Print Friendly and PDF

“AVRUPA BİRLİĞİ” HİKÂYESİNİN GERÇEKTE NE OLDUĞUNU BİLMEK İSTEYENLERE

Bunlarada Bakarsınız



Bir milletin, tam katılma ile diğer bir millet tarafından oluşturulan kültüre tam olarak katılması mümkün müdür?
Tabii ki, diğer bir milletin kültürünün öyle bir düzeyde benimsenmesini kastediyoruz ki, bundan sonra bu kültür, onu benimseyen milletin kendi kültürüne dönüşmekte ve söz konusu millet içinde, ödünç alınan kültürün milletinin gösterdi­ği gelişime paralel olarak gelişmektedir. Dolayısıyla, mevzubahis kültürü inşa eden ile onu ödünç alan, tek bir kültürel bütün için­de erimektedir.
Bu şekilde sorulan soruya cevap vermek için, elbette, haya­tın ve kültürün gelişim yasalarını bilmek gerekir. Yeri gelmişken, Avrupa bilimi, bu alanda hiçbir şey bilmemektedir; egosantrik[1] (ben merkezli) önyargı neticesinde tüm Avrupalı evrimci bilimlerin takındığı yanlış tutumu benimseyen sosyoloji bilimi, henüz ne objektif bilimsel metotları ne de itibar edilebilir çıkarımları işleyip hazırlayabilmiştir. Dolayısıyla hâlâ simya ilmi­nin gelişme düzeyinde bulunmaktadır. Metot konusunda sosyo­lojinin kullanması gereken bir takım doğru bakış açıları ve sosyal olguların mekaniği veya dinamiğinin temel anlamı hususunda bir kısım güvenilir görüşler, bazı Avrupalı sosyologların eserlerin­de bölük pörçük şekilde bulunabilir. Fakat bu sosyologlar, hiçbir zaman kendi metodolojilerinin prensiplerini sonuna dek savunamamakta ve mutlaka "beşeriyet"in gelişimine ilişkin egosant­rik genellemelere yönelmektedirler. Bu alelacele -ve genellikle yanlış olan- genellemeler yapma tutkusu, "beşeriyet", "gelişme", "ilkellik" gibi temel anlayışların yanlışlığından kaynaklanmakta­dır. Sözkonusu tutku, bütün sosyologlarda mevcuttur ve bilhassa sosyologların çıkarımlarından yararlanmayı zorlaştırmaktadır. Maalesef nispeten daha az tanınan ve Avrupa'da yanlış değer­lendirilen Avrupalı büyük sosyolog, Fransız bilim adamı Gabriel de Tarde [2]sosyal süreçlerin tabiatı ve sosyolojinin yöntemleriyle ilgili ileri sürdüğü genel görüşlerinde belki de gerçeğe diğerle­rinden daha çok yaklaşmıştır. Ama genelleme tutkusu ve sosyal hayatın unsurlarını belirledikten hemen sonra "beşeriyet"in tüm evrimsel tablosunu verme arzusu, bu keskin zekalı araştırmacıyı da etkisi altına almıştır. Dahası, tüm Avrupalılar gibi egosantrik önyargılarla beslenen bu araştırmacı, milletlerin ve kültürlerin eşitliği ve nitel olarak kıyaslanamayacağı noktai nazarını savunamamakta; "beşeriyet"i, münferit kesimleri bir evrim merdive­ninde doğrusal olarak yerleşen bir bütün dışında tasavvur ede­memekte ve nihayet "evrensel" veya "evrensel gelişim" gibi anla­yışlarla ilişkisini kesememektedir. Böylelikle, Tarde'ın sosyolojik öğretisinin birtakım önemli hususlarını genelde paylaşmamıza rağmen, onun teorisinde oldukça önemli bazı düzeltmeler yap­arak….bütün bir milletin, diğer bir millet tarafından oluştu­rulmuş kültüre tam katılımının mümkün olamayacağını kabul etmek gerektiğini anlamış bulunmaktayız.
Neticede, çeşitli milletlerin bir millet tarafından inşa edilen bir kültüre katılımı değil, birçok kültürün sentezi, yani eklektizm (Seçmecilik) söz konusudur. Bu arada milli kültürlerin, mevcudiyetlerini millet kitlelerinde devam ettirmeleri ve gelişmeleri, hükümranlığının sonuna işaret etmektedir.
….
Yabancı kültüre katılım ile kültürlerin karışımının birbirine eşdeğer tutulmaması gerektiğini göstermektedir. Genel bir kural olarak şu söylenebilir: Antropolojik (insanın ve insanlığın) karışımın olmadığı durumda kültürlerin yalnız karışımı sözkonusu olabilir. Katılım ise, aksine sadece antropolojik karışımın olduğu durumlarda mümkündür.
Böylece, yukarıda sorulan cevap
"BİR MİLLETİN, DİĞER BİR MİLLET TARAFINDAN OLUŞTURULAN KÜLTÜRE TAM OLARAK KATILMASI, HER İKİ MİLLET ANTROPOLOJİK OLARAK KARIŞMAKSIZIN, MÜMKÜN MÜ?" sorusu­na olumsuz cevap vermek zorundayız.
Milliyetçilik meselesinde Avrupalıların takınabileceği tavırlar oldukça çoktur, fakat bunların tamamı iki aşırı uç -bir taraftan şo­venizm,[3] diğer taraftan kozmopolitizm-[4] arasında konumlanmak­tadır. Her türlü milliyetçilik, şovenizm ve kozmopolitizm unsur­larının bir tür sentezi, bu iki karşıt ucun uzlaştırılması çabasıdır.
Şüphe yok ki, bir Avrupalı için şovenizm ve kozmopolitizm, temelde birbirinden farklı bakış açılarından oluşan bir karşıtlık demektir. Bununla beraber, konunun bu şekilde ortaya konul­masını kabul etmek mümkün değildir. Şovenizm ve kozmopoli­tizm arasında prensipte bir farklılığın olmadığını, bunların aynı olgunun iki değişik boyutu, iki aşaması olduğunu tespit etmek için bunları daha dikkatle gözden geçirmek gerekir.
Şovenist, sadece kendi milletinin dünyada en iyi millet olduğu şeklindeki bir önkabulden hareket etmektedir. Onun milleti ta­rafından meydana getirilen kültür, diğer kültürlerden daha iyi, daha gelişmiştir. Diğer milletlere öncülük etme ve onlara hükmet­me ancak bu milletin hakkıdır ve tüm diğer milletlerin onun inan­cını, dilini ve kültürünü kabul ederek onunla kaynaşıp birleşme­leri gerekmektedir. Büyük milletin bu nihai zaferine giden yolda duran her türlü engel, güç vasıtasıyla silinip yok edilmelidir. İşte şovenist böyle düşünmekte ve tabii ki, buna göre de hareket et­mektedir.
Kozmopolit ise, milletler arasındaki farklılıkları reddetmekte­dir. Şayet bu tür farklılıklar mevcut ise, bunlar ortadan kaldırıl­malıdır. Ona göre, medeni beşeriyet biricik olmalı ve tek bir kül­türe sahip olmalıdır. Gayri medeni milletler de, bu kültürü kabul etmeli, ona katılmalı ve medeni milletler ailesine dahil olarak on­larla birlikte dünyanın yegane gelişme yolunda adımlamalıdırlar. İşte bu medeniyet, uğruna milli vasıfların feda edilmesi gereken en yüksek nimettir.
Bu formülasyonda şovenizm ve kozmopolitizm gerçekten bir­birinden kesin surette ayrışmaktadır. Birincisinde tek bir etnografik-antropolojik türün, ikincisinde ise etnografya-üstü beşeriyet kültürünün hâkim olduğu ön kabulünden hareket edilmektedir.
Fakat Avrupalı kozmopolitlerin "medeniyet" ve "medeni be­şeriyet" terimlerinin muhtevasını nasıl doldurduklarına bakalım. Onlar "medeniyet" ile Avrupa'nın Roma-Germen milletlerinin or­tak çabaları ile üretilen bir kültürü; medeni milletlerle da her şey­den önce yine aynı Roma-Germenleri, sonra ise Avrupa kültürü­nü benimsemiş olan diğer milletleri kastetmektedirler.
Böylece, görüyoruz ki, kozmopolitlerin görüşünce dünyada diğer tüm kültürleri ortadan kaldırarak egemen olması gereken kültür, belli bir etnografık-antropolojik birimin kültürüdür. Bu, bir şovenistin egemenliğini arzu ettiği birimin de ta kendisidir. Prensipte burada hiçbir ayrım bulunmuyor. Gerçekte, Avrupalı milletlerin her birinin milli, etnografık-antropolojik ve linguistik (Dilbilim) birliği, sadece görecelidir. Bu milletlerin her biri, kendi diyalektik kültürel ve antropolojik özelliklerine sahip, ama birbiriyle akra­balık ve ortak tarih (ki bu, herkes için bir tür ortak kültürel de­ğerler birikimi oluşturmuştur) bağlarıyla ilişkili olan daha küçük farklı etnik grupların birleşmesinden ibarettir. Dolayısıyla, kendi milletini yaratılışın şahikası ve mümkün olan tüm mükemmellikle­rin yegane taşıyıcısı olarak gören şovenist, aslında bütün bu etnik birimler grubunun savunucusu durumundadır. Dahası şovenist, öteki milletlerin milli fizyonomilerini kaybederek kendi milletiyle birleşmesini arzulamaktadır, öteki milletlerin bu tür davranışta bulunmuş olan tüm temsilcileri, kendi milli benliklerini yitirmiş ve şovenistin milletinin dilini, inancını ve kültürünü benimsemiş­lerdir; şoven, bunlara kendi insanları gibi yaklaşacak, kendi kül­türüne bu kişilerce yapılan katkılara -tabii ki, ancak şoveniste sempatik gelen ruhun bunlar tarafından benimsenmesi ve önceki milli psikolojilerinden tamamen uzaklaşmaları durumunda- öv­güler dizecektir.
Şovenistler, hâkim milletin kültürü içinde asimile olmuş bu tür başka kökenden gelenlere -bilhassa onların eklem­lenmeleri çok da uzak olmayan bir zamanda gerçekleşmişse- şüp­he ile yaklaşmaktadırlar; ama hiçbir şovenist prensipte onları reddetmemektedir. Hatta Avrupalı şovenistler arasında kökenleri itibariyle, üstünlüğünü hararetle savundukları hâkim milleta men­sup olmadıkları, soyadları ve antropolojik alametleriyle belli olan, azımsanamayacak sayıda insanın mevcut olduğunu biliyoruz.
Şimdi ise Avrupalı bir kozmopolitin durumuna bakarsak, te­melde bunun bir şovenistten ayrışmadığını göreceğiz. Onun en üstün addettiği ve onun fikrince, içinde öteki tüm kültürlerin eriyip silinmesi gereken o "medeniyet" ve o kültür, akrabalık ve ortak tarih bağı ile bağlı birkaç millet için müşterek olan belli kültürel değerler birikiminden teşekkül etmektedir. Şovenistin kendi milletine mensup olan etnik grupların hususi özelliklerin­den sarfınazar etmesi gibi, kozmopolit de Roma-Germen milletlerinin münferit kültürel vasıflarını dışlamakta ve onların ortak kültür birikimine dâhil olan unsurlarını benimsemektedir. Koz­mopolit de, Roma-Germen olmayan ama Roma-Germen mede­niyetinin ruhuna karşıt olan her şeyi kendi kültüründen çıkaran ve kendi milli fizyonomilerini Germenlerin genel fizyonomisi lehine değiştirerek onların medeniyetini tamamen benimseyen­lerin kültürel değerlerini gerçeklik olarak kabul etmektedir; tıp­kı bir şovenistin, hâkim milletin kültürü içinde büsbütün asimile olabilmeyi başaran farklı etnik kökenden olanları ve yabancıları "kendinden" addetmesi gibi! Hatta bir kozmopolitin şovenlere ve genel olarak münferit Roma-Germen milletlerinin kültürlerini ayırt eden prensiplere karşı duyduğu düşmanlık da şovenistlerin dünya görüşleri ile paralellik arz etmektedir. İşte tam da şovenler, milletin muhtelif kesimlerinden neşet eden ayrılıkçı teşebbüslerin her türlüsüne karşı her zaman düşmanca bir tutum sergilemekte­dirler. Onlar, milletin birliğini bozabilecek tüm bu yerel özellikleri silmeye, üstünü örtmeye çalışmaktadırlar.
Böylece, şovenler ve kozmopolitler arasındaki paralelliğin tam olduğu görülmektedir. Aslında bu, onların mensup oldukları etnografık-antropolojik birimin kültüründeki iki eşdeğer yakla­şımdır. Burada fark sadece şudur: Şoven, kozmopolite nazaran daha dar bir etnik grubu dikkate almaktadır; ama tabii ki şoven burada yine de pek türdeş olmayan bir grubu kastetmekte, koz­mopolit de belli bir etnik grubu ele almaktadır.
Dolayısıyla burada mahiyet değil, derece farkı sözkonusudur.
Avrupa kozmopolitizmini değerlendirirken her zaman şunu hatırlamak gerekir: "Beşeriyet", "evrensel medeniyet" ve benze­ri kelimeler son derece yanlış ifadelerdir ve bunların arkasında belirli etnografik anlayışlar gizlidir. AVRUPA KÜLTÜRÜ TAM OLARAK TÜM BEŞERİYETİN KÜLTÜRÜ DEMEK DEĞİLDİR. Bu, belli bir etnik gru­bun tarihinin ürünüdür. Çeşitli oranda Roma kültürünün etki­sine maruz kalan ve kendi aralarında kuvvetli bir şekilde birbi­rine karışan Germen ve Kelt kabileleri, kendi milli kültürlerinin ve Roma kültürünün unsurlarından belli bir ortak hayat tarzı meydana getirmişlerdi. Onlar, müşterek etnografik ve coğrafi ko­şullar sayesinde uzun süre ortak bir hayat sürmüşlerdir. Sürekli irtibatlı oluşları nedeniyle günlük hayatlarında ve geçmişlerinde müşterek unsurlar o kadar çoktu ki, Roma-Germen birliği duy­gusu daima onların bilinçaltında yaşamıştı. Zamanla onlarda, diğer birçok milletlerda olduğu gibi, kendi kültürlerinin kaynakla­rını öğrenme hususunda şiddetli bir arzu belirdi. Onların Roma ve Grek kültürü eserleri ile karşılaşması, milletler-üstü, dünya medeniyeti fikrini -ki bu fikir, Grek-Roma kültürüne has idi- su yüzüne çıkardı. Bu düşüncenin de yine etnografik-coğrafi fak­törler üzerine temellendiğini biliyoruz. Roma'da "tüm dünya" ile elbette ki, ancak orbis terrarum  (Latince) "Yer küresi" anlaşılmakta idi. Yani Akde­niz havzasında mukim veya bu denize doğru yönelen, birbiriyle sürekli temaslar sayesinde ortak birçok kültürel değeri meydana getiren ve nihayet Grek ve Roma kolonizasyonunun törpüleyerek aynılaştıran etkisi ve Roma askeri gücünün yardımıyla birleştiri­len milletler kastedilmekteydi. Her şeye rağmen, antik kozmopolit düşünceler, Avrupa'daki eğitimin temelleri haline geldi. Bilinçal­tında Roma-Germen birliği duygusunun verimli ortamına düşen bu fikirler, Avrupa "kozmopolitizm"i olarak adlandırılan, aslında daha doğru isimlendirilirse, Roma-Germen şovenizminin teorik temellerini meydana getirdi.
Bunlar işte Avrupalı kozmopolit teorilerin gerçek tarihi esas­larıdır.
KOZMOPOLİTİZMİN PSİKOLOJİK TEMELİ İSE, ŞOVENLİĞİN TEMELİ İLE AYNIDIR. Bu, bilinçaltındaki önyargının, özel psikolojinin bir çeşitlenmesidir. Bunu da, en doğru şekilde, egosantrizm olarak adlandırabiliriz. Açıkça ifade edilen bir egosantrik psikolojiye sa­hip birisi, gayriihtiyari olarak kendisini kainatın merkezi, yaratı­lışın şahikası, tüm canlıların en iyisi, en mükemmeli addetmek­tedir. İki canlıdan kendisine daha çok benzeyen ve daha yakın olan daha iyi; kendisinden daha uzakta olan ise daha kötüdür. Bu yüzden, sözkonusu kişinin mensup olduğu doğal canlılar grubu, o kişi tarafından en mükemmel olarak kabul edilmektedir. Onun ailesi, soyu, kavmi, milleti ve ırkı bunlara benzer diğerlerinin tü­münden daha iyidir. Aynı şekilde onun ait olduğu tür, yani insan türü, diğer tüm memeli türlerinden daha mükemmel; memeli­ler diğer omurgalı hayvanlardan, hayvanlar bitkilerden, organik dünya ise organik olmayan dünyadan daha mükemmeldir. Her­kes bu tür psikoloji ile şu veya bu ölçüde maluldür, ilmin kendisi de bundan tam olarak kurtulamamıştır ve ilmin egosantrik ön­yargılardan kurtulma uğrunda elde ettiği her türlü kazanım çok büyük zorluklarla başarılmaktadır.
Egosantrik psikoloji, oldukça fazla insanın dünya görüşüne nüfuz etmektedir. Bundan tamamen kurtulmak çok az kişiye na­sip olmaktadır. Fakat bunun aşırı dışavurumları kolaylıkla fark edilmektedir. Bunların saçma olduğu açıktır ve bu yüzdendir ki, genellikle kınama, protesto veya alay konusu olmaktadırlar. Her­kesten akıllı, herkesten iyi ve her özelliğinin iyi olduğuna emin olan bir kişi, çevredekiler tarafından alayla karşılanır, şayet bu kişi davranışlarında agresif ise, hak ettiği tepkiyi de alır. Kendi üyelerinin tümünün dâhi, akıllı ve güzel olduğuna safça kani ol­muş aileler, onlarla ilgili eğlenceli fıkralar anlatan kendi tanıdıklarınca genellikle gülünç duruma düşürülürler.
Egosantrizmin bu tür aşırı tezahürleri, nadiren görülmekte ve çoğunlukla tepki ile karşılanmaktadır. Egosantrizm daha geniş bir gruba yayıldığında ise, durum farklılaşmaktadır. Burada ona karşı bir tepki yine söz­konusu olsa da, böyle bir egosantrizmi kırmak daha zordur. Çoğu zaman problem, egosantrik haletiruhiyedeki iki grubun mücade­lesine yol açmaktadır ki, burada galip gelen yine kendi kanaatin­de kalmaktadır. Bu, örneğin, sınıf veya sosyal mücadeleler esna­sında mevzubahis olmaktadır. Aristokrasiyi deviren burjuvazi de, kendi sınıfının diğerlerinden üstün olduğu noktasında, alaşağı ettiği aristokrasi kadar kendinden emindir. Burjuvazi ile müca­dele eden proletarya da, kendini seçkin bir zümre olarak ve millet içindeki bütün sınıflardan daha üstün görmektedir. Bununla be­raber, buradaki egosantrizm ne de olsa belirgindir ve daha bilinç­li, daha "geniş" zihniyete sahip insanlar ekseriya bu önyargıların üzerine çıkmayı başarırlar. Etnik gruplar sözkonusu olduğunda ise bu tür peşin hükümlerden kurtulmak daha da zorlaşmakta­dır. Burada insanlar, egosantrik önyargıların gerçek muhtevası­nı anlama hususunda hiç de eşit ölçüde hassas davranmıyorlar. Pan-Germenci birçok Prusyalı, diğer tüm Almanların önünde Prusya milletini yücelten soydaşlarını kınamakta ve onların "sözde vatanseverliklerini4 gülünç ve sığ bulmaktadır. Bununla bera­ber, Alman soyunun genellikle en zirve nokta ve beşeriyetin en seçkin kesimi olduğu düşüncesi onlarda hiçbir şüphe doğurma-makta ve onlar kozmopolitizm olarak isimlendirilen olguya, yani Roma-Germen şovenliği düzeyine de yükselememektedirler. Ama kozmopolit Prusyalılar, Pan-Germenci yurttaşlarına aynı şekilde öfkelenmekte, onların eğilimini sığ şovenlik olarak yaf­talamakta, fakat kendilerinin de -tabii ki Almancı değil, Roma-Germenci- şovenist olduklarını fark etmemektedirler. Böylece, burada mesele, sadece sözkonusu hassasiyetin derecesindedir: Birisi şovenizmin egosantrik temelini biraz daha kuvvetli, diğeri ise biraz daha zayıf hissetmektedir. Her halükarda, Avrupalıların bu konudaki hassasiyetleri oldukça görecelidir. Kozmopolitizm olarak isimlendirilen olgunun, yani Roma-Germen şovenizminin ötesine ise nadiren geçilebilmektedir. "Barbar" olarak adlandı­rılanların kültürü ile Roma-Germenlerin kültürünü eşdeğer kabul eden Avrupalıların varlığına gelince, biz bu tür Avrupalıların mevcudiyetinden hiç haberdar olmadık, öyle görünüyor ki, bun­lar hiç var olmadılar.
****
Elbette ki burada mesele, kelimelerin hipnozunda düğümlen­mektedir.
Yukarıda kaydedildiği gibi, Roma-Germenler bu konuda ken­dilerinden her zaman o kadar naif derecede emindiler ki, sadece onlar kendilerini "beşeriyet"; kendi kültürlerini "evrensel mede­niyet" ve nihayet kendi şovenliklerini de "kozmopolitizm" olarak adlandırmaktaydılar. Onlar, sözkonusu terminoloji ile tüm bu kavramların temelinde yatan etnografik muhtevayı maskelemeyi başarmışlardı. Roma-Germenler, kendi ürettikleri maddi kültür ürünlerini (askeri teçhizat ürünleri ve ulaşım için gereken me­kanik aletler) -ki bunlar daha ziyade evrensel nitelendirilebile­cek türdendir- öteki milletlere aktarırken, bunlarla birlikte kendi "evrensel" düşüncelerini de araya sokuşturmakta ve bu ürünleri, mevzubahis fikirlerin etnografik mahiyetini titiz bir biçimde ört­bas edecek şekilde sunmaktadırlar.
Böylece, Avrupa kozmopolitizmi olarak adlandırılan olgunun Roma-Germen olmayan milletler arasında yayılması, tam bir yanlış anlaşılmadır. Roma-Germen şovenistlerinin propagandasına ken­dini kaptıranlar "beşeriyet", "evrensellik", "medeniyet", "evrensel ilerleme" vs. ifadelerle yanılgıya düşürülmüşlerdir. Tüm bunlar kelime anlamıyla anlaşılmıştır, halbuki aslında bunların arka pla­nında belirli ve oldukça dar etnografik anlayışlar saklanmaktadır.
Roma-Germenler tarafından aldatılan Roma-Germen olma­yan milletlerin entelektüellerinin, kendi hatalarını anlamaları; ev­rensel medeniyet adıyla onlara sunulan kültürün, aslında sadece Roma ve Germen milletlerinin belli bir etnik grubunun kültürü ol­duğunu kavramaları gerekir. Bu kavrayış, kuşkusuz, onların ken­di milletlerinin kültürüne bakışlarını önemli ölçüde değiştirmeli ve onları, "evrensel" (gerçekte ise Roma-Germen, yani yabancı) kisvesiyle birtakım idealler uğruna kendi milletine yabancı bir kültü­rü empoze etmeye ve kendi milletinin milli özgünlüğünün kökünü kazımaya çabalamalarının doğru bir şey olup olmadığı üzerinde düşünmeye zorlamalıdır. Onlar bu sorunu, Roma-Germenlerin "medeni beşeriyet" olma iddialarını yetkin ve mantıki bir şekilde inceledikten sonra ancak çözebilirler. Roma-Germen kültürünü kabul edip etmeme ise, yalnız aşağıdaki bir takım soruların ce­vaplanmasından sonra mümkün olabilir:
SORULAR
1)  Roma-Germen kültürünün, yeryüzünde bir zamanlar mevcut olmuş veya şu anda yaşayan tüm diğer kültürlerden daha mütekâmil olduğu objektif olarak kanıtlanabilir mi?
2)  Bir milletin, diğer bir millet tarafından inşa edilmiş olan kültüre tam olarak katılması, bu milletlerin birbirleriyle antropolojik birleşmesi olmaksızın mümkün müdür?
3) Avrupa kültürüne katılım (şayet böyle bir katılım mümkün ise), hayır mıdır, şer midir?
Avrupa kozmopolitizminin anlamını, Roma-Germen şoveniz­mi olarak idrak eden herkes, bu soruları sormak ve şu veya bu şe­kilde cevaplamakla yükümlüdür. Ve tüm bu suallere yalnız olum­lu yanıt verildiği takdirde topyekûn Avrupalılaşma gerekli ve arzu edilen bir şey olarak kabul edilebilir. Olumsuz cevap durumunda ise, Avrupalılaşmanın reddedilmesi gerekir ve sonra hemen ora­cıkta şu yeni sorular sorulmalıdır:
4) Topyekûn Avrupalılaşma kaçınılmaz mıdır?
5) Bu sürecin olumsuz sonuçlan ile nasıl mücadele edilmelidir?
"Avrupa (Birliğine) kültürüne katılım (şayet böyle bir katılım mümkün ise), hayır mı­dır, şer midir?"
Şimdi artık şu iki hususu biliyoruz: Birincisi, Roma-Germen kültürü diğer her­hangi bir kültürden hiçbir yönden objektif olarak daha üstün ve gelişkin değildir; ikincisi, başka bir millet tarafından oluşturulan kültüre katılma yalnız bu milletle antropolojik karışım şartlarında mümkündür. Buradan sanki yukarıda sorduğumuz sorumuzun ancak Roma-Germenlerle antropolojik olarak birleşen milletlere teşmil edildiği sonucu çıkmaktadır. Fakat dikkatlice bakıldığın­da, sorumuzun bu milletler için tamamen anlamsız olduğu gö­rülmektedir. Aslında antropolojik karışımın başlaması anından itibaren sözkonusu millet, tam manasıyla bir Roma-Germen ol­mayan millet olma durumundan çıkmaktadır. Bu millet için Roma-Germen kültürü, onun Roma-Germenlerle antropolojik karışı­mından önceki kültürü gibi bir anlamda kendi öz kültürü haline gelecektir. Sözkonusu milletin, kendisine aynı düzeyde yakın olan bu iki kültürden birisini seçmesi gerekir, öbür yandan biliyoruz ki, Roma-Germen kültürü diğerlerinden hiçbir bakımdan daha mükemmel değildir. Aslına bakılır ise, diğerlerinden hiç aşağı da değildir. Dolayısıyla, sözkonusu millet için genellikle bu kültürü kabul etmek veya etmemek arasında bir fark yoktur; tabii ki, bu kültürü kabul ettiği halde bile kalıtım bakımından saf Roma-Ger-menlerden yine de farklılaşacaktır. Ama mevzubahis millet, Roma-Germen kültüründen farklı bir diğer kültürü kabul ettiğinde de bu yeni kültüre tam olarak uygun olan bir kalıtıma sahip olmaya­caktır çünkü onun damarlarında kısmen Roma-Germen kanı da akmaktadır. Böylelikle, Roma-Germenlerle antropolojik olarak karışmış milletler sözkonusu olduğunda Avrupalılaşmanın arzu edilir veya edilmez oluşu konusu tüm şiddetini ve tüm anlamını yitirmektedir. ANTROPOLOJİK AÇIDAN ROMA-GERMENLERLE KARIŞMA­YAN HERHANGİ BİR MİLLET İSE, ÖNCEKİ AÇIKLAMALARDA GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ, TAM OLARAK AVRUPALILAŞAMAZ, YANİ TAM ANLAMIYLA ROMA-GERMEN KÜLTÜRÜNE (Avrupa Birliğine) KATILAMAZ.
Fakat şunu da biliyoruz ki, bu gayrimümkün duruma rağmen, sözkonusu milletlerden pek çoğu tüm güçleriyle böyle bir katılı­ma gayret etmekte ve Avrupalılaşmaya çalışmaktadırlar. İşte sorumuz da bu tür milletleri ilgilendirmektedir: Avrupalılaşmaya yönelik gayretlerin sonuçlarını izah etmeye ve bu sonuçların söz­konusu millet için hayırlı veya arzu edilir bir şey olup olmadığını belirlemeye çalışmalıyız.
Yukarıda bir milletin, diğer bir millet tarafından oluşturulan kül­türe tam olarak katılımının mümkün değildir.
Bir takım sebeplerden do­layı Avrupalılaşan millet, belli bir zaman diliminde Avrupa kültürü­nün diğer milletleri tarafından kabul edilebilir bulunan ancak çok az miktarda kültür değeri oluşturmayı başarabilecektir. Söz konusu Avrupalılaşmakta olan milletin bunları da kabul etmesi gerekmektedir. Böylelikle, bu millet dışarıya verdiğin­den daha fazlasını dışarıdan alacak, onun kültürel ithalatı her za­man kültürel ihracatından yüksek olacaktır ve bu durum da onu doğuştan Roma-Germen olanlara bağımlı hale getirecektir. Bu olgunun olumsuz sonuçları, Avrupalılaşan milletin hayatı­nın her aşamasında kendini göstermektedir. Milletin parçalara ayrılması, sınıf mücadelesinin şiddetlenmesini doğurmakta ve toplumda sınıflar arası geçişi zorlaştırmaktadır. Avrupalılaşan milletin parçalarının bu dağınıklığı, her tür yenilik ve "buluşlar"ın yayılmasına mani olmakta ve milletin bütün kesimlerinin kültür üretiminde işbirliği yapmasını engellemektedir. Kısacası, Avru­palılaşan milleti kaçınılmaz olarak zayıflatan ve onu, doğuştan Ro­ma-Germen olanlara kıyasla son derece elverişsiz duruma sokan şartlar oluşmaktadır.
İşte, Avrupalılaşan milletin sosyal hayatı ve kültür gelişimi, doğma büyüme Roma-Germen olanların hiç bil­medikleri zorluklarla kuşatılmıştır.
MİLLET TEDRİCEN KENDİSİNİN ÖZGÜN VE MİLLİ OLAN HER ŞEYİNİ HOR GÖRMEYE ALIŞMAKTADIR. Tüm bunlara yukarıda bahsedilen milli bünyenin parçalara ayrılması ve bu bünyenin sözkonusu münfe­rit parçaları arasında -yekpare bir kültür ve ortak bir dilin olma­masından kaynaklanan- zayıflayan sosyal ilişkiler de eklenir ise, Avrupalılaşan bir millette yurtseverliğin her zaman fevkalade zayıf kalacağı açıktır. Böyle bir millette yurtseverlik ve milli gurura sahip olma, yalnız bazı bireylere has bir şeydir; ulusun kendi varlığını idraki ise, büyük ölçüde yöneticilerin ve yönetici siyasi çevrelerin tutkularına indirgenmektedir.
Bu özgüven yokluğu, elbette ki, varoluş mücadelesinde de bü­yük bir eksikliktir, özel hayatta daima şunu gözlemlemek müm­kündür: Özgüveni olmayanlar, kendisine az değer verenler ve kendini aşağılamaya alışkın olanlar kendi davranışlarında karar­sız olmakta ve yeterli direnç gösterememekte, diğerlerine kendi­sine zarar vermeye imkan tanımakta ve nihayet daha kararlı ve özgüveni daha fazla -gerçi çoğu defa yeteneği çok daha az- olan­ların tam otoritesi altına girmektedirler. Yurtseverliği düşük ve milli gurur duygusu az gelişmiş milletler da tamamen aynı şekilde hayatta güçlü yurtseverlik veya milli bilince sahip milletlerin önün­de geri çekilmektedir. Bu nedenledir ki, yukarıda söylenenlerden hareketle, Avrupalılaşan milletler da doğma büyüme Roma-Ger­menlere büyük ölçüde bağımlı bir konumda bulunmaktadırlar.
Bütün bu olumsuz sonuçlar, Avrupalılaşma olgusuna bağlıdır. Avrupalılaşma düzeyinin bu tabloda herhangi bir rolü yoktur. Bi­liyoruz ki nesiller değiştikçe, yerli kültürün eski unsurları gittikçe daha geri planda kalmaktadır. Böylece zaman ilerledikçe AVRU­PALILAŞMAYA CAN ATAN MİLLETİN NİHAİ KERTEDE TAM OLARAK AVRUPALI­LAŞMASI, YANİ SIRF ROMA-GERMEN KÖKENLİ UNSURLARDAN MÜTEŞEKKİL BİR KÜLTÜRÜ BENİMSEMESİ GEREKİR. Bu süreç, son derece uzun olup özellikle Avrupalılaşan milletin farklı kesimlerinde ve farklı sosyal gruplarında eşit olmayan düzeyde seyretmektedir. Hatta bu sü­reç büsbütün tamamlandığında dahi kalıtım aracılığıyla devredi­len milli psikolojinin kökü silinemeyen eğilimleri Avrupalılaşan millette yine de daima mevcut olacaktır. Roma-Germenlerin doğuştan elde ettikleri psişiğin unsurlarından farklı olan bu eğilim­ler, her şeye rağmen, bir yandan sözkonusu milletin kültür alanın­da verimli çalışmasına mani olacak, diğer yandan ise doğuştan Roma-Germen olanların ürettiği yeni kültürel değerlerin başa­rılı ve hızlı bir şekilde benimsenmesini engelleyecektir. Böylece, tüm parçalarının uzun ve meşakkatli bir süreçte kültürel yönden tedricen törpülenerek aynılaştırılması ve milli kültür bakiyesinin kökünün kazınması nedeniyle zaten kendi gelişiminde geç kalan bu millet, Avrupalılaşmada en azami seviyeye çıktığında bile, Ro­ma-Germenlerle yine de eşit şartlarda bulunamayacak ve "geri kalma"ya devam edecektir. Avrupalılaşmaya başladığı andan itibaren sözkonusu milletin kaçınılmaz bir şekilde Roma-Germen­lerle zorunlu kültürel alışveriş ve iletişim çizgisine girmesi, bu milletin "geri kalmışlığı"nı meşum bir yasaya dönüştürmektedir.
Ama bu "yasa"ya boyun eğilemez. "Geri kalmış" durumuna direnmeyen milletler, hızla komşu veya daha uzakta bulunan bir Roma-Germen milletin kurbanı haline gelmekte; "medeni milletler ailesi"nin geri kalmış bu üyesi önce ekonomik, daha sonra siyasi bağımsızlıktan mahrum edilmekte ve bütün cevherleri çıkarılıp "etnografya malzemesi"ne dönüştürülerek utanmaksızın sömü­rülmektedir. Fakat ebedi geri kalma yasası ile mücadele etmeyi arzu edenleri de bundan daha iyi bir kader beklemiyor. "Geri kalmış" Avrupalılaşan millet, yabancı tehdidinden korunmak ama­cıyla kendi askeri ve sınai teknolojisini Roma-Germenler ile en azından aynı seviyede tutmak zorundadır. Lakin Avrupalılaşan milletin bu alanda, doğuştan Roma-Germen olanlar gibi aynı hız­da üretimde bulunmaya, yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, gücü yetmemekte ve esas itibariyle bu alandaki faaliyeti diğerle­rinin "buluşlar"ını benimseme ve taklit etme ile sınırlı kalmak­tadır. Bununla birlikte onun geri kalmışlığı, teknik sahada bile devam etmektedir.
İşte geri kalmışlığın böylesi hissedilişinin asıl kötü yanı, bunların gayrimuntazam oluşunda yatmaktadır. Geri kalmışlığın böylesi düzensiz hissedilişinin sonuçlarını bertaraf etmek de an­cak bu türden düzensiz tarihi sıçramalarla mümkündür. Roma-Germenlere ayak uydurma imkânı olmayan ve tedricen onlardan geri kalan AVRUPALILAŞMAKTA OLAN MİLLET, ZAMAN ZAMAN BELLİ DÜZEY­DE UZUN SIÇRAMALAR YAPARAK ONLARA YETİŞMEYE ÇALIŞMAKTADIR. BU SIÇRAMALAR, TARİHİ GELİŞİMİN TÜM İŞLEYİŞİNİ BOZMAKTADIR. Roma-Germenlerin tedricen ve çok uzun zaman diliminde geçtiği yolu sözkonusu milletin kısa zamanda kat etmesi gerekir. Ve bu millet, pek çok tarihi aşamayı atlama ve Roma-Germenlerde "sürek­lilik arz eden bir düzine tarihi değişimler"in sonucunda oluşan durumu hemen ex abruptd "hazırlık yapılmadan"  inşa etme zorunda kalmaktadır. Bu sıçramalı "gelişme"nin neticeleri gerçekten korkunçtur. Her bir sıçrayışı kaçınılmaz olarak zahiri bir (Avrupai bakış açısına göre) durgunluk dönemi izlemektedir ki burada kültürü düzene sok­mak, hayatın belli alanlarında mevzubahis sıçrayışla elde edi­len neticeleri kültürün diğer unsurları ile uyumlu hale getirmek gerekir. Bu "durgunluk" dönemi boyunca milletin yine daha fazla geri kaldığı açıktır. Avrupalılaşan milletlerin tarihi de bu kısa süren hızlı "gelişme" dönemleri ile kısmen uzun erimli olan "durağan" dönemlerin sürekli nöbet değiştirmesinden ibarettir. Tarihi ge­lişimin sürekliliğini ve bütünlüğünü bozan bu tarihi sıçrayışlar, Avrupalılaşan millette zaten zayıf gelişen geleneği de tahrip et­mektedir. Halbuki süreklilik arz eden gelenek, normal bir geliş­menin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Geçici bir süreliğine "Avrupai medeniyet seviyesi"nin elde edildiği görüntüsünü veren mevzubahis atlama ve sıçramalar, yukarıda belirtilen tüm neden­lerden dolayı, sözkonusu milleti kelimenin gerçek anlamında ileri götürememektedir. Sıçramalarla giden gelişme, zaten Avrupalı­laşma olgusu gereğince aşırı yüklenilmiş olan milli güçleri daha fazla tüketmektedir. Çok daha hızlı yürüyen yol arkadaşına ye­tişmeye can atan ve bu maksatla periyodik sıçramalara başvuran insan örneğinde olduğu gibi, bu tür bir gelişme yoluna giren AV­RUPALILAŞAN MİLLET DA BENZERİ ŞEKİLDE KENDİ MİLLİ ENERJİSİNİ BEYHUDE YERE HARCAYARAK KAÇINILMAZ ŞEKİLDE YOK OLACAKTIR. Ve bütün bun­lar, özgüvenin ve hatta bizzat Avrupalılaşma olgusuyla çoktandır yıkılmış olan milli birliği pekiştiren duygunun olmamasındandır.
Demek ki, Avrupalılaşmanın neticeleri o kadar ağır ve kor­kunçtur ki, onu hayır değil, şer saymalıyız.
Topyekûn Avrupalılaşmanın bu dehşet veren mukadder olu­şu ile nasıl mücadele edilmelidir?
İlk bakışta bu mücadele, Roma-Germenlere karşı tüm milletlerin isyanı ile mümkün olacağa benzemekte. Şayet beşeriyet, Roma-Germenlerin bahsetmeyi sevdiği beşeriyet değil de, çoğunlukla Slav, Çin, Hint, Arap, Zenci ve diğer milletlerden -ki bunların tümü, derilerinin rengine bakıl­maksızın Roma-Germenlerin ağır sömürüsü altında inlemekte ve kendi milli güçlerini Avrupa fabrikalarının taleplerini karşılamak amacıyla hammadde çıkarmaya harcamaktadır- oluşan gerçek beşeriyet olsaydı ve tüm bu beşeriyet sömürgecilere, yani Roma-Germenlere karşı mücadelede birleşseydi, er ya da geç nefret bo­yunduruğunu kırmayı ve bu yağmacıları ve onların kültürlerini yeryüzünden silmeyi başarabileceği düşünülebilirdi. Ama böyle bir başkaldırıyı nasıl örgütlemeli, yoksa bu bir ham hayal mi? Bu plana dikkatlice bakıldığında, bunun uygulanamaz olduğu açık bir şekilde belli olacaktır ve eğer bu yol, topyekûn Avrupalılaşma­ya karşı yegane mücadele vasıtası ise, o halde sözkonusu müca­dele tek kelimeyle imkansızdır.
Fakat durum bu kadar da ümitsiz değildir. Yukarıda topyekûn Avrupalılaşmayı kaçınılmaz kılan başlıca unsurlardan birinin, Roma-Germen kültürünün tamamına nüfuz eden egosantrizm olduğundan bahsetmiştik. Roma-Germenlerin kendi kültürleri­nin bu meşum kusurunu kendilerinin ıslah edeceklerini ummak, tabii ki, imkansızdır. Fakat Roma-Germen olmayan Avrupalıla­şan milletler, Avrupa kültürünü benimserken bundan egosant­rizmi pekala arındırabilirler. Bunu başarabilirlerse, o halde Ro­ma-Germen kültürünün münferit unsurlarının benimsenmesi, yukarıda bahsettiğimiz olumsuz sonuçları haiz olmayacak ve yalnız sözkonusu milletlerin milli kültürlerini zenginleştirecektir. Gerçekten de, Avrupa kültürü ile temas eden mevzubahis milletler, kendilerini bu kültürün her unsurunda bir tür mutlak üstünlük ve mükemmellik görmeye mecbur eden önyargılardan arınmış olacaklardır. O halde ne pahasına olursa olsun tüm bu kültürü benimsemeye ve Avrupa kültürü uğruna kendi yerel kültürünü yok etmeye gerek kalmayacaktır. Nihayet, kendilerine az gelişmiş ve gelişimleri durmuş bir insan türünün temsilcileri olarak bak­mak için de bir sebep bulunmayacaktır. Onlar, Roma-Germen kültürünü olası kültürlerden yalnız biri olarak kabul edip bundan kendilerine anlaşılır ve uygun olan unsurları alacak ve daha son­ra bunları kendi milli ilgi ve ihtiyaçlarına uygun şekilde istedikleri gibi değiştirecekler; hem de bu değişiklikleri Roma-Germenlerin egosantrik bakış açıları ile nasıl değerlendireceklerini hiç hesaba katmaksızın yapacaklardır.
Böyle bir gidişatın aslında oldukça tasavvur edilebilir ve mümkün olduğuna şüphe yok. Bunun mümkün oluşu aleyhi­ne tarihi vakalardan referans vermeye de gerek yok. Gerçekten tarih bize, şimdiye dek Avrupalılaşan milletlerden hiçbirinin Ro­ma-Germen kültürüne karşı böylesi aklıselim bir bakış açısına sahip olamadığını öğretmektedir. Avrupa kültürünü benimseyen birçok millet, başlangıçta ondan yalnız en gerekli olanları almayı planlıyordu. Ama kendi gelişimlerinin daha sonraki aşamaların­da onların tamamı Roma-Germen hipnozuna tedricen kapılmış ve başlangıçtaki niyetlerini unutarak ve Avrupa medeniyetine tam katılımı kendilerine ideal edinerek bir seçim yapmadan her şeyi benimsemeye başlamışlardı. I. Petro, iktidara gelişinin ilk yıllarında "Almanlar"dan26 yalnız askeri teknolojiyi ve gemicilik teknolojisini benimsemeyi istemekte idi; fakat kendisini yavaş yavaş bu benimseme sürecine kaptırarak asıl amaçla doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan pek çok lüzumsuz şeyi benimsedi. Yine de o, Rusya'nın Avrupa'dan kendine gereken her şeyi alarak er veya geç ona sırtını dönmesi ve kendi kültürünü -sürekli "Batıya yönelmeksizin"- bağımsız olarak geliştirmesi gerektiğini itiraf et­mekten de geri durmuyordu. Ama Petro, kendisine layık olan ha­lefler bırakmadan dünyasını değişti. Rusya açısından on sekizinci yüzyıl, başından sonuna dek Avrupa'nın yakışık almayan bayağı bir taklitçiliği ile geçmiştir. Bu asrın sonunda Rus toplumunun üst kesimlerindeki zihinler artık Roma-Germenlerin önyargıları ile beslenmekteydi. On dokuzuncu yüzyılın tamamı ile yirmin­ci yüzyılın başlangıcı Rus hayatının bütünüyle Avrupalılaşması ile geçmişti ki burada da Rusya, "sıçramalı gelişme" nin yukarıda bahsettiğimiz yöntemlerini benimsemişti. Aynı tarih, gözlerimi­zin önünde Japonya'da tekrarlanmaya hazırlanmaktadır. Japon­ya da başlangıçta Roma-Germenlerden ancak askeri teknolojiyi ve gemicilik teknolojisini almayı istemekte idi. Ama taklit etme çabalarında tedricen daha fazla ileriye gitmiştir. Dolayısıyla şu anda Japon toplumunun "eğitimli" kesiminin önemli kısmı Ro­ma-Germenlerin düşünüş tarzını benimsemiştir. Şimdiye dek Japonya'daki Avrupalılaşmanın, sıhhatli bir milli gurur içgüdüsü ve tarihi geleneklere bağlılık sayesinde hafifletilmiş olduğu doğru­dur. Ama kimse Japonların bu konumu ne kadar daha muhafaza edebileceklerini bilmiyor.
Yine de önerdiğimiz çözümün henüz tarihi bir örneğinin bu­lunmadığını kabul etsek dahi, buradan sözkonusu çözümün imkânsız olduğu sonucu çıkmaz. Tüm mesele, egosantrik önyargıla­ra dayanan AVRUPA KOZMOPOLİTİZMİNİN VE DİĞER AVRUPAİ TEORİLERİN GERÇEK MAHİYETİNİN HÂLÂ ÜSTÜ ÖRTÜLÜ KALMASIDIR. Roma-Germen­lerin egosantrik psikolojilerinin dayanıksızlığını idrak edemeyen Avrupalılaşan milletlerin entelektüelleri, yani bu milletlerin bir par­çası olup Roma-Germen manevi kültürünü en geniş şekilde kabul edenler, günümüze dek Avrupa kültürünün sözkonusu alandaki sonuçları ile mücadele etmeyi becerememiş ve yolları üzerinde­ki tehlikeleri sezmeksizin Roma-Germen ideologların peşinden safdillikle yürümüşlerdir. Tüm bu tablo, sözkonusu entelektüeller olaya bilinçli olarak baktıklarında ve Avrupa medeniyetine objek­tif eleştiri ile yaklaştıklarında temelden değişecektir.
Böylece bu alandaki çalışmanın tüm ağırlık merkezi, Avrupa­lılaşan milletlerin entelektüellerinin psikolojik alanına yöneltilme­lidir. Bu psikoloji, baştan sona değişmelidir. Entelektüeller, Ro­ma-Germenler tarafından gözlerine çekilen perdeyi kaldırmalı ve Roma-Germen ideolojisinin aldatmacasından kurtulmalıdırlar. Onlar, aşağıdaki hususları oldukça net, kat'i ve kesin bir şekilde idrak etmelidirler:
Onlar günümüze dek aldatılmışlardır. Avrupa kültürü mutlak bir şey değildir, tüm beşeriyetin kül­türü değildir; sadece ortak bir tarihe sahip sınırlı ve belli bir etnik veya etnografik gruba dahil olan milletlerin ürettiği bir şeydir.
Avrupa kültürü, yalnız sözkonusu belli milletler grubu için zo­runludur.
Avrupa kültürü, hiçbir yönden mükemmel değildir; başka bir etnografik grup tarafından inşa edilen diğer herhangi bir kültürden "üstün" değildir, çünkü "üstün" ve "aşağı" kültür ve milletler bulunmamaktadır, yalnız belirli düzeyde birbirine benzeyen kültür ve milletler mevcuttur. - Bu nedenle, Roma-Germen kültürünün inşasına katılmayan milletlerin bu kültürü benimsemeleri, mutlak iyi olmayıp her­hangi mutlak bir tinsel gücü de haiz değildir. Roma-Germen kültürünün (genel olarak herhangi diğer bir kültürün) tam ve organik bir biçimde benimsenmesi, yani gelecekte de bu kültürü, onu inşa eden milletlerle aynı seviye­de üretebilme imkanı veren bir benimseme, Roma-Germen­lerle antropolojik karışım ve hatta sözkonusu milletin Roma-Germenler tarafından antropolojik olarak yutulması halinde ancak mümkündür.
Bu tür bir antropolojik karışım olmadan kültürün tam be­nimsenmesi yalnız sahte bir görüntüdür ki burada da kültü­rün "dinamik" değil, ancak "statik" hali benimsenmektedir. Yani muasır Avrupa medeniyeti seviyesini benimseyen bir millet, daha sonra bunu geliştiremez konuma düşmektedir. Ve bu kültür unsurlarının yenilenmesi halinde bunların yeniden Roma-Germenlerden alınması gereklidir. Sözkonusu millet, bu şartlarda bağımsız kültürel üretim yap­maktan tamamen vazgeçmek, Avrupa'dan yansıyan ışıkla yaşamak ve devamlı Roma-Germenleri taklit eden bir may­muna dönüşmek zorunda kalmaktadır. Bunların sonucunda bahsi geçen millet daima Roma-Germenlerden "geri kalacaktır", yani onların kültürel gelişimlerinin farklı aşamalarını her zaman belli bir gecikme ile benimseye­cek ve taklit edecektir. Dolayısıyla doğuştan "Avrupalı" olan­lara kıyasla elverişsiz konumda bulunacak, onlara maddi ve manevi yönden bağımlı hale gelecektir. Böylelikle, AVRUPALILAŞMA, (Avrupa Birliği)  ROMA-GERMEN OLMAYAN BÜTÜN MİLLETLER İÇİN MUTLAK BİR ŞERDİR.
Öyleyse, bu kötülüğe karşı bütün imkânlarla mücadele edi­lebilir ve edilmelidir. Tüm bunları zahiren değil, içeriden anlamak lazımdır; yalnız anlamak değil, derinden hisset­mek, yaşamak ve acısını duymak gerekir. Gerçek, herhangi bir abartıya mahal vermeksizin ve temizlenmesi gereken o büyük yalanın kalıntılarından arındırılarak tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmelidir. Burada herhangi bir uzlaşmanın imkânsız oluşunun, açık ve belirgin hale getirilmesi gerekir: Mücadeleyse mücadele.
Tüm bunlar, yukarıda söylediğimiz gibi, Roma-Germen olma­yan milletlerin entelektüellerinin psikolojisinde tam bir dönüşü­mü, bir devrimi gerektirir. Bu dönüşümün başlıca mahiyeti, daha önce mutlak görülen bir anlayışın -Avrupa "medeniyeti"nin ni­metleri- göreceli sayılmasıdır. Bu, sert bir radikallikle hayata ge­çirilmelidir. Bunu yapmak zordur, hem de çok zor; bununla be­raber, mutlak zorunludur.
Roma-Germen olmayan milletlerin entelektüellerinin bilincin­deki dönüşüm, topyekûn Avrupalılaşma olayında kaçınılmaz ola­rak bir kırılma olacaktır. Çünkü asıl bu ENTELEKTÜELLER ŞİMDİYE DEK AVRUPALILAŞMANIN KILAVUZLUĞUNU YAPMIŞLARDIR. KOZMOPOLİTİZME VE [AVRUPAİ] "MEDENİYETİN NİMETLERİ"NE KANİ OLAN VE KENDİ MİLLETİNİN "AZGELİŞMİŞ" VE "HAREKETSİZ" OLUŞUNA HAYIFLANAN BU ENTE­LEKTÜELLER, SÖZKONUSU MİLLETİN ASIRLAR BOYUNCA TEŞEKKÜL ETMİŞ OLAN KENDİNE MÜNHASIR ÖZEL KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİNİ ZORLA YIKMAK SU­RETİYLE ONU AVRUPA KÜLTÜRÜYLE BİRLEŞTİRMEYE ÇALIŞMIŞLARDIR.
Avru­palılaşan milletlerin entelektüelleri, bu yönde daha da ileri gitmiş ve yalnız kendi milletini değil, komşularını da Avrupa kültürüne çekmekle meşgul olmuşlardır. Böylece onlar Roma-Germenlerin başlıca ajanları haline gelmişlerdir. Eğer şimdi bunlar, Avrupalı­laşmanın mutlak kötü, kozmopolitizmin ise küstah bir aldatmaca olduğunu anlayıp derinden idrak ederlerse, Roma-Germenlere yardım etmekten vazgeçecekler ve [Avrupai] "medeniyet"in mu­zaffer yürüyüşü durdurulacaktır: Artık Avrupalılaşan milletlerin desteği olmadan Roma-Germenler tek başlarına tüm dünya milletlerini manevi yönden köleleştirmeye kabil olamayacaklar. Çünkü hatalarını anlayan Avrupalılaşan milletlerin entelektüelleri, artık Roma-Germenlere yalnız yardım etmeyi durdurmayacak, aynı zamanda [Avrupai] "medeniyetin nimetleri"nin gerçek mahiyeti­ni diğer milletlere da açıklamak suretiyle Roma-Germenlere engel olmaya çalışacaklar.
Dünya milletlerini [Avrupai] "medeniyetin nimetleri" hipno­zundan ve manevi kölelikten kurtarmak gibi büyük ve zorlu bir işte, Avrupalılaşma yoluna girmiş veya girmeye niyetlenen Roma-Germen olmayan tüm milletlerin entelektüelleri dostça ve elbirli­ğiyle hareket etmelidir. Meselenin özünü ise, bir an bile gözden kaçırmamak gerekir. MÜNFERİT MİLLİYETÇİLİKLER VEYA PANSLAVİZM VE DİĞER "PANİZMLER" GİBİ KISMİ ÇÖZÜMLER İLE OYALANMAMAK LAZIM. Bunlar yalnız işin aslını müphem hale getirmektedir. Daima ve kat'i bir şekilde şunu hatırlamak gerekir:
Slavların Germenlere veya Turanilerin Arilere karşı koyması problemin gerçek çözü­mü değildir; gerçek karşı durma tektir ve şu iki cephe arasında olmalıdır:
Roma-Germenler ve dünyanın tüm diğer milletleri, yani Avrupa ve beşeriyet.

NOT: Yazıda kısaltmalar yapılmıştır. GÜNÜMÜZ SİYASÎ MESELELERİNDE İLERİ GÖRÜŞ SAHİP OLMAK İSTEYENLERİN ALINTI YAPTIĞIMIZ KİTABI OKUMALARINI TAVSİYE EDERİM.
Kaynakça
Nikolay S. Trubetskoy trc: Vügar İmanov [Kitap]. - Avrupa ve Beşeriyet-Küre Yayınları/İstanbul-Şubat 2012.
KİTABIN ORJİNALİ: Evropa i Chelovechestvo Sofya: Rossiisko-Bolgarskoe Knigoizdatel'stvo, 1920
NİKOLAY SERGEYEVİC TRUBETSKOY
(1890-1938), Moskova Üniversitesi'nde tarih, edebiyat felsefe ve mukayeseli dilbilim eğitimi aldı. Aynı üniversitede akademik çalışmalarına devam eden Trubetskoy, 1917 Ekim Devrimi akabinde Sofya Üni­versitesi Mukayeseli Dilbilim Bölümü'nde (1920-1922) ve Viyana Üniversitesi Slav Dilleri Bölümü'nde (1922-1938) çalıştı. Yapısalcı Prag Dil Ekolü'nün kurucuların­dan olan Trubetskoy'un çalışmaları ara­sında edebiyat, kültür ve dilbilim konulu 150'den fazla makalenin yanısıra Nasledie Chingiskhana [Cengiz Han'ın mirası] (1925), K Probleme Russkogo Samopoznaniia [Rus ben-idraki] (1927), Grundzüge der Phonologie [Fonolojinin temelleri] (1939) adlı eserleri bulunmak­tadır. Dünyaca ünlü filolog Trubetskoy, 1920*li yıllarda Rus muhacir çevrelerde etkin olan Avrasyacılık akımının kurucu babasıdır.


[1] Egosantrik:  benci, ben merkezci, sadece kendini merkez alan
[2] Gabriel de Tarde: Ömrünün son on yılında taşradan Paris'e taşındıktan sonra yayınlarını artıran ve başkentteki etkili okullarda kriminoloji, sosyoloji ve felsefe dersleri vermekle meşhurlaşan, ama ölümünden sonra unutulan Gabriel de Tarde (1843-1904), Batı sosyolojisinde subjektif-psikolojik ekolün banilerinden sayılmaktadır. Les Lois de L'imitation (1890), La Criminalite Comparâe (1890), Monadologie et Sociologie (1893), Logique Sociale (1895), Eludes de Psychologie Sociale (1898), Les transfor-mations du pouvoir{1899), La Psychologie Ûconomique (1902-1903) gibi eserlere imza atmıştır. Ekonomik Psikoloji; Monadoloji ve Sosyoloji ve Geleceğin Tarihinden Alıntılar son yıllarda Türkçeye kazandırılan eserlerindendir.
[3] Şovenizm;  yaygın olarak aşırı milliyetçilik anlamında kullanılır. En geniş anlamıyla şovenizm, herhangi bir gruba olan aşırı, nedene dayanmaksızın oluşan bağlılıktır; sıklıkla karşı gruba olan nefret ve kötü niyet duygularını da bebaberinde getirir. Bu kavramın isim babası Nicolas Chauvin'dir. Napoleon'un ordusunda asker olan bu Fransız, 17 kez yaralandı ve yine de Fransa için savaşmaya devam etti. Kendisini ülkesi uğruna feda etmekten kaçınmayan Napoleon un askeri Chauvin i model alan saldırgan vatanseverlik için şovenizm denilmeye başlandı.
[4] Kozmopolit: Çeşitli uluslardan kimseleri barındıran, içinde bulunduran:
kozmopolitan, dünya vatandaşı, ulusal özelliğini yitirmiş kimse

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar