BARIŞ VE EMPERYALİZM
BARIŞ VE EMPERYALİZM
konusu 10 Ağustos 1967 günü Evrensel Barış Şenliği 1967 konferansı olarak
İstanbul Teknik Üniversitesi konferans salonunda kısaca anlatılmış ve daha
sonra lüzumlu katkılar yapılarak kitap haline getirilmiştir.
Yüzyıllar boyu cennet vaadi ile uyutulmuş olan insanlar, bugün barış
özlemine düşmüş, çatışmalar önlenip ilişkiler düzenlenecek olursa hayal ettiği
cenneti Dünya’da yaşayabileceğine inanmıştır. Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarının geride bıraktığı yıkıntılar ve eziklikler ile savaşın yarattığı
korkunç ortam uygar insanın gözünü korkuttuğu için, çoğunluk çatışmanın
olmadığı bir Dünya’da yaşamayı, cenneti hayal etmekten daha gerçek bir amaç
olarak görmektedir.
Bilginler, sanatçılar, fikir adamları, yazarlar ve politikacılar bütün
güçlerini seferber ederek insanların çatışmadan yaşayabilecekleri bir Dünya
yaratmaya çalışıyorlar. Bir bakıma barış içinde olduğu kabul edilen Dünyamızda
bugün bile korkunç bir savaş sürdürülmektedir. Birleşik Amerika
barışı koruma amacı ile girdiği Vietnam’da, kendi Dünya görüşüne uygun
davranmayan zavallı insanları en korkunç silâhlarla ölüme mahkûm ederken,
silâhlı savaş halinde olmayan birçok ülke, kendi insanlarını mutlu ve barış
içinde farz etmekte, fakat istenilen huzura bir türlü kavuşamamaktadır.
Emperyalist ülkelerin, şeklen savaş içinde bulunmayan geri kalmış
ülkelerde yürütmekte oldukları sömürücü operasyonlar, bu ülkenin esasen sınırlı
olan kaynaklarının ileri ülkelere akmasına sebep olmakta ve geri ülke
insanının bunalımı gün geçtikçe artmaktadır. Dünya’nın bir bölgesinde insanlar kesici,
yakıcı ve delici silâhlarla öldürülürlerken, başka bir ülkesinde, açlık,
yoksulluk ve hastalıktan zarar görerek yok ediliyorlar.
Doğum kontrol haplarını piyade tüfeklerinin mermileri gibi kullanan
sömürgeciler, geri ülkelerde insanlara Dünyaya gelme hakkı bile tanımak
istemiyorlar, insanın biyolojik ve sosyal yapısını eğilim ve inançlarını etüd
ederek onu kafese kapatılmış bir fare gibi idare etmeye çalışan ileri ülkelerin
sömürgecilik kurmayları, ateşli silâhlarla yönetilen savaşları idare
edenlerden çok daha katı yürekli kişilerdir.
EMPERYALİSTLER, SÖMÜRECEKLERİ ÜLKELERE ARTIK ESKİDEN OLDUĞU GİBİ
ÜNİFORMALI ORDULAR, BAYRAKLARI, TOP VE TÜFEKLERİ İLE SAVAŞARAK GİRMİYORLAR.
BARIŞI KORUMAK, SAVAŞI ÖNLEMEK VE İNSANCIL YARDIMLARDA BULUNMAK ONLARIN BİR
ÜLKEYE GİRMEK İÇİN EN ÇOK KULLANDIKLARI GEREKÇEDİR. ÜNİFORMALI ASKERLER
YERİNE, GÜLER YÜZLÜ UZMANLAR, ÖLDÜRÜCÜ SİLÂHLAR YERİNE BESİN MADDELERİ VE
DOĞUM KONTROL HAPLARI KULLANIYORLAR.
Ticarî anlaşmalar ile geri ülke yöneticilerinin, emperyalistle imzaladığı
ikili anlaşmalar eski savaşlar sonunda imzalanan mütareke anlaşmaları gibi geri
ülke insanım mağlûp ve sömürgeciyi galip ülke haline getirmektedir.
Emperyalistler barış ismi altında savaşı en korkunç kalıplara göre
sürdürmekte ve insanları, kanını akıtmadan sakin ve mütevekkil bir hava içinde
ölüme sürüklemektedirler. Böyle olmasına rağmen Dünya kamuoyu, bugün bu korkunç ve sinsi savaştan
çok, Vietnam’da sürdürülen savaşla ilgileniyor. Belki de Güney Doğu
Asya’da sürdürülen bu silâhlı savaş, dünya kamuoyunun bu noktaya çekilmesi ve
kendi üzerinde uygulanan korkunç projeyi sezmemesi için düzenlenmiş bir
sömürgeci oyunudur. Çünkü biz kendini barış içinde yaşıyor farzeden ülkelerin birçoğunda ölen
masum insan sayısının Vietnam’da boğazlanan insan sayısından çok daha üstün
olduğunu biliyoruz.
Ana rahmine düşmeden doğum kontrol hapları ile yok edilen yavrular, gizli
açlığın eline düşüp sessiz sedasız mezara sürüklenen yüzbinlerce insan,
batının artıklarıyla beslenmeye mahkûm edilerek fizik ve entellektüel gücünü
ortaya koyamadan, insan haysiyetine yakıştırılmadı mümkün olmayan bir düzen
içinde yaşamaya mahkûm edilmiş milyonlar hesaba katılacak olursa, Dünyanın
diğer geri ülkelerinde olup bitenler, Vietnam’da olup bitenlerden daha iç
açıcı değildir. Savaş bu bölgelerde de bütün hızı ile sürdürülmekte ve insanlar
hunharca öldürülmektedirler. Fazla olarak Vietnam’da savaşan kişi, savaşta
olduğunu bilmekte ve kendini savunmaktadır. Fakat açlığın elinde gücünü
yitirerek bilmeden ölenler, neden öldüklerini ve kendilerini kimin, niçin
öldürüldüğünü bir türlü anlayamadan hayata gözlerini yumuyorlar. (Günümüzde
aynı oyun Ortadoğu’da oynanıyor.)
Bizim kanımıza göre barış, tıpkı cennet gibi insanları avutmak ve aldatmak
için uydurulmuş bir kelimedir. Doğada barış yoktur. Bütün canlılar
sürekli bir çatışma halinde yaşar ve eğer güçlü iseler, güçlü kaldıkları sürece
varlıklarını koruyabilirler. Aksi halde çıkarları, hattâ yaradılışları ile
dünya görüşleri farklı olan insan toplulukları tıpkı hayvanlar gibi birbirini
yok etmek ve onun imkânlarından yararlanmak için elinden gelen her şeyi
yapacaktır. Hayvanlar akıllı yaratıklar olmadıkları için bu karşılıklı mücadeleyi
içgüdülerine uyarak sürdürürler. Bu suretle de Doğa’daki armoni yaratılmış
olur, insanlara gelince, bunlar akıllı yaratıklardır. Fazla olarak son
yıllarda bilimsel bulgular ve teknolojik gelişmeler bir kısım insanı, bu
imkânlara kavuşamamış geri kalmış ülke insanına kıyasla farklılaştırmış bulunuyor.
Eskiden dinî inançların karşı karşıya getirdiği insan toplulukları, bugün
çıkar hesapları ile karşı karşıya gelmekte ve bunun için mücadele etmektedirler.
Fakat kazandıkları tecrübe bu mücadelenin kan akıtılmadan sürdürülmesinin,
bilhassa bilinçli toplumun çıkarlarına daha uyarlı olacağını onlara anlatmış
bulunuyor. Atom bombası ve benzeri korkunç tahrip vasıtalarının ikiye bölünmüş
Dünya’da her iki tarafın da elinde bulunması, korkuyu arttırdığından açık savaş
artık tehlikelidir. Bazılarının soğuk savaş ve bazılarının ekonomik savaş
dedikleri, öncekine nazaran daha korkunç çatışma şekli yaşadığımız günlerde
bütün şiddeti ile devam etmekte ve politikacılar bunu barış olarak
nitelemekte, çıkarlarını koruyabilme bakımından yarar görmektedirler.
Türkiyemiz de şeklen barış içinde görünmesine rağmen, geri kalmış,
kaynaklarına el konmuş ve hattâ insanları bile gücü üzerinden sömürülen bir
ülke olarak bu savaşın dışında farzedilemez. Gerçekte bir cennet olan
ülkemizin, bugün kardeşin kardeşe düşman edildiği bir cehennem haline gelmiş
ve getirilmiş olması sürdürülmekte olan sinsi ekonomik savaşın acı sonucudur.
Kalkınmayı arzu ettikçe, gerileyen, gelirini arttırmaya çalıştıkça
borçlanan toplum, bunalımını fertlere de yansıtmakta ve yaşamak artık bir yük
haline gelmiş bulunmaktadır. Bu mutsuz sonucun nedenlerini anlayabilmek için
biyolojik, sosyal ve kültürel alanlarda sessiz sedasız yürütülen korkunç
projeleri anlamak ve yeni sömürgeciyi korkunç ve iğrenç çehresi ile tanımak
gerekiyor.
Toplumları şeklî bir bağımsızlığa kavuşturarak onları bayraklarının gölgesi
altında esir etmek ve mümkün olduğu kadar sömürmek yeni bir usuldür. Bu metotla
çalışmak, bir ülkeye silâh ve zor kullanarak girmekten çok daha kârlı oluyor,
işte bu kitapta biz barışı özlerken, savaş içinde yaşayanların ve bunalanların
meselelerine ışık tutmaya çalışacak ve bu yoldan barışı özlemenin cenneti
tahayyül etmek gibi boş bir davranış olduğunu ispatlamaya çalışacağız.
Sömürgecilik var
oldukça barış var olamayacaktır.
Sömürme içgüdüsü ve
bencillik bütün canlılar gibi insanın yapısında vardır. Şu veya bu şekilde güç
kazanmış, her nasılsa teknolojik bir üstünlük sağlamaya muvaffak olmuş
ülkeler, güçsüz olanı sömürmekten hiç bir zaman vazgeçmeyecekler, ahlâk ve
fazilet sınırlarını aşarak daha rahat bir hayat yaşamak için adam öldürmeyi
eskiden olduğu gibi, bundan sonra da sürdüreceklerdir.
Adam öldürmek için kullanılan aracın, kılıç, ok, sopa, taş, mermi, gaz veya
atom bombası olması ile besin maddesi yahut doğum kontrol hapı olması sonucu
pek değiştirmez. Eğer bir toplum, başka bir toplumun insanlarım kendi çıkarları için yok
etmeye azmetmiş ise, bu iki toplum arasında savaş var demektir. Bugün bu
kalıplara göre yönetilen savaş, geri kalmış, sömürülen ülkeler ile ileri olduğu
farz edilen güçlü ülkeler arasında şiddetle sürdürülüyor.
Bundan dolayı geri ülkenin inşam kendini barış içinde hissediyor ve eğer
böyle düşünüyorsa, eski Çinliler gibi afyonlanmış demektir.
Osman N. Koçtürk
23 Kasım 1967 Ankara
23 Kasım 1967 Ankara
Eski çağın sömürgecileri, hegemonyaları altına alıp sömürmek istedikleri
toplumları yıldırmak için çoğunlukla kol gücüne dayalı ve savaş meydanlarında
karşı karşıya sürdürülen bir mücadelenin sonuçlarından yararlanıyorlardı. Daha
sonra ateşli silâhların bulunması ve kol gücünden başka, kafa gücünün de savaş
sonucunu etkilemeye başlaması ile yeni bir safhaya girmiş olan sömürgecilik,
çağımızda stratejisini büsbütün değiştirmiş bulunmaktadır.
Emperyalistler artık silâh zoru ile girdikleri ülkelerde rahat
edemeyeceklerini, sömürülen ülke insanlarından başka, Dünya kamuoyunun da, bir
süre sonra onları bu ülkeyi terke mecbur edeceğini gayet iyi biliyorlar. Çünkü
bir ülkeye kaba kuvvet kullanarak silâh zoru ile girme, ekseriya pek çok insanın
hunharca öldürülmesini ve hayatta kalanların bu suretle yıldırılmasını
gerektirmektedir. Bu yılgınlığın etkisiyle bir süre susan insanlarda,
korku duygusu zamanla kin ve nefrete dönmekte, bu nefretten hız alan millî
duygular örgütlenerek, sömürgeciyi kaynaklarına el koyduğu ülkeden kaba kuvvet
ve silâh kullanarak kovmaktadır.
Sömürgeciler, bundan dolayı silâh kullanmadan ve kanlı operasyonlara
girişmeden başka topumları istismar etmenin mümkün olup olamayacağını uzun süre
araştırdılar ve ikinci Dünya Savaşını izleyen süre içinde bazı bulgularını en
geniş anlamı ile uygulamaya soktular.
Bu tarz sömürgecilik ilk nazarda kan dökülmemesi ve zor kullanılmaması
bakımından daha medenî bir davranış gibi görülmekte ise de konu ayrıntıları ile
incelenince durumun böyle olmadığı görülmektedir.
Eskisine nazaran çok daha İnsanî ve korkunç olan yeni sömürgeciliğin
kurallarını kavrayabilmek, zor bir iş değildir. Sömürülen toplumların mutsuz
aydınları, kendilerini aldatıcı bir barış içinde mutlu farz etmekten vazgeçip,
bütün hızı ile sürdürülmekte olan ekonomik savaşın birer eri veya komutanı
gibi olup bitenleri ayrı bir açıdan eleştirmek için olağanüstü bir çaba sarf
etmeye ve biraz yorulmaya razı olurlarsa, soğuk savaşın kurallarını öğrenebilir
ve hattâ bu savaştan mensup oldukları toplumu yenik çıkarmamak için bazı
tedbirler de alabilirler. Dünya sulhunu korudukları gerekçesi ile olaylara
karışıp, milyonlarca insanı öldürmek için tertip hazırlayanların, korkunç
projelerine akıl erdirebilmek ve bugün ülkemiz üzerinde de uygulanmakta olan
oyunları anlamak için biyoloji ve sosyoloji gibi klâsik ilimlerin ana
kurallarım hatırlamak ve bunların insanların mutluluğu kadar sömürgecinin
çıkarlarına da alet edilebileceğini düşünmek lâzımdır.
XVIII ve XIX uncu asrın romantik bilginleri araştırmalarını yapıp, Doğanın
sırlarını insanoğlunun malûmu haline getirirlerken XX nci asrın ikinci yarısında
bulgularının insanları yok etmek veya köle yapmak için kullanılacağım
düşünmemiş ve beşeriyete yardım ettiklerini zannetmişlerdi. Fakat bu bulgular
çıkarlarından başka hiç bir şey düşünmeyen faşist guruplar elinde ateşli
silâhlardan da daha etkin ve daha korkunç vasıtalar haline getirilmiş ve
fareler üzerinde yapılan denemelerden alman sonuçlar daha sonra geri ülkenin
mutsuz insanı üzerinde uygulamaya konmuştur.
Fare ile insanın biyolojik yapısının benzer olmasına rağmen, sosyal
davranışının toplumdan topluma değiştiğini önceki tecrübeleri ile iyi öğrenmiş
olan emperyalistler, sosyal bilimlerin verilerini de değerlendirmeyi ihmal
etmemişler ve «Antropolojik» araştırmaları sömürgeciliğin
geliştirilmesinde en güvendikleri stratejik bilgiler olarak
değerlendirmişlerdir. Artık biyolojik yapısı ile üniversal bir hüviyeti olan
insan ve bu insanların sosyal davranış bakımından farklılaşan toplulukları,
yeni sömürgecilerin avuçlarının içi kadar iyi bildikleri ve kolayca
sömürdükleri toplumlar haline gelmiş veya getirilmiş bulunuyor.
Onlar sömürmek de, öldürmek de, güldürmek de sömürgeci için kolay bir
iştir.
İnsanlar yaz gelince kışı, kış gelince yazı özledikleri gibi, şu günlerde
de en çok barışı özlemektedirler. Çünkü asırlardır ardı ardına sürdürülmüş olan savaşlar ve emperyalistlerin
çıkarları için Ölüme sürükledikleri milyonların, geride kalan kuşaklarda
bıraktığı hüzün ve eziklik, savaşı istenmeyen bir dunun haline getirmiştir.
Artık herkes kaderine razı olmak ve gerekirse az yiyip, az içerek savaşıp
dövüşmeden yaşamayı arzu etmektedir. Büyük savaşçı ve değerli lider Atatürk
bile, düşmanlarımızı denize döktükten sonra «Yurtta Sulh, Cihanda Sulh»
demek suretiyle Türk toplumunun ve hattâ bütün dünyanın duygularına aracılık
etmişti.
Fakat emperyalistler barışın doğaya aykırı bir durum olduğunu iyi
bilmektedirler. Çevremizdeki olaylar biyolojik bir açıdan incelenecek olursa,
sürekli bir savaşın devam etmekte ve güçlünün, güçsüzü kıyasıya sömürdüğü ve
hattâ kendi yaşantısını devam ettirmek için, güçsüzün yaşantısına son vermekte
olduğu görülür. Böylece yaratılmış olan bir Dünyada insancıl duygulara esir
olarak, Tanrının verdikleri ile yetinmek, emperyalistlere uyarlı görünmemiştir.
İnsanları asırlarca en korkunç silâhlarla boğazlayıp, maksatlarına alet olmaya
zorlayanların, belirli bir noktada insanı yüceltmeye çalışan büyük fikir
adamlarının etkisi altına girip, başkaları için de yaşama hakkı tanımaları
beklenemez.
Nitekim Atatürk bu gerçeği de görmüş ve barışı koruyabilmek için güçlü
olmak gerektiğini de bize hatırlatmıştı. O gün, bugün birbirinden daha korkunç
silâhların sağladığı bir dengeye dayalı olarak sürdürülen Dünya barışı,
gerçekte «SOĞUK HARP» şeklinde nitelenen korkunç bir savaşın içine
girmiş bulunmaktadır. İnsanlar kedi ile köpek, leylekle kartal, mikropla insan
arasındaki mücadeleyi kendi aralarında da değişik kalıplarla sürdürüyorlar.
Barış diye isimlendirilen ve derileri başka renkte olanların bunalım!'
pahasına başka bir grubun mutluluğuna vesile olan bugünkü yaşantılarımız bio
sosyal ilişkiler bakımından en korkunç savaşları aratacak bir ortama sokulmuş
bulunuyor. Bu ortamın gereğince tanımlanması ve olup bitenlerin anlaşılması
lâzımdır. O zaman barışı sağlamak için ne yapmamız gerektiğini daha iyi
öğrenmiş olacağız.
Biyolojik Temel:
İnsan biyolojik yapısı ve temel davranışları ile incelendiği zaman, bütün
yaratıklar gibi benliğini koruma ve neslini sürdürme gibi güçlü içgüdülerle donatılmış
bir canlı olduğu görülür. İnsan yalnız bu yönü ile değerlendirildiği ve
eğitimle sonradan kazandığı nitelikler dikkate alınmaksızın incelendiği zaman
birçok davranışları ile hayvandan farksız bir yaratıktır. Gerçekten de
insanlar, tıpkı çevremizdeki hayvanlar gibi, doğmakta, gelişmekte, beslenmekte,
çiftleşmekte ve bu yoldan çoğalmaktadırlar. İnsanın karnım doyurma ve neslini
sürdürme bakımından uyduğu davranışlar hayvanların davranışlarına çok benzer.
Eğitilmemiş, çevrenin sosyal etkilerinden uzak tutulmuş bir insanın karnını
doyurmak ve neslini sürdürmek için tıpkı hayvanlar gibi hareket etmesi, doğal
bir sonuçtur. Fakat Dünyaya gelen insan önce ailenin ve daha sonra din
kuruluşları ile okulun etkilerine girmekte ve bu eğitimin etkinlik derecesine
göre, hayvana has davranışlardan kendini kurtararak çevrenin bir temsilcisi
haline gelmektedir. Biz işin bu tarafına pek girmeden en katı gerçekleri ile
insanın biyolojik temel yapısını incelemek ve bu suretle yeni emperyalizmin
uygulamalarını anlama bakımından yararlı olabilecek sonuçlar çıkarmak
istiyoruz. Gerçekten toplumun saygı duyduğu bir kişinin yemek yerken duyduğu
haz ve yataktaki davranışı bakımından hayvandan pek farkı yoktur. Hattâ
kamuoyu bunu gayet iyi bildiği için cinsel duyguları bazı uyarsız durumlarda «hayvani
duygular» olarak isimlendirme lüzumu duymuş ve bu suretle insanın bazı davranışları
ile hayvana pek benzediğini ima etmek istemiştir. Geri kalmış ilkel
topluluklarda eğitimden ve çevrenin etkilerinden mahrum kalmış kimseler
arasında biyolojik temelden gelme davranışların, sosyal davranışlara baskın
çıktığı ve aşikâr bir hal aldığı görülür. Bundan dolayı sömürgeciler, insanın
bu yönü ile ilgilenmeyi ve toplumları bu suretle değerlendirmeyi kendi
çıkarları bakımından önemli kabul etmişlerdir. Uygar insan temel, biyolojik
davranışlarım insana hoş görünen bazı yapmacıklarla süslemeyi bilmiş olmasına
rağmen, ilkel toplumlarda doğan ve gelişen kişiler, içgüdülerine uymaktadırlar.
Alexis Carrel isimli Amerikalının L’homme cette Inconnu isimli eseri yayınlandığı günden bu tarafa lâboratuvarlarda yapılan
incelemeler bize insanı tanıma bakımından çok değerli olabilecek bilgiler vermiş
bulunuyor.
Emperyalistler meyve sineklerinden başlayarak, tavşanlar, kobaylar,
fareler, maymunlar ve daha sonra geri ülke inşam üzerinde yaptıkları denemelerle
pek çok şey öğrenmişlerdir.
Bir ucundan bir mum ışığı ile ısıtılan bir bakır levha üzerine serpiştirilen
meyve sinekleri, bir süre sağa sola koşuştuktan sonra levhanın mum ışığından
belirli uzaklıkta bir bölgesine toplanmakta ve burada üst üste binerek
yumaklanmaktadırlar. İşte bu nokta bu böceklerin haz ettikleri optimal sühunet derecesine göre ısınmış olan noktadır. Böcekler, mum alevine daha
çok yaklaşmak veya bulundukları noktadan uzaklaşıp daha soğuk bir noktaya
gitmek istemezler.
Böcekler üzerinde yapılan bu denemelerden alman sonuçlar, ilkel insan
topluluklarına da aynen uygulanabilir. Nitekim Dünyanın böylesine kalabalık
olmadığı çağda, insanlar öncelikle deniz kenarlarında ve iklimi mutedil olan
bölgelerde yerleşmişler ve burada yaşamak istemişlerdir. Akdeniz çevresinin
medeniyetin beşiği olmasının gerçek nedeni de zaten budur. Orta Asya’daki iç
deniz kuruduktan sonra Türkler, bölgeyi terk ederek daha kolay
yaşayabilecekleri topraklar araştırmaya başlamışlardı. Amerika, ayni amaç ile
keşif ve iskân edilmiş, hattâ Birinci ve İkinci Dünya Savaşları da Avrupa’nın
göbeğine sıkıştırılmış ve bunaltılmış bir Almanya’nın kendine hayat sahası
aramasından doğmuştur. Fakat politikacılar ve hayvanlara nazaran çok daha
zeki, sonradan da eğitilmiş olan insanlar, bu temel nedenleri gizleyip olayı
bir prensin öldürülmesi veya politik bir gelişmenin doğal sonucu gibi
göstermeyi bilmişlerdir. Bu basit deneme, insanların ve toplumların temel
davranışlarım bilimsel anlamı ile öğrenmek için meyve sineklerinden bile
yararlanılabileceğini gösterme bakımından gerçekten değerlidir. Sömürgeciler,
araştırmalarım pek tabu olarak bu safhada bırakmamış ve bu biyolojik bulguları
Antropolojik verilerle de pekleştirmeyi bilmişlerdir.
İnsana en yaklaşık maymunları lâboratuvarlara doldurup geri ülke insanını
hayrette bırakacak miktarda, para harcayarak bir sıra denemeye girişenler,
daha sonra bulguları ile kendini hayretle izleyen ve hattâ ona şaşmakta olan
toplumları sömürebileceğim gayet iyi biliyordu.
Analık duygularının hangi noktaya kadar etkinliğini muhafaza edebileceğini
tayin etmek için bir maymunla yavrusunu, dışardan ısıtılabilen bir odaya sokan
araştırıcı, oda zemini 80 C. derecesinde ısıtılınca ana maymunun yavrusunu
kucağına aldığını ve analık duygulan ile onu korumak istediğini görmüştü. Fakat
zeminin ısısı 140 C. derecesine çıkarılınca, ana maymun, yavrusunu yere
koymakta ve onun üzerine oturarak kendini korumaya çalışmaktadır. Bu
sömürgeciye, yeni bir şey öğretmiştir. (Geçim şartlarını iyileştirme yerine
daha çok borçlanma tüketim yolunun açılması)
İlkel toplumun, insanı ve hattâ eğitilmiş toplumlar bile fertlerin
hayatlarım tehlikeye sokan bir ortama iteklenince, ahlâk kuralları temelinden
bozulabilecek ve analık duygusu gibi saygı duyulan biyolojik bir davranış bile
şekil değiştirebilecektir. Daha sonra bu denemeleri yapanlar, İkinci Dünya
Savaşı sırasında Dünya’nın en mükemmel anası olarak bilinen Alman kadınının
istilâcı orduların önünden kaçarken, soğuk, açlık ve korku dolayısıyla bitap
bir hale düştüğünde, yavrusunu kar içine fırlatarak ölüme teslim ettiğini ve
canını kurtarabilmek için takati kesilinceye kadar kaçtığını görmüş, bunu da
not etmiştir.
Emperyalistler, insanın bencil bir yaratık olduğunu ve önce kendi
çıkarlarım düşündüğünü, kendi yaşantısını emniyet altına alma eğiliminde olduğunu
gayet iyi bilmektedir. Rumca EGO kelimesi ile doğan bir yavrunun ilk çığlıkları arasında dikkati
çeken bir benzerlik vardır. Dünya'ya gelen yavrunun “AGIIUU” diye ağlaması,
belki de dikkati çekmiş ve «Ben» anlamına gelen «Ego» kelimesi de bundan doğmuştur,
insan, doğum ile ölüm arasını dolduran çizginin her noktasında öncelikle kendi
için savaşmakta ve kendi çıkarlarım korumak için çalışmaktadır. Böyle olmasına
rağmen eğitim ve daha sonra yapılacak telkinlerle insana toplumsal bencillik
duyguları aşılamak ta kabil olabilmektedir. Bu takdirde, insan toplumsal çıkarlarla
kendi öz çıkarları arasındaki ilişkiyi sezerek toplum için yaşama ve toplum
için çalışma gibi üstün bir vasıf kazanmış olacaktır.
Toplumsal çıkarları koruma içgüdüsünün bazı hayvan topluluklarında da
dikkati çekecek şekilde geliştiğini görüyoruz. Filhakika insanda da böyle bir
içgüdü mevcuttur. Afrika’da yaşayan ilkel kabilelerde çevre koşullarına
karşı koyabilmek için insanların bir araya geldiklerim ve hattâ iş bölümü
yaptıklarını, topluluğun korunması için hayatlarını tehlikeye sokabilecek
kadar bencillikten sıyrıldıklarım görüyoruz.
Eski çağlarda yaşamış ilkel
topluluklarda da benzer davranışların görülmüş olması, insanın toplum çıkarları
için, kendi çıkarları gibi çalışıp savaşabileceğini göstermektedir. Fakat bu
duygu hiç bir zaman EGOİZMA «BENCİLLİK» duygusu kadar güçlü değildir. Bunu
iyi bilen emperyalistler, sömürdükleri ülkenin ilkel insanına öz çıkarları
açısından olanak hazırlayarak sömürü düzenini geliştirmeye ve toplumcu
davranışları da zayıflatıcı tedbirler almaya bilhassa dikkat etmişlerdir.
İlkel kaldığı için bencillik duygusu, toplumcu davranışın ötesinde güç
kazanmış olan geri ülke insanını çıkarları üzerinden ikiye ayırmak ve hattâ
birbirine düşman ederek çatıştırmak, yeni sömürgeciliğin bilinçli kurmayları
için kolay bir iştir. Hele o toplumu önceden aç bırakmak veya ihtiyaç maddeleri
bakımından dara düşürerek daha sonra bazı kimseleri nimete gark etmek mümkün
olabiliyorsa, o zaman bu çatışma ortamını yaratmak, çok daha kolay olmakta ve
toplumcu davranış, bencil davranışların etkisi altında etkinliğini büsbütün
yitirmektedir.
Buna karşılık sömürgeciler, kendi toplumları içinde toplumsal davranışı
güçlendirecek değerlerin geliştirilmesine bilhassa dikkat derler. Dinlerin,
ahlâk kurallarının, örf ve âdetlerin veya sanat hareketlerinin çağımızda
etkinliğini yitirdiğini iyi bilen emperyalistler, paraya dayanan bir müşterek
düzen kurmayı ve kendi insanlarını da biyolojik temele dayalı bir bencillik
duygusu yardımıyla birleştirmeyi bilmişlerdir. Emperyalist ülkelerde çok
zaman para, bilinen bütün mânevi değerlerin üstünde bir değer taşımaktadır.
Böylece, parası, dolayısıyla çıkarı tehlikeye giren milyonlarla insanı tek bir
vücut gibi harekete geçirmek ve toplum çıkarları için tehlikeye atmak mümkün
olmuştur. Geri ülkenin aydınları ise daima, romantik kalmayı tercih
etmişlerdir.
Güçlerini insancıl duygulardan alan bu idealist kişiler, çıkarları için
mücadeleye giriştikleri toplumda, çok zaman, taraftar bulamaz ve en
yakınlarını bile bencillik duygularına esir olup, sömürgecilere para ile
satıldıklarına şahit olurlar. Günkü, sömürgeci,, insanın kendi varlığını
muhafazaya yönelmiş olan karın doyurma içgüdüsü ile neslini muhafaza ve idameyi
amaç edinmiş cinsel duyguların insanın biyolojik temelinde yatan en güçlü
duygular olduğunu bilmekte ve kendi maksatlarına alet edeceği kişileri bu
yoldan zayıf düşürerek, kendi insanlarına ihanet ettirebileceği noktasından
hareket etmektedir.
Bu temel kurallara dayatılarak yürütülen sömürme projelerinde
emperyalistler nadiren başarısızlığa uğrarlar ve gerçeğin bu olduğunu onlara
diğer geri toplumlardaki uygulamaları öğretmiştir. Çok zaman mahrumiyetler
içinde ömür sürmeye mecbur kalmış bir geri ülke aydınım davet ederek, ona
binbir gece masallarındaki gibi bir hayat yaşatmak, bir otomobil satın alması
için imkân hazırlamak, karnını doyurmak ve cinsel duygularım tatmin imkânı vermek
bu insanın kendi toplumuna ihanet etmesi için kâfi gelebilmektedir.
Eğer bu ihanet daha ucuza sağlanmak isteniyorsa o zaman sömürülecek
toplumda ticarî ve ekonomik operasyonlarla önce bir açlık veya marjinal yaşama
ortamı hazırlanır. Bu ortam hazırlandıktan sonra ise, insanları bir kilo
ekmeğe satın almak mümkün olabilmektedir.
Yeni sömürgeciliğin hayli karışık olan biyolojik ve sosyolojik çalışmalarım
örneklerle izaha çalışmak hayli uzun ve hacimli bir kitabın hazırlanmasını gerektireceği
için ve Türkiyede bu kabil kitapları basmak zor bir iş olduğundan, biz ana
fikri kavramamıza yardımcı olacak birkaç örnek üzerinde böylece durduktan
sonra, bir sıçrama yaparak, alanımıza giren beslenmeye ilişkin emperyalist
çalışmalara el atabiliriz. Gerçekten de yeni sömürgeciliğin şu günlerde en çok
üzerinde durduğu konu, beslenme konusu olmuştur. Çünkü, insanın biyolojik
yapısı ile davranışlarını böylesine etkileyen ve sömürgeciliğe elverişli başka
bir silâh yok gibidir.
Emperyalistler, ilk çağlarda insanları yıldırmak, öldürmek ve ülkeleri
yakıp yıkmak için kesici silâhlar kullanıyorlardı. Daha sonra barutu
keşfederek yeni bir aşamaya kavuştular. XX. nci asrın ikinci yarısında barut
ta etkinliğini kaybetmiş ve onun yerini atom enerjisi almış bulunuyor. Fakat,
barutla yürütülen savaşların henüz etkinliğini yitirmediği bir çağda, savaşı
kazanmak için her çeşit vasıtanın kullanılmasını mubah gören bir zihniyetin
zehirli gazları, mikroplan ve bazı biyolojik araçları da savaş vasıtası
olarak kullanma eğilimi gösterdiğini görüyoruz. Daha sonra
Milletlerarası bazı kuruluşlar tarafından yasaklanmak istenilen bu çeşit
silâhlar, kontrollerin yetersizliğinden faydalanılarak bugün de kullanılmakta
ve hem de «Soğuk Savaş» koşullan içinde kullanılmaktadır.
Atom silâhlarının kontrol altına alınmış ve hattâ bu sahadaki çalışmaların
kısıtlanmış bulunması yanında belki de bu silâhlardan daha çok maddî ve mânevî
kayıplara sebep olan biyolojik savaş vasıtaları ile sürdürülen gizli savaşın
da sınırlandırılması gerekirse de, barış ortamında ve bazen de İnsanî
maksatlarla ve yardım ediliyormuşçasına uygulamaya konulan bu tahripkâr
araçları sınırlandırmak şöyle dursun, tanımlamak bile güç bir iştir.
Biyolojik gelişmeyi istenilen istikamete sevk etme veya toplumun üretim
gücünü ve sağlığını kontrol altına alma amacı ile mükemmelen kullanılabilen
besin maddeleri, yeni sömürgeciliğin baruttan daha çok kullandığı bir silâh
haline gelmiştir. Çok önce Çin halkının uyuşturulması ve bu ortamda sömürülmesi
için afyonu kullananlar, daha sonra pirinç, buğday, yağ gibi boş kalori
kaynaklarının da ayni maksatla kullanılabileceğini anlamış ve Hindistan’da ilk
denemelerini yaparak başarılı sonuçlar almışlardı.
Doğum kontrol çalışmaları ile bazı toplumların üreme güçlerini kırarak uzun
süre içinde köklerini kazımak, emperyalistlerin başarı ile kullandıkları bir
silâh haline gelmiştir. Artık barut yerine bazen de gebeliği önleyici haplar
kullanılmakta ve bu yoldan toplumların direnme gücü kırılarak sömürülmeye
elverişli bir ortam yaratılmaktadır.
Yeni sömürgeciliğin hayli karışık ve anlaşılması güç prensiplerini ve bu
biçim sömürmenin biyolojik ve sosyal temellerini anlayabilmek için geriye
dönüp, beslenme ile insan gücü ve sağlığı arasındaki ilişkileri tanımak ve
açlığın insanın davranışı üzerine yaptığı etkileri öğrenmek gerekiyor.
Erkeğin tohumcuğu ile kadının yumurtası ana rahminde birleşip «Zugot»
dediğimiz: ilk döllenmiş canlı meydana geldikten sonra, bir tek hücreden ibaret
olan bu yaratığın gelişmesi, anadan ve babadan aldığı kalıtıma bağlı
nitelikleri ortaya koyarak, güçlü bir varlık olarak yaşayabilmesi için
çevreden tedarik edilecek bazı maddelerin özellikle proteinlerin,
karbonhidratların, yağların, vitaminler ile mineral maddelerin bu canlıya
aktarılması gerekir.
«Intra Uterin Hayat» dediğimiz ve ana rahminde geçirilen bu süre içinde yavru muhtaç olduğu temel
besin maddelerini göbek kordonu aracılığı ile ananın kanından almakta ve ana
uzviyeti içinde adeta paraziter bir hayat sürmektedir. Yavrunun gelişmesi,
rahim içi hayatını tamamlarken organlarının teşekkülü ve dış hayata intibak
edebilecek hale gelmesi bu sayede mümkün olur.
Anne gereği gibi beslenebiliyor ve hem kendine, hem de rahminde gelişen
yavruya lüzumlu olan besin yapıtaşlarını yeterli bir şekilde alabiliyorsa, insan
yavrusuna ilk kalıbını veren rahim içi gelişme tam ve yeterli olacak, yavru
anadan ve babadan aldığı kalıtım faktörlerine uyarlı bir şekilde inkişafını
tamamlayıp dokuz ay on gün sonra anayı terkedecek ve bir fert olarak Dünya’ya
gelecektir. Bu süre zarfında ana gereği gibi beslenemez ve örneğin Türkiye’de
olduğu gibi, bol tahıl ve az miktarda et, süt, yumurta ve balık tüketecek, yeteri kadar
meyve ve sebze yiyemeyecek olursa, o zaman doğacak çocuğun, daha ana rahminde iken fizik ve entellektüel yapı
bakımından zedelenmesi ve inkişafını tamamlayamamasından daha doğal bir sonuç
beklenemez. Nitekim şahsen yaptığımız denemelerde bir tek vitaminin yetersizliğinin
bile fare yavrularında teşekkülât bozukluklarına sebep olduğunu ve yavrunun
iskelet ve sinir sistemi ile dimağ yapısında gerilemelerin ortaya çıktığını açık
ve seçik olarak görmüş bulunuyoruz.
VİTAMİN B12 bakımından yetersiz bir beslenme tarzına tabi tutulan
analardan doğma fare yavrularında «Hidrosefalus» denilen, beyinde su toplanması
olayına, iskeletin kusurlu teşekkülüne ve sinir sisteminde aksaklıklara çok
rastlanmaktadır.
VİTAMİN A’dan yoksun beslenen analardan doğma yavrularda göz hataları ve
anomalileri çok görülmektedir.
Fareler üzerinde yapılan bu denemelerden alman sonuçlarla, toplumların
beslenme tarzı arasında ilişkiler kurmak da mümkün olabilmiştir. Hindistan,
Türkiye ve Pakistan gibi, geri ve daha çok tahılla beslenen insan
topluluklarında çocuk ölümlerinin yüksek oluşu, ekseriya hamile annelerin
beslenme tarzı ile ilgilidir. Her ne kadar bu çocuklar doğduktan sonra da
annelerinin sütlerinin miktar ve kalite bakımından yeterli olmayışı ve ana
sütünün yerini tutabilecek başka mamaların da bulunmaması dolayısıyla çetin
beslenme şartları ile karşılaşmakta iseler de ölü veya eksik doğan çocuklar
sayısının yüksek oluşu ile erken doğumları başka nedenlere bağlamak güçtür.
İyi beslenmeyen kadınlarda erken doğumlar ile eksik ve hatalı doğumlar çok
görülen olaylar olduklarından, etten yoksun ve tahıldan hayli zengin bir
diyetle beslenen ülkeler halkında bu olaylara daha çok şahit oluyoruz. Örneğin
Türkiye’de doğan 1000 canlı çocuktan 162 sinin daha bir yaşım bitirmeden
hayata gözlerini yumdukları Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda
açıklanmış bulunmaktadır. (1968) İngiltere, Birleşik Amerika, Kanada ve Batı
Almanya gibi iyi beslenen toplumlarda bu sayı 25 30 arasında değişmektedir.
Şüphesiz bütün bu ölümleri kötü beslenmeye bağlamak kabil değildir. Fakat kötü
beslenme sonucun böyle olmasnıı hazırlayan en önemli etken olarak kabul
edebilir. Bu gerçekleri iyi bilmeyen geri kalmış toplumlar, fakir köylülerle
işçi çoğunluğunu tahılla beslemeye devam etmekte ve hattâ emperyalistler tüketilen
tahılla, boş kalori kaynağı olarak tanımlanan yağ tüketimim sömürdükleri
toplumda artırmak için yan çabalar sarf etmektedirler. Birleşik Amerika ile Kanada’nın
bir ekonomik sömürge olarak kalmasını arzuladıkları Hindistan, Türkiye ve
Pakistan ile diğer geri toplumlara mahallî para karşılığı ve ucuz fiyatla bol
miktarda buğday ve yağ sattığı bilinmektedir. Şeklen insancıl bir davranışmış
gibi gösterilmeye çalışılan bu operasyon gerçekte yeni sömürgeciliğin bu
toplumları yere sermek ve gelecek kuşakları daha ana rahminde iken örselemek
için başvurduğu bilinçli operasyonlardan biridir.
Türkiye bir yılda insan başına 268 kilo tahıl tüketmek suretiyle Dünya’nın
çok tahılla beslenen bir ülkesi olmasına rağmen, Amerikalı dostlarımızın bize
buğday, pirinç, mısır, soya yağı, pamuk yağı, don yağı gibi boş kalori kaynaklarını
satmak için seferber olmuş bulunmalarını da bu açıdan değerlendirmeliyiz.
Amerikalılar, yılda insan başına 67 kilo tahıl tüketerek ve fakat her insana
ortalama 90 kilo et, bol miktarda süt ve yumurta sağlamak suretiyle
beslenirlerken, Türk halkının 268 kiloyu da aşan miktarda tahıl, bol miktarda
yağ ile beslenmesini ve bu yoldan doğacak yavrularımızın daha ana rahminde
fizik ve entellektüel yönleri ile sakatlanmalarını sömürme düzenlerinin devamı
bakımından uyarlı bulmuşlardır.
Gelmiş geçmiş Türk hükümetleri de bu gerçekleri bilmedikleri için «Ucuz
sirke baldan tatlıdır» anlayışı içinde hareket etmişler ve Amerika’dan
sağladıkları boş kalori kaynaklarım halka yedirip sağlığı daha da bozarken, bir
taraftan seçim meydanlarında parlak nutuklar atmışlardır. Sömürgeciler
hayvansal proteinden yoksun bir düzene göre beslenen ülkelerde insanların geri
zekâlı, kol gücü bakımından yetersiz kişiler haline geldiklerini ve anaların
doğuracakları yeni kuşakların da bu akıbetten kurtulamayacağını iyi
bilmektedirler. Fareler üzerinde yapılan denemelerin sonuçlarından öğrenilmiş
olan bu bilimsel gerçek, Hindistan, Çin, Pakistan ve Türkiye ile Güney Amerika
ve Afrika toplumları üzerinde de denenmiş, bulguların insanlar için de doğru
olduğu anlaşılmıştı.
Bundan dolayı emperyalistler bazı kalabalık toplumlar! silâh patlamadan
Dünya yüzünden silmek ve belirli bir süre içinde kökünü kazımak için tahıla dayalı
bir beslenme ortamı yaratmayı o toplumlara savaş ilân etmekten çok daha ucuz
ve daha olumlu sonuçlar veren bir uygulama şekli olarak benimsemiş ve bu
bulgularım bizim üzerimizde de uygulamaya başlamış bulunuyorlar. Şüphesiz bir
toplumu yok etmek ve rahatça sömürebilmek için onlara tahıl yedirmek yeterli
olmayabilir. Bu çalışmalar doğum kontrol çalışmaları ile de pekleştirilecek ve
kültür emperyalizmi ve ticarî operasyonlarla takviye edilecek olursa, o zaman
daha kısa süre içinde daha güvenilir Sonuçlar almak kabildir. Fakat biz şimdilik bir noktayı aydınlığa
kavuşturabilmek için ısrarla gıda emperyalizmi üzerinde durmaya çalışacağız.
Esasen biyolojik ve sosyal temele dayatılmış bulgulara göre geliştirilen yeni
sömürgecilik metod’arını tanıyabilmek ve insanların barut kullanmadan
yiyecekleri ile nasıl yok edilebileceklerini anlamak için yalnız gıda emperyalizmi
ile doğum kontrol çalışmalarını incelemek yeterlidir. Diğer uygulamalar ise
yeni sömürgeciliğin etkinliğini artırmak ve sömürme düzenini geliştirmek için
başvurulan yan çalışmalar olarak değerlendirilebilir ve iki konuyu anlayan
kişiler tarafından kolayca izah edilebilirler. Bu iki önemli konu etrafında yeterli
bilgi sahibi olmak bize emperyalistlerin diğer oyunlarını anlama bakımından da
yararlı olabilecektir. Yaşayan kuşaklar beslenmekte oldukları düzen içinde
ve gelecek kuşaklar da doğum kontrol hapları ile kontrol altına alındıktan
sonra belirli bir süre içinde söz konusu ülkeye sahip çıkmak nasıl olsa mümkün
olabilmektedir.
Bundan dolayı hayatta olanlar için besin maddelerinin ve doğacak olanlar
için gebeliği önleyici araç ve gereçlerin baruttan çok daha öldürücü taarruz ve
tasallut silâhları olarak bilinmesi gerekiyor.
Savaşan iki toplumdan birinin, diğerim mağlûp edebilmek için onları
muhasaraya alarak açlığa mahkûm ettikleri eski çağlarda da çok görülmüştür. Buna
karşı eski çağın kaleleri muhasara süresince savaşanların yiyecek ihtiyaçlarım
karşılama maksadı ile yiyecek depo ediyorlardı.
İnsanlar muhasaralara karşı böylece hazırlanırlarken, sefere çıkan ordular
da kendi yiyeceklerim yanlarında götürmüşler ve çekilen düşman kuvvetlerinin
köyleri yakmaları, yiyecek maddelerini yok edip, onları aç bırakarak geri
çekilmeye mecbur etmelerini bu yoldan önlemek istemişlerdir. Napolyon’un güçlü
orduları Rusya bozkırlarında, çekilen Rus orduları tarafından her şeyin
yakılıp yıkılması dolayısıyla aç kalarak Moskova önünden geri dönmek zorunda
kalmışlardı. BUNDAN DOLAYI NAPOLYON RUSYA’YI ZAPT EDEBİLMEK İÇİN HER ŞEYDEN ÇOK BİR ET
KONSERVESİNE İHTİYAÇ OLDUĞUNU HİSSETMİŞ VE İLK ET KONSERVESİ DE BU MÜNASEBETLE
YAPILMIŞTIR.
Türk akıncılarının Dünya’yı bir uçtan bir uca fethetmeleri, böyle bir et
konservesine sahip olmaları ile ilişkiliydi. Bugün pastırma diye bildiğimiz
baharlanmış ve kurutulmuş eti, akıncılar, eğerlerinin altında taşımakta ve
bununla beslenmekteydiler.
Türk atlıları düşman tarafından muhasaraya mahkûm edilip, yiyecek hiç bir
şey bulamadıkları zaman yanlarında taşıdıkları bir kamışı sivriltip keskinleştirerek
bindikleri atın şah damarına batırmakta ve kan emerek karınlarını
doyurmaktaydılar.
Tarihler Türk askerlerinin bir süre bu koşullar altında beslendikten
sonra, çok güçlü orduları bile püskürtebildiklerini yazmaktadır. KIMIZ,
YOĞURT, KEFİR VE TARHANA gibi mükemmel hayvansal protein kaynakları ile
beslenmekte olan bu orduların patatesle beslenmekte olan karşı ordular
tarafından yenilmesi mümkün olamıyor ve eski çağlarda Türkün bileği bükülemiyordu.
Daha sonra etle beslenmenin bir orduya üstünlük kazandırdığını ve savaş
kabiliyetini artırdığını bilimsel nedenleri ile öğrenmiş olan emperyalistler
çok etle beslenen ordular teşkil ederlerken, bir taraftan da başta Türkler
olmak üzere, sömürmeye niyetli oldukları bütün toplumdan tahılla besleyerek
uyuşturmanın iyi bir çare olabileceğini anlamışlardır. Bugün dikkat
edilecek olursa sömürülen bütün toplumların çok tahıl ve az et, sömürenlerin
ise bunun tam aksine, çok et ve az tahılla beslenmekte oldukları görülecektir.
(Karaşimşek Mercimek niçin yedirildi diye düşünebiliriz.)
Emperyalistler önce bu basit ve fakat etkili formülü uygulayarak işe
başlamış ve daha sonra da gıda emperyalizmini geliştirerek daha bilinçli
uygulamalara girmişlerdir.
Durumu daha iyi anlayabilmek için belli başlı yiyecekler üzerinden
sürdürülmekte olan emperyalist çalışmaları teker teker incelemeye çalışalım:
Şeker tatlı, yenildiği zaman yiyenlere zevk veren ve bu yüzden geri kalmış
ülke insanının değer verdiği bir yiyecektir. Oysaki şeker kamışı, şeker pancarı
gibi bitkisel ürünlerden elde edilen kristal şekerin değerli bir besin maddesi
olduğu söylenemez. Terkibinde karbon, hidrojen ve oksijen ihtiva eden şeker, insan vücudunda
yakıldığı zaman, enerji hâsıl etmekte ve daha sonra da karbondioksit ve su
halinde vücuttan atılmaktadır. Bir insan şekerle beslenince ondan ancak kalori
alabilir. Şekerde proteinler, vitaminler ve mineral maddeler gibi aşman
dokuların onarılması ve yaşama olaylarının sürdürülmesi için lüzumlu cevherler
hemen hiç yok gibidir.
Bundan dolayı geri kalmış ülke insanım tıpkı çocukları aldatır gibi
şekerle aldatıp zevk-ü sefa içinde ölüme mahkûm edebilirsiniz. Bundan dolayı
emperyalistler kendi sömürgelerinde şeker kamışı ve şeker pancarı ekimine önem
vermiş ve son zamanlarda sömürge halkının bol şeker tüketmelerini de teşvik
eder olmuşlardır. Bu suretle şeker üreticisi haline sokulan geri ülkeler,
ürettikleri şekeri yabancı pazarlara satamadıklarından ekonomik bir krize
düşmüşler ve bunu kendileri kullanmaya mecbur kaldıklarından, sağlıklarını da
yitirmişlerdir. Bol şekerle beslenen geri ülke halkı kendini mutlu
zannetmektedir. Bugün bile Anadolu’nun birçok köylerinde şeker veya şekerli
bir şey yiyebilmek bir zenginlik ve mutluluk belirtisi sayılır. Bayramlarda,
düğün ve derneklerde misafirlerimizi şekerler ve tatlılar ile ağırlamaya
çalışırız. Oysaki şekerin besleyici değeri son derece düşük ve dengesizdir.
İnsanlar sağlıklı olabilmek için şekerden çok, et, süt, yumurta, balık gibi
proteinden zengin yiyecekler ile vitamin ve mineral maddelerin zengin kaynaklan
olarak tanımlanan meyveler ve sebzelere muhtaçtırlar.
Emperyalistler bu kabil yiyecekleri kendi insanlarına bol bol yedirip,
sömürmeye niyetli oldukları ülkelerin ekim alanlarını şeker pancarı ve şeker kamışı
endüstrisinin ilkel ürünlerine tahsis ettirmek için çeşitli oyunlara girmişler
ve bu oyunlardan biri de Atatürk zamanında bu büyük insanı bile yanıltarak
Türkiye’de sahneye konmuştur.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, silâhlı çatışmayı başarı ile sonuçlandırıp
emperyalizmin zincirlerini kırmış olan bu büyük lider, Türkiye’nin gerçek durumunu
yerinde incelemek ve dertlere çare bulmak için güvendiği kişileri de yanına
alarak bir yurt gezisine çıkmıştı. Bu gezi sırasında ilkokul çağında olan çocukların
çelimsiz, gereği gibi beslenememiş ve soluk benizli çocuklar olduklarım görmüş,
emperyalistlerin müteakip saldırılarına karşı koyacak bu genç kuşakların da
güçlü kuvvetli ve sağlıklı kimseler olmasını pek arzu ettiği için, yamnda
gezdirdiği hekimlerden birine, bu çocukların neden zayıf olduklarını ve bunları,
güçlü kuvvetli vatandaşlar haline getirebilmek için ne yapılması gerektiğini
sormuştu. İşte bu noktada belki bilgisizlik belki de kasdi bir
davranışla, Atatürk’e yanlış bilgi verildiğini ve emperyalist oyunların
sahneye konulmaya başlanıldığını görüyoruz.
Nutrition biliminin pratik kurallarını bilmediği için Türkiye’nin bugün
izlediği şeker politikasını yeren kişileri suçlama maksadı ile «Türk Yurdu
Dergisi» nde bir makale yazarak bilgisizliğini ortaya koymuş bulunan «M.
Zeki Sofuoğlu» isimli bir zat olayı şöyle anlatmaktadır.
— Filhakika Atatürk, bir yurt gezisi sırasında kendisini karşılamaya
çıkarılan ilkokul öğrencilerinin çok zayıf olduklarını görmüş, maiyetinde
bulunan doktorlara bunun sebebini sormuştu. Çocuklarını zayıflığının kâfi
şekerle beslenmemekten mütevellit (raşitizm) hastalığı olduğunu öğrenince, şu
direktifi vermişti;
Şeker fabrikalarının sayısını yirmiye çıkaramaz ve şekeri ekmek kadar kolay
alınır hale getiremezsek gürbüz çocuklara hasret kalırız. Bu işleri ihmal
etmeyelim. Millî Sağlık Dâvamızı temelinden kavrayan bu emrin ileriki yıllarda
icapları yerine getirilirken, ilerici ve Atatürkçü geçinen bazılarının, nasıl
şeker fabrikalarının kurulmasının lüzumsuz olduğunu savunduklarını ibretle
hatırlamamak mümkün mü?
M. Zeki Sofuoğlu’nun Şubat 1966 tarihinde yayınlanmış olan 320 sayılı Türk
Yurdu dergisinde yayınladığı «Atatürk’e Göre İktisat ve İktisadî Kalkınma»
isimli yazısından aldığımız bu pasaj, bir şeyler bildiği evhamı içinde
ilerici ve Atatürkçü aydınları itham etmeye kalkışan Sofuoğlu’nun gerçekte hiç
bir şey bilmediğini ve emperyalistlerin hayli karışık ve bilinçli oyunlarına
bugün bile nüfuz edemediğini ortaya koymaktadır. O tarihte insanlarım ve cumhuriyeti
emanet edeceği genç kuşakları sağlıklı kişiler olarak yetiştirmek için,
bilgisine ve ihtisasına güvenmek mecburiyetinde olduğu hekimlere soru soran bu
büyük insan, belki kasten ve belki de bilgisizlik dolayısıyla yanıltılmış,
hattâ kandırılmıştır. Çünkü şeker yemekle raşitizm hastalığı arasında hiç
bir ilişkinin mevcut olmadığım artık iyi biliyoruz. Raşitizm çocuklarda
Vitamin D yahut Kalsiyum yetersizliğinden ileri gelen bir nevi kemik
hastalığıdır. Raşitik, çocukları tedavi edip sağlığa kavuşturmak için onlara
şeker değil, bol miktarda süt içirmek ve güneşte kalmalarını sağlamak
gerekiyordu. Kaldı ki, o tarihte Atatürk’le birlikte geziye çıkmış olan
hekimler, çocukların zayıf ve soluk benizli oluşlarına sebep olan gerçek
sebebi teşhisde de hata etmişlerdir. O gün olduğu gibi, bugün de zayıf ve
benzi soluk olan Anadolu çocuğu şekersizlikten değil, et, süt, yumurta, balık
gibi zengin protein kaynakları ile beslenmemiş olması dolayısıyla bu
haldedir. Etini, sütünü ve yumurtasını, büyük şehirlerde çöreklenmiş, mutlu
azınlığa satarak, ömrünü bulgurla geçirmeye mahkûm ettiğimiz bu insanların daha
sağlıklı olmaları zaten beklenemez ve bunlara bol şeker yedirmenin bir faydası
da yoktur. Nitekim, olaylar bunu göstermiş ve Türkiye’de yerden mantar
bitercesine şeker fabrikası kurmanın kimlerin işine yaradığı da, zaman içinde
ortaya çıkmıştır. Halkımız eskiye nazaran daha çok şeker yemekte ve fakat
her yıl yüzlerce yavrumuz kızamık ve benzeri hastalıklardan eskiden olduğu gibi
ölmektedir.
Hükümet, halka şekeri çok pahalı fiyatlarla satıp bu yoldan adeta bir nevi
vergi almaktadır. Böyle olmasına rağmen başka ülkelere şeker ihraç
edemediğimiz için geçen yıl «Şeker Şirketi Genel Müdürü» üretim fazlası
şekere bir tüketim olanağı hazırlamak için ekmeklere şeker katılmasını teklif
etmişti. 10 Temmuz 1966 tarihli Milliyet Gazetesinde intişar eden bu haber, bizi
güldürmüş ve muhakkak ki emperyalistlerin de çok hoşuna gitmiştir. Çünkü ekmekte
bulunan nişasta, sindirim kanalında parçalandıktan sonra şekerlere
dönüşmektedir. Un ve buğday fiyatı ile şeker fiyatları kıyaslandığı zaman
ekmeğe şeker katmanın insanı gerçekten güldürecek lüzumsuz ve şaşkınca bir
uygulama olacağı kolayca görülebilir. Biz o tarihte ayni gazetede yayınladığımız
bir makale ile bu teklifin gülünç ve olumsuz bir teklif olduğunu kamuoyuna
açıklamaya çalışmıştık. Nitekim teklifin olumsuzluğu yetkililer tarafından da
anlaşılmış bulunduğu için gerçekleştirilmesi bugüne kadar mümkün olamamıştır.
Böyle olmasına rağmen Türkiye’nin geniş ekim sahaları bugün şeker pancarı ile
kaplanmış durumdadır. Hükûmetin pancar üreticilerini himaye için giriştiği olumsuz
uygulamalar, soya fasulyesi ve yem bitkileri gibi bizim için yararlı
olabilecek protein kaynaklarının ekimine engel olmakta ve yılda 268 kilo tahıl
tükettiği için bol bol karbonhidrat almakta olan Türk halkına bir de şeker
yedirilmektedir. Halkın tahıl, şeker ve yağ gibi boş kalori kaynakları ile
beslenip etten, sütten, balık ve yumurtadan mahrum kalmış olması ise, emperyalistlerin
işine yaramakta ve bir hasta insanlar ülkesi haline gelmiş olan Türkiye’ye bol
bol ilâç satılmaktadır. Köydeki insanların benzi hâlâ sarı, çocuklarımız
güçsüz ve kısa ömürlüdürler. Doğan çocukların büyük bir kısmı daha ilk
yaşlarında hayata gözerini yummakta ve yaşayanlar ise hiç bir zaman üretici
duruma geçememektedirler. Bu çocuklar yeterli bir şekilde beslenemedikleri
için geri zekâlı birer yaratık haline gelmiş bulunuyorlar. Şeker, tahıl ve
ithal malı yağlarla beslenen bir toplumun başka koşullar altında bulunmasına
zaten imkân yoktur. Bu suretle Türkiye sömürülmeye pek elverişli bir ülke
haline getirilmiş ve şeker politikamız da buna alet edilmiştir.
Emperyalistler bu oyunlarını yalnız Türkiye’de değil, bugün sömürmekte
oldukları daha birçok ülkede de sahneye koymuş bulunuyorlar. Güney Amerika
ülkeleri ile Hindistan, Pakistan ve daha birçok sömürge bugün bizim
bulunduğumuz şartlar içindedirler. Onların şeker politikalarına hâkim olan
ana prensip şöylece özetlenebilir:
Geri kalmış ülkelerde ekim sahalarının önemli bir kısmı, şeker ve tahıl
gibi boş kalori kaynaklarının üretimine tahsis edilecek ve bu ülkeler halkı bu
yiyeceklerle beslenerek sağlıkları bozulacaktır. Sağlığı bozulan ve karbonhidratlardan
zengin yiyeceklerle beslenmekte bulunan bu toplumlarda entelektüel gelişme
mümkün olamayacak ve insanlar hastalıkla uğraşmaktan yurt sorunlarına ve
milletlerarası ilişkilere zaman ayıramaz olacaklardır. Bu hale gelmiş olan topluluklar
ne kadar kalabalık olurlarsa olsun, kaynaklarına el atmak ve onları silâh
patlatmadan işgal altına alarak, sömürmek kolay bir iştir. Ayrıca üretecekleri
şeker, sömürgeci toplumlar için bir değer taşımadığından bunu satın almamak
veya ucuza satın almak suretiyle bu ülkelerin ekonomik yapılarını temelinden
sarsmak ve onları hayvancılığı geliştirerek bol et ve bol sütle beslenmekten
geri koymak mümkün olacaktır. Bu ülkelere satılacak olan şeker fabrikası
tesisleri üzerinden de milyonlarca lira kazanıp, ileri ülkeler endüstrilerine
pazar hazırlamak mümkün olur.
İşte şeker üzerinde bilmemiz gerekenler kısaca bundan ibarettir. Bugün Türkiye’de bir
boş kalori kaynağı olan un ile ayni şekilde boş kaloriden ibaret ithal
yağından yapılmış margarini ve ürettiğimiz şekeri karıştırıp çok lezzetli
tatlılar yapıp, bol bol yiyebiliyoruz. Fakat yabancıya ödediğimiz ilâç
parasının miktarı hiç bir zaman azalmamakta, her gün biraz daha artmaktadır.
Bu kirli yoldan kimlerin para kazanıp servet edindiklerini ve halkımızın hasta
yatağında bile hangi yoldan sömürüldüğünü geçenlerde patlak veren «İLÂÇ
REZALETİ» açık ve seçik olarak ortaya koymuştu. Şeker yeme yüzünden ölmüş
veya öldürülmüş olan insan sayısı, Kurtuluş Savaşı’nda alnından kurşunla
vurulup öldürülmüş vatandaş sayısından daha az değildir. Emperyalistler
artık insanı şeker yiyerek öldürmeyi, kurşunla vurup öldürmeye tercih etmiş
bulunuyorlar. Çünkü bu yoldan daha çok insanı, hiç hissettirmeden mezara
göndermek mümkün olmakta ve bu insan mezara gidinceye kadar da onlara ilâç
parası olarak külliyetli miktarda para ödemektedir. Bize gelince bizim kalemşorlarımız
da 1966 yılında şeker yemekle raşitizm arasındaki ilişkiyi bilemediklerinden,
şeker politikamızı savunup, muarızlarını bu yoldan lekelemeye çalışıyorlar.
Yaptığımız açıklamalar ne kadar acıklı bir durumda olduğumuzu açık olarak
göstermektedir.
Bu konuda uyarıcı bir kitapçık daha önce Türkiye Millî Gençlik
Teşkilâtı tarafından yayınlanmıştı. Fakat emperyalistler sömürmekte
oldukları geri kalmış toplumlarda beslenme koşullarını çıkarlarına uyarlı bir
ortama oturtmak için şüphesiz yalnız şeker üzerinde durmakla yetinmemekte
diğer besinleri de bir ateşli silâh gibi kullanmayı bilmektedirler..
Emperyalistler afyon ve diğer uyuşturucu ve keyif verici maddelerin
serbestçe kullanılmasını sağlamak suretiyle bir ülkenin sömürülmesinin mümkün
olabileceğini daha önce Çin’de giriştikleri denemelerden öğrenmiş bulunuyorlardı.
Asırlarca bu ortamda sömürülmüş olan Uzak Doğu ülkeleri uyanmaya başladıktan
sonra, afyon yerine kullanıp insanları sezdirmeden uyuşturabilecekleri yeni
vasıtalar aramaya başladılar. Bu yeni vasıtanın tercihen bir besin maddesi
olması ve sömürgecilere ticarî çıkarlar da sağlaması gerekiyordu. Klâsik
sömürgeler olarak tanımlanan Uzak Doğu ülkeleri halkının yaşantıları
üzerinde yapılan incelemeler ve bunların mutad besin maddeleri üzerindeki
araştırmalar pirincin bu maksatla kullanılabileceğini göstermiş olduğundan
ilk uygulamalar Hindistan’da yapılmıştır. Uzak Doğu’da yaşayan halkın dinî
inançlarını, örf ve âdetlerini istismar etmek suretiyle İngilizlerin Dünyanın
bu bölgesinde yarattığı şartlar, halkın afyon yerine pirinçle uyuşturulmasını
mümkün bir hale getirmişti. Bu sayede 40 50 milyonluk bir İngiliz milleti,
kendi yaşadığı adadan binlerce mil uzakta, kendilerinden on kat daha kalabalık
bir topluluğu, orada silâhlı tümenler de bulundurmadan rahatça sömürmeye
muvaffak olmuştur. Bugün dahi pirinç ve buğday gibi tahıllarla beslenmekte
olan Hindistan şeklen istiklâline kavuşmuş görünmekle beraber, ekonomik
yoldan eskisi gibi istismar edilen bir sömürge olmaktan kendini kurtaramamış
bulunuyor. İngilizler Hint halkını bol miktarda tahıl ve az miktarda et ile beslenme
ortamına itekleyebilmek için küçük hilelere başvurmuşlardır. Hintliler kendilerine
süt verdiği için inekleri analarına benzetmekte ve bu hayvana karşı saygı
duymaktadırlar. Bu inanç sömürgecilerin yardımı ile kuvvetlendirilmiş ve
Hintlilerin inekleri analarına benzeterek etini yememekte gösterdikleri
hassasiyet istismar edilmiştir.
Bugün bile Hindistan’da insanlar sokaklarda açlıktan ölürlerken, sığırlar
salma salına gezmekte ve ömürlerini tamamlamaya çalışmaktadırlar. Sığırların kesilerek
etlerinin yenmesine müsaade etmeye kalkışan Hint hükümetleri büyük
tepkilerle karşılaşmışlar ve parlâmentoyu basmaya kalkan halkı durdurmak
gerçekten güç olmuştur. İngilizler in hiç farkettirmeden Hint halkının aklına
perçinledikleri, ineklerin analarına benzediği için etinin yenmemesi gerektiği
hakkındaki inancı XX nci asrın ikinci yarısında aydın Hintli münevverler söküp
atamamaktadırlar. Bundan dolayı Hint halkı etyemez.
Beri taraftan pirincin ve buğdayın bol miktarda tüketilmesi için ne
gerekiyorsa, o titizlikle yapılmıştır. Hindistan’ın köylerine kadar giden
sömürgeciler, cahil halkı kandırmak için bir tabağa bir avuç pirinç, başka bir
tabağa da bir parça et koyarak bunu bir gece öylece bırakmışlar ve ertesi gün
her iki besin maddesinin de ne durumda olduğunu halka göstererek onları
yanıltmışlardır. Havanın sıcak olması dolayısıyla kokmuş ve iğrenç bir hâl almış olan et,
çevre şartlarının etkileyemediği pirinçle mukayese edilince Hintlileri et
yiyenlerin midesinin kokuşacağı ve pirinçle beslenenlerin ise sağlıklı
kalacaklarına inandırmak güç olmamıştı.
Böyle olmasına rağmen Hint halkını etten böylece soğutan İngilizler, sabah
kahvaltılarında bile tütsülenmiş balık ve domuz pastırması üzerine kırılmış
bir yumurta, bol miktarda sütle beslenmeyi ve bu yoldan kendi topluluklarının
entellektüel gücü ile sağlığını en üst seviyede tutmayı ihmal etmemişlerdir.
Hindistan’da kurulan ve bugün Türkiye’de de faaliyet göstermekte bulunan «VEJETARYEN»
dernekleri halka hayvanı kesip etini yemenin bir dehşet olduğunu telkin
etmeye devam etmiştir. Bu insanlar, yalnız bitkisel yiyeceklerle beslenmekte ve bundan dolayı aklî
gelişmenin tamamlanması için lüzumlu olan hayvansal proteinler ile et, süt,
yumurta ve balık gibi hayvansal yiyeceklerde bulunan VİTAMİN B 12’yi
yeterli olarak alamamaktadırlar.
Sabah kahvaltısında bile domuz sucuğu, tütsülenmiş balık, yumurta ve süt
yiyen İngiliz’in, bitkisel yiyeceklerden başka hiç bir şeyi ağzına koymayan
hasta Hintliyi sömürmesi ve kaynaklarını istediği gibi kullanması bundan dolayı
zor olmuyordu.
İngilizler bu hale soktukları Hintliler ile alay etmeyi de ihmal
etmemişlerdir. Bir İngiliz yazarı «Benares» isimli yazısında Hintlilerin
mukaddes şehri olan Benares’de günahlarından arınmak için «Ganj» nehrine
girişlerini tasvir ederken, yüzlerce kilometre uzaktan mukaddes hayvan olarak
kabullendikleri sığırlarım da çalınmaması için yanlarına alıp, yalınayak
Benares’e kadar yürümüş olan sefil köylülerle en kaba şekilde alay etmektedir.
Bu köylüler, tek yiyecekleri olan pirinci de çıkınlayıp yanlarına
aldıkları için Ganj’a girerken sığırları ile pirinç çıkınlarını nehrin
kenarına bırakıyor ve sığırlar da köylünün yokluğundan yararlanarak pirinç
çıkınındaki pirinçleri yiyorlardı, diyen yazar okuruna şu soruyu sormaktadır:
“Bu manzarayı seyrederken insan, sığırların mı, yoksa insanların mı daha
akıllı yaratıklar olduğu sorusunu kendi kendine sorma zorunluğu duyuyor.”
Gerçekten de, bol pirinç ve tahıl yedirmek, et, süt, yumurta ve balık gibi
yiyeceklerden yoksun bırakmak suretiyle insanları sığırlar kadar ve hattâ
onlardan daha aptal yaratıklar haline getirmek mümkündür. Hele bu uygulamalar,
insanların dinî inançlarını da istismar ederek ve onları alaca karanlıkta
yollarını göremez hale getirmek için girişilen bir takım bio sosyal
uygulamalarla da birleştirilecek olursa o zaman İngilizlerin Hindistan’da
yarattıkları sömürme ortamını başka ülkelerde yaratmak da zor bir iş olmaz. Nitekim
Hindistan denemesiyle İngilizlerin edindikleri bilgi, bugün Birleşik Amerika
tarafından ve daha bilinçli bir şekilde, buğday ve soya yağı ile başka
toplumlar üzerinde de uygulanmaktadır. Bunlardan da sırası gelince söz
edilecektir. Amerikalı dostlarımız artık buğday ve soya yağı gibi üretim artıklarını
atom silâhlarından da daha etkili savaş araçları olarak sahneye koymuş ve hattâ
bizler üzerinde de uygulamaya başlamışlardır.
ET, KIMIZ, YOĞURT VE KEFİRLE BESLENDİĞİ ÇAĞDA, DÜNYA’YA HÜKMETMİŞ OLAN
TÜRKLER, BUGÜN BİR EKONOMİK SÖMÜRGE GİBİ KULLANILMAKTAN YAKMIYORLARSA, UYDUKLARI
BESLENME DÜZENİNİN, ET YERİNE BOL MİKTARDA TAHILLA BESLENMEKTE OLUŞUMUZUN
BUNDA ÖNEMLİ BİR PAYI OLMASI GEREKİR.
Kalıtıma ilişkin niteliği çok üstün olan Türk toplumunu, cengâver ve
ilerici bir toplum olmaktan çıkarıp, sömürülmeye elverişli bir ülkenin insanı
haline getirmek için ne yapmak gerekiyorsa, dostlarımız bunu yapmışlardır.
Türk halkı, kendi ürettiği tahılın tümünü yedikten sonra, emperyalist Amerika’nın
üretim artığı olarak ortaya çıkan buğdayı ile soya ve pamuk yağları için de bir
pazar olarak kullanılmaya başlamış bulunuyor. Hindistan’da başlatılan oyun
zamanla, bütün Dünya’ya yayılmış ve sömürülecek olan ülkenin insanı bu yoldan,
hasta, geri zekâlı ve yumuşak başlı, ayni zamanda çıkarcı bir yaratık haline
getirilmiştir. Emperyalistler, kendi tarım politikalarına yön verirlerken,
kendi insanlarına çok miktarda et, süt, yumurta ve balıkla, az miktarda tahıl
yedirebilecekleri bir ortam hazırlamaya ve sömürge halkının ise çok tahıl, az
etle beslenmesine bilhassa dikkat ederler.
İleri emperyalist ülkelerde bir insanın bir yılda tükettiği tahıl miktarı
ile sömürülen ülkelerdeki tüketim karşılaştırılacak olursa, bu gerçek daha açık
bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Sömürgeciler sömürdükleri ülke halkının çok miktarda tahıl ve az miktarda
et, süt, yumurta ve balıkla beslenmesini arzu ederler. Bu düzene göre
beslenme entellektüel gücün gelişmesine engel olduktan başka, hastalıklara
karşı direncini yitiren kimselerin hastalanmasına ve çocuk ölümlerini
artırdığından nüfusun artıp toplumun güç kazanmasına engel olacak. Sömürgeciler
ayrıca bol miktarda ürettikleri tahıllara pazar hazırlamış olacaklardır.
Sömürülenler çok miktarda tahıl tüketirlerken, emperyalistler de az tahıl
tüketerek açığı et, süt, yumurta gibi hayvansal protein kaynaklan, bol miktarda
meyve, sebze ile kapatırlar.
Dikkat edecek olursak, bütün oyunu ortaya koyacak ipuçları elde etmemiz
için yeterli olabilecektir. Örneğin Birleşik Amerika’da bir insana bir yılda
646 kilo tahıl isabet ettiği ve üretim bu derece yüksek olduğu halde, Amerika
vatandaşı bunun yalnız 67 kilosunu tüketmekte ve geri kalan miktar hayvanlara
yem olarak verilmekte, tohum olarak kullanılmakta yahut ta geri kalmış ülkelere
satılarak değerlendirilmektedir. Avrupa ve Amerika memleketlerine seyahat
eden Türkler, oralarda yaşayanların ne kadar az ekmek yediklerini
görmüşlerdir. Bundan dolayı çok ekmekle karın doyurmaya iyiden iyiye alışmış
veya alıştırılmış olan Türkler, lokantalarda veya ziyafetlerde birkaç defa
ekmek istemek zorunda kalırlar.
Kanada’da ise çok
miktarda buğday üretildiğinden, insan başına düşen yıllık buğday ve tahıl
miktarı 929 kiloya kadar yükselmekte, fakat Kanada vatandaşları bunun yalnız
71 kilosunu ekmek olarak tüketmektedirler. Bundan dolayı Kanada’da geri ülkelere
buğday ihraç eden ve bu yoldan büyük gelirler sağlayan bir ülke halindedir.
İngiltere ve Fransa, Birleşik Amerika ile Kanada’ya nazaran daha az buğday
üretmesine rağmen, bunlar da sıra ile 85 kilo ve 110 kilo tahıl
tüketmektedirler. Tahılları bu kadar az kullanan bu ülkelerde, daha sonra izah
edileceği veçhile, insanlar çok miktarda et, süt, yumurta ve balık tüketerek
hem entellektüel ortamı ve hem de toplum sağlığım düzenlemiş bulunuyorlar. Ürettikleri
fazla tahılı da âdeta bir silâh gibi kullanarak, geri ülkelere yardım ismi
altında ihraç eden emperyalistler, bu yoldan onları uyuşturmakta, sağlıklarını
bozmakta ve bir ilâç pazarı haline sokmaktadırlar.
1958 yılı esas
alınmış olduğu için, Hindistan’ın insan başına yılda 144 kilo tahıl düşecek
şekilde bir üretim yapmakta olmasına mukabil, insanların 124 kilo tahıl
tükettiklerini görüyoruz. Geriye tohumluk ve hayvan yemi olarak
kullanılabilecek 20 kilo buğday kalmaktadır. Bu miktar buğdayla hayvan
beslemek kabil olamayacağı ve ayrıca tohumluk olarak değerlendirildiği takdirde
yetmeyeceği için Hindistan’da koşullar, o günden bu yana hızla bozulmuş ve
Hindistan Birleşik Amerika’dan her yıl 12 milyon ton buğday ithaline mecbur
kalmıştır. Şu günlerde bu miktar buğday ithal etmekte olmasına rağmen,
Hindistan’da insanlar sokakta açlıktan ölmektedirler.
Artık Hindistan Amerika'nın kıskacına girmiş bulunuyor. Halkı ayakta
tutacak miktarlara göre besleyebilmek için Hint Hükümetleri Amerika’nın dümen
suyunda gitmeye mecburdurlar. Nitekim iktidarı ele aldıktan sonra, açlığın
ülkeyi tehdit etmekte olduğunu fark eden Bayan Gandi’nin ilk işi Washington’u
ziyaret etmek ve kendilerine tahıl yardımı yapılması için ricada bulunmak
olmuştur. İşte böylece Amerikan buğdayına muhtaç bir hale gelmiş olan
Hindistan bir sterlin sömürü bölgesi olmaktan çıkıp, yavaş yavaş doların
sömürdüğü bir bölge haline gelmeye ve el değiştirmeye başlamış bulunuyor.
Bundan sonraki devrede kendi üretim imkânım iyice yitirmiş ve ithal malı
tahılla beslenmeye alışmış bulunan Hint halkı, açlıktan ölmemek için
Amerika’dan buğday getirecek gemileri beklemeye, bunlar için para ödeyip, Amerika’ya
dua etmeye mecbur kalacaktır. (Günümüz Türkiyesinde saman ithal ediliyorsa bu
durumun vahimliğini daha çok açığa çıkarmaktadır.)
Birleşik Amerika 500 milyonluk Hindistan’ı bu yoldan hiç asker kullanmadan
tahılla kontrolü altına almış ve kendi politikasını izlemeye mecbur etmiş
bulunuyor. Bol tahılla beslenen Hint halkının yakın bir gelecekte kendini bu kısır
çemberden kurtarması ve kendi kaynaklarım kullanarak gerçek bir bağımsızlığa
kavuşması beklenemez. Ancak Hindistan olayında Amerika için de sürpriz
olabilecek bazı gelişmeler vaki olmuştur. Daha önce Hindistan yılda 4 milyon
ton tahıl ithal etmek suretiyle halkını en kötü standartlara göre
besleyebiliyordu. Son birkaç yıl içinde havanın kurak gitmesi, mahallî üretimi
büsbütün azaltmış ve halkın ithal malı buğdayla beslenmeye alışmış olması da
ihtiyacı çoğaltmıştır. Bu suretle ihtiyacı çok artan Hindistan, yılda 12
milyon ton buğday ithal ettiği halde bile halkım doyuramıyor. İşte bu durum
emperyalistleri güç duruma düşürmüştür. Çünkü Hindistan’daki olaylar, halkın
tahıl ihtiyacının hükümet tarafından karşılanmaması halinde bu kalabalık toplumun
hızla sola kayma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Böyle bir ihtimali
göze alamayan Birleşik Amerika, Hint halkının tahıl ihtiyacını karşılayabilmek
için bütün stoklarını bu ülkeye göndermeyi göze almış ve fakat diğer ülkelerde
uyguladığı emperyalist beslenme plânları için de bir miktar buğdaya muhtaç
olacağını gayet iyi bildiğinden Meksika, Türkiye gibi belirli ve memleketin
ihtiyaçlarına uyarlı bir tarım politikası olmayan ülkeleri de bir buğday
tarlası gibi kullanıp Hintlileri MeksikalIlarla, Türklere besletebileceğini düşünmüştür.
SONORA 64 tipi yüksek verimli buğday cinsinin Türkiye’ye getirilmesi ve Tarım
Bakanı Dağdaş’ın da işini gücünü bırakıp bu buğdayın propagandasını
yapmaya başlamasının gerçek sebebi işte budur. Bundan sonraki yıllarda Türkiye,
Çukurova ve Ege gibi sulak ve mümbit bölgelerine bu yüksek verimli buğdayı
ekecek ve elde ettiği ürünü de Amerika’nın arzuladığı fiyatla Hindistan’a
ihraç ederek, aç Hintlilerin Çin’e kaymasına engel olacaktır.
Amerika’nın yakın zamana kadar yılda 1 milyon ton buğday ihraç ettiği
Türkiye’de buğday pazarını kapatıp, Türkiye’yi bir buğday ihracatçısı haline getirmek
için ona Sonora 64 tipi buğday tohumu göndermesindeki çıkarları bundan ibaret
değildir. Amerika bir taş ile birkaç kuş vurmaya alışık bir sömürgeci olduğundan
bize bu buğdayı kabul ettirmekle aşağıda sayılan çıkarları da sağlamış
bulunuyor.
(1)
— Türkiye, Çukurova ve Ege’de ürettiği
pamuğun miktar ve kalitesi bakımından dikkati çeken bir ülke haline gelmeye
başlamıştır. Pamuk üretiminde 9 ncu sırada yer alan Türkiye’nin milletlerarası
pamuk pazarından uzaklaştırılması gerekmektedir. Bu temin edilirse, Amerika
pamuklarını daha pahalı satabilecek ve bu yoldan mühim çıkarlar sağlayacaktır.
Çukurova ve Ege’de pamuk üretimine tahsis edilen sulak arazinin Sonora 64 tipi
buğdaya tahsisi, pamuk üretimini kısıtlayacak ve bu suretle Birleşik
Amerika’nın istediği ortam yaratılmış olacaktır.
(2)
— Sonora 64 ve benzeri üstün verimli
buğdayları Türkiye’de yetiştirmek için tohumluğun Birleşik Amerika’dan satın
alınması lâzımdır. Çünkü bu tip buğdaylar bir melezleme mahsulü oldukları için
birkaç yıl içinde dejenere olmakta ve düşük verimli buğday tipine dönüşmektedirler.
Tohumluk buğday ise çok pahalıya satılmaktadır, örneğin bu yıl ithal edilen ilk
parti 20 bin tonluk buğday için 70 milyon Türk lirası kadar bir para ödemek
zorunda kaldık. Gelecek yıllarda bu ihtiyaç daha da artacak ve Birleşik Amerika
bize daha az buğday satarak 1 milyon ton ekmeklik buğday sattığı devrede
sızdırdığı kadar para sızdırabilecektir. Ayrıca Türkiye’de buğday üretimini
başlattığı gibi, istediği zaman durdurabilir de, bize tohumluk buğday vermediği
takdirde, aynı tohumluğu biz burada yetiştiremeyeceğimizden, istediği
takdirde, istediği zaman Türkiye’yi gene buğday ithalâtçısı haline getirmek
Amerikalı dostlarımız için çok kolay bir iştir.
(3) — Sonora 64 tipi buğdayın yetiştirilmesi ve verimin üstün tutulması için
çok miktarda fosforlu gübrenin kullanılması gerekmektedir. Bu
gübreyi de Amerika’dan satın alacağımız için dostlarımız bu yoldan da önemli
çıkarlar sağlayacaktır ve Türkiye bir de gübre pazarı olarak kullanılacaktır.
(4) — Üstün verimli ürünleri, haşerelerden korumak ve zararlarından uzak tutmak
için Amerika’nın tavsiye edeceği pahalı tarım ilâçlarına ihtiyaç vardır.
Bu ilâçların Amerika’dan Türkiye’ye ithali Amerikan ilâç endüstrisine yeni bir
pazar açacaktır.
(5) — Neticede Amerikaya tohumluk, gübre parası, ilâç parası olarak
ödeyeceğimiz para tutarı ile Hindistan’a buğday satışından sağlayacağımız para
karşılıklı olarak yazılıp, zarar hanesine pamuktan kaybedeceklerimiz de ilâve
edildikten sonra, Türkiye’nin bu işten büyük kayıplarla çıkacağı ve Türk tarım
işlisinin emeği ile topraklarımız Amerika tarafından sömürülmüş bulunacağı
görülecektir.
Bu suretle bir taşla tam beş kuş vuracak olan Amerika’nın bu oyununu,
birçok uyarmalara rağmen Tarım Bakanı Dağdaş’a anlatmak mümkün
olamamıştır. Türkiye’ye oynanan bu oyunu daha köklü bir şekilde incelemek
isteyenler, Amerikan Haberler Bürosu’nun, TÜRKİYE’DEKİ AMERİKANOFİLLER
için çıkardığı ve İngilizce yayın yapan «Pariticipant» dergisinin
Temmuz 1967 tarihli, cilt 6, no. 27 dergisini okumalı ve bu yeni oyunun ne
şekilde tez şahlandığını oradan öğrenmelidirler.
Bu dergide Türk tarım Bakanının güler yüzlü resimlerini görmek ve
Amerikalıların propaganda çalışmalarına hangi yoldan alet edildiğini sezmek
kabildir. Görüldüğü gibi, ilk olarak İngilizlerin Hindistan halkını
uyuşturmak ve bu yoldan, kolayca sömürmek için afyon yerine ikame ettikleri
pirinç, bugün Amerikalılar tarafından buğdayla yer değiştirmiş bulunuyor.
Artık Türkiye, Pakistan, Mısır, Hindistan buğdayla uyutulmakta ve bir taraftan
da açlıkla tehdit edilerek kaynaklarına sömürücü maksatlarla el atılmış
bulunmaktadır. MISIR BAŞKANI NÂSIR’ın [1]bir
aralık Amerikalılarla arayı bozup, sosyalist ülkelerle ilişki kurmaya
başlayınca buğday yardımının kesilmesi ile tehdit edildiği ve Nâsır’ın da buna
karşılık «Kanlarımızı akıttığımız topraklarımızı bir avuç buğday karşılığı
yabancı yönetimine teslim edecek değiliz» demek suretiyle emperyalistlere
meydan okuduğu hatırdadır. Bugün buğday ile tehdit edilmiş olan Mısır,
bu aşırı davranışları yüzünden, başka bir yoldan yere serilmiş bulunuyor. Eğer
uslu uslu oturup, Amerika’nın dümen suyunda gitmeyi bilseydi, şüphesiz bu hale
düşmeyecek ve aç arapları doyurmak için Amerika’dan buğday satın alabilecekti.
Fakat bu iki davranıştan hangisinin daha olumlu olduğunu bize zaman
gösterecektir. Mısır’ın davranışını yorumlamak için zaman henüz erkendir.
•
Birleşik Amerika’nın bugünkü
yöneticileri bilim adamlarının kendilerine verdikleri veriler yardımı ile çok
tahılla beslenen toplumların, sağlıksız ve entellektüel güç bakımından
kaynaklarına sahip çıkabilecek nitelikte kişiler yetiştiremeyecek bir toplum
haline geleceklerini iyi bilmektedirler. Daha önce Hindistan’da İngilizler
tarafından pirinçle yapılan uygulamalar bunun doğru olduğunu ve bu yoldan
başarılı sonuçlar alınabileceğini göstermiş bulunmaktadır. Buğday terkip
bakımından pirince çok benzeyen, onun gibi protein kalitesi düşük ve nişastadan
zengin bir yiyecektir. Amerika ve Kanada, halkının ihtiyacını aşan miktarda
buğday üretebildiklerine göre bu üretim artıklarını bir savaş silâhı gibi
kullanıp, sömürülmesi plânlanan ülkelere önce İnsanî bir yardım gibi sokmak ve
daha sonra ekim sahalarından buğdayı silerek, bunları Amerikan buğdayına muhtaç
topluluklar haline getirmek pek mümkündür. Bir toplum bir defa bu hale
getirildi mi onu aç kalmakla tehdit ederek, zorla Amerikan dostu yapmak, iç ve
dış politikasına hâkim olmak ve aynı zamanda hayvancılığın gelişmesini
engelleyerek halka az miktarda et ve sütle yumurta yedirmek suretiyle
insanları hasta etmek mümkün olacak ve bu yoldan bu ülke bir ilâç pazarı
haline sokulacaktır. Tahıla beslenen topluluklarda eğitim başarısız ve teknolojik
gelişme yetersiz olur. Bunlar belirli bir endüstri kuramazlar. Bundan dolayı
bu çeşit ihtiyaçlarını emperyalistlerden karşılama mecburiyetinde kalacak olan
bu ülkeler bir de Amerikan endüstrisi için mükemmel bir pazar olabilecektir.
Bu ülkelere tam manasıyla sahip çıkıp, bütün kaynaklarına el koyabilmek
için halkı tahılla beslemek yeterli değildir. Bu proje yeni sömürgeciliğin
diğer sosyal, biyolojik ve askerî metodları ile de tazyik edilmeli ve
gerekiyorsa en kısa süre içinde Filipinler gibi Amerikan hâkimiyetini tamamen
benimsemiş bir sömürge haline getirilmelidir.
Yalnız tahılla beslenmenin bir ülkenin çökertilmesi için yeterli bir
tedbir olacağı elbette söylenemez. Fakat bu biyolojik tedbir, bilinen bütün
uygulamalardan daha etkin olmakta ve halk kuzu gibi yumuşamaktadır.
Tahılla beslenenlerde zekâ bir türlü gelişemez. İnsanlar karınlarım ekmek ve
bulgur gibi yiyeceklerle şişirdiklerinde, doyduklarını ve tok olduklarını
zannederek mutlu olur ve hattâ kendilerine bu yiyecekleri sağlayanlara dua
ederler. Fakat karınları şiş olmasına rağmen, aç kalmış olan bu insanlar
bilmedikleri bir sebepten kolayca hastalanır, hattâ ölürler. Bu ülkelerde
iktidarlarını sürdürmek için ger çekleri kolayca inkâr edebilen politikacıları,
halkın aç olduğuna inandırmak zor bir iştir. Bazı ahvalde bunlar gerçeği
görseler bile, inkâr eder ve halkın sefaleti üzerinde saltanatlarını sürdürmek
için, gerçekleri dile getirenleri suçlama yoluna girerler. Biyolojik
yıkıntıyı böylece olumsuz, sosyal gelişmelerin takip edeceğini sömürgeciler çok
iyi bilmektedirler. Tahıl üzerinden sürdürülen bu oyunun en tipik bir örneği
Türkiye’de sahneye konmuş olduğu için biz kendi yaşantılarımıza mal olmuş
olaylar üzerinden gerçeği daha iyi anlamaya çalışalım.
Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşından yorgun ve bitkin çıkmış, harp yıllarında
süpürge tohumundan mısır koçanına kadar her şeyi yemiş olan Türk halkı harbin
akabinde ekmeklik buğdayım kendi kaynaklarından sağlama olanağına sahip
değildi. Bundan dolayı 1923 yılında 12 milyon Türk lirası değerinde buğday ithal
etmiş ve bu miktar 1925 yılında 19 milyon Türk lirasına kadar yükselmiştir.
Daha sonraki yıllarda yaralarını sarmaya başlayan Türk halkı silâhı bırakıp
sapanın başına geçmiş, 1929 yılında ithal buğdayı için ödenen para miktarı 15
bin liraya kadar düşmüştür. Atatürk’ün, gerçek fatihin kılıç değil, sapan
olduğunu belirten veciz sözü, halkı etkilediği için yurduna sahip olmaya
kararlı Türk toplumu, bundan sonraki devrede tarıma önem verdiğinden, ikinci
Dünya Savaşı başlamadan önce, örneğin 1937 yılında Türkiye ürettiği tahıl ile
kendi halkını doyurduktan başka 7.885.000 T.L. değerinde buğday ihraç etme
olanağına da kavuşmuş bulunuyordu. Harp içinde darlıklar çekilmiş ve fakat halk
aç kalmamıştır.
Harbi izleyen ilk yılları da atlatmış olan Türkler, 1953 yılından sonra,
Türk toplumunun savaş meydanlarında kökünü kazıyamayacaklarını iyi anlamış ve
onu İkinci Dünya Savaşına sokup bu yoldan da hırpalayamamış olan Anglo
Amerikan emperyalistlerinin sosyo biyolojik saldırılarına sahne ölmüş ve
bu yoldan saldırı Türkiye’de başarıya ulaşmıştır. İlk olarak pek İnsanî
duygularla Türk halkına yardım olarak tahıl vermek istediklerini söylemek
suretiyle bize sokulmuş olan emperyalistler, komünist bloka karşı duyulan
nefretten de yararlanarak, askeri ve teknik yardımlarda bulunmuşlar ve dost
gibi görünerek hem hükümetlerin, hem de halkın kalbini kazanmayı
bilmişlerdir. Bundan dolayı 1953 yılında 1000 ton buğday ithal eden Türkiye,
bir taraftan da 896.000 ton buğday ihraç etmiş bulunuyordu. İhraç edilen
miktarın, ithal edilen miktardan çok yüksek oluşu, bizim gerçekten başkalarının
buğdayına muhtaç olmadığımızı göstermektedir. Fakat o tarihte hükümet edenler,
bunu bir açıkgözlük zannetmişler ve ucuz fiyatla buğday ithal edip, daha
pahalı fiyatlarla başka ülkelere buğday satma yoluyla çıkar sağlayacaklarını
umduklarından, ülkeyi bir maceraya sürüklediklerinin hiç farkında olmamışlardı.
Bunu takip eden yıllarda Türkiye’ye buğday ithalâtı artarak devam etmiş ve
bir taraftan da ihracat yapılmıştır. Fakat 1962 yılı idrak edildiği zaman bir
zamanların buğday ihracatçısı ve bu yoldan gelir sağlayan Türkiye’nin halkını
beslemekten aciz ve Amerika’nın üretim artıklarına muhtaç bir toplum haline
geldiğini görüyoruz. Hiç de dostça olmayan bu sinsî operasyon, Türkiye’de
yandaki tabloda açıklanmış olan kalıplara göre cereyan etmiştir.
İşte böylece buğday ihracatçısı bir ülke yavaş yavaş buğday ithalâtçısı
durumuna sokulmuş ve 1962 yılını takip eden yıllarda ithal ettiğimiz tahıl
miktarını daha da artırmak mümkün olmuştu.
Türkiye’yi bu hale getirmekle Birleşik Amerikalının ulaşmak istediği asıl
amaç gerçekleşmiştir. Bu sayede esasen çok tahılla beslenmekte olan Türk toplumu daha çok
tahıl tüketmek suretiyle :
(1)
— Reaksiyoner niteliğini kaybetmiş ve
kuzu gibi uysal bir toplum haline getirilmiştir. Bu biyolojik sonuç,
bilimsel bulgularla tesbit edilmiş olan gerçeklerin tabiî bir neticesidir.
(2) — Halk arasında dengesiz ve kötü beslenmeye ilişkin hastalıklar ile
çocuk ölümleri artırılmıştır. Hastalanan kimseler kendi dertleri ile
uğraşıp, hastahane kapılarında kuyruğa girmekten, yurt sorunlarına ve
geliştirilen sömürü düzenine eğilemez olmuş, Amerika ve diğer emperyalist
ülkelerden ithal edilen ilâç ve gereç miktarı astronomik bir şekilde artmıştır.
Bu yoldan bile Türk Lirası karşılığı verilen tahılların karşılığını aşan
miktarda dolar kazanmak mümkün olabiliyordu.
(3) — Amerikalılar Türk toplumuna yardım etmenin öğüncü içinde bir dost ve
bir kahraman gibi içimize sokulmuşlar, yönetimin bütün kademelerine ve üniversitelere
sızmışlardır.
(4) — Türkiye’de tahıl ekimine tahsis edilen topraklar, şeker pancarı, tütün
gibi endüstri bitkilerine tahsis edilmiş ve Amerika’nın Türkiye’den almakta
olduğu tütün fiyatları ucuzlatılmıştır.
(5) — Türkiye kendi halkım besleme ve bir savaş halinde kimseye muhtaç
olmadan ayakta durma olanağını kaybetmiştir.
(6) — Entellektüel güç etle beslenen toplumlarda artıp tahılla beslenen
toplumlarda düştüğü için, Türkiye’de eğitim ve teknolojik gelişme bu yoldan
frenlenmiştir.
(7)
— Türk toplumu Amerikan buğdayına
muhtaç hale getirildikten sonra, satılan buğdaylar karşılığı hükümetin Türk lirası
olarak Merkez Bankasına yatırdığı para ile Türkiye’de üslenmiş olan Amerikan
personelinin ihtiyaçlarını ve ücretlerini dolar harcamadan karşılamak kabil
olmuştur. Bu paralarla Türkiye'de kurulmakta olan tüketim endüstrisine
yatırımlar yapmak suretiyle, Türk livasını dolara çevirmek ve bir taraftan da
devamlı bir gelir sağlamak mümkün olabiliyordu. Merkez Bankasında toplanan
paralar, Amerika’nın Türkiye’deki çıkarlarım korumak için pek muhtelif
maksatlarla kullanılmıştır.
Filhakika bugün Türk halkı, Dünya’nın en çok tahıl tüketen bir toplumu
haline getirilmiş bulunuyor. Türkiye’de bir insan, bir yılda ortalama olarak
268 kilo tahıl tüketmektedir. Günde insan başına 700 gram ekmeğin tüketildiği
başka bir ülke yok gibidir Zavallı Türk köylüsü ile fakir Türk işçileri
karınlarını çok zaman yalnız ekmek veya bulgurla doyururlar. Tüketilen et,
süt, yumurta ve balık miktarı gülünç denecek kadar azdır. Emperyalistler, çok
tahılla besleyerek bio sosyal düzenini bozmak ve sömürmeye elverişli bir ortam
yaratmak istedikleri ülkelere sokulurlarken şu temel prensiplere
uymaktadırlar:
(1)
— Öncelikle bu ülkeye, pirinç, mısır,
buğday gibi boş kalori kaynakları, yardım ismi altında ve gerekirse parasız
olarak verilmekte ve bir sempati ortamı yaratılmaktadır.
(2) — Bu ortam yaratıldıktan sonra, o toplum ekim sahalarında değişiklik
yapmakta ve parasız olarak verilen ürünlerle rekabet mümkün olmadığı için
buğday, mısır, pirinç gibi ürünleri ekmemekte ve ekim sahalarını başka ürünlere
tahsis etmektedir.
(3) — İş bu hale gelince bol tahıl yemek suretiyle aptallaşmış ve
hastalanmış olan bu insanlara bol bol ilâç satmak ve bir yandan da sömürü
düzenini geliştirmek kabil olmaktadır.
(4) — Bir müddet sonra muhtaç olduğu tahılı üretme yeteneğini kaybetmiş olan
bu toplumdan, ithal ettiği için mahallî para karşılığı ile tahıl bedelinin
ödenmesi istenir. Sömürülen toplumun idarecileri bu talebe uyarlar ve
gerekirse para basarlar.
Bu olay devalüasyona gitmek ve bu ülkede doların etkinliğini artırmak için
iyi bir vesile teşkil eder. Fiyatı düşük olan mahallî para, mahallî bankalara
yatırılarak bu para ile o ülkedeki Amerikalı personeli dolar harcamadan
beslenir.
Bir taraftan da bu ülkeye dolar karşılığı mamul madde ve ilâç satılarak
ekonomik gücü iyice zayıflatılır.
(5)
— Ülke aç kalıp, halkım doyurmak için
Amerikan tahılına muhtaç hale gelince, o ülkeden tahıl için dolar istenir. Bu
yoldan borçlandırılır.
Bütün bu işler yapılırken, ülke insanının birbirine düşürülmesi ve
kurulacak olan çıkar düzeni üzerinden kardeşin kardeşe düşman edilmesi,
ahlâkın bozulması, dinî inançlarla, örf ve âdetlerin zayıflatılması, Amerikan
hayranlığının propaganda ile geliştirilmesi, üniversitelere el atılması gibi
projeler de geliştirileceği için, parasız buğday ithal etmeyi açıkgözlük
zanneden ülke kısa bir süre sonra, emperyalistlerin kucağına düşmüş olacaktır.
Artık ondan borcu karşılığı, her şeyi yok bahasına alabilir ve istediğinizi
satabilirsiniz. Ordularla işgal edilmiş ve süngülerin gölgesinde esir durumuna
sokulmuş hiçbir sömürgede elde edemeyeceğiniz çıkarları, bu ülkede rahatça elde
edebilir ve bazı çıkar çevrelerinin de müzaheretini görürsünüz. Bu
anlattıklarımızın hemen hepsi Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Son safhada
ortaya çıkan buğday ithalâtının durdurulması ve Türkiye’nin SONORA 64 TİPİ buğday
üreterek yeniden ithalâtçı durumu terk ile ihracatçı haline getirilmesi ise,
gene Amerikalı dostlarımızın arzularına uyarlı olarak ve Hindistan’daki kriz
dolayısıyla ortaya çıkmış bir durumdur. Artık Türkiye, Amerikalıların
yönettiği Büyük bir çiftlik haline gelmiş bulunuyor. Bundan sonra halkımız
onlar ne isterse onu ekecek, onlara veya onların göstereceği ülkelere satacak,
alacağını da onlardan alarak hem alırken, hem de satarken iki defa
kazıklanacaktır.
Türk tarım işçisinin emeği ile, topraklarımızın üretim gücü, bundan sonra
Amerika hesabına buğday üretmek için harcanacak ve bu suretle üretilecek olan
Sonora 64 tipi buğday ile aç Hintliler beslenerek, Hindistan’ın komünist
olması önlenecektir.
Buğdayın yaptığı bu işi hiç bir ordu yapamaz ve bu kadar ucuza hattâ kâr
sağlayarak bu politik hedeflere ulaşmak mümkün olamazdı. Görüldüğü gibi artık
besin maddeleri emperyalistler için baruttan daha yararlı bir silâh haline
gelmiş bulunmaktadır.. Bu sayede, Türkler gibi cengâver ve muhafazakâr bir
toplum, kuzu gibi uysal insanlardan ibaret ve birbirine düşürülmüş grupların
havadan, sudan meseleleri tartıştıkları bir insan kalabalığı haline getirilmiş,
kaynaklarına el konarak iyi çalışan bir sömürü düzeni yaratılmış, Amerika’nın
kimseye satamadığı üretim artıkları ile düşük kaliteli mamulleri için de bir
pazar yaratılmıştır. Fazla olarak ileri karakol niteliğinde olan Türkiye,
milyonlarca insanı ile ve uzaklardan Amerika’nın çıkarlarını savunacak askerî
bir güç haline getirilmiştir.
Amerika’nın bu çıkarlarına karşı duranlar, otomatik bir mekanizma
tarafından kendiliğinden suçlanmakta ve hain olarak ilân edilmektedirler. Halkın gözünden
düşme ve hain olarak nitelenme korkusu, pek çok aydını bu gerçekleri
söylemekten menetmekte ve bazı gruplara sağlanan çıkarlar, Türkiye’deki
Amerikan menfaatlerini korumaktadır.
Amerika bu oyunu mahir bir rejisör gücü ile yalnız Türkiye’de değil, daha
birçok ülkelerde sahneye koymuş ve başarıya ulaşmış olmasına rağmen, son
günlerde oyun anlaşılmış bulunuyor. Bu oyunun bütün iğrençliği ile anlaşılmış
olması, vaktiyle Amerika’ya sempati besleyen ve hattâ öğrenimini bu ülkede
yapmış olan aydınları bile Amerika’dan soğutmuştur. Bu gerçekte büyük bir
kayıptır. Fakat materyalist Amerikalı sevgiyi de satın alabileceğini
düşündüğünden bu kayıbını henüz anlayamamış bulunuyor.
Sömürülen ulusların yeni yeni ve pek geç olarak öğrenmeye başladıkları bu
gerçekler emperyalistler tarafından Hindistan denemelerine girişilmeden önce de
bilinmekte ve askerî bir sır gibi gizli tutulmaktaydı. Fakat sömürgeci
kadroların içinden sıyrılarak yeni bir devlet kurmuş olan Yahudiler
öğrendiklerini kendi toplumlarında da uygulamakta gecikmemişlerdir. İlk
göçmenler Filistin’e geldikleri zaman bu bölgede yaşayan Yahudiler de çevre
şartlarına uymuş ve çok tahıl az miktarda et ile beslenmeye alışmışlardı.
Emperyalist ülkelerden kopup gelenler ve bunların yönetim kadrolarında
görev almış oldukları için beslenmenin toplumun bio sosyal karakterine yapacağı
etkiyi de iyi biliyorlardı. Çok tahıl ve az etle, bölgede Arapları bertaraf
edebilecek bir uygarlık kurmanın imkânsız olacağını önceden bildikleri için
öncelikle ülkenin beslenme alışkanlıklarını değiştirmek için tarımsal üretimi,
ithalât ve ihracatı bu icaplara uyarlı kalıplara uydurdular. Israil’de
hazırlanan kalkınma plânlarında halkın daha az ekmek ve daha çok miktarda et,
süt, yumurta ve balıkla beslenmesini mümkün kılacak hedefler öngörülmüş ve
plân gerçekleştirmiştir. 17 -18 yıllık bir süre içinde Orta Doğu ülkesi
olmaktan sıyrılıp batılı düzene geçmesini bilmiş olan İsrail öncelikle
tükettiği tahıl miktarını artırmaya bilhassa dikkat etmiştir.
Almanya, bunu daha
uzun süre içinde ve daha bilinçli bir şekilde eski tarihlerde yapmıştır. 1800
yılında Almanlar bizden de daha çok ekmek ve bizim tükettiğimiz kadar et
tüketiyorlardı. Fakat tahılla beslenen bir toplumun teknolojik gelişmesini
tamamlayamayacağını anlamış bulunan Almanlar entellektüel gücün gelişmesine
müsait bir biyolojik ortam yaratabilmek içi tüketilen tahılı azaltıp, et
miktarım çoğaltmayı bildiler.
Buna göre tahıl tüketimini kısıtlayabilmek için, et tüketimini belirli bir
nisbete göre artırmak gerekir. Çünkü insanların tahıl tüketimini kısar da eti de artırmayacak olursanız,
o zaman Hindistan’daki gibi bir açlık ortamı hazırlamış olursunuz. Tahıldan
100 kilo bir kısıntı yapabilmek için tüketilen et miktarım 18 20 kilo
artırabilmek lâzımdır. Nitekim İsrail de bunu yapmış ve tahıl tüketimini
kısıtlarken et, balık, yumurta ve süt tüketimini artıracak çareler aramış ve
bulmuştur. Sömürgeciler dişlerini geçirdikleri toplumlarda bu uygulamalara
müsaade etmez ve hayvancılığın gelişmesini bazı oyunlarla engellerler. Bu
oyunlar et bölümünde anlatılacaktır.
İşte Türkiye’de şekerden sonra sahneye konan tahıl oyunu da kısaca bundan
ibarettir. Emperyalistler bir zamanlar bol miktarda et tükettiği için ülkelerinde
at oynatan Türk toplumunu şeker, yağ ve tahıl gibi boş kalori kaynakları ile
beslenmeye alıştırarak emellerine hayli yaklaşmış bulunuyorlar. (Senelerce yumurta
dahi yenmesine engel oldular.)
Türkiye bugünkü hali ile bir insanın bir yılda 268 kilo tahıl ve bir günde
ortalama 700 gram ekmek tükettiği çoğunluğu yalnız tahılla beslenen sağlıksız
ve entellektüel gelişmesini tamamlayamamış bir ülke halindedir.
Yağ da tıpkı şeker ve tahıllar gibi bir boş kalori kaynağıdır. Şekerlerle,
proteinlerin bir gramı uzviyette yandığı zaman yaklaşık olarak 4.7 kalorilik
bir enerji verdikleri halde, yağlar bunların hemen de iki misli ve 9.4
kalorilik bir enerji verirler. İnsan beslenme ihtiyaçları bakımından az
miktarda yağa muhtaçtır. Çünkü besinlerimizin terkibinde de önemli
nisbetlere göre yağ vardır. Sütte sütyağı, ette, et yağı alırız. Hattâ tahıllar
bile yağ ihtiva ederler. Böylece bu besinleri yiyen kimseler bir miktar yağ
almış bulunmaktadırlar. Ayrıca bol miktarda sızdırılmış yağ almanın
zararlarından bahsedilmektedir. Nitekim çok yağ tüketen ülkelerde kalb ve
damar hastalıklarının, az yağ ile beslenen ülkelere nazaran çok daha fazla
tahribat yaptığı değişik taramalar ve araştırmalarla inkâra mahal bırakmayacak
bir şekilde gösterilmiş bulunuyor. Ne yazık ki emperyalistler, hayattan kam
ve zevk almak için şeker gibi yağı da çok tüketmekte ve bu suretle lezzetli
yemekler hazırlamaktadırlar. Çok şeker ile çok yağ tüketmekte oluşları, bir
doğal belâ gibi onları kemirmektedir. Bundan dolayı son yıllarda ileri
ülkelerde tahıl ve şeker gibi yağ tüketimini de kısıtlama eğilimi belirmiştir.
Kendi yemedikleri besinleri sömürdükleri ülke halkına satarak onların hem
paralarını almak ve hem de sağlıklarını bu yoldan bozmak alışkanlığı içinde
bulunan emperyalistler, yağ politikalarım soğuk harbin icaplarına uydurmuş
bulunuyorlar. (TV lerde sürekli gösterilen yemek programlarındaki hilelerini
anlamak gerekir.)
Yağ muhakkak ki yeni sömürgeciliğin tahıldan sonra en etkili silâhı haline
gelmiş bulunmaktadır. Sömürgeciler zevk düşkünlükleri dolayısıyla bugüne kadar namlusu kendi
toplumlarına dönük olan bu silâhı, şu günlerde geri kalmış toplumların insanı
üzerinde hizmete sokmak ve onların böylece yere serilmeleri için kullanmak
istiyorlar. Tahılları ve onların afyon gibi kullanılabileceğini çok önce
tanımış bulunan empeyalistler, fazla yağ ile beslenmenin insan uzviyetinde
meydana getirebileceği değişmeleri çok geç anlamışlardır. Hattâ bazı yağ
firmaları onların bazı gerçekleri anlamalarını bugün de engellemeye
çalışıyorlar.
Yağlar lezzetli yiyeceklerdir. Midede uzun süre kaldıkları için insanı tok tutarlar. Yakın zamana
kadar çok yağ ile beslenmek zenginliğin icabı zannediliyor ve emperyalistler,
Dünya’ya gelmiş olmanın zevkini bol yağ ve şeker yemekle çıkarıyorlardı.
Fakat çok yağ yiyen toplumlarda kalb ve damar hastalıkları ile inmeler,
dolaşım sistemi hastalıkları tahripkâr bir hâl almaya başlayınca bunun nedenlerini
öğrenmek üzere masraflı araştırmalara girişilmiş, neticede çok yağ yeme
yanında, bitkisel yağların hidrojenle sertleştirilmesi suretiyle elde
edilen ve tabiatta bulunmayan margarinlerin bunun en önemli yapıcı sebebi olduğu
anlaşılmıştır. Soya yağı, Pamuk yağı, Ay çiçeği yağı gibi çabuk bozulan, lezzet
ve besleyici değer bakımından düşük yağları üreten ülkeler, ekonomik
nedenlerle bilimin ortaya koyduğu bu gerçekleri gölgelemeye çalışmışlar ve margarinlerin
sağlık için zararlı olduğunu kabul etmek istememişlerdir. Çünkü bu ucuz
ve çabuk bozulan yağların tek değerlendirme şekli onları hidrojenle muamele
ederek, iç ve dış yapılarım değiştirmek ve bu suretle insanlara satmaktan
ibaret bulunuyordu.
Fakat güneş balçıkla sıvanamaz. Haysiyetli bilim adamları bulgularım
yayınlamaya ve margarinlerin sağlık için zararlı yağlar olduğunu, kanıtları ile
ispatlamaya devam etmişlerdir. Artık 1967 yılında margarinlerin zararsız
yiyecekler olduğunu savunmak' kabil değildir, ileri ülkelerin tüketicileri,
yağ firmalarının şarkılı türkülü reklâmları ile kandırılamayacak kadar bilinçli
oldukları için iş çevreleri bu ülkelerde margarinleri satamamakta ve geri
ülkelerin bilinçsiz insanını bu çeşit yağların uzun süreli müşterisi haline
getirmek için ne gerekiyorsa onu yapmaktadırlar. Yağ para eden bir besin
maddesi olduğu için geri ülkelere yağ satışından büyük çıkarlar sağlamak kabil
olmaktadır. Özellikle elinde kullanamadıkları büyük yağ stokları bulunan ülkeler,
örneğin Birleşik Amerika Devletleri, başka ülkelerde yağ tüketiminin sağlık
gerekçesi ile de olsa kısıtlanmasına razı olmamakta ve kendi çıkarları için
artırmaya çalışmaktadırlar.
Birleşik Amerika’da her yıl kalb ve damar hastalıklarından ölen 750.000
kişinin, ölüm sebeplerinin çoğunlukla, çok yağ tüketmeye ilişkin nedenlere bağlı
olduğu anlaşıldıktan sonra, kendi ülkesinde yağ tüketimini kısıtlayıcı
çalışmalar yapmış ve margarinler aleyhine yayın yapılmasını müsait karşılamış
olan bu toplum, yağ pazarı olarak kullandığı geri ülkelerde benzer yayınların
yapılmasına razı olmaz ve bunları hoş karşılamaz.
Birleşik Amerika’nın bu sıkıntısı elinde geniş soya ve pamuk yağı stokları
bulunmasından ileri gelmektedir. Her yıl ortalama 18 milyon ton soya fasulyesi
üreten ve çok miktarda pamuk yetiştiren Birleşik Amerika’da % 18 20 nisbetine
göre, yağ ihtiva eden soya taneleri ile pamuk tohumlarından külliyetli yağ
sızdırılmakta ve bu yağın ülke içinde tüketimi mümkün olamamaktadır. Bir
süre bekletildiği takdirde acılaşan ve kullanılmaz hale gelen bu yağlar
hidrojenlenip margarin haline getirildikleri takdirde uzun bir süre muhafaza
edilebilmektedirler. (Bisküvlerin içinde kullanılan yağlara bir baksanıza)
Bu mümkün olmadığı takdirde yapılacak tek iş bunları geri kalmış ülkelere
satmak ve onların henüz bu konuda aydınlanmamış olan tüketicilerine
yedirmektir.
Nitekim bu operasyonlar için PL 480 KANUNU ile açık tutulan
uygulamadan yararlanan Birleşik Amerika Türkiye dahil bir çok geri kalmış
ülkeye soya ve pamuk yağı satmaya muvaffak olmuş ve bu yoldan önemli gelirler
sağlamıştır.[2]
Bizim ülkemiz gibi zeytinyağı üretmeye elverişli ülkelere bile soya yağı
satmaya muvaffak olan Amerika’nın pazarlama örgütünün çok mükemmel çalıştığı
dikkati çekmektedir. Çünkü Türkiye gibi Dünya’nın en nefis ve en lezzetli yağı
olarak tanımlanan zeytinyağı üreticisi bir ülkeye soya ve pamuk yağı gibi hiç
de makbul olmayan yağları satabilmek demek, tereciye tere satmayı başarmak
demektir.
Oysaki Türk halkı çok ekmek yediği için ve ekmekte bulunan nişasta insan
uzviyetinde yağa dönüşebildiğinden biz yağa muhtaç değiliz. Kendi ürettiğimiz
yağ miktar ve kalite bakımından ihtiyacamızı karşılayacak seviyede bulunmakta
ve üretilen miktarın daha da artırılması mümkün görülmektedir. Böyle olmasına
rağmen, besleyici değer bakımından bir özelliği olmayan ve gerçekte muhtaç
olmadığımız üretim artığı yağları Türkiye’ye satmakta kararlı olan
Amerikalılar yönetici kadroların bilgisizliğinden yararlanarak, soya yağı,
pamuk yağı ve don yağı gibi değersiz yağları Türkiye’ye satmaya ve bu yoldan
sağladıkları para ile Türkiye’deki misyonlarının masraflarını dolar ödemeden
karşılamaya muvaffak olmuşlardır.
Sömürgeciler, daha önce de belirtildiği gibi sömürdükleri toplumlarm tahıl
ve nişasta gibi şişirici boş kalori kaynakları ile beslenmelerini soğuk savaş
stratejisi bakımından da arzu etmektedirler. Çünkü bu çeşit yiyeceklerle
beslenen ülkeler bir türlü kendilerini toplayamamakta ve hastalıklardan yakasını
kurtarıp, yurt ve Dünya sorunlarına eğilememektedirler.
Çok miktarda tahıl tüketerek, beslenmesini boş kalori kaynaklarına dayamış
olan bir Türkiye’nin bir de bol miktarda margarin tüketmesinde bu toplumun
silâh atılmadan yok edilebilmesi için, emperyalistlerin küçümseyemeyecekleri
çıkarlar vardır.
Nitekim Türkiye soya yağı ithaline başlayıp, bunların hidrojenlenmesi ile
elde edilen margarinler halka bol miktarda yedirilmeye başlanıldıktan sonra
kalb hastalıkarından ölüm vakalarında da bir artışı görülmüştür. Yetişkinleri kalb
hastalıklarından ve yetişecekleri de daha Dünyaya gelmeden doğum kontrol
hapları ile öldürerek, bir ülkeyi belirli bir süre içinde sahipsiz bırakmak ve
daha sonra da buraya elini kolunu sallayarak bir kurtarıcı gibi girerek
kaynaklarına el koymak yeni sömürgecilerin yalnız Türkiye’de değil daha birçok
geri kalmış ülkede uygulamakta oldukları korkunç bir projedir. Bundan dolayı
Türkiye’yi bir yağ pazarı haline getirmek sömürgecilerin yalnız yakın
çıkarları bakımından değil, uzak çıkarları bakımından da amaçlarına uygun
düşmekteydi. Türkiye’de yağ üzerinde oynanan oyunlar artık Türk aydınlarının
meçhulü değildir.
Gizli eller, zeytinciliğimizi mahvetmek için son günlerde, hepimizin iyi
bildiği korkunç bir oyunu sahneye koymuş bulunuyorlar. Zeytinyağlarımıza,
makine yağı karıştırılmış ve bu suretle iç pazar ve dış pazarda Türk
zeytinyağlarına karşı bir tiksinti uyandırılmıştır.
Kilis’den başlayarak zeytin ağaçlarının kesilmesine müncer olacak bu
gelişme yakında Türkiye’yi yağ ihtiyacını yabandan karşılayan ve Avrupa
ülkelerine de zeytinyağı satamayan bir toplum haline getirecek ve bu ortamda
Birleşik Amerika hem Türkiye’ye hem de Avrupa pazarına bol bol soya yağı ile
pamuk yağı satma imkânına kavuşacaktır.
Türkiye’de sermaye birikimi olmadığından, zeytin üreticisinin iç pazarda
satamadığı ve yabancı ülkeye ihraç olanağı iyice sınırlanmış olan zeytin ve
zeytinyağından para kazanması mümkün olamayacağı için, kısa bir süre
direndikten sonra zeytin ağaçlarım kesip, onun yerine tütün ekmesi de beklenebilir.
Zeytin ağacı çok güç yetiştirilen bir ağaç olduğu için üreticinin bu yola
gitmesi, Türkiye için gerçek bir yıkım olacak ve Türkiye 100 yıl için yağ stoku
olan ülkelerin eline bakmaya mecbur bir toplum, bir pazar haline
getirilecektir.
Yapılan incelemeler aradan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen zeytinyağı
rezaletinin suçlularının yakalanmasını ve cezalandırılmalarım sağlayamamıştır.
Kamuoyu tarafından hayret ve şüphe ile izlenen bu çirkin olay, ülkemiz halkının
sağlığından başka, millî ekonomiyi tehlikeye itekleyen bu kabil davranışların
küçümsendiğini göstermektedir. Türkiye bir margarin pazarı haline
getirildikten sonra, bilimsel verilere dayanılarak marginlere karşı açılan
savaşta, zeytinyağının üstünlükleri belirtilmiş ve halkımızın büyük bir kısmı
margarin yerine zeytinyağı kullanmanın daha isabetli bir davranış olacağına
inandırılmıştı. Bu gelişmeyi amaçları bakımından tehlikeli bulan karşı taraf,
zeytinciliğimizi kökünden yıkmak ve bu yağın hem iç ve de dış pazarda
kullanılması olanağını yok etmek için korkunç bir senaryo hazırlamış ve bunu
sahneye koymaktan da çekinmemiştir. Zeytinyağlarımızın İtalyan gümrüğünde
makine yağı ile karışık olduğunun tesbit edilmiş olması, şüphesiz İtalyanların
da işine yaramıştır. Çünkü bu ülke de zeytinyağı üreticisi bir ülke olduğu
için Türk zeytinciliğinin gelişmesini ve dış pazarlarda kendisine rakip
olmasını arzu etmez.
Birleşik Amerika’nın Türkiye’yi bir yağ pazarı olarak kullanma amacı ile
İtalya’nın ülkemizin yağ üretim takatim baltalama arzusu birleşip, yurt içinde
onlarla ortaklık halinde çalışmaya hazır sabotaj örgütleri hazırlandıktan
sonra, Türk zeytinciliğinin temeline dinamit koymak kolay olmuş ve bunu yapanları
cezalandırmak da mümkün olamamıştır. Bugün Türkiye’de bilinen bütün
yağlardan daha çok margarin tüketilmektedir. Oysa ki halkımız bundan 15 yıl
önce bu yağı tanımıyordu. Devlet Radyosu margarin reklâmları ile dolup
taşmakta ve günlük gazeteler birkaç kuruş reklâm ücreti alabilmek için sağlığa
zararlı olan bu yağların propagandasını yapmaktadırlar. Bugüne kadar hiç bir
besin maddesinin besleyici değeri hakkında açıklama yapmamış olan Sağlık
Bakanlığımız bundan birkaç yıl önce margarinler aleyhine yapılmakta olan
yayınları etkisiz hale getirmek için bir tebliğ yayınlamış ve margarinlerin
sağlık için zararlı olmadıklarım iddia ederken, zeytinyağını yerme lüzumu
duymuştur.
Görüldüğü gibi halkımız artık karışık, hileli ve sağlık için zararlı yağlar
ile beslenmeye mahkûm edilmiş durumdadır. Yurt içinde tüketilen
zeytinyağlarına karıştırılan makine yağları şüphesiz Türkiye’de
üretilmemektedir. Bu yağları Türkiye’ye ithal ederek zeytinyağlarına
karıştıran gizli eller vardır. Makine yağlarının Türkiye’ye kimler tarafından
sokulduğu ve zeytinyağcılara nasıl ve ne maksatla intikal ettirildiği kolayca
tesbiti mümkün bir husus olmasına rağmen, onun bunun evini basıp kütüphanesini
alt üst edenler, işin bu yönü ile pek ilgilenmiyorlar. Emperyalistler ile
onların Türkiye’deki ortakları bu kabil incelemelerin engellenmesini sağlamak
için gerekli tedbirleri almışlardır.
Halkımız hastalanma bahasına da olsa, makine yağı ile karıştırılmış
zeytinyağını, margarinle karıştırılmış tereyağını yemeye mecburdur. Bundan dolayı
safra kesesi hastalıkları, kalb ve damar hastalıkları mütemadiyen artmakta ve
bu yüzden ölen vatandaş sayısı yükselmektedir, insanları silâhla öldürecek
yerde, yağ yedirerek öldürmek, Birleşmiş Milletler ve diğer milletlerarası
teşekkülleri harekete geçirememekte ve yurdumuzdaki kontrol imkânları ile bu
kabil projeleri sezinleyerek kamu oyuna açıklama ile yükümlü olan
üniversiteler ve diğer araştırma kuruluşları işlemediğinden, meselenin kamu
oyu tarafından anlaşılması gecikmekte ve güçleşmektedir. Sömürgeciler bu
yoldan hem Türk halkının parasını ve emeğini sömürmekte, hem de sağlığını temelden
bozarak ülkemizi bir hasta insanlar ülkesi haline getirmektedirler. Hiç bir
ateşli silâhın sağlayamayacağı bu iki yönlü etki emperyalistin belirli bir süre
sonra gerçekleştirmeye çalıştığı büyük projenin amaçlarına en geniş anlamı ile
yardım etmektedir. Yağ firmalarının fakir Türk halkının sırtından tahsil
ederek, kendi ülkelerine aktardığı milyonlar ise bizi her gün biraz daha fakir
duruma düşürürken, onların zenginliklerine zenginlik katıyor. Yalnız bu sonuç
bile her şeyi para ile ölçen emperyalist için başarı sayılabilir. Bir yağ
ülkesi olan, ayrıca Dünyanın en nefis ve en besleyici yağı olan zeytinyağı üreticisi
bir ülkede üretim imkânlarını kökünden baltalayarak o ülke halkını sağlık için
zararlı bir yağ ile beslenmeye mahkûm etmek ve bundan ayrıca para kazanmak hiç
bir ateşli silâhla ulaşılamayacak bir sömürü düzeni yaratmak demektir. Bundan
dolayı yeni sömürgeciler, artık top tüfek yerine ikili anlaşmalar ile
sağlanan ve bilinçsiz toplumları silâhtan daha çok zarara sokan ekonomik ve
tarımsal operasyonları tercih ediyorlar.
Geri kalmış ülke insanı kendini barış içinde ve mutlu bir şekilde yaşıyor
farz ederken, emperyalist en azgın savaşçının ihtirası içinde onun yaşama olanağını
yok etmekte ve ayrıca sömürmektedir.
Yeni sömürgeciler, sömürdükleri toplumların hayvansal protein kaynakları
bakımından yeterli bir düzen içinde bulunmasını daha önce de kısmen açıklanan
sebeplerle arzu etmezler. Et, süt, yumurta ve balık gibi hayvansal protein
kaynakları, ihtiva ettikleri cevherler dolayısıyla, toplum sağlığını, kol ve
kafa gücünü geliştiren, toplumun reaksiyoner niteliğini kamçılayan
besinlerdir. En son bilimsel araştırmalar tüketilen hayvansal protein
miktarı ile zekânın gelişmesi arasında ilişkiler bulunduğunu göstermiş
bulunuyor. Oysaki sömürgeci sömürdüğü toplum insanının afyonlamışçasına
uyutulmasını ve millî sorunlarını göremeyecek ve çözemeyecek kadar bilinçsiz
kalmasını arzu eder. Bundan dolayı bu ülkelerde, et, süt, yumurta ve balık
üretimi dolaylı yollardan daima baltalanır. Halk, bol miktarda tahıl, şeker ve
yağ ile başka deyimle boş kalori kaynakları ile beslenmeye ve yetinmeye mecbur
edilir. Nitekim Türkiye’mizde son 15 yıl içinde hayvancılığımızı baltalamak ve
balıkçılığımızın gelişmesini engellemek için bazı etkili çalışmalar
yapılmıştır. Hint halkını sığırların mukaddes yaratıklar olduğuna inandırarak,
pirinçle beslenmeye mahkûm edenlerin, Türkiye ve diğer geri ülkelerde benzer
çalışmalara girmelerini doğal karşılamak gerekir. Çünkü İngilizler Hintlileri
kandırıp sığırın mukaddes bir hayvan olduğuna inandırmakla 500 milyonluk bir
toplumu yıllarca sömürmeye muvaffak olmuşlardı. Şu sırada da Amerikalılar Türk
halkını uyuşturmak ve uyanmasını geciktirmek için başka usullerle yurdumuzda
hayvancılığın gelişmesini ve halkın daha çok et yemesini engelliyorlar. (Etlerin içine domuz
katma hilelerinin ardındaki sır.)
İnsanın kol ve kafa gücünün gelişmesine ve hastalıklara karşı direnç
kazanmasına en çok yardımcı olan et ve diğer hayvansal protein kaynakları
sömüren ülkeler halkının en çok tükettikleri temel besin maddeleridir. Bu
sayede sağlıkları mükemmel, kol ve kafa gücü bakımından yeterli fertlerden
ibaret bir toplum olarak, sömürgecinin sömürülen toplumlar üzerindeki baskısı
daha da artmaktadır. Buna karşılık hayvancılığı ve balıkçılığı devamlı olarak
baltalanan geri ülke insanı çeşitli sebeplerle et yiyemez. Beslenme bakımından
tahıla dayalı olan bu toplumlarda kol ve kafa gücü yetersiz ve hastalıklar
yaygındır. Bu hale gelmiş olan toplumu sömürmek ve kaynaklarına el atmak
sömürgeciler için kolay bir iştir.
Yakın geçmişte,
Türkiye’de cereyan etmiş bazı olaylar bu açıdan eleştirilecek olursa,
halkımızın tüketmekte olduğu, et, süt ve balık miktarlarının belirli bir
seviyeyi aşamaması için sömürgeciler tarafından sahneye konan bazı oyunları
daha derli toplu bir şekilde anlamak kabil olacaktır:
—
Bir aralık İstanbul ve diğer büyük şehirlerimiz
çevresinde, pazarı bulunduğu için sütçülük yapmak isteyen vatandaş sayısı hayli
artmıştı. Bunlardan bazıları yabancı ülkelerden cins süt inekleri ithal etmişler
ve işletmelerine tıpkı ileri toplumların işletmeleri gibi bir veçhe kazandırmak
istemişlerdir. Ancak yem fiyatlarının pahalı olması dolayısıyla süt, kilosu
bir liraya mal edilebiliyor ve kalabalık merkezlerde aracının çıkarlarını da
koruyabilecek bir fiyatla satılabiliyordu.
Tam bu sırada dostlarımız, her işi kâr açısından değerlendiren ve kendi
anlayışına göre tedbirli bir tüccar gibi çalışmakta olan Et ve Balık Kurumu
aracılığı ile Türkiye’ye yavan süttozu ihraç etmişler ve bu süttozları ucuz
fiyatla pazara arzedilmiştir. Yavan süttozundan peynir, yoğurt ve diğer süt
mamullerini imal edebilen imalâtçılar bu sütü 30 kuruşa mal edebildikleri
için yerli süte sırt çevirmişler ve bundan dolayı kâr ümit ederken, zarar eden
süt üreticileri cins ineklerini keserek, etini değerlendirmişlerdir.
—
Et hayvancılığı gelişmeye başlayınca dostlarımız
donmuş sığır ve koyun eti yollamak suretiyle mahallî üreticileri dolaylı
olarak baltalamışlardır.
— Tavukçuluk gelişmeye başlayınca da Birleşik Amerika’dan dondurulmuş tavuk
ve hindi etleri yollanmak suretiyle tavukçuluk çalışmalarının yere serildiği
hatırlardadır.
— Peynir, tereyağ ve benzeri yiyecek yardımları da üreticiler üzerinde
benzer etkiler yapmıştır.
Türkiye’de bir insana bir yılda 268 kilo tahıl düştüğü ve bunun tamamı
tüketildiği halde, Sonora 64 ve benzeri tahılları Türkiye’ye sokarak bu
tüketimi daha da artırmak için çaba sarfeden AID çevreleri hayvancılık ve
balıkçılığın geliştirilmesi için hemen hiç bir yardım yapmamakta ve yapmış
olsalar bile bu yardımlar boş kalori kaynaklarını geliştirme maksadı ile
yapılan yardımlarla kıyaslandığı zaman devede kulak kalmaktadır.
Bol miktarda et ve sütle beslendiği çağlarda bugünkü uygar Avrupa’nın
göbeğinde at oynatmış bir toplumun, tahılla beslenerek uyuşturulmasının amaçlan
bakımından daha yararlı olacağını iyi bilen sömürgeciler, hayvansal protein
tüketiminin kısıtlanması için çeşitli oyunlar oynamakta ve oynadıkları oyunun
anlaşılmaması için de elden geleni yapmaktadırlar. Bu gerçekler tekrar
tekrar söylenmiş ve yazılmış olmasına rağmen bizi yönetenler son çare olarak
at ve eşeklerin de kasaplık hayvan olarak kullanılmasını görmüşler ve bu eti
halka tavsiye etmişlerdir. Daha sonra kamuoyunda uyanan tepkiyi dikkate
alarak tekliflerinden vazgeçmiş gibi görünenlerin balıkçılığı geliştirerek
halkın tükettiği hayvansal protein miktarını artırmak hiç akıllarına gelmemektedir.
Türkiye’de bir insan, bir yılda 2.5 kilo balık tüketirken, bu miktarın
Portekiz’de 41 kilo ve denizi olmayan İsviçre ve Avusturya gibi ülkelerde bile
10 kilo civarında olduğunu
görüyoruz. Et ve Balık Kurumu gibi yurt hayvancılığı ile balıkçılığını
geliştirme amacı ile kurulmuş bir kurum 12 -13 yıldır hizmete girmiş olmasına
rağmen, Türkiye’nin hayvancılık ve balıkçılık kesimlerinde hiç bir gelişme
sağlanamamıştır.
Kurum bildiğimiz bileli fakir halkın elindeki hayvanı satın alıp ona para
ödemekte, halk da bu parayla dallı basma ve transistorlu radyo satın almaktadır.
Mübayaa ettiği eti, Ankara, İstanbul ve İzmir’de yaşayan mutlu azınlığa
aktarmaktan başka hiç bir hizmet yapmamış olan Et ve Balık Kurumu, balıkçılık
ile ilgilenmemiş ve satın aldığı balık avlama gemileri de Istinye koyunda
çürümeye terkedilmiştir.
Ayni kurum Birleşik Amerika’dan daha önce bir boş kalori kaynağı olarak
nitelenen pamuk, soya ve don yağlarının ithalâtçılığını ve komisyonculuğunu
yapmakta kuruluşuna aykırı olmasına rağmen hiç bir sakınca görmemiş ve bu
davranışı ile bilerek veya bilmeyerek sömürgecinin amaçlarına hizmet etmiştir.
Bugün Türkiye’de yaşayan çoğunluk, işçiler ve köylüler ile fakir aileler
bazen ayda bir defa bile et yiyememektedirler. Yumurta ile tavuk eti çok insanın
satın alamayacağı bir fiyatla satılmakta ve balık yemek bir lüks telâkki
edilmektedir. Böyle olmasına rağmen zaman zaman avlanan balığın bir miktarının
fiyatları pahalı tutma amacı ile yeniden denize döküldüğü duyulur. Buna karşı
hiç bir tedbir alınmaz. Her yıl bahar aylarında yüz binlerce kuzu boğazlanır ve
mutlu azınlık bu yumuşak eti yemekle gününü gün eder. Oysaki meralarımızda bu
kuzuları besleyip her birinin on kilo daha ağırlık kazanmasını sağlayacak ot ve
yem vardır.
Bize dost olduklarını ve ülkemize iyi niyetle geldiklerini söyleyenler
yöneticilere bunlara karşı tedbirler alınmasını hatırlatacak yerde,
kendilerinden ithal edilecek gübre ve tarım ilâçları ile geliştirilecek tahıl
çeşitleri tavsiye etmekte ve bunun takipçisi olmaktadırlar. Her kış Doğu
Anadolu köylerinde çeşit hastalıklardan vakitsiz ölen binlerce yavru, aslında
kötü beslenmenin ve etsiz yaşamanın kurbanıdırlar. Çünkü bunlar gelişmeleri ve
hastalıklara karşı direnmeleri için çok lüzumlu olan hayvansal protein
kaynaklarını bulamamakta ve yalnız tahılla yetinmeye mecbur bırakılmış
bulunmaktadırlar. Halkın entellektüel güç bakımından yetersiz ve hastalıklara
karşı direncini yitirmiş bir ortamda yaşaması sömürgecinin hoşuna gider. Çünkü
Türkiye’de hastalık çoğaldıkça ilâç sarfiyatı artacak ve sömürgeci bu yoldan
da para kazanarak toplumu bir de bu yönü ile hasta yatağında sömürecektir.
Sömürdükleri ülke insanını güçten düşürmek ve «entellektüel yapısı ile
yetersiz ve hasta kişiler haline getirmek için önceki kısımlarda açıklanan
kalıplara göre düzenlenen beslenme koşulları, sömürgeci ülkede değişik
ilkelere göre ayarlanmaktadır. Sömürgeci, geri ülke insanına, tahıl, şeker ve
yağ gibi boş kalori kaynaklarını yedirip, et süt, yumurta ve balık üretimini
dolaylı yoldan baltalarken, kendi ülkesinde bunun temamen aksini yapmaya
çalışır.
Sömürgeciler kendi insanlarına bol hayvansal protein sağlar ve böyle bir
ortamda tüketilen tahıl miktarım da azaltabildikleri kadar azaltırlar. Birleşik
Amerika’nın tarım politikası kısaca gözden geçirilecek olursa bu gerçek daha
rahat bir şekilde görülebilmektedir. Durumu daha iyi kavramak için birkaç
temel ürün üzerinde durmak ve bazı örnekler vermek yeterli olacaktır.
Vatanı Mançurya olan Soya Fasulyesi XX nci asrın başına kadar
Amerikalıların tanımadıkları bir toprak ürünüydü. Terkibinde % 40-45 kadar üstün değerli protein ile % 18
nisbetinde yağ bulunduğu anlaşıldıktan sonra bu fasulye büyük önem kazanmış ve
1964 yılında yalnız Birleşik Amerika’da üretilen soya miktarı 18 milyon tona
ulaşmıştır. Bu ülkede üretilen soya fasulyesi bütün Dünya’da üretilen soya
fasulyesi miktarının yarısından da fazladır.
Amerikalılar soya fasulyesinin yağını sızdırdıktan sonra ele geçen
proteinden çok zengin küspeyi çoğunlukla hayvan yemi olarak kullanır, et süt ve
yumurtaya tahvil ederek değerlendirirler. Bu sayede Amerikalı vatandaş yılda 90
kiloyu aşkın miktarda et ve her gün bir kilo süt ile bir yumurta
tüketebilmektedir.
Soya fasulyesinden sızdırılan yağ ise bir boş kalori kaynağı olduğu için
yeni sömürgeciliğin dolambaçlı oyunlarına akıl erdiremeyen geri kalmış ülkelere
satılır ve orada kurulan margarin fabrikalarında hidrojenlenerek halka
yedirilir.
Amerika bu yağları geri ülkeye önce parasız ve daha sonra mahalli para
karşılığı vermekte ve ülkenin yağ üretim olanağını, fiyat politikası ile tamamen
yere serdikten sonra, onları açlıkla tehdit ederek dolar istemektedir. Bu
oyun Türkiye’de de sahneye konmuştur. Bize Türk Lirası karşılığı soya yağı
satarak mahalli üretimi baltalayıp, halkı margarin yemeye alıştırdıktan sonra
dostlarımızın soya için dolar istediklerini ve Türkiye’nin zeytinyağı ihracını
kısıtladıklarını okuyucularımız hatırlayacaklardır. Bunda başarı
sağlanamayınca daha çirkin oyunlara girişilmiş ve Türk zeytinyağlarına makine
yağı karıştırılarak zeytinciliğimiz bu yoldan tahrip edilmeye çalışılmıştır.
Hindistan, Pakistan ve Güney Amerika ülkelerinin pek çoğu benzer operasyonlarla
Birleşik Amerika’nın üretim artığı soya yağlarının alıcısı ve pazarı haline
getirilmiş bulunuyor.
Böyle olmasına rağmen soya yağı için çok cömert davranan Amerika, soya
tanesi ve soya proteini için kıskanç davranmakta ve geri ülkelerde soya tarımının
gelişmesini arzu etmemektedir. Bunun iki sebebi vardır. Geri ülkeler soya
yetiştirdikleri takdirde bu yoldan bol protein sağlayacak ve bu proteini ya doğrudan
doğruya, yahutta hayvandan geçirerek et, süt ve yumurta halinde tüketmeye
başladıkları takdirde güç kazanıp direnmeye başlayabileceklerdir. Başkaca soya
yağı pazarı olarak kullanılan bu ülkelerin, kendi yağları ile kavrulabilir
hale gelmelerinde geniş stokları olan Birleşik Amerika için satış olanağı
bakımından tehlike vardır. Aslında Türkiye’de çok elverişli koşullar altında
yetiştirilebilen soya fasulyesi Ordu ilinde bir fabrika kurulup, işlenmeye başlanıldıktan
sonra Amerika’nın Ankara’da kurduğu Amerikan Soya Birliği temsilciliğinde bir
telaş başlamış ve bu fabrikayı işlemez hale getirmek için ne gerekiyorsa o
yapılmıştır.
Ordu çevresinde yılda 5000 ton kadar soya üretilirken bu miktar son
günlerde 2000 tona kadar düşmüş bulunuyor. Yıllık kapasitesi 12.000 ton olan
soya fabrikası işleyecek fasulye bulamadığı için çürük fındık ve çay
tohumlarını işlemeye çalışmakta, bundan dolayı zarar etmektedir.
Muhtaç olduğu nitrogeni havadan sağlayabilen soya bitkisi, bir de fazla
nitrogenli gübre ile gübrelenmiş toprağa ekilecek olursa yanar. Bunu iyi bilen
sömürgeciler, bizim makamlarımız ile halkın bilgisizliğinden yararlanarak soya
üretim bölgelerine fındık için bol nitrogenli gübre dağıtmışlar ve fındık tarlaları
arasına ekilen soya bundan zarar görmüştür. Fındık mahsulünün artırılmış olması da Amerika tek alıcı olduğu için fiyat
oyunları düzenlenerek bu ülkenin çıkarına uydurulmuştur.
Türkiye’nin soya üretimine yönelmesi Amerikalının işine elvermez. Onun
çıkarı yılda insan başına 268 kilo tahıl tüketen bu ülkeye daha çok tahıl ve
daha çok yağ yedirmektedir. Kendi ülkesinde ise bunun tam aksine bir politika
izler.
Türkiye’de bilhassa köylüklerde
yaşayanlar ayda bir defa et yiyemezken, Amerikalının her yemeğinde bol miktarda
et bulunur. Sütü su gibi içebilir. Üretim fazlası tahıllarla, soya benzeri
protein kaynaklarının yem olarak kullanılması suretiyle gerçekleştirilen bu
beslenme ortamı bu ülkede sağlığın tatminkâr, fizik ve entellektüel gücün
yeterli seviyede oluşunun temel sebeplerinden biridir. Amerikalı bir insana bir
yılda 646 kilo tahıl isabet ettiği halde, bunun yalnız 67 kilosunu kendi
yemekte ve geri kalan miktarı hayvana yem olarak verdiği için bol miktarda et
ve süt üretebilmektedir. Biz de ise üretilen tahılın tümü yendikten sonra
yetişmediği için başka ülkelerden tahıl ithali gerekiyor. Durum böyle olunca
hayvanlar da insanlar gibi aç kalmakta ve et verimi ile süt verimi son derece
düşmektedir. Türkiye’de bir inekten bir yılda 400 kilo kadar süt alabiliyoruz.
Birleşik Amerika’da bu miktar 3500 kiloyu aşmaktadır. Biz bir sığırdan ortalama
80 kilo et alabilirken, Birleşik Amerika’da bu miktar 400 kiloya yaklaşmış
bulunuyor. Benzer farkları yumurta ve balık gibi hayvansal protein kaynaklarında
da görmek kabildir. Bilgisizlik, ilgisizlik ve yabancıların dolaylı baskıları
Türk toplumunu etsiz, sütsüz ve balıksız bir hayat yaşamaya mahkûm etmiş
bulunuyor.
Biz bu ortam içinde günden güne zayıf düşerken, bizi sömürenler bütün
yönleri ile güçlenmekte ve aramızdaki fark günden güne büyümektedir. Çünkü sömürgeci
ülkelerde insan başına düşen et, süt, yumurta ve balık miktarı her yıl biraz
daha artarken, istatistikler bizdeki tüketimin devamlı olarak azaldığını
gösteriyor. Bu son durum Birleşik Amerika ile diğer sömürgeci ülkelerin sömürme
güçlerinin zamanla arttığını ve bizim ise sömürülmeye daha elverişli bir duruma
girdiğimizi göstermektedir.
Et, süt, yumurta gibi hayvansal yiyecekleri üretmek için hayvanı yemlemek,
üretmek ve sağlığını korumak gerekmektedir. Bu bir para sarfını gerektirir.
Balık ise denizlerde kendiliğinden üremekte, yemlenmekte ve bu yönü ile hiç
para sarfını gerektirmeden avlanabilmektedir. Balıkta maliyeti etkileyen
tek harcama avlama masraflarından ibaret kalır. Ucuza mal edilmesine rağmen et
kadar değerli ve bazen ondan da daha besleyici olan balık bundan dolayı
hayvansal proteinin değerini tanıyan toplumlarda çok tüketilen bir besin haline
gelmiş bulunuyor. Amerika çok balık avlayan ve çok et tüketen bir ülke olmasına
rağmen, bununla da yetinmeyip başka ülkelerden balık ithal etmekte ve halkına
daha çok hayvansal protein sağlamak için gayret sarf etmektedir. Denizlerden
avlanan balıkla yetinmeyen Amerikalılar, çiftliklerde suni göllerde balık
üretmekte ve bu balıkları suni gübre ile yemlemektedirler. Kuzey Avrupa
ülkelerinde balık en önemli hayvansal protein kaynağı olarak kullanılır. Bizde
ise üç tarafımız denizlerle çevrili olmasına rağmen insan basma tüketilen
yıllık balık miktarı 2.5 kilo civarındadır. Balık üretimini artırmak
kimsenin aklına gelmediği için Sağlık Bakanımız geçenlerde halka at ve eşek eti
yemelerini tavsiye etmişti. Bu son açıklama balık bakımından bizim ve bizi
sömürenlerin durumunu gayet açık bir şekilde göstermektedir.
İşte böyle bir ortamda sömürülmeye gayet elverişli bir hale getirilmiş
olan Türkiye ile onu sömürmekte olan toplumlar arasında beslenme, dolayısıyla
biyolojik gelişme olanağı bakımından önemli farklar belirmektedir. Sömürgeciler
bu farkı daha belirli bir hale getirebilmek için Türkiye’nin imkânlarını kıyasıya
baltalamaya ve kendi imkânlarını da geliştirmeye gayret ediyorlar. Olaylar bir
süre bu düzeyde tutulabildiği takdirde, Türk halkının önemli bir kısmı silâh
kullanılmadan temizlenecek ve ülkeye sahip çıkacak insan sayısı azalmış olacaktır.
Tahıl ve diğer boş kalori kaynaklan ile beslenmekten entellektüel yönleri ile
son derece verimsiz hale gelecek olan azınlığı ise menfaat sağlayarak veya
kuvvet gösterileri ile sindirmek ve Türkiye’nin bütün kaynaklarım rahatça
kullanmak mümkün olabilir. Daha bugünden Türkiye’de yaşayanların % 2.5 kadarı
veremlidir. Doğan 1000 çocuktan 165’i ilk yıl ölmekte ve 12 yaşına kadar ölen
çocuk sayısı doğanların yarısına yaklaşmaktadır.
Yurda kontrolsuz sokulan yiyecek
maddeleri ile tarım ilâçları, beslenme yetersizliği ve kronik zehirlenmeden
hastalanıp ölen vatandaş sayısını her yıl biraz daha yükseltiyor.
Kol gücü ile entellektüel güç bariz bir şekilde azalmakta ve üretim, miktar
ve kalite bakımından düşmektedir. Çok ilkel bir hayat yaşamamıza rağmen ihtiyaçlarımızı
karşılamak için yabancı ülkelere borçlanmak ve bu borçların faizlerini ödemek
için yeniden borçlanmak durumuna girmiş bulunuyoruz.
Hasta insanlar ülkesi haline gelmiş olan Türkiye sömürgeci toplumların ilaç
firmaları için bir tatlı kâr ülkesi haline gelmiştir. Kendi derdine düşmüş ve
hastalıklarından başka bir şey düşünemez hale gelmiş olan insanlar ile, günlük
nafakasını çıkarmak için 24 saat düşünmek zorunda bulunan vatandaş çoğunluğu,
yurt sorunları ile meşgul olup, emperyaliste karşı cephe alacak durumda
değildir. Bütün gücünü toplayıp emperyaliste karşı koymaya çalışanları, düşünemez
hale gelmiş olan, cahil çoğunluğa bir hain gibi gösterip onu etkisiz hale
getirmeye çalışan emperyalistler ile onların Türkiye’deki ortakları bu ortamda
belirli bir başarı sağlayarak amaçlarına yaklaşıyorlar. Beslenme alanında
yürütülen bilinçli biyolojik uygulamalar maalesef diğer uygulamalar için
elverişli bir ortam yaratmış bulunuyor. Tabii sömürgeciler bununla yetinmemekte
ve besin üzerinden gücü yitirilen vatandaşlarımız ve toplum üzerinde diğer
sosyal ve biyolojik projeleri de uygulamaktadırlar. Bunlardan bazıları bundan
sonraki bölümlerde açıklanmıştır.
Savaşın ve üretimin sürdürülmesi için bilindiği gibi dört temel unsura
ihtiyaç vardır. Bunlar elde bulundurulur ve yeterli bir şekilde kullanılacak
olursa o zaman hem silâhla yürütülen klasik savaş ve hem de çağımızın savaşı
olarak niteleyebileceğimiz soğuk harpte, başarı sağlamak ve güçlü bir toplum
olarak varlığı ve kaynakları koruyabilmek mümkün olmaktadır. Bu temel
unsurları öncelik sırasına göre şöylece açıklayabiliriz.
(1)
— İnsan (Savaşta asker, üretimde işçi)
(2)
— Para yahut sermaye
(3)
— Ham madde
(4)
—Makine yahut savaş araçları
Bir toplum, insanlarının sağlığı, fizik ve entellektüel seviyeleri ile
eğitim olanağı bakımından yetersiz, para bakımından fakir, ham madde
kaynaklarından mahrum, makine veya savaş aracını imal ve kullanma bakımından
sınırlı bir ortamda ise, bu toplumun hem bilinen usullerle savaş alanlarında ve
hem de ekonomik savaşın karışık metodlarını uygulamak suretiyle ekonomik
sahada mağlûp, hattâ yok edilmesi zor bir iş değildir. Bütün bunlar arasında
insan en önemli savaş ve üretim unsuru olarak nitelenmektedir. Çünkü maddi
gücünden başka, inançlarım ve manevi değerlerini de ortaya koyarak savaşan
veya üreten insan bazen diğer unsurların yetersiz olduğu bir ortamda da başarı
sağlayabilmektedir. Buna bir örnek olarak Türk toplumunun zengin, iyi
silahlanmış ve güçlü toplumlara karşı vermiş olduğu Kurtuluş Savaşını
gösterebiliriz. İnsan çalışınca savaşta olduğu gibi, ekonomik çatışmada da
başarıya ulaşabilmektedir. Japonlar çalışkan bir millet olarak bunun
örneklerini vermiş bulunuyorlar. Sermaye, ham madde ve makine savaşın
kazanılmasında, ekonominin güçlendirilmesinde şüphesiz önemli roller oynarlar.
Fakat emperyalistler sömürdükleri ülkelerde kredi oyunları ile sermaye
meselelerini çözümlemekte bazı çıkar guruplarına tavizler vermek suretiyle ham
madde kaynaklarını ele geçirebilmektedirler. Kurmuş oldukları dev endüstriler
ve teknolojik inkişaf sömürgecilere makine üstünlüğünü zaten sağlamıştır.
Bundan dolayı onların en çok üzerinde durdukları hem yalın savaş ve hem de
ekonomik savaş bakımından önemli olan insan unsurudur.
Emperyalistlerin insan üzerinde önemle durmalarını gerektiren daha başka
sebepler de vardır. Genel olarak sömüren ülkelerde insanların üretimde tükettikleri
güç miktarı, makine gücüne nazaran çok azdır. Buna karşılık sömürülen geri
ülkelerde insangücü ve kolgücü, makine gücünden çok daha fazla kullanılır.
Bu ülkelerin savaş kabiliyetini ve üretim olanağını kontrol altına
alabilmek için inşam kontrol altında bulundurmak ekseriya yeterli olur.
Kanada ve Fransa gibi sömürgeci ülkelerde endüstri üretimini daha çok
makine gücü etkilemektedir. Bundan dolayı bu ülkeler, savaş ve üretim olanaklarını
üstün bir düzeyde tutabilmek için daha çok makine gücünün kaynağı olan petrol
ve diğer yakıtlarla ilgilenme durumundadırlar. Çok az insangücü kullanmalarına
rağmen çalışanların yakıtı olarak kabul edebileceğimiz besin ve beslenme
sorununu en iyi şekilde çözümlemiş olan sömürgeci ülkelerde petrol meselesi en
önemli sorun haline gelmiştir.
Buna karşılık
üretimde kullanılan tüm gücün % 64.7’sinin beşeri kaynaklardan sağlandığı Bulgaristan,
% 68.8’inin kol gücüne dayalı olduğu bilinen Hindistan ile Kızıl Çin, her
şeyden çok insan gücünün kaynağını teşkil eden besin ve beslenme sorunlarına
eğilme durumundadırlar. Çünkü bu ülkelerde insanlar miktar ve kalite bakımından
yetersiz beslenecek yahut aç kalacak olurlarsa, Kanada ile Fransa’nın makinelerine
yakıt sağlayamadığı zaman ortaya çıkması beklenen problemler zuhur edecek ve
hem üretim hem de savaş kabiliyeti ehemmiyetli bir nisbete göre düşecektir.
İşte bundan dolayıdır ki, emperyalistler kendi aralarındaki savaşı sürdürme
bakımından petrol kaynaklarını ve geri kalmış ülkelerin üretim ve savaşma
gücünü de uzaktan kontrol için besin kaynaklarını ele geçirmek isterler. Petrol
üretim bölgelerinde, ileri ülkelerin birbiri ile giriştikleri mücadele
kamuoyunun malumudur. Türkiye de bu ülkelerden biri olduğu için, bir süre önce
memleketimiz de petrol savaşma ve çeşitli oyunlara sahne olmuş ve bu
münasebetle halk pek çok şey öğrenmiştir.
ASLINDA BİZ TÜRKLER İÇİN BESİN MESELESİ PETROL MESELESİNDEN ÇOK DAHA
ÖNEMLİDİR. Elimizde güvenilir rakamlar olmamasına rağmen üretimin daha çok insan
gücüne ve hayvan gücüne dayalı olarak yapıldığım iyi bildiğimiz Türkiye’de
koşullar Bulgaristan, Hindistan veya Çin gibi olabilir. Millî endüstrimiz henüz
emperyalistlerin çıkarına hizmet eden bir montaj ve tüketim endüstrisi şeklinde
gelişmekte olduğundan, makine çoğunlukla yabancı ülkelerden ithal edilip, yedek
parça sıkıntısı çekildiğinden, Türkiye’de makine gücünün, kolgücüne nazaran
daha çok kullanıldığını iddia edemeyiz. Türk işçisi çok zaman eli ve kolu ile
çalışarak üretim yapar ve bu üretimi yapabilmek için muhtaç olduğu enerjiyi de
besinlerden sağlar. Aslında güneşten Dünyamıza akan enerjinin bitki yaprağında
cereyan eden özümleme (fotosentez) olayı ile tesbiti sonu, gıda maddelerinde
biriken bu enerji insan uzviyetinde, insan gücüne çevrilmekte ve şekil
değiştirmektedir. Bu yönü ile insan ile makine arasında temel prensipler
bakımından önemli farklar yok gibidir. Yalın savaş, insan ve makine gücü ile
yürütülmekte, üretimde de bu iki güç kaynağı maliyeti ve prodüktiviteyi
etkileyen önemli roller oynamaktadır. Bundan dolayı hem savaşta ve hem de
ekonomik savaşta üstünlüğü sağlamak ve başarıyı elde tutabilmek için bu iki
güç kaynağına hâkim olmak yetecektir.
Nitekim emperyalistler bunu başarmış bulunuyorlar. Bize tahıl ve yağ gibi
üretim artıklarını ucuza satarak, yurt içi üretimi baltalamak ve kendi yağımızla
kavrulma olanağım ortadan kaldırmak isteyen Birleşik Amerika bu amacı
gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Petrollerimize el koyarak, bunları kontrol altına alması da hem mekanize
olmuş diğer sömürgeci ülkeler ve hem de Türkiye’nin endüstrileşip
bağımsızlığını kazanması ihtimaline karşı mücadele halindedir. Bir taraftan
uzmanları ile Tarım Bakanlığına ve Enerji, Tabiî Kaynaklar Bakanlığına sızarak,
tarım ve enerji üretim politikamıza çıkarlarına uyarlı bir kalıp vermeye
çalışması da bu nedene bağlıdır. Türkiye’deki bazı olaylar ve uygulamalar bu
açıdan değerlendirilecek olursa mesele daha iyi anlaşılabilecektir.
Bundan birkaç yıl önce Kıbrıs üzerinde uçan jetlerimiz, bir süre sonra
yakıt ikmâl imkânları olmadığı için yere inmek zorunda kalmışlardır. İlerde gireceğimiz
bir yalın savaşta, tankların, taşıtların hareket halinde bulunmaları geniş
çapta gene yakıt ikmalinin gereği gibi yapılmasına bağlı kalacaktır. Tıpkı
bunun gibi besin maddelerini ayarlamak, kısıtlamak ve bollaştırmak suretiyle
Türkiye’nin hem savaşta ve hem de üretimde başarı derecesini uzaktan ayarlamak
mümkün olabilecektir. Sömürgeciler bu korkunç usulleri yalnız Türkiye’de
değil, istismar ettikleri daha pek çok geri kalmış ülkede uygulamaktadırlar.
İsrail Arap savaşının sonuçları bu iki önemli etkeni göreve sokmak ve başka
projelerle de desteklemek suretiyle gerçekleştirilmiştir. İnsan ve makine
gücünün kaynaklarını ellerine geçirdikten başka, sermaye ve ham madde
kaynaklarına da hâkim olan emperyalistler, sömürdükleri ülkenin insanlarını,
viteslerini kontrol altında bulundurdukları küçük ve gülünç makineler haline
getirmiş bulunuyorlar. Üretimi ve savaş sonuçlarını etkileyen fizik güç
kaynaklarını böylece uzaktan kontrol eden sömürgeciler, entellektüel güç
kaynaklarını da bazı biyo-sosyal uygulamalarla hâkimiyetleri altına almış ve
hattâ kendi hizmetlerine sokmuşlardır. Biyolojik, pedegojik ve sosyolojik
bulguları birlikte hizmete sokarak gerçekleştirilen entellektüel sömürgecilik,
başka deyimle kültür emperyalizmi, bugün Türkiye’nin kaynaklarını da insafsızca
sömürmek için kullanılmakta ve uygulanmaktadır.
Sömürgeciler sömürdükleri ülke insanının uyanmasını, kaynakları ile
güçlerine sahip çıkmalarım arzu etmezler. Bunun neden dolayı böyle olduğunu anlamak
zor değildir. Entelektüel yönleri ile uyanmış ve değer kazanmış kişilerin
azınlıkta ve cahillerin çoğunlukta olduğu bir toplumu kandırmak ve azınlıkta
olan entelektüellere çıkar sağlayarak ve taviz vererek kendi insanlarından
koparıp sömürgeci ile işbirliği halinde çalıştırmak mümkün olabilmektedir.
Yeni sömürgecilik Dünyanın birçok ülkesinde saltanatını bu yoldan sürdürmekte
ve işbirliği halinde çalıştığı kompradorlarla, masum insanları insan
haysiyetine pek yakışmayan bir yaşama düzeyine itekleyerek, kaynaklarını
sömürmektedir.
Bu düzenin değiştirilmeden sürdürülmesi için çoğunluğun cahil ve eğitilenin
de sömürgeciden yana olması şarttır. Böyle bir düzen kurulabildiği takdirde
silâh kullanmadan ve yalın savaşın çetin mücadelesini sürdürmeye lüzum
kalmadan bir ülkeye dost gibi girmek ve bu ülkenin insanlarını kıyasıya sömürürken,
kanını akıtmadan öldürmek, köklerini kazımak kabildir.
Eğitim kalıplandığı takdirde yokluk, açlık ve sefalet içinde yaşayan
çoğunluk kendilerini mutlu ve barış içinde yaşadıkları için talihli kişiler
olarak farzeder, hattâ canlarına kasdedenleri dost ve kurtarıcı olarak
selamlamayı da ihmal etmezler. Bu çoğunluk afyon yerine barış ve yardım vaitleri, görülmemiş kalkınma,
nurlu ufuklar masalları ile uyutulur. Entellektüeller faşist baskılarla
susturulduğu için cahil çoğunluğun gerçeği görüp kendilerine gelmelerine imkân
bırakılmaz. Emperyalistler bu ortamda soğuk savaşın icaplarına uyarlı olarak
hazırladıkları hunharca projeleri rahat bir şekilde uygulama imkânı bulur ve
bütün bunları barışı korumak için yaptıklarını savunarak çoğunluğu
inandırırlar. Kendilerini engellemeye çalışan bütün aydınlar, barışı bozma
suçu ile suçlandırılır ve hattâ cezalandırılırlar. Direnme güçlendiği zaman
ise Vietnam’da olduğu gibi yalın savaşa geçilerek direnenler ateşli silâhlarla
yok edilmeye çalışılırlar. Sömürülen ülkede yaşamanın tek şartı, sömürülmeye
razı olmak ve barış içinde bulunduğuna yürekten inanmaktır.
Bu ortamda emperyalistler toplum bünyesinde en çetin savaşların bile
yapamayacağı tahribatı yapar; insanları, kaynakları alabildiğine sömürürler.
Bütün bunlar diğer sömürgecilik projeleri ile de desteklenmektedir.
Kültür emperyalizminin temel uygulamaları biyolojik alanda cereyan eder.
İnsan zekâsının ve entellektüel gücün gelişmesine elverişli olmayan bir biyolojik
ortam hazırlamak için sömürülen ülkenin insanı ana rahmine düştüğü günden
itibaren bu yönü tahribe çalışılır.
Bilimsel bulgular yavrunun ana rahminde, ana kanından sağladığı besin
maddeleri ile beslendiğini ve ananın beslenmesi miktar ve kalite bakımından yeterli
olmazsa doğacak yavrunun fizik ve entellektüel yönü ile zayıf bir kişi olarak
doğacağım göstermiş bulunmaktadır.
Bu yoldan ünlü yazar Aldous Huxley’in ‘Yeni Dünya’ isimli kitabında
uzun uzadıya tarifini yaptığı, yaşantısından memnun ve daha ana rahminde iken
entellektüel gücü kısıtlanmış, sömürgeciler hesabına çalışmakta sakınca
görmeyecek sürüler yetiştirmek mümkün olabilir.
Zengin kaynakları olan ve sömürülmesi plânlanmış bir ülkenin sahipsiz
topraklar haline getirilmesi, ya da bu topraklar üzerinde yaşayan insanların
kendi dertleri ile uğraşmaktan toplumsal sorunlarla ilgilenemeyecekleri bir
ortamın yaratılması gayretleri yeni kuşaklar ana rahminde iken başlattırılır. Nitekim
çoğunluğu tahıldan ibaret ve biyolojik değeri yüksek hayvansal proteinden
yoksun gıdalarla beslenen annelerden ekseriya bu isteğe uyarlı yavrular doğmaktadır.
Sömürgeciler bu yavrulara Dünyaya geldikten sonra da anaları gibi
beslenecekleri bir düzen hazırlarlar. Halk bol tahılla beslenmeye ya
alıştırılır yahut ta mecbur edilir. Hayvancılık ile balıkçılık dolaylı
yollardan baltalanır. Rahim dışı gelişme çağının başında ve bilhassa sütten
kesildikten sonra, hayvan sütleri, yumurta ve diğer hayvansal protein kaynaklarını
bol bol kullanması gereken yavrular pirinç, nişasta ve terkip itibariyle bunlara
benzeyen boş kalori kaynakları ile beslenmeye mecbur bırakılırlar. İşte bu
ortam çocuğun fizik kişiliği gibi, entellektüel kişiliğinin de gelişmesine
elverişili değildir ve böyle bir ortamda okul öncesini tamamlamış olan çocuk,
ilkokul sıralarına geldiği zaman da, ondan yeterli şekilde yararlanmak mümkün
olmaz. Bu çocuklar arasında geri zekâlı tiplere daha çok rastlanır.
Zeki olanların birçoğu fizik yapılarının yetersizliği dolayısıyla eğitimin
gerektirdiği canlılığı gösteremez ve sağlık gerekçeleri ile ayıklanırlar.
Biyolojik ortamı bozarak eğitimi güçleştirme veya verimsiz hale getirme
operasyonlarına geri kalmış ülkelerde çeşitli projeler halinde rastlıyoruz. Bu
çalışmaların sonuçları gerçekten sömürgeci için yararlı ve sömürülen toplum için
ise çok zararlı olmaktadır.
Güney Amerika’nın sömürülen topluluklarında, Afrika ve Orta Doğu’da, Uzak
Doğu memleketlerinde sömürgecilerin yeni kuşakların yakasına daha ana rahmine
düşmeden yapıştıklarını ve bunları eğitim olanağından bazı biyolojik ve sosyal
uygulamalarla ölecekleri güne kadar uzak tutmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Doğum kontrol hapları ile gebeliği önleyici araç ve gereçler, sömürülen
ülkede yeni kuşaklara musallat edilen ilk biyolojik silâhtır.
Bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için değişik çağlardaki uygulamaların
sırasıyla tanıtılması daha uygun olacaktır.
(1)
— Sömürgeci doğanın bir tepkisi olarak
ortaya çıkan hızlı artıştan korkmaktadır. Geri ülkedeki nüfus artışı zaman
içinde sömürgecinin baş edemeyeceği bir insan kalabalığı ile mücadeleyi
gerektireceğinden, emperyalistler nüfus artışını önlemek için, düzenledikleri
bir sıra yalanla geri ülke yöneticilerini kandırır ve onlara artış yavaşlarsa
ekonomik kalkınmalarını daha kolay tamamlayacaklarını telkin ederler.
Bunu sağlayabildikleri takdirde geri ülkeye gebeliği önlemek için lüzumlu
araç ve gereçlerin tümünü parasız verir ve bazı çıkar guruplarını da yemlemeye
başlarlar. Uygulamayı makul ve bilimsel göstermek için lüks otellerde
seminerler düzenlenir ve bu seminerlerde kendi ilim adamları ile onlara
yakınlığı ile tanınmış kişilere propaganda niteliği taşıyan konuşmalar
yaptırılır. İşçi sınıfları, fakir halk tabakaları, helezonlar ve haplarla
kısırlaştırılır.
Bu uygulamalar toplumun üretim gücü ve kolgücü varlığını törpülemekle kalmaz,
entellektüel güç ile eğitim çalışmaları da aksatılmış olur.
(2) — Doğum kontrol hapları ile kadınların rahmine yerleştirilmiş
helezonlardan kurtulup, nasılsa ana rahmine düşmüş olan yavrular da ananın kötü
beslenme koşulları dolayısıyle gereği gibi gelişmezler. Çoğu rahim içi
devreyi tamamlayamaz, eksik, kusurlu, hastalıklı ve hattâ ölü doğarlar.
Ekonomik nedenlerle hayatta olan yavrularını besleyemeyen anneler, bazen
çocuklarını düşürmek için olmadık çarelere başvurur ve bu esnada kendi hayatlarını
da kaybederler. Sömürüle, sömürüle kendi insanlarının beslenme olanağını da
yitirmiş olan ülkede sağlam doğanların yaşama ve gelişme şansı kısıtlanmıştır.
Afrika’da çok yaygın olan bir çocuk hastalığı Kwashiorker, proteinden yoksun
yavruları kasar kavurur. Binler milyonlar bu yüzden ölürler. Ayni hastalığı
başka bir isimle ve yaygın olarak Güney Amerika’da, Uzak Doğu’da Orta Doğu’da,
tüm sömürülen ülkelerde görüyoruz.
Örneğin sömüren ülkelerde doğan 1000 çocuktan 25-30 kadarı ilk yılda öldükleri
halde, sömürülen ülkelerde bu miktar 200’e kadar yükselmektedir. Türkiye’de
ise 165 civarındadır. Memleketimizin bazı yoksun bölgelerinde hayatının ilk
yılında gözünü Dünyaya kapayan çocuk sayısının 200’ü aştığını görüyoruz.
(3) — Okul öncesi çağ dediğimiz çağda çocuklar kızamık, difteri, kabakulak,
ishal, tüberküloz ve iyi beslenemeyen yavrularda görülen her çeşit öldürücü
hastalığın saldırısına maruz kalırlar. Bundan dolayı ilkokul çağına
ulaşabilenler, doğanların yaklaşık olarak yarısıdır. Sömürgeci bunu gizli
elleri ile gayet iyi ayarlar ve görüntüyü korumak için de bazı yetersiz
müdahalelerle yardım ediyor görünür. Gerekirse bu ülkeye sağlık ekipleri
yollar. Fakat bu ekipler bir sıra propaganda çalışması yapıp bazı resimler
çektikten sonra ülkelerinin yolunu tutarlar. (Sahte grip aşıları- domuz gribi)
(4) — ilkokul, orta öğrenim ve yükseköğrenim çağları aynı şekilde yokluk ve
hastalıklarla doludur. Pek çok çocuk, eğitimini sürdürmek için aç karnına
okula gitmeye mecbur durumdadır, ilkokul çağındaki çocukların beyinlerini
yıkamak ve onları daha küçük yaşta sömürgeciye minnettar bırakmak için,
emperyalistler bazı yiyecek yardımları da plânlar ve kendi ülkelerinde
kullanılmayan üretim artığı düşük vasıflı yiyeceklerle bu çocukları beslerler.
Bu uygulamalar on yıldır Türkiyemiz’de de yapılmış ve son günlerde, özellikle Ege
bölgesinde yavan süttozundan zehirlenme olayları arttığı için sağlık bakanlığı
tarafından durdurulmuştur. Bu koşullar altında lise ikmal edildiğinde,
sömürülen ülkenin eğitim ürünleri hem sayıca azalmış ve hem de kaliteleri ve
bilimsel nitelikleri itibariyle emperyalistlerin okumuşlarından çok geride
kalmış bulunurlar. (Geçen sene süt dağıtımını hatırlayın.)
Eğitim ve öğretim koşullan ne derece mükemmel olursa olsun, biyolojik
yapılan itibariyle eğitime elverişli olmayan bu insanlar arasında koşullara
direnip sivrilen ve her nasılsa üstün bir nitelik kazananlar da daha sonra
para vaadi ile kandırılarak, sömürgeci ülkenin ekonomisine hizmet eden kişiler
haline getirilecek ve kendi toplumlarından kopartacaklardır. Durumu daha iyi
anlayabilmek için sömüren iki ülke ile sömürülen iki ülkede doğan 1000 çocuğun
liseyi ikmal edene kadar sayıca geçirdikleri değişiklikleri tetkik edelim.
Fransa’da aynı yıl doğan 1000 çocuktan 220’si, Birleşik Amerika’da 487’si,
buna karşılık sömürülen Hindistanda 23’ü ve Filipinlerde ise 28’i liseyi ikmal
edebilmektedir. Sonucun böylesine dengesiz olmasında sömürgecilerin sömürdükleri
ülkede uyguladıkları projelerin ve bilhassa bunların biyolojik ve sosyal temele
dayalı olanlarının önemli bir payı vardır. Yükseköğrenim çağında da hem yaşama
koşulları ve hem de öğrenim olanağından uzak tutulan genç kuşaklar yeni bir
kırıma uğrarlar. Bunlar arasında tüberküloz ile çeşitli intani ve organik
hastalıklar geniş tahribat yapar ve sonuç ekseriya elem verici olur.
Biyolojik ortamın başka deyimle beslenme, yaşama koşullarının kötü oluşu
nihayet ortalama ömrü etkiler. Genellikle sömüren ülkelerde (70) yılın üzerinde
olan ortalama ömür geri ülkelerde (33) yıla kadar düşmektedir. Bundan dolayı
eğitimini tamamlayan bir aydın, toplumuna yararlı olmak için yeter zaman
bulamaz.
Sömüren ülkenin çocuğu ile sömürülen ülkenin mutsuz kuşakları arasında
eğitimini tamamlama bakımından şans farkları vardır. Biyolojik ve Sosyal
ortamda sürdürülen çok ayrıntılı savaşçı çalışmalar ile geri ülkenin genç
kuşakları daha ana rahmine düşmeden ölümle karşı karşıya getirilir ve daha
sonra da gizli açlığın eline teslim edilirler. Bir sömürgeci ve
NEOEMPERYALİZMIN başarılı uygulayıcısı olarak tanımlanan Birleşik Amerikada
doğan 1000 çocuktan ortalama 487 si liseyi ikmal edebildiği halde, sömürülen
Hindistan’da bu sayı 23’e kadar düşmektedir.
Bizim yaptığımız kaba hesaplamalara göre Türkiye’de doğan 1000 çocuktan
lll’i liseyi ikmal edebilmektedir. Oysa ki bu rakam biyolojik ve sosyal
ortamdan başka eğitim koşullarının da sömürülen ülkelerin gücü ile iyice
düzeltildiği sömürgeci Amerika’da 487’ye kadar yükseliyor. Ayrıca bu 111 kişiden
yüksekokulu ikmal edebilenlerin kabiliyetleri olanları seçilecek ve çeşitli
yollardan aktarmaya tabi tutularak Amerikan teknolojisinin emrine
sokulacaktır. Bu acıklı sonuç sömürülen Türkiye’yi çok çetin şartlar altına
sokarken, emperyalist toplumun teknolojik gücünü artırır.
Örneğin biyolojik ortamın elverişli olduğu Birleşik Amerika’da, yaratılan
koşullar bir insanın ortalama olarak 70 yıl yaşamasına elverişlidir. Bu süre
daha eski bir sömürgeci olarak tanımlanan İngiltere’de 71 yıldır. Birleşik
Amerika veya İngiltere’de yükseköğrenimini tamamlamak için 24 yıl tüketici
olarak okula gidecek olan bir insan topluma ve kendisini yetiştiren aileye
karşı olan borcunu ödemek için 46-47 yıllık bir zamana sahiptir. Bu süre
ekseriya borcun ödenmesi ve topluma yeni değerler kazandırılması için
yeterlidir. Oysaki Hindistan’da yükseköğrenim için 24 yıl tüketici olarak
yaşayan bir insan, ortalama ömür 32 yıl civarında olduğundan topluma olan borçlarını
ödeyebilmek için 8 yıllık bir zamana sahiptir. Bu süre okul acemiliğinin
giderilmesi ve üretime yönelebilme için bile yeterli olamadığından Hint aydınları
topluma borçlu olarak ölür ve yurt ekonomisine hemen hiç bir katkı yapamazlar.
Bundan dolayı sömürülen ülkelerde eğitim hiç bir zaman toplum yararına sonuç
vermez ve sömürülen ülkenin uyanması gecikir. Kaldı ki sömürgeci daha sonra
uygulayacağı bazı sosyal ve ekonomik projelerle sömürdüğü ülkenin başarılı
aydınlarının bir kısmını kendi ülkesine aktarma imkânını da bulacak ve geri ülkedeki
harcamalarla yetiştirilmiş olan bu teknisyeni kendi teknolojisinin hizmetine
sokabilecektir.
İngilterede doğan bir insan sosyal ve biyolojik koşulların elverişli
olması dolayısıyle (71) yıl yaşama şansına sahiptir. Buna karşılık Hindistan’da
doğan bir insan ancak (32) yıl yaşayacaktır. Bu iki ülkede de yükseköğrenimi
tamamlamak için eşit ve aşağı yukarı (24) yıllık bir sürenin okulda tüketici
olarak harcanması gerekir. Bir İngiliz (24) yıl okuduktan son mensup olduğu
topluma (47) yıl üretici olarak hizmet edecek ve kendi için harcanan paranın
ötesinde para kazandıracaktır. Hindistan’da aynı süre tüketici olarak okula giden
bir Hint aydınının topluma hizmet için yalnız sekiz yılı vardır. Bu sekiz yıl
içinde aydın kendine yapılan (24) yıllık masrafı topluma ve aileye ödeyecek ve
fırsat bulursa da kazandıracaktır.
Nikbin
(İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören çevrelere göre) Türkiye’de ortalama ömür
süresi (54) ve gerçekçi çevrelere göre ise (33) yıldır. Biz, (33) rakamını daha
uyarlı buluyoruz. Çünkü doğan 1000 çocuktan 165’inin daha bir yaşım bitirmeden
öldüğü bir ülkede ortalama ömür (54) yıl olamaz, Türkiye’de yüksek okulu
bitirmek için (24) yıl tüketici olarak okula giden vatandaşların, ülkemize üretici
olarak hizmet edebilmek için bir hesaba göre (9), bir hesaba göre de (30)
yıllık bir zaman vardır. Bu süre aile ve topluma borçlanılan parayı ödemek için
elbette yeterli değildir. Ortalama ömür uzun olduğu için Üniversiteyi bitirdikten
sonra toplumuna (46) yıl hizmet etme olanağı olan Birleşik Amerika
teknisyenleri kendi güçleri ile yetinmemekte ve bizden de teknisyen
çalmaktadırlar.
Hindistan ile İngiltere arasındaki bu durum son günlerde sıkı ilişkiler
kurduğumuz Birleşik Amerika ile Türkiye arasında da aynen görülmektedir. Ortalama
ömrün 70 yıl civarında bulunduğu Birleşik Amerika’da yükseköğrenimini
tamamlayanlar Amerika’ya 46 yıl hizmet edeceklerdir. Bu süre içinde ana rahmine
düştüğü günden itibaren uyarlı bir biyolojik ortamda yaşamış olan kişi, nazari
bilgi bakımından yeterli olduğu için tecrübe kazanacak ve etkinliğini her gün
biraz daha artıracaktır. Türkiye’de ise ortalama ömür bazı nikbin çevrelere
göre 54 ve gerçekçi çevrelere göre ise 33 yıldan ibarettir.
Hayatın 24 yıllık bir devresini eğitim dolayısıyla tüketici olarak harcayan
Türk aydını, topluma borcunu ödeyebilmek için bir ihtimale göre, 9 yıl, bir ihtimale
göre de 30 yıllık bir zamana sahiptir. Bu süre içinde aydın yetiştirilmesi için
harcanmış olan yüzbinlerce lirayı çok zaman üretemez ve Hintli aydın gibi
topluma borçlu ölür.
Birleşik Amerika bu farklı sonuca rağmen, pek çok Türk teknisyenini
Türkiye’de yetiştikten sonra kendi ülkesine aktarmakta ve işin bilincine
varmamış olan Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu da yabancı
teknolojilerin emrinde görev almış olan bu kimselere ödül vermektedir.
Hal böyle olunca ne suretle sömürüldüğümüz ve eğitim çalışmalarının neden
dolayı başarıya ulaşamadığı daha iyi anlaşılmaktadır, işte bundan dolayı içinde
bulunduğumuz koşullan barış olarak nitelemeğe imkân yoktur. İnsanları ana
rahmine düştükleri günden itibaren yakasından yakalayıp, bazı biyolojik, sosyal
ve ekonomik oyunlarla saf dışı bırakmak ve hatta öldürmek savaşın ta
kendisidir. Bu savaş ekseriya sömürgecinin insanlık dışı zaferler kazanması
ile son bulmakta ve bu zaferlerin devamı için de savaştan söz edilmesi
istenilmemektedir.
Sömürgeci, beslenme ve yaşama koşullarını bozarak, geri ülkeyi etle değil
tahılla besleyerek ulaşılan bu noktada durmamakta ve çalışmalarım sosyal
düzende geliştirmektedir. Eğitim metodları, uzmanları, barış gönüllülerini
sömürülen ülkeye sokarak sürdürülen şaşırtmacalar, eğitime elverişli olmayan
ve üretici nitelik taşımayan bir ortamın yaratılması sonucu etkiler. Bundan
dolayı geri ülke ile ileri ülke arasında teknisyen oranı dikkati çekecek
şekilde farklılaşmıştır. Bugünkü ekonomik savaşta bir ülkenin teknisyen sayısı
bakımından diğerinden üstün oluşu, klasik savaşta asker ve subay sayısı ile
savaş araçlarının üstün oluşu ile yaratılan koşulların yaratılmasına yardımcı
olmakta ve sömürgeci bunu baskı aracı olarak kullanmak suretiyle sömürü
düzenini daha geliştirmektedir.
Çalışan nüfus içindeki teknisyen sayısı bakımından A.B.D. ile Türkiye ve
İngiltere ile Hindistan mukayese edilecek olursa gerçek daha iyi anlaşılabilecektir.
Birleşik Amerika’da çalışan 1000 insandan 34’ü teknisyendir. Bu rakam
İngiltere’de 20, Türkiye’de 5, Hindistan’da 4 kişiden ibaret bulunur. Sömürülen
ülke insanını doğum kontrol hapları ile ana rahmine düşmeden yok etmek,
doğanları gizli açlığın pençesine terkederek öldürmek ve bundan da kurtulanları
sosyal operasyonlarla etkisiz hale getirmek, yetişenleri kandırıp yurtlarından
koparmak suretiyle gerçekleştirilen bu başarı Dünyanın en korkunç savaşının
sonuçları olarak kabul edilmelidir. Türkiye, Birleşik Amerika’ya ve Hindistan
da İngiltere ve diğer sömürgeci toplumlara bu koşullar altında bile bilim
adamı ihraç eder. Bu suretle ortaya çıkan gedikleri kapamak için gerçekte
ekonomik savaşın birer casusu olduğu iyi bilinen yabancı uzmanlar celbedilir ve
önemli yerlerde görevler alırlar.
Birleşik Amerika’da çalışmakta olan 1000 insandan 34’ü teknisyendir.
Bunların 10’u lise ve üniversite öğretim üyesi, 7’si doktor, eczacı, dişçi,
veteriner, 17’si de mühendis veya bilgin olarak vazife görürler. Türkiye ise
bunca çabadan sonra çalışan 1000 kişiden 5’inin teknisyen olduğu bir ortam
yarat maya muvaffak olmuş bulunuyor. İki ülke arasındaki dostça ilişkilerin bir
sonucu olarak, Türkiye Birleşik Amerika’ya hekim, üniversite öğretim üyesi,
mühendis ihraç etmekte ve Amerikan teknolojisinin emrinde görev almış olan bu
kişiler TÜRKİYE BİLİMSEL VE TEKNİK ARAŞTIRMA KURUMU tarafından bilim ödülleri
ile mükâfatlandırılmaktadırlar. Bu suretle teknisyen bakımından sıkıntıya
düşen ülkemizin teknisyen ihtiyacı Amerika’dan getirilen yüksek ücretli
uzmanlarla sağlanır.
Eski bir sömürgeci olarak bilinen İngiltere, yıllarca sömürdüğü ve
kaynaklarını istismar ettiği Hindistan’ın yer altı ve yer üstü servetlerinden
başka entellektüel gücünü de sömürmekte sakınca görmemiştir. İngiltere’de
çalışan 1000 kişiden 20 kişi teknisyen ve bunların 7 si, lise ve üniversite
öğretim üyesi, 3’ü doktor, eczacı, dişçi yahut veteriner, 10 u da mühendis
yahut bilgindir. Böyle olmasına rağmen çalışan 1000 kişiden 4 kişinin teknisyen
olduğu Hindistan İngiltere ve diğer sömürgeci toplumlara teknisyen ihraç eder.
Bu düzen sömüren düzenin teknolojik alanda güç kazanmasını ve sömürülenlerin
de büsbütün güçten düşmelerini hazırlamaktadır.
İşte barışı koruma gerekçesi ve kalkınmayı destekleme vaadi ile Vietnam’a,
Hindistan’a, Türkiye’ye giren sömürgecilerin yarattıkları ortam böyle bir
ortamdır ve onlar sömürdükleri toplumun bu ortamı barış olarak nitelemesini ve
kendilerini mutlu farzetmelerini pek arzu ederler.
Savaşın ta kendisi ve sömürme düzeninin en canlı örneği olan bugünkü
ilişkiler bütün yönleri ile barışın da, cennet gibi bir hayâl ve insanları
uyutmak için uydurulmuş bir slogan olduğunu göstermektedir. Geri ülke halkı
aralarına dost olarak karışan ve onlara insancıl gayelerle yardım etmeyi
vadedenlerin gerçek bir savaşçı ve sömürgeci olduklarını çok zaman fark
edememektedirler.
Bugün eğitim alanında gedikler açmak ve Türkiye’nin uyanmasını geciktirmek
için girişilen tertipler tabii bunlardan ibaret değildir. Daha çok kamuoyunun
bilgisine sunulmamış yönleri ile açıklanmaya çalışılan kültür emperyalizminin,
biyolojik alandaki hunharca uygulamalarım destekleme amacı ile daha pek çok
proje yürütülmektedir. Bunlardan bazıları bir hatırlatmada bulunmuş olmak için
aşağıda kısaca açıklanmıştır.
(1) — Sömürgeciler, uyanmasını arzulamadıkları ülke de ata et, ite ot
prensibini yerleştirmeye çalışırlar. Bundan dolayı hiç bir uzman kendi
uzmanlık alanında çalışma olanağı bulamaz. Makine mühendisleri, kütüphane
memurluklarına ve banka memurları da Üniversite rektörlüklerine atanır ve bu
makamlarda tutunurlar.
(2) — Besin ve beslenme gibi biyolojik uygulamaları denetleyici hizmetler,
bu işten hiç anlamayan kişilere ve örneğin bir aritmetik öğretmenine tevdi
olunur. İş böyle olunca geri kalmış ülkeye, ileri ülkelerde kullanılması
mümkün olmayan bayat yiyecekleri satmak mümkün olacak ve bu toplumun
uyuşturulması için boş kalori kaynakları tüketime hâkim duruma getirilecektir. Bu
sağlanınca yeni kuşaklar afyonlanmış olarak gelişmesini tamamlayamayacaktır.
(3) — Ülkenin öz evlâtları hizmetten uzaklaştırılınca, yabancı uzmanlar
düzeye hâkim olurlar. Plânlama dairesinin baş müşavirinden, bakanlıkların
müşavirlerine kadar hepsi yabancı kişiler olduklan için ülke eğitimi gerçekçi
olmaktan ziyade teorik bir temele oturtulur ve insanlar havanda su döverek
diploma sahibi olmaya alıştırılırlar.
(4) — Sömürülen ülkenin inanç, örf ve âdetleri bilinen metodlarla
yozlaştırılır. Din toplumu parçalamak ve kardeşi kardeşe düşman etmek için
bir araç olarak kullanıldıktan başka, eğer kuralları elverişli ise bir uyutma
aracı olarak kullanılır.
(5) — Öğretmen, öğrenci ilişkileri bozulur ve öğretmenler ile öğrenciler
çıkar gurupları halinde bölünürler. Çatışmaktan öğrenmek için zaman
kalmaz ve eğitim güçleştirilir.
(6) — Ahlâk kuralları bozulur. Değer ölçüleri değiştirilir. Özel okullar
ve benzeri kuruluşlar aracılığı ile diploma para karşılığı temin edilebilecek
değersiz bir kâğıt parçası haline getirilir.
(7) — Öğrenim çağında olan kimselerin genç olmasından yararlanarak seks
meseleleri kamçılanır. Diskotekler ve benzeri ahlâk bozucu kuruluşlar el
altından geliştirilir. Moda cereyanları kuvvetlendirilir ve gençleri
yiyeceklerinden çok giyecekleri ile ilgilenen kişiler haline getirirler.
Yozlaştırıcı moda cereyanları, sinemalar, dergiler ve sömürülen ülkeye sızdırılmış
olan kişiler ve guruplarla etkin hale getirilirler. Zaman zaman ve özellikle
millî günlerimizde, İzmir, İstanbul limanlarımıza yanaşıp, etekleri çok kısaltılmış
genç İngiliz kızlarının yozlaştırıcı cereyanları güçlendirmek ve millî şuuru
zayıflatmak için bir araç gibi kullanıldıklarım ve bunların plânlı aynı zamanda
maksatlı davranışlar olduğunu burada hatırlatmak yerinde olacaktır.
(8) — Sportif çalışmalar ve özellikle bunların ferdî olmaktan çok guruplar
şeklinde uygulanan çeşitleri teşvik edilir. Sporcular bir eşya gibi
kulüpler arasında satışa çıkarılırlar. Böyle bir ortamda birçok genç insan
okumaktan vazgeçip, iyi ve satış fiyatı yüksek bir sporcu olmak için çaba sarf
eder. Bunlar daha sonra isteklerinin kurbanı olur ve eğitim dışı kalırlar.
(İletişim konusu bugünlerde ilkokul ikinci sınıf derslerinde okutuluyor.)
Bu müsabakalar toplumu parçalamak ve hattâ iki komşu şehir halkının bir
birini taş ve sopa kullanarak öldürmesine müsait bir ortam yaratmak için yararlı
olmaktadır.
(9) — Milli kumar müessesesi el altından desteklenir. İnsanlar
çalışarak ve öğrenerek değil, millî piyangolar ile at yarışlarında ve
totolardan zengin olacaklarına inanır hale getirilirler. (Toto-Loto….)
(10) —Ülke radyolarına ve gazetelerine sızılır, yabancı şivesi ile söylenen
şarkılar beğenilen şarkılar haline getirilir. Radyo temsillerinde yabancı
kültürlerin ve inançların propagandası yapılır. (Yabancı şarkıcılar ne kadar
çok geliyor ülkemize)
(11)
—Üniversite çağındaki çocukları
futbol sahalarına çekmek için stadyumlar inşa edilir. Buna karşılık
gençlerin karınlarım gereğince doyurabilecekleri üniversite kafeteryaları,
kütüphaneler alabildiğine ihmale uğrarlar. (Arenalar kampanyası)
(12)
—Yabancı dilde öğretim yapan Üniversiteler
kurulur. Ana dilde öğretim yapmasına rağmen genel tutumu itibariyle memleketçi
olmayan kuruluşlar yardımlar ile personeline daha çok ücret sağlayan kuruluşlar
haline getirilirler. Bu kuruluşlar Millî üniversitelerin öğretim personelini
yozlaştırır ve kendi çatısı altına toplayarak etkisiz hale getirir.
(13)
—Dernekler, kadın kulüpleri ve benzeri kuruluşlara sızmak
suretiyle yozlaştırma çabaları genç kuşaklardan sonra yetişkinleri de etkisi
altına alır.
Saymakla bitmeyecek kadar çok olan yan çalışmalar, bu kitapta önemle
üzerinde durulan biyolojik baltalamalar kadar önemlidirler. Fakat bunların pek
çoğu geçen süre içinde kamuoyunun malumu haline geldiğinden ve uyanan Türk
halkı artık bunları iyi tanıdığı için biz bu konulara ayrıntılı bir şekilde değinmek
istemiyoruz. Her biri bir kitaba konu teşkil edecek kadar ayrıntılı olan bu yan
çalışmalar yetkili kimseler tarafından teker teker incelenmeli ve bizim de
bilmediğimiz pek çok gerçek su yüzüne çıkarılmalıdır.
Önceki bölümlerde yer yer değinilmiş olmasına rağmen, Türkiye’nin bugünkü
durumunun kültür emperyalizmi açısından ayrıca incelenmesinde faydalar vardır.
Son 10-15 yıl içinde toplumumuz üzerinde barışı koruma ve Türkiye’yi
kalkındırma gerekçesi ile uygulanmakta olan emperyalist projeler, Atatürk
Türkiye’sini bu yönüyle bir bunalıma sürüklemiş bulunuyor.
Kendi insanlarını tanıdığı kadar, emperyalistleri de iyi tanıyan büyük
Atatürk, uzağı görüp ülkeyi Türk gençliğine emanet etmiş olmasaydı, muhakkak ki
sömürgecilerin yoğun çalışmaları daha da etkili olabilecekti. Fakat Cumhuriyeti
ve Türk istiklâlini gençliğe emanet ederken, bu değerlerin ne şekilde
korunacağını da açıklamayı ihmal etmemiş olan kurtarıcı, ölümünden sonra çok
değişen koşullar içinde bile genç kuşaklara ışık tutabilmektedir.
Deha düzeyine ulaşmış bir seziş ve bilinçle, bugünkü koşulları önceden
görebilmiş olan bu büyük insan, Türkün bileğini savaş meydanlarında erkekçe
bükemeyen sömürgecilerin, zamanı gelince yurdumuzu başka bir usulle istilaya
kalkacaklarını ve hattâ Türkiye’de de taraftar bulacaklarını tahmin etmiş ve
buna karşı hazırlanmıştı. Bütün büyük insanlar gibi ‘Barış’a gönül bağlamış
olmasına rağmen gerçek barışın sağlanamayacağını biliyor ve emperyalizmin
korkunç ihtirasının sınır tanımayacağını da anlamış bulunuyordu. ‘Yurtta
Barış, Cihanda Barış’ dediği zaman bile güçlü olmak gerektiğini ve gerçek
barışın kuvvetler dengesi ortamında gerçekleştirileceğini genç kuşaklara
hatırlatmış ve öğretmiş olmanın rahatlığı içinde aramızdan ayrılan bu büyük insan,
sömürgecilerin bilinçli saldırılarından toplumunu inandığı anlamda
kurtaramamıştır. Onu izleyen yöneticilerin bilgi ve sezgi sınırlarını aşan bilinçli
operasyonlar Türkiye’de millî eğitimi sarsan bir başarıya ulaşmış
bulunuyor. Türk toplumunun en güç koşullar altında bile kendini toplayıp,
akılcı bir davranışla silkinip tehlikelerden kurtulma yeteneği olmasa,
geleceğimizden ümidi kesmemiz ve olaylara teslim olmamız gerekir. Türk milleti
gibi, şanlı bir tarihi, köklü bir kültürü, sarsılmaz inançları olmayan türedi
toplumlar, bugün Türkiye’ye uygulanan baskının etkisi altında kolayca eriyip
yok edilebilirler. Fakat Türkiye emperyalistlerin baskılarına bütün noktalarda
direnmekte ve bu hali ile onları da şaşırtmaktadır. Türkiye’ci aydınlar ile
halktan yana güçler 1960 uyanışını gerçekleştirmiş ve bu tarihten sonra hazırlanan
ortamda gerçeği görmek ve geniş halk tabakalarına mal etmek kolaylaşmıştır.
Yürürlükte olan Anayasanın sağladığı haklar ve Anayasa kuruluşlarının koruyucu
kanatları altında Türk toplumu kendine ışık tutan aydınların işaret ettikleri
yönde olumlu gelişmeler kaydetmiş bulunuyor. Sömürgecilerin kültür alanında
gerçekleştirmeye çalıştıkları çöküntüyü geciktiren ve hattâ imkânsızlaştıran
bu uyanış, tıpkı kurtuluş savaşında olduğu gibi ‘Hasta Adam’ olarak
nitelenen tarihî bir toplumun, toplumsal tepkisinin başlangıcı olacaktır.
İkinci Dünya savaşına girmemiş olmanın getirdiği rehavet içinde ve barış
ortamında yaşıyorum zannetmiş olmamız dolayısıyla kaybettiğimiz maddi ve manevi
değerler, yeniden topluma mal edilecek ve sömürgeciler kapımızı üçüncü defa
çalmaya mecbur kaldıkları zaman başka metodlarla çalışmaya mecbur
kalacaklardır. Yaşantılarını masum toplumların kaynaklarını insafsızca
sömürmeye ve onların yeraltı ve yerüstü kaynaklarından başka kol ve kafa gücünü
de kendi hizmetlerinde, hizmete sokmaya pek alışmış bulunan emperyalistler, bu
uyanışın ortaya çıkaracağı gerçeklerle yüz yüze geldikleri zaman çok sarsılacaklardır.
Çünkü yalnız Türkiye’de değil, bugüne kadar uyutulan ve sömürülen üçüncü
Dünya’da da geciktirilmesi her gün biraz daha güçleşen hızlı bir uyanış vardır.
Mazlum ve istismar edilen toplumlara, silahlı çatışma ile özgürlüğe
kavuşmanın ilk ve en güçlü örneğini vermiş olan Türk toplumu, bugün yeni
sömürgeciliğin kirli metodları ile kanları emilmekte olan milyonlarca insana
yeni örnekler vermenin hazırlığı içindedir. Barış vaitleri ile avutulma ve
savaş korkusuyla korkutulma siyaseti etkisini her gün biraz daha kaybediyor.
İnsanları çıkar sağlayarak kendi toplumuna ihanet edebilecekleri bir ortama
sürüklemek için harcanan paralar muhtemelen boşa gidecek ve satılmış kişiler
dahi kendi toplumuna dönme lüzumu duyacaklardır. Çok iyi plânlanmış olmasına
rağmen, doğaya ve ahlâka aykırı bir temele oturtulmuş bulunan yeni
sömürgecilik, Dünya’nın her tarafında etkisini kaybetmekte ve uygulamaların
sahipleri sevilmeyen toplumlar haline gelmiş elmanın ezikliğini
duymaktadırlar. Sevişmek için yaratılmış bir Dünyayı, savaşın aralıksız
sürdürüldüğü bir cehennem haline getirdikten sonra bu cehennemde cennet hayatı
yaşamaya çabalayanlar artık yalnızdırlar ve sevilmiyorlar. Sevgisiz
yaşamanın ekmeksiz yaşamaktan çok daha kötü olduğu sömürgeciler tarafından
ergeç anlaşılacak ve onlar da ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ile
bütün insanlara tanınmış olan hak sınırları içine çekilme lüzumunu
duyacaklardır.
Emperyalistlerin çıkarlarına uyarlı, fakat doğaya aykırı uygulamaları
sömürülen toplumlarda biyolojik bir tepki yaratmıştır. Beslenme ve yaşama koşulları
kıyasıya bozulmuş ve bu yoldan sağlıkları tehlikeye sokularak yaşama süreleri
kısaltılmış olan geri ülke insanları her an ölüm ile karşı karşıya bulundukları
için, içgüdülerine uyarak cinsel faaliyetini artırmakta, neslin korunmasına
yönelmiş olan bu reaksiyon bu ülkelerde nüfusun hızla artmasına sebep
olmaktadır.
Sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerin insanlarının hem sayı ve hem de
kalite itibariyle onların çok gerisinde bulunmalarını arzu ederler. Kaliteyi
bozayım derken ortaya çıkan bu sayı üstünlüğü emperyalistleri kızdırmakta ve
hattâ korkutmaktadır. Doğa ile çatışmak ve doğayı yenmek ekseriya zor bir iş
olmasına rağmen, nüfus artışının da üstesinde gelebileceklerini ümit eden yeni
sömürgeciler, gebeliği önleyici araç ve gereçler kullanmak suretiyle bu artışı
önleyebileceklerini zan ve tahmin etmektedirler. Olay derinliğine
incelenince bunun hiç bir surette mümkün olamayacağı ve bu arada henüz uyanmamış
ve doğum kontrol çalışmalarının gerçek nedenini anlayamamış toplumların da bu
uygulamalarda bazı zararlar görecekleri anlaşılmaktadır.
Aslında bütün canlıların dikkati çeken iki güçlü içgüdüsü vardır. İnsanlar
kadar, hayvanlarda da fertlerin :
(1)
— Nefsini korumak
(2)
— Neslini korumak
için olağanüstü bir
çaba sarf ettikleri ve hattâ tüm yaşantılarını bu iki hususun
gerçekleştirilmesine bağladıkları görülür. İnsanlar nefislerini korumak için
çalışır, beslenir, giyinir, barınır, ısınır, dinlenir ve eğlenirler. Ferdin
hayatını tehlikeye sokan, yahut ta nefsini koruması için gerekli ihtiyaçlarını
karşılama bakımından kısıtlayan olaylar karşısında gösterdiği şiddetli tepki,
bu içgüdünün yönettiği vazgeçilmez bir reaksiyondur. Tıpkı bunun gibi, insanlar
hayvanlar ve bitkiler ile mikroorganizmalar ölüm kapılarını çalmadan önce
yavru yapar ve bu yoldan nesillerini korumaya çalışırlar. İnsanlar ile
hayvanlar belirli bir çağa ulaştıkları zaman cinsiyetlerinin icaplarına uyarak
karşı cinsiyetin temsilcisi ile birleşir ve yavru yaparlar. Bitkiler ayni
şekilde tohumlarlar mikroorganizmalar da çeşitli yollardan çoğalırlar. İnsanın
evlenmesi ve aile teşkil ederek bazı külfetleri üzerine alıp benimsemesi,
çocuklarını sevmesi hep bu içgüdünün yönettiği ve topluma şekil veren sosyal
gelişmelerdir. Toplumlar yavrularının inançları ve dünya görüşleri ile başka
toplumların etkisi ve baskısı altında kalıp sömürülmeden mutlu bir hayat yaşamaları
için hükümetler kurar, ordular teşkil ederler. Bugünkü uygar topluluklar ve
hayli karışık Devlet ve Hükümet mekanizmasının gerçekleştirmeye çalıştıkları
amaç, neslin devamını sağlayacak tedbirleri gereğince almaktır. İlkel
hayvanlar da ayni amaçla örgütlenir ve akılları ile olmasa bile içgüdüleri ile
nesillerinin sürdürülmesini sağlamaya çalışırlar.
Ne yazık ki bu noktada pek de mutlu olmayan bir çelişme vardır. Bazı
topluluklar, kendi nesillerinin yaşama olanağını sağlamak için, başka
toplulukların köklerini kazımak ve onları yoketmek ihtiyacı duymaktadırlar.
Bu zıt eğilime doğada birçok münasebetle rastlıyoruz. Kedi ile fare
arasındaki doğal zıtlık, şüphesiz insan toplulukları arasında da bulunacaktır.
Bunun en iyi örneklerinden birini medenî Amerika vermiş bulunuyor. Renk farkı
bu ülkede önemli bir mesele olmuş ve zenciler ile beyazlar arasındaki anlamsız
mücadele çağımıza kadar sürmüştür. Tıpkı bunun gibi, daha büyük ve daha küçük
topluluklar arasında doğal bazı zıtlıklar veya çıkar çatışmaları vardır. Küfler
yaşadıkları ortamda mikropların gelişmesini önlemek için, bazı özel maddeler
ifraz etmektedirler. Biz bu maddelerden biri olan «Pencillin» den bugün
tıpta yararlanıyoruz.
İşte mikroplar, böcekler, balıklar, hayvanlar arasında görülen bu zıddiyet
aynen insanlar ve toplulukları arasında da vardır, ikisi de ayni türden olmasına
rağmen kurtla köpek arasında sürdürülen mücadele nesillerini sürdürme olanağı
bakımından, insanlar arasında da aynen sürdürülüyor. Hele XX nci asrın
materyalist ortamı içinde çıkarları karşılaşanlar, bu mücadeleyi çok daha çetin
bir şekilde yapmakta ve istemedikleri insan topluluklarım dünyadan kaldırmak
için bilinen ve bilinmeyen bütün çarelere başvurmaktadırlar. Eskiden bu
mücadele ateşli silâhlarla ve savaşlarla sürdürülüyordu. Bugün ise emperyalistler
çok daha etkili yeni vasıtalar bulduklarına inanmaktadırlar. Gebeliği önleyici
uygulamalar ile bir toplumun kökünü kazımanın daha kolay olacağı inancı
sömürgeci topluluklarda pek yaygındır. Konuyu iyi anlayabilmek için
emperyalistlerin davranışını zaman içinde izlemek daha uygun olacaktır.
Bir toplumun kendi genç kuşaklarına yaşama olanağı hazırlamak için başka
toplumları ortadan kaldırma maksadıyla çağın icaplarına uygun savaşlara
giriştiğini hep biliriz. Bu savaşlar önce diş dişe, tırnak tırnağa, daha sonra
taştan yapılmış kesici ve vurucu araçlaıla, kılıç, ok, top, tüfek, zehirli
gazlar, hattâ atom bombası ile devam ettirilmiştir. Bütün bu mücadele sonunda
ortaya çıkan gerçek şudur. Bir toplum klâsik savaş metodları ile tüm olarak yok
edilemez. Muzaffer toplumlar bir süre sonra güçten düşerler ve yok etmeye
çalıştıkları toplulukların tutsağı olurlar. Savaşlarda belirli bir kuşağın
öldürülmesi ve böylece törpülenmesi toplum üzerine çok zaman bir ağacın
budanması gibi uyarıcı etkiler yapmakta ve yok edilmek istenilen toplum bazen
daha güçlü kuşaklarla ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı toplumların savaş
meydanlarında ateşli silâhlarla yok edilemeyeceğini iyi anlamış olan
emperyalistler, şu günlerde savaşı ana rahmine nakletmiş ve istemedikleri
toplulukları doğum kontrol hapları ile ortadan kaldırıp kaldıramayacaklarını
denemeye başlamış bulunuyorlar.
Bu düşüncenin hayvanlar üzerindeki uygulamalarından olumlu sonuçlar
alınmıştır. Amerika’nın bazı tarım bölgelerinde tarımsal ürünlere zarar veren
çakalları tüfekle, zehir kullanarak ve hattâ helikopterlerle yok etmeye
çalışan Amerikalılar, üreme mevsimlerinde çakalların bulunduğu sahaya doğum
kontrol haplarının etkin maddesi olan sentetik hormonları ihtiva eden yem
maddeleri atarak, bunların çoğalmalarını başarılı bir şekilde önlemiş bulunuyorlar.
New York’u istilâ etmiş olan farelerin, aynı metodla kısırlaştırılarak yok
edilmesi düşünülmektedir. Bu proje basma yansımış bulunuyor. Bazı zararlı böcekler,
atom ışınları ile erkekleri kısırlaştırılarak bir nesil sonra üreyemez hale
getirilmekte ve bu suretle ortadan kaldırılmaktadırlar. Kısacası
emperyalistler, savaşı savaş meydanlarından ana rahmine nakletmekle asırlardır
ulaşamadıkları bir amaca bu yoldan ulaşacaklarına iyice inanmış bulunuyorlar.
Ancak bütün ümitler bu projeye bağlanmış değildir. Bir taraftan da sömürülen
toplumları bir pazar gibi kullanmak ve onların kol gücü ile entellektüel
güçlerinden mümkün mertebe yararlanmak eğilimi vardır.
Bilinçlenmiş ve uyarılmamış toplumların yeraltı ve yerüstü kaynaklan
sömürülürken, bunların güçsüz, hastalıklı ve tehlikesiz bir topluluk olarak
var olması da emperyalist için lüzumludur. Bu maksatla beslenme koşullan
tahıla göre ayarlanır, güç kaynakları kontrol altında tutulur ve eğitim
çalışmaları baltalanır. İnsanlar, varlıkla yokluk, açlıklı tokluk arasında
sınırlı bir hayat yaşamaya mahkûm edilirler. Bu duruma getirilmiş olan ülkeler
iyi bir pazar ve politik alanda da sadık bir müttefik olarak kullanılabilecektir.
İşte bütün bu art niyetlerle emperyalistler, bu kitapta tanıtılmaya çalışılan
çeşitli uygulamalarla ortaya çıkarlar. Bunların biyolojik ve sosyal temele
dayalı olanları şöylece sıralanabilir:
1.
Sömürülen toplumu
arzulanan ortamda tutabilmek için afyon gibi uyuşturucu maddeler araç olarak
kullanılabilir.
2.
Benzer amaçlarla
boş kalori kaynağı olarak bilinen yiyecekler, pirinç, buğday, mısır ve yağ
sömürülen ülkede en çok tüketilen yiyecekler haline getirilir.
3.
Hayvansal protein
kaynaklarının tüketimi kısıtlanır.
4.
Eğitim çalışmaları
baltalanır.
5.
Endüstrileşme ve
kendi kendine yeterlilik geciktirilir.
6.
Hastalıklar yaygın
bir hale getirilerek ilâç endüstrisine pazar hazırlanır.
7.
Ahlâk çeşitli
yollardan bozulur.
Askerî ve ekonomik operasyonlarla da desteklenen bu kabil çalışmaların en
korkunç olanı muhakkak ki gene de «Doğum Kontrolü» dur. Çünkü bu yoldan
insanın en tabiî hakkı olan, yaşantısına anlam kazandıran çocuk yapma hakkı
kısıtlanmakta ve insanın yaradılışında mevcut olan iki içgüdüden biri
sınırlandırılmaktadır.
Dinler kadar, aklıselim ve ahlâk kurallarının da benimsemediği bu uygulama
doğaya aykırı olduğu için, kâinatın ahengini düzenleyen faktörler harekete
geçerek bazı tepkilere sebep olurlar. Bu tepki aslında hem bitkisel ve hem de
hayvansal yiyeceklerle dengeli bir şekilde beslenmesi gereken insanlar, çoğunluğu
tahıldan ibaret bir beslenme düzeni içinde yaşamaya mecbur bırakılınca, çok
aşikâr bir duruma gelmektedir.
Daha önce de açıklandığı gibi, insan bütün yaşantısını nefsini ve neslini
korumaya dayamıştır. Bir insanın nefsi tehlikeye girdiği veya sokulduğu zaman,
doğa bu gelişmeye bir tepki ile cevap vermekte ve o kimsenin seksüel faaliyeti
dikkati çekecek şekilde artmaktadır. Bu tepkinin en iyi örneği olarak,
firengi ve tüberküloz gibi müzmin ve kemirici hastalıklara tutulanların aşırı
bir cinsel faaliyet göstermelerini ele alabiliriz. Bu kimseler ölüme iyice
yaklaşmış bulundukları için, nefislerini koruma güçleri azalınca, nesillerini
koruma amacıyla seksüel faaliyetlerini artırmaktadırlar. Bu davranış akıl
ve düşünce yoluyla varılmış bir karara bağlı değildir. Başka deyimle, şahıs,
mademki ben ölüyorum, neslimi sürdürmem için yavru yapmam, dolayısıyla cinsel
faaliyetimi artırmam gerekir diye düşünmez. Davranış, içgüdülerin ürünü olarak
ortaya çıkar. Düşünme niteliğinden tamamen yoksun yaratıklar olan
bitkilerin bile fert olarak tehlikeye girdikleri zaman, nesli korumak için
cinsel faaliyetlerini artırdıklarını ve tohum miktarım yükselttiklerini
görüyoruz.
Hatta Anadolu köylüsü nedenini bilmeden bunun uygulamasını yapar. Boya
kalkan ve sıhhatli tanelerden ibaret olan buğday, köylü tarafından tarlaya
hayvan sokularak çiğnetilir ve hayvana yedirilir. Aslında boya kalkmış olan
buğday bitkisi, sıhhatli bir bitki olduğu için, neslini sürdürme amacı ile
makul miktarda ve iyi kaliteli tohum yapacaktır.
Fakat Türkiye’de buğday kilo ile pazara arz edildiğinden ve kalite önemli
olmadığı için, köylü kalitesiz de olsa çok miktarda buğday almak ister. Bunun
için sağlıklı bitkiyi hayvana çiğnetir. Örselenen ve hayatı tehlikeye giren
bitki ise, tıpkı aç bırakılan ve verem hastalığına tutulan insan gibi seksüel
faaliyetini artırmak suretiyle neslin devamına yönelecek ve çok tohum
yapacaktır.
İşte aynı mekanizma ile etten, sütten, yumurta ve balıktan mahrum
bırakılarak yalnız ekmek, pirinç ve mısırla beslenmeye mahkûm edilen
topluluklarda aynı sebeple nüfusun hızla arttığını görüyoruz.
Sömürgeciler bu ülkelerde entellektüel gelişmeleri engelleme ve toplumu
uyuşturma, ayni zamanda üretim artıkları için pazar hazırlama maksadı ile
insanlara bol tahıl ve yağ yedirip hayvansal protein kaynaklarını
baltalarlarken, bu defa hoşlarına gitmeyen başka bir olayla karşılaşmakta ve
nüfus artışı onları korkutmaktadır. Çünkü yeteri kadar protein almadıkları
için hastalıklara direnme gücünü yitirmiş olan bu insanlar, nefislerinden ümidi
kestiklerinden, nesillerini sürdürme amacı ile cinsel faaliyetlerini artırır
ve çok çocuk yaparlar.
Dikkat edilecek olursa bu izah tarzım doğrulayan pek çok örnek
bulunabilecektir.
•
Türkiye’de nüfus büyük şehirlerin mutlu
merkezlerinde değil, gecekondularda ve köylerde daha hızlı artmaktadır.
•
Dünya çapında, düşünüldüğü zaman nüfus
artışının hızlı olduğu Türkiye, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerin sömürgeciler
tarafından emperyalist amaçlarla tahılla beslenmeye mahkûm edilmiş ülkeler oldukları
görülecektir. Buna karşılık bol et, süt, yumurta ve balık yiyen Amerika,
Kanada, İngiltere ve hattâ Fransa’da nüfus artışından bir şikâyet yoktur.
Nitekim halk da bilimsel nedenlerini iyice bilmeden bu gerçeği anlamıştır.
Bir İspanyol ata sözüne göre, «Zenginin sofrası, fakirin yatağı zengin
olur.» Halk, kendiliğinden beslenme şekli ile çocuk sayısı arasında bir
ilişki kurmuş ve bunu dile getirmiştir.
Türkçemizde de başka
bir deyim, ayni anlama gelir. Kısaca ifade edilmek istenildiği takdirde, emperyalistlerin
masum toplumları aç bırakarak ve hasta ederek sürdürmeye çalıştıkları sömürme
düzeni, doğanın başka bir tepkisi ile toplumu koruyucu gelişmelere sebep
olmakta ve nüfus hızla artmaktadır.
İşte bu noktada emperyalistler bir çelişme ile karşı karşıya kalıyorlar.
Sömürülen toplumu geri bırakmak ve kalkınmasına engel olup kontrol altında
tutabilmek için bu toplumu tahılla beslemek, hastalıkları yaygın hale
getirmek, eğitimi baltalamak, hayvancılığın gelişmesine engel olmak gerekmekte
ve böyle yapılınca da nüfusun hızla arttığı görülmektedir.
Tanınmış Güney Amerikalı bilgin «Jouse de Castpo» İngiliz bilgini «Prof.
Fritzgerald» tarafından izah edilmiş olan bu biyolojik reaksiyon, tahılda
bulunan düşük kaliteli proteinlerin, cinsel hormonların nötralize edilmesi
için lüzumlu kükürtlü amino asitlerin kifayetsizliği ile de makul ve bilimsel
bir sonuca bağlanabiliyor. Fakat biz işin bu yönünün burada ayrıntıları ile
açıklanmasına lüzum görmüyoruz.
Bu durumda aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık misali bir güçlükle
karşı karşıya kalan emperyalistler, sömürdükleri ülke halkını tahıl ve yağ
gribi boş kalori kaynakları ile beslemekten bir türlü vazgeçememektedirler.
Çünkü bu uygulama entelleklüel gelişmeyi engelleme ve hastalıkları yaygın hale
getirerek, fertleri dolayısiyle toplumu güçten düşürme ve ilâç endüstrisine
pazar hazırlama bakımından çok yararlı olmaktadır.
Sömürülen ülkelerde nüfusun hızla artışı ise, sömürgecilerin gelecek
kuşakları için bir tehlike halinde büyümektedir. Geri topluluklardaki
ideolojik gelişmeler bakımından da tehlikeli olabilecek bu ortamın
yaratılmaması ve nüfus artışının önlenmesi gerekiyor. Bugün bile Dünya
nüfusunun büyük bir çoğunluğunu teşkil etmekte olan geri kalmış ülke halkının
böylece hızla çoğalması 2000 yılındaki tehlikeyi daha da artıracak ve
emperyalist düzen tehlikeye girecektir.
İşte bundan dolayı doğum kontrolü emperyalist için lüzumlu bir uygulama
haline geliyor. Milletleri bir taraftan tahıl yedirerek aptallaştırmak, bir taraftan da
gebeliği önleyici haplar yutturarak kısırlaştırmak bugün için en iyi çare gibi
görülmekte ve Türkiye’mizde de, doğum kontrol çalışmalarına bu amaçla
girişilmiş bulunmaktadır. Fakat sömürgeciler asıl amaçlarım gizli tutmakta ve
bizi kandırmak için doğum kontrolünü ekonomik ve medikal nedenlere
bağlamaktadırlar.
Emperyalistler, aslında kökünü kazımak istedikleri, nüfusunun hızlı artışı
dolayısıyla kendileri için bir tehlike haline gelmesinden korktukları
toplumlar, da fikirlerini kabul ettirebilmek için o ülke içindeki ortakları ile
birlikte şu gerekçeyi ileri sürer ve savunurlar:
1. Bu ülkeler halkı fakirdir. Dünyaya getirdiği
çocukları besleyememektedir. Bundan dolayı, kadınlar fennî olmayan bir takım
çarelere başvurarak çocuklarını düşürürler ve bu arada hayatlarını tehlikeye
atmış olurlar. Oysaki insan hayatı değerlidir. Bu annelerin bu tehlikeden
kurtarılması lâzımdır.
2. Zenginler ile okumuşlar hekime başvurarak,
istedikleri kadar çocuk yapmakta yahut ta korunmayı bilmektedirler. Fakir ve
cahil halk tabakaları bunu bilmedikleri için, lüzumundan fazla çocuk yaparlar.
Bu sosyal adalet ilkelerine uymaz. Fakirler de istedikleri kadar çocuk
yapmalıdırlar. Bunun için devlet ve hükümet, fakirlere çocuk yapmamaları için
yardım etmelidir.
3. Nüfus hızla artarsa, kalkınma gerçekleştirilemez.
Çünkü doğan çocuklar, ekmek yerler, barınak ve eğitim isterler. Bunlar masraflı
işlerdir. Doğan çocuk sayısı haplar ve helezonlarla kısıtlanacak olursa o zaman
bu masraflar yapılmaz, tasarruf edilir. Bu tasarruflar ile makine, silâh,
yakıt alınır. Kalkınma ve savunma gerçekleştirilir.
Bu iddialar saf ve bilgisiz kimseleri kandırmak için yeterli olmakta ve
geri ülke kanun yapıcıları doğum kontrol kanunlarını böylece meclislerden
geçirilmektedirler. Nitekim Türkiye’mizde de bu gerekçeler ortaya atılmış ve
kamuoyu bu suretle şaşırtılmıştır. Oysaki tedavi konularında sosyal adalet gereklerine uymayan hükümetlerin,
çocuk yapmama hususunda sosyal adaletçi olmaları, hastaların hastahane kapılarında
süründükleri ve ilâç satın alamadıkları bir toplumda, evlerine kadar gelen
ekipler tarafından işçi kadınlarının kısırlaştırılması başlı başına bir çelişmedir.
Kullanacak insan olmayınca, ne makinenin üretim ve ne de silâhın savunma için
yararlı olmayacağı ortadadır.
İNSANLAR DÜNYA’YA GELDİKLERİ ZAMAN YEMEK İÇİN BİR AĞIZ VE ÇALIŞMAK İÇİN İKİ
ELLE DOĞARLAR.
Bu eller hüner ve kafa da bilgi ile donatılacak olursa, o zaman yeni
kuşaklar kendilerinden başka gelecek kuşakları da doyuracak bir ortam
yaratabilirler. Fakat toplumun kökünü kazımak ve sömürü düzenini böylece
sürdürmek isteyenler tabiî işin bu yanına değinmezler. Bir Amerikan tarım
işçisinin kendisinden; başka 25 30 insanı doyurabildiğini tamamen unutarak,
gerekirse dinî sakıncaları da bertaraf etmek üzere lâyık bir ülkede yabancı
medreselerden fetvalar alarak amaçlarına yaklaşmak isterler. Bu arada yabancı
sömürgeci çevreler doğum kontrol çalışmaları için para, ilâç, araç ve gereç
verirler. Kulüpler, dernekler ve üniversitelerde bu iş için enstitüler kurulur.
Örneğin, halkın makine yağı ile karıştırılmış, zeytinyağı, eşek eti
karıştırılmış sucukla beslenmeye mahkûm edildiği Türkiye’de henüz bir Gıda
Kontrol Enstitüsü kurulamamış ve üniversiteler bu konuyu bir eğitim konusu
olarak benimsememiş olmalarına rağmen Rockfeller fonlarından yararlanarak Hacettepe
Üniversitesinde bir nüfus etüdleri enstitüsü kurulmuş ve bunun başına da doğum
kontrol kanununun çıkarılması sırasında Sağlık Bakanlığı müsteşarlığı ve bu
işin takipçiliğini yapmış olan kişi getirilmiştir. Ayni şahıs,
Müslümanları bu uygulamaların günah olmayacağına inandırmak için Mısır’ın El
Ezher medresesinden fetva almış ve fetvayı da yanlış tefsir etmişti.
Bugün hekimin uğramadığı gecekondu semtlerinde, köylerde ciplere
bindirilmiş doğum kontrol ekipleri kol gezmekte ve önüne gelene helezon
takarak, gebeliği önleyici hap dağıtarak insanları kısırlaştırmaktadır.
Gıda kontrol işlerine sırt çevirmiş bulunan Sağlık Bakanlığı halkın
sağlığı ile yakından ilgili bir hizmeti, Anayasanın (52) nci maddesi ve yürürlükte
olan kanunların serahatına rağmen yüzüstü bırakmış ve doğum kontrolü için bir
genel müdürlük tesis ederek bu işin peşine düşmüştür.
Bazı derneklerde belirli kimseler yüksek ücretlerle bu işin propagandasını
yapmakta ve lüks otellerde seminerler düzenleyerek emperyalist ülkelerin
kasıtlı bilim adamlarını konuştururken doğum kontrolüne karşı çıkanlara konuşma
fırsatı tanımamaktadırlar.
Köylere kadar gönderilen, nerede ve kim tarafından bastırıldığı belli
olmayan cin ve peri hikâyeleri ile donatılmış broşürler ile köylü aldatılmakta
ve savaş meydanlarında bileği bükülemeyen Türkiye bu yoldan göçertilmeye
çalışılmaktadır. Bir bakıma insanları kurşunla vurmakla, doğum kontrol hapı
kullanmak suretiyle ana rahmine düşmeden öldürmek arasında pek fark yoktur.
Emperyalistler ikinci usulün birincisine nazaran çok daha ucuz ve çok daha
etkili olduğunu hesaplamış ve bu korkunç uygulamayı sömürdükleri ülkelerde o
ülkenin kendi insanları tarafından çıkarılan kanunlarla yürürlüğe sokmuş
bulunuyorlar.
Fakat doğanın her yolsuz davranışı izale eden tepkileri ve geri ülkelerdeki
uyanış bu uygulamayı da etkisiz hale getirecektir. Nitekim Türkiye’de gençlik
ve işçi kuruluşları gibi aydın ve memleketçi örgütler bu emperyalist oyununun
asıl amacını anlamış ve buna yayınladıkları bildiriler ile karşı çıkmış bulunuyorlar.
Çağımız savaşının en etkili silâhlarından biri olan doğum kontrol hapları, Türk
toplumu üzerinde tamiri güç tahripler yapmadan, doğum kontrol uygulamalarının
durdurulması ve kadınlarımızın kısırlaştırılmasının önlenmesi gerekiyor. Çünkü
Türkiye için en önemli ve değer biçilmez yatırım, çocuktur. Atatürk’ün ülkeyi
ve cumhuriyeti genç kuşaklara emanet ettiğini ve genç kuşakların da görevlerini
gereği gibi yapma yolunda olduklarını iyi bilen sömürgeciler, geleceğin genç
kuşaklarını bugünden yok etmek için barış diye isimlendirdikleri bir düzen
içinde, yeni sömürgeciliğin en korkunç savaşını vermekte ve binlerce masum
yavruyu ana rahmine düşmeden yok etmektedirler.
Doğum kontrolcülerinin daha çok gecekondular ile köyleri hedef ittihaz
etmiş olmaları da manidardır. Bu suretle belirli bir sınıfı zaman içinde
zayıflatıp güçsüz düşürmek ve başka bir sınıfı hâkim kılmak amacı güttüğü
zehabım uyandıran bu kökü dışarda çalışmalar; sınıf farkı yaratılmasını
yasaklayan anayasa muvacehesinde, bir suç haline gelmektedir.
Biyolojik ve sosyal prensipleri insancıl amaçlarla kullanıp daha mutlu bir
dünya düzeni yaratacakları yerde, bunu tek taraflı çıkar projelerinin aracı haline
getiren ve amaçlarını saklayarak yalan söyleyen, halkı ve resmî makamları bu
yoldan kandıran sömürgeciler ile onların geri kalmış ülkelerdeki ortaklarının
suçları tabiî çok büyüktür. Zaman içinde bu uygulamaların asıl amaçları bütün
geri kalmış ülkeler tarafından anlaşılacak ve o zaman bu suçun cezasının ne
olabileceği düşünülecektir.
Bizim anlatmak istediğimiz, bize barış diye kabul ettirilmek istenen
bugünkü ortamın, en korkunç savaşlara sahne olduğu gerçeğidir. Bu yeni savaşta
insanlar şarapnel ile vurulmamakta ve kılıçla başı kesilerek kanı
akıtılmamaktadır. Fakat emperyalistler, gizli gizli sürdürülen savaşı kazanmak
ve çıkarlarını korumak için Hindistan, Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerde
binlerce yavrunun ana rahmine düşmeden yok edilmesi olanağım ele geçirmiş
bulunuyorlar.
Bu sessiz ve kansız savaş en korkunç ölçülere göre yürütülmekte ve yaşlı
kuşaklar, doğaya aykırı bir tutum içinde kendilerini takip edecek genç
kuşakları yok etmek için sömürgecilerle anlaşma halinde çalışmaktadırlar.
Mutlak barış mümkün olmakla beraber, fakir ve geri kalmış Türkiye’yi hiç
değilse Kurtuluş Savaşını izleyen günler ortamına ulaştırmak isteyen memleketçi
güçler bu uygulamaları dikkatle izlemeli ve değerlendirmelidirler. Bu
yapılmayacak olursa, bundan 30 40 yıl sonra dikensiz gül bahçesi ve ihtiyar ve
hasta insanlar ülkesi haline gelecek olan savunmasız Türkiye’yi bütün
varlıkları ile ele geçirmek ve daha geniş çapta sömürmek, sömürgeci için zor olmayacaktır.
Barışı özleyenler, bugünkü savaşın kurallarım tanımalı ve emperyalistlerin
gizli emellerini öğrenmelidirler.
Emperyalistlerin sessiz savaşı sürdürmek için giriştikleri operasyonlar
bundan önceki bölümlerde açıklananlardan ibaret değildir. Amaçlarına ulaşabilmek
ve yaradılış itibariyle bağdaşamadıkları toplumları zaman içinde zayıflatıp yok
ederek, olanaklarından yararlanmak için emperyalistler, aslında gayri ahlâki
ve gayrî İnsanî olan bütün çarelere başvururlar. Yalın savaşın yaptığı
tahribattan çok daha etkin bir tahribata sebep olan bu uygulamaları yürütürlerken,
zarar verdikleri topluma dost görünmekten, onlara yardım ediyormuşçasına
davranmaktan, barışı korumakta olduklarını iddia etmekten de geri durmazlar.
Sömürgecilerin, sömürmekte oldukları toplum içinde, kendileri ile işbirliği
halinde çalışan ve bu yoldan çıkar sağlıya zayıf iradeli ve kendi toplumuna
ihanet halinde bir örgütleri hemen daima mevcuttur. Sömürgecilik
terminolojisine «KOMPRADOR» olarak geçmiş, olan bu tip insanlar, kısa
süreli çıkarları için en kirli işlerde görev almakta ve emperyalistin ekonomik
savaş ordusunun casusları gibi vazife görmektedirler. Bu tiplere özel kesimde,
üniversitelerde ve hattâ sömürülen toplumun yönetici kadrolarında rastlamak
mümkündür. Bunlar çevrelerinde daima sömürgeciyi güçlendirici telkinler yapar
ve propagandasını sürdürürler. Esasen marginal bir yaşama düzenine iteklenmiş
ve tahıl ile beyni uyuşturulmuş, hastalıktan baş alamaz bir hale gelmiş olan
çoğunluğu kandırmak kolaydır. Bu kandırmacanın son bulduğu, uyanışın
başladığı noktada ise, sömürgeci, yönetim kadrolarına sızmış olan kompradorlar
eli ile toplumu uyandıranları lekelemeye, tehdit etmeye ve çeşitli yollardan
etkisiz hale getirmeye başlar.
Türkiye’mizde işin bu safhasına ait çeşitli örnekler bulmak mümkündür.
Başta aydınlar olmak üzere geniş halk tabakalarının artık iyi bildikleri bu
kabil çalışmalara, sözü uzatmamak için kitabımızda fazla yer ayırmıyoruz. Ancak
emperyalistin amaçlarını gerçekleştirmek için başvurabileceği diğer biyolojik
ve sosyal temele dayalı operasyonları kısaca da olsa bilmekte fayda vardır.
Bunlardan bazılarını kısaca şu şekilde sıralayabiliriz.
Sömürülen ülkelerin çoğunluğu ekonomileri zayıf kalmış tarım ülkeleridir.
Bunlar çok zaman bilimsel temelden mahrum bir tarım politikası uyarınca,
bölgede iyi yetişen bir veya birkaç tür ürün üzerinde çalışırlar. Bu ürünleri
ham madde olarak değerlendiren sömürgeci ülkeler, fiyat politikalarını,
ithalât ve ihracat rejimini kontrolleri altına alarak ve bilhassa o ülkenin
tarım politikasına yön veren yönetici örgütlerinde yetkili kişi olarak görev
almış olan kimselere çıkar sağlamak suretiyle, ülkenin tarım politikasını
kendi çıkarlarına uyarlı bir yörüngeye oturtabilmekte, bu da olmazsa dejenere
etmektedirler. Plânlama dairelerine, müşavir ve uzman ismi altında yerleştirilen
kimseler bu operasyonlarda etkili olmaktadırlar.
Genel olarak sömürülen ülkenin kendine yeterli olma olanağı iyice kısılır.
Toplumun temel ihtiyaç maddeleri ve bilhassa yiyecekler ile güç kaynaklan
emperyalistin kontrolü altına sokulurken, ülke mahsulünü yabana satmadığı
takdirde aç ve yoksul kalacağı bir ortama sürüklenir.
Bütün bu anlatılanlar, Türkiye’de parça parça sahneye konmuş oyunlar olduğu
için ve konu başka kitaplarımızda ayrıntılı olarak incelendiğinden biz meseleyi
burada tekrarlamak istemiyoruz. Fakat zeytinyağı, tütün, fındık, pamuk gibi
toprak ürünlerimizin üzerinde büyük oyunların oynanmakta olduğu hususunu
burada tekrarlamak lâzımdır.
Bundan 20 yıl önce bir buğday ihracatçısı olan Türkiye, bugün buğday ithal
etmeye mecbur ve bir yağ ülkesi olmasına rağmen, Amerika’dan yağ satın alarak
karnım doyurma durumunda ise bunu kendi kendine olmuş bitmiş bir hâdise olarak
niteleyenleyiz. Tütünde, fındıkta, pamukta karşı karşıya kaldığımız oyunlar ve hızla
gelişen montaj endüstrisinin, toprak ürünlerinden sağlanan geliri alıp
götürüşü, nihayet ağır tarım endüstrisinin Türkiye’de kurulamamış olması,
gıda ve tekstil endüstrilerine sızmalar ile bu iki kesimin millî ihtiyaçlara
uyarlı bir şekilde gelişmemiş olması, tarım politikamız üzerinde yabancıların
söz sahibi oluşlarındandır. Borç olarak alman paradan önemli bir kısmının
tüketim endüstrisi kesimine yatırılıp, tarımın bundan mahrum bırakılışı ve son
olarak Türkiyede Sonora 64 ve Bezastaya buğdayları üzerinden sürdürülmek
istenen kirli oyun tarımsal operasyonların canlı örnekleridir. (Şimdide Rus
Buğdayına aynı hikaye işleniyor.)
Tarım kesiminde yanlış ve yersiz gübreleme, zehirli tarım ilâçlarının
satışı ve kullanılışı suretiyle verimi düşürmek ve insanları bu yoldan
zehirlemek, emperyalistin hiç düşünmeden başvurabileceği kötü oyunlardır. Bu
suretle, sömürgeci hem kendi ülkesinde kullanmakta sakınca gördüğü zararlı
tarım ilâçları ile üretim fazlası gübreye pazar bulmuş olacak ve hem de karşısında
gördüğü toplumu bu yoldan zayıflatabilecektir.
Emperyalistler sömürdükleri ve çökertmek istedikleri ülkede hastalık
mikropları yaymak veya organik hastalıkların çoğaltılacağı bir ortam yaratmak
suretiyle hem ilâç endüstrilerine pazar hazırlar ve hem de önemli sayıda inşam
bu yoldan öldürebilirler. Mukavemeti kırmak için bu ülkelere verilen yiyecek ve
ihtiyaç maddelerinin özel olarak plânlanması ve hattâ bazı toksik maddelerle
karıştırılıp, müzmin zehirlenme ortamının yaratılması her zaman mümkündür.
Geri ülke kamuoyunda ve İdarî makamlarında itimat yaratıldıktan sonra ihtiyaç
maddesini parasız olarak veren veya ucuz fiyatla satan ülkeye duyulan
minnettarlık havasından yararlanarak, kontroldan uzak bir ortam yaratmak ve bu
ortamdan yararlanarak, kalitesiz, hattâ zararlı maddeler ihtiva eden yiyecekler
ile diğer ihtiyaç maddelerini geri ülkeye sokarak topluma zarar vermek
kabildir.
Son günlerde yalnız Ege bölgesinde ilkokul çağındaki çocuklarımızın ardı
ardına, CARE teşkilâtı tarafından verilmiş olan yavan süttozundan zehirlenmeleri
ve uyarmalar üzerine Sağlık Bakanlığının, beslenme çalışmalarını durdurmuş
olması bu açıdan değerlendirilebilir. Geri ülkelerin bu ihtimallere karşı çok
uyanık olmaları gerektiği halde, başta politikacılar olmak üzere, bu kabil
yardımları kabul etmekte ve kontrolsüz olarak yurda sokmakta suçu olanların
sömürgecinin yanında yer alıp, kendi hatasını örtmek için olayları kapama
eğilimi göstermesi emperyalistlerin çok işine yarayan bir gelişmedir.
Gereğince muayene edip, her yönü ile temiz ve sakıncasız olduğuna inanmadan
ülkelerine bir sucuk kangalını bile sokmayan emperyalistler, kurdukları özel
posta servisi ile hatta gümrük kapılarından, sömürülen ülkeye istediklerini
sokabilmekte ve bu yoldan istedikleri tahribatı yapmaktadırlar.
Vietnam’da ekinleri mahvetmek ve insanları hasta etmek için çeşitli çareler
düşünülmüş ve Amerikan Üniversitelerinde özel olarak mikrop hazırlanmıştır.
Dünya basınına da intikal eden bu çeşit teşebbüsler, sömürgecilerin amaçlarına
ulaşmak için neler yapabileceklerini açık ve seçik olarak göstermektedir.
Geri ülkeye satılan aşılar, ilâçlar ve diğer tıbbî maddeler esaslı şekilde
muayene edilmeli ve geri ülke emperyalistle olan ilişkilerini şüpheci bir davranış
içinde sürdürmelidir.
Barış gönüllüleri, turistler, yardım teşekküllerinin hattâ milletlerarası
organizasyonların temsilcileri daima gözaltında tutulmaları gereken
kişilerdir.
Bunlar ülke halkının eğilimlerini, güçlü ve zayıf oldukları yönleri
saptayarak, müstakbel projeler için bilgi toplayan ve zararsız görünen kişiler
olabilirler. Aslında bunların çoğunun bu kabil insanlar olduklarını kabul
etmek lâzımdır. Bunlara açılmak ve bildiklerini samimiyetle söylemek topluma
zarar vermek demektir.
Bu kişiler çok bilinçli davranışlarla ülke içinde ikilik yarattıktan başka
bir gurubu başka bir gurupla çatışma haline getirebilmektedirler. İşçi örgütlerine
sızan ve bu örgütlere bazı yardımlar ile maddî olanak sağlayarak tabandaki işçi
kitlesi ile temaslar kuranların maksatlı kişiler olduklarını kabul etmek
lâzımdır.
Radyo ve basın gibi yayın vasıtalarına sızma yolu buldukları takdirde
emperyalistler daha tehlikeli olabilmektedirler. Gazetelere sağlanan parasız
klişeler, kültür merkezlerinin ucuz veya parasız yayınları, filimler, plâklar,
bantlar hep belirli maksatların gerçekleştirilmesi için hazırlanmış etkili
araçlardır. Çocukların okudukları komik kitaplar ile kadınların izledikleri
moda dergileri maksatlı olabilirler.
Bunların doğrudan doğruya kontrol altına alınması demokratik anlayışa
aykırı düşüyorsa, toplumda bu şuuru ve şüpheyi yaratarak, toplumun dikkatli
davranacağı bir ortam yaratmak gerekir. Fakat sömürülen ülkeler bütün bunlara
ekseriya dikkat etmez ve bu ilgisizlik, bu alam emperyalistin müsait sonuçlar
alabildiği bir alan haline getirir.
Yabancı ülkelere öğrenim için gönderilen genç insanlarla diğer personelin,
gidişinde iyi seçilmesi ve dönüşünde de kontrolü gerekir. Bu insanlar çok zaman
yabancı ülkede kaldıkları süre içinde beyni yıkanarak, emperyalistin aracı
haline getirilmektedirler.
Bu örnekleri çoğaltmak ve emperyalistlerin soğuk savaş ortamında
sömürgeciliği geliştirmek için başvurdukları değişik metodların ayrıntılı bir
şekilde açıklamasını yapmak elbette mümkündür. Fakat biz bu kitapta barış ve
emperyalizm arasındaki ilişkiyi kısaca biyolojik ve sosyal açıdan inceleyerek
ülkemiz için önem taşıyan birkaç konuya değinmeyi amaç edindiğimiz için diğer
uygulamaları konu dışı bırakıyoruz.
Bütün bu açıklamalar bize barış denilen ve insanların cennet gibi
hayallerinde yaşattıkları kapsamın, pratikte mevcut olmadığını göstermektedir.
XX nci asrın ikinci yarısında barış içinde yaşadıklarını zan ve tahmin ederek,
kendilerini rehavete kaptıran toplumlar, emperyalistlerin geniş faaliyet
gösterdikleri ve güçlerince sömürdükleri toplumlardır. Doğadaki kuralları ve
fertler ile toplumlar arasındaki ilişkileri gerçekçi ve bilimsel açıdan
inceleme ve tanıma imkânı bulmuş olanlar, barışı sağlamanın mümkün olamayacağını
da anlamışlardır.
Savaş insan yaratıldığı günden bugüne kadar araçlarını ve stratejisini
değiştirerek, hiç aksamadan sürmüş veya sürdürülmüştür, insanın yaradılışındaki
özellikler, bunu kaçınılması imkânsız bir sonuç haline getirmiş bulunuyor. Bir Amerikalı bize
ne kadar sevimsiz ve anlamsız görünüyorsa, bir Hintli, bir Pakistanlı, bir
Kızılderili de Amerikalıya o kadar lüzumsuz görünmekte ve sevilmeyen
İngilizler Dünyanın başka insanlarını sevimsiz buldukları için burunları havada
gezmektedirler.
Kurtla, köpek, fareyle kedi arasındaki zıtlık, insanlar arasında da
vardır. Gelinle kaynana arasındaki bilinen anlaşmazlık bu zıt yaradılışın bir
aile içinde bile mevcut olabileceğine inanmak gerektiğini gösteriyor.
İnkâr edilemeyeceğine inandığımız bu gerçek, çıkarların ve inançların
karşı karşıya gelmesi ile daha da güçlenmiştir. Amerikalılar
Kızılderilileri nasıl temizledilerse, bugün de sarı derilileri, kara derilileri
ve inançları ile çıkarları kendilerine zıt düşenleri aynı şekilde temizlemek,
böylece Dünyayı bütün kaynakları ile ele geçirmek istiyorlar. Fakat bunu
eskiden olduğu gibi kalabalık topluluklarla göğüs göğüse savaşmak suretiyle
gerçekleştiremeyeceklerini iyi bildikleri için, burada kısmen açıklanan etkili
usulleri kullanmaya başlamışlardır. İnsanlar çıkarlarına dokundukları ve
onları rahatsız ettikleri için, sinekleri, böcekleri, fareleri de yok etmek ve
Dünyadan kaldırmak istiyorlar. İnsanla kıyas edildikleri zaman çok güçsüz
oldukları kolayca görülen bu küçük yaratıklar, akıldan mahrum oldukları halde
yok edilememişlerdir. Çünkü doğanın koruyucu mekanizması toplulukları hattâ
fertleri kanatları altına almakta ve onlara bağışıklık kazandırmaktadır.
DDT bulunduktan sonra Dünya’dan silineceği zannedilen böcekler ile
sinekler, bugün bu ilâca karşı direncini artırmış ve daha az hassas türler
ortaya çıkmıştır. Bir taraftan da tarım zararlılarını yok etmek için geniş çapta DDT kullanan
topluluklar bir taraftan kendi insanlarının müzmin bir şekilde zehirlendiğini
anlamış ve bunun için tedbirler araştırmaya başlamış bulunuyorlar.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, doğada mevcut savaş kalıplarını aşıp, aşırı
bir mücadeleye girişerek Dünyanın bütün nimetlerini ele geçirmeyi hayal
edenler, bir gün gürültülü çöküşlerinin şahidi olacaklardır.
Doğanın ahengi içinde barış da savaş da belirli ölçülere ve kalıplara göre
sürdürülebilir. Bu ölçünün sınırlarını aşıp, başkalarını kandırarak gayrı
ahlâkî ve gayrı İnsanî ölçüler içinde savaşa yönelenler gelecekten
korkmalıdırlar.
İnsanları cennet ve barış şarkıları ile uyutup, bugüne kadar verilmiş
savaşların en korkuncunu ana rahminde sürdürmek, onların ekmekleri ve inançları
ile oynayıp ölüme mahkûm etmek, doğa kurallarına aykırı düşer.
Akıl bunun için kullanılmamalı ve teknoloji bu amaca araç yapılmamalıydı.
Nitekim sanatkârlar ve büyük fikir adamları, bu kişilerin etkiledikleri masum
topluluklar barış kandırmacasının altında yatan gerçeği görmekte ve bu
davranışı tepki ile karşılamaktadırlar.
İşin en korkunç yönü sömürgecilerin baskı ve faşist uygulamalarla
kendilerine karşı çıkanları ve gerçekleri ortaya koyanları Susturabileceklerini
zannetmekte oluşları ve toplumsal gelişmeyi durdurmaya çalışmalarıdır.
Emperyalistler, sömürücü metotlarını ne kadar geliştirirlerse
geliştirsinler, bu kötü usulleri geliştiren kafalar yanında iyiden, güzelden,
doğru ile barıştan yana olan kafalar da çalışacak ve onların bütün
kepazeliklerini ortaya koyarak direneceklerdir.
YAZ GELİNCE HAVALARIN ISINMASINI VE KIŞ GELİNCE DE KARIN YAĞMASINI KİMSE
ÖNLEYEMEYECEK VE BU DÜZENİ DEĞİŞTİRMEYİ UMANLAR BAŞKA YOLLARDAN
CEZALANDIRILACAKLARDIR.
Klasik sömürü metodları ayrıntıları ile öğrenildikten sonra, sömürgelerini
teker teker terkederek bağımsızlıklarını tanıma zorunda kalan bir İngiltere’den
sonra Yeni Sömürgeciliğin kurucusu olan Birleşik Amerika’nın da istenilmeyen
bir toplum olarak nüfuz bölgelerinden uzaklaşmaya mecbur kalacağını bugünden
biliyoruz, işte o zaman başkalarının sırtından yaşama alışkınlığı içinde olan
başka bir toplum, daha yeni ve daha karışık metodlarla ortama hâkim olacak ve
muhtemelen bugünün sömürgecileri bu toplum tarafından sömürülecektir.
Bizim kanımıza göre, savaş doğanın kendisinde vardır. Barış ise doğaya
aykırı ve insan muhayyelesinin yarattığı, gerçekte mevcut olmayan bir durumdur.
Bu gerçek, geri kalmış ülkelerin insanları tarafından anlaşılmalı ve savaş bu
anlayış içinde sürdürülmelidir.
Sanatçılar, fikir adamları ve iyi niyetli bilginler savaş ile barış üzerine
şiirler ve kitaplar yazabilirler. Bu insan olmanın iyi ve iftihar edilecek bir
yanıdır. Fakat emperyalistler hem bu kitapları ve hem de şiirleri okuyup, dost
olarak girdikleri ülkelerde düşmanca davranmaya ve küçük çıkarları için henüz
ana rahmine düşmemiş çocukları doğum kontrol hapları ve yetişkinleri de aç
bırakarak öldürmeye devam edecek, çıkarlarını sürdürmek için daha korkunç uygulamalara
girişmekten geri durmayacaklardır.
Osman Nuri KOÇTÜRK, BARIŞ VE
EMPERYALİZM, Ararat Yayınevi, Şubat 1968,
İstanbul
[1] Cemal
Abdül Nasır (Arapça; جمال عبد الناصر) (d. 15 Ocak 1918 - ö. 28 Eylül 1970), Mısırlı asker ve devlet
adamı. Devrimci, milliyetçi, sosyalist lider. Mısır'ın ikinci devlet başkanı
(1956-1970). Krallığa son veren darbenin ardından başbakan ve devlet başkanı
olarak Mısır'da köklü dönüşümlere damgasını vurmuş, etkin bir dış politikayla
Arap dünyasında bir önder rolü oynamıştır
[2]
Bugün geldiğimiz noktada AB ülkeleri ve ABD bir taraftan ihtiyaçları olan
tarım ürünlerinin ucuz temini için ülkemizi arka bahçeleri gibi görürken diğer
taraftan da, teknolojik gelişmeler ve kendi ülkelerinde tarıma uyguladıkları
destekler sonucu, artan ürün fazlalığını eritmek içinde iyi bir pazar olarak
görüyorlar. 30 yıldır ülkemize tarıma yönelik desteklerin kaldırılmasını
dayatan ABD ve AB kendi tarımlarını koruyacak bütün önlemleri aldılar. Kendileri
ithalatı sınırlandırıp, gümrük duvarlarını yükseltip, çiftçilerine düşük faizli
kredilerle destek olurken bize tam tersini dayattılar.
II. Dünya
Savaşı sırasında tarım alanındaki üretimi devasa boyutlara çıkartan ABD
emperyalizmi, ikili anlaşmalarla bizim gibi ülkelerin tarım ürünleri ihracatını
resmen kısıtlamıştır. Senatosundan çıkarttığı elde kalmış fazla tarım
ürünlerini pazarlamak üzere, PL 480 sayılı yasa ile tarıma krediyi; yerli ve
yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin
artırılması, dağıtımı ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurulmasını şart
koşar. İşte bu yasa bile ABD ve diğer zengin ülkelerin tarım üzerindeki
emperyalist emellerini açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara bir de ABD’den
buğday, mısır, arpa, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu vb.
ürünlerin ithalatının eklenmesi, zeytinyağı ihracatımızın engellenerek, sabun
yapımında ABD’den ithal soya ve donyağı kullanılması, tarım ve hayvancılığın
geldiği nokta açısından içine düştüğümüz bu perişanlığın arkasında kimlerin ve
hangi saldırıların ne zamandan beri süre geldiğini göstermektedir.
Uluslararası
ilişkilerde Avrupa Birliği, ABD ve Kanada arasında en büyük kavgalar tarım
ürünlerinin koruyuculuğu üstünden yapılmaktadır. AB ülkeleri kendi tarımlarını
ABD’ye karşı koruma önlemi alırken ABD ise bu uygulamaların serbest piyasaya
aykırı olduğunu savunarak AB ülkelerine yaptırımlar uygulamakla tehdit
etmektedir.
Dünya 50’li
yıllarda olduğu gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkeleri olarak bölünmüş
değildir. Çünkü sanayi ülkeleri aynı zamanda tarım ülkesi olarak da geliştiği
için artık eski tarım ülkeleri, tarım, hayvancılık vb. alanlarda gelişmiş
ülkelerin pazarı durumuna düşmüşlerdir. Buğdayda, pancarda, pamukta, tütünde ve
bütün ürünlerde fiyatın ve ekim politikasının belirlenmesi şunu açıkça
göstermektedir. Uluslararası tekeller, ülke tarımını bütünüyle çökertmeye
yönelmişlerdir. IMF ve DB bu çökertme işini emperyalist ülkeler adına planlayan
ve dayatan kurumlar olarak başroldedir. Yoksul topraksız köylüler ve küçük
üreticiler saldırı politikalarından en fazla etkilenen kesimdir. (http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/74-sayi-219/358-nisasta-bazli-tatlandiricida-peskes)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar