Print Friendly and PDF

AZINLIĞIN ZENGİNLİĞİ VAHŞETE DÖNÜŞMEDEN

Bunlarada Bakarsınız



Zenginler, fakirlerden (bir günü bin dünya senesi)  beşyüz yıl sonra cennete girebilecekler. [Hadîs-i Şerif]
Çünkü kimde varsa, ona daha çok verilecek, bol­luğa kavuşturulacak. Ama kimde yoksa, elindeki de alınacak. [Matta 13:12]
Büyük servet olan yerde büyük eşitsizlik vardır. Bir kişinin çok zengin olabilmesi için en az beş yüz fakir gerekir. Zengin ve güçlü olanlara hayranlık duyup onlara neredeyse taparken, fakir ve muhtaç durumdakileri hor görme veya en azından görmezden gelme eğilimi ahlak anlayışımızı çökerten en büyük ve en yaygın nedendir. [Adam Smith]

Birleşmiş Milletler Üniversitesindeki Dünya Gelişim Ekonomisi Araştırma Enstitüsünün yakın tarihli bir çalışmasına göre, 2000 yılında yetişkin nüfusun en zen­gin yüzde 1 ’lik bölümü dünyadaki zenginliklerin yüzde 40’ına sahipken, en zengin yüzde 10’luk kısım dünya­daki toplam malvarlığının yüzde 85’ini elinde bulun­duruyordu. Söz konusu nüfusun daha fakir olan yarısı küresel varlıkların sadece yüzde 1’ine sahiptir.
Günümüzde ise, en zen­gin ülke olan Katar’da kişi başına düşen gelir en fakir ülke olan Zimbabve’dekinin 428 katıdır.
“ABD’deki mil­yarderlerin sayısı 2007’ye kadarki 25 yılda 40 katına çıkarken, en zengin 400 Amerikalının toplam varlığı 169 milyar dolardan 1.500 milyar dolara yükseldi”.
“Türkiye’de 2006’da 42 bin olan yüksek varlıklı kişi sayısı 2007’de yüzde 17.5 artarak 50 bine ulaştı. Türkiye, dünyada ‘varlıklı kişi’ sayısında en fazla artış yaşayan ülkeler arasında ön sıralarda yer aldı.” [1]
Türkiye İstatistik Kurumunun açıklamasına göre, Türkiye’de, 2011 yılında sürekli yoksulluk riski altında bulunanların oranı yüzde 18,5’e yükseldi. Bu arada, geçen yıl en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik gruptakiler toplam gelirden yüzde 46,7 pay alırken, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı payın yüzde 5,8 olduğu da açıklandı.
 2013 yılına ilişkin verilerin ortaya konduğu araştırmaya göre, Türkiye'de insanların yüzde 33’ü  (her 3 kişiden 1'i ) fakirlikle mücadele ediyor. 1 YILDA 2 KATINA ÇIKTI
2007den sonra, ekonomik krizi ve artan işsizliği takip eden kredi çöküşü yıllarında bu eğilim katlanarak arttı; kırbaç, bek­lendiği ve söylendiği gibi herkese eşit darbeler indirmek yerine seçimlerinde son derece acımasız ve ısrarcı oldu:
2011 de ABDdeki milyarderlerin sayısı tarihi bir rekora imza atarak 1.210’a çıktı ve bunların 2007 yılında 3.500 milyar dolar olan toplam varlıkları 2010’da 4.500 milyar dolara yükseldi. “Sunday Times tarafından her yıl hazır­lanan, İngiltere’de ikamet eden en zengin 200 kişi listesi­ne girebilmek için 1990’da 50 milyon pounluk bir servete ihtiyacınız vardı. Bu rakam 2008 yılına gelmeden yakla­şık dokuz kat artarak 430 milyon pounda çıkmıştı.”
Merkezi Helsinkide bulunan Dünya Gelişim Ekonomisi Araştırma Enstitüsü ne göre, şu anda dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi daha fakir olan yüzde 50’nin neredeyse 2.000 katı kadar zengin.
[Davies vd, “World distribution of household wealth”.]
Dünyanın hemen her yerinde eşitsizlik hızlı bir şekilde büyüyor; zenginler, özellikle de çok zengin olan­lar varlıklarına varlık katarken; fakirler, özellikle de çok fa­kir olanlar daha da fakirleşiyor. Elbette, bu görece bir du­rum; ama artan sayıdaki örnekte bir hayli kesin. Dahası, insanlar sadece zengin oldukları için zenginleşiyorlar. Fakir olanlar sadece fakir oldukları için fakirleşiyorlar. Günümüzde eşitsizlik kendi mantığı ve momentumuyla derinleşmeye devam ediyor. Dışarıdan herhangi bir yardıma, itme kuvvetine, desteğe veya uyarıcıya ihtiyacı yok. İnsanlar sosyal eşitsizliği icat etmekle kalmayıp, bir­çok başarısız denemenin ardından, tarihte ilk defa kendi kendine devridaim yapabilecek hale getirmeye hiç olma­dığı kadar yaklaştılar. Sosyal eşitsizliğin bu ikinci yönü bizi yeni bir bakış açısıyla düşünmeye zorluyor.
Joseph Stiglitz 2007deki kredi çöküşünden ve onu takip eden mali krizden önceki, kapitalizm tarihinin en başarılı yılları olduğu söylenen yirmi ila otuz yıllık dö­nemin dramatik sonunu şöyle özetliyor:
Tepedekilerin “işveren” rolünü yerine getirerek ekonomiye daha fazla katkıda bulunduğu gerekçesiyle eşitsizlik daima haklı gösterilmiştir; ancak “2008 ve 2009’a gelindiğinde gö­rüldü ki bu adamlar ekonomiyi iflasın eşiğine getirip yüz milyonlarca dolarla sıvıştılar”. Açıkçası, bu sefer ni­metlerden faydalananların topluma yaptığı katkı onları haklı çıkarmaya yetmedi; yaptıkları şey yeni iş alanları yaratmak değil, uzayıp giden “gereksiz insanlar” (işsizler artık böyle adlandırılır olmuştu) listesine yenilerini ek­lemekti. Stiglitz The Price of Inequality [Eşitsizliğin Be­deli] adlı kitabında ABD’nin, zenginlerin kapalı kapılar arkasındaki topluluklar halinde yaşadığı, çocuklarını pahalı okullara gönderdiği ve birinci sınıf sağlık hizmet­lerinden faydalandığı” bir ülkeye dönüştüğü konusunda uyarıda bulunuyor. Bu sırada, geri kalanlar ise güvensiz bir dünyada, en iyi ihtimalle ortalama bir eğitim görerek ve karneyle sağlık hizmeti alarak yaşıyor.
Peki, pek çoğumuzun inandığı şey­de, hepimizin zorla inandırılmaya çalışıldığı ve genellik­le aklımızın yattığı, kabul etmeye hazır olduğumuz şey­de doğruluk payı var mı? Kısacası,
“Bir Avuç Zenginin Hepimize Faydası Olduğu” doğru mu?
Özellikle, insanla­rın doğuştan gelen eşitsizliğini değiştirmeye çalışmanın, toplumun her bir üyesinin insan aklının alabileceği en yüksek seviyede sahip olmaya ve çoğaltmaya hak ka­zandığı yaratıcı ve üretici güçlerinin yanı sıra toplumun sağlığı ve esenliğine zararlı olduğu doğru mu? Sosyal konum, güç, yetkilendirme ve kazanç ayrımlarının, do­ğuştan gelen yeteneklerdeki ve bireylerin topluma yap­tıkları katkılardaki farklılıkları yansıttığı doğru mu?
Çoğumuz çoğu zaman isteye­rek (bazen neşeyle, bazen isteksizce, sövüp sayarak veya öfkeden dişlerimizi gıcırdatarak) bize sunulana kucak açıyoruz ve hayat boyu görevimiz olan, elimizden ge­lenin en iyisini yapmayı terk ediyoruz. Peki, yolumuzu değiştirmek için düşüncemizi; gerçeği (ve onun davra­nışlarımızı belirleyen katı taleplerini) değiştirmek içinse yolumuzu değiştirmek yeterli mi?
Sık sık hayıflanmalarına ve kendilerini kendi seçimlerinin ürünü olmayan koşullarda bulmalarına rağmen, insanlar ol­dukça uzun zamandır kendi tarihlerini yazmaktadır. Ve ta­rihler toplu olarak yazılır... Şu anda midemizi topluca alışverişle ve dizilerle dolduruyoruz. İnsanlarımız izleme işi­ni televizyon seyrederek ve internette gezinerek yaptığından, statü paranoyası güçleniyor. Reklamlar daha fazlasını iste­memiz için yem olarak kullanılıyor; açgözlülük hepimize al­tın tepside sunuluyor.
“Asıl olan ekonomidir, gerisi teferruat” anlamına gelen “It’s the economy, stupid” ifadesi Bili Clintonın 1992de George H. W. Bush’a karşı başkanlık kampanya­sında James Carville tarafından ortaya atılmış bir slogan­dır. Ortaya çıkışından bu yana bu ifade tüm dünyadaki politik söylemlerde önemli bir yere sahip olmuştur. Art arda seçim kampanyalarında veya ihtiyaç duyulduğun­da başka yerlerde politikacıların konuşmalarında ya da akıl hocalarının brifinglerinde tekrar tekrar kullanılan bu ifade politika dilinin yanı sıra sokaktaki insanın da düşünürken kullandığı fakat belki de (irdelemek ve sı­namak şöyle dursun) üzerine hiç kafa yormadığı inanç­lar bütününe de yerleşmiştir. Makul şüpheden çok ortak deneyimle kanıtlanan, hayatın apaçık bir gerçeği olan bu ifade şu anlama gelmektedir: Halkın duygulan, sevgisi veya nefreti, seçim mücadelesindeki taraflara desteği veya karşı duruşu, seçmenlerin seçim zamanı çıkarla­rını tanıma eğilimleri ve sloganlar tamamen ya da çok büyük ölçüde “ekonomik büyüme” tarafından belirlenir. Seçmenlerin diğer kriterleri ve tercihleri ne olursa ol­sun, seçimlerini belirleyen şey diğer etkenlerden ziyade, “ekonomik büyümenin” varlığı ya da yokluğudur. Bunun neticesinde, ekonomik büyümenin derecesini yansıttığı söylenen rakamlar iktidara giden yolda adayların seçil­me şanslarının en güvenilir göstergeleridir.
Longman sözlüğüne göre
“oyunuzu size en çok parayı kazandıra­cağını düşündüğünüz kişiye vermek”
anlamına gelen, Amerikan İngilizce’sindeki “vote with your pocketbook”
ya da İngiliz İngilizce’sindeki
“vote with your wallet” de­yimi de aynı beklentiyi dile getirmektedir.
Hepimizin gerçek sevgilisi elektronik aletler oldu. Tek bir ses komutuyla harekete geçen veya iki par­mak hareketiyle resimleri büyüten elektronik aletler gibi, piyasadaki teknoloji ürünleri sevdiğimiz nesneler­den beklediğimiz ancak nadiren, belki de hiç alamadığı­mız her şeyin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bunların en değerli özelliklerinden biri de asla çok uzun süre piya­sada kalıp kendilerinden bıktırmamaları ve başınızdan savdığınızda size musallat olmamalarıdır. Elektronik aletler sevgiye hizmet etmekle kalmazlar; diğer sevgi nesnelerine gösterilip de karşılık bulamayan sevgileri de kabul edecek şekilde tasarlanmışlardır. Sevgi için en sa­kıncasız nesneler olan elektronik aletler aşk ilişkilerinin başlatılmasında ve bitirilmesinde, ister elektronik ister canlı, ister hayvan ister insan olsun, sevgi yöneltilen di­ğer nesnelerin göz ardı edebileceği standartları ve kalıp­ları belirler. Tek riskleri elenmek ve reddedilmektir.
Elektronik aletlerin durumundan farklı olarak, in­sanın insana olan sevgisi bağlılık, risklerin kabulü ve gerektiğinde fedakârlık yapmak anlamına gelir; başka birisiyle hayatı paylaşma umuduyla (ve kararlılığıyla) belirsiz ve bilinmeyen, zorlu ve engebeli bir yola girmek demektir. Sevgi beraberinde apaçık bir mutluluk getire­bilir de getirmeyebilir de; ancak nadiren rahatlık ve ko­laylık getirir. Sevgide emin olmak bir yana, asla kendini­ze güvenmeyin derim... Bunun tersine, yeteneğinizi ve isteğinizi sonuna kadar kullanmanızı gerektirir ve bunu başarabilseniz bile, mağlup olabilirsiniz, yetersizliğiniz açığa çıkabilir ve özgüveniniz zedelenebilir. Hijyenik, sorunsuz, kılçıksız ve risksiz elektronik ürünler sevgiden başka her şey olabilir: Franzen’ın çok doğru bir şekilde gözlemlediği gibi, bize sundukları şey “sevginin kendi­mize duyduğumuz saygıya kaçınılmaz olarak sıçrattığı çamura” karşı bizi sigortalamaktır. Sevginin elektroniğe uydurulmuş halinin sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur; tüketi­cilere yönelik teknoloji ürünleri insanların narsisizmini tatmin etme yemiyle müşterilerini yakalar. Ne olursa olsun, ne yaparsak yapalım veya neyi yapmaktan vaz­geçersek geçelim bizim üzerimize çok kafa yordukları kesin. Franzen’ın vurguladığı gibi “kendi yarattığımız filmlerde oynuyoruz, sürekli kendimizi görüntülüyoruz, fareyi tıklıyoruz ve makine bize kendimizi becerikli his­settiriyor. .. Biriyle arkadaş olmak, bizi pohpohlayanlara sadece bir yenisini daha eklemek anlamına geliyor”. Bu arada Franzen, “Sempatik olmaya çalışmak sevgiye da­yalı bir ilişkiye uygun değildir” diye de ekliyor.
Sevgi narsisizmin panzehiridir ya da olabilir. Özgü­venimizi, uygulama alanında sınamaktan güç bela ka­çınırken, üzerine inşa etmeye çalıştığımız bahanelerin foyasını açığa çıkarmaya gelince, sevgi baş ispiyoncudur. Sevginin elektronik olarak sterilize edilip makyajlanmış, sahte versiyonunun sunduğu şey aslında gerçek sevgi nesnesinin yol açabileceği zararlara karşı özgüveni ko­ruyan bir risk kalkanı oluşturmaktadır.
İnsana ayak uydurabilen, boyun eğen, daima ita­at eden ve kullanıcının isteklerine asla karşı gelmeyen, gittikçe “kullanıcının kankası” haline gelen ürünlerin satışından elde edilen müthiş kârlar ve “elektronik pat­lama”, yeni keşfedilip sömürüye açılan “bakir toprakla­rın” tüm işaretlerini (ve sonu gelmez bakir toprak keşif­lerinin reçetesini) taşıyor.
Tüketici piyasaları bir zafere daha imza attı: İnsanların korkuları, kaygıları, arzuları ve çabalarıyla ilgili olan, şimdiye dek kırsal alan inisiya­tiflerine, köy faaliyetlerine ve evde üretime bırakılmış ve dolayısıyla pazarlama açısından kârlı olmayan bir alan daha başarıyla metalaştırılıp ticarete döküldü; insan­ların meşgul olduğu ve faaliyet gösterdiği başka birçok alanda olduğu gibi, bu alandaki faaliyetler de satın alma çılgınlığına dönüştürülüp alışveriş merkezlerine yönel­tildi.
Tekrar edeyim: Aldatıcı iddialarının aksine, tüketi­ci piyasalarının sömürüye açtığı en son alan sevgi değil, narsisizmdir.
Gelgelelim, aynı mesajlar ekranlardan ve hoparlör­lerden her gün aralıksız sel olup akmaya devam ediyor. Mesajlar bazen göze batacak kadar açık, bazen de zekice gizlenmiş oluyor; fakat ister aklı ister duyguları ister bilinçaltındaki arzuları hedeflesinler, her seferinde, mağa­zalarda satılan ürünleri satın almanın, sahiplenmenin ve kullanmanın içine yedirilmiş mutluluğu (veya zevk ve­ren duyumları, keyif, sevinç veya coşku anlarını: küçük miktarlara bölünmüş, günlük veya saatlik dozlar halin­de azar azar verilen bir ömürlük mutluluk stokunu) vaat ediyor, öneriyor ve ima ediyorlar.
Mesaj daha açık olamazdı: Mutluluğa giden yol alışve­rişten geçer. Nasıl ki ulusun alışveriş faaliyetinin toplamı, toplumun mutluluğunun esas ve en güvenilir ölçüsüy­se, kişinin bu toplamdaki payının büyüklüğü de kişisel mutluluğun esas ve en güvenilir ölçüsüdür. Mağazalar­da, rahatsız edici ve zorlayıcı her şeye (kolay, konforlu ve sürekli tatmin edici bir yaşam biçimi ile aramızda du­ran irili ufaklı tüm dert ve sıkıntılara) karşı güvenilir bir ilaç bulabilirsiniz. Neyin reklamını yaparsa yapsın, neyi gösterip satarsa satsın mağazalar hayatın gerçek veya varsayılan, çoktan yaşanmış veya ileride yaşanmasından korkulan her derdine deva bulunabilen eczanelerdir.
Artık hepimiz tüketiciyiz, her şeyden önce tüketi­ciyiz, tüketmek bizim hakkımız ve görevimiz.
11 Eylül saldırısının ertesi günü George W. Bush’un, travmadan kurtulup normale dönmeleri için Amerikalılara sesle­nirken bulabildiği en iyi tavsiye “alışverişe devam edin” olmuştur.
Sosyal konumumuzu ve hayatta başarılı ol­mak için girdiğimiz yarışta puanımızı belirleyen başlıca kıstas, alışveriş faaliyetlerimizin ve bir tüketim objesini “daha yenisi ve iyisi” ile değiştirmekteki rahatlığımızın seviyesidir. Dertlerden uzaklaşıp memnuniyete doğru giden yolda karşılaştığımız tüm sorunların çözümünü mağazalarda arıyoruz. Beşikten mezara kadar, mağaza­ları yaşamlarımızın ve ortak yaşamların tüm hastalıkla­rını ve ıstıraplarını iyileştirecek ya da en azından hafifle­tecek ilaçlarla dolu eczaneler olarak görmeye alıştırılıp, bu yönde eğitiliyoruz. Böylece, mağazalar ve alışveriş tam ve gerçek anlamıyla uhrevi bir boyut kazanıyor.
Burada ben de bir ekleme yapayım: Dua kitaplarımız olan alışveriş listele­rimizle mağazalarda gezinerek de hac görevimizi yerine getiriyoruz. Şuursuzca satın almak ve yerlerine daha al­benili olanları koyabilmek için artık yeterince hoşumu­za gitmeyen eşyalarımızdan kurtulmak bize en çok he­yecan veren duygular haline geldi. Tüketmekten alınan zevkin tam olması hayatın doluluğu anlamına geliyor. Alışveriş yapıyorum, öyleyse varım. Alışveriş yapmak ya da yapmamak... diye bir mesele yok artık.
Kayıplar büyük olup, tuzak içerisindeki yaşam (her yabancıda, yoldan geçen insanda, komşuda veya iş arka­daşında kötü niyet ve gizli kapaklı entrika olanağını ve ihtimalini koklayarak) daima tetikte beklemeyi gerektir­diğinden, bedeli bozuk sinirler ile ipini koparmış, her yere nüfuz etmiş, karanlık ve belirsiz korkular cinsinden ödenir. Dünya, tuzağa düşmüş olanlara kendini, şüp­heyle dolup taşan ve şüphelilerle kaynayan bir yer olarak gösterir; içinde yaşayanların tümü veya tamamına yakı­m aksi ispat edilene kadar suçludur ve her bir beraat bir sonraki bildiriye kadar geçerlidir, istenildiğinde temyize götürülebilir ya da her an feshedilebilir. Diğer insanlarla kurulan tüm koalisyonlar geçicidir, bir şarta bağlıdır ve talep edildiğinde çıkılmasını gerektirir. Bağlılık (uzun süreli bağlılıktan bahsetmeye bile gerek yok) sakıncalı­dır; (insanlar arasındaki bağları aşırı kırılgan fakat bir o kadar da hızlı kurulur hale getiren) birlikteliklerin geçici ve esnek olması ısrarla tavsiye edilmekte olup, oldukça da talep görmektedir:
 İnsanlar bir ilişkinin kapısından girmeden önce iyi niyet ve dostluktan ziyade, güvenlik kameralarına ve silahlı korumalara güvenmektedir.
Özetle, bu tuzağa düştükten sonra dünya güvene, in­sanlar arası dayanışmaya ve dostça işbirliğine yer bırak­maz. Aynı dünya karşılıklı güveni ve sadakati, karşılıklı yardımlaşmayı, çıkar amacı güdülmeyen dayanışmayı ve dostluğu ayaklar altına alıp karalar. Bu nedenle, baş­ka birisinin (ama kimin?!) kuşatması altında, postaya verilmiş veya verilmek üzere olan tahliye emrini bek­leyen, istenmeyen misafirlermişiz gibi, dünya gittikçe soğuk, yabancı ve itici oluyor.
Kendimizi rakiplerle, birisinin elini tutmanın kelepçelenmekten ayırt edileme­diği, dostça bir kucaklaşmanın genellikle hapsedilmeyle karıştırıldığı sonu gelmez üstünlük kurma oyunundaki oyuncularla çevrili hissederiz.
“Homo homini lupus est” [İnsan insanın kurdudur] deyişinin eskiliğinden dem vurarak bu değişimi reddedersek, kurtlara haksızlık et­miş oluruz.
Aslında, kişinin tüm dünya için kendine sorumluluk yüklemesi açıkça mantıksız bir harekettir; bununla birlikte, kendi sonuçlarının sorum­luluğunu da kapsayan sorumluluk yüklenme kararı, dünyanın mantığını cinayet ve intihar sonuçlarından kaynaklanan körlükten kurtarmak için son şanstır.
Tüm bunları söyledikten ya da okuyup üzerine kafa yorduktan sonra, insan, dünyanın Canetti’nin tarif ettiği “gerçek yazarlara” kucak açmadığı yönündeki akıllardan çıkmayacak kadar karamsar ve yürek parçalayan önse­ziyi kafasından atamıyor.
Dünya felaketlere karşı değil, peygamberlerine karşı son derece korunaklı görünür­ken, bu korunaklı dünyanın sakinleri de, ikamet hakları düşüncesizce ellerinden alınmadıkça, kendi bakir alan­larına dağılmış, inlemekte olan (az sayıda ve yorgun) peygamberlere dâhil olmaya karşı korunuyor.
Arthur Koestler’in bize ısrarla (boşuna, evet deyim yerindeyse, boşuna) hatırlattığı gibi, danışıklı körlük kalıtsaldır... Başka bir felaketin arifesinde, “1933’te ve onu takip eden birkaç yıl boyunca, henüz emekleme döneminde olan Üçüncü İmparatorlukta (Nazi Almanya’sında) neler olup bittiğini bir tek sayıları birkaç bini bulan mülteci­ler biliyordu”; fakat bu farkındalık onları “sözünü hiçbir zaman dinletememiş, cırtlak sesli Kassandra’nın” kade­rine mahkûm etti. Aynı yazarın birkaç yıl sonra, Ekim 1938’de belirttiği gibi, “Amos, Hosea, Jeremiah çok iyi propaganda yaptılar ancak halklarını sarsıp onları uyar­mayı başaramadılar. Kassandra’nın sesinin duvarları deldiği söyleniyor fakat Troia Savaşı yine de başladı.” [2]




Derleme yapılan Kaynak:
Zygmunt BAUMAN, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? Kitabın Özgün Adı Does the Richness of the Few Benefit Us All? İngilizce’den tercüme: Hakan KESER, Ayrıntı,Birinci Basım 2014, İstanbul

[1] Türkiye'de milyonerler kulübüne son 1 yılda 6 bin 602 kişi eklenirken, milyonerlerin hesaplarında tuttukları mevduat ise 58 milyar 811.1 milyon TL artış gösterdi. Kimilerine göre olumlu gibi görünen bu veriler aslında Türkiye ekonomisindeki büyük bir çarpıklığı ortaya koyuyor.
Vatandaşlar yoksullaştıkça Türkiye'de bankalarda 1 milyon lira üzeri hesaba sahip olan mudi sayısı azalmıyor, artıyor.
Bu durum uygulanan ekonomi politikalarının zengini daha zengin fakiri daha fakir hale getirdiğini gözler önüne seriyor. Nisan ayı itibariyle son 4 aylık dönemde milyoner mudi sayısı ise 3 bin 297 kişi arttı.
Türk bankacılık sisteminde 2011 yılı Nisan ayı itibariyle 628 milyar 713.2 milyon TL'ye ulaşan mevduatın yüzde 46.2'sinin milyoner hesaplarında tutulduğu belirlendi. Yurtiçi ve yurtdışı yerleşiklerden oluşan 38 bin 83 milyoner mudi hesabında, toplam 290 milyar 477 milyon TL bulunuyor. Son bir yılda milyonerlerin hesabında tutulan mevduat 58 milyar 811.1 milyon TL artarken, milyoner mudi sayısındaki artış 6 bin 602 kişiye ulaştı. Nisan ayı itibariyle son 4 aylık dönemde milyoner mudi sayısı 3 bin 297 kişi arttı.
[2] Akalarla Truvalılar arasında yapılan, Eskiçağ şiirlerinde destansı bir biçimde anlatılan Truva savaşı, Yunanlı Paris’in Truvalı Helena’yı kaçırması yüzünden çıktı ve on yıl sürdü. Yunanlılar, Agamemnon komutasında denizden Truva’ ya çıktılar. Uzun çarpışmalardan sonra Akhilleus’un savaştan çekilmesi, Akaların durumunu sarstı. Yunanlılar Odysseus’un önerisiyle bir tahta at yaptılar ve içine savaşçılar yerleştirdikten sonra, gemilerine binerek gider gibi yaptılar. Truvalılar atı kent surlarından içeri alınca, gece attan çıkan Yunanlılar kentin kapılarım açarak öteki arkadaşlarını da içeri aldılar ve kenti yerle bir ettiler.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar