Print Friendly and PDF

BALLLAR BALINI BULDUM-BURHAN TOPRAK

Bunlarada Bakarsınız



Ölmek ve yeniden dirilmek, yeniyi bulmak, yeniyi, büyük yeniyi ve ebedi yeniyi bulmak; bütün mesele buradan­dır. İçimizdeki yıpranmış varlık ra­hatımızı vermiyorsa, istediğimiz gibi yeni olmak için, beğenmediğimiz eski­yi ve eski şeyleri unutmak şart değil midir. Yeni yaşayış, eski yaşamaya; ancak, her yerde ve her şeyde ölmek­le mümkündür.
B. T.
İçinde yaşadığı zevk çamurundan kurtulup, arı sularda yıkanmak ve bir daha kirlenmemek üzere vicdanına ve onun zamanı aşan ebedî kanunlarına vefâlı kalmak isteyenlere na­sıl imrenilmez?
Elbette temiz lekeliden; sağlam, çürümek üzere olandan; güçlü sıskadan; inanan ve mutlu olan imansızdan, ümitsizden daha güzeldir.
İnanan mutludur; hiç bir şeye bağlanmayan; ilkönce kendine inanmaz, sonra sızlanır, direnir. Doğrusu; hiç bir şeye bağlanmayan insan yoktur. Çünkü, böyle bir insan yaşayamaz. Yalnız; o, kendi yarattığı putlara inanmadan tapar ve eğleniyorum diye, vicdan azabı toplar. Bunun için her şeyi belli bir ölçüye göre düzene konmuş dinli, her şeyi tesadüfe bırakmış olan dinsize (Biz bildiğimize tapıyoruz. Siz bilmedi­ğinize tapıyorsunuz!) demekte haklı değil midir?
Veli, bütün mânasiyle idealist, Allah’ın sevgilisi demektir. Böyle bir dereceye yükselmenin güçlükleri gözünde büyüme­sin. Bunun yalnız üç şartı vardır: En silik lekeye katlanama­yan iffete bağlanmak, seni köle edecek zenginliğe, her vakit seni hür bırakacak fakirliği üstün tutmak, vicdanın emirlerine boyun eğmek.
Mutluluğun başka yolu yoktur. Mutluluksa, hayatta, in­sanın en büyük ümididir.
Öyleyse mutlu olmak istiyorsak, hemen doğru yola gire­lim. Hiç bir kaygı bizi bu kararımızdan alakoymasın. Sür­dükleri yaşayışın kötü olduğunu bildiğimiz ruhu ölmüşleri kendi kendilerine ve kokup dağılmalarına bırakalım.
Belki bu, herkesin bildiği ve yüzyıllardır anladığım sandı­ğı ve gene anlamadığı bir gerçektir. Bilmek güzel bir şeydir. Ama gerçeğe varamadıktan ve hele onu yaşamadıktan sonra, onu bilmek hiç bir şeye yaramaz. Gerçek; kelimede, ya da bil­mede, duymakta değil, yalnız davranışlarımızı ona uydurmak­tadır. Çünkü Âdemoğlu, yaptığı kadar bilir.
Uzun uzun aradıktan, okuyup düşündükten sonra ge­ne her şeyin ilk ve süren şartına dönmek çaresizdir. İnsan hayatı bir bütündür, başlayıp biten bir şeydir. Oysaki başlan­gıcı bulmuş değiliz. Başlangıcı ve kökü bulmadan hiç bir şeyi bulamayız.
Bunun için arkamızı döndüğümüz büyük gerçeği bilme­ğe, iyice bilmeğe çalışmak ve ona olan borcumuzu ödemek ge­rekir. Doğrusu borcumuz onu olduğu gibi bilmekle, ona inan­makla, onu sevmekle, ona teslim olmakla, ondan gelecek her acıya katlanmakla ödenebilir.                                       
Bütün değerler üstünde varlık olan, tek sevdiğimizin ya­ni Allah’ımızın hiç bir ayıbı ve kusuru yoktur. İşte bu yüz­den yalnız Onu seviyor ve Ona sığınıyoruz.
Ruh dünyasının, şekille, görünüşle ilgisi yoktur. Bütün mabetler, üniversiteler kapatılsa ruh gene Allah’ı bulur. Çün­kü insanın gönlü Allah’ın evidir. İnanan ve seven insan yüre­ği, bütün sevdiklerinin yürekleriyle ayni ölçüde çarpar.
Gerçeğe kavuşan; en büyük dostu bulmuştur. Onun için artık, başka bir şüphe ve kısır acı kalmamıştır. Böyle bir inancı bulan, imkânlarının en erişilmez tepesine çıkmış de­mektir. iman, dağları yerinden oynatabilen kuvvettir, ölü­den diriyi doğurabilir.
İş böyle ise, ne kadar ümitsizlik ve kahr içinde olursanız olunuz, size ümit ve ışık vâdedilmiştir. Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü, (Allah ki idealdir kefen hırsızını bile affedecek kadar cömerttir.) denilmiştir.
Sen bu kadar ölçüsüz affeden bir sevgiliyi istemezsen, ona sarılmazsan, neyi ve sana rahatlık, mutluluk verecek kimi isteyebilirsin?
Kaderin seni ezmez. Yalnız sen kendini ezersin. Düşün; buna doğru diyeceksin.
İçimizdeki her acı, bütün haykırışlar, atılmalar ve dü­şüp parçalanmalar hep aslımıza olan özlemden ve aslımızın bizi çeken sırrındandır.
Biz normalken süren doğru’ya âşıkız, ebedî gerçek olan Allah da bize âşıktır. Derdimizin onarımsız olması, tek mer­hemin onda olduğunu bilmişken başka yerde arayışımızdandır.
Bize kollarını açan sevgilimize, bizi aldatmayan vefâlı ve en güzel sevgiliye neden dönmüyoruz?
Derdimiz Onun kalpına, gölgesine imrenmektendir. Tak­lide, gölgeye; öz nasıl fedâ edilir? Sürene geçici nasıl üstün tutulabilir? Ve aklı ile övünen insan, nasıl bu kadar kör ola­bilir;
Ama belki de bizi güzelleştiren kader ve tesadüfün ge­tirdiği acılardır. Böyle ise ve biz bu kaderin Allah’tan geldi­ğine inanırsak, o zaman her şey değişir. Ve o zaman; bu acı­ların belki daha derin yaşamamıza bir yol olduğumu anlarız. Sevgi ve acı; derin bir yaşayışın en temelli iki şartıdır.
Tarihe göz gezdirilince güçte, zekâda, güzellikte en büyük tanınmış inanların dertleri içinde ömürlerini geçirdik­leri görülür. İnsanın bu görünüş karşısında (Yoksa dertsizler Allah yönünden unutulmuş, silik kimseler olmasın?) diye­ceği geliyor.
On dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ilk günlerine düşüncesiyle sultan olan Tolstoy, ölürken kendisine İncil oku­malarını istemişti. Gazeteleri getirdiler. Kendisi için yazılan­ları okumak istiyorlardı. (Hayır! Onları istemem!) diye ba­ğırdı. İncili aldılar ve (Dağda va’z) ı okudular. Bitince yeni­den okuttu. Sonra haykırdı: (Allahım! Allahım! Var olan yalnız Sensin! Ayakta duran yalnız Sensin, yalnız Sen kuv­vetlisin! Ey Kurtarıcı! Hiçliğimi Sen kuvvetinle ört!) Sonra gözlerini kapadı, dudaklarını kıpırdattı, dua ediyordu.
Anasını, babasını, çocuğunu, sevgilisini Haktan ve ger­çekten daha çok seven Hakikat’a lâyık değildir.
İnsan taptığı idealine yaraşır olmalıdır. Allah ikiliye (ortağa) katlanamaz.
Allah, insanları kendilerinden çok sever. Olgunluk yo­lunda; toplanmış üç beş kişi arasında. O; vardır. O; bütün yorgunlara ve yük altında ezilenlere şöylece seslenir: (Bana geliniz! Sizin yükümüzü ben taşıyacağım!)
Söylenilen bu sözler biraz deli saçmalarına benziyor. Ama en büyük gerçekler böyledir. Mide ve barsaklarımızı ruhun üstüne çıkarmıyorsak, ruha göre yola girelim ve onu savuna­lım. Kurtulmak için tek çaremiz, (Allah’ın ahlâkını benim­semek ve Onun yoluna girmektir.) Çünkü ölümü, acıyı yok etmenin ve hayatta ebediyetin varlığını ortaya koymanın başka yolu yoktur. En büyükler; hesabı, ölçüyü, düşünme­mişler ve böyle davranmışlardır.
Ebedî hayat boş bir lâf değildir. Yalnız ona inanmak için, onun şimdiden bizde başlamış olması gerekir. Günlük sıkıntılar, sonunda birden gelip çatan büyük felâketler, bize; bu süren hayatın bu ândan başlayabileceği yönünde şüp­heler verebilir. Ama Hz. Musâ’yı, Hz.İsâ’yı ve Hz. Muhammedi düşün­mek yeter, inandıkları ânda onlar için ve kendilerine inanan­lar için, süren hayat başlamıştır.
Tersini düşünen, Cehennem’in kapışma Dante’nin yazdı­ğı cümleye inanmalıdır! (Ey buradan geçenler! Bütün ümit­leri bırakınız!) Oysaki imânın kapısında yalnız şu tek kelime vardır ve her şeye yeter: Ümit!
Üzülmekten, ezilmekten, silinip kaybolmaktan korkmayınız. Nasıl tuz, ancak eriyerek tadını verirse, insan da varlığını, bütün isteklerini ideali uğrunda eritmeden tam ölçüsünü bulamaz.
Ömrün elbette sonu vardır, bunu biliyorsun! Ve kocayıp ölecek olan gövdeden beni kim kurtaracak dive haykırıyorsun!
İdealine yani Allah’ına teslim olursan süren yaşayış bulur ve her şeyi görürsün.
Ama inanmaz ve teslim olmazsan, sen de, çoktan ölmüşken, yaşamaktasın demektir. Fakat yatak odanda ya da yemek odanda, ölmüş insanla nasıl yaşayabilirsin ?
Suç işlerken bir dakika için sana o hareketinin bütün ömrünce yüklediği ağırlığı tasarlasan ve onun anısının sana taktığı boyunduruğu düşünsen, ateşe elini uzatmayacağın gibi ona da elini uzatmazdın. Kötülük uzun sürmez, yükselen bir şey kuramaz temelinden bozuktur. Süren, var olduran, yalnız imân, yalnız ümittir.
Kendi yaşayışımıza, kaderimize hâkimmişiz gibi yaşıyoruz. Gerçekleşmeyen hülyalarımız, yıkılan ümitleriniz ve eyvah her zaman yarım kalan eserlerimiz bizi uyandırmıyor. Hayatımıza değil, kaderimize değil, irademize bile hâkim olamıyoruz. Hiç olmazsa, mutluluğa ermek için isteklerimizi kısabilmeyi öğrenmeğe çalışsak!
Ey Allah’ın dünyaları kendisi için yarattığı Hz. Muhammedi Sen bile oruç tutup, gecelerini secdede geçirdikten sonra, bi­zim gibi, en pis günah çamuruna batmış olanlar ne yapmalıyız?
Yalnız bir isim vardır, süren odur: Allah, öyleyse benze­riniz üzerinde ne diye hüküm veriyor, onların kusurlarını ne diye yüzlerine vuruyorsunuz? Oysaki Kutlu Kitaplar (Onları yüzlemeyiniz, aksine onlara yükselmeleri için yardım ediniz!) demektedir.
Hakk buyurur ki: (Acımam öfkeme üstündür.)
Sevgilimiz o kadar zengindir ki, verdiğini geri almaz; pişman olmaz. Pişmanlık bilgi; azlığıdır. Onun bilgisinde ek­sik olmadığından, elbette ki pişmanlığı da yoktur.
Bunun için, insan denmeye gerekir yaratılmışın ödevi, her nefeste kendini silip, Allah’ın varlığını isbata çalışmak­tır.
Medenî kanunlar, insandan verebileceğinin en azım ister­ler: Kötülük etme, zararlı olma, faydalı olup olmamanı düşün­me, istersen eşek gibi yaşa, derler. Oysaki din; insandan ilk önce, insan olmasını ister.
Miraçta; Allah, Peygamber’e (Her şeyi senin için yarat­tım!) diyor. Peygamber; ona, şöyle cevap veriyor: Senin için her şeyi bıraktım!
Kur’an (Tanrılığı “Emâneti” göklere, yerlere ve dağla­ra verdik. Hiç biri bu emâneti yüklenemediler! Yalnız insan bu sorumlu işi omuzuna almak cesaretini gösterdi) diyor.
Âdemoğlu, bu korkunç cesaretini unutmamalıdır.       
Ama bu cesaret yarın alınacak bir tedbir olmamalıdır. Yarın Âhiret demektir. Son saatini hangi insan tasarlayabi­lir? Bunun için kararını yarına bırakanın nasibi yoktur. Al­lah bu dünyayı ekim yeri sayıyor, burada ne kazanılırsa ona güvenilebilir.
Allah’ı anmak en büyük kulluktur. Sana yakınlaşıncaya kadar, Allah sana gelinceye kadar onu an. Bundan bıkıp usanma. Sen bu yolda yürüyüp olgunlaştıkça, kaderden, insan­lardan sızlanman azalacak ve o zaman Allah’ı da. İnsanları da, taliini de seveceksin. Ey Rabb’ın beğenerek yarattığı Ademoğ­lu; ne malın, ne anan, ne sevgilin, ne de başka türlü bağlar seni bu yoldan uzaklaştırmasın.
Allahın işçisi!.. Hangi yerde, hangi işte, hangi döğüşte, Hakk için çalışıyorsun? Allah seni olacağından çok bir işle zorlamaz. O, senin kolaylığını ister, güçlükle karşılaşmanı is­temez. Ama sen, imkânlarının en küçüğünü bir parmak daha yükselmen için kullandın mı ? Bana ondan haber ver.
Kendini yenmekten daha büyük bir savaş yoktur. Kendi­ni yenen mutlu olabilir. İçini temizliyen ergeç kurtulur,.
Allah’ı görmek isteyen, yalnız iyi olsun, iyilik etsin ve taptığı varlığa ikilik katmasın.
Allah bencilliğinden kurtulmuş insanlara; kendi güzelli­ğini, bir kelime ile tek güzelliği armağan verir.
Bu söz ile tasavvuf denilen sır âlemine girmiş bulunuyo­ruz. O halde tasavvuf nedir? Bu soruya en sade cevaplardan birini veren Hacı Bektaş’tır. Ona göre (Tasavvuf; öyle bir şeydir ki, âfiyetle birleşmez. Tasavvuf, Allah’tan başka olan­dan bıkıp usanmaktır. Ve ondan başkasından boşanmaktır.)
Bu sözleri üzerine Hacı Bektaş’a sormuşlar. (Afiyet ne­dir?) (Afiyet bir ân yüreğin rahatlık ve karar bulmasıdır. Afiyet Allah’ta dinlenmedir. Oysaki tasavvuf başlangıçtır, öz­lemdir. Onun için ikisi birleşmez.)
Gene Hacı Bektaş'a sormuşlar: (Dervişin hali nasıl bir haldir?) Cevap vermiş: (O haldir ki, her ne ki kafanda var­sa bırakırsın. Ve her ne ki elinde varsa verirsin. Ve kuyuya düşen ne yaparsa onu yaparsın!)
Yola gireceğin güne kadar kafanda ne gibi öğrenilmiş bilgiler varsa, yüreğinde ne gibi istekler besliyorsan, ne gibi şüphelerin varsa hepsini at ve öyle gel! Kafan ve yüreğin bom­boş kalsın ve Allah özlemi ruhuna iyice sinsin. Başka türlü şüphe ve ihtirastan kurtulamazsın.
Böylece mistisizm insanın kendi gerçeğini bilmesi demek­tir. Ancak kendini bilen Allah’ını bilir, amaç ise yalnız Al­lah’ımızı bilmektir. Elbette ki bilenin uykusu bilmeyenin dua­sından daha hayırlıdır.
Her yükselişin ruhanî basamaklarına göre akıl vardır. Şeriat, Tarikat, Mârifet, Hakikat. İnsan hangi durakta ise akıl da o duraktadır. Ve gerekince o basamağa göre hüküm verir. Almak; bir türlü akıl işidir. Olmak isteyen ise; verir, sonsuz olur.
Putlar (kadın, erkek, para, şöhret, saltanat v.s.) insan­dan başkası için yaratılmamıştır. Âdemoğlu muhtaç olduğun­dan; mecbur olarak Allah’ı aramıştır. Bugün Allah yoktur deseniz, ertesi gün, herkes kendine göre bir put yaratacaktır: (Sevgili, para, şöhret, v.s.)
Allah diyor ki: (Ben, kulumun tasarladığı gibiyim!) Vay o kul ki Allah’ını en bayağı değere indirir; paraya, şeh­vete bağlar.
Taptığını en yüksek, en asıl ve bütün zenginliklerin kay­nağı olarak tasarla. Allah her şeyin sonudur. Olgunluk orada biter. Ona yalvar. Sen de Onun gibi olgunlaşasın.
Allah’ı kendine vekil say. O, senin için her şeyi yapacak­tır. Önünde küçül, büyüyeceksin.
Ahmed Rüfaî diyor ki: Gerçeğe varmak için, ben, her kapıyı çok kalabalık gördüm. Kendini silmek, hiçe saymak kapısını, çok tenha buldum, oradan kolayca içeri giriverdim.)
Ölürken Şahı Nakşbend’e soruyorlar: “Cenazenizin önün­de hangi sûreyi okuyalım!” Cevap veriyor: “Sûre-i Şerife bi­ze çoktur! ’. “Ne okuyalım,?” “Şunu!” diyor:
“Biz senin önüne çıkmış zavallı insanlarız.”
Senin güzelliğinden yalnız en küçük sadakayı dileniyoruz Allah, inananları bütün suçlarından uzaklaştırır.
Allah kuluna yeter. Onu doğru yola götürür, Eli bütün ellerden üstündür.
Her dinin özü İslâm, yani teslim olmak ve rızâdır. Allah; İbrahim’e (İslâm ol!) dedikte, İbrahim (Alemlerin Rabbına İslâm oldum.) dedi. Görülüyor ki İslâm olmak nefsi teslim etmek demektir.
Dost ile bağ her şeydir. En zeki ama en talihsiz yaratılmış'ın ölçüsü olan Şeytan’a biri takılıyor: “Sen kötü imişsin. Allah sana lanet ediyor!”
Şeytan cevap veriyor:
“Ne söylüyorsun, bundan daha büyük müjde mi olur? Beni Dost andı demek; Dost ansın da, nasıl anarsa ansın!”
Her kim Allah’tan bir ân uzaklaşırsa, o sırada dostu ve ar­kasından geleni şeytan olur.
Bütün kötülüklerimize temel, içgüdüye kendini bırakan aklimizdir. Şair Sa’dî ne güzel söylemiştir: “Bulutlar, rüzgâr­lar, ay ve güneş, bütün felekler elbirliği yapmışlardır. Tek sen bir lokma elde edebilesin ve onu rahatça yiyebilesin.”
Allah insanların bildiğinden, tasarladığından çok acıyan­dır. O; dertli her yaradılmışla dertlidir. Her insan O’nun bir parçasıdır. Bizim kederimize bunun için ortak olmaz olur mu? Allah, biz acıdan kıvranırken yanı başımızdadır. Kur’an’da de­nildiği gibi (Bize şah damarımızdan daha yakındır. İnsan O’nun ruhu ile yaşamaktadır. Ve O’nun ruhundadır.)
Yaratan: (Ey Davud! Benim kullarıma olan özleyişim on­ların beni özleyişinden ileridir.) diyor. Ama biz benzerleri­mizle o kadar uğraşıyoruz ki, Allah’a bir türlü sıra gelmiyor. Her şeyi benzerimizden istemeye o kadar alışmışız ki; her za­man dileklerimizden yoksun kaldığımız halde, gene onların ardı sıra koşmaktan bıkıp usanmayız.
Dostlarımıza, sevdiklerimize pek çok değer verelim. Ama Allah’ın hakkını kullara vermiyelim.
Allah’ı ananlarla anmayanlar arasındaki ayrılık, ölü ile diri arasındaki başkalık gibidir.
Hak yolunda yürüyenler iyi bilsinler ki: razı olmayan zorlanır.
Her ne bahasına olursa olsun, ruhu beden zindanından kurtarmak lâzımdır.
Allah bizimle birlik olursa bize kim düşman olabilir; kar­şımıza kim çıkar? Ama ondan yoksun olursak, o zaman dün­ya bir Cehennem‘'e döner.
Her türlü değer, her türlü şan ve şöhret Allah’ın dostlu­ğu yanında nedir? Hiç!
O, var olunca her türlü yoksulluk biter.
Allah hayatımızdan giderse, o zaman dünyada kiminle ve nasıl yaşayabiliriz?
Dostum; bütün bu söylediğim şeyler, bir bakıma göre saçma ve yanlış olsa bile, senin için bunlara inanıp; Sokrates, Eflâtun, Epiktetos, İsâ, Mevlâna, kadar aptal ve bilgi­siz olmak -çünkü bütün bu inançlar onlarındır- karşısındaki yeri, kürsüsü olan, inandıklarının aksini yapanlara benzemek­ten daha iyi değil midir?
Hesap; ruh dünyasının eşiğinden bir adım ileri gidemez.
Düşüncende ve davranışlarında detaya tesadüfe, faydası olmayana yer verme. O zaman; sana öz ve temel kalacaktır. Hayattan; daha ne isteyebilirsin?
İyi bil ki sen şimdi yaşamıyorsun! Çünkü bir an için is­tediğin gibi yaşadığına inanmış değilsin!
İnsanın kendisinden başka hiç kimseden bir şey elde edemeyeceğini bilmesi çok acıdır. Bu böyledir. Bunu zamanı geç­tikten sonra değil, erkenden öğrenmek gerekir.
Yoksunluk bir bıçak yarası gibi canımızı yakmazsa, üze­rine düşkün olduğumuz şeyden yoksun değiliz demektir. Yok­sunluk bir ceza olmalıdır. Böyle olmayınca hiç bir şeye yara­maz.
Hepsinin boş, her şeyin boş olduğunu pek geç öğrenirsen yazıktır sana!
Paralar yığdın. Bununla mutluluğun ilgisi ne?
Şan ve şerefin en yüksek tepelerine çıktın, bundan sana ne ?
Etinin ve kemiğinin isteklerini kovalıyorsun, bundan bir ân için olgun bir zevk duyabildin mi?
Birkaç kürek toprakla, gövde yokluğa gömülecek olduk­tan sonra paranın, iktidarın, her türlü tatminin ne değeri olabilir?
Ruhun kaderini bugünden, bu ândan düşünmek gerekir. Belki yarın pek geç olacaktır. Şimdi ışık ve imkân varken bit­meyen bir hazine toplamağa çalış. Hiç bir şey yapamayacağın karanlık gece elbette gelecektir.
Tek ödevimiz kendimizle uğraşmak, kendimize karşı her gün daha kuvvetli olmaktır. Her gün bir kötü huyumuzu bı­raksak, çabucak mutlu olur ve Allah’ı buluruz. Ama gözlerimiz var, görmüyoruz; kulaklarımız var, duymuyoruz.
İnsanlar kötü huylarını köklerinden koparmak için; ya­şamaya uyma yolunda harcadıkları emek kadar zahmet çekseydiler dünya Cennet olurdu.
Kahramanların, Velîlerin ömürlerine bak. Yaptığımız işlerin ve katlandığımız emeklerin ne kadar sudan olduğunu anlarsın.
Onlar açlığa ve susuzluğa, sürgüne, zindana, işkence­lere, ölüme rağmen hiç bir vakit doğruluktan ayrılmadılar. Oysaki sen ve bari işin sonunda; bütün benzerlerimiz doğru­luk ve olgunluk yolunda ne yaptık?
Asil bir ruha göre inkâr imandan zordur. Bunun için mo­dern softaya kolay gelen, gerçeğe arkasını çevirtmek, onu aramaktan uzaklaşmaktır. Devrinin bilgi sultanı Fahreddin’i Râzî gerekiyor da kendisinden şöylece söz ediyor: “Ben Al­lah’ın varlığını ve birliğini binbir delil’le belirttim! ’ Muhiddin’i Arabî ona şu cevabı yolluyor: “Ey Fahreddin! Allah’ın varlığından ve birliğinden binbir şüphen mi vardı?”
Hak'kın binbir faziletini (erdem) sayıyorsun. Senin kaç faziletin var?       ,
Dünyanın en çok yardıma muhtaç, en zavallı ve yaralı insanı bile olsan; gene başkasına yardım etmeğe çalış! Kur­tulmanın tek yolu budur.
İnsanın ilk önce kendisinden çıkması lâzımdır.
Gerçeğin şarabı acıdır. Bu acı birinci yudumdadır. Mut­luluk, bütün hayatın mânası olan mutluluk, bu acı yudumun hemen arkasından gelecek ve o zaman Peygamberin sözü doğru olduğu anlaşılacaktır. (Ölen bir buğday tanesine karşı birçok buğday taneleri elde edilir.)
Allah bizim için nedir? İlk önce yasımız, -onu acı duya­rak sezerim-, sonra ümidimiz ve son ümidimiz!
Ey Rab, bütün felsefeler ve bilimler susuyorlar, bilme­celerin bilmecesi konusunda hece söylemiyorlar. Her mutlulu­ğun tek anahtarı olan ey Rab; Sen konuş!
Allah kendisini ancak ağlayanlara gösterebilir. Ağlama­mış olan Onu göremez. Ağlamış olanlar ise, yüzde yüz O’nu görürler. Çünkü isteyerek bir amaç için katlanılan yoksun­luk, kendi haklarından isteğiyle uzaklaşma, Allah’a, mutlu­luğa giden tek yoldur.
Fenalık inşa edemez. Onun bir şeye varmış görünmesi, kendi kendini yıkmasının son perdesidir. Ânı değil, süreni dü­şünen; fenalığa el uzatmaz.
Bütün bu gerçeklere, senin de inandığından şüphem yok. Bu yolda yürüyemiyorsun. Biliyorum ki tırmanılarak çıkılan tepelerde durabilmek, tırmanmaktan daha güçtür. Dene, dayan! Biraz sonra varacaksın.
Sabır, sabır durmadan söz edilmesi gereken şey. Gerçek sevgi sabırsızlığın zıddıdır. Ey vefâsız insan! ömründe bir kere olsun sevdim diyemeyecek misin ?
Ne para, ne sultanlık, ne ün; ne de sağlık; yalnız bir şey lâzımdır: Mutlu olmak. Bunun için de teslim olmak, yani Müslüman olmak gerekir.
Ey dostum, artık hastalıktan kurtulmağa karar ver, um ve bekle!
Doğruluk ve sevgi yolundaki söze bağlılık; olgunluğu) ilk şartıdır.
Allah'ı inkâr eden şaşkınlar, bu inkârın onu yok etmek olmadığını düşünmüyorlar.
Dostum, artık iki sultana birden köle olamazsın. Sana yaratılmışların en şereflisi diyen ve sonsuzluğun hâkimi olan Allah’ını mı, yoksa bugünkü geçici çıkarlarını; gözdağı ile seni korkutan, yoksa oyalayan Sultam mı üstün tutacaksın?
Kararını ver. Bir kelime ile insan mı olacaksın, yoksa tilki yılan, kurt veya domuz mu olacaksın?
Allah susuyor. İşte asıl onun susmasından kork.
Gücüm yok diyorsun. Can ve gönülden iste, ayağa kalk, her şeyi yapacaksın. Olurki ilk adımlarda sendeler ve tövbe’lerini, kararını bozarsın. Bunun önemi yok. Bin kere tövbe­lerini bozarsan, ama arkasından içten gelen pişmanlık gös­terirsen, Allah gene seni koruyacaktır.
Yalnız, Göklerden gelen emirleri tartışmaya kalkma. Orada dur! Çünkü emir tartışılmaz, yapılır. İşi sona erdirmenin başka yolu! yoktur. Bununla birlikte şunu da her vakit aklın­da tut ki, her ân nefsinle uğraşmak zorundasın. Çünkü; bu alanda kazanılmış savaş; asla sonuncusu değildir.
Şair Baudelaire haykırıyor: ‘‘Ey Rabbim; bana ruhumu ve gövdemi iğrenmeden görecek kuvvet ve cesareti ver”. Bu yalvarma halimizin dile gelmesidir. Sen olmasan bu güçsüz, çürümüş varlığımızla kime ve nereye gidebiliriz ?
Dostum yaşlandın. “Artık hayata benzeyen hayatı değil, hayatımın ta kendisini istiyorum!” diyecek ve bunu arayıp bulacak isteğin olsun. Ömrün hızla geçip gidiyor. Ve sen gene kendine mühlet vermekle oyalanıyorsun.
Ömrümüz bir ân kadar kısa. Ortasına gelmişken de ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ne vakit yaşamasını öğreneceğiz ve ne vakit yaşayacağız?
Dünyalara sahip ve hâkim olmak için ruhumu kaybet­mek gerekecekse bütün elde edeceklerimin hiç bir değeri yoktur.
Madde; hiç bir zaman ruhun yerini tutamaz!
Bir takım insanlar bataklığa alçaklığa, rezalete basa­rak başlarını göklere yükseltmek isterler. Ayaklar çamurda olduktan sonra, başın göklere yükselmesi hic bir şeye yara­maz. Temel çürüktür.'
Gövdenin istekleri seni sana bağlar. Ruhun dilekleri se­ni başkasına bağlar, sana ufuk açar.
Ey Rab! Hırstan, tembellikten, şehvetten, korkudan, gü­nahtan ve günahın getirdiği türlü türlü yüz karasından ve sonunda ümitsiz, imansız ölmekten kurtulmak için bize yar­dım et!
İnsan sağına soluna bakıyor. Bu imansız komşuların ya­şaması ne fakir, ne zavallı, ne kısır! Bu zavallıların hayatla­rına nasıl bir parça ümit katmalı ? Bunların bildikleri tek sevgi, karşı cinsteki yaradılmışın vereceği ümit ve zevk! Oysaki yan yana geliyorlar, birbirlerine sarılıyorlar, biri ötekinin üstünde kırılıyor, anlaşamıyorlar.
Bir ân olsun 'bir şeyi elde etmeden, gene hayatın gürültülerine karışıp gidiyorlar; Bütün bir ebediyeti, böylelikle sevdikleri göğsün üzerinde bir âna verip geçiyorlar.
Bizi ânında yükseltmeyen acı, mutlak olarak boş ve ma­nasızdır.
“Sağ gözün senin manevî yıkılışına sebep olursa, onu çıkarıp kendinden at. Organlarından birinin eksik olması, bü­tün varlığının çürümesinden daha iyidir.” (Hz. İsa Zeytindağı vaazı)
“Gövdeyi öldürenden korkmayınız. Ruhu öldürenden korkunuz.”
Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır. Yaşama­nın mânasını kaybetmek.
Rab’bın her yerde hazırdır. Onun güzelliğini görmek is­teyen Vasıtî’nin dediği gibi, bir kırmızı gülü eline alsın ve ona baksın, yeter.
Herkesin elinde bulunan normal imkânlardan, kaderi dolayısile yoksun olanları Allah daha büyükleri için yaratmıştır. Ayağından vurulmuş olanlar, yürümez, uçarlar.
Gene de sürmeyene; geçiciye bağlanıyorsun. Görmüyor musun ki; her şey akıp gidiyor. Ve yüzyılların üstünde yal­nız O’nun mübarek yüzü hâkim olarak kalıyor.
Öleceksin! En güzel Sultanlar, en büyük kahramanlar, en güçlü diktatörler gibi toprak olacaksın. Gençliğine güve­niyorsan, düşün ki en uzun ömrün sonu yarından daha, yakın­dır. Bunları biliyorsun, böyleyken kendi yaktığın ateşte ya­nıyorsun.
Kedine köle olan; ben hür bir insanım diyebilir mi ?
Yalnız gülenler, ya da gülmeğe çalışanlar, gülmek için kendini zorlıyanlar, bil ki, zevkleri için yaşayanlardır.
İnsan yoktur. Herkes kendini var sanır. Var olan için her şey vardır; var olan ölmez, ölmeyen ise Allah’tır.
Var olanın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Her şeyi vardır. Yok, olanın da yani olgun insanın da hiç bir ihtiyacı yoktur. Çünkü kendisi yoktur.
Bayezidî Bistamî’nin şu sözünü hiç hatırından çıkarma; (Otuz yıldır Hak’la konuşurum, halk beni kendilerile konu­şuyor sanır.)
Bunu düşününce ne dostundan, ne komşundan, ne de düşmanından sızlanırsın.
Ömrünün en iyi günü, bugün, en güzel saati bu saat, en bulunmaz ânı bu ândır. Dünyada ne yapılmış ise “şimdi” ya­pılmıştır. Gerçekleştirmek istediğin ideali bugün ele al! Yarın belki kıyamet kopacaktır. Bu gerçeği anlamayan; dünyadan bir şey anlamış değildir.
Küçük zevklerden uzaklaşmayan, büyüğüne erişemez. Bü­yük mutluluk, malından değil, canından bile silkinmeyi ister. Gerçek insanlığa yükseliş buradan başlar. Olgunlaşmasının talihsiz bir gününde, bu yüzden bir veli “ölemediğim için ölü­yorum!” diye inlemiştir.
Kendini perhizle; yapmacığı aşkla yenmeğe çalış. So­nuna kadar vermek cömertliğini göster. Böylelikle bütün ver­diklerini fazlasile eline geçirirsin. En derin ekonomi kanunu­nun sırrı budur.
Fakirsen zengin olmak için çırpınma. Yapacağın daha önemli işler var. Zenginsen Allah'a şükret ve hiç bir zaman, hiç bir şeyin sana sahip olmasına yol açma.
Gövdenin hesapsız, ölçüsüz, düzensiz; yalnız zevk için yaşamak istemesi, ruhunu kölelik zincirlerine bağlar.
Doğruluktan bir adım ayrılan günaha düşer. Suyun iki parmak altında ya da denizin dibinde boğulmak arasında fark yoktur.
İhtiraslarını doyurma yolunda sendeleyerek yürüdüğün ve bin kere yüzüstü düştüğün halde, gene umuyor, bekliyor ya da yoksun kalırım diye korkuyorsun. Bu arkası gelmeyen ümitlerden ve hiç bir temele dayanmayan kaygılardan ne va­kit kurtulacaksın?
Doğru’ya kendini vermen, senin için birçok yoksunluk­lar dolayısile dayanılmaz bir acı olacaksa; bunu normal bul­malısın. Çünkü kötülük; yapmaz, yıkar demiştim. Yapmak, kurmak için elbetteki zahmet çekecek, terleyeceksin.
Sana biteviye Kur’an oku, namaz kıl, demiyorum. Her şeyden önce kendini bul, diyorum. Ancak kendimi bulan Al­lah’ını bulur, amaç da budur.
Kur’an; şairin dediği gibi “Dostun bir yadigârıdır. Dost yanımızda olunca yadigâr gölgede kalır.”
“Ya Rab! Beni benden al, Seni bana ver, Sen kal!” 
“Allah’ım biliyorum ki bize bizden yakınsın, kimi va­kit en akıllı, en aydın kullarm bile niye Seni bulamıyorlar?”
Ben fukaranın bu yolda biricik avunma yolum, şu sözündür: ‘‘Beni önceden bulmamış olsaydın, aramaya kalkmazdın!” Allah’tan yalnız Allah’ı istemelidir. Ondan başkasını is­temek haramdır, daha doğrusu ayıptır.
Ebediyette var olmak için kendini yok saymak, bu; baş­langıçtır. Musâ; özlemini çektiği Allah’a soruyor: “Ya Rab, Senin yüzünü nasıl görebilirim?"
Cenabı Hak cevap veriyor:
“Ey Musâ kendini bırak da gel!”
Ölen hayvan olur, insan ölmemelidir, ölen insan ise ona yazıktır. Şeytanını Müslüman etmenin çaresini bulamamış­tır. Nefis ölmez, yalnız teslim olur. Ve teslim olunca yani Müslüman olunca, sana kardeş olur.
Hiç kapanmayan, çalındığı vakit her zaman açılan bir tek şeref kapısı; O’nun kapısıdır. Bin kere tövbeni bozsan, küfür çamurlarında leş haline gelinceye kadar çürüsen, gene korkmadan bu kapıya gel! O kapıdan hiç ümidini kesme. Allah’a yardımı et! O, sana yardım edecektir!
“Ölmeden önce öl!” sırrını kendi kendinde gerçekleştirmeyenler çabucak yoldan çıkarlar. En küçük şeylerde bile hırs gözlerini kör eder, öl; elbette olacaksın..
Henüz ruhu hasta ve içgüdüsünün boyunduruğunda olup maddeye bağlı olanlar, dünya nimetlerine düşkünlükten çok güç kurtulurlar. Bu yasak yemişlere karşı savaşlarında kendilerini yenseler bile, üzülürler, sabırlarını kaybederler. Hırs­la istediklerini elde edince de, vicdan âzabı üzerlerine çö­ker. Çünkü huzur ve mutlulukla ilgisi olmayan azgınlıklarına kendilerini bırakmışlardır. Oysaki ihtiraslara kendini bıraka­rak değil, onlara karşı gelerek gönül rahatlığı elde edilebi­lir. Bu yüzden; zevklere ve dış âleme düşkün insanın gönlün­de sevinç yoktur. Huzur, coşkun bir İç dünyası olan adamın ödülüdür.
Rabbın sevgili kullarından Şibli demiştir ki: “Kırk yıl­dır gönlüm bir içim su, ya da bir içim ekşi ayran diler, henüz anı ona vermedim.”
Ve gene demiştir ki: “Bugün kırk yıldır ki bir vakitteyim. Hak Taâlâ gönlüme bakar ve kendinden başka bir şey gör­mez.”
Vicdanının kesin emrine bağlan. Mutlu olacaksın!
Din her ne bahasına olursa olsun mutluluğu aramak ve bulmak amacıdır.
Geçici olmayan mutluluğun tarifini bilmek ve yapmak­tansa, onu kendinde duymayı üstün tutmak daha iyidir.
İnsanlarla, yeryüzüyle ilgili bütün bilmecelerin düğüm­lerini çözsek, bunlar yönündeki bütün bilgilerin kanunlarını bilsek, Allah’ın sevgisinden, didârından yoksun olduktan son­ra, bunları bilmekle bilmemek arasında fark yoktur.
İnsanlar binlerce yıl hayvanlar gibi yaşadılar. Sonunda Allah’ı, merhameti, aşkı buldular; medeniyet doğdu. Şimdi Al­lah’ın öldüğünü sandıkları için, acıma ve sevgi, işlerine gel­miyor. Her şeyin daha çoğunu bulmak isteğile, ebediyete de­ğer vermeyen akılları, iki yokluk arasındaki ölçülü zamanı fır­sat bilerek çalışmaya başladı. Aç kurtlar gibi birbirlerini öldürüyor, yiyorlar.
Dostum; akıllı görünmeğe değil, akıllı olmağa çalış. Se­nin olgunluğa doğru gidemeyişin, gerçeği olduğu gibi gör­memek güçsüzlüğünden geliyor Kolayı üstün tutuyorsun!
Ruhla ilgili rahatlık, o kadar güzeldir ki; bunun ne ol­duğunu bir kere tasarlıyabilseydin, artık ötesini, düşünmez­din.
Ansızın Sevgili geldiği vakit, uyanık bulunan insan ne mutludur!
Seninki senin, benimki benim. Bu ayak takımının ek­mek kavgasıdır. Seninki senin, benimki de senin: bu gerçe­ğin getirdiği rahatlıktır. Aslında ne sen varsın, ne de ben!
Yalnız sana değer verenleri seversen, beğenilecek ne yapmış olursun?
Âşık bağırır: “Yâ Rab! Hayatımdan başka bir şeyim yok! O da sana feda olsun!”
Arif; bunu duyunca ona gülerek sorar: “Yâhû! Kimin hayatını kime veriyorsun?”
Küçük şeylerde kendimizi yenemezsek, hangi büyük şe­refe erişiriz ?’
Ruh dünyası olan insan’ın duası, en büyük acı içinde bile böyle olmalıdır:
“Allah’ım senin varlığın nasıl sonsuz ise, benim, de yok­luğum öylece sonsuzdur. Sen varlıkta, birsin. Ben yoklukta birim. Allah’ım beni yoksun, fakir, ortada bırakılmış güçsüz ve küçük görünen bir hiçlik haline indirdiğin için Sana şükre­derim. Çünkü ancak, şimdi, ben Süleyman'ın sultanlığını, Ka­run’un hâzinesini buldum!”
Her şeyini ver, Hiçi, yani her şeyi satın alacaksın. Ken­dini verir, Allah’ı ararsan, en güzel sevgiliyi bulacaksın.
Allah’ın sultanlığına nasıl ortak olur ve onun gibi yaşıyabiliriz? Mesele budur!
Allah, hayat kadar güzel ve tehlikelidir. Bunun için O’nun güzelliğinden sarhoş olanların kimisi kâfir, kimisi âşık olur. Mevlâna’nın dediği gibi, “O hem derttir, hem merhemdir. Hem yastır, hem sevinçtir. Hem anahtardır, hem kilittir. Hem zin­dandır, hem hürriyettir. Ve gene dünyada da, âhirette de giz­lidir. Bunumla birlikte her yerde görünen, nur saçan O’dur. O, susar; böyleyken her dilde söyleşen O’dur. Ve gene bunun içindir ki mescitte de, meyhanede de âşıkın aradığı O’dur.” “Ey dostum! Eğer sevgilinin güzel varlığına elin erişemiyorsa, bil ki, buna sebep, perişan olan taliin ve uzanmasını bilmiyen kolundur. Tapınağı bırakıp, orada görünen ideali aradığın ve eşyayı değil, eşyanın sahibini aradığın gün mut­luluğuna kavuştuğun gündür.”
Sanıyorsun ki günlük ödevler yapacağın en iyi işler arasındadır. Senin tutacağın en doğru yol Rab bin; her işini gördüğünü bilerek yaşamandır.
Ey benim Allah’ım! Taptığım her varlıkta Seni arıyorum. Mutlu olduğum ânın ışığı Sen’sin. Sen olunca, her şey var, Sen Sen olmayınca bir şey yok. Sevgili, para, şöhret, bilim, eser, bütün bunlar Sana varmak için başımı vurduğum kayalardır. Sen mutlulukların sonusun. Gittikçe çoğalmamakla birlikte, coşturan mutluluk Sen’sin, çünkü Sen her şeyin sonusun! An­cak Sana yakınlaştığım dakikada; zaman duruyor ve ben yalnız o buluşmada geçici varlığımın sevincini sürer biliyorum.
Bütün bilginler filozoflar bir tarafa! Senin sesini, yalnız Senin mübarek sesini, duymak istiyorum!
Mevlâna Celâleddin-i Rumî “Eski şeyleri satanların sı­raları ve zamanları geçti. Biz, şimdi yeniliği ve yeni şeyleri satıyoruz. Bugün pazar bizimdir.” diyor.
Mevlâna; Phidias kadar yenidir. Onun yeni dediği mo­da değildir, ebedî yenidir.
Bize göre güneşin battığı yerdeki velî "Çorba kâsesinin içinde bile Allah’ı görüyorum!” dediği gibi; bize göre, güne­şin doğduğu yerdeki velî de "Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yok!” diyor.
“Olayları konuşturmalıdır. Çünkü bilimsel gerçek ferdî değildir.”
Buna, olayları en iyi kullanabilen H. Poincarre şöyle ce­vap veriyor:
“Ne yazık ki olaylar asla konuşmazlar.”
İmdi konuşan birisi vardır. O’nu dinlemek gerekir.
Her şeyden önce ruhu kurtarmalıdır. Âdemoğluna ek­mek değil; cesaret, îman lâzımdır.
İdealine bağlanmış insanların yükselmesine her şey yar­dım eder; ölüm bile. Peygamber’in dediği gibi, göz yaşlarile eken, sevinçle biçer.
Süreni aramayan, elbetteki geçiciden de yoksun kalır.
En kolay yaşama, şüpheye ve imansızlığa güvenen ha­yattır. İnanç; bir mucizedir. Ondan medeniyet doğar.
Geleceği kuran, yaşatan bu “dakika”dır.
Her günü ölçüsüz büyük sonuçlar verecek insan hayatı, baştan aşağı ciddiye alınmalıdır. Boş bir işle geçirdiğiniz şu ân, belki sizin ebedî hayatı kazanmanıza bir fırsat olacaktı. Yaşamanın değeri ve özü ile onu kullandığınız şekli ölçün, kar­şılaştırın. Sonra düşünün ki, bir saat daha yaşayıp yaşamayacağınızı bilmiyorsunuz!
İnsan; ben Muhammedi, gerçeği, gözümle gördüm di­yecek hale gelmelidir. Olgunluk için en kısa yol Allah’ın ah­lâkına, Muhammed gibi uymaktır.
Dostum, her zaman şunu düşün: Allah; bugünkü çıkar değil, yalnız idealdir!
Ruhun silindiği dünyada yaşamaktansa ölmek daha iyi­dir.
Mutluluk; isteği olgunluğa ermiş insanda bulunur.
"Kendilerini güçlü sananların yoksun olduğu nimet, on­ların küçük gördüklerine verilecektir.”
Hiç bir suçlu affolunmaktan ümit kesmemelidir. Bütün peygamberler, yalnız kendilerinin kurtulamayacağına inanmış suçluları kurtarmak için dünyaya gelmişlerdir.
Ölümü düşündüğümüz ândan başlayarak, ömrümüzün her olayı bir mâna kazanır.
Ey Rabbım! Bana günlerimin sayılı olduğunu durmadan hatırlat!
Dostum! “Kendime çelme takmayacağım, korku, vicdan azabı duymadan yaşayacağım!” dediğin gün; bunu içinden söy­lüyorsan kurtulmuşsundur!
Allah’ım yalnız tek olanı, yani Seni istiyorum!
İnancın olmadığı yerde, hayat sofrasının altında yalnız küçük “Ben” parçaları vardır.
İnanç olmayınca ne hayatın, ne ölümün, ne Efendimi­zin, ne de kendimizin ne olduğumuzu bilmeğe imkân yoktur. İnancın inkâr edildiği yerde; ihtiras, bayağılık, şaşkınlık, ka­ranlık ve ölüm vardır.
“Bir Tanrı gibi istiyorum. Kader yerde sürünen bir so­lucan gibi beni eziyor!”' diye haykırman işte bu yüzdendir.
Tabiatı, aman, Allah'sıza bırakmayalım. Tabiat ve insan değil, o zaman; hiçbir şey ayakta, durmaz.
İnanç; yaşamak sanatıdır.
Hayatı baştan aşağı bir yalandan, sahtekârlıktan kurul­muş insanlar çoktur. Kendimizi anlamağa çalışalım. Hiç olmazsa suçumuzu inkâr etmeyelim. Günahın günah, çirkin­liğin çirkinlik olduğunu gizlemeyelim. Bunu söyleyebilmek, yola girmektir.
Allah’a karşı saygısızlık, bir cesaret değildir.
Bekliyorsun, bekliyorsun; bekliyorsun! Neyi? Hiçbir va­kit dışarıdan gelmeyen ve ne yazık; sende uyuyan mutlu­luğu bekliyorsun!
Sev, kahırlara ve gözyaşlarına rağmen tertemiz kal, acı­nı ölümlere kadar gizli tutmağa çalış. Yüzde yüz mutlu ola­caksın. Allah sana sevmek imkânım vermişse, daha hangi büyük nimeti bekliyorsun? Her gün bir dakika olsun yalnız kal, sevgini düşün, ne kadar imkânsızlıklarla dolu olursa ol­sun, bu nimetin bulunmaz bahası seni her türlü sevince ka­vuşturacaktır.
Ruhunun olgunluğuna bir şey eklemiyen kaygıları bir yöne at! Maddî yaşayışın lüksü seni bulandırmasın. Âlemin boş gürültülerine kulaklarını tıka. O zaman yaşamanın ger­çek sırlarını düşünecek vakti bulacaksın.
Gölgede silik kalmak istemeyen, en değerli hâzinesini dağıtmadan ortaya çıkamaz.
Gene de mutluluk dediğin şey; kaygılardan, yaslardan, sıkıntılardan, iğrenmelerden, vicdan azaplarından ve yalan­cı vaidlerden kurulmuş değil midir?
Felâket aynasında kendini bir kere olsun iyice görmiyen, kendisinin ne olduğunu bilemez. Uyanık ruhların çoğu yalınayak acının kızgın külleri üzerinde yürümüşlerdir. Ter­temiz bir varlık içinde görünenlerin; ne yazık ki; birçoğu bu dünyadan uyurken yürüyüp geçenler gibi gelip geçmişlerdir. Ve Rabbın önüne dünyada yalnız uyudukları İçin elleri bom­boş çıkacaklardır. Bilinen şey: Dünya; âhirete götürülecek mahsullerin ekim, biçim yeridir. Ve âhirette olgunlukta yük­selmek yoktur, Bunun için hiçbir basamakta gecikmemen, erişme yolunda yerini bulup orada sıkı durmalıdır. Çünkü her dakika kendimizi büyük görme ve kaza fırtınaları bizi bu­lunduğumuz duraklardan uçurumlara yuvarlıyabilir.
Sana, gerçeğe gidecek tek bir yol olduğunu söyleyenlere inanma.
Allah’a giden yollar insanların nefesleri savısı kadar çok­tur. Bununla birlikte bu yargı sent gururlandırmasın. Bu azgın ve aydın insanların, bazan okuyup yazamaz kocaka­rıların imanlarını ve davranışlarını benimsemekle işe başla­maları gerekir. Çünkü Allah; en kuvvetlileri yere vurmak için, en güçsüzleri bu yolda kullanır.
Ama sen bu âna değin öleceğine inanmıyorsun. Bir tür­lü öleceğine inanmıyorsun. Sonunu düşünmeden, istediğin, erişebildiğin gibi bir hayat sürüyorsun. Niye mutlu değilsin? İşte sana Mukaddes kitapların bahsettiği Cehennem, bu Cehennem’dir.
Gene de senin bundan haberin yoktur.
Sh: 68-86
1855 yılının Mart’ında Tolstoy, günlüğüne şunları yazı­yordu: “Uğruna bütün ömrümü vereceğim, büyük bir düşün­ceye saplandım. Bu düşünce; yeni bir dinin, İsâ’nın kurduğu dinin boş inançlardan ve esrardan temizlenmiş şeklidir.”
Yazıma Tolstoy’un büyük tasarısını özetleyen bir pasaj­la başlıyorum. Çünkü size onun hayatından; düşüncelerinden ve bu düşüncelerle, yaşamasının gelişmesinden sözaçmak istiyorum. Elbette size onun edebî değerini anlatacak değilim. Çünkü artık eserleri üstüne yapılan tartışmalar, sona er­miş ve verilen hükümler kesin olarak edebiyat tarihi elkitaplarına geçmiştir. Aslında bu konu, yetkimin dışında olduğu kadar ve belki de daha çok ihtirasımın ve sevgimin dışında­dır. Beni saran konu; onun yaşayışı ve bu ömrün sanatı üze­rine etkisidir. Böyle olmayınca; yalnız şekilden dokunan sa­nat, ya da yalnız akıl cambazlığına çok yarayan felsefe, tö­renden ve tüzükten kurulan, din, gerçek yönünde koşanları ne ölçüde ilgilendirir?
Nitekim Tolstoy, eserinden çok; sıtmalı yaşayışıyla, gö­nül gençliğiyle, ölümü yenmek ihtirasıyla, insanlar arasın­da yaratmak istediği kardeş sevgisi rüyalarıyla, modern medeniyetin sistemli yalanlarına karşı korkunç hücumlarıyla ve nihayet sonsuzluk önündeki baş dönmesiyle XIX. yüzyılın or­talarına doğru, bütün Avrupa aydınlarına önder olmuştur. Çünkü Tolstoy’un hayatiyle sanatı, tam bir bütündür. Hiç­bir vakit sanat eseri, hayata bu ölçüde karışmış değildir. Onun hayatını eserleriyle yirmi beş yaşından başlayarak, adım adım izlemek elimizdedir. Bütün ömrünce tuttuğu jurnalleri (günlük) ve bu çağları aksettiren kitapları, psikolojik ge­lişmesinin çıkış noktalarını açıkça belirtir.
Tolstoy’un yalnızlık içinde geçirdiği gençliğinde; beyni, durma bilmeyen bir sıtma içindeydi. Pek üstünkörü okul ha­yatından sonra büsbütün yalnızlığa çekildi. Bütün bir yıl iç âlemi ile başbaşa kaldı. Bu sırada türlü felsefe ekollerini, benimsemeğe başladı. Bir ân geliyor Epiktetos’a sarılıyor, vücudunu perhizlere alıştırmak istiyor, ya da Epikuros’cu olup varlığını fuhuşa ve zinâya bırakıyordu. Bir aralık ruh­ların göçüşüne (birbirinin yerini aldığına) inandı ve sonun­da korkunç bir nihilizm’e düştü. Sonuç: Her türlü inanış ru­hundan silinip gitti. Daha 16 yaşında dua etmeği bıraktığı gibi, kiliseye gitmekten de vazgeçti.
Bununla birlikte geleneğin inancı henüz sönmüş değil­di. Tolstoy "Günlük” ünde bu gelişmeyi şöylece anlatır: “Bü­tün şüphelere karşılık bir şeylere inanıyordum. Neye? Bu­nu söyliyemem. Gene de Allah'a inanıyordum, daha doğru­su onu inkâr etmiyordum. Ama hangi Allah’a? Onu bilmi­yordum. Ama İsa’yı ve emirlerini de inkâr etmiyordum. Fa­kat bu imanın ne olduğunu da size söyliyemezdim.” Şaşkın­lığım belirten bu sözler doğruydu. Çünkü, vakit vakit de­licesine iyilik etmek hülyalarıyla coşuyordu. Arabasını sat­mak, parasını yoksullara dağıtmak ya da malının onda bi­rini fakirlere vermek, hizmetçi kullanmamak gibi tasarı­ları aklından geçiyordu. Çünkü hizmetçilerin de kendisi gibi insan olduğunu düşünüyordu. Bir hastalık sırasında kendine “Yaşama prensipleri” tutturuyor ve manevî olgunlaş­ması için bir program çiziyordu: “Her şeyi incelemek, hu­kuk, tıp, yabancı diller, ekim, tarih, coğrafya, matematik. Bunlardan başka musikide ve resimde en yüksek tepelere ulaşmak. Çünkü insanın gerçek amacı bitmez tükenmez bir olgunlaşmadır.” diyordu.
Ama bu iman bir süre geçince kolayca yönünü değişti­riyordu. İradesini, ruhunu, gövdesini kuvvetlendirmek isti­yordu. Ama bu, salt bir ideal değildi. Bu; her şeyden önce dünyasını yenmek ve sevgisini ona hâkim kılmak içindi. Ya­ranmak ve beğenilmek istiyordu, Bu ise, o kadar kolay de­ğildi. Her şeyden önce çirkindi. Bu felâket karsısında sos­yetenin hoşlandığı bir adam olmak istiyor, dolayısile kumar oynuyor, borçlanıyor, havâiliğe düşüyordu. Bununla birlikte ihtiraslarına büsbütün kendini bırakmıyordu. Vicdan hesap­laşması afsız ve merhametsizdir. Nitekim “Günlük” üne:
“Tamamile hayvanca bir ömür sürüyorum!” cümlesini yazacak kadar ileri gidiyor ve bu yuvarlanışın sebepleri­ni dikkatle sıralıyordu:
“1 — Kararsızlık, iradesizlik. 2 — Kendini aldatmak. 3 — Acelecilik. 4 — Sahte utanma. 5 — Aksilik. 6 — Perişanlık. 7 —< Başkalarını taklid. 8 — Daya­nıksızlık. 9 — Düşüncesizlik.’'
Tolstoy; bu yıllarda Rousseau’yu tanır. Bu, bir buluş­tur. Hele Rousseau’nun “itiraflar” ı, onun için bir mucize­dir. 1846-47 de hep onun etkisi altında yazar ve 1847 den başlıyarak çiftliğine, Yasnaia Poliana'ya yerleşir. Ama bu yerleşmenin daha üçüncü yılında topraktan da, halktan da bıkar. Borçluları da sıkıştırdıklarından, çiftliğini bırakır ve Kafkas ordusuna subay olarak katılır.
Ama yer değiştirmekle ruhunun bulanıklığını gidermiş değildir, içinin en gizli köşelerinde etinin ihtiraslarile Allah arasında savaş sürüp gitmektedir. Tolstoy, defterine kendi­sini yiyip bitiren düşmanları şöylece sıralar:
1 — Kumar düşkünlüğü. 2 — Zevklere teslim olmak, çok zor bir savaş. 3 — Hava ve heves; bunların arasında en korkuncu.
Tolstoy’un sezişi yanlış değildir. Çünkü kahramanımız kimi vakit: “Mutluluk başkaları için yaşamak, onlara ken­dini kurban etmektir.” diye; bazan da: “insanın kendisini feda etmesi budalalıktır.” diye düşünmektedir. Ama bu uzun sürmedi. Kafkasya ve savaş, pek az zaman sonra var­lığının dinî uçurumlarını ona açıkladı. 1859 da genç halası Aleksandra’ya yazdığı mektup, ilk gündenberi gelişme ba­samaklarını açıkça göstermektedir: “Çocukken ihtirasla ve duyguyla hiç düşünmeden inanıyordum. Ondört yaşına doğ­ru hayatı düşünmeğe başladım ve din, görüşlerimle uyuşmadığından onu yıkmak bana güzel bir iş gibi göründü. Benim için her şey açık, lojik parçalara bölünmüştü, bölmelerin arasında din yoktu.” Sonra yaşamanın bana gösterebileceği hiçbir sırrı kalmadığı ân geldi. Fakat yaşama bu noktada her türlü mânasını kaybetti. O günlerde Kafkasya’daydım; yalnız ve kederliydim, insanın hayatta ancak bir kere ya­pabileceği gibi ruhumun bütün kuvvetlerini, imkânlarını ona yönelttim. O günler -Sivastopol savaşı zamanı-bir kendini verme ve mutluluk günleriydi. Ondan sonra hiçbir vakit, ne önceden, ne de sonra bu kadar yüksek bir düşünce tepe­sine yükselemedim ve işte, o ânda, ne bulduysam benim imânım olarak kaldı. Sürekli olan bu iki ruh atılışı sırasında sade; eski, ama şimdi hiçbir kimsenin bilmediği kadar iyi bildiğim; bir gerçeği ortaya çıkardım: ölmezliği, sevgiyi ve dünya durdukça mutlu olmak için başkaları uğrunda yaşa­mayı keşfettim. Bu buluş Hristiyan dinine benzemesi yüzün­den, beni hayretler içinde bıraktı. Ve daha ilerisine gidecek yerde, her şeyi İncil in içinde aramağa koyuldum. Ama In­cil’de az şey buldum. Yani, Mukaddes Kitap’ta ne Allah’ı, ne Kurtarıcı’yı, ne de Kutsal’ları; kısacası hiçbir şeyi bulama­dım... Ama ruhumun bütün, olabildiği kadar bütün, kuvvetlerile arıyor, ağlıyor ve şaşkınlıklar içinde gerçeği istiyor­dum... Böylece kendimi dinimle başbaşa yalnız kalmış buldum. Beni iyice anlayın; sanıyorum ki, insan dinsiz olunca; ne iyi ve ne de mutlu olabilir. İmâna; dünyada her şeyden çok sahip olmak istiyorum. Duyuyorum ki, onsuz ruhum kuruyor, kısırlaşıyor. Ama ne yazık! İnanm yorum. Bende; dini yaratan hayattır, yoksa hayatı yaratan din değildir... Bu ânda; gönlümde öyle bir çoraklık duyuyorum ki; her ne olursa olsun, bir dine teslim olmam gerekiyor. Allah yardımcımdır ve bu olacaktır... Benim için; tabiat, beni dine gö­türen öncüdür. Her ruhun başka ve bilinmez bir yolu vardır. Onu; ancak ruhun darinliklerinde bulmak mümkündür.”
Artık görülüyor ki, sanatçı Tolstoy için amaç; sanat değil, din; yani, gönül huzurudur. 1855 Mart’ının beşinde defterine şunları yazar: “Uğruna bütün hayatımı bağlıyaca­ğım büyük bir düşünceye saplandım. Bu düşünce; yeni bir dinin, İsâ’nın kurduğu dinin masallardan, yargılardan, sır­lardan temizlenmiş şeklidir.”
Ama bu ümit onun yaşlılığının ihtirası olacaktı. Çünkü hayatında henüz aşacağı birçok duraklar vardır.
Tolstoy, Sivastopol sarılmasından kurtulduktan sonra, 1855 ortalarında Leningrad’a gitti. Edebiyat dünyasına gir­diği vakit ünlü şairlerden, romancılardan, entelektüellerden kurulmuş bu çevrede ilk duyduğu şey, iğrenmeydi. Turgenyef içinde olmak üzere, bu ünlü adamları bayağı, riyakâr ve egoist bularak, onlardan iğrenerek uzaklaştı, kendi dünyasına girmek, için ordudan da ayrıldı. Ruhunun olgunluğu ar­kasından koşmak isteği, tek amacı olduğundan, insanlıkta “Yükselme” düşüncesinin bir anlamı olabileceğine inanıyor­du. Ama 1857 de Paris’te gördüğü bir idam, bu ilerleme dü­şüncesini de baştan aşağı sarstı. Yeniden Rusya’ya döndü ve köylülerle düşüp kalkmağa başladı. Halktan büyük bir ümidi yoktu. Dolayısile halka değil, insanların vicdanlarına seslenmek istiyordu. Bu hülyayla ne öğreteceğini bilmeden, okul açtı, sonra genel pedagoji metodlarını incelemek üze­re Avrupa’ya 1861 de, ikinci bir gezi yaptı. Birçok pedago­ji sistemlerini inceledi ve dolayısile kişisel tasarılarına göre olmadıkları için, hiç birini beğenmedi. Resmî okul yerine, ser­best okul metodunu yerleştirmek istedi. Ama ne yazık! Bu girişmeler ne onu doyuruyor, ne de onu oyalayabiliyorlardı.
Tam bu sıralarda ölüm korkusu; Tolstoy’un başına be­lâ olmak üzereydi. Derken; sevginin mucizesi olan “Aile Saa­deti” adındaki; şaheser çıktı. Sophie Andreievna Bersle se­vişmeğe başlamıştı. Bu ilgi üç yıl sürdü ve Tolstoy 1862 de kendisinden 15 yaş küçük olan bu kızla evlendi.
Bu evlenme; her şeyde olduğu gibi, onu çok sardı. “Ah, ne kadar mes’udum.” diye bağırıyordu. Doğrusu, Kontesin etkisi; ilk önce sanatı için çok hayırlı oldu. Kontes, bir ya­zar karısı olmak için gereken terbiyeyi almıştı. Onunla bir­likte çalışıyor, karalamalarını temize çekiyordu. Özellikle ara sıra esen; inanma fırtınalarına karşı onu koruyordu. Tolstoy, bu evlenme yoluyla rahatlıkla on beş yıllık mutlu bir ömür sürdü. Çoktan beri unuttuğu huzur XIX. yüzyılın sonuna hâkim olan, iki büyük eserini verdi: “Savaş ve Ba­rış”, “Anna Karenin” 1864 -1877.
“Hayatım bana biri yönünden oynan­mış kötü ve acı bir oyundan başka bir şey değildir.”
TOLSTOY
Tolstoy, “Savaş ve Barış” adındaki büyük romanını bitirdikten sonra, Kontesin sevgisiyle süren mutluluk sarsıl­mağa başladı ve Tolstoy yavaş yavaş filozofî ile pedagojiye döndü. Halk için bir düşünce alfabesi yazmaya, sonra da Yunanca öğrenmeye kalktı. Gece, gündüz yalnız bunlarla uğraştı. Bu sırada “Anna Karenin” in son bölümlerini yaz­maktaydı. Roman, epeyce ilerlemişken onu sarmıyordu. “Gün­lük” ünde, yaptığı vicdan hesaplaşmasında kendisinden kor­kuyor, iğreniyordu. Ruh krizleri başlamıştı. Sonunda gedik açıldı ve ölüm kaygısının azgın dalgaları her şeyi boğdu. Tolstoy, bu yılların trajedisini çok sonraları şöylece anlatır: “Artık atılıyordum ki, üzerinde durduğum şey yıkılıyor ve ayağımın altından toprak kayıyordu. Beni yaşatan kaynak yoktu. Yaşıyabilmek için; hiçbir şeyim kalmamıştı.”
. . Dayanılmaz bir kuvvet, herhangi yolda olursa ol­sun, hayattan çıkıp gitmek için beni zorluyordu. Kendimi öldürmek istediğimi söyliyemem. Yalnız, beni ölüme sürükliyen kuvvet, yaşamak iradesinden daha uzun, daha üniver­sel ve zorluydu. Bütün varlığımla hayattan çıkıp gitmeğe hazırdım. Böylelikle; ben, o mutlu adam soyunurken, yalnız bulunduğum odada kendimi asmamak için ipleri saklıyor, si­lâhı ağzıma sıkmamak için; o kadar düşkün olduğum ava gitmiyordum. Yaşamaktan korkuyordum. Hayattan çıkmak istiyor ve bu halde ondan bir şeyler bekliyordum.”
“. . . Bu hal salt mutluluğu verdikleri söylenen her şey elimdeyken üzerime gelmişti. O vakitler elli yaşındaydım. Se­ven ve sevdiğim iyi bir karım, çocuklarım ve benden hiç zahmet istemeden büyüyen bir çiftliğim vardı. Tanıdıklarım ve yakınlarım tarafından her zamankinden çok saygı görü­yordum. Yabancı ülkelerde beni sevenler pek çoktu. Büyük bir ünü olan bir adamdım. Bundan başka ne deli, ne de has­taydım. Aksine; bu yaştaki insanlarda az rastlanan, maddî ve manevî bir gücüm vardı. Köylülerle boy ölçüşecek kadar ekin biçiyordum. Kafamla; hiç aralıksız, yorgunluk duyma­dan sekiz, on saat çalışabiliyordum. işte; bu durumdayken, yaşamak iştihasını kaybetmiştim. Ölümden korkmakla be­raber, geçici varlığımı öldürmemek için kendime karşı hi­leler yapmağa mecbur oluyordum. Ruhumun bu durumunu şöylece açıklıyordum: “Ömrüm bana biri yönünden oynan­mış; kötü ve acı bir oyundan başka bir şey değildir.”
“Hiçbir davranışıma, nerede ise bütün hayatıma bir mâ­na veremiyordum. Yalnız bunu başlangıçta anlayamadığıma şaşıyordum. İnsan; ancak yaşamadan sarhoşken yaşayabilir. Ama sarhoşluktan uyanınca, bütün bunların budalaca bir oyun ve kepazelik olduğunu görür. Gülünç ya da tatlı bir yönü bulunmayan acı ve mânâsız bir kepâzelik... Çölde az­gın bir canavarın saldırışıyla karşılaşan yolcunun sonunu an­latan Doğu masalı çok eskidir. Yolcu çölde bir kaplana rast­lar. Bu hayvandan kaçarken kör bir kuyuya düşer. Ve bu kuyunun dibinde kendisini yutmak için ağzını açmış bir tim­sah görür. Canavarın pençesinde parçalanmamak için yuka­rıya çıkamayan ve ejderhamın yemi olmamak için kuyunun dibine atlamağa cesaret edemeyen zavallı adam, kuyunun örme duvarlarında bitmiş bir çalıya asılır. Ama elleri kuv­vetten düşmeğe başlar, anlar ki biraz sonra iki yönde bekleyen felâketten biriyle yok olacaktır. Böylece asılıp durur­ken; biri beyaz, biri kara iki farenin çalının etrafında do­laştıklarını ve çalıyı kemirdiklerini görür. Adam artık yok olacağını anlar. Çevresine şaşkınlıkla bakınırken, çalının yap­rakları üzerinde birkaç damla bal görür. Dili ile erişir ve yalamağa başlar...”
“İşte böylece ölüm ejderhasının beni boğmaya hazır, beklediğini bile bile, hayatın dallarına asılmaktayım. Bu iş­kenceye niçin düştüğümü anlamıyorum, önceleri bana zevk veren balı yalamağa çalışıyorum. Ama artık bu balın tadı yok. Gece ile gündüz, beyaz fâre ile kara fâre; asılı bulun­duğum dalı kemiriyorlar ve bu bal, artık benim için tatlı değildir.”
“Yalnız bir şeyi görüyorum: Ejderha ile fâreler. Ve on­lardan gözlerimi çeviremiyorum. Bu bir masal değildir. Bu; tartışılmaz, herkesin anlıyabileceği bir gerçektir.”
Tolstoy 'un kendisini öldürmesine bir adım kalmıştı. Onu kurtaran gene halk oldu. Halk ile yaptığı birçok denemeler onu doyurmamıştı. Bu sefer, kendisine şunu sordu: Hep ümitsizlikle karşılaşan bu milyarlarca insan, kendilerini niye öldürmüyorlar? O vakit anladı ki; onlar aklın yardımıyla de­ğil imân ile yaşıyorlardı.
Sonunda beklenen saat çaldı, Tolstoy Allah’a inandı ve ona daha çok yakınlaşmak için kilisenin her yargısına bel bağladı. Ama zaman geçtikçe, aklı, kilisenin geleneğine dayanamıyor ve özellikle türlü kiliseler arasındaki düşmanlık onu çileden çıkarıyordu. 1881 de yazdığı “Doğma” lar üze­rine dayanan teolojinin tenkidi" adındaki kitabında, inancını şu cümlelerle özetliyor ve “Ben ki dinlerin insanları birleş­tireceğine inanan bir adamım, dinin dayanabileceği tek des­teği yıkmasına şaşıyorum!” diyordu. Gene o kitapta dinim özünü şu cümle ile anlatıyordu: “Ben, İsa’nın dinine tapıyo­rum. Dünya yüzünde mutluluğun ancak onun emirlerine bo­yun eğildiği vakit gerçekleşeceğine inanıyorum.”
Doğrusu; bütün imanı, İsâ’nın “Dağdaki vâz” ma bağ­lanmaktaydı ve bu imam şu beş emrin içindeydi: 1 — öfkelen­me. 2 — Zinâ etme. 3 — Yemin etme. 4 — Fenalığa karşı koyma. 5 — Kimsenin düşmanı olma.
Bu emirler onun ahlâk felsefesinin olumsuz bölümle­riydi. Doğru yönü ise bir tek emirdir: “Allah’ını ve benzeri­ni kendin gibi sev!” Tolstoy imânını bu söze sığdırmağa ça­lışırken yüzyılın bütün fen ve teknik devrimleri karşısında şu cümleyi ekliyor: “Ben, ne kadar tuhaf görünürse görünsün, XVIII. yüzyılda, bu emirleri yepyeni olarak ele geçirdim.”
Öyleyse Tolstoy, İsa'nın Allah olduğuna inanıyor mu? Hayır! O, İsâ’yı yalnız Buda, Konfüçiyus, Sokrates, Eflâtun, Epiktetos, Pascal, Kant gibi insanlığa mutluluk yolunda önderlik edecek büyük hakimler arasında saymaktadır. Eğer o, Hristiyanlığa daha büyük bir yakınlık göstermişse, bunun iki sebebi vardır: 1. Hristiyan olarak doğması ve Hristiyanlar içinde yaşaması. 2. Türlü kiliseler yoluyla İsa’nın dinine so­kulmuş boş inanışları atarak, bu güzel imânın özünü mey­dana çıkarmağa çalışmakta büyük bir haz duymuş olması.
Çünkü bu büyük din yaratıcılarıyla, yan Tanrılara bağ­landığı andan başlayarak o; yalnız akla en büyük yeri ver­mektedir. Nitekim “Yaşama üzerine” adlı 1887 de yazdığı kitabın başına Pascal’ın ünlü cümlesini almıştı: “insan, bir kamıştır, tabiatte en çelimsiz bir şeydir. Ama düşünen bir kamıştır.”
Kitabının içinde ekliyordu: “Şu halde bütün şerefimiz düşünme kabiliyetindedir. Dolayısiyle iyi düşünmeğe çalışa­lım. İşte ahlâkın prensibi budur... Gerçek yaşama; ancak aklın ve düşüncenin göründüğü vakit başlar. Akla dayana­rak süren hayatın özü ise sevgidir.”
“Yaşama üzerine’ adlı kitabında bu konuda su satırla­rı okuyoruz: “Sevgi; insanın tek akıllıca davranışıdır. Sev­gi; insan ruhunun en akıllıca ve en şerefli oluşudur. Sevgi; yaşamanın bütün zıdlıklarını çözer, yalnız ölüm korkusu­nu savan değil; ama, insanı başkaları için kendisini yok etmıye coşturan en gerçek mutluluk,en büyük nimettir. Çün­kü sevdikleri için kendini yok eden sevgiden başka, sevgi yoktur. Sevgi; bu ad’a, ancak kendini yok ettiği vakit lâyık olur. Böylece gerçek sevgi; ancak insan; kişisel mutluluk el­de etmenin mümkün olmadığını anladığı vakit olur. İşte o zaman, varlığın bütün kanı; gerçek sevgi fidanım sulamağa başlar.
Bu satırlar gösteriyor ki, Tolstoy imâna; yorgun olduğu için, teslim olmuş bir insan gibi gitmemiştir. Akılları şaşır­tıcı bir davranışla, akıl ile sevgiyi birleştiren bu adamın, ne kadar kuvvetli bir gerçek sevdalısı olduğunu, kendisini afo­roz eden ve kiliseden kovan Saint Synode’a karşı yazdığı açık mektupta görülebilir: “Benim için ruh, sevgi ve her şe­yin başlangıcı olan Allah’a inanıyorum. Benim kendisinde olduğum gibi, onun da bende olduğuna inanıyorum.”
Bu parlak cümleleri söyliyecek kadar kendine güvenen sanatçı; artık limana vardığını sanıyordu. Ama bu bir bö­bürlenmeydi. Olgunluğa erişmek için geçecek daha birçok istasyonlar vardı. Nitekim ailesiyle Moskova’da geçirdiği bir kış içinde, gördüğü; halktaki yoksunluk, dert onu deli et­meğe yetmişti. Hıçkırarak: “Böyle yaşamak olamaz. Bu, ola­maz. Bu, olmamalıl” diye bağırıyordu. Böylece aylar süren bir ümitsizliğe düştü. Halini gören karısı, ona yazıyordu: “önceleri bana, imânım olmadığı için kendimi asmak istiyo­rum!” diyordun. Şimdi imâna kavuştun. O halde niye dert­ler içindesin?”
Karısı onu anlamıyordu. Anlayamıyordu ki, onun imânı, softaların ısmarlama imânı değildir. Anlayamıyordu ki, o, yalnız kendisi mutlu olmakla mutlu olacak bir insan değildir. Çünkü seviyordu. Sonsuz seviyordu. "Ne yapmalıyız?” adındaki kitabı birincisinden çok daha trajik olan krizin hikâyesiydi. Kendisinin dinî krizi, bu büyük halk yığınlarının korkunç sıkıntısı, yoksulluğu yanında neydi? Hiç. Bu gö­rünüşten başını çeviremiyordu. Artık yalnızlıktan çıkıp, her türlü çıkarların çarpıştığı sosyetenin içine girmek ve tek ba­şına döğüşmek gerekiyordu.
Biraz önce incelediğimiz Tolstoy’daki bu içten ayaklan­ma çevresinde hiçbir sevgi ve ilgi uyandırmıyordu. Ailesi bu halinden son derece şikâyetçiydi. Tolstoy’un pedagojik uğraşmalarını küçük gören Kontes, bu din kaygısı geldikten sonra, büsbütün dayanılmaz olmuştu. O kadar ki, Tolstoy, kendisine yazdığı mektuplarda, "Allah’tan sözaçtığım vakit kızıyorsun. Biliyorum; ama kızma. O’nsuz yapamıyorum. Çün­kü bütün düşüncelerimin temeli O dur.” diyordu. Karısı ise onu hasta sanıyor ve hastalığın bir ân önce bitmesini bek­liyordu. Ama hastalık geçmiyordu ve geçmeyecekti.
Kontes hayata bağlıydı. Hayat nasıl olması gerekirse, onu öylece benimsiyordu. Kışın köyden Moskova’ya gitmiş­lerdi. Tolstoy, bundan üzülmüş, defterine şunları yazıyordu: “Yerleşiyorlar. Ya rabbim! Ne vakit yaşamağa başlayacaklar? Bütün bu yerleşmeler; yaşamak için değil, başkaları da böy­le davrandıkları için. Zavallılar!”
Aynı günlerde de Kontes defterine şunları yazıyordu: “Leon yalnız üzgün değil, bitkin bir halde. Uyumuyor, ye­miyor, ara sıra ağlıyor bile. Nerede ise deli olacağım!”
Çaresiz birbirlerinden uzaklaştılar.
Tolstoy; dinî kitapları, asıllarından okumak için İbranice öğrenmeğe başladı, öbür yönden ruh ile gövdenin, pa­ralel olarak çalışmalarını, olgunluğa varmanın en doğru yo­lu olduğunu benimseyen usta, bir köylü gibi odun kesmeyi, evin hizmetlerini kendi görmeyi, bir prensip olarak benimse­diği için, Kontes deli oluyor ve mektubunda ona şunları yaz­maktan kendini alamıyordu: “Bu kadar akıl gücünün odun kesmeğe, evdeki semaveri kaynatmaya ve yahut sökülmüş bir pabucu dikmeğe sarfolunması beni üzüyor.”
“En sonunda, şu eski Rus sözü beni avutuyor: “Ağla­masın da çocuk, ne ile oynarsa oynasın!”
Artık anlaşamayacaklardı. Ortak hayatları birbirlerine azap ve işkence oluyordu, özellikle Tolstoy, ıstırap içindey­di. Bir dostuna yazdığı mektupta: “Belki inanmayacaksınız, ama ne kadar yalnız olduğumu ve gerçek benliğimin, çevrem­dekiler yönünden nasıl küçük görüldüğünü tasarlayamazsınız.
Çocuklarıyla olan anlaşmazlık daha büyüktü. Sofrada baba konuşurken, çocukları can sıkıntılarını ve küçük gör­melerini belli ediyorlardı. Doktorıyle kızı Aleksandra’dan başka kendisini anlayan kimse yoktu. Dünyanın öbür ucun­dan gelmiş hayranlarıyla konuşmaktan, nihayet karısının ken­disini soktuğu lüks hayattan tiksiniyordu. Hakikatte bu bir lüks değildi. Ama bu konfor, onun omuzlarını çökertiyordu. Bitmeyen bir vicdan azabı içindeydi. Gerçek yolunda yürü­mesiyle alay etmeleri ona ağır geliyordu. Sevdiği Rousseau; itiraflarında küstahça, “Ey ebedî varlık, tek bir insan cesa­ret ederek ben ondan daha iyi bir insandım, diyebilir mi? Açıkça ve korkusuz olarak söylüyorum: Beni bir ahlâksız zan­nedecek kimse, boynu koparılacak bir adamdır.” diye bağı­rırken, o; yalnız, “Cehennem azapları duyuyorum. Bütün geç­miş zamanlardaki kahpeliklerimi hatırlıyorum ve bu hâtıralar benden ayrılmıyorlar, hayatımı zehirliyorlar. Çokluk, ölümden sonra hâfızadan yoksun olmak, insanları üzer. Ah! Böyle olması ne güzel. Öbür hayatta, yeryüzünde yaptığım kötülükleri hatırlayacak olsaydım; bu; benim için ne büyük bir acı olacaktı.” diye imlemektedir.
Ama; bu yaşayış, dayanılacak sınırı geçmişti. Tolstoy artık nefes alamıyordu. Vasiyetini yazdı ve 1910 yılı Ekim’inin sonunda, bir daha dönmemek üzere, kızı Aleksandra ile özel doktoruyla evini bırakıp gitti. O günün akşamı, Rus­ya’nın en ünlü kâbelerinden Optima manastırına vardı. Ge­ceyi orada geçirdi, ölüm cezasının kaldırılması için uzun bir yazı yazdı. Ertesi gün kızkardeşinin râhibesi olduğu, Şamordino manastırına gitti. Orada kızkardesinden, kiliseye gitmemek şartıyla, manastırın en adî işlerini yapmak ödeviy­le manastıra sığınmayı istedi. Sonra, her halde müsbet bir cevap almamış olmalı ki, köyde kendisine bir ev aradı. Bu sırada, kızı izinin bulunduğunu haber verince, hemen yola çıkmaya mecbur oldu.
Projeleri, hiç şüphesiz Rusya’dan uzaklaşmaktı. Balkan­lara inmekti. Ama yolda, Stepte küçük bir istasyonda Tols­toy hastalanarak trenden inmeğe mecbur oldu. Yedi gün sü­ren bu can çekişme sırasında, gardan çekilen telgrafları, Mos­kova milli kütüphanesi bastırdı. Şimdi size, bu facianın her safhasını gösteren esaslı telgrafları aktaracağım. Tolstoy’­un evden, kaçması, yalnız ailesini değil, edebiyat ve sanat çevresi kadar, asker ve sivil kuvvetleri de kaygıya düşür­müştü. Onlar da; bambaşka sebeplerle Yasnaia Poliana tra­jedisini yakından gözlüyorlardı. Tolstoy'un iyileşmesi için ki­liselerde yapılan dualar -yazar önceden aforoz edilmiş oldu­ğundan daha ilk günlerde birçok tartışmalara sebep olmuş­tu. Ölünce, durum daha zorlaşabilirdi. İmparator, Tolstoy’­un yeniden kiliseye dönmesi için, gereken her tedbiri alsın­lar, diye, din ulularına baskı yapıyordu. Kiliseden kovul­muş bir insan için ölümünden sonra dinsel tören yapılama­dı. Öbür yadan lâik bir cenaze töreni birçok politik olayla­ra sebep olabilirdi. Astopovo istasyonunun bağlı olduğu pat­riklikle, ilin çözeceği bir çok meseleler vardı. Petersburgdaki sorumlu büyük kişiler, sinirli idiler. İçişleri Bakanı, yardımcısını hemen oraya gönderdi. Petersburg Metrepolidi, Tols­toy’a kilise ile barışmasını rica eden bir telgraf yolladı. O bölgenin valisi, durumu yakından gözetlemek için, Astopovo’ya geldi. İstasyonda rastgele her yerde, vagonlarda, bekle­me yerinde yatmakta olan büyük bir kalabalık oldu. Bun­ların arasında, birçok sivil ve resmî polis vardı. Kontesle ço­cukları, ıstırap içinde; ya vagonda, ya büfede vakitlerini ge­çiriyorlardı. Kısacası; Tolstoy, kızı ile doktoru arasında can Çekişirken ve karısı, yanına girmek için bir imkân bekler­ken, küçük istasyon olağanüstü bir kaynaşmaya sahne ol­maktaydı. Bu acı sahneyi, size iyice anlatabilmek için, o günlerde Astopovo’dan çekilen 1081 telgraftan, en tipik olan­larını aktarıyorum:
Yeletz Jandarma Kumandanlığına 31 Ekim, Astopovo 7,43
12 numaralı trende bulunan yazar Tolstoy, hastalandığın­dan, buraya indi. İstasyonun müdürü kendisini evine misafir etti.
Gedikli subay Filipof
Tolstoy’dan bir dostuna telgraf
1 Kasım, 10,30
Hastalandım. Yolcular, hasta olarak trenden indiğimi gördüler. Gazetelere düşmekten korkuyorum. Şimdi daha iyiceyim. Yola çıkacağız. Tedbir alınız. Haber veriniz.
Tolstoy
Rousskoie Slovo gazetesinden istasyon müdürüne telgraf
Lütfen Tolstoy’un evinizde kalması meselesini ilgilendi­ren özellikleri ve sonraki tasarılarını, gazetemize telgrafla bildiriniz. Hemen ücretinizi yollıyacağız.
Vilâyetin gizli polis kurumunun merkeze telgrafı
Tolstoy, Astopovo’ya indi. Ateşi 40’tır. Doktoru ve kızı yanındadır.
İstasyon müdürünün Rousskoie Slovo gazetesine cevabı:
Tolstoy kendi için hiçbir şey yazılımamasını rica ediyor.
Tolstoy, kızı Aleksandra ile özel doktorundan başka kim­seyi görmek istememektedir. Kızı, aileden olanlara ısrarla, hastanın rahatını bozmamaları için; kendisini görmeğe davranmamalarını telgrafla rica eder. Basına da avnı şekilde bir bildiri gönderir, istasyon müdürü de öyle davranır ve gaze­tecilerin sokulmasını önlemeğe çalışır. Ama ikisinin de çabaları boşa gider. Bir iki gün içinde gar dolar ve bu sıra­da demiryolları genel müdürlüğünden, adını açıklamayan bir kimse için, hazırlanmış olan ve o gece 11,44 de Astopovo ya varacak özel bir tren hakkında, istasyon müdürlüğüne bilgi verilir. Bu katar, Kontes Tolstoy’u oraya getirecek olan tren­dir. Tolstoy’un kaçmasından sonra Kontes, ümitsizlikten çıl­dıracak hale gelmiş ve kendisini öldürmek için Yasnaia Poliana’daki göle atmıştır. Yakın dostlardan biri: Tolstoy’un korktuğu buluşma tasarısını doktora telgrafla haber verir. Bu yüzden büyük adamın bu gelişi bilmemesi için, her şey yapılacaktır. Buna karşılık basın, Kontesin yola çıktığını ha­ber almakla, son derece sevinmiştir. “Rousskoie Slovo” gaze­tesi yazarına: “Bize en doğru haberleri verecek Kontesdir” diye telgraf çeker.
2 Kasım ı 3’e bağlıyan gecede ve 3 sabahında gönderilen telgraflar hastalığın ağırlığını haber vermektedirler. Dok­torlar iki ciğerde de plörezi görmektedirler. Ateşi düşük ol­makla beraber; sinsi, sinsi yükselmektedir. Küçük Astopovo garı, Tolstoy’un dostlariyle, hayranlariyle ve gazetecilerle dolmağa başlar. Kontes, kendisini getiren özel trende kalmaktadır. Gazeteciler, Ulaştırma Vekâletine, ikinci sınıf bir vagonda barınmalarına müsaade edilmesi için başvurmuşlar­dır. Vekil, barınmalarına müsaade etmiştir. Çünkü Tolstoy’­un, kilise ile barışmadan ölmesi karşısında; çıkabilecek olay­ları önlemek üzere, demiryolları idaresi, trenleri, Astopovo’dan uzaklaştırmak istemektedir. Her ne pahasına olursa olsun; onu büyük bir heyecana düşürmekten kaçınmak lâzımdır. Oysa ki, karısı, geleliden beri, kocasıyla bir daki­ka olsun görüşmek için durmadan diretmektedir. Durum ancak; Shakespeare'in muhayyelesiyle yaratacağı bir görünüş almıştır. Bu ândan başlıyarak facianın gelişimini aydınlatan telgrafları, aktarıyorum.
Outro Rossiy muhbirinden gazetesine:
Dün 11,40 da Kontesle çocukları geldiler. Doktorla Aleksandra kendilerini karşıladı. Vagonda uzun bir görüşme. Son­ra gelenler vagonda kaldılar, geceyi geçirdüer. Bugün Kon­tes ve çocukları Tolstoy’u görmek istediler. Doktorla Aleksandra bu işi önlediler. Doktorlara göre, hastanın gelenler­den haberi olmadığı gibi, kendisinin nerede bulunduğunu da kimsenin bilmediğine inanıyor. Bugün doktorla Kontes ara­sında gürda büyük bir tartışma oldu. Kontes, doktorun has­ta üzerindeki fena etkisinden söz açarken çok sinirliydi. De­miryolu işçileri, Tolstoy’un iyileşmesi için dinî tören yapıl­masını istediler. Papaz, aforozlu olduğundan yanaşmadı. Pa­zartesi günü, jandarma kumandam geldi. Geniş koğuşturmalar yaptı. İstasyon memurları hastaya çok büyük ilgi gös­teriyorlar. Şef, evini ona bıraktı, evden çıktı, istasyonda yal­nız onun ruhu yaşıyor.
Petersburg gazetesinden, istasyon müdürüne; cevabı ödenmiş telgrafı :
3 Kasım, 1.55
Tolstoy’un ölüp ölmediğini bildiriniz.
Bu telgraf cevapsız kalmıştı. Ama telgraf istasyonu durmadan işliyordu. Kafkasya’daki sevenleri ona şu telgrafı çekiyorlardı:
Maikope 3 Kasım, 4.18
Bize gel, evimizi sana veriyoruz. Çalışma ve sevgi.
Akşamüstü Ramneie Outro muhabiri, gazetesine şu teb­liği yollar :
3 Kasım, Saat: 18. Son bildiri.
Ciğerin alt yönünde yangı. Yayılmış bronşit. Akşam sı­caklık derecesi 39,1. Gece ter. Sabah 37,6. öğleden sonra 37,3. Kalb son derece yorgun. Karaciğer büyümüş, ıstırap veriyor. İştahı yok. özel doktoru başucunda. Hasta herşeyle ilgili.
48 Yıl kendisiyle birlikte yaşamış olan Kontes, gene onu görmek ister ve sanır ki kendisinin yüzünü görse, her şey yolma girecektir, öbür yönden, daha realist olan gazeteci­ler ve sinemacılar, olayı daha iyi canlandırmak için, haber­cilerine son derece açık telgraflar yollarlar. O vaktin en bü­yük film ve sinema şirketi olan Pathee kardeşler, haberci­lerine şu emri verirler:
Garı ve garın adı okunacak şekilde fotoğraflarını alınız. Ailede: olan kimselerin, tanınmış kişilerin fotoğraflarını ka­çırmayınız.
Kiliseye gelince; o da gazetelerden ve sinemacılardan daha az realist değildir. İşte Petersburg metrepolidinin Tols­toy'a telgrafı :
Petersburg 4 Kasım, Saat 11.46
Kilise ile ilgilinizi kestiğiniz andan başlıyarak her vakit sizin kiliseye dönmeniz için yalvardım. Belki pek yakında Allah sizi huzuruna çağıracaktır. Bulunduğunuz hasta hal­de ki ise ile ve Rus halkı ile barışmanızı yalvararak istiyo­rum. Allah sizi kutlasın ve yardımcınız olsun.
İmza
Baş Metrepolid Antony.
Bu telgraf Tolstoy’a verilmemiş olduğu için herhangi bir tepki de görülmemiştir.
Rousskiya Viedomosty gazete habercisinin telgrafı :
6 Kasım, Saat 16.45
Saat 14’e doğru yirmi dakika süren şiddetli bir yürek krizi geçirdi. Çok şükür atlatabildi. Saat 16’da yürek daha iyi idi. Bazı Patriklerle, Râhipler, bir sürü sosyete hanımla­rı buraya geldiler ve gene kilise üe barışması için yalvarma­da bulundular. Buhrandan sonra, Tolstoy, kendine gelince; başmdakilere baktı ve; "Milyonlarca insan ıstırap çekerken, tek bir kişi için üzülmek ne boş yorgunluk!..” dedi.
Petersbourgskaya gazetesi habercisinin telgrrafı :
6Kasım, Saat 1.55
Sabahın saat birbuçuğunda yeniden yürek bozuldu. Çok halsiz. Bütün aile ayakta, kapısının önünde.
Gene o gazeteye yazıcının telgrafı: Saat 2.20.
Son yaklaştı. Aile avluda, yağmur altında toplanmış, bekliyor. Garda herkes ayakta. Durmadan telgraf çekeceğim.
Outro Rossiy yazarının telgrafı : 5.44
İkinci yürek krizinden sonra, bütün aile basucuna toplandı. Durmadan inliyordu. Kendisini bilmiyor. Yürek yavaşladı. Nabız her ân daha çok düşüyor. Çok miktarda morfin verildi. Aile gene de ümitli.
Petersburg ajansı yazarının telgrafı : 5.50
Kontesi sonunda odasına aldılar, tanımadı. Bütün aile yanındaki odada bekliyor.
Rousskya Viedomosty yazarının telgrafı : 5.53
Öldü.
Yüzbaşı Savitzky’den General Lvofa. 5.55 Astopovo.
Tolstoy öldü.
Yüzbaşı Savitzky’e. Saat 6
Astovopo volovo hattını kuvvetlendiriniz.
General Lıvof
Rousskya Viedomosty gazetesi yazarının telgrafı :
Altıyı beş geçe Rusya; en büyük evlâdını, dünya en bü­yük hemşerisini kaybetti. Yüreğe inme oldu. Can çekişme üç dakika sürdü. Jandarma kumandanı durmadan telgraf çeki­yor. İstasyon müdürü hıçkırarak ağlıyor. İlk ölüm telgrafı telgrafhaneye götürülünce, adamın elleri titredi, boğuk bir sesle: "Olamaz!” diyerek yere yıkıldı.
Size aktardığım telgrafların bu sonuncusu ile Astovopo trajedisi; içimizde büyük bir acı bırakmakla birlikte birçok da şüpheler uyandırarak sona eriyor, ölümünden birkaç saat önce: “Dünyada milyonlarca insan acı içindeyken, siz sadece Lyon’la uğraşıyorsunuz!" diyen, bütün insanlığa sev­gi ve fedakârlık kaynağı bir din kurmaya kalkan Tolstoy, acaba kendi ailesi içinde bu sevgiyi yaratamayacak kadar mı benciydi? öyleyse 82. yaşında, sabah karanlığında, bohçası­nı alarak evinden neye kaçtı ? Ve geçici yaşayışa göz yu­marken, 48 yıl birlikte yaşadığı karısını, niye görüp affet­mek istemedi?
Bu soruların karşılığını Tolstoy’a bırakarak, onun sa­vunmasıyla sözlerimi bitireceğim, ölümünden 15 yıl önce, büyük bir acı içinde Tolstoy kendi kendine soruyordu:
"Pekiyi Tolstoy, ileriye sürdüğün prensiplere göre yaşı­yor musun?”
Bu sorunun karşısında ezilmiş, cevap veriyordu:
“Utanmaktan ölüyorum; kusurluyum! Her türlü alçal­maya lâyıkım... Bununla birlikte geçmişteki yaşayışımı bu­günkü ile ölçünüz. O vakit Allah’ın emirlerine göre yaşama­yı araştırdığımı anlayacaksınız Yapabileceğimin binde birini yapmadım. Bundan üzülüyorum. İstemediğimden değil... Ama yapamadığım için yapamadım. Beni suçlayınız. Ama güttü­ğüm yolu suçlandırmayınız. Beni evime götüren yolu biliyor­sam ve bir sarhoş gibi sendeliyerek yürüyorsam; bu hal, yo­lun kötü olduğuna işaret midir? İsterseniz bana başka bir yol gösteriniz. Ya da benim size yardım etmeme hazır oldu­ğum gibi, siz de bana yardım ediniz. Ama benim ümitsizli­ğe düşmemden dolayı sevinmeyiniz. “Bakınız! Eve gidiyorum, diyor, oysaki çamurlara batıyor!” diye coşup bağırmayınız!
Hayır, sevinmeyiniz! "Bana yardım ediniz, beni kuvvetlendi­riniz!” Bana yardım ediniz, diyorum! Bu; sebepsiz değildir. Düşününüz ki; hepimizin birden yanlış yola sapmamız dolayısıyla; yüreğim ıstıraptan parçalanıyor. Oysa ki, bu korkunç bataklıktan çıkmak için sarf ettiğim çabalar karşısında siz, her kusurumda, parmaklarınızla beni gösteriyor, bağırıyorsu­nuz: “Bakın, bakın! Bizim battığımız çamura batıyor!” Be­ni ruhu sıska bir adam sayarsanız, o vakit, gerçekte, beni; ne isem o şekilde; yani, her vakit ve ruhlarının bütün kuv­vetiyle Allah'ı aramış ve gene daha iyi bir insan; Allah’ın vefâlı bir kulu olmak isteyen, acınacak; ama içten sizi se­ven bir insan olarak göreceksiniz.”
Sh:87-105
Paul Valery, Bremond, Vanderém, Lanson, Pierrefeu, Halévy, Pierre Quint, Cocteau, JaIoux, Souday, Thibaudet, Fernandez, Afornet, Cohen, Fumet, Benda
Not: Bu çeviri; Maurice Rouzaud'nun "Où va la eritiguet” adlı hitabında, büyük eleştirmecilerin, özetlediği düşünceleridir.
Edebiyat tarihi ile tenkidin ayrılığı: Tenkid öğretilmez.
Bir metnin gerçek mânası ve bir yazarın otoritesi yok­tur. Yazar; ne söylemek istemiş olursa olsun, yazdığını yaz­mıştır. Yayınlandıktan sonra bir metin, herkesin, kendi ka­biliyetine ve keyfine göre kullanacağı bir âlet gibidir. İnşa edenin; başka bir kimseden onu daha iyi kullanacağı kesin ve yüzde yüz doğru değildir.
Tenkid, ancak, akılcı ve inşacı ise, gerçekten var olabi­lir. Bütün sanatların birincisi, sanatların ve edebiyatın fel­sefesidir.
Eleştirmeci (münekkid) elinden geldiği kadar anlayışlı olmalıdır. Anlamak; her şey bundadır. Anlamaktan amaç, hayatın bütün görünüş ve oluşlarımı -ve yalnız üstünkörü bir faaliyet (işlem) olan akılla değil açıklamaktır.
Belli bir ölçüye (Canon -Kanon) göre, öven ya da ye­ren geçmişin -gramerci, ya da yol gösterici eleştirmecisi  an­cak bir hâtıra olarak kalmıştır.
Edebiyat tarihi bilgilerinin çokluğu, gerçek eleştirmeci için en zararlı olan şeydir. Çünkü düşünceye meydan bırak­maz. Tenkidin canlanması edebiyat tarihine verilecek sınır­la sıkı sıkıya ilgilidir.
Tenkid, bir eseri anlamaktan ibaret olan bölümünde bu esere, sanki dünyada yalnız o varmış gribi bağlanmaktır.
Bir eseri eleştirmede, yazarın akımlarını, eşyayı izlemek ve incelemek yönündeki davranışlarını, realite ile üişilderini, düşüncelerinin ve duygularının renklerini, âlemin filan görü­nüşünün zorladığı imanları, ilk hareket halinde düşüncenin mekanizmasını, eserin iklimini, izlemlerini zincirlemesini v.s. bütün bunları, her cins bilgiyi, zekânın türlü düzenleriyle ügili bütün olayları, ipotezleri karıştırmadan çözümlemeye im­kân yoktur.
Tenkidin en üst karakteri, koku alma (flair) sezgidir. Buna hüküm, ya da zevk diyenler var. En doğrusu keşif ve kehanet’tir. Bu olmayınca, eleştirmeciden başka her şey ol­mak kabildir. Ama eleştirmeci değil.
Tenkid, bir zekâ çabasıdır. İlk önce kitabın ilham etti­ği düşüncenin üzerine dayandığı mimarî düzenin: onu can­landıran ve çokluk, yazarın bile sezmediği derin mânanın an­laşılmasıdır. Bu birinci meseleden sonra da “Adam” ın ve ya­zarın anlaşılması gelir. Yalnız eleştirmeci bitmiş bir şey, değişmece olmuş ve dolayısıyla ölmüş bir eleman üzerinde çalı­şıp, bir ceset üzerinde otopsi yapmaz. Canlı üzerinde uğraş­tığından eleştirmeci için keşif ve kehanet şarttır.
Fişler içinde boğulmuş enstitü tenkidleri onuncu veya yirminci yüzyılın “Yeni” si karşısında şaşırır. “Yeni ve bilin­meyen” i zorla eskiye, bilinene bağlamak, Bergsonun dediği “O olmıyan her şeyle” onu açıklamak ister. Çünkü; geleneğin gösterdiği karşılaştırmalarda yeni ve orijinal, her eserde bu­lunan tek şeyle kaynaşmaya bir yol bulunamaz.
Başka yükseklik ve derinliklerde yaşayan eserleri eş sı­rada incelemekten çekiniyorlar. Oysaki, insan şöyle yazabil­meli: “Bu şaheser alelâde, ikinci sırada olan şu eser hari­kuladedir."
Durmadan karşılaştırarak –karşılaştırılamayacağın-önünde şaşırmaları tabiîdir. Şöylece övülen esere ne diyebi­lirsiniz? Organları nerede saklı olduğu anlaşılmaz, gözleri­min önünde yaşayan şeffaf (saydam) balıkları hatırlatıyor­lar.
Bir başkası:
“Bu eseri okuduktan sonra ilk defa âlem bana bilinmez bir ışık içinde göründü.”
Bir başkası:
“Bu kitap içinden yeni ve bir kere daha yaratılmış ola­rak çıkılan bir güneş banyosudur.”
Bir başkası:
“Bu kadar tabiîlik insanı yazmaktan ürkütüyor.”
Bir başkası:
“Bu eser, bana yeni, kaybolmuş ve bir kere daha bu­lunmuş zekâya bir anıt gibi görünüyor.”
Bir başkası:
“Bu eseri, neresinden açarsanız açınız; özsu fışkırıyor.”
Bir başkası:
“Bu eseri bir kitap olarak değil, tabii bir hâdise olarak muhakeme etmelidir.”
Gerçek eleştirmeci, seçmede akıl fakültesini kullanır. Ama usa vurduğu (muhakeme ettiği) eseri, sempati ile ye­niden yaratırsa» ancak o zaman kendisi bir eser yapmış olur. Bu durumda, çalışmasıyla sanatın en yüksek tepesine çıkmış olur. Ve önceden var olan yapıya bir üst kat eklemiş sayılır.
Bir kitap basılıp, satın alındıktan, seslendiği halk yö­nünden okunduktan sonra, var olmıya başlar. Ve halk tara­fından, duyulup, anlaşıldığı ve tartışıldığı ölçüde yaşar. Ama, gerçekte halk şekilsiz bir yığındır. Onun için düşünen, ha­reket eden ve alınması gereken durumu öğreten eleştirmeci­dir. Bunun için bir sanat eseri, kendi kendine yeter değil­dir. Eleştirmeci onu bırakınca kaybolup, unutulması gecikmeyecek ölü bir varlıktır. Aksine, eser; eleştirmeci kendi hayatını ona aktarıp, yüzyıllardan yüzyıllara değişen bir ka­rakter verdiği ölçüde yaşar. Eleştirmeci gerçek bir yaratı­cıdır. Bir kitaba ilgiyle baktığı, ya da aksine başçevirdiği va­kit, ona varlık verir, ya da varlığını siler.
Eleştirmeciyle şair arasında temelli bir avrılık değil, ama, madde ve görüş ayrılığı vardır. Eleştirmeci, şair gibi realiteden (nature), izlemler alır. Ve bu izlemleri psikolojik (muadele eşdeğerlik) lere çevirir. Yalnız bu tabiat şairin eserlerinden kurulmuştur. Eleştirmeci bunu duyar, yeniden ele alır. Ve başka bir plân hazırlar. Şairle eleştirmeci, ikisi de vicdan yaratıcısı iseler, eleştirmecinin yarattığı vicdan daha entellektüeldir. Daha zekîdir demeyelim, kendi alanların­da, Claudel, Valéry ve Proust'dan daha zekî olmak kabil de­ğildir. Ama, her biri kendi tabiatı içinde hapsolummuştur. Eleştirmeci’nin tabiatı ise, bütün bu karşılaştırılmalı tabiatlar­dan kurulmuştur.
Önemli eleştirmecilerin çoğu; eserleri kafalarında taşı­dıkları, bilerek veya bilmeyerek, filozofik ya da tarihî bir sistemle, kendilerindeki hayat anlayışıyla karşılaştırırlar. Bi­ri akılcı, öteki Freud'çı, başka biri de her şeyden önce klâ­siktir. Bu yolda ve yalnız bu yolda eleştirmeci, incelediğini yükseltir, erimini aşar ve onu üniversal yapar. Şahsiyet sa­hibi olmadığından, eleştirmeci kendisine has genel bir dü­şünce sistemi yoksa, “seçmesi” ni belirsiz bir sağduyu ku­rallarına dayanarak yapacaktır. Bir gazeteci gibi toplum dü­şüncesinin kararsız yargılarını kollayacak, peşin hükümlerden kurtulayım derken, en paslı, en dar formüller içine kapa­nacaktır.
Profesyonel eleştirmeci, her şeyden söz açmaya mecbur olduğundan hızlı, çabuk olmaya sevgiyi kurban eder. İnsan sevdiği, olmasa tiksindiği eserlerden söz açabilmelidir. Bu­nun içindir ki, şairlerin tenkidi bir ifade yoludur. Tenkid edilen eser, vesileden başka bir şey değildir. Baudelaire unu­tulmuş bir ressamdan bahsederse, onun için yazdığı satırlar gene Baudelaire’le ilgili özel bir ışıktır.
Edebiyat tenkidini bilime bağlamanın mânası yoktur. Çünkü “tek” in ilmi olamaz. Edebiyat tenkidi ancak -insan ya da eser-kişiyi tanıyabilir. Bunlar ise kişi olarak o âna kadar aslâ görülmemişler ve bir ikinci kez de görülmeyeceklerdir.
Tenkid, sanat eseri hakkında bir düşünce değilse, nedir? Ve gene düşünce, gizli veya açık bir düşünce sistemine yani bir kuruluşa (inşaya) varmıyorsa, ne olabilir?
Eleştirmecinin en köklü ödevi yeni ve eski istidatları bulup çıkarmak, ya da söz götürmez olarak istidatların de­ğerlerini yoklamaktır. Başka bir deyimle, bir yönden bilinmiyeni keşif ve öbür yönden kabul edilmiş şöhretleri kontrol etmektir.
Herkesin sandığı gibi, tenkidin ödevi, eseri aydınlatmak değildir. Halkın istediği cılız ve şöyle böyle bir aydınlıktır. Tenkid; aksine, her an için aktüaliteyi aşmalıdır. Meselâ, eserleri Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı ve Mîllî Edebiyat diye ayırmak pek büyük bir iş değildir (Bu cümleyi ben ekledim. B.T.). İnsanlığı kavrayan, kişisel bir görüş, filozofik ve estetik bir deneme; bu sudan görüşleri alt-üst eder.
Marcel Proust’un yazdığı gibi, sanat sadece hayatın tak­lidini değil, fakat “eşit”ini — (muâdil) gerçekleştirmeğe uğ­raşmaktadır. Gene öylece tenkid de sanatın “eşit” i olmaya çalışıyor. Tenkid, eseri yalnız dışından ele almaz, belki iç örgüsünü meydana çıkarmaya, yeşerme ve gelişmesini açık­lamaya, üstelik bir yazarın orijinalliğinin derin ve tek duyu­sunu vermeğe savaşır.
Bütün tenkid şu bayatlamış ilkenin altındadır: Adam eserin sebebidir. Nasıl ki, kanuna göre katil cinayetin sebe­bidir. Aslında bunlar neticedirler. Ama bu pragmatik formül hâkimi ve eleştirmeciyi yükten kurtarır. Hal tercümesi çözümlemeden kolaydır. Bizi en çok ilgilendiren şey yönünde ke­sin bir şey öğretmez... Bundan başka bir adamın komşula­rı için, hattâ kendisi için bile her vakit kötü sayılmış ger­çek hayatı -türlü türlü yollardan ve çok titiz bir çalışmay­la yapılanı başka eserlerinin açıklanması için hiçbir zaman kullanılamaz.
Dua, duadır; sanat da sanat. Dua ve sessiz istiğrak (di­nî coşkunluk) biter bitmez, sanat başlar. İmdi sanat, ruhun şekil almasıdır. Ruh ise sanatçının kendisiyle ve çok şüpheli haramlarla çiftleşmesinden sonra meydana gelir. A Gide, doğru söylemiştir. Bir sanatçı ermiş olamaz. Yalnız (Günah-Sanat) vardır. Bossuet, kâfiri şöyle anlatıyor:
“Zındık ve Kâfir, kendisi hakkında bir kanaati olan ve kişisel duyguyla düşüncelerini yürütendir.”
Şiirin, şairden -tıpkı ağaçtan meyvenin düştüğü gibi-düşmesinden sonra, becerikli bir adamın, onu besleyenden daha iyi kullanıp, faydalanması kadar, gerçek ve kesin bir şey yoktur. Eğer böyle olmasaydı; Eflâtun, ya da Horatyus ölü oldukça Phédre’i ve Horatyus’un şiirlerini aslâ anlayamayacağımızı kabul etmek gerekir. Şiir, şairden sonra ya­şar. Değer ise zaman içinde yaratıcısının tasarlayamadığı gü­zellikler ve mânalar kazanır. “Aktarma ve yazarın cümlele­rini tekrarlama” nın kaderi budur. Aktarma ve bir yazarın cümlesini tekrarlama; yalnız yazıyı, söylevi süslemek için ise palavradan başka bir şey değildir. Ama yeni olan yazı. (Aktarılan) söze bir mâna ve bir renk verir. Ve o zaman böbürlenme de olmaz.
Açıklamamın erdemi (Fazileti) asla bir ek koyabilmek­tedir.
Eser; ortaya bir problem koymak gibidir. Problemi orta­ya atanın yüzde yüz en iyi çözümü sağlayacağı ileri sürüle­mez. Bundan başka edebiyat, bitmez tükenmez çözüm yolla­rı kabul eden problemler sanatı değil midir?
Problem bir “Belli -Constante” si olan bir mesele ise, yayınlandıktan son­ra, metin değişmese bile birçok “Değiştiren- Variante” ları olur: Okuyucular.
Bunların içinde en önemli olan bir (Variante) değiştiri­ci vardır: Yaratıcı-Okuyucu.
Sh:106-112
Kaynak: BURHAN TOPRAK, DİN VE SANAT, Ekin Basımevi, Varlık Yayınları, Ekim, 1962, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar