Print Friendly and PDF

AYDIN YABANCILAŞMASI




Hzl: Mahmut ÇETİN
'Türkiye’de sosyal hiyerarşi hızla değişmektedir.
Piramidin tepe noktasında oturmaya alışmış mutlu azınlıkların telaşı ve feryadı bundandır."
S. Ahmed Arvasî

Kronolojik mânâda bir yabancılaşma batılılaşmanın tarihi değildir. Bir çözülmenin itikat ve zihni­yet plânındaki süreç, aşama ve ilişkileri kişiler bazında olmuş değişimdir. Yabancılaşma, zevkçilik, heterodoks inançlara yöneliş, masonluk, pozi­tivizm ve sosyalizm şeklinde oluşan İslâm ve ehli sünnet dışı cep­henin gelişimine bakılırken bu aşamalar arasındaki ilişkiler önemli olmasına rağmen, üzerinde durulmamıştır. Öyle ki bu süreçte gelip geçenler bile meçhuldür. Batılı­laşmanın bir halkasında bulunan Jön Türklerin kendi döneminde devlet imkânlarıyla kendisine savaş açmaları Abdülhamid Han'ı şaşkınlığa sevk eder.
 "Bir gün Tarih, kendile­rine Genç Türkler, Jön Türkler dedirten kimselerin neden mason olduklarını elbette araştıracak ve orta­ya çıkaracaktır." der.
 Jön Türklerin masonlaşma süreci, öncesi ve sonrasıyla Cumhuri­yete dayanan topyekûn yabancılaşmayı ele almak gerekir. Çetin Altan'ın deyişiyle bu süreç, yetiştirilme tarzlarından dolayı başka türlü olamadıkları için batıcı olanların tarihini in­celer. Bu şekilde Osmanlı İslam devletinin ortadan kalkmasıyla, İs­lam dünyası sömürge hâline gelmiştir. İslâm medeniyeti­nin yeniden doğuşunu sağlayabilecek hamlelere ulaş­mak için, bu çözülüş sebeplerini bilmek ve izah etmek zo­rundayız.
Osmanlının çözülüşünü tek sebeple izah etmek, hadiseyi hafife almak olur. Çünkü Osmanlı devleti uzun çözülme devirleri boyunca azametini kurumuş, yıkıldı­ğında bile teknolojik donanım ve bilgi birikimi açısından dünyanın ilk bir kaç ülkesi arasına girebilmiştir. Bu durumda çözülmeyi araştıranlar bu kompleks yapı içinde sebepleri ayıklarken, daima ilk sebebi tesbite çalışmalı ve ancak bu sebebe bağlı diğer çözülmeleri izah etmelidir.
Bu bağlamda yüzyılı itibariyle ileri bir tarım toplu­mu olan Osmanlı toplumunun tımar sisteminin bozul­masıyla Osmanlı bürokrasisinin zümre hüviyetini bü­ründüğünü görürüz. Halkına yabancılaştığı, halkının dili­ne, kültür unsurlarının hepsine ve giderek halkın yaşadı­ğı dine düşmanlığa dönüşmüştür. Bu tarihten sonra top­lumun bürokrasi kesiminin edebiyatı olan divan edebiyatında fars kültürü ve dilinin idealize edildiği görülür. Ya­bancılaşma sürecine giren bürokrasi üretimden kaynak­lanmayan gelirlerle beslendiğinden halkın hangi şartlar­da yaşadığını bilmiyordu. Diğer kültür sahalarına yansıyan bu anlayış batılılaşmayı ve batının ekonomik çarkla­rına boyun eğmeyi de beraberinde getirmiştir. Bu durum Osmanlı toplumunun son umudu ahi birliklerinin batı ti­caret burjuvazisi ile gayr-i müslim komprador Türkiye burjuvazisinin ittifakı karşısında rekabet edememesine yol açmıştır.
Aydın ve bürokrat iki ayrı platformda değerlendiril­mesi gereken sıfatlardır. Ancak özel sektörü batıya göre yüz yıllık bir gecikmeyle doğan bu ülkede aydın, mecbu­ren bürokrat olmuştur. Aydın yabancılaşması aynı zamanda Türk aydınının düşün­ce değişim halkalarını vermektedir.
İslam sosyologu İbn-i Haldun devletlerin ömrünü insan ömrüne benzetir. O'na göre devletler, insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. İlk bakışta kabulü zor olsa bile, İbn-i Haldun bu düşüncesini bir mantık silsilesi içinde izah eder.
Devletin kuruluşundan imparatorluk safhasına ulaşmasıyla geldiği zirve, aynı zamanda yabancılaşma­nın ve çözülmenin başlangıcı oluyor. Zirvede durabilmek, sadece ve sadece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanmaya bağlıdır. Her kemâlin bir zevali vardır gerçeği, ancak cihat toplumunun İslami hayatının sürekliliği ile ertelenebilir.
İbn-i Haldun bir imparatorluğun çöküşü başlayınca onu durdurmanın imkânsızlığını işaret eder. Çünkü im­paratorluk aşamasındaki yöneticiler (bürokrotlar) ve hü­kümdar azametini değişik şekillerde ispat etmek zorun­dadır. Bunlar cihangirlik, zenginlik, güçlülük vs gibi sıfatlarla belirginleşir. Bu sıfatların kazanılması zulme ve lükse yönelmeyi beraberinde getirir. Yöneticilerin gelirle­ri üretimden kaynaklanmaz. Üretilmeyen gelirlerin varlı­ğı, üretenlerin emek ve ürünlerinin gasp edilmesiyle mümkündür. Bu zulümdür. Zulüm ise kalıcı olamaz.
İmparatorluk aşamasının diğer nişanesi, lükse meyldir. Zevk incelemesi o kadar ileri gider ki yabancılaş­mış aydın bürokrat halkının dilini, kültürünü kabullene­mez.
Gerçekten Osmanlı devletinin imparatorluk safha­sı öncesinde teşkilatlı toplumun gereği olarak yönetilen­lerle yönetenler arasında beraberlikle, imparatorluk saf­hasıyla ortaya çıkan ayrışma dikkate değerdir.
Gelişme safhasında halk -aydın, yönetilen-yöneten birliği hayatın her safhasında görülür. Türk dilinin Ana­dolu'daki seyri edebiyatta ilk dönem edebi eserlerinde İslâmi bir hüviyet varken, İmparatorluk dönemde dünya­dan kâm alma düşüncesi ve özellikle İran edebi değerleri­ne öykünme vardır.
Osmanlı bürokratının etrak bi-idrak ve raiyyet oğlu raiyettir sözleri bunun klişeleşmiş ifadesidir. Öyleki Türkçe konuşmayı bile yadırgayan bu insan tipi, dini hiç bir temeli olmayan Fars kültürüne yamanır. Lükse meyyaliyet, erkeklerde kadınsılık, giyimde dantel-kadife, ipek ifratlarıyla kendini gösterir.
Hemen her imparatorluğun yıkılışında homosek­süel davranışların meşrulaşması hatta kurumlaşması da görülür. Roma ve Çin başta olmak üzere bu hâl İslâmi devletlerin yıkılışında da görünür. Endülüs sarayında yö­neticiler artık cinsi yönden kadının lüzumsuzluğunu dile getirirken kafirin batının işgaline uğradılar. Hülagu Bağ­dat’ı işgal ettiğinde kütüphanelerle birlikte, homosesüleliğin meşrulaştığı sarayları da yakmıştır.
Zevk incelmesinin Osmanlı'da görülmesi de mu­kadderdir. Lale devri bu yozlaşmanın en açık örneğidir. Hedonizm (Zevkçilik) insanların zihniyetıne hakim olur. Batılılaşmacılar Lâle devrim "çağdaşlaşma"nın başlan­gıcı olarak görürler. Niyazi Berkes'in görüşleri şöyledir; "Görüyoruz ki Lale Devrinde başlamış olan çağdaşlaşma akımı, III. Selim zamanında kısa vadeli sonuçlarını ver­meye başlamıştı. İlk defa olarak devlet himayesinde ve çevresinde daha önce bir tip, eskinin ulema ocağının yeri­ni almak üzre olan aydın tipi, daha sonra değişecek olan modern intelligentsia'nın öncüleri olarak doğmak üzere­dir. Ve yine görüyoruz ki Batı uygarlığının önemli olan farklı yönleri sezilmeye başlamıştır. Bundan başka bilgi­sizlik ve taassup karşıtı olarak bilim ve aydınlanma ayrımı yapılmaktadır."
Yale Ünivesitesi öğretim üyelerinden Profesör Paul Kennedy’nin yazdığı "Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çö­küşleri" adlı eser Türkçeye tercüme edildi.
Paul Kennedy'nin eseri, büyük güçlerin oluşu­munda askeri teknolojik ve ekonomik büyüme arasında­ki ilişki üzerine kurulmuş. Kennedy, önceki yüzyıllarda­ki imparatorlukların çöküşünü sorgulayarak, bir çözül­me modeli hazırlamış. Bu yönüyle eser yem bir felsefe sistem ortaya koymaya çalışmadan, süper gücün toplumlar arasında nasıl el değiştirdiği konusunu araştırıyor.
Eser, gönümüzün en büyük süper gücü olan ABD'yi de uyarmaya çalışıyor. Kennedy modeli dengeli bir bütçe ve daha az denizaşırı askeri müdahale yapan gücün sü­per olacağı şeklindedir. Kennedy'nin modeline göre yem süper güçlerin yükselmesi için mevcut olanların düşmesi gerekmiyor. Çünkü her ülkenin gelişmesini yönlendiren farklı faktörler var. Bunları formüle etme imkânına kimse sahip değil. Bir ülkenin gerçeğini diğer ülkelere yaymaya kalkmak, tutarsız görüşlerin doğumuna yol açıyor. Fakat İbn-i Haldun'un işaret ettiği bir gerçeği kimse yadırgamı­yor. Bu görüş medeniyet ve imparatorlukların da insan­lar gibi doğup büyüyüp öldükleri görüşüdür.
Kennedy Mayıs 1988 de eseri hakkında Nouvel Observateur dergisinin sorularını cevapladı. Bu konuşmaya göre ABD tıpkı Kral Edward zamanındaki İngiltere ve XVIII. asırdaki Fransa İmparatorluklarına benziyor. Bu iki imparatorluğun ortak özelliği farkına varmadan gücü­nü kaybetmesidir.
Birleşik Amerika'nın 1945'den sonraki yükselişinin İngiliz ve Japon imparatorluklarının çöküşünden ileri geldiğini belirten tarihçi durumun giderek değiştiğini, İn­giltere, Japonya ve Almanya'nın yükselmeye başladığını söylüyor. Kennedy'nin 1988 Mayısında Rusya hakkındaki görüşü, son müstemlekeci devlet olan ABD'den önce gücünü kaybettiği şeklindeydi. Kennedy bunun sebebini Rusya'nın karşılayacağı milliyetçilik cereyanlarında görüyordu. Bugün bu görüş doğrulandığını görüyoruz.
Kennedy'e göre önümüzdeki 20 yıl içinde Avrupa Topluluğu, Çin ve Japonya "küçülen" Amerika ve Rusya ile birlikte 5'li bir güçlüler zirvesi teşkil edecekler.
Kennedy, İslam dünyasının adım bile ağzına almı­yor. Aslına bakılırsa İslamiyet sistem olarak kabullenil­medikçe halk güçleri demokrasiyi araç olarak kullanıp teşkilatlanmadıkça batıcı kadrolar İslam ülkelerinden çekilmeyecek, dolayısı ile İslam dünyası süper bir güç olamayacaktır. Böyle olunca Paul Kennedy niye ağzına alsın İslam dünyasını.
(Kısaltılarak alındı: Sh: 7-12)
Sonuç Olarak
Bürokrasinin tepeden inmeci baskıları, Türk toplumunun, kendi tabii gelişme çizgisinde seyrini önlemiş ve bunun neticesinde fertler, kimlik bunalımına düşmüş­tür. Bu bunalıma 1950 sonrası, tarım toplumundan sa­nayi toplumuna geçişteki, tabiî meseleler de eklenince, içinde yaşadığımız çifte kimlikli, arabesk toplum ortaya çıkmıştır.
Böyle zıtlıklarla yüklü bir toplumda, bunalımdan kimliğe yönelmek için, hemen her hadisede mesajlar var­dır. Empoze edilen kültürle, halkın İslâmî ağırlıklı kültürü, sürekli olarak çatışmaktadır. Seyyid Ahmed Arvasî bu çatışmayı şu şekilde dile getirir: "Belli düşünce kalıplarına alışmış ve bu suretle çalışan insan beyni, kendine aykırı düşen düşünce biçimleri karşısında önce şaşırır, son­ra belli belirsiz bir öfke krizi geçir... Üstelik bu krizin şid­detine göre, yeniden harekete geçme ihtiyacını duyar. Kendini sinirlendiren düşünce biçimlerini bertaraf etme­ğe hazırlanır. Böylece dimağın üretim gücü harekete ge­çer." İşte inanmış aydının bugünkü tebarüz sebebi, bu çatışma ve çatışma sonunda ortaya çıkan fikir öfkesidir.
İnanmış aydın olarak Seyyid Ahmed Arvasî, bugün­kü meselelerin kaynağını, illiyet prensibini tabulaştırmadan toplum tarihinde arar. Topluma yaklaşırken, sosyal değişmenin mantığını anlamak gerekir. Arvasî sosyal de­ğişmeyi tek faktörü bağlayan, Marksist ve Weberci metodlarla değil, çok faktörlü bir metodla sorgular. Arvasi'nin toplum tarihine, hususen Osmanlı toplumuna yaklaşımını, şu şekilde özetleyebiliriz.
Fert, aile, toplum ve devlet hayatında, İslâmî, yaşa­ma nizamı olarak gören Osmanlı Devleti de, İbn-i Hal­dun'un "medeniyetlerin ölümü" görüşünde belirttiği şe­kilde, bir aydın yabancılaşması görülmüştür. Zihniyet çözülmesi ve aydm yabancılaşması, bürokrasinin üç ta­bakası ilmiyye (medrese), seyfiyye (ordu) ve kalemiyye (si­vil bürokrasi)'den özellikle, kalemiyye ve seyfîyyede açık bir şekilde görülmüştür.
Uygulamadan ziyade, yargı ve denetim görevi olan ilmiyye, en az hatalı, en az bozuk olanı seçmek zorunda kalıyordu. Girift devlet mekanizması içinde hakanın bü­yük yetkileri olsa bile, otoritesi, belirli bir silisile takip ederek ortaya çıkıyordu. Bu sebeple tarihi yorumlarken, sultanların döneminden ziyade, kadro ve içtimai değişme dönemlerine dikkat edilmelidir.
Arvasî, batılılaşma hareketini yürüten bürokrasiyi, mutlu azınlık şeklinde adlandırmaktadır. Gerçekten de yönetim gücünü kötüye kullanan bu zümre, çok geçme­den üretimden kaynaklanmayan büyük gelirlerle, gayr-ı islamî bir hayat yaşamıştır. Çoğu zaman, sultanları bile kendi çıkarlarına göre değiştirebilen bu zümre, halka ve halkın İslamî değerlerine yabancılaştıktan soma, gayr-ı islami hayatlarına bir dünya görüşü arayışı içine girmiş­ler ve bunu, aslı bozulmuş tasavvufî çizgilere saparak göstermişlerdir.
Bu meyanda, Osmanlı toplumunda İmam-ı Birgivî, Kadızadeliler ve Ahmed Cevdet Paşa gibi, ilmiyye sınıfına mensup İslam âlimlerinin, devirlerinde bürokrasinin bu sapık yönelişlerine karşı, nasıl bir mücadele verdiklerini hatırlamak zorundayız.
Ehl-i Sünnet âlimleri bu sapık yönelişe karşı, bir yandan sultanla irtibata geçerken, diğer yandan müslüman halkın ilmi seviyesini arttırmak maksadıyla, ilmihal ve ahlak kitaplarını yaymışlardır. Özellikle II. Abdülhamid Han, bütün Anadolu coğrafyasını bu kitaplarla donatmada, İslam alimlerine çok büyük yardımlarda bu­lunmuştur.
Bürokrasinin yabancılaşma zinciri, zevkçilik sa­pık tarikatlar-masonluk-pozitivizm-sosyalizm şeklinde günümüze kadar ulaşmıştır. Bugün karşılaştığımız ko­nak sosyalistlerinin kaynağı, bürokrasiye dayanmakta­dır. Ve bu insanlar, dedelerinin zulmünün koptuğu tarih olan 1950'den bu yana devlet, laiklik, çağdaşlık vs. gibi kavramları gündemde tutarak, eskinin özlemiyle millete saldırmaktadırlar. Arvasî bunu şöyle dile getirir;
"Türki­ye'de sosyal hiyerarşi hızla değişmektedir. Piramidin tepe noktasında oturmaya alışmış mutlu azınlıkların telaşı ve feryadı bundandır.
Ülkemizde eğitim seviyesi yükseldikçe, sanayi­leşme ve şehirleşme hızı arttıkça tabandan tepeye doğru tırmanışlar çoğalmakta; kalıplaşmış ve katılaş­mış statüler sarsılmaktadır."
İnanmış aydın, mutlu azınlığa elbette öfke duya­caktır. Bu öfke kuru bir öfke değil, üretkenliğe sürükle­yen bir fikir öfkesi olmalıdır. Arvasî, inanmış genç aydın­ları göreve çağırır: "Benim dünümü ve bugünümü dünyada yankılar yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak ro­mancım, hikayecim, tiyatro yazarım, senaristim ve film yapımcım nerede? Şu anda yeryüzünde, binbir acı içinde kıvranan müslüman kavimlerin, cemiyetlerin ve grupların dramım kimler dile getirecek?
Kara ve kızıl emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler işleyecek?
Nerede şairlerim, nerede ressamlarım, nerede İslam'ın hüznünü dile getiren ve ona yeniden dirilme şuuru aşıla­yan bestecilerim?"
Sonuç itibariyle bu ülke, teşkilatlı İslam toplumuyken, sınıflı bir topluma dönüşmenin sancısın yaşamıştır. Bu değişmenin başlangıcını, batılılaşma dönemiyle sınırlandırmak yanlış olur. Bu tarih aydının yabancılaştığı, halkın yozlaştığı tarihtir. Bu yozlaşmanın sonucunda arabesk toplum ve mutlu azınlık doğmuştur. İnanmış aydına düşen görev, arabesk toplumu İslamileştirmektir. Aksi hailde, tıpkı dünkü mutlu azınlık gibi, inanmış aydın da, toplumla alâkasız kalacaktır.
Türkiye'de sosyal değişmenin dinamiğini (batı toplumlarında olduğu gibi) sadece sınıf çatışması veya sınıf­ların uzlaşması değil, aynı zamanda inanç çatışması da etkilemektedir. Çünkü mutlu azınlık, heteradoks inançlı kitlelerle, azınlıkçı tavırların birleşmesiyle, içtimai bir ze­mine de kavuşmaktadır. (Alevici + kürtçü + ekaliyetçi + batıcı aristokratik bileşim)
Sh: 150-154
Kaynak: Mahmut ÇETiN, Aydın-Yabancılaşması, Eylül 1992, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar