AŞK”LA KALAN “ÂŞIKLAR” -“HANİ”
Hzl::Mehmed Sâdık
KEHRİBAR
Ehlullah:
Sür çıkar ağyârı dilden, tâ
tecelli ede Hakk;
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mâ’mur olmadan..
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mâ’mur olmadan..
buyurmuşlardır.
Ey sırdaşım:
Konuşmak için, zemin ve zaman
aramaktayım. Zemin demek, konuşulan sözü anlayacak kabiliyette bir muhatap,
idrak edecek bir arkadaş demektir ki, musahebe esnasında seni yormaz,
söylediklerini tam mânasıyla kavrar, doğru söze hak verir ve kalbi müsterih
olur.
Bir kıssa getirelim :
Hızır aleyhisselâm ile, Musa aleyhisselâm günün birinde ve nümâyiş esnasında
bir mezarlıktan geçiyorlardı. Hızır aleyhisselâm, bir kabirden bir kuru kafa
çıkardı ve elindeki mızrak ile vurdu. Kuru kafa delinmedi bile.. Kaldırıp attı
ve bir başka mezardan bir başka kuru kafa daha çıkardı ve ona da mızrağı soktu.
Mızrak bir taraftan girdi, öteki taraftan çıktı. Onu da attı ve üçüncü bir
mezardan bir kuru kafa daha çıkararak mızrağı ile vurdu. Bu defa mızrak,
kafanın ortasında durdu. Hızır aleyhisselâm :
İşte, dedi. Kafa, bu kafadır..
Yerine gömdü ve Musa aleyhisselâma hitaben;
Buna türbe yap, diyerek kayboldu gitti..
Alıntı Kaynak: TASAVVUF”UN
İNCELİKLERİ, Hazırlayan:Mehmed Sâdık KEHRİBAR,1974
Hâfız
be-hod ne-pûşîd
în hırka-i mey-âlûd
Ey şeyh-i pâk-dâmen
ma'zûr dâr mâ-râ
în hırka-i mey-âlûd
Ey şeyh-i pâk-dâmen
ma'zûr dâr mâ-râ
Tercüme:
Hafız
bu şarapla bulaşmış hırkayı
kendi ihtiyarıyla giymedi,
ey eteği temiz (iffetli) şeyh,
bizi mazur gör.
kendi ihtiyarıyla giymedi,
ey eteği temiz (iffetli) şeyh,
bizi mazur gör.
Hâfız-ı Şirâzî
(Mevlâna-
Divân-ı Kebir-hzl:Şefik Can )
Elma,
kendisini bir şey zannederek bir davaya girişti:
"Benim
Cenab-ı Hakk'a karşı zannım iyidir; O, her şeyi yerinde ve güzel yaratır!"
diyerek
benliğe kapıldığı için;
"Bakalım
elma eziyetlere katlanıyor mu, Allah'tan gelen belalara sabrediyor mu?"
diye
imtihan edilmek istendi. O yüzden, herkes onu taşlamaya, başına taşlar
yağdırmaya başladı.
(c.
II,
**
Haydi
gel[sene], yüzük taşı gibi aşıkların halkasında yer al[sana] !
(c.
II,913)
**
Aşkın
gül bahçeleri kan perdeleri arasında olduğu için, ölümü göze almayan, oraya
varamaz.. (c.I, 132)
Eğer
aşk derdine tutulursan, eğer yaratıcıya aşık olursan, imtihan için onun verdiği
belalara sabredersen; o zaman gönlün huzura kavuşur.
(c.
II, 959)
**
Eğer
sen; "Ben aşığım." dersen, bil ki senin için bir
çok imtihanlar vardır.
Başını
eğme, aşıkların kadehinden iç[sene]!
(c.
III, 1259)
**
Ettiğin
ahd, ettiğin yemin, verdiğin söze;
ne
oldu?
Nerelere
gitti?
“Hani gökyüzü döndükçe, başı dönmüş bu şaşkın aşıktan yüz
çevirmeyecektin?”
Sen
böyle dememiş miydin?
“Güneşin gönlü sıcak kaldıkça, bizim aşkımızın sıcaklığına bir
soğukluk gelmez”
dememiş
miydin?
"Bütün ermişlerin canlarına, erkekliğine yemin ederim ki.
gönlümüz bir kalacak, birbirinden ayrılmayacak."
diyen
sen değil miydin?
"Sen bana daha önce cevretmiştin de, onun için ben de sana
cevr ettim "
[mi
diyorsun.]
Benim gibi bir dilenciye senin gibi bir padişahlar padişahının
karşılık vermesi doğru olur mu?
[mi
diyorsun.]
“Ben değersiz bir
varlığım, toprağım, rüzgarının önünde toz olur savurulursam beni ayıplama, hoş
gör!”
[mi
diyorsun.]
“Benim gibi bir hiç olan,
ayaklar altında çiğnenen tozdan yola bir ayıp gelmez. Senin aşkın yüzünden
solmasından, sarı olmasından altın utanmaz.”
[mi
diyorsun.]
(c.
VI,2661)
**
Kardeşim!
Herkes
aşık olamaz.
Aşık
olan kişiye dert gerek, dert nerede?
Aşık
olan kişinin sabırlı olması, aşkına sadık kalması lazımdır. Böyle bir er
nerededir?
Gerçek
aşık nerededir?
Ne zamana kadar böyle yersiz, manasız düşüncelere kendini
kaptıracaksın?
Ne
zamana kadar "Ben" düşüncesine
saplanıp kalacaksın?
Hani
ateşli naralar, nerede sararmış yüzler ?
Ben
kimya ve altın aramıyorum. Altın olmaya istidadı bulunan bakır nerede?
Aşka
doğru hararetli hararetli, hızlı hızlı gideni kim bulmuştur. Yarı hararetli,
yarı soğuk yol alan nerede?
(c.
V, 2206)
**
Sana
merhamet etmede, okşamada anandan, babandan daha ileriyim. Sana onlardan daha
fazla acırım.
Seni
belalarla, dertlerle imtihan edişim, seni sevmediğimden ötürü değildir.
Senin
olgunlaşman, pişkinleşmen içindir.
(c.
V. 2259)
**
Mezar[ımın/nın]
taşına şu derin manalı sözü yaz[ınız]:
"Ben
başımı beladan, sık sık, karşılaştığım imtihandan kurtardım!"
(c.
III, 1546)
Sen [Allah’ım], uçsuz bucaksız bir ırmaksın.
Cihan da bir köprü [olsaydı]
Uçsuz bucaksız bir ırmağın üstüne köprü kurulabilir mi?
kurulsaydı, bu köprüden geçilebilir miydi? (c. II, 857)
(Mevlâna- Divân-ı
Kebir)
**
[Ey
âşık] Aşk sözünü bırak!
Zira o, bir geçit yoludur, bir köprüdür!
Sen, elinden geldiği kadar Allah'a kulluk et, iyi bir insan ol!
(Mevlâna -Divân-ı
Kebir bir eski yazma)
“Hani” “Aşk”
…………………
(Mevlâna-
Divân-ı Kebir-hzl:Şefik Can )
"Ne
ben benim,
ne
sen sensin,
ne de
sen, bensin!
Hem
ben benim,
hem
sen bensin,
hem ben
benim
ey tutili güzel!
Senin
ile öyle bir haldeyim ki
anlayamıyorum,
Ben mi
sensin?
Sen mi
bensin?
[Rubaî]
Ey
cana canlar katan,
dayanamadım,
gittim.
Kızıp
gittim ama,
sensiz
yaşamaya da
dayanamıyorum.
Ayrılığa
alışayım dedim,
fakat
doğrusunu söyleyeyim,
ayrılığa
dayanamıyorum.
Bir
saman çöpü,
kehribarın
çekişine nasıl dayanır?
Ben
bir saman çöpüyüm,
kehribara
karşı da koyamıyorum,
dayanamıyorum.
Her
cefa çeken, vefa ümidine kapılır,
vefa
gününü bekler.
Bense
öyle cefa çeken bir aşığım ki,
sevgilimin
cefası bana çok tatlı geliyor
vefa beklemiyorum,
vefayla
gelirse,
vefasına
dayanamam.
Yumuşak
yumuşak;
"Yine
geldin." derse.
Ona
derim ki:
"Ey
canan, sana dayanamıyorum."
Başıma
vuruyordu da:
"Sen
buna layıksın." diyordu.
Layık
değilim,
layık
değilim, ama
dayanamıyorum.
Ölümü
de denedim,
yaşamayı da denedim.
Öyle
bir haldeyim ki
yokluğa
da dayanamıyorum,
varlığa
da!
Ey
mutrip!
Allah
aşkına,
sen
çalgınla şu perdeyi çal:
"Allah'ım,
Allah'ım, ayrılığa dayanamıyorum."
(c. IV,1676)
Ben
o padişahın yüzünden
yalnız aklımı kaybetmedim,
kendimi
de kaybettim.
Bu
sebepledir ki, sen uzaktan;
beni
gezen, yürüyen,
giden
normal bir kişi olarak görüyorsun ama,
hakîkatte
senin gördüğün ben,
ben
değilim;
ben
bir hayalden,
bir
gölge varlıktan ibaretim!
Daha
doğrusu ben yoğum,
yokluktan
başka bir şey değilim!
(c. 1,331)
Cenab-ı Hakk; "Dostlar, geceleri uyumazlar."
diye buyurdu.
Bu ayeti duyup, hatanı anlayarak utandınsa
artık
uyuma!
[Bensiz derim]
(c.1, 312)
Sevgilim
dedi ki:
"Filan, ne ile diridir?
Mademki
ben onun canıyım,
o
cansız nasıl yaşar?"
Ben
dayanamadım, ağladım...
Dedi
ki:
"Bu
defa şaşılacak bir şeydir?
Ben
ki, onun iki gözüyüm, o bensiz nasıl ağlayabildi.
[Rubaî]
AHDE VEFÂ- Muzaffer OZAK Kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendi -İRŞAD
وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُولاً
Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye
ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfû bil ahdi, innel ahde kâne
mes’ûlâ(mes’ûlen).
Kendisi reşid oluncaya-onsekiz
yaşını dolduruncaya kadar, iyi niyetle değerlendirmelerin dışında yetimin
malına yaklaşmayın.
Sözlerinizi taahhütlerinizi
eksiksiz-kusursuz yerine getirin. Sözler ve taahhütler mesuliyeti gerektirir. Sûre-i İsrâ,34.
Muzaffer Efendi Hazretlerinin İRŞAD
adlı eserinde "ahde vefâ" husûsunda pek mânidâr bir kıssa var...Bu
kıssayı sizlerle paylaşalım istedik...
HİKÂYE
Bugünkü hukuk fakültelerine muâdil olan
"medresetü'l-kuzât"da tahsîl eden bir talebe, aleyhissalâtüvesselâm
Efendimize cân u gönülden âşık imiş. O devirde, bu mektebi birincilikle ikmâl
eden talebeleri, taltîf ve teşvîk için Medîne-i Münevvere kadılığına
(hâkimliğine) ta'yîn ederlermiş.
O devir deyince, gözlerimizin önüne
Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna, Hersek, Karadağ, Bulgaristan,
Romanya, Macaristan, Eflak, Buğdan, Kırım, Irak, Suriye, Lübnan, Hicaz, Yemen,
Mısır, Tarablusgarp, Fas, Cezayir, Fîzan, Habeşistan'ın sâhil kısımları ve
Sudan'ın içlerine kadar alabildiğine genişlemiş muazzam bir ülkenin sınırları
gelmelidir. Dünyadaki diğer islam ülkeleri de, ma'nen ve maddeten bize bağlı
idiler. Bu arada, Hicaz "kıt'a-i tayyibesi"ndeki mukaddes şehirlerden
mü'minlerin kıblesi, "Ka'be-i Muazzama"yı ihtivâ eden "Mekke-i
Mükerreme" ile, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz
Hazretlerinin kabr-i münevverlerini muhtevî "Medîne-i Münevvere" de,
bu sınırların içinde bulunuyordu.
Fahr-i kâinât aleyhi ve âlihî
ekmelü't-tahiyyât Efendimize âşık olan talebe de, bir yandan derslerine
çalışır, fırsat buldukça da sıcak göz yaşları dökerek, Allah teâlâ'ya niyazda
bulunurdu.
- Yâ Rabbi! Zihnimi aç, bana
himmet ve gayret ihsân buyur. Tahsîlimi birincilikle bitireyim de, Habîb-i
edîbinin şehrine kadı olayım. Ey benim Rabbim! Bunu bana kolaylaştır, benden bu
lutfunu esirgeme. Bu duâmı tenezzülen kabul buyurur ve o belde-i tâhireye kadı
olarak murâdıma erdirirsen, ahdim ve nezrim olsun, bu mes'ud yolculuğa
çıktığımda, benden ilk defa yardım isteyecek olana, cebimde ne kadar para varsa
veririm.
Aradan günler ve aylar geçmiş, muhabbet-i
Resûlullah ile yanıp tutuşan talebe, gerçekten "medresetü'l-kuzât"ı
birincilikle bitirmiş ve Medîne-i Münevvere kadılığına ta'yîn olunarak murâdına
ermişti. Vazîfesine başlamak üzere yola koyulan genç kadı efendi, Şam'da bir
mescitde namazını kılarak dışarı çıktığı zaman, karşısına acâib bir zât çıkmış
ve :
- "Şey'enlillah" diyerek kendisinden sadaka istemiş. Kadı efendi,
derhal elini kesesine atmış ve olacak bu ya, eline bir beşibiryerde geçmiş. Bir
an, daha küçük bir sadaka vermeyi düşünürken kulağına :
- "Ahdini yerine getir!" denilmiş.
Öyle ya; yola çıktığında ilk karşılaşacağı
yardım talebine, cebindeki bütün parayı vereceğini ahdetmemiş miydi? Derhal, bu
ahdini ve nezrini hatırlamış ve beşi birliği o garip sâile gönül rızâsı ile
vermiş. Yorucu bir yolculuktan sonra, selâmetle Medîne-i Münevvere'ye varmış ve
hemen huzûr-ı saâdete koşmuş... Mescid-i Nebî'ye girince, bir kenarda
ayaklarını uzatmış yatan birisini görmüş, fena halde sinirlenmiş ve onu îkâz
edebilmek için hafifçe ayaklarına vurarak uyandırmış. Ayaklarını uzatıp sere
serpe yatan zât, doğrulmuş ve kadı efendiye dik dik bakarak oturmuş. Güneş
batmış, önce akşam ve daha sonra da yatsı namazları kılınmış. Esâsen yol
yorgunu olan kadı efendi de misafir olduğu yere giderek istirahate çekilmiş.
Muradına ermiş insanların iç rahatlığı ve huzuru ile Rabbine hamd ü senâ ve
Resûl aleyhisselâma salât ve selâmdan sonra, uykuya dalmış ve bir rüya görmüş.
Rüyasında, kendisinden şikayetçi olduğu bildirilerek huzur-ı saâdete davet
olunmuş. Aleyhissalâtüvesselâm Efendimiz, etrafında ashâb-ı kirâmı olduğu halde
oturuyorlar ve şikayetçi olduğunu söyleyen zât da, huzurda ve ayakta
duruyormuş. Şikayetçi, kadı efendiyi göstererek :
- "Yâ Resûlallah, bu zâtdan davacıyım,
huzûrumu bozdu" demiş.
Aleyhissalâtüvesselân Efendimiz, kadı efendiye
sormuşlar :
- "Bak, davacıyım diyor, ne dersin?"
Çok küçük yaşından itibaren aşkı ile yanıp
tutuştuğu iki cihan serverini, karşısında nurlar içinde lemeân eder halde
görerek gaşyolan kadı efendi :
- "Yâ Resûlallah, ben bu zâta ne
yapmışım? Emredin de suçum ne ise söylesin" demiş..
Davacı olan zât, derhal cevap vermiş :
- "Ben mescitde yatıyordum. Bu kadı
efendi bana ayakları ile vurarak uyandırdı, benim huzurumu bozdu"
Kadı efendi, özür dilemiş ve bağışlanmasını
istirhâm etmiş. ResûI-i zîşân Efendimiz de, tarafların barışmalarını arzu
buyurduklarını bildirmişler ve kadı efendi ile kendisinden davacı olan zât
sarmaş dolaş olmuşlar ve barışmışlar. Kadı efendi , gördüğü bu lutf-i ilâhînin
tesiriyle sürûr içinde gözlerini açtığı zaman, Mescid-i Nebevî'den ezân sesleri
yükselmiş ve hemen abdest alarak sabah namazına koşmuş. Huzur-ı saâdete
yöneldiği sırada, bir de ne görsün? Aynı zât,
aynı yerde yine ayaklarını uzatmış yatıyor. Bu
defa dizleri üzerine çökerek, o zatın ayaklarını öpmüş. Meçhul zât uyanıp
doğrulmuş ve kadı efendiye :
- "Benden ne istiyorsun? Dün teptin,
bugün öptün" deyince,
Kadı efendi, özür dileyerek :
- "Beni afv buyurmanızı ve hakkınızı
helâl etmenizi ricâ ediyorum" demiş . Meçhul zât, kadı efendiye yine dik
dik bakmış :
- "Yâhû ne tuhaf adamsın, yarım saat
evvel, seninle huzur-ı Peygamberde barışıp, helâllaşmadık mı?"
Kadı efendinin, hayretten irileşen gözleri
önünde, cebinden çıkardığı beşi birliği uzatmış ve :
- "Hatırladın mı bu sarı
lirayı? Hani bana Şam'da mescidin önünde vermiştin. Ahdine vefâkâr olduğundan
sana Nebiy-yi zîşânın cemâlini gösterdim" demiş...
Kadı efendi avucuna bırakılan sarı liraya
bakarken, o meçhul zât da gözden nihân olmuş...
Bu kıssadan sonra Efendi Hazretleri şöyle
buyuruyorlar :
Ey âşık-ı sâdık! Ahdine
vefâkâr ol, selâmeti bul...
Ahde vefâ etmemek,
gerçekten münâfıklık alâmetidir...
Kaynakça:
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar