ÂŞIK RUHSATÎ BABA
İrfan Ünal
Türküler,
halk türküleri, yüzyıllar boyu Anadolu’da ve dünyanın birçok coğrafyasında
haklılığın; zulme karşı direnişin, başkaldırının; ezilmişliğin, ezene karşı
ezilenin feryadının, sevdanın ve kolektif yaşamın adsız kahramanları olmuştur.
Ozanının dilinden, sazının yüreğinden, bir ananın yürek sızısı gibi pak, bir
çocuğun parlayan gözleri gibi cıvıl cıvıl dökülen ırmaklardır türküler. Gün
gelir yoldaş olurlar bize, gün gelir sırdaş; gün gelir kavgada silah ve gün
gelir hayın bir kurşunun delip geçtiği yürekte bin ah…
Yüz yıllar
ötesinden haykıran tarihtir türküler, gerçek birer tarih; insanlık adına
söylenmiş/yazılmış en temiz sayfalar, en masum sevdalar. Asırlarca hor
görülmüş, dışlanmış, yoksul halklar gibi itilmiş, bastırılmış; fakat hiçbir
zaman direncini yitirmemiş, her zaman yeni bir nefesle kavgada yerini almayı
başarmış birer silah arkadaşı, birer yârendir türküler.
Ne var ki
onları ozanlarıyla, öyküleriyle tanımak ve anlamak, gerçek felsefelerini
kavrayarak dinlemek burjuvazinin inkâr-imha-asimilasyoncu politikalarında ve
kültür yaşamında neredeyse imkânsız hâle gelmiş ve hatta bunu söylemeye dilim
varmasa da üzülerek söylüyorum ki bu bugün aynen de böyledir, kavgada saf
değiştirerek zalimin silahı hâlini almıştır. Unutmayalım ki, burjuvazi her ne
kadar aksini iddia etse de, kapitalist sistemin olduğu her yerde
sömüren-sömürülen veya ezen-ezilen olmak üzere iki sosyal sınıf vardır;
türküler de sömürülen-ezilen sınıfların binlerce yıllık öykülerini şifahi yer
yer de yazılı olarak günümüze taşıyan birer ulak, gerçek birer tarihçidirler.
Onları bazen
bir ozan yakar, söyleyeni bellidir ama halka mal olmuşlardır; bazen kimin
yaktığını bilemeyiz, ortak (kolektif) bir yaşamın (anonim) ürünleridirler.
Burada bizlere, yani türkülerin gerçek sahibi olan halklara düşen görev onları
burjuvazinin işgalci kültüründen kurtarıp geleceğin gerçek sahiplerine
çoğaltarak iletmek ve sonsuza kadar yaşatmaktır.
İşte bu
düşünce ve duygularımızla türkülerimizin bir gün asıl sahiplerini bulacaklarına
ve içlerinden yükselen çığlıkların duyularak, anlaşılarak yaşamımızdaki haklı
yerlerini alacaklarına olan sonsuz inancımızın da etkisiyle 19. yüzyılın ikinci
yarısıyla 20. yüzyılın başlarında yaşamış olan Sivaslı ozanımız Âşık Ruhsâtî’yi
sizlere tanıtmaya çalışacağız. Birçoğunuz onu bestelenen türkülerinden de
tanıyacaksınız. Yazımızın ilerleyen kısımlarında bestelenen bu şiirlerine de
kısaca değineceğiz.
Her şeyden
önce şunu hatırlatmakta fayda var ki Ruhsâtî badeli bir âşık olmasına rağmen
bağlama ya da başka herhangi bir enstrüman çalmamaktadır. Badeli âşıklarda
herhangi bir müzik aleti çalma koşulu yoktur. Rivayet olur ki onlar bir gece
rüyalarında pirlerinin elinden bir kadeh içerisinde sunulan badeyi içtikleri, bölgelerinde
yaşayan pir meclisine kanıtladıkları anda âşık olurlar ve birden dillerinden
şiirler dökülmeye başlar. Çoğu, şiirlerini saz eşliğinde söyler; ama arada saz
çalmayı bilmeyenler de vardır; Ruhsatî de onlardan biridir.
Ruhsâtî,
1835-1911 yılları arasında Sivas’ın Deliktaş bucağında yaşamış bir köy
şairidir. Asıl adı Mehmet’tir. Babasının adı da Mehmet’tir. Eflatun Cem Güney’e
göre annesinin adı Safiye’dir.
12 yaşında
öksüz ve yetim kalan Ruhsâtî, iyi bir eğitim görememiştir. Dört kez evlendiği
ve bu evliliklerinden 23 çocuğu olduğu söylenmektedir.
Ruhsâtî,
uzun müddet Ali Ağa’nın yanında azap olarak rençberlik, çobanlık işlerinde
çalışmıştır. Zaman zaman gurbete de çıkan Ruhsâtî, ömrünün son yıllarını
köyünde imamlık yaparak geçirmiştir. Bazı deyişleri nedeniyle yargılanmış ve
tutuklanmıştır.
Ruhsâtî, saz
çalmayı bilmese de zaman zaman başka âşıklarla atışmalara girmiştir.
Şiirlerini
daha çok halk edebiyatı geleneğine bağlı kalarak hece ölçüsüyle yazmıştır; ama
zaman zaman aruz vezniyle yazdığı da olmuştur. Şiirlerinde biçim bakımından
titiz davranan Ruhsâtî, konu bütünlüğüne de önem vermiştir. Mahallî
söyleyişlere de sıkça rastlanır.
Birçok
konuda şiir yazmış olan Ruhsâtî’yi biz bu yazımızda taşlamalarıyla ele
alacağız.
Şu türküyü
hepiniz dinlemişsinizdir; ben Grup Kızılırmak’dan ilk dinlediğimde kim yazmış,
şiir kimin diye araştırma gereği duymuştum; çünkü bu kadar doğru ve güncel olan
sözlerin şairini merak etmemek elde değildi:
Hele bir
düşün ki gözümün nuru
Bu kadar parayı sana kim verdi
Bazı fukaraya bulma kusuru
Mesti kundurayı sana kim verdi
Bu kadar parayı sana kim verdi
Bazı fukaraya bulma kusuru
Mesti kundurayı sana kim verdi
Anadan
doğunca kürkün var mıydı
Üryan gelmedin mi börkün var mıydı
Torba torba mecidiyen var mıydı
Tükenmez parayı sana kim verdi
Üryan gelmedin mi börkün var mıydı
Torba torba mecidiyen var mıydı
Tükenmez parayı sana kim verdi
Kuş tüyü
döşekte yattın uzandın
Haftada bir çeşit geydin özendin
Aferin aklına sen mi kazandın
Şu tompu tarlayı sana kim verdi
Haftada bir çeşit geydin özendin
Aferin aklına sen mi kazandın
Şu tompu tarlayı sana kim verdi
Dinle
Ruhsâtî ‘yi ne diyom sana
İyi bir öğüttür sanma ki çene
Çalışmayla verse verirdi bana
Bu köşkü sarayı sana kim verdi
İyi bir öğüttür sanma ki çene
Çalışmayla verse verirdi bana
Bu köşkü sarayı sana kim verdi
Sınıf
çatışmasını ne kadar etkili ve doğru bir şekilde dile getirmiş. Sanırım yorum
yazmama gerek yok. Şiir oldukça açık ve anlaşılır. Sadece bir iki sözcüğün
anlamını açıklayacağım: Üryan: Çıplak / Börk: Deriden yapılmış başlık. /
Tomp: Küçük tepe, tümsek.
Bir başka
şiirinde Ruhsâtî efendisine şöyle seslenmektedir:
Efendim
nazar kıl arzuhalime
Açlıktan madde bir diyeceğim yok
İane buyurmuş devletli beyim
Akşamdan sabaha yiyeceğim yok
Açlıktan madde bir diyeceğim yok
İane buyurmuş devletli beyim
Akşamdan sabaha yiyeceğim yok
(…)
Kimini ne
güzel sevmiş kayırmış
Kimini ne güzel vermiş doyurmuş
Kimini ne güzel vermiş buyurmuş
İmanım muhkemdir sayacağım yok
Kimini ne güzel vermiş doyurmuş
Kimini ne güzel vermiş buyurmuş
İmanım muhkemdir sayacağım yok
Murat
kapusunda bir tül-i emel
Yazılmaz mahfuza bozulmaz ezel
Günde nida eder cellad-ı ecel
Kapanmış kulağım duyacağım yok
Yazılmaz mahfuza bozulmaz ezel
Günde nida eder cellad-ı ecel
Kapanmış kulağım duyacağım yok
Biraz
ahvalimden yazdım varaka
Verirsen Ruhsâtî atmaz ırağa
Bir top bez isterim biraz nafaka
Ölürsem mezarda giyeceğim yok
Verirsen Ruhsâtî atmaz ırağa
Bir top bez isterim biraz nafaka
Ölürsem mezarda giyeceğim yok
İane:
Yardım. / Muhkem: Sağlam. / Murat kapusu: İstek kapısı. / tül-i emel, öznel bir
söyleyiş, istek tülü anlamında kullanılmış; Ruhsâtî isteklerini büyük istekler
kapısında incecik bir tüle benzetmiş. / Mahfuz: Saklı mallar. / Günde
nida eder cellad-ı ecel: Böyle günde (açlığın ortasında) ecel celladı seslenir.
/ Varak: Yaprak, kâğıt.
Bir başka
şiirinde Ruhsâtî, Şathiye geleneğinde olduğu gibi Tanrı’ya sataşmaktadır:
Ya ilahı
görünmezden bir devlet
Zekatını vermez isem geri al
Helalinden dört öküz ver yarabbi
Koşup çifte süremezsem geri al
Zekatını vermez isem geri al
Helalinden dört öküz ver yarabbi
Koşup çifte süremezsem geri al
(…)
Çok verirsin
beynamaza hayına
Saldın beni züğürtlüğün yayına
Köprüler yaptıram Tecer suyuna
Kâgir bina kuramazsam geri al
Saldın beni züğürtlüğün yayına
Köprüler yaptıram Tecer suyuna
Kâgir bina kuramazsam geri al
Eğer fırsat
verilirse neler yapabileceğini, toplumsal üretime ne derecede katılabileceğini
mübalağa sanatına başvurarak dile getiriyor Ruhsâtî. Bundan daha doğal daha
etkili bir söyleyiş olabilir mi?
Onun feryadı
sömürü sisteminin yok ettiği en büyük değerlerden sadece küçücük birinin
feryadıdır; ama bir o kadar da temsili bir haykırıştır o haykırış. Yine de
günümüz şair-yazar takımıyla kıyaslandığında, olanaklarının kısıtlı olmasına
rağmen aydınlanmış ve ışığını gelecek kuşaklara aktarmayı başarmış bir şairdir
Ruhsâtî. Burada günümüz şair-yazar takımından kasıt başını devekuşu gibi kuma
gömmüş, idealizmin kucağında mışıl mışıl uyuyan ya da uyku numarası yaparak
değişik yayın organlarında köşe kapmaya çalışan, bir türlü aydınlanmak
istemeyen, aksine halkın kafasını bulandıran oportünist-kariyerist burjuva
sanat çığırtkanları-uşaklarıdır; aydınlanmayı kendine yol edinmiş ve bunun
bedellerini ödemekten korkmayan, ezilen sınıfın yanında yer alan, halka ışık
tutan gerçek anlamda ilerici şair-yazar diyebileceğimiz beyin ve yürek emektarı
aydınlarımızı-sanatçılarımızı tenzih ediyoruz.
Halk
şiirindeki “dedim dedi”li şiir geleneğine de çağdaş örnekler veren Ruhsâtî
kendisinden sonra gelen onlarca halk şairini etkilemiş, etkilemeye devam
etmektedir:
Dedim Dilber
Gel Bir Pazar Edelim
Dedim dilber gel bir pazar edelim
Dedi ben alışı verişi bilmem
Dedim muhabbetten kuralım çarşı
Dedi ben tenhada görüşü bilmem
Dedim dilber gel bir pazar edelim
Dedi ben alışı verişi bilmem
Dedim muhabbetten kuralım çarşı
Dedi ben tenhada görüşü bilmem
Dedim
işittin mi Ferhat-Şirin’i
Dedi aşk yoluna vermiş varını
Dedim Ferhat vermedi mi serini
Dedi düşmanım çok, şer işi bilmem
Dedi aşk yoluna vermiş varını
Dedim Ferhat vermedi mi serini
Dedi düşmanım çok, şer işi bilmem
Dedim Kerem
yanmış Aslı yoluna
Dedi Aslı düşmüş elin diline
Dedim Kamber ölmüş Arzu yoluna
Dedi ben inkisar, kargışı bilmem
Dedi Aslı düşmüş elin diline
Dedim Kamber ölmüş Arzu yoluna
Dedi ben inkisar, kargışı bilmem
Dedim Ruhsat
sana olmuş mülâzim
Dedi bir ruhsat da olsun ne lâzım
Dedim eğer kabul olsa niyazım
Dedi ben oraya varışı bilmem
Dedi bir ruhsat da olsun ne lâzım
Dedim eğer kabul olsa niyazım
Dedi ben oraya varışı bilmem
İçinde
bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullardan bunalan ve bir çıkış yolu, bir
kurtuluş yolu arayışında olan şair mistisizme de yönelmiş, elde edemediği
şeyleri öteleyerek gerçek mutluluğu bulmaya, anlamaya algılamaya çalışmıştır.
Böyle bir ruh hâliyle yazmış olduğu şu şiiri bugün en çok sevilen türküler
arasında yerini almıştır:
Daha senden
gayrı âşık mı yoktur
Nedir bu telaşın ey deli gönül
Hele düşün devr-i Âdem’den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül
Baktım iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet dalgalanıp aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
Topraklar başına; vay deli gönül.
Nedir bu telaşın ey deli gönül
Hele düşün devr-i Âdem’den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül
Baktım iki kişi mezar eşiyor
Gam kasavet dalgalanıp aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
Topraklar başına; vay deli gönül.
1835-1911
tarihlerin arasında yaşamış olan Ruhsâtî’nin şiirlerinde “mistik” konulara yer
vermesini, günümüzde “diyalektik tarihsel materyalizm” diye söze başlayıp da
idealist-metafizik kulvarlardan bir türlü çıkamayan ve de ilerici-devrimci
geçinen şair-yazar-sanatçılarla kıyasladığımızda gayet olağan karşılamamız
gerekiyor, hatta onların yanında Ruhsâtî’ninki çok önemsiz kalıyor. Böylelerine
göre Ruhsâtî’nin daha ileride olduğunu söyleyebiliriz. O, yaşadığı koşullarda
kendisinden daha geride olan düşünce-davranış çizgileriyle hesaplaşmaya
girmiştir. Ruhsâtî’nin yaşadığı dönemlere damgasını vuran İslâmî kültür ve
değer yargıları onun şiirlerinde yer yer ilksel materyalist ögelerle karşıya
alınmış ve hicvedilmiştir. Dönemin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, dinsel,
insanî vb. ilişki, çelişki ve çatışkıları akıl-mantık ve bilgi birikimiyle
açığa vurulmaya çalışılmıştır. Ruhsâtî günümüzün ilerici-devrimci geçinip de
idealizme kaymış şair ve sanatçılarından çok daha ilerici, çok daha “sevimli”
bir konumdadır.
Burjuva
sanat çığırtkanları tıpkı Yunus Emre’ye, Mahzunî’ye yaptıkları gibi Ruhsâtî’nin
gerçek yönünü görmezlikten gelip mistik şiirlerini onun en önemli şiirleriymiş,
onun gerçek dünya görüşüymüş gibi göstererek bedel ödediği direniş ve
başkaldırı şiirlerini-türkülerini unutturmakla meşguldür.
Dilinin
duruluğu, akıcılığı ve öz bakımdan dolu şiirleriyle etkisini devam ettiren
Ruhsâtî, egemen güçlerce içi boşaltılmaya çalışılsa da Yunuslar, Mahzunîler
gibi tüm saldırılara rağmen gerçek şiirleriyle yaşama tutunmuş, yaşamaya devam
etmektedir. Şu dizeleriyle âdeta içinde bulunduğumuz koşulların tanığı ve bugün
aramızda yaşamakta olduğunu kanıtlar gibidir.
Çarh
bozulmuş dünya ıslah olmuyor
Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor
Ruhsati de dediğini bilmiyor
Yazı belli değil hat belli değil
Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor
Ruhsati de dediğini bilmiyor
Yazı belli değil hat belli değil
Her ne kadar
“Ruhsâtî de dediğini bilmiyor” dese de bizler büyük ozanın ne dediğini gayet
iyi anlıyoruz ve anlatmak istiyoruz. Onun yargılanmaları boşuna değildi,
mahkûmiyetleri boşuna değildi; bedeller ödemişse eğer bunların bir nedeni
vardı. İşte o nedenler bu şiirlerinde apaçık ortadadır. Tüm türkü ve Ruhsâtî
sevenlerin onu mistik yönüyle değil de daha çok bedel ödemek zorunda olduğu
sosyal ve insanî yönüyle anlamaya, anlatmaya çalışmalarının bir
sorumluluk-görev olduğunu belirtmek istiyorum.
Yüreğinizde
türkülerle kalın.
http://www.sanatcephesi.org/SC/193/%C3%82sik_ruhsat%C3%AE/
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder