AZGELİŞMİŞLİK SÜRECİNDE TÜRKİYE- Stefanos Yerasimos
Stefanos
Yerasimos'un bu kitabı yalnız Türkiye sorunlarıyla değil.
"azgelişmişlik"le nitelendirebileceğimiz bütün diğer ülkelerle
ilgilenenler için de önemli ve muhakkak okunması gerekli bir eser.
Zengin bir tarihî
belgeler tomarının değerlendirilmesine ve tarihsel diyalektik bir açıdan kaleme
alınmış olmasına rağmen bu kitaba sadece Türkiye üzerine yazılmış bir tarih
kitabı gözüyle bakamayız. Yazar ta Bizans'a. Roma'ya kadar uzanıyorsa bunun
sebebi, bugünkü duruma varan evrimi en iyi anlamanın şartını, sözü edilen
yapıların araştırılıp çözümlenmesinde görmesi ve aynı zamanda günümüze ve geleceğe
ait sorunların zorunlu kıldığı çalışmalarla bağıntısı olan cevapları yakın ya
da uzak bir geçmişte aramak ihtiyacını duymasıdır. Eser, yaşanmakta olanın yani
çok sayıda çelişkinin hızla gelişmesine yol açan bir modernleşme sürecinin
kavranabilmesi için gerekli olguları tarihe başvurarak araştırmaktadır. Hu
kitabın yaşadığımız döneme ayrılmış üçüncü cildine kadar gelmek zahmetine
katlanan her okuyucu. Yerasimos’un, ülkesinin ekonomik sosyal ve siyasal
durumunu tahlil etmedeki görüş berraklığını tam olarak değerlendirecektir.
Roma'ya ve
Bizans'a kadar uzanan, ama asıl Osmanlı imparatorluğunun evrimini eksen alan bu
çalışma, bugünkü durumu kavramamız için her dönemi gereken ağırlığı tanıyarak
ele alıyor. Yazar eserinde, belirleyici yapılarda ortaya çıkan çeşitli üretim
ilişkilerinin. Devlet cihazının çeşitli örgütlenme biçimlerinin ve çağlar
boyunca uluslararası ilişkiler düzeyinde olduğu kadar mahalli ve bölgesel
düzeyde de iç içe girmiş çeşitli iktidar tiplerinin tahliline —ideolojik
tasarımları da gözden kaçırmadan— öncelikle yer veriyor.
Yerasimos
çoğunlukla yapıldığı gibi eski bilgilerin sağladığı bazı «şemalar»la yetinmek
yerine, tarihî evrim yumağını çözmeye ve daha önce bilinen ipuçlarını yakalayıp
olgular zincirinin gerisini getirmeye çabalamış. Böylece de bir «Asya Tipi
üretim» kalıbı içinde sıkışıp kalmadan bir ölçüde bu üretim tarzından
hareket eden ve birbirini izleyen çeşitli «oluşum»ları, her birinin kendine has
özelliklerini göstererek aydınlığa kavuşturma yolunu tutmuş. Yazar, sonu Türkiye'nin
bu günkü azgelişmişlik durumuna varan bu uzun süreci oluşturan nedenselliklerin
evrimini kavramaktaki sebatlı kaygısıyla bize, bilimsel bir tahlil için teorik
gereçler atanına başvurmanın kaçınılmaz bir şart olduğunu, ama yeterli bir şart
olmadığını gösteriyor. Hele siyasal bir pratiğin ihtiyaçlarına cevap vermesi
gereken bir tahlil söz konusuysa.
Şehircilik ve
mimarlık öğrenimi yapan yazar önceleri kendi ülkesinde, iş bulmak amacıyla
kadınlı erkekli köylerini terkederek büyük şehirlerin kenar mahallelerini ve
iğreti iskân bölgelerini dolduran insanların hayat şartlarını incelemeye
koyulmuş. Bu yoksul şehir insanları, Türkiye'de olduğu kadar diğer ülkelerde de
azgelişmişliğin bir görüntüsüydü. Yazar bunu belirtmekle yetinebilirdi. Ama
Türkiye'yi azgelişmiş ülkeler arasına sokan sebepler nelerdi? Çünkü Türkiye
gerçekten de kendine has bir tarihî eprime sahipti ve bu evrim onu «üçüncü
Dünya» ülkelerinin hemen hepsinden ayırıyordu.
Bu ülkelerin
azgelişmişlik durumlarının anlaşılması, yaşadıkları sömürge egemenliğinin ciddi
bir şekilde çözümlenmesinden geçiyordur. Oysa Türkiye, Avrupalı devletlerin
yönetici tabakalarında uyandırdığı iştaha rağmen, hiç bir zaman
sömürgeleştirilememiştir. Yazar bu noktada da emperyalist devletleri
birbirinin karşısına diken şartları kaynak göstermekle yetinebilir, sonra da
Türkiye'nin kelimenin dar anlamıyla sömürgeleşmemiş bile olsa bir sömürgeden
hemen hemen farksız olduğu görüşünü benimseyebilirdi.
Azgelişmişlik
sorunlarını konu alan görüşler çoğu zaman «hemen hemen»lere, «...mışsa da»lara
dayandırılır. Böylece de teorik şemaları yeniden ortaya çıkarmakla veya çeşitli
farklılıklar gösteren somut durumları, soyutlamalarla varılmış bulanık olduğu
kadar iğreti bir tek biçimçiliğe indirgemekle yetinilir.
Emperyalizmin
rolü üzerinde durmak tabii ki gereklidir. Ama emperyalizme karşı verilen fiili
mücadelelerde, emperyalizm hakkında biçimlenmiş genel ve teorik tasavvurlarla
değil, bu olgunun değişik zamanlarda ve yeryüzünün değişik bölgelerinde
birbirinden farktı görüntülerle ortaya çıktığı, çeşitli, değişken ve somut
eylem biçimleriyle karşı karşıya gelinir.
Yazar, Osmanlı
imparatorluğunun niçin, nasıl ve ne zamandan beri bir bağımlılık durumu içine
girmeğe başladığı sorusunu kendine sorarak işe başlıyor. Ve sonunda bu
durumun ondokuzuncu yüzyıldan bir hayli önce meydana geldiğini gösteriyor. Yani,
tarihi asıl ondokuzuncu yüzyıldan itibaren hükümleri altına alan emperyalist
devletlerin oluşumundan çok önce. Osmanlı imparatorluğu henüz Avrupa, Asya ve
Afrika arasındaki kavşak noktaları üzerindeki temel stratejik egemenliğini
sürdürürken Avrupalı küçük tüccar grupları imparatorluk topraklarında,
içyapıların verdiği imkânlardan yararlanıp hükümranlıklarını yürütmeğe
başlamışlardı. Bu evrim Hindistan'da sömürgeleşme sürecinin başlangıcındaki
durumu hatırlatır. Orada da güçlü Büyük Moğol İmparatorluğu, henüz Avrupa'da
imaline başlanmamış malları satın almak amacıyla binbir güçlükle Hindistan'a
gelen küçük tüccar gruplarının nüfuzu altına girmişti.
Yerasimos’un
koyduğu sorular ve bunlara getirdiği cevaplar, bir kere daha tekrar edelim,
yalnız Türkiye'nin alınyazısıyla ilgilenenler için değil sorunları insanlığın
çok büyük bir kısmının tarihî evrimi düzeyinde ele alanlar için de son derece
ilgi çekicidir. Yazar, yaptığı inceleme ve meseleleri koyuş şekliyle,
sömürgeleşme olgusundan söz edilir edilmez, hemen başvurulması alışkanlık
haline gelmiş şemaların yeni baştan tartışma alanına sokulması gerektiğim
göstermiştir.
Temcit pilavı
gibi ısıtılıp ısıtılıp ikide bir önümüze sürülen (çoğu zaman herhalde iyi
niyetle, ama kimi zaman da-amaçların aşağıda koymağa çalışacağız- maksatlı
olarak, bile bile) şemaya göre. Avrupalı Devletler, kapitalizmin zaferi demek
olan «Sanayi Devrimi» ile sağladıkları askerî güçleri ve teknolojik ileri
Sikleri sayesinde, kendini savunacak araçlardan yoksun halklar üzerinde
egemenliklerini kurmuşlardı. Şüphesiz bu teknolojik, askeri ve mali üstünlük
sömürgeci yayılmanın sebeplerinden biri olmuştur ama ancak ondokuzuncu yüzyıl
ortalarından sonra. Çünkü Avrupalıların bu çağdan önce sömürgecilik yolunda
gerçekleştirdikleri fetihler hiç de daha az değildi: onaltıncı yüzyılda Latin
Amerika, onyedinci yüzyılda Endonezya, onsekizinci yüzyılda ise Hindistan,
üstelik bu sonuncusu, kapitalizmin gelişmesi yolunda en önemli fetihti. Oysa
o dönemlerde Avrupa henüz teknolojik bakımdan iddia edildiği kadar ileri
değildi ve sömürgecilerin emrindeki askerî güçler, daha sonra onların
egemenliği altına girmekten kurtulamayacak olan devletlerin askeri güçleriyle
oranlanınca (gülünç derecede olmasa bile) çok zayıf kalıyordu. Hakim duruma
gelenler daha az «güçlü» olanlardı. Peki niye? İşte bu ana soru çok kere
hasıraltı edilmiştir.
Sömürge fetihleri
emperyalizm olgusuyla birleştirilir, doğrudur da. Ama öte yandan emperyalizm
kelimesi ondokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru büyük mali ve sınai grupların
oluşması sırasında kapitalizmin bağrında meydana çıkan yapı değişiklikleri
içinde («Emperyalizm. kapitalizmin en yüksek aşaması...») kullanılır, işte,
kimi marifetliler tabir caizse bir alicengiz oyunuyla sömürgeleşmeyi sadece
kapitalizmin «emperyalizm» dediğimiz gelişme aşamasına malederler. Böylece
kapitalizmin Avrupa’daki zaferinden önce yapılan nedenlerin sömürge fetihlerini
mümkün kılmış olan etkenlerin tahlili, ondokuzuncu yüzyıl sonuna doğru gerçekleşen
emperyalist yayılmanın tahlili gerisinde, gözden kaybedilir. O zaman da sömür-
gelişme sürecinin çok büyük bir kısmı yani «Sanayi Devrimi»nden önceki
sömürgeleşmeler gün ışığına çıkmamış olur. Bunlar. Avrupalıların teknolojik ve
askeri bakımdan daha güçsüzken. Hindistan örneğinde olduğu gibi iyi örgütlenmiş
bir devlet cihazına sahip ve teknik bakımdan da çok daha fazla gelişmiş güçlü
imparatorluklarla karşı karşıya bulundukları dönemde gerçekleştirdikleri
sömürgeleşmelerdir. Avrupa'nın teknik ve askeri üstünlükleriyle açıklanamayacak
olan bu sömürgeci yayılma örnekleri daima, sanayi devriminden sonraki —bazı
teorik şemaları doğrulayıcı mahiyetteki— sömürgeleşme örnekleri yanında ihmal
edilir.
Peki ama,
sömürgeleşme sürecinin ilk dönemine karşı bu miyopluk ya da kayıtsızlık, ikinci
dönemine ise bu itibar niçin? Şunun için ki. Avrupalıların askeri ve teknolojik
üstünlüğüyle açıklanamayan bir sömürgeleşme sürecini kavramak, yerli yönetici
sınıfların bu olgu içinde takındıkları tavrı, kullandıkları stratejiyi bulup
çıkarmayı gerektirir. Bu yönetici sınıf ve tabakaların çoğu için sömürgeleşme
bulunmaz bir nimet ve güçlerini o güne kadar erişemedikleri düzeye çıkarmakta
bir araç olmuştur. Kimi ülkelerde ileri gelen yerli kategorilerin toprağın
mülkiyetini üzerlerine geçirmeleri, o güne kadar sağlam hukuki bir yoldan sahip
olamadıkları bu hakkı elde etmeleri. Avrupalıların kabule zorladıkları yeni
hukuki rejim sayesinde gerçekleşebilmiştir. Bu sömürgeci fetihler, yerli
yönetici sınıflarla Avrupa'dan gelen sömürgeciler arasındaki ittifaktan başka
bir şeyle açıklanamaz. Kırsal alanlardaki yığınlar üzerinde sürdürülen
sömürünün bir kat daha pekişmesini mümkün kılan da işte bu ittifaktı.
Ondokuzuncu
yüzyıl sonlarının ve yirminci yüzyıl başlarının sömürgeci teşebbüsleri de. gene
bu çağlardan itibaren emperyalist devletlerin ellerinde bulundurduktan güce
rağmen, ileri gelen yerli kategorilerin faal işbirliğiyle gerçekleşmiştir. Ama
bunların rolü artık daha rahat gözlenebilmekledir. Çünkü ellerindeki güce
aldanıp Avrupalıların kimseden destek görmeden kendi başlarına hareket
ettiklerini sanmamız çok kolaydır.
Emperyalizm
hükmünü yalnız dıştan yürütmez, gittiği yerde teşebbüslerinin başarısı için
harekete geçecek güçleri de hazır bulur.
Sömürgeci
fetihlerin gerçekleştiği somut süreçlerin, tam bir görüş berraklığıyla neden bu
kadar seyrek olarak tahlil edildiğine şaşmamak gerekir. Eskiden zaferlerin
şerefini kendilerine maletmek Avrupalı şeflerin işine gelirdi; bugünse
oynadıkları rol hakkında ketum davranmak yerli yönetici sınıfların işine
gelmekle. Çünkü bunun bilinmesi, oynamağa devam ettikleri oyunun da daha iyi
anlaşılmasına imkân verecektir.
Yerasimos’un
kitabı, çağlar boyunca egemenlik süreçlerinin somut işleyişini ve bunların bir
toplumun çeşitli sınıflarıyla olan ilişkilerini aydınlığa kavuşturma imkânını
sağlayan az sayıda eserden biridir. Yazar şu sorunları ortaya atıyor: Osmanlı
İmparatorluğu örgütlü yapısına ve gücüne rağmen, nasıl oldu da yavaş yavaş bazı
Avrupalı güçlerin bağımlılığı altına girebildi? Hem de Avrupa, sonunda
kendisine kapitalizmin zaferini ve «Sanayi Devrimi»ni sağlayacak olan eylem
imkânlarına henüz sahip değilken. Bağımsız bir Türk Devlet cihazı, varlığını
sürdürürken (toprakların fiilen sömürgeleşmiş olduğu siyasal bağımlılıkla
oranlandığında bu hiç de ihmal edilecek bir husus değildir) emperyalist
çıkarlar ondokuzuncu yüzyılda, nasıl oldu da Türk toplumunun içine nüfuz
edebildi? Yaşlı imparatorluk yıkılıp gittikten sonra, ulusal atılım ve genç
Cumhuriyet hangi güçlere dayandı? Bu gelişme çabası hangi iç ve dış engellerle
karşılaştı?.. Bugünün çelişkileri, çok eskilere uzanan bu tarihi evrim ve
emperyalizmin kullandığı yeni eylem biçimleri dikkate alınmadan anlaşılamaz.
Üstelik, klasik
biçimiyle siyasal sömürge egemenliğinin altına girmeden Avrupalı bezirganların
ağına düşen, o çağda üstün bir örgüte sahip güçlü devletin tek örneği Osmanlı
İmparatorluğu olmayınca yazarın vardığı çözümler ve derlediği belgeler daha çok
önem ve değer kazanmaktadır. Çin için de durum Osmanlı Imparatorluğu'yla
aynıdır ve iki ülkenin tarihî evrimleri arasında, bazı farklılıkları gözden
kaçırmaksızın yapılacak bir karşılaştırma özellikle ilgi çekici olur.
Tam bir evrim
içinde olan şimdiki durumu kavramak için Yerasimos modellere baş vurmakla
yetinmiyor; bu modellerle somut durumlar arasındaki farktan asgariye indirmek
yerine, onları aydınlatmaya ve açıklamaya uğraşıyor. Düşünceleri yeniden
türetmek yerine, onlardan, somut gerçekleri daha iyi anlamaya yarayan gereçler
olarak yararlanıyor. Böyle bir çalışmanın, aynı zenginlikteki diğer
araştırmalara ilham kaynağı olmasını dileyelim.
Yves LACOSTE
Bu çalışmanın
çıkış noktası önceleri, Türk toplumunun son yirmi yıl içinde en çok üstünde
durulan bazı kendine has sosyo - ekonomik veçhelerini, kırlardan göç ve rasgele
şehirleşme olgusu çevresinde toplayarak tanıtmaya çalışmaktı. Ama çok geçmeden
gördük ki, bu olgular ülkenin sosyo - ekonomik yapılarının ancak en belirgin
görüntüleridir ve herhangi bir ekonomik ya da sosyal olgunun kavranması için bu
yapıların çözümlenmesi zorunludur. Böyle bir çözümleme çabası da, doğrudan
doğruya «azgelişmişlik» adı altında topladığımız soru ve sorunların tümüne dayanmaksızın
gerçekleşemezdi.
Azgelişmişlik
teriminin en önde gelen özelliği, gözle görülür izafiliği, bir karşılaştırma,
bir karşıtlık içinde ortaya çıkma karakteridir. Az gelişmişlik iki farklı
düzeyde, belli bir toplumun iç bünyesinde ve bu toplumun öteki toplumlarla olan
ilişkileri içinde yerleşir.
Bir toplumun
bağrında azgelişmişlik ister coğrafi alanlar arasında, ister ekonomik
faaliyetler ve sosyal gruplar arasında olsun farklılıkların çoğalmasıyla
kendini gösterir. Kaldı ki, coğrafî alan ekonomik faaliyetlerin dayanağıdır ve
sosyal gruplar da bizzat bu faaliyetlerle birlikte farklılaşır. Sonuç olarak,
belli bir toplumun ileri, kapitalist bir üretim tarzıyla daha az gelişmiş,
başka bir deyişle prekapitalist bir üretim tarzı ya da tarzları arasında asıl
yerini belirleyen şey, o toplumun ekonomik faaliyetleridir. Bu iki kategori
arasındaki farklılıkların sürmesi ve hatta çoğalması bize, bir yandan
kapitalist üretim tarzının günden güne daha ileri aşamalara doğru yol aldığını,
öte yandan prekapitalist üretim tarzını ve diğer dirençli üretim tarzlarını
kendi içinde özümseyemediğini göstermektedir. Yani çelişki, sosyo - ekonomik
yapılarındaki ilerlemenin yeterli bir büyüme ve gelişmeye ayak uyduramadığı bu
tür toplumlara has kapitalist üretim tarzı içine kaymıştır. Azgelişmiş olan
şey, bu kapitalist üretim tarzı ve onun ötesinde toplumun bütününü meydana
getiren sosyo - ekonomik oluşumdur.
Böyle bir toplum,
içlerinde kimi ileri kapitalist sosyo - ekonomik oluşumlar da bulunan diğer
toplumlarla ilişkidedir. Demek oluyor ki bu toplum ilişkide bulunduğu diğer
toplumlara oranla azgelişmiştir. Oysa insanın insan tarafından sömürüldüğü bir
çerçeve içinde daha ileri bir üretim tarzı, daha büyük ölçüde bir üretimi
gerçekleştiren, öyle olunca da üretim araçlarının ve emek gücünün daha büyük
ölçüde sömürülmesini sağlayan bir üretim tarzı demektir. Bu ileri aşamayı
kendinde barındıran sosyo - ekonomik bir bünye ise, iç ya da dış bütün
ilişkileri çerçevesinde mümkün olan en çok sömürüyü sağlar. «Azgelişmişlik» le
«gelişmişlik» arasındaki ilişkiler, ister istemez, egemenlik altına alıcı
ilişkilerdir ve azgelişmiş ülkeler de emperyalizm aşamasında bulunan ileri
kapitalist ülkelerin egemenlik altında tuttukları ülkelerdir. Böylece, diğer
düzeylerde olduğu gibi, bu düzeyde de azgelişmişlik, birbiri yanında yer alan
iki nicelik arasında soyut bir karşılaştırma konusu olmayıp egemenlik ve
sömürülme ilişkilerini içerir.
Bu ilk eldeki
karşıtlık niteliği, bizi egemenlik kavramına yöneltirken bile eşyanın statik
bir görünümünü aşmış olmuyor. Mekân içinde birbiriyle bağımlı olan
azgelişmişlikle egemenlik, zaman içinde bir ilişkiyi ifade etmiyor. Oysa
azgelişmişlik terimi bile gelişmişlik kavramını, yani dinamik bir unsuru
kendinde taşır. Bunun sonucu olarak da belli bir toplumda zaman içinde bir
ilerlemeyi, ama başka toplumlarla eşit olmayan bir evrimi ifade eder. Bu
eşitsizlik egemenlik ilişkilerini içerince, egemenlik altına alma olgusuyla
azgelişmiş ülke arasındaki bağ zaman içinde de kurulmuş olur.
Bunlardan şu
sonucu çıkarabiliriz: azgelişmişliğin sosyo - ekonomik yapıları, emperyalist
egemenliğin sosyo - ekonomik yapılarıyla bağımlıdır ve bunları birbirinden ayrı
tutarak bir incelemeye konu edinemeyiz. Dinamik bir bağın üstünde durunca da
sosyo - ekonomik yapıların incelenmesini, ele aldığımız toplumun zaman içindeki
azgelişmişlik sürecinin incelenmesi içinde görüp anlatmamız gerekir.
Azgelişmişlik, emperyalizmle ilişkisi içinde tanımlandığında onun karşı kutbu
haline gelir, ondan doğar ve onunla birlikte gelişir. Birisi var olmadıkça
diğeri var olamaz; birisi ortadan kaldırılmadıkça öteki ortadan kalkamaz;
birisi ortadan kalkmadıkça da öteki ortadan kaldırılamaz.
Tarih içinde bu
diyalektik bağın öncesine uzandığımızda, onun, yaygın kapitalist birikim
aşamasına ulaşmış bir toplumla, kapitalist olmayan ya da prekapitalist bir
toplumun karşı karşıya geldikleri noktadaki kökenlerine varırız. Sınai üretim
fazlasını satmak ve hammadde sağlamak zorunda olan kapitalist toplum İçin,
kendi yararına egemenlik ilişkilerinin tanımı üzerinde kurulan böyle bir karşı
karşıya geliş zorunludur. Bu ilişkilerle kapitalist toplum emperyalizm
aşamasına ulaşır ve yine bu ilişkilerle prekapitalist toplum, egemen ve asalak
bir ekonominin bünyesinde meydana getirdiği oluşumla, sonu azgelişmişliğe
varacak bir yapısal değişim ve yıkım safhasına girer.
Bu karşı karşıya
geliş noktasından itibaren, eşitsizlikler, kurulan yeni ilişkilerin sonucu gibi
düşünülür. Oysa egemenlik ilişkilerinin kurulması bile daha önceki bir
eşitsizliği, prekapitalist bir toplumun kapitalist bir toplum karşısındaki
eşitsizliğini içerir. Böylece eşitsizlik önce de sonra da, hem sebep, hem de
sonuç olarak ortaya çıkar. Ama bu çelişki sadece görüntüdedir. Çünkü
incelediğimiz iki toplum arasındaki karşılaşma noktası, onların geçmişteki ilk
temasa geliş noktası değil, sınai devrim yoluyla kapitalist dünya dışındaki
yeni pazarlara açılmayı zorunlu kılan yaygın bir yeniden - üretime geçmiş
kapitalist toplumun vardığı kesin gelişme aşamasına uygun düşen temas
noktasıdır. Daha önceleri, kelimenin tam anlamıyla kapitalist üretimi mümkün
kılan zenginliklerin birikimine elverdiği ölçüde, doğrudan doğruya
sömürgeleştirmeden tutun da, imtiyazlı ticari mübadelelere kadar çeşitli
biçimlerde ilişkiler vardı.
Böylece
eşitsizlik, gerçek emperyalist ilişkilerin öncesinde yer alan bu ilişkiler
içinde doğar. Ama bu ilişkilerin biçimi kadar içeriği de, aynı şekilde, söz
konusu prekapitalist toplumun iç dinamiğine ve giderek kendi üretim tarzına
özgü yapılarına bağlıdır. Bu toplumun kendine özgü iç çelişkileri, diyalektik
bir hareket içinde dış ilişkilerle birlikte değişmeye uğrayarak onun tarihsel
gelişimini' meydana getirirler.
Demek oluyor ki,
azgelişmiş bir ülkenin tarihsel evrim süreci iki büyük safhada meydana gelir.
Bunların ilkinden İkincisine geçişi o ülkenin kendi evrimi değil, kapitalist
toplumların evrimi belirler. Emperyalizmin egemenliği altına girdiği ikinci
safhada, ağır basan ve hatta ülkenin iç çelişkilerini belirleyen dış
ilişkilerdir. İlk safhada iç çelişkiler, ülkeye has üretim tarzının tezahürleri,
dıştan gelen etkilere karşı direnirler. Dış etkiye açık olmanın derecesini iç
dinamiğin gelişimi belirler. Ne var ki, kapitalist ülkelerde birikim sürecinin
hızlanması prekapitalist bir toplum direncine değil, bu toplumların bir bütün
olarak karşı koymalarına bağlıdır. Ayrıca bir prekapitalist toplumda iç
dinamik, ticari mübadelelerde ilişkileri kısıtlayarak ilk safhada bir noktaya
kadar bir direnç yaratsa bile, bu toplum, kapitalist ülkelerde yaygın yeniden -
üretim işlerlik kazanınca, emperyalist ilişkilerin ağına düşmekten kendini
koruyamayacaktır. Bunların sonucu olarak diyebiliriz ki, farklı üretim tarzları
içindeki insan toplumlarının topyekün olarak ilerlemesi aynı anda olmadıkça,
emperyalist egemenlik kaçınılmaz bir tarihsel aşama haline gelmektedir.
Öyleyse, Türk
toplumunun azgelişmişlik süreci hakkındaki bir inceleme bizi, onu, yukarıda
açıklamasını yaptığımız iki büyük safha içinde ele almağa götürür. Bu toplumun
evrimine bu yolda ilk yaklaşımımız ise, onda, yukarıda sunulan modelin ortak
karakterlerinin ötesinde birinci safhayla olduğu kadar ikinci safhayla da
ilgili kendine has, özel durumların varlığını açığa vurur.
İki safhada da
ilk özel ortak durum unsuru, kapitalist- emperyalist ülkeler tarafından
doğrudan doğruya kurulmuş ekonomik ve siyasal bir egemenliğin yokluğudur. Yani
kapitalist ülkeler, Türk toplumu —ondan öncesinde de Osmanlı toplumu— ile
girdikleri ilişkilerin evrim süreci boyunca, ne üretim araçlarını elinde tutan
mahalli egemen bir sınıfın, ne de devlet cihazını elinde tutan mahalli yönetici
bir sınıfın ayağını kaydırıp onun yerini aldı. Sömürme asıl, mahalli
«komprador» sınıflar aracılığıyla üretim fazlasına ve (ya da) artık - değere
sahip çıkma yoluyla meydana geldi. Devlet cihazı ve üretim araçları üzerine
kapitalist güçlerin doğrudan doğruya el koymaması olayı, emperyalizmin
egemenliği altında bulunan ya da bir zamanlar bulunmuş olan çok az sayıdaki
toplumda görülür. Türkiye’nin yanı sıra başka örnek olarak Çin'in ve İran’ın
durumlarını gösterebiliriz. Bu ülkelerin durumlarını karşılıklı olarak
jeopolitik açıdan ele alırsak, her üç ülkenin de, bütün on dokuzuncu yüzyıl
boyunca Rus ve İngiliz emperyalizmleri arasında «tampon» devlet olma konumları
yüzünden nispî bir bağımsızlığı koruyabildiklerini ve bu olgunun, bu
ülkelerdeki mahalli sosyal sınıflara ait bir direnci de içerdiğini görürüz.
Çin'deki 1911, Türkiye’deki 1922 burjuva devrimleriyle Çin’deki sosyalist
devrimde kendini açığa vuran işte bu sınıf direnciydi.
İlişkilerindeki
bu özel durumluluk bizi, Türk toplumunun iç dinamiğini, buradan giderek
prekapitalist yapılarını, bunların Osmanlı İmparatorluğu yapısı içindeki oluşum
ve evrimini daha yakından görüp incelemeye götürür. Bu noktadan, bu topluma ait
ikinci özel durumun farkedildiği ilk safhaya varırız. Bu özel durum Osmanlı
toplumunun ve yerini aldığı Bizans toplumunun. Batı Avrupa’nın kapitalist,
feodal ve hatta prefeodal aşamada bulunan bugünkü kapitalist ülkeleriyle
girdiği ilişkilerin evrim biçimi, süresi ve süreciyle ilgilidir. Batı
Avrupa’yla Osmanlı toplumu arasındaki ilişkiler, ilk merkantil birikim çağında
başlamaz; daha ötelere, feodal Avrupa'yla, bir çeşit feodal «emperyalizm»
egemenliğine ait olguları içinde barındırdığını farkettiğimiz Bizans toplumu
arasında varlığını sürdürdüğü dönemlere kadar uzanır. Hemen hemen kesilmeden
süren bu ilişkiler dizisi boyunca bu geriye bakış süreci bizi, «Doğu» ile
«Batı» arasında ekonomik ve siyasal birliğin varolduğu çağa, Roma
İmparatorluğu'na kadar götürür. Bu geriye bakış sırasında, egemenlik
ilişkilerinin tersine, yani Doğu’daki Bizans’ın yararına işlediği dönemleri de
göz önüne sermiş oluruz.
Öyleyse sözkonusu
olan, sorunun kökeninde varolup da eskiden beri süregelen bir eşitsizlik değil,
iç dinamikle dış ilişkilerin karşılıklı olarak birbirini etkilemeleri sonucu
egemenlikler arasında zamanla ortaya çıkan bir yer değiştirmedir. İşte
günümüzdeki sorunların temelinde bu yer değiştirmenin yarattığı sonuçlar
yatmaktadır.
İki toplum
arasındaki geçmişe ait bu birlik, yüzeyde bile kalsa önce Bizans, sonra da
Osmanlı toplumun evrimini, özellikle on dokuzuncu yüzyıl başlarında emperyalist
ilişkilerin kurulmasına kadar, kendi iç dinamizmi ve Batı ülkeleriyle dış
ilişkileri çerçevesi içinde gözden geçiren araştırmamız için bir çıkış noktası
meydana getirmektedir. Bundan sonra sıra Osmanlı, ardından da Türk toplumunun
emperyalist egemenlik çerçevesi içindeki evrimine ve en sonunda da bu toplumun,
aynı zamanda gelecekteki evriminin verileri olan bugünkü sosyo - ekonomik
yapılarının incelenmesine gelecektir.
Geçmişe doğru
uzanan bu uzun yolculuğun güzergâhı, ister istemez, batılı olmayan ama Batı'nın
burnu dibinde yerleşmiş ve onunla sürekli çatışma halinde bir toplumun
«tetikte» durumu içinde, bütün bir tarih boyunca üst üste birikip yer etmiş
fikir silsileleri arasından geçmek zorundaydı. Bu yer etmiş fikirlerin tam bir
ayıklamasını yapmanın bu çalışmanın imkân ve sınırlarını çok aştığını
anlayınca; bir sorunun ortaya çıktığı her keresinde, çalışmanın geliştirdiği
bütünle ilgili varsayımları vermek bize gerekli olduğu kadar kaçınılmaz da
geldi. Şunu da ekleyelim ki, bu çalışmanın ardından, bütün bu alanlarda daha
derinlemesine incelemelerin geleceğini ummaktayız. Genel bir gözden geçirme
mahiyetindeki bu çalışmanın amacıysa, hiç bir itiraza yer vermeyen bir
nesnelliğe ulaşması değil, bilinen olaylar bütünüyle uygunluk içinde bir
açıklamanın araştırılmasıdır.
Sh: 1-22
Kaynak: Stefanos Yerasimos, AZGELİŞMİŞLİK
SÜRECİNDE TÜRKİYE-BİZANSTAN TANZİMATA, Türkçesi: Babür KUZUCU, Gözlem
Yayınları, 1974, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar