işi mi yapıyorum? Yapılması gerektiği kadar iyi yapıyor muyum?
Sağlık kaygısı.
Bir büroda yalnız olmak—hepsi de aynı anda çalan bir sürü telefon. Bu kaygılar bizleri bir kılabilir. Hepimiz de onları hissediyoruz. Ama sanki bir ülkenin yurttaşlarının her biri kendi evinde barikat kurup ülkeyi savunabilirmiş gibi, onların bizi yalıtmasına izin veriyoruz.
  • Yaşamda sahip olduğum tek kesinlik bir gün öleceğimdir. Gelecekte başka hiçbir şeyden emin olamam. Ama ya hayatta kalıyoruz (ve şimdiye değin insanlık tarihinde geniş bir çoğunluk hayatta kalmıştır) ve hayatta kalmayabilecekken hayatta kalmak bize mutluluk dediğimiz şeyi veriyor; ya da hayatta kalmıyoruz ve bunu bilmiyoruz.
  • Raslantı evrimsel bir süreç için temel önemdedir. Onun bazı kişisel etkileri bizi mutsuz kılar, çünkü raslantı tanımı gereği eşitlikçi değildir. Anladığımız biçimiyle, yasa ve adalet gibi terimlere kayıtsızdır.
  • Raslantının amacı bizi ve maddenin geriye kalan kısmını, evrime zorlamaktır. Evrime tabi bir süreçte ancak evrime uğrayarak hayatta kalmayı sürdürebiliriz, insan evriminin amacı bu yüzden şunu tanımaktır: varolmak için evrim geçirmeliyiz. Ve gereksiz eşitsizliği ortadan kaldırmamız—bir başka deyişle, insani alanda raslantıyı sınırlamak—bu önermenin belirgin bir sonucudur. Bu yüzden, kesilebilecekleri için ellerden nefret etmekte; ya da onların kesilmeyeceklerini görmek için her tür önlemi almamakta ne kadar anlam varsa, genel olarak raslantıdan ötürü mutsuz olmakta da o kadar anlam vardır.
  • Napoleon bir zamanlar şöyle demişti: “Toplum, servet eşitsizliği olmaksızın ve servet eşitsizliği de din olmaksızın varolamaz.” Elbette bir tarih kuramcısı olarak konuşmuyor, ama Vatican ile Antlaşma'sını doğruluyordu; bununla birlikte bu Makyavelci ifade, sosyalizmin hem amaçlarını hem de güçlüklerini hayranlık verici bir biçimde ortaya koyuyor.
  • Sosyalizm-Komünizm Hıristiyanlığı yeniden düzenlemek ve yeniden yorumlamak için yapılan bir girişimdir. Ancak giyotine gönderdiği Hıristiyanlığın özellikleri arasında temel bir özellik vardı: gizem. Hıristiyanlık çürümekte, çünkü sahte bir gizemi korumaya girişmişti; sosyalizm çürüyecek, çünkü doğru bir gizemi ortadan kaldırmaya girişti.
  • Hıristiyanlık gibi sosyalizm de, fırlatma olayından sonra fırlatma mekanizmasını çok uzun süre tutmuştur. İlk sosyalistler daha büyük bir toplumsal adalet sağlayabilmek için çarpıcı, ama kaba, çeşitli eşitlik, maddecilik, tarih kuramları yaymışlardır; proletaryayı idolleştirmişler ve proletarya olmayan her şeyi karalamışlardır. Sosyalizmi bir cop gücüne, büyük bir patlamaya çevirmişlerdir. Şimdi ihtiyacımız olan şey büyük bir patlama değildir. Daha az güce ve daha (azla düşünceye; daha az öğretiye ve daha fazla değerlendirmeye ihtiyacımız var.
  • Dahi önceki dinlere bütün düşmanlığına karşın, sosyalizmin kendisi bir dindir; bu hiçbir yerde onun sapkınlıktan, dogmanın bazı maddelerini gerçeklik hakkında tartışılmaz ifadeler olarak almayan herhangi bir eleştirellikten nefretinde olduğu kadar belirgin değildir. Dogmanın kabul edilmesi bir inanca imanın başlıca kanıtı olur. Bu, dosdoğru taşlaşmaya götürür.
  • Sosyalizmin kalbindeki büyük problem şudur: çoğunluğa toplumsal adalet getirebilmek için, sosyalizmin liderleri iktidarı onlara vermek zorunda kaldılar. Ne var ki proletarya, ihtiyaç duyduğu şeyden çok istediği şeyi keşfetmekte çok daha beceriklidir; bu yüzden iktidarı onlara vermek, onlara ihtiyaç duydukları şeyi görme nesnelliğini vermek değil, onlara istedikleri şeyi söyleme iktidarı vermek demekti. Çoğunluğun her şeyden önce ihtiyaç duyduğu şey eğitimdir; onların lider olmaları değil, onlara yol gösterilmesi gerekir. Sosyalist liderlerin kurmaları gereken bu nazik dengedir—bir yandan iktidarda kalmak için çoğunluğun tüketim mallarına, yaşamın değersiz ıvır-zıvırlarma duydukları arzularını yatıştırmaları ve sağ kanat tarafından (en komünist ülkelerde bile bir sağ kanat vardır) mağdur edilmemelerini yeterince sağlamaları gerekir; ve bir yandan da çoğunluğu, hayatta sınırsız serbest girişimden ve kremalı pastayla televizyon sirklerinin ardında koşmaktan daha soylu şeyler olduğuna inandırmaları gerekmektedir, iktidara, halkın kudretine ve sonra da halkın, o kudretin doğru olmadığına rıza göstermesine ihtiyaçları vardır; evrensel ve iyi eğitilmemiş bir seçmenler sınıfının, itaat kadar seçilen temsilcilerinden ve yöneticilerinden kılavuzluk almaya ihtiyacı vardır.
  • Sosyalizmin, varsayımsal bir öteki dünyada değil, ama bu dünyanın varsayımsal bir geleceğinde ölümden sonra yaşam miti vardır. Marksizm ve Leninizm'in her ikisi de, kötü araçları iyi amaçlarla doğrulayarak, mükemmeliyet kavramını ilan ederler, kullanırlar ve suistimal ederler.
  • Sosyalizmin, emeğin gerçek soyluluğu gibi, başka mitleri vardır. Ne var ki sonuçta işçiyi sömüren kapitalist değildir; işin kendisidir.
  • Refah devleti maddi refah sağlar ve psikolojik huzursuzluğa yol açar. Çok fazla toplumsal güvenlik ve eşitlik bireysel rahatsızlığa ve hayal kırıklığına neden olur: raslantı açlığı ve eğlence açlığı. Refah devletinin karabasanı sıkıntıdır.
  • Tam istihdam, planlı bir ekonomi, temel sanayilerin devlete ait olması, ulusal sigorta ve bedava tıbbi bakım bir toplumda hayran olunacak şeylerdir. Ne var ki böylesi donanımlar başka donanımları gerektirir. Bir kanadı güçlendiririz, ve düşmanın öteki kanada saldırmayacağına güveniriz. Oysa evrim hiçbir şövalyelik tanımaz. Yaşama standardı yükseldikçe, eğlenceye daha çok ihtiyaç duyulur. Boş zaman arttıkça, gerilim eksikliği büyür. Ve tuzun fiyatı artar.
  • Şu anda tasarlandığı biçimiyle refah devleti evrimin yüksek değer verdiği etkenleri hiçler: yani, raslantıyı ve gizemi. Bu, refah devletinin genel ilkesine karşı bir argüman değil, refah devletinin şu anki kavramlarının ve eşitliği oluşturan şeyin uygunsuzluğuna karşı bir argümandır. Bizim daha az egalite’ye [eşitlik; düzlük, düzgünlük] ve daha fazla fraternite’ye [kardeşlik ] ihtiyacımız var.
  • Toplumsal durgunluk büyük olasılıkla aşırı toplumlarda— aşırı biçimde adil ya da aşırı biçimde adil olmayan—meydana gelecektir ve üç şeyden birine yol açması olasıdır: savaş, çürüme ya da devrim.
  • Bizim, ortalama bireyin ve ortalama toplumun ihtiyaç duyduğu eğlence, heyecan, değişiklik, her çeşit risk miktarını; ve onlara niçin ihtiyaç duyduklarını inceleyen bir bilime ihtiyacımız vardır.
  • Sosyalizm, olanaksız bir eşitliğe doğru sonsuz ve düşüncesiz bir özlem çekme ruhuyla, muhafazakârlık ise talihlilerin ne olursa olsun iyi talihlerini sağlamaları gerektiği gibisinden domuzca bir inançla neye uğradığını şaşırmıştır. Hıristiyanlık ile sosyalizmin her ikisi de kısmen başarısızlığa uğramışlardır. İki kımıltısız ordu arasındaki sahipsiz toprakta yalnızca tek bir felsefe vardır: muhafazakâr benlik felsefesi.
  • Ne var ki hem Hıristiyanlık hem de sosyalizm, sırf daha kötü bir inanca karşı savaştıkları ve doğru özel inancın en iyi kamusal kullanıcıları gibi gözüktükleri için yandaş kazanmaktadırlar. Ama onlar silah imalatçıları gibidirler. Sağlıkları, içine karıştıkları savaşın sürmesine ve dolayısıyla da, paradoksal bir biçimde, açıkça karşı çıktıkları amaçların ta kendilerine bağımlıdır. Yoksulluğun ve toplumsal adaletsizliğin olduğu yerde, Hıristiyanlık da komünizm de gelişebilir.
  • Komünizm ile sosyalizm, kapitalizmi ve Hıristiyanlığı güçlendirirler ve bunun tersi de doğrudur. Her iki taraf da ötekinin tamamen ortadan kalkmasını düşler; ama öte yandan birbirlerine ihtiyaçları vardır ve birbirlerine karşı destek sağlarlar.
  • Birçok toplumun ve ırksal blokun aşırı büyümenin eşiğinde olmalarından ötürü hayatta kalabilmek için birbirlerini ortadan kaldırmak zorunda kalacakları ve böylesi bir ortadan kaldırma hareketini hızla gerçekleştirme araçlarının el altında bulunduğu bir dünyada, sınırsız serbest girişimin, insan benliğinin, status quo 'yu [statüko, şimdiki durum] korumanın felsefesi olan muhafazakârlık, hiç kuşku yok ki yanlış ve tehlikeli bir felsefedir. Eğer muhafazakârlık, sağ kanat, sözde ‘özgür’ dünyada bu denli çok iktidara ve etkiye sahipse, komünizm türünden otokratik doktriner sosyalizmin kötü bir alternatif olarak gözükmesinden ötürü böyledir. Eğer insanlar adil olmayan özgür bir toplumla, adil, ama özgür olmayan bir toplum arasında seçim yapmak zorunda kalsalar, her zaman birinci seçeneği yeğleyeceklerdir, çünkü özgürlük insanın manyetik kuzeyidir. Bu yüzden insanlık için Batı Avrupa'da gelişen türden bir parlamenter sosyalizmde başka herhangi bir siyasal eğilimde olduğundan daha fazla umut vardır; ve bu, daha önce sözünü ettiğim doktriner ve öteki zayıflıklara karşın böyledir.
  • Sosyalizm her şeyden önce, dünyada çok fazla eşitsizlik olduğu ve bu eşitsizliğin bir çaresinin bulunması gerektiği yolundaki yaşamsal kavrama kutsal bir değer olarak bakar. En iyi sosyalizm minimum toplumsal ıstırapla maksimum özgürlüğü elde etmeyi arzu eder. Araç bazen yanlış olabilmesine karşın, niyet doğrudur.
  • Parlamenter sosyalizmin önündeki görev, insanın temsilcilerini seçme özgürlüğünün olduğu bir toplumda; kısacası, seçmenlerin toplumdan çok kendini seçme tehlikesinin varolduğu bir toplumda politikaların iyi eğitilmemiş seçmenlere açıklıkla anlatılabilmesi ve savunulması görevidir. Seçimsel nedenlerle parlamenter sosyalizmin politikalarının muhafazakârlığa özendiği, doktriner gerekçelerle önlemler üzerinde ısrar ettiği noktada sosyalizmi reddediyorum; ve politikalarının, Komünizmde olduğu gibi, seçmenler sınıfının temel seçme özgürlüğüne saldırdığı noktada da onu reddediyorum. Ama halkın daha adil bir dünyanın başlamasını seçebilmek için öteki daha avantajlı politikaları özgürce seçebilme arzusunu dile getirdiğinde, onu kabul ediyorum. Ve zaten nasıl olur da iyi niyetli insanlar başka herhangi bir siyasal inancı destekleyebilirler?
  • Faşizm, Çoğunluk'un örgütlenebilmesi ve kontrol edilebilmesi için güçlülerin ve zekilerin görevinin devletin kontrolünü ellerine geçirmeleri olduğunu ileri sürer. Platoncu en iyi anlamında siyaset felsefelerinin en gerçekçisidir: Ama her zaman aynı kayaya çarpar: birey kayasına.
  • Onayladığımız önlemlerden bizi kuşkuya düşüren içimizdeki bireydir. Kendimizi her zaman onaylamayanların yerine koyabiliriz. Bireysellik, sayesinde bütün bireylerin iletişim kurabileceği bir kanal, bir aracıdır. Bütün öteki bireylere ulaşan bir pasaporttur. Ne var ki faşizmin ortadan kaldırmaya giriştiği, bireyselleşmiş zekâların aralarındaki bu temel iletişim kurabilme yeteneğidir. Faşizm ile hayal gücü bağdaşmazlar.
  • Faşistler tek kutuplu bir toplum kurmaya girişirler. Herkesin yüzü güneye bakmalıdır, hiç kimse kuzeye bakmamalıdır. Ne var ki, böylesi toplumlarda buyurulan şeyin karşı kutuplarına doğru kaçınılmaz bir çekim vardır. Eğer insana geleceğe bakması emredilirse, o şimdiye bakar. Eğer ona Tanrı'ya tapınması emredilirse, o insana tapınır. Eğer ona devlete hizmet etmesi emredilirse, o kendine hizmet eder.
  • Bir makinenin yağa ve yuvarlaklaştırılmış kenarlara ihtiyaç duyması gibi, toplum bazı uzlaşımlara ihtiyaç duyar. Ancak birçok toplum uzlaşmayı, tam da uzlaşmazlığın gerekli olduğu meselelerde talep eder ve uzlaşmazlığın yasaklanması gerektiği yerde varolmasına olanak tanır. Bir toplumda hiçbir şey uzlaşma arzusunun bu boşa harcanması ya da kötü kullanılmasından daha kötü olamaz.
  • İyi insan toplumu, içinde hiç kimsenin niçin uzlaştığını düşünmeden uzlaşmadığı; içinde hiç kimsenin niçin itaat ettiğini düşünmeden itaat etmediği; ve içinde hiç kimsenin korku ya da tembellikten ötürü uzlaşmadığı bir toplumdur. Böylesi bir toplum faşist bir toplum değildir.
  • Bütün devletler ve toplumlar başlangıç hallerinde faşisttirler. Tek kutuplu olmaya, ötekileri uzlaştırmaya uğraşırlar. Faşizmin gerçek panzehiri bu yüzden varoluşçuluktur; sosyalizm değil.
  • Varoluşçuluk insanın bütün düşünce sistemlerine, ruhbilim kuramlarına ve onu bireyselliğinden yalıtmaya girişen toplumsal ve siyasal baskılara karşı başkaldırısıdır.
  • En iyi varoluşçuluk bireyde kendi biricikliğine ilişkin bir duyguyu, entelektüel kendinden hoşnutluğa (taşlaşma) karşı bir panzehir olarak kaygının değerinin bilinmesini ve kendi yaşamını seçme ve kontrol etmesini öğrenmesi gerektiği bilincini yeniden temellendirmeye çalışır. Varoluşçuluk bu yüzden, öteki özellikleri arasında, modern insandaki nemo'nun her yerde varolan ve gitgide tehlike arzeden anlamıyla bir savaşma girişimidir.
  • Varoluşçuluk doğası gereği, bütün toplum örgütlenmelerine ve bireye, ona istediği kadar ait olmayı seçme olanağı tanımayan inanca düşmandır. Bu ayak direyen, bu inatçı bireycilik, onu gerçekte anarşistler ya da bohemler alan şu soi-disant' [özenti, sözde] varoluşçular tarafından yanlış tanıtımlara ve toplumsal sorumluluğa ve toplumsal sözleşmeye ilişkin geleneksel görüşleri savunanlardan gelen saldırılara açık bırakır.
  • Varoluşçulukta geleneksel ahlaklılık ve davranış kodlarını reddetmeye bir çağrı vardır, özellikle de bunlar gelenek dışında herhangi bir açık doğrulamaları olmaksızın otorite ya da toplum tarafından empoze edildiklerinde. Hareket nedenlerini incelemeye sürekli bir çağrı vardır: ilk varoluşçu Kierkegaard değil, Sokrates'ti. Sartre'çı okul bağlanma'yı icat etti. Ancak dinsel ya da siyasal dogmaya (sözde Katolik ve Komünist varoluşçuluk) sürekli bağlanma temelde varoluşçuluk karşıtıdır; bir varoluşçunun her bir durum karşısında hareket nedenlerini yeniden değerlendirebilmek ve ancak ondan sonra seçebilmek için, inancıyla her durumu değerine göre yargılaması gerekir. O, her örgütün üyelerinin ait olmasını istediği gibi, hiçbir zaman ait olmaz.
  • Şu ya da bu varoluşçu eylemi reddetmek olanaklı olmakla birlikte benim için varoluşçuluğu reddetmek olanaksızdır. Varoluşçuluk bir felsefe değil, öteki felsefelere şöyle bir bakma ve onları kullanma biçimidir. Mutlak gerçek kuramları arasında bir görecelik kuramıdır.
  • Çoğu insan için uzlaşmak bir hazdır ve ait olmak bir hazdır; varoluşçuluk gözle görünür biçimde siyasal ya da toplumsal yıkıcılığa uygun değildir, çünkü örgütlü dogmatik direniş ya da direniş formülleri ortaya koyacak gücü yoktur. Yalnızca tek bir insanın direnişini; bu kitap gibi kişisel bir görüş ifadesini dile getirmeye gücü vardır.
  • Ancak büyük çoğunluğumuz herhangi bir dogmatik felsefe ile yaşamayız—hatta öyle yaşadığımızı iddia ettiğimizde bile. Olsa olsa, onayladığımız bir felsefeyle aşağı yukarı uyum içinde hareket ettiğimiz durumlar vardır. Felsefelerin yaşamlarımıza kılavuzluk etmesine izin vermekten daha fazla, saplantıların onları yönlendirmesine olanak tanırız; ve son yüzelli yılın en yönlendirici saplantısının ne olduğuna kuşku yoktur. Paradır bu saplantı.
  • Bu saplantının öteki felsefeler üzerinde zayıflatıcı bir etkisi vardır, Fransız Devrimi'nden beri çeşitli felsefelerin karşılaştırmalı yaygınlığına bakarsak çok belirgin bir etkidir. En başarılılar en eşitlikçi felsefeler olmuştur; ve ondokuzuncu ve yirminci yüzyılların anahtar felsefesi kesinlikle yararcılık olmuştur: insan toplumunun doğru amacının en büyük sayıda insanın en büyük mutluluğu olduğu inancı. Bütün felsefelerin şimdi kendilerini satmaları gerekmektedir, ve bu, tam olarak pazara çıkma anlamında doğrudur. Kısacası, eşitsizliğin ve bu nedenle de mutsuzluğun en belirgin ve her yerde varolan kaynağı olan para saplantımız, bütün varlıklarımızı ve yaşamı görme şekillerimizi renklendirir.
  • Varolma değil, sahip olma zamanımızı yönetir.
  • Biricik mutluluk kaynağı olarak para deneyimi, Batı'nın daha zengin ülkelerinde başlamıştır; başarısızlığa uğrayacaktır.
  • Çoğunluk'un bir gözbağcının büyüsü altındaki bir kitle gibi olduğunu bilir, bu kitle görünüşte hiçbir şey yapamamakta, ama gözbağcının numaralan için bir malzeme hizmeti görmektedir. Ve insanın gerçek yazgısının kendi başına bir büyücü olmak olduğunu bilir.
  • Ve bütün bu şeyleri bilir, çünkü kendisi Çoğunluk'tan biridir.
  • İnsanın sınırlı özgürlüğünü kabul etmek, insanın yalıtılmasını kabul etmek, bu sorumluluğu kabul etmek, özel güçlerini öğrenmek, ve sonra da onlarla bütünü insanileştirmek: bu durum için en iyisi budur.
Aristos’taki notların ve onlarda bulunan birçok fikrin ilk itici gücü, Herakleitos'tan geldi. Herakleitos, İsa'dan beşyüz yıl önce Küçük Asya'da Efes'te yaşamıştı. Burası kesin; geriye kalan her şey ise az çok gerçeğe yakın efsane. Yönetici sınıfa ait bir aileden olduğu, ama yönetmeyi reddettiği; en iyi okullara gittiği ama kendi kendini eğittiğini iddia ettiği; çocuklarla oynamayı yeğlediği ve seçkin çağdaşlarının parlak boş sözlerini dinleyerek dağlarda dolaştığı; Darıus tarafından sarayına davet edildiği, ama reddettiği; bilmeceleri sevdiği ve ‘Karanlık’ diye çağrıldığı; gününün kitlelerinden, Çoğunluktan nefret ettiği ve sefalet içinde öldüğü söyleniyor. Öğretisinden geriye kalan her şey bir düzine sayfa içinde dile getirilebilir. Aşağıdakiler öğretisinin ana fragmanlarıdır, bazıları özgündür ve bazıları ise Hippokrates'in görüşlerinin süzgecinden geçmiştir.
  • Herkes için aynı olan bu dünya, tanrılar ne de bir insan tarafından yaratılmıştır. (Yaratıcı tek olmalıdır.)
  • Karşıt yararlıdır.
  • Adaletsizlik olmasaydı, insanlar adaleti tanımazlardı.
  • Savaş [bütün biyolojik çatışmalar] adildir, çünkü her şey Savaş aracılığıyla varolur.
  • Başlangıç ve son aynıdır.
  • Uyuyanlar bile işçidir.
  • Keraunos [gökgürültüsü, kaos, raslantı] bütün şeyleri yönetir.
  • Değişiklik devinimsizliktir.
  • Gördüğümüz her şey ölümdür.
  • Tek ve biricik bilgelik, Tanrı adını almayı hem istemek hem de istememektir.
  • İnsanlığın hiçbir kavrayışı yoktur; ama Logos'un [tanrısal yasa, evrim] vardır.
  • Her zaman varolandan nasıl saklanabilirsin?
  • İnsanların bütün istediklerine sahip olması daha iyi değildir.
  • İnsan, geceleyin bir ışık gibi, tutuşturulur ve söndürülür.
  • Tanrı için, bütün şeyler iyi, adil ve doğrudur. Bazı şeylerin doğru, bazılarının doğru olmadığını düşünenler insanlardır.
  • Çoğunluk kendilerini en çok ilgilendiren şeye sırtını döner.
  • Çok ünlü olan, ünlü olmak nedir bilir, ve başka bir şey bilmez. Ancak adalet yalancıları ve şarlatanları her zaman altedecektir.
  • Çok öğrenme anlamayı öğretmez.
  • Çoğunluk ne dinlemeyi ne de konuşmayı bilir.
  • Çoğunluk, sanki evlerle konuşabileceklermiş gibi imgelere dua eder. Tanrıları da filozofları da anlamazlar.
  • Dionysos[eski yunan şarap ve bereket tanrısı... ritüel dini] cehennemle aynıdır.
  • Çoğunluk, yaşamlarının olaylarını yanlış yorumlar; şeyleri öğrenirler; ve sonra onları bildiklerini düşünürler.
  • Eşekler hile samanın altından daha iyi olduğunu bilir.
  • Logos [evrim yasası] her zaman her yerde olmakla birlikte, Çoğunluk sanki, herkes kendine ait özel bir bilgeliğe sahipmiş gibi davranır.
  • Adet ve doğa uyuşmaz, çünkü çoğunluk adeti doğayı anlamadan oluşturmuştur.
  • Bir çocuk insan için neyse, insan Logos [Kelâm, logos, deyi; kâinatın nizamı] için odur.
  • Aristos [Herakleitos'un iyi'yi oluşturan şeyler tanımıyla iyi insan—yargı bağımsızlığı ve iç bilgeliğin ve iç bilginin ardında koşma] onbin başka kişiye bedeldir.
  • Bilgelik bir şeyden oluşur—her şeyi her şey aracılığıyla neyin yönelttiğini bilmekten.
  • Uyanık olanlar [her bir aristos] ortaklaşa bir dünyaya sahiptirler, uyuyanlar [Çoğunluk] her biri özel bir dünyada yaşarlar.
  • Bütün insanların tek bir ilgisi yardır: kendilerini tanımak ve ağırbaşlı olmak.
  • En büyük erdem, gerçeği doğanın sınırları içinde söylemek ve yapmaktır.
  • Bazen sadece tek bir kişiye itaat et.
  • Altın madencileri çok kazarlar, az bulurlar.
  • İfadeleri doğrulamak ve özgün ifadeler yapmak eş zeka gerektirir.
  • Geceyürüyüşcüleri [karanlığı sevenler], Magi'ler [profesyonel aldatmacılar], Bakhûs rahipleri ve fıçı rahibeleri ve müritler [seçimleriyle böbürlenen seçilmişler] kötüdür.
  • Dinsel ritler kutsal değildir.
  • Bilgelik âşıklarının birçok şeyi bilmeleri gerekir.
  • Kuru bir ruh en bilge ve en iyi olandır.
  • insan en küçük şeyinden en büyük şeyine aşırılıkları yok ederek ve yetersizliklerine çare bularak büyür.
  • Delphi kahini ne gizler ne de bildirir, sadece işaretler verir.
  • Ne anlamları var onların [sözde eğitimli kişiler]? Ünlü adları izliyor ve Çoğunluk'tan etkileniyorlar, oysa ünlü adlar arasında birçok kötü ve az iyi adam olduğunu görmüyorlar. Ama aristos bütün şeylerin üzerinde tek bir şeyi seçer—ölümlüler arasında ölümsüz ihtişam, oysa Çoğunluk hayvanlar gibi midelerini doldurur.
  • Bir şehir yasalarına sıkıca nasıl bağlı kalırsa, insan da herkes için ortak olana sıkıca bağlı kalmalıdır.
  • Zaman, zar atan bir çocuktur.
  • Köpekler de tanımadıkları bir adama havlarlar [Çoğunluk ve aristos].
  • Eğer beklemiyorsan, beklenilmeyeni bulamazsın.
  • Yukarı çıkan yol ve aşağı inen yol aynı yoldur.
  • Çömlekçiler ne ileri ne de geri giden, ama aynı anda her iki yönde çalışan bir tekerlek kullanırlar. Kozmos da köyledir. Bu tekerlek üzerinde her şeklin çömleği yapılır, ancak her şey aynı malzemelerden ve aynı aletlerle yapılmış olmasına karşın hiçbir iki parça özdeş değildir.
  • Varolmayan var olamaz.
Varolmayan nereden gelsin ki?
Ancak her şey en büyük olası maksimum ve en küçük olası minimum ölçüsünde azalır ve artar. ‘Oluş’ ve ‘yok oluş’ popüler ifadelerdir; onlar gerçekte ‘karıştırma’ ve ‘ayırma’dır. Oluş ve yok oluş aynı şeydir, karıştırma ve ayırma aynı şeydir; artış ve azalış aynı şeydir; hepsi aynı şeydir ve bireyin her şeyle ve her şeyin bireyle ilişkisi de öyledir; ancak görünüşlere karşın bütün şeylerin hiçbirisi aynı değildir.
  • İnsanlar bir kütük gördüler, biri iter, öteki çeker. Ama bunu yaparken aynı şeyi yaparlar. Daha az yaparken, daha çok yaparlar. İnsanın doğası böyledir.
  • Ateş ve su birbiri için ve başka her şey için yeterlidir. Ama her biri kendi başına, ne kendisi için ne de başka herhangi bir şey için yeterlidir. Hiçbiri kusursuz efendi olamaz. Ateş bütün suyu bitirdiğinde, besinini yitirir, ve aynı şey tersinden de doğrudur. Devinimi azalır, durur, ötekinden geriye kalan saldırır. Eğer her birine egemen olunsaydı, hiçbiri olduğu gibi olmazdı. Ateş ve su, maksimumlarında ve minimumlarında benzer derecede varolan her şey için yeter.

Kaynak: JOHN FOWLES, Aristos, Çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu, Mitos, 1. Baskı: Mart 1997, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar