AUGUST STRINDBERG
İsveç’li ünlü romancı ve oyun yazan
Strindberg’in yapıtları uzun bir otobiyografi olarak da kabul edilebilir. Her
yapıtı yaşamındaki bir olayla bağlantılıdır. Ama bir olay, Strindberg’in
yaşamını tam anlamıyla yönetmiş ve onu çılgınlığın sınırına getirmiştir: 1875
yılında Siri von Essen adlı bir kadınla tanışması ve ona tutulması.
Fransızca
olarak kaleme aldığı “Bir Delinin Savunması” adlı yapıtı, Strindberg’in Siri
von Essen’le olan ilişkisini ve evliliğini anlatmaktadır. Bu kitapta,
Strindberg, kendisini çılgına çeviren karısına karşı saldırgan bir savunma
yapmaktadır.
Strindberg Siri’yle tanıştığı zaman, Siri baron
Wrangel’le evliydi. Bu evliliğin boşanmayla sonuçlanmasından sonra,
Strindberg’le Siri 1877 yılında evlenirler. Bu evliliğin bütün anlan fırtınalı
geçer ve her an kopma noktasına gelen bu birliktelik herşeye rağmen 1892
yılına kadar sürer. Strindberg, kendisine hiçbir zaman
sadık kalmadığını düşündüğü karısıyla onbeş yıl süren bir cehennem hayatı
yaşar. “Bir
Delinin Savunması”, bu inanılmaz olayın nasıl gerçekleştiğini gösteren
şaşırtıcı bir romandır.
Romanda, Siri von Essen acımasızca eleştirilir,
yerden yere vurulur ve ahlaksızlığı o kadar çok yinelenir ki, okuyucu
Strindberg’i rahatlıkla salak bir âşık konumuna oturtabilir.
Strindberg evlilik süresince karısını,
suçlarını itiraf etmeye zorlar. Sürekli lezbiyen ilişkilere giren Siri’nin
başka erkeklerle ve özellikle arkadaşlarıyla ilişkisi olup olmadığını öğrenmek
ister. Bu durum da, Strindberg’i herkesten kuşkulanan bir insan konumuna iter.
Strindberg bir taraftan bu kuşkular içinde yaşarken, diğer taraftan lezbiyen
kadınlardan oluşan çevresi, onun kategorik bir şekilde kadın düşmanı olmasına
neden olur. Kitap hep Siri’yi anlatır. Strindberg için kadın demek Siri’dir. O
halde "Kadın kafa bakımından erkekle eşit değildir. Kadın
uygarlığın inşasında gereksizdir, çünkü erkek görevini ondan daha iyi anlar; ve
evrim kuramına göre, cinsiyetler arasındaki fark ne kadar büyük olursa,
çocuklar da o kadar güçlü olur. ” Evliler
(Giftas) adlı öykü derlemesinin önsözünde bunları yazıyordu. Bu kitap
yayınlanır yayınlanmaz bütün kadın kuruluşlarının tepkisini çeker. İsveç ’de
hakkında dava açılır. İki yıl süren dava sonunda aklanmasına rağmen, Strindberg
Siri de dahil olmak üzere herkesin kendine düşman olduğunu zannetmeye başlar.
Strindberg’i kadınlardan nefret eden biri
haline getiren şey, onun kendini kadına bağımlı, tutsak konumdan
kurtaramamasıdır. “Bir Delinin Savunması”nda, Strindberg’in bağımsızlığını
ilan etmek için ne kadar büyük çaba gösterdiğini ama bunu hiçbir zaman
yapamayıp dünyanın en ahlaksız ve en iğrenç varlığı olarak değerlendirdiği
Siri’ye geri döndüğünü görüyoruz. Strindberg
kadından değil, kadına bağımlı olan varlığından nefret etmektedir. Strindberg’i çıkmaza sokup
onu çılgınlık noktasına getiren şey, bu kendine olan nefretidir.
1892 yılında Siri’den boşanan Strindberg
kendini bu kadın bağımlılığından kurtaramaz. Evlilikten ve kadından nefret
ettiğini söylemesine rağmen, 1893 yılında Avusturya’lı genç gazeteci Frieda
Uhl'la evlenir. Ama 1895 yılında boşanır.
Bu evlilik- Strindberg’in bu çelişkili evlilik arzusunu sona erdirmez.
1901 yılında Norveç’ti oyuncu Harriet Bosse’yle evlenir ama bu evlilik de 1904
yılında biter. “Kışın gelen bahar”
diye adlandırdığı bu son evliliğinin bitişi üzerine "Cehennem dansı"
adlı oyunu yazar ve evlilik kurumuna karşı hissettiği nefreti bir kez daha dile
getirir ve böylece bu işe son verir.
Strindberg, hiçbir çevreye uyum sağlayamayan
yalnız bir adamdı. Onu çılgına çeviren bu yalnızlığını ve topluma olan
nefretini yapıtlarına çok iyi bir yöntemle aktararak aynı toplumun ilgisini
çekmiş ve böylece belki de akranı Nietzsche benzeri çılgın bir sondan
kurtulmuştur. Strindberg ve Nietzsche 1888 yılının kasım ve aralık aylarında
mektuplaşmalardı. Bu mektuplar, Nietzsche'nin delirmeden önceki, son çabalarından
biriydi. Nietzsche bu tarihten sonra tam olarak delirip sessizliğe gömülürken,
Strindberg deliliğin sınırında kalarak, özellikle tiyatro alanında büyük
eserler vermeye devam etti.
Bu dakikada, sanki olağanüstü bir görüntünün
önündeymişim gibi iliklerime kadar sarsıldım. İçimde
taşıdığım hayranlık duygusu, tapınma arzularıyla birlikte ortaya çıktı. Kovulan
dinselliğin bıraktığı boşluk doldu: tapınma gereksinimi yeni bir biçim altında
tekrar ortaya çıktı. Tanrı uzaklaştırıldı, Kadın onun yerini alıyor ama bu kez
hem bakire ve hem de anne olan bir kadın; çünkü yanındaki küçük kıza baktığım
zaman bu doğumun mümkün olabileceğini düşünemiyorum.
İki eş arasındaki özel ilişkileri düşüncesi,
yakınlaşmaları bana bedensiz göründüğü için, bende hiçbir zaman cinsel bir
ilişkiyi çağrıştırmıyor. Bu andan itibaren, bu kadın benim için, Kutsal
Kitap’ın müteveffa ruhlara vermekten hoşlandığı bu görkemli bedene sahip, saf,
ulaşılamaz bir Ruh’un cisimleşmesi gibi sunuldu. Sonuç olarak, onu istemeden
ona tapıyordum. Olduğu şekliyle ona tapıyordum; anne ve eş olarak; bu kocanın
karısı ve bu çocuğun annesi olarak. Çünkü, tapınma gereksinimimin tatmini için,
kocanın varlığı bir zorunluluktu. Kocasız, diyordum, dul olacaktı ve dul olarak
ona yine de tapacağıma emin olabilir miyim?
Belki de bana ait olsaydı, benim karım...?
Hayır! Öncelikle? bu kadar saygısız bir fikir yaratamazdım. Ve üstelik,
evlenince, artık bu kocanın eşi, bu çocuğun annesi ve bu evin sahibesi
olmayacaktı. Ben onu başka şekilde değil, yalnızca bu şekliyle istiyorum!
…bu kadına tapınma benim için her bakımdan yeni
kurtulduğum bu dine benziyordu. Saygının, fedakârlığın ve acının zevkinden
başka hiçbir şeyi kazanma umudu olmaksızın, saygı duymak, feda etmek, acı
çekmek istiyordum.
Kendi kendimi onun koruyucu meleği olarak
görevlendirdim. Aşkımın gücünün onu çekip götürmemesi için onu izlemek
istiyordum. Aramızdaki sırların kocası hakkındaki önyargıya kaymaması
amacıyla, onunla yalnız kalmaktan özenle kaçınıyordum.
Kendisiyle birlikte, her parti tarafından
reddedilip, kovulunca bütün erkeklere karşı nankörce bir tavır alan ve uygar
ülkelerin bütün kadın yazarlarının birleşmesi gerektiği sonucuna varan bir
aseksüelin kitabını da getirmişti. Emile de Girardin’in Erkek ve Kadın adlı
kitabını okuduktan sonra, bu hareketin kadınlar lehine olan bütün sonuçlarını
kavradım.
Erkeği azletmek ve onun yerine kadını koymak,
önemsiz istisnalar dışında uygarlığın oluşumunda hiçbir payı olmayan kirli
hayvan kadını yükseltmek için, yaratışın gerçek efendisini, uygarlığı yaratanı,
kültürün faydalarını yaygınlaştıranı, büyük düşüncelerin, sanatların,
mesleklerin üreticisini tahtından indirmek, bana göre cinsiyetimize bir
saldırıdır. Ve tunç devrinin bu kafalarının, bu antropomorfların, yan
maymunların, bu kötü ruhlu hayvanlar sürüsünün geldiğini görmenin fikri bile,
içimdeki erkeği ayaklandırıyor. Tuhaf olan şey, kafa bakımından alt düzeyde ve
ahlak duygusunun hiç olmamasıyla çok yüksek düzeyde olan bir düşmana nefret
dolu bir dirençle karşı çıkmak beni iyileştirdi.
Bu kitaba bir önsöz yazdım. Bu önsözde aşağıda
belirttiğim biçimde birçok tatsız gerçeği dile getirdim:
Kadın hiçbir şekilde köle değildir, çünkü
kendisi ve çocukları erkeğin çalışmasının getirdiği gelirle beslenirler.
Kadın hiçbir zaman boyun eğmemiştir, çünkü
rolünü kendi seçer, çünkü doğa onun, annelik işlevlerini yerine getirirken
erkeğin koruması altında kalmasını uygun bulmuştur.
Kadın
kafa bakımından erkekle eşit değildir ve erkek de doğurma konusunda kadınla
eşit değildir. Kadın uygarlığın inşasında gereksizdir, çünkü erkek görevini
ondan daha iyi anlar; ve evrimci kuramlara göre, cinsiyetler arasındaki fark
ne kadar büyük olursa, çocuklar da o kadar güçlü olur. O halde cinsiyetlerin
eşitlenmesi, geriye gidiştir, gerilemedir, saçmalıktır, romantik ve idealist
sosyalistlerin son düşüdür.
Erkeğe gerekli olan ek, erkeğin tinsel yaratısı
olarak kadının kocanın haklarına sahip olma hakkı yoktur, çünkü insanlığın
diğer yarısını ancak sayı olarak oluşturabilir. O halde kadınların erkekleri
çalışma yolunda özgür bırakmaları gerekir, buna karşın erkek karısına ve
çocuklarına bakmak zorundadır ve bir erkekten alınan her işin kaçınılmaz sonucu
fazladan yaşlı bir kız veya bir fahişedir.
Kadın hakları savunucularının öfkesini iyi
değerlendirin ve kurdukları tehlikeli partiyi iyi düşünün, çünkü bir dava
açarak kitabın yasaklanmasını sağlayabilirler.
Ne yazık ki, kafalarının tamamı, dine hakaret
suçlaması altına gizlenen bu girişimlerini iyi bir sonuca ulaştırmaya yetmeyecektir,
çünkü
aseksüellerin aptallıklarını “din” düzeyine çıkardılar!
Kaynak: August
Strindberg, “Bir Delinin Savunması” Özgün adı: Le plaidoyer d’un fon, Mehmet
Mukadder Yakupoğlu ,Mor Yayınları Birinci Basım: Ankara, 1998
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar