AYDINLIK KAYNAKLARIMIZ
Koca Yunus:
Canım
kurban olsun senin yoluna.
Diye geziyor Anadolu’da Osmanlı
Devletinin kurucularından, ileri gelen, ünlü savaşçıların şu adlarına bakın;
Akça Koca, Konur Alp, Samsa Çavuş, Kara Mürsel, Karaoğlan, Kara Teke, Targal,
Aykut Alp, Sungurtekin, Gündoğdu, Ece. Demirtaş, Orhan, Ertuğrul.
Hurifî olduğu, yani “İnsanın
özü maddedir.” Dediği için Halep'te derisi yüzülerek öldürülen coşkun inanç
şairimiz Seyit Nesimî karıştığı bitmezlikte, çağların ve adının ötesinden evlerimizin
güzel diliyle sesleniyor bize:
Can
demişler dudağına hey hey.
Bu sade belirginliğin yanı sıra,
tarihimizde gerçeği arayanların, ışık taşıyıcıların karanlıklardan hep böyle
kan içinde geçtiklerini görüyoruz.
Aydınlık kaynaklarımız, ulusal
onurumuzun da kaynaklarıdır.
Serez çarşısında asılan Şeyh
Bedreddin, deve üstünde çarmıha gerili, Manisa sokaklarında dolaştırılan Dede.
Sultan Anadolu insanının, o çalışan, üreten halkın insancı ve yaygın bolluk
düşüncesini yeryüzüne ilk kez açık seçik duyuran ulularımız olarak bize övünç
veriyorlar.
15. yüzyılda Bursalı usta şair
Ahmet Paşa, Osmanoğullarının dörde bölünmesinden sonra yeniden kurulan birliğin
coşkusu, atılımı ve taze gücüyle ilerleyen halkımızın ağzından:
Alalı
lezzetin şeker lebinin
Miskin
Ahmet şaraba düşmüştür.
Vay gönül
vay bu gönül vay gönül eyvay gönül.
Diye tutkun, yakınmalı ve
ileriye; İstanbul'a doğru işte bu sade belirginlikle yürüyor.
Bir Kayı boyundan büyük bir
devlet oluşturan o savaşçılar, o ozanlar ve onların çocukları sadece yüz elli
yılda kötü papazların bir birini boğazladığı, aslında bir avuç kalmış olan çürümüş
Bizans'ı alarak karanlık orta çağı gerçekten iyice silkelemişlerdir.
Ama
halklar oldum olası horlanır. Bölüm
bölüm, kırım kırım kendi içlerine kapanmaya zorlanır, savunmadan, dertlerden
kıpırdayamaz, varlıklarını gösteremez durumlara getirilir.
Nitekim
bizde, sarayın, yiyici kentlinin, iri kavuklu yöneticinin, küçük tepeli
yardakçının çalışan insanları hor görmeleri, öte yanda önceleri kazıklı
voyvodaları. Saint Barthelmy kırımcılarını, sonra Hitler, Musolini gibi kudurmuş
yırtıcıları çıkaran pis batılının Anadolu halkını yeteneksiz barbarlar olarak
niteleyip durmaları hep onun yaratıcını günü köreltmeye, yok etmeye yönelik
soysuz çabalarla atbaşı gitmiştir.
Oysa Anadolu uygarlığın
beşiğidir. Çevresinde, Ege adalarında, Yunanistan'da, İtalya’da, Bizans'ta her
çeşit bilim ve sanat yapıtı gözleri kamaştırır.
Selçukluların kalıtımıyla hızla
ilerleyen bu halk kovalamak, tutunmak ve bir düzen oluşturmak peşinde yüz yıl
kadar belki bir bilim ve sanat varlığı gösterememiştir.
Ama iyi öğrenmiş ve çağlar boyu
üstün nitelikte yiğit bilim ve sanat adamları yetiştirmiştir.
Katı, yaratıdan uzak, bozucu,
körletici, yok edici olan gerçekte yalnız karanlığın bekçileridir.
Bunu geçmişimizin her aynasında,
özellikle acılı dilimizde içimiz sızlayarak görüyoruz.
Doğal karışımlar, yabancı
bilimsel ve teknik sözcüklerden yararlanma toplumların ileriye doğru oluşumları
gereğidir.
Ama varolan bir dili bozmaya kalkışmak,
onu kısırlaştırmaya, boyunduruk altına almaya çalışmak, çıkar çatışmasında
halka yöneltilen saldırıların en korkunçlarından biridir. Çünkü dil geçmişi,
oluşumu ve geleceğiyle yalnız kendine ve halka özge bir varlıktır.
Bununla birlikte bir bölük zorba
yiyicinin “Fülsi ahmere muhtaç kodukları halkımıza karşı ruberu, farığülbâl
muttasıl teşbih eylemeleri” sonucu, kimileri “İncir ağacının büyük
gölgesini.”, “Enacir ağacının zilli kebrine.” Çevirmeye dek soysuzlaşmış
olsalar da, Anadolu'nun dili hiç bir zaman Osmanlıca olmamıştır. Eski
şiirimizin ustalarına saygı duyuyorsak, o çetrefillik içinde bile bizden bir
şeyler yansıtabildikleri ve ruhumuzca direndikleri için duyuyoruz.
Bağdatlı Ruhî o saldırganları bir
biz sözcüğünün önüne nasıl öyle olağanüstü bir ustalıkla dizer, Anadolu insanının
tepkisini nasıl öyle açık seçik belirler bakın.
Biz maili
busi lebi camü kefi destiz.
Dedim ne
sayarsuz ne alursuz ne verirsiz.
Artık seçki gücümüzü, ulusal
onurumuzu halk olarak değerlendirmek için toplamalıyız. Akılcı, araştırıcı
bilim ve duygu adamlarımızın yüzyıllardır başlarına gelenleri, ipten, bıçağın
ağzından, kurşundan yayılan karanlığın halkalarını en başta kendimize göstermek
bu kez insanlık onurumuz için de boynumuza borç olmuştur.
Karanlık
ve karanlıkcılık oldum olası vardır. Karanlığın
gözleri Fatih Sultan Mehmed'i bile kuşkuyla izler. Çünkü aykırı bilgiler edinen
bu padişah bilginleri korur, sarayına konuk eder, onlarla tartışmalara girişir.
Şiir yazar, İslam dininin aykırı mezheplerine, metafiziğe, Hristiyan dinine
ilgi duyar.
Böyle olunca kurulu düzenin iki
büyüğü; Baş Vezir Mahmut Paşa ile kadı Fahreddin Acemî değil padişahın tanrının
bile karşısına çıkmakta gecikmez.
Bu Mahmut Paşa öyle az adam
değildir. Bizim Mahmut Paşadır yani. Rum bir babayla, Sırp bir anadan olduğu
söylenir. Esir edilmiş ve varlıklı bir ağanın yanında çok iyi yetiştirilmiştir.
Sonraları II. Mehmed'in gedikli baş veziri olur. Osmanlı sınırları genişlerken
orduların başındadır. Ülkenin her yanında hayratlar, hanlar, camiler, çeşmeler
yaptırır. İstanbul'daki koca Mahmut Paşa çarşısı onun yapıtıdır. Adnî mahlasıyla
Türkçe, Farsça şiirler yazar, büyük çağatay şairi Ali Şir Nevaî ile
mektuplaşır. Şair Ahmet Paşayı tutar ve över. Geçerli bilginleri korur, onları
bir gün sofrasına çağırır ve çoğu kez yemekte a!tın nohut taneleriyle karışık
pilav bulundurarak herkesi kaşığında çıkan kısmetiyle ödüllendirir.
Paşa Kazıklı Voyvoda'nın Hamza
Paşayla Yunus Beyi ve adamlarını kazığa vurdurarak öldürttüğünü II. Mehmed'e
bildirdiği zaman padişahın kendisine vurmasını onur konusu yapmayacak kadar ona
bağlıdır. Ama tarih bu baş vezirin sözünü ve tutumunu esirgemez bir adam
olduğunu da yazmaktadır.
Nitekim padişah Mahmut Paşanın
başına çadır yıktırarak baş vezirlikten uzaklaştırmakla yetinmez, şehzade
Mustafa'nın ölümü üzerine üzüntü belirtisi göstermediği, beyazlar giydiği, satranç
oynadığı için sevindiği kuşkusuyla onu idam ettirir (1474).
Fahreddin Acemî ise Osmanlıların
ikinci şeyhülislamıdır. 30 yıl bu görevde bulunmuştur. Din bilgisi derin bir adamdır
(Öl. 1460).
İşte o Mahmut Paşa, bu Fahreddin
Acemî'ye padişahın hurafeliğe eğiliminden yakınır. Bunu önleminin bir yolunu
bulmasını ister. II. Mehmet gerçekten de sarayda yakından ilgilendiği bir bölük
hurafî şeyhi barındırmaktadır.
İki yüksek görevli baş başa verip
hurufîlere karşı bir düzen kurarlar. Paşa dervişleri konağına çağırır. Fahreddin
Acemî adamların konuşmalarını gizli bir yerden dinler, sonra ortaya çıkıp, kendileriyle
tartışmak ister. 'Bunun üzerine dervişler konaktan kaçarak padişahın sarayına
sığınırlar.
Ama şeyhülislam fetvasını
vermiştir. Hurufîleri saraydan zorla aldırır ve camide inançlarına karşı
yaptığı bir konuşmadan sonra onları kışkırttığı ahaliye vererek yaktırır.
Fatih
Sultan Mehmet gibi bir padişahın hurufîlikle merekten başka ne ilgisi olabilir?
O sıralarda Anadolu'da oldukça
yaygınlaşan hurufîliğe karşı yapılan bu yüksek düzeydeki saldırı, aslında halka
ve akla verilen büyük bir gözdağından başka bir şey değildir.
Çünkü din ve devlet egemenlik
konusunda kesin buyrukların dışında hiç bir kımıltıya ödün vermez. Bunu sürekli
olarak yaymak zorunluğunu duyar.
Öte yandan Fatih'in sarayından
adam kaldırmak insana ilk bakışta olmayacak bir şeymiş gibi geliyorsa da bu
padişahın Çandarlı ve benzerleri dolayısıyla devletini çevirmekle görevlendirdiklerinin
neler yapabileceklerini çok iyi bildiği kesindir. Bunun için böyle bir olay karşısında
her şeyin üstünde olduğunu göstermek gereğini duymuş olabilir. Gerçekten de
yerli ve yabancı bilginler sarayda uzun süren tartışmalara girişmektedirler. Bu
hep böyledir. Nitekim çağın bilginlerinden Muslihiddin Mustafa ile Molla
Mehmet Zeyrek'in huzurunda yaptıkları tartışma tam altı gün sürmüştür
(tevhit üzerine).
Öyle bir olay geçsin ya da
geçmesin, önemli olan geçmiş gibi tarihteki ezici yerini almış bulunmasıdır.
Bizim
burada belirtmek istediğimiz dinin ve devletin özyapısı değildir. Her şeyden önce karanlığın
halkalarını saptamaya çalışıyoruz. Bunun için tüm değerleri oldukları gibi ele
almamız gereklidir. Örneğin Fatih ve çevresindeki bilginler kesinlikle
gerçek müslümanlardır. Bunların o yükseliş döneminde kâfirliğe yatkın
olabileceklerini akla getirecek hiç bir neden yoktur. Ama akla, deneye yol
vermeye yatkın olanlar, İslam bilimlerinin dışındaki bilgilere ilgi duyanlar az
değildir.
Mahmut Paşa
ire Fahreddin Acemî gibilerle bunlar da halktan kopukturlar ama birinciler karanlığın
halkalarını oluştururken, ikinciler en azından biraz aydınlık arayanlardır.
Birinciler karanlık sözcülerini
ortaya salarak yaşamın üstüne kara kura gibi çökmüşler, buna karşın halkımız
ikincilerin aydınlık kımıltıların; duya gelmişlerdir.
Ama ne yazık ki yüzyıllar sonra
bile ünlü yazın tarihçisi Fuat Köprülü hurufiliğin sonraları Bektaşiliğe dönüştüğünü
söyleyerek Mahmut Paşa, Fahraddin Acemî ve yandaşlarına, kâfir diye adam yakan
o ehlisünnete el altından omuz verir.
Ayrıntılar nedir ki? İnsanın özü
maddedir diyen bir Bektaşi çıksaydı kemikleri un ufak edilmez miydi a canım?
Aydınlık kaynaklarımız hiç
kuşkusuz yazın, bilim, sanat ve tekniktir. Bunlar insanın olduğu kadar
toplumların karanlıklarına da ışık tutar.
Bunun için açık seçikliğe,
ileriye yaygınlığa dönük her uğraş gibi bilimin de çağımıza değin kurulu
düzenin örümcekleriyle, tutuculuk ve gericilikle çatışmadığı hiç bir dönem
yoktur.
Batıda rönesansın ve hümanizmin
yaygınlaşmasına, II. Mehmet gibi bilim koruyucusu bir padişahın İstanbul'da
bulunmasına karşın her ülkede olduğu gibi bizde de skolastiğin yani şeriatın
ezici gücü bilim çalışmalarının üzerinden hiç eksik olmamıştır.
Bununla birlikte Osmanlı Türk
toplumunun yeni yengilerle beslenen varsıllığı ve ilerleyen tekniği her alanda
olduğu gibi bilim alanına da yansımak zorundaydı.
Körle
yatan şaşı kalkar örneği arada bir bizim bile kızarak azımsadığımız beş yüz
yıllık bilim geçmişimizde gerçekten önemli bir geri bırakılmışlık vardır ama
yoksulluğa aldırmayan, ölümü bile göze alan yiğit bilim adamlarımız hiç bir
zaman eksik olmamıştır.
Bu namuslu ve onurlu atalar
halktan kopuk olsalar da, ulusal övüncü oluşturan gerçek ve güzel seçkinlerdir.
İşte bir Hocazade Muslihittin
Mustafa (Öl. 1473). Bursalı olan bu bilgin Bizans'ın düşmesinden sonra
İstanbul'a gelmiş, saray bilginleri arasına katılmış, onlarla tartışarak II. Mehmed'in
övgüsünü kazanmış ve padişah hocalığına atanmıştır. Sonraları İstanbul ve
Edirne kadılıklarında bulunur.
İslam bilimleri, fıkıh, kelâm,
hadis ve tefsir üzerine kitaplar yazan bu bilgin deney bilimleriyle de uğraşmış,
ünlü yapıtlara ekler yazmış, hareket, eğilim, nokta, çizgi, ışık, ışık
ışınları, gök kuşağı ve gök olayları üzerine çalışmalar ve açıklamalar
yapmıştır.
Hocazade
Aristo fiziği yanlısıdır. Baş vezir Mahmut Paşa doğal olarak ona da tırnağını takar.
Bilgin babası zengin bir tüccar
olmasına karşın tüm yaşamını yoksulluk içinde geçirir. Sonunda Bursa medresesine
müderris olarak sürgün edilir.
Çağdaşı iki bilginin, Yusuf
Sinan Paşa ile öğrencisi Sarı Lütfi'nin başına gelenler Hocazadeye göre
çok daha korkunçtur. Sinan Paşa hapislere atılmış, Sarı Lütfi Sultan
Ahmet'te idam edilmiştir.
II. Mehmet çağının bilginlerinden
Yusuf Sinan Paşa (Bursa 1437 - 1458) akılcı ve yiğit bir bilim adamımızdır.
Matematik, astronomi ve doğa bilimleriyle ilgilendiği, kimi olayları din dışı
görüşlerle açıklamaya giriştiği İçin çevresindekileri şaşırtmış, din
bilginlerini, onların etkisiyle sultan Mehmed'i bile çileden çıkarmıştır.
Dinsizlikle
suçlanarak hapse atılan Sinan Paşa, bir bölük tutarlı bilginin kendisini kurtarmak
için kitaplarını yakıp ülkeden gideceklerini söyleyerek padişaha gözdağı
vermeleri üzerine hapisten çıkarılarak kadılık ve müderrislik göreviyle
Sivrihisar'a sürülmüştür.
Ama karanlığın adamları yine
peşini bırakmamışlar, yolda önünü keserek deli diye denetim altına almaya
kalkışmışlardır.
İstanbul'un ilk kadısının oğlu
olan Sinan Paşa bir sürede vezirlik yapmasına karşın dinle bağdaşmayan düşünceleri
yüzünden kendisini tımarhaneye tıkılmaktan zor kurtarır.
Paşa astronomi ve geometride
çağına göre gerçekten ilerideydi. Bir üçgenin iki kenarının açılmasıyla ortaya
çıkan açıların durumunu inceliyor, üçgenler ve açılarla ilgili yorumlar getiriyordu.
Sinan Paşa şiirli düz yazılarını
topladığı tezarruname “Yakarış kitabı” ile yazın adamı olarak da ünlüdür.
Bu yazılarında içteni iki i olabildiği gibi, çağının dilini yansıtması ve
Türkçe düz yazı dilinin gelişmesine katkısı bulunması bakımından da önemli bir
yazıncımızdır.
MOLLA
LÜTFİ İSE GERÇEK BİR BİLİM ŞEHİDİDİR.
Sarı
Lütfi ya da Deli Lütfi diye de anılan bu bilginin asıl adı Lütfullahtır. Ve
Tokatlıdır.
Sinan Paşanın öğrencisi olan
Molla Lütfi Fatih'in hafızı kütübü iken hocası azledilip Sivrihisar'a kadı ve müderris
olarak gönderilince onun yanına gitmiştir.
II. Beyazıt'ın tahta çıkmasıyla
ikisi birlikte İstanbul'a dönmüşlerdir. Molla Lütfi burada Fatih Medresesi müderrisliğine
atanır.
Ama yine karanlığın en tepegözü
İbrahim Hatipzade, İzari Çelebi ve arkadaşları onu izlemektedirler. Lütfi
Mollayı eski Yunan felsefesiyle uğraştığı için dinsizlikle suçlarlar. Ve
büyük bir kurul önünde yargılanan bilgin 200 tanık dinletilerek Hatipzade'nin
fetvasıyla idam cezasına çarptırılır. Kimileri yargıya karşı koymuş, II.
Beyazıt kararın uygulanmasını oyalamış, yine sonuçta Hatipzade’nin zoruyla 1494
yılının rebiülevvelinin 25. günü Sultanahmet meydanında idam edilmiştir.
Molla Lütfi mantık, kelam
açıklamaları yazmış, Ali Kuşçu'dan matematik öğrenerek akıl bilimlerine önem
vermiş, matematik ve geometri çalışmaları yapmıştır. Bilimlerin konuları üzerine
tanrısal dilekler adlı yapıtından başka birçok risalesi vardır.
Tazif’ül
Mezbah adlı
risalesi tarihte Delos problemi diye anılan geometrik sorun üzerinedir.
Bu sorun daha önceleri İzmirli Theon adındaki düşünürün Delos adasındaki
Apollon tapınağı sunağının (kurban kesilen yeri) iki kata çıkarılmasıyla ilgili
olarak ortaya atılmıştır.
Molla Lütfi küp biçiminde olan
sunağın iki kat büyütülmesi için küpün sekiz kez büyütülmesi gerektiğini
savunur. Bunu yaparken de önce çizgilerle, karelerin kendi kendileriyle çarpılması
zorunluğunu ileri sürer. Yoksa küpün yanına bir küp eklemek yeterli değildir.
Molla Lütfi bu risalesinde orta
orantılı geometrik yöntemi de açıklamış bulunuyordu.
Bununla birlikte vebaya karşı dua
ve efsunlar ekleyerek gerçekten saçmalamaktadır.
Bu kez de Dr. Adnan Adıvar'ın
Sarı Lütfi'nin idamına değgin gerekçesi ne yazık ki Sehi Bey tezkeresine pek
uygun düşüyor.
“Bu
divane renk kişi.” Hafızı
kütüplüğü sırasında işi padişahla latifeye dek vardırmış. Laubali biriymiş,
herkese sataşıyor, çağının bilginlerini acı acı eleştiriyormuş. Makale fi
Usulü Suca kitabı salt gülmece üzerineymiş. Ve sonunda herkesi yerme
huyunun cezasını çok ağır bir biçimde çekmiş.
Ayrıca
Molla Lütfi'nin idam nedenlerinden biri olarak onun Fatih medresesine
atanmasını Hatipzade’nin çok kıskandığına bağlamaktadırlar ki, bu çeşit
yakıştırmalar çağımızda bile karanlığa omuz vermek değil de nedir?
Lütfi Mollanın haksız ve acıklı
ölümüyle Hatipzadenin samimi müslümanlığı çatışınca kimileri çelebinin bozuk
yaratılışını ileri sürerek işin içinden çıkmaya kalkıyorlarsa da gerçeği yine
karanlıkta bırakmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar.
Sarı Lütfi'nin asıl sucu akıl
yolunu açmaya çalışması ve bu yolda yapıtlar vermiş bulunmasıdır. Nitekim
sonraki yüzyılda da değerini koruyan bilginin, iki yapıtını, yeni kurulacak rasathaneye
verilmesi için padişah fermanı vardır.
Kendini iyi savunması, haksız
yere öldürülmesi bilginleri ve halkı çok üzmüş, şairler ölümüne çeşitli
tarihler düşürmüştür.
Molla
Lütfi'nin ölümü gerçekten ikinci bir Sokrat trajedisidir.
İŞTE
BÖYLECE İLERLEMEYE ÇALIŞAN BİLİM VE DÜŞÜNCE TARİHİMİZİ İMAM GAZALİ VE MUHYİDDİN
ARABÎ GİTTİKÇE DAHA ÇOK BASTIRIR VE OSMANLI BİLİM, DÜŞÜNCE VE YAŞAMI 15. YÜZYILDAN,
16. YÜZYILA TÜMDEN ONLARIN ETKİSİ ALTINDA GEÇER.
Burada, yukarıda adı geçen iki
İslam felsefecisinin düşüncelerine kısaca değinmemiz karanlıkçıların dayanaklarını
belirtmemiz bakımından yerinde olur.
Gazali kelamcıdır. Yani
düşüncesini Kur'an'a dayar, tanrının birliği üzerine kurar. Ona göre akıl insanı
yanıltır. Yanlışların kaynağı akıldır. Akıl insanı gerçeğe götürecek güçte
değildir. Her çeşit şüphenin ötesinde kesinliğe varacak tek yol imandır. İman
gerçeğe varmanın temel ilkesidir. Duyu verilerinin kesin olmadığını ileri süren
Gazali kesin ölçünün imanda bulunduğu sonucuna varır. Ona göre mutlak olan
varlık her zaman aklın sınırlarını ve kavrama gücünü aşar. Gerçeğe ermek ancak
vahiy ve istiğrak ile olur. Dinin temel ilkelerini ancak bunlarla
kavrayabiliriz. Gerçeği ancak yakınlıkla bilebiliriz. İslam diniyle
bağdaşamayan hiç bir bilginin değeri yoktur. Tanrı tüm doğa olaylarının
yaratıcısıdır. Tanrı bütün âlemi yoktan yaratmıştır.
Düşüncelerine kısaca değindiğimiz
Gazali hastalanıp, dili tutulmuş, iyileştikten sonra Şam'da Emevi camiinin
minaresine kapanmış ve iki yıl kimseyle görüşmeden yaşamıştır. Bir sürede sahrada
gayb âlemini seyre dalan Gazali akla dayanan her görüşün karşısına çıkanların
yararlandığı başlıca kaynaklardan biri olmuştur.
Muhyiddin
İbn’ül Arabî ise Gazali gibi otorite bir İslam düşünürüdür. Ona göre evren tanrının
bir görünüşüdür. Bir bütün olarak düşünülürse evrenin içinde ya da dışında
zaman, değişme, başkalaşma gibi bir şeyler yoktur. Bunlar sadece görünüşlerdir.
Değişme ve zaman insan kuruntusundan başka bir şey değildir. Varlık kavramı
altında toplanan her şey aynı zamanda vardır. Zaman bakımından varlıkta
öncelik, sonralık diye bir sıra yoktur. Değişmeyen, süresiz olan bir “an”
vardır. Anı daim denen bu anın içinde doğma, değişme, başkalaşma değil,
gizliden açığa çıkış vardır.
Yetkin
insan olmanın yolları tümüyle tanrıya ulaşır.
Bakın. Muhyiddin ibn’ül Arabî
kendisinin kadın şeyhi İbnül Müsennanın kızı Fatmadan nasıl söz ediyor.
“Ona yıllarca hizmet ettim. Yaşı
95 i geçiyordu. Bu kadar yaşlı olmasına karşın yüzüne, yanaklarının kırmızılığı
ve güzelliğinden dolayı bakmaya utanırdım. Kendisini 14 yaşında kız sanırdınız.
Salihlerin büyüklerindendi. Kimi doğa olaylarına hükmeder ve kendisinde “fatiha”
süresi dolayısıyla kerametler görülürdü.”
Muhyiddin ibn’ül Arabî fütuhat
adlı kitabında daha ayrıntılı olarak şunları yazıyor.
“İşte o gün Kur’an’daki Fatiha
süresinin kendisine hizmet ettiğini söylediğinde bu kadının makamını anlamıştım.
Böylece otururken yanımıza bir kadın
geldi ve bana:
— “Kardeşim.”
Dedi. “Benim kocam Süreyş Şezune, de” bulunuyor ve orada evlenmiş olduğunu
haber aldım.”
Ben de ona:
— “Kocana
kavuşmak mı istiyorsun?” Diye sordum. Kadın:
— “Evet.”
Dedi.
O zaman İhtiyar kadın Fatma’ya
döndüm ve dedim ki:
— “Anacığım
bu kadının söylediklerini işitiyor musun?”
— “İstediğin
nedir oğlum?” Diye sordu bana. Ben de:
— “Hemen,
bu vakitte, bu kadının işinin görülmesi.” Dedim.
Bunun üzerine yaşlı kadın:
— “Başüstüne,
ben şimdi Kur’an’ın Fatiha suresini gönderir ve Fatiha’ya bu kadının kocasını getirmesini
söylerim.” Dedi.
Sonra Fatiha suresini okumaya
başladı. Ben de onunla birlikte okudum. O Fatiha’ya:
— “Ey Kur’an’ın Fatiha’sı
Sureyş'e git, bu kadının kocasını getir, onu bana getirinceye kadar da sakın
bırakma.” Dedi.
Ve adam gerçekten karısının
yanına dönüp geldi
Bu Muhyiddin ibn’ül Arabînin
Bağdat’dayken, Basra’da bulunması işten bile değildir. Ona göre kadere rıza
mutlaktır. Melekler kelimelerden yaratılmıştır.
Gazaliyi makam konusunda
eleştiren Muhyiddin ibn’ül Arabî’nin Amerikan uzay filmlerindeki ışın odalarını
gerektirmeyen yüce makamını böylece saptadıktan sonra 16. yüzyılda, Osmanlı Bilim
yaşamını, Osmanlıcanın karşısında öz varlığını korumak için adım adım direnen
Türk dilinin durumunu daha yakından izleyebiliriz.
16. Yüzyılda Osmanlı bilim
yaşamına baktığımız zaman yine de Zatî, Bakî, Fuzulî gibi büyük şairlerin
şiiri, mimar Koca Sinan’ın sanatı yanında İbni Kemal, Ebussuud, Kınalızadeler
gibi bilim adamlarının çalışmalarını kapsayan bir Osmanlı biliminin varlığından
söz edebiliyoruz.
Bu arada ana dilimizin öz
varlığını korumak için adım adım direndiğini görmekteyiz.
Osmanlı medresesinde bilim
denince genellikle Hadis, kelam, fıkıh, tefsir ve tasavvuf anlaşılır. Canlılar
üzerinde deney ve araştırma yapma, Kur’an’da belirlenmeyen konularla uğraşma
suç sayılır. Şeyhülislamlar, din adamları kimi müderrisler deney ve gözlem
bilimlerine giderek tasavvufa bile karşı çıkarlar. Bunun için Fatih dönemindeki
olumlu bilimsel atılım sanki İstanbul’un alınmasıyla ilgiliymiş gibi özel bir
durum olarak kalır. Kısacası 16. yüzyılda özgün bilimsel çalışmalar gözükmez.
Eski yapıtlara yorum ve açıklamalar süregider.
Bununla birlikte bu yüzyılda
yetişen bilim adamlarının örneğin İbni Kemalin, doğrudan doğruya olduğu gibi
Kınalızade Ali çelebinin, onun oğlu Hasan Çelebinin, tarihçi Saadettin
efendinin ve bu kitapta fetvalarını verdiğimiz şeyhülislam Ebussuud efendinin
ilk öğretmenleri hep Fatih çağının ünlü bilginleri Molla Lütfi, Yusuf Sinan
paşa, Muslihiddin Mustafa, Ali Kuşçu, doğal olarak Muhiddin Hatipzade
gibi bilim adamları olmuştur. Bu bağlantı daha sonraki çağlar içinde geçerlidir.
Burada açıklanması ve yinelenmesi gereken Kanunî’nin Selimiye yanında
yaptırdığı medresede “Sahni seman” matematik ve tıp öğretilmesine daha sonra
Takiyüddin adlı bilginin İstanbul'da bir rasathane kurmayı başarmasına
karşın 16. yüzyılda, deney bilimleri alanında bir Osmanlı bilgininin
yetişmediğidir.
Bu yüzyılda Osmanlı ülkesinin
sınırları çok genişlemiş, dolayısıyla devlet yönetimi çok güçleşmiştir.
Yöneticiler için halk yığınlarının çağın olumlu bilimleriyle aydınlanmasının sakıncalı
bulunduğunda hiç kuşku yoktur. Bu bakımdan Osmanlıca gibi yapay, yöneticiler,
varlıklı seçkinlere özge bir dilin oluşumuna istediğimiz kadar neden
bulabiliriz ama yineliyerek belirleyelim ki, Osmanlıcanın ulusal bir dil olduğu
hiç bir zaman söylenemez.
Şimdi yine Fatihten sonraki
Osmanlı bilimine gelelim. Beyazıt II. çağında camilerde kitaplıklar kurulmuştur.
Kimi şeriat adamları ele geçirdikleri yüksek katlardan yararlanarak çok
zenginleşmişler, kendilerine özel kitaplıklar edinmişlerdir. Kanunî Macaristanı
alınca Manyas Korinosun zengin kitaplığını Tuna'dan vapura yükletip,
İstanbul'a göndermiştir.
Osmanlı devletinin kuruluşu sırasında
yoksullara kendi eliyle çorba dağıtan bir bakıma “El fakrü fari: yoksulluk
övgümdür” felsefesine göre yaşayan ve öldüğünde kalıtı arasında bir kaşıkla
bir tuzluk da yer alan Kara Osmandan 200 yıl kadar sonra sofu Beyazıd’ın yani
II. Beyazıt’in hekim basısı Ahî Çelebinin Anadolu ve Rum elinde 40 kadar köyü
olması, böbrek ve mesane taşları üzerine bir risalesi bulunması gibi dünyaya
bağlı daha birçok değişimlere karşın Osmanlı düşünce düzeninin Yıldırım Beyazıt
zamanında usta şair Ahmedî, ünlü hekim Hoca Paşa ile birlikte öğrenim gören
Molla Fenarî’nin yazdığı mantık kitabının Osmanlı ülkesinde son zamanlara değin
okutulması gösteriyor ki, her çağda açık görüşlü bilginler çıkmış olsa do
Osmanlının değişmeye yanaşmaması Anadolu’da patlak veren Celali
ayaklanmalarının başlıca nedenlerinden biri olduğu gibi sonraları birbirini
izleyen yıkıntılarında kaynağı olmuştur. Nitekim bu düşünce düzeninin matbaanın
devlet sınırları içeresine girmesine uzun süreler imkân vermemesi sonucu
değiştirmek bakımından hiç bir yarar sağlamış değildir.
Fatihten sonra II. Beyazıd gibi
sofu, veli adlarıyla anılan, ama kadına kıza da çok düşkün birinin tahta geçmesi,
batıdaki Savanorol karanlığı göz önüne alınırsa öyle kolayca rastlantıya bağlanamaz.
Sonra babasını tahttan indiren ve iki kardeşini astıran, yeniçerilere göre
Yavuz Sultan Selim gibi savaşçı bir padişahın ortaya çıkması yine öyle
rastlantıyla zor açıklanır.
14 Eylül 1509 da İstanbul'da
korkunç bir zelzele olmuştur. Beyazıt yıkıntıların onarılması için emir
verirken vezirlerini şöyle haşlar:
— “O kadar hainlik, o kadar
zulüm ettiniz ki, mazlumların ahları göklere çıkarak Allanın gazabını üzerimize
davet etti.”
Sofu Beyazıt kendisini dine ve
şiire vermiş görünürken Yavuz Selim ayrılıkları ortadan kaldırmak, müslümanları
bir bayrak altında toplamak için, şiileri yok etmek üzere bir yandan İran'a,
bir yandan Mısır'a saldırır.
Bilim alanında ise devlet
sınırlarının genişlemesine koşut olarak Osmanlı coğrafyacılığında önemli bir
ilerleme görülmektedir. Pirî ve Şeydi Ali reislerin haritaları, bu bilim
adamlarının çağın en son coğrafya buluşlarını yakından izlediklerini göstermesi
bakımından önemli yapıtlardır. Pirî reisin haritasında Avrupa, Asya kıyılan,
adalar doğru olarak çizilmiştir. Pirî reisin kitabı bahriyesi de Osmanlılarda
yazılan ilk coğrafya kitabıdır.
Pirî reis Kaptanı Derya iken
Hürmüz kalesini kuşatmış, sonra donanmasının durumu nedeniyle bu kuşatmadan
vazgeçmiştir. Basra valisi Kubat paşa onun Hürmüz kalesinden büyük rüşvet aldığı
için kuşatmayı kaldırdığını İstanbul'a jurnal etmesi üzerine de, Pirî Reis
Mısır'da tutuklanmış, sonra orada idam edilmiştir.
Tarih bu
Basra beylerbeyi kaba cahil Kubat paşanın Pirî Reisin, müslümanlara
zulmettiğini İstanbul'a bildirmesi sonucu idam edildiğini yazıyorsa da, biz
Pirî reisi Osmanlı bilim şehitlerinden biri olarak görüyoruz.
Karanlık aydınlığı en aydınlık
yerinden vurur. Ama insanın aydınlığı çağlardan beri gittikçe büyümektedir.
16. Yüzyılda çağdaş bilim
çalışmalarından biri de matematikçi ve astronom Takiyüddin adında bir bilim adamının
İstanbul'da bir rasathane kurulması için girişimde bulunması ve padişahı kendisine
özel yararlar bağlayacağına inandırarak girişimini başarıya ulaştırmasıdır.
Takiyüddin yaptığı rasatların
sonuçlarını topladığı ünlü kitabında trigonometrik çizgileri tanımlar,
astronomik saatleri, gök dairelerini ve bu dairelerin kesişmesinden oluşan açı
hesaplarını açıklar. Bundan sonra ölçü araçlarının ve ölçü yöntemlerinin
sağlanması, ayın ve güneşin hareketlerinin ölçümleri yer alan kitapta 60 lık
yöntemle bulunmuş sinüs ve başka trigonometrik çizgiler çizelgeleri de vardır.
Bu yapıtın ön sözünde yapıt ve
yazarı hakkında çağın aydınlık adamı Hoca Saadettin Efendinin övgüleri bulunmaktadır.
Hoca
Saadettin Efendi tarihçi, başarılı bir devlet ve bilim adamı olarak çağın
aydınlığını simgelerken astronomiden çok falcılığa inanan Şeyhülislam, Ahmet
Şemsettin efendinin kışkırtmaları sonucu, 1577 de kuyruklu yıldızın gözükmesi
ve büyük veba salgını rasathanenin getirdiği uğursuzlukla yorumlanarak karanlık
ulemanın elbirliğiyle rasathanenin yıkımı sağlanır. Böylece rasathane 1579 da
Kılınç Ali Paşa tarafından yıktırılır.
Gök incelemelerine, gök
cisimlerinin hareketlerini açıklayan ölçümlere, hava değişimlerini belirlemek
için yapılan gözlemlere gerek yoktur.
Şeyhülislam Ahmet Şemsettin
efendinin babası köle imiş, kendisi de bağnaz bir İslam bilgini olduğuna göre
rasathaneyle falan işi olmaması gerekir.
Bundan
sonra III. Murat çağında Hamza Bali adında bir düşünür dinden çıkma suçlamasıyla
idam edilir. Arkasından
İstanbul'da Behram kethüda medresesi müderrisi sarı Abdurrahman adlı bilgin de
ahrete inanmamakla suçlanarak asılır.
Acunun sonsuzluğuna, bu acunda
doğanın yasaları üstünde olaylar olamayacağına inanmış olan bu Nadajlı bilgin
yüzyılın batıda yetiştirdiği büyük bilgin Giordino Brünon’un yakılmasından bir
yıl sonra İstanbul'da idam edilmiştir.
Bu aydınlık ve karanlık savaşı
böylece sürüp gider.
Burada Türkçenin direnmesiyle
ilgili olduğu kadar Şeyhülislam Ebussuud Efendiyle de ilgili bir duruma da kısaca
değinelim.
1506 da 46 yaşında ölen divan
şairimiz Mihri Hatun II. Beyazıt'ın vali şehzadesinin çevresinde toplanan aydınlar
arasında bilgisi, güzelliği, şiirle ün salmış, şiirlerinde usta şairlerden Zatî
ve Necatî'nin sürdürücüsü olarak Arap ve acemin dil saldırısına karşı sade,
açık bir Türkçe kullanmıştır. Gündelik olaylara yer verecek kadar ayakları
yerdedir. Çağdaş bilginlerden Müeyyedettin ile aralarında temiz bir aşktan söz
edilir. Batılılar da hiç evlenmemesi nedeniyle olacak Mihri Hatunu Türklerin
Safosu olarak nitelerler. Onun bu gün bile tap taze gelen şu dizesi, o zamanki
bir kadının deyişi ve dilin kendi özünde direnmesi ve şiirselliği bakımından
bize coşku vermektedir.
Kim ne
der ise desün biz olmazız yarsız.
Bu arada Tatavlalı Mahremi (Öl.
1536), Edirneli Nazmi (öl. 1554) Aydınlı Visalî gibi açık Türkçe yazan
şairlerle, duaname adlı kitabında sizin de göreceğiniz gibi gerçekten açık Türkçe
yazan Ebussuud efendiyi saygıyla anıyorum.
Yukarda adı geçen Müeyyedettine
gelince bu Osmanlı bilim tarihinde adı gerçekten anılması gereken Müeyyedzade
Abdurrahman Hatemîdir. Bu bilgin 1456 da Amasya'da doğmuş, 1516 da İstanbul'da
ölmüştür. Matemi şair takma adıdır.
Şehzade
II. Beyazıd Amasya valisi iken onun muhip ve Nedimi olan Müeyyedzade, şehzadeyi
içkiye alıştırdığı gerekçesiyle Fatih tarafından idamına ferman çıkarılınca
Beyazıd onun Amasya'dan kaçmasını sağlar. Bunun üzerine İran’a giden, Şirazda ünlü bilgin
Celaleddin Devvanîden hadis ve fıkıh okuyan Müeyyedzade Beyazıd tahta çıkınca
İstanbul'a dönerek sırasıyla müderris, kadı, Anadolu kazaskeri olur. Şehzade
Selimi tutan yeniçeriler ayaklandıkları sırada onun da konağını yağma ederler.
Bununla birlikte Yavuz tahta çıkınca onu yeniden alındığı Rumeli kazaskerliğine
getirir. (1513) Yapıtlarının Türkçe adları:
Kamu
şüphelerinin çözümü üstüne risale
Görülen
varlıklar ve yapılanlar üstüne risale
O
parçalanmayan cüz (atom) üstüne risale
Yuvarlak
kürenin incelenmesi üzerine risale
olan Müeyyedzade, yukarda
değindiğimiz Mihri Hatunun bu romantik sevgilisi, yaşamı serüvenlerle geçen bu
geniş düşünceli bilgin işte bu kitapta fetvalarını verdiğimiz Ebussuud
efendinin babasından sonra ikinci öğretmenidir.
Ebussuud efendinin ikinci ilk
öğretmeni Mevlanâ Karamanî, Mehmet Karni ise Acem şairi Molla Caminin Yusuf ile
Züleyhasını Türkçeye çevirin yine şeyhülislam Zembilli Ali Cemalî efendinin
öğrencisi bir şairidir. O da şiirlerinde çok sade bir dil kullanmıştır.
Şeyhülislam Ebussuud efendinin
yaşam öyküsünü ilerde vermiş bulunuyoruz. Burada onun geniş görüşünü ve
aydınlığını belirtmek üzere dinsizlikle suçlanarak İstanbul'a getirilen Melami
şeyhi Gazanfer dedeyi dinledikten sonra serbest bıraktığını söylemekle
yetineceğiz.
Bilindiği gibi Melamiler yoksul
kimselerdir. Kendilerini içinde yaşadıkları toplumdan ve halktan ayırmazlar.
Gönülleri yalnız tanrı sevgisiyle doludur.
Baki kalan, kalacak olan dilimiz
ve halkımızın emeğe dönük aydınlığıdır.
Kaynak:
MUZAFFER ARABUL, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, (Duaname), Sade Türkçe talik elyazması, Dua hakkında risale adlı kitaptan, İstanbul, Nurdoğan Matbaası,1978
MUZAFFER ARABUL, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, (Duaname), Sade Türkçe talik elyazması, Dua hakkında risale adlı kitaptan, İstanbul, Nurdoğan Matbaası,1978
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar