Print Friendly and PDF

BARIŞ VE EMPERYALİZM




BARIŞ VE EMPERYALİZM konusu 10 Ağustos 1967 günü Evrensel Barış Şenliği 1967 konferansı olarak İstanbul Tek­nik Üniversitesi konferans sa­lonunda kısaca anlatılmış ve daha sonra lüzumlu katkılar yapılarak kitap haline getiril­miştir.

Yüzyıllar boyu cennet vaadi ile uyutulmuş olan insanlar, bugün barış özlemine düşmüş, çatışmalar önlenip ilişkiler düzenlenecek olursa hayal ettiği cen­neti Dünya’da yaşayabileceğine inanmıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının geride bıraktığı yıkın­tılar ve eziklikler ile savaşın yarattığı korkunç or­tam uygar insanın gözünü korkuttuğu için, çoğunluk çatışmanın olmadığı bir Dünya’da yaşamayı, cenne­ti hayal etmekten daha gerçek bir amaç olarak gör­mektedir.
Bilginler, sanatçılar, fikir adamları, yazarlar ve politikacılar bütün güçlerini seferber ederek insanla­rın çatışmadan yaşayabilecekleri bir Dünya yarat­maya çalışıyorlar. Bir bakıma barış içinde olduğu ka­bul edilen Dünyamızda bugün bile korkunç bir savaş sürdürülmektedir. Birleşik Amerika barışı koruma amacı ile girdiği Vietnam’da, kendi Dünya görüşüne uygun davranmayan zavallı insanları en korkunç si­lâhlarla ölüme mahkûm ederken, silâhlı savaş halinde olmayan birçok ülke, kendi insanlarını mutlu ve barış içinde farz etmekte, fakat istenilen huzura bir türlü kavuşamamaktadır.
Emperyalist ülkelerin, şeklen savaş içinde bulun­mayan geri kalmış ülkelerde yürütmekte oldukları sömürücü operasyonlar, bu ülkenin esasen sınırlı olan kaynaklarının ileri ülkelere akmasına sebep ol­makta ve geri ülke insanının bunalımı gün geçtikçe artmaktadır. Dünya’nın bir bölgesinde insanlar kesi­ci, yakıcı ve delici silâhlarla öldürülürlerken, başka bir ülkesinde, açlık, yoksulluk ve hastalıktan zarar görerek yok ediliyorlar.
Doğum kontrol haplarını pi­yade tüfeklerinin mermileri gibi kullanan sömürge­ciler, geri ülkelerde insanlara Dünyaya gelme hakkı bile tanımak istemiyorlar, insanın biyolojik ve sos­yal yapısını eğilim ve inançlarını etüd ederek onu kafese kapatılmış bir fare gibi idare etmeye çalışan ileri ülkelerin sömürgecilik kurmayları, ateşli silâh­larla yönetilen savaşları idare edenlerden çok daha katı yürekli kişilerdir.
EMPERYALİSTLER, SÖMÜRECEKLE­Rİ ÜLKELERE ARTIK ESKİDEN OLDUĞU GİBİ ÜNİFORMALI OR­DULAR, BAYRAKLARI, TOP VE TÜFEKLERİ İLE SAVAŞARAK GİR­MİYORLAR. BARIŞI KORUMAK, SAVAŞI ÖNLEMEK VE İNSAN­CIL YARDIMLARDA BULUNMAK ONLARIN BİR ÜLKEYE GİRMEK İÇİN EN ÇOK KULLANDIKLARI GEREKÇEDİR. ÜNİFORMALI AS­KERLER YERİNE, GÜLER YÜZLÜ UZMANLAR, ÖLDÜRÜCÜ SİLÂH­LAR YERİNE BESİN MADDELERİ VE DOĞUM KONTROL HAPLARI KULLANIYORLAR.
Ticarî anlaşmalar ile geri ülke yöneticilerinin, emperyalistle imzaladığı ikili anlaşmalar eski savaşlar sonunda imzalanan mütareke anlaşmaları gibi ge­ri ülke insanım mağlûp ve sömürgeciyi galip ülke haline getirmektedir.
Emperyalistler barış ismi altında savaşı en korkunç kalıplara göre sürdürmekte ve insanları, kanı­nı akıtmadan sakin ve mütevekkil bir hava içinde ölüme sürüklemektedirler. Böyle olmasına rağmen Dünya kamuoyu, bugün bu korkunç ve sinsi savaş­tan çok, Vietnam’da sürdürülen savaşla ilgileniyor. Belki de Güney Doğu Asya’da sürdürülen bu silâhlı savaş, dünya kamuoyunun bu noktaya çekilmesi ve kendi üzerinde uygulanan korkunç projeyi sezmeme­si için düzenlenmiş bir sömürgeci oyunudur. Çünkü biz kendini barış içinde yaşıyor farzeden ülkelerin birçoğunda ölen masum insan sayısının Vietnam’da bo­ğazlanan insan sayısından çok daha üstün olduğunu biliyoruz.
Ana rahmine düşmeden doğum kontrol hapları ile yok edilen yavrular, gizli açlığın eline dü­şüp sessiz sedasız mezara sürüklenen yüzbinlerce in­san, batının artıklarıyla beslenmeye mahkûm edile­rek fizik ve entellektüel gücünü ortaya koyamadan, insan haysiyetine yakıştırılmadı mümkün olmayan bir düzen içinde yaşamaya mahkûm edilmiş milyon­lar hesaba katılacak olursa, Dünyanın diğer geri ül­kelerinde olup bitenler, Vietnam’da olup bitenlerden daha iç açıcı değildir. Savaş bu bölgelerde de bütün hızı ile sürdürülmekte ve insanlar hunharca öldürül­mektedirler. Fazla olarak Vietnam’da savaşan kişi, savaşta olduğunu bilmekte ve kendini savunmakta­dır. Fakat açlığın elinde gücünü yitirerek bilmeden ölenler, neden öldüklerini ve kendilerini kimin, ni­çin öldürüldüğünü bir türlü anlayamadan hayata gözlerini yumuyorlar. (Günümüzde aynı oyun Ortadoğu’da oynanıyor.)
Bizim kanımıza göre barış, tıpkı cennet gibi in­sanları avutmak ve aldatmak için uydurulmuş bir ke­limedir. Doğada barış yoktur. Bütün canlılar sürekli bir çatışma halinde yaşar ve eğer güçlü iseler, güçlü kaldıkları sürece varlıklarını koruyabilirler. Aksi halde çıkarları, hattâ yaradılışları ile dünya görüş­leri farklı olan insan toplulukları tıpkı hayvanlar gibi birbirini yok etmek ve onun imkânlarından yararlan­mak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Hayvan­lar akıllı yaratıklar olmadıkları için bu karşılıklı mü­cadeleyi içgüdülerine uyarak sürdürürler. Bu suret­le de Doğa’daki armoni yaratılmış olur, insanlara ge­lince, bunlar akıllı yaratıklardır. Fazla olarak son yıllarda bilimsel bulgular ve teknolojik gelişmeler bir kısım insanı, bu imkânlara kavuşamamış geri kalmış ülke insanına kıyasla farklılaştırmış bulunu­yor.
Eskiden dinî inançların karşı karşıya getirdiği insan toplulukları, bugün çıkar hesapları ile karşı karşıya gelmekte ve bunun için mücadele etmektedir­ler. Fakat kazandıkları tecrübe bu mücadelenin kan akıtılmadan sürdürülmesinin, bilhassa bilinçli top­lumun çıkarlarına daha uyarlı olacağını onlara anlat­mış bulunuyor. Atom bombası ve benzeri korkunç tahrip vasıtalarının ikiye bölünmüş Dünya’da her iki tarafın da elinde bulunması, korkuyu arttırdığından açık savaş artık tehlikelidir. Bazılarının soğuk savaş ve bazılarının ekonomik savaş dedikleri, öncekine na­zaran daha korkunç çatışma şekli yaşadığımız gün­lerde bütün şiddeti ile devam etmekte ve politikacı­lar bunu barış olarak nitelemekte, çıkarlarını koru­yabilme bakımından yarar görmektedirler.
Türkiyemiz de şeklen barış içinde görünmesine rağmen, geri kalmış, kaynaklarına el konmuş ve hat­tâ insanları bile gücü üzerinden sömürülen bir ülke olarak bu savaşın dışında farzedilemez. Gerçekte bir cennet olan ülkemizin, bugün kardeşin kardeşe düş­man edildiği bir cehennem haline gelmiş ve getiril­miş olması sürdürülmekte olan sinsi ekonomik sava­şın acı sonucudur.
Kalkınmayı arzu ettikçe, gerileyen, gelirini art­tırmaya çalıştıkça borçlanan toplum, bunalımını fert­lere de yansıtmakta ve yaşamak artık bir yük haline gelmiş bulunmaktadır. Bu mutsuz sonucun nedenleri­ni anlayabilmek için biyolojik, sosyal ve kültürel alanlarda sessiz sedasız yürütülen korkunç projeleri anlamak ve yeni sömürgeciyi korkunç ve iğrenç çeh­resi ile tanımak gerekiyor.
Toplumları şeklî bir bağımsızlığa kavuşturarak onları bayraklarının gölgesi altında esir etmek ve mümkün olduğu kadar sömürmek yeni bir usuldür. Bu metotla çalışmak, bir ülkeye silâh ve zor kullana­rak girmekten çok daha kârlı oluyor, işte bu kitapta biz barışı özlerken, savaş içinde yaşayanların ve bu­nalanların meselelerine ışık tutmaya çalışacak ve bu yoldan barışı özlemenin cenneti tahayyül etmek gibi boş bir davranış olduğunu ispatlamaya çalışacağız.
Sömürgecilik var oldukça barış var olamayacaktır.
Sömürme içgüdüsü ve bencillik bütün canlılar gibi insanın yapısında vardır. Şu veya bu şekilde güç ka­zanmış, her nasılsa teknolojik bir üstünlük sağlama­ya muvaffak olmuş ülkeler, güçsüz olanı sömürmek­ten hiç bir zaman vazgeçmeyecekler, ahlâk ve fazilet sınırlarını aşarak daha rahat bir hayat yaşamak için adam öldürmeyi eskiden olduğu gibi, bundan sonra da sürdüreceklerdir.
Adam öldürmek için kullanılan aracın, kılıç, ok, sopa, taş, mermi, gaz veya atom bombası olması ile besin maddesi yahut doğum kontrol hapı olması so­nucu pek değiştirmez. Eğer bir toplum, başka bir top­lumun insanlarım kendi çıkarları için yok etmeye az­metmiş ise, bu iki toplum arasında savaş var demek­tir. Bugün bu kalıplara göre yönetilen savaş, geri kalmış, sömürülen ülkeler ile ileri olduğu farz edilen güçlü ülkeler arasında şiddetle sürdürülüyor.
Bundan dolayı geri ülkenin inşam kendini barış içinde hissediyor ve eğer böyle düşünüyorsa, eski Çinliler gibi afyonlanmış demektir.
Osman N. Koçtürk
23 Kasım 1967 Ankara
Eski çağın sömürgecileri, hegemonyaları altına alıp sömürmek istedikleri toplumları yıldırmak için çoğunlukla kol gücüne dayalı ve savaş meydanların­da karşı karşıya sürdürülen bir mücadelenin sonuçla­rından yararlanıyorlardı. Daha sonra ateşli silâhla­rın bulunması ve kol gücünden başka, kafa gücünün de savaş sonucunu etkilemeye başlaması ile yeni bir safhaya girmiş olan sömürgecilik, çağımızda strateji­sini büsbütün değiştirmiş bulunmaktadır.
Emperyalistler artık silâh zoru ile girdikleri ül­kelerde rahat edemeyeceklerini, sömürülen ülke in­sanlarından başka, Dünya kamuoyunun da, bir sü­re sonra onları bu ülkeyi terke mecbur edeceğini ga­yet iyi biliyorlar. Çünkü bir ülkeye kaba kuvvet kul­lanarak silâh zoru ile girme, ekseriya pek çok insa­nın hunharca öldürülmesini ve hayatta kalanların bu suretle yıldırılmasını gerektirmektedir. Bu yılgınlı­ğın etkisiyle bir süre susan insanlarda, korku duygu­su zamanla kin ve nefrete dönmekte, bu nefretten hız alan millî duygular örgütlenerek, sömürgeciyi kay­naklarına el koyduğu ülkeden kaba kuvvet ve silâh kullanarak kovmaktadır.
Sömürgeciler, bundan dolayı silâh kullanmadan ve kanlı operasyonlara girişmeden başka topumları istismar etmenin mümkün olup olamayacağını uzun süre araştırdılar ve ikinci Dünya Savaşını izleyen sü­re içinde bazı bulgularını en geniş anlamı ile uygula­maya soktular.
Bu tarz sömürgecilik ilk nazarda kan dökülme­mesi ve zor kullanılmaması bakımından daha medenî bir davranış gibi görülmekte ise de konu ayrıntıları ile incelenince durumun böyle olmadığı görülmekte­dir.
Eskisine nazaran çok daha İnsanî ve korkunç olan yeni sömürgeciliğin kurallarını kavrayabil­mek, zor bir iş değildir. Sömürülen toplumların mut­suz aydınları, kendilerini aldatıcı bir barış içinde mutlu farz etmekten vazgeçip, bütün hızı ile sürdürül­mekte olan ekonomik savaşın birer eri veya komuta­nı gibi olup bitenleri ayrı bir açıdan eleştirmek için olağanüstü bir çaba sarf etmeye ve biraz yorulmaya razı olurlarsa, soğuk savaşın kurallarını öğrenebilir ve hattâ bu savaştan mensup oldukları toplumu ye­nik çıkarmamak için bazı tedbirler de alabilirler. Dün­ya sulhunu korudukları gerekçesi ile olaylara karışıp, milyonlarca insanı öldürmek için tertip hazırlayan­ların, korkunç projelerine akıl erdirebilmek ve bu­gün ülkemiz üzerinde de uygulanmakta olan oyunla­rı anlamak için biyoloji ve sosyoloji gibi klâsik ilim­lerin ana kurallarım hatırlamak ve bunların insanla­rın mutluluğu kadar sömürgecinin çıkarlarına da alet edilebileceğini düşünmek lâzımdır.
XVIII ve XIX uncu asrın romantik bilginleri araş­tırmalarını yapıp, Doğanın sırlarını insanoğlunun malûmu haline getirirlerken XX nci asrın ikinci yarı­sında bulgularının insanları yok etmek veya köle yap­mak için kullanılacağım düşünmemiş ve beşeriyete yardım ettiklerini zannetmişlerdi. Fakat bu bulgular çıkarlarından başka hiç bir şey düşünmeyen faşist guruplar elinde ateşli silâhlardan da daha etkin ve daha korkunç vasıtalar haline getirilmiş ve fareler üzerinde yapılan denemelerden alman sonuçlar daha sonra geri ülkenin mutsuz insanı üzerinde uygulama­ya konmuştur.
Fare ile insanın biyolojik yapısının benzer olma­sına rağmen, sosyal davranışının toplumdan topluma değiştiğini önceki tecrübeleri ile iyi öğrenmiş olan emperyalistler, sosyal bilimlerin verilerini de değer­lendirmeyi ihmal etmemişler ve «Antropolojik» araş­tırmaları sömürgeciliğin geliştirilmesinde en güven­dikleri stratejik bilgiler olarak değerlendirmişlerdir. Artık biyolojik yapısı ile üniversal bir hüviyeti olan insan ve bu insanların sosyal davranış bakımından farklılaşan toplulukları, yeni sömürgecilerin avuçla­rının içi kadar iyi bildikleri ve kolayca sömürdükleri toplumlar haline gelmiş veya getirilmiş bulunuyor.
Onlar sömürmek de, öldürmek de, güldürmek de sö­mürgeci için kolay bir iştir.
İnsanlar yaz gelince kışı, kış gelince yazı özle­dikleri gibi, şu günlerde de en çok barışı özlemekte­dirler. Çünkü asırlardır ardı ardına sürdürülmüş olan savaşlar ve emperyalistlerin çıkarları için Ölüme sürükledikleri milyonların, geride kalan kuşaklarda bıraktığı hüzün ve eziklik, savaşı istenmeyen bir du­nun haline getirmiştir. Artık herkes kaderine razı ol­mak ve gerekirse az yiyip, az içerek savaşıp dövüşmeden yaşamayı arzu etmektedir. Büyük savaşçı ve değerli lider Atatürk bile, düşmanlarımızı denize dök­tükten sonra «Yurtta Sulh, Cihanda Sulh» demek suretiyle Türk toplumunun ve hattâ bütün dünyanın duygularına aracılık etmişti.
Fakat emperyalistler barışın doğaya aykırı bir durum olduğunu iyi bilmektedirler. Çevremizdeki olaylar biyolojik bir açıdan incelenecek olursa, sü­rekli bir savaşın devam etmekte ve güçlünün, güçsü­zü kıyasıya sömürdüğü ve hattâ kendi yaşantısını devam ettirmek için, güçsüzün yaşantısına son ver­mekte olduğu görülür. Böylece yaratılmış olan bir Dünyada insancıl duygulara esir olarak, Tanrının verdikleri ile yetinmek, emperyalistlere uyarlı görünmemiştir. İnsanları asırlarca en korkunç silâhlarla boğazlayıp, maksatlarına alet olmaya zorlayanların, belirli bir noktada insanı yüceltmeye çalışan büyük fikir adamlarının etkisi altına girip, başkaları için de yaşama hakkı tanımaları beklenemez.
Nitekim Atatürk bu gerçeği de görmüş ve barışı koruyabilmek için güçlü olmak gerektiğini de bize ha­tırlatmıştı. O gün, bugün birbirinden daha korkunç silâhların sağladığı bir dengeye dayalı olarak sürdü­rülen Dünya barışı, gerçekte «SOĞUK HARP» şeklinde nitelenen korkunç bir savaşın içine girmiş bulunmaktadır. İnsanlar kedi ile köpek, leylekle kartal, mik­ropla insan arasındaki mücadeleyi kendi aralarında da değişik kalıplarla sürdürüyorlar. Barış diye isim­lendirilen ve derileri başka renkte olanların bunalım!' pahasına başka bir grubun mutluluğuna vesile olan bugünkü yaşantılarımız bio sosyal ilişkiler bakımın­dan en korkunç savaşları aratacak bir ortama sokul­muş bulunuyor. Bu ortamın gereğince tanımlanması ve olup bitenlerin anlaşılması lâzımdır. O zaman ba­rışı sağlamak için ne yapmamız gerektiğini daha iyi öğrenmiş olacağız.
Biyolojik Temel:
İnsan biyolojik yapısı ve temel davranışları ile incelendiği zaman, bütün yaratıklar gibi benliğini ko­ruma ve neslini sürdürme gibi güçlü içgüdülerle do­natılmış bir canlı olduğu görülür. İnsan yalnız bu yönü ile değerlendirildiği ve eğitimle sonradan ka­zandığı nitelikler dikkate alınmaksızın incelendiği za­man birçok davranışları ile hayvandan farksız bir yaratıktır. Gerçekten de insanlar, tıpkı çevremizdeki hayvanlar gibi, doğmakta, gelişmekte, beslenmekte, çiftleşmekte ve bu yoldan çoğalmaktadırlar. İnsanın karnım doyurma ve neslini sürdürme bakımından uyduğu davranışlar hayvanların davranışlarına çok ben­zer. Eğitilmemiş, çevrenin sosyal etkilerinden uzak tutulmuş bir insanın karnını doyurmak ve neslini sür­dürmek için tıpkı hayvanlar gibi hareket etmesi, do­ğal bir sonuçtur. Fakat Dünyaya gelen insan önce ailenin ve daha sonra din kuruluşları ile okulun etki­lerine girmekte ve bu eğitimin etkinlik derecesine gö­re, hayvana has davranışlardan kendini kurtararak çevrenin bir temsilcisi haline gelmektedir. Biz işin bu tarafına pek girmeden en katı gerçekleri ile insanın biyolojik temel yapısını incelemek ve bu suretle yeni emperyalizmin uygulamalarını anlama bakımından yararlı olabilecek sonuçlar çıkarmak istiyoruz. Ger­çekten toplumun saygı duyduğu bir kişinin yemek yerken duyduğu haz ve yataktaki davranışı bakımın­dan hayvandan pek farkı yoktur. Hattâ kamuoyu bunu gayet iyi bildiği için cinsel duyguları bazı uyar­sız durumlarda «hayvani duygular» olarak isimlen­dirme lüzumu duymuş ve bu suretle insanın bazı dav­ranışları ile hayvana pek benzediğini ima etmek is­temiştir. Geri kalmış ilkel topluluklarda eğitimden ve çevrenin etkilerinden mahrum kalmış kimseler arasında biyolojik temelden gelme davranışların, sos­yal davranışlara baskın çıktığı ve aşikâr bir hal al­dığı görülür. Bundan dolayı sömürgeciler, insanın bu yönü ile ilgilenmeyi ve toplumları bu suretle değer­lendirmeyi kendi çıkarları bakımından önemli kabul etmişlerdir. Uygar insan temel, biyolojik davranışla­rım insana hoş görünen bazı yapmacıklarla süsleme­yi bilmiş olmasına rağmen, ilkel toplumlarda doğan ve gelişen kişiler, içgüdülerine uymaktadırlar.
Alexis Carrel isimli Amerikalının L’homme cet­te Inconnu isimli eseri yayınlandığı günden bu tarafa lâboratuvarlarda yapılan incelemeler bize insanı ta­nıma bakımından çok değerli olabilecek bilgiler ver­miş bulunuyor.
Emperyalistler meyve sineklerinden başlayarak, tavşanlar, kobaylar, fareler, maymunlar ve daha sonra geri ülke inşam üzerinde yaptıkları de­nemelerle pek çok şey öğrenmişlerdir.
Bir ucundan bir mum ışığı ile ısıtılan bir bakır levha üzerine ser­piştirilen meyve sinekleri, bir süre sağa sola koşuş­tuktan sonra levhanın mum ışığından belirli uzaklık­ta bir bölgesine toplanmakta ve burada üst üste bine­rek yumaklanmaktadırlar. İşte bu nokta bu böcekle­rin haz ettikleri optimal sühunet derecesine göre ısın­mış olan noktadır. Böcekler, mum alevine daha çok yaklaşmak veya bulundukları noktadan uzaklaşıp daha soğuk bir noktaya gitmek istemezler.
Böcekler üzerinde yapılan bu denemelerden alman sonuçlar, ilkel insan topluluklarına da aynen uygulanabilir. Ni­tekim Dünyanın böylesine kalabalık olmadığı çağda, insanlar öncelikle deniz kenarlarında ve iklimi mute­dil olan bölgelerde yerleşmişler ve burada yaşamak istemişlerdir. Akdeniz çevresinin medeniyetin beşiği olmasının gerçek nedeni de zaten budur. Orta Asya’­daki iç deniz kuruduktan sonra Türkler, bölgeyi terk ederek daha kolay yaşayabilecekleri topraklar araş­tırmaya başlamışlardı. Amerika, ayni amaç ile keşif ve iskân edilmiş, hattâ Birinci ve İkinci Dünya Savaş­ları da Avrupa’nın göbeğine sıkıştırılmış ve bunaltıl­mış bir Almanya’nın kendine hayat sahası aramasın­dan doğmuştur. Fakat politikacılar ve hayvanlara nazaran çok daha zeki, sonradan da eğitilmiş olan insanlar, bu temel nedenleri gizleyip olayı bir pren­sin öldürülmesi veya politik bir gelişmenin doğal so­nucu gibi göstermeyi bilmişlerdir. Bu basit deneme, insanların ve toplumların temel davranışlarım bilim­sel anlamı ile öğrenmek için meyve sineklerinden bile yararlanılabileceğini gösterme bakımından gerçek­ten değerlidir. Sömürgeciler, araştırmalarım pek ta­bu olarak bu safhada bırakmamış ve bu biyolojik bulguları Antropolojik verilerle de pekleştirmeyi bil­mişlerdir.
İnsana en yaklaşık maymunları lâboratuvarlara doldurup geri ülke insanını hayrette bırakacak miktarda, para harcayarak bir sıra denemeye giri­şenler, daha sonra bulguları ile kendini hayretle izleyen ve hattâ ona şaşmakta olan toplumları sömü­rebileceğim gayet iyi biliyordu.
Analık duygularının hangi noktaya kadar etkinliğini muhafaza edebileceğini tayin etmek için bir maymunla yavrusunu, dı­şardan ısıtılabilen bir odaya sokan araştırıcı, oda zemini 80 C. derecesinde ısıtılınca ana maymunun yav­rusunu kucağına aldığını ve analık duygulan ile onu korumak istediğini görmüştü. Fakat zeminin ısısı 140 C. derecesine çıkarılınca, ana maymun, yavrusu­nu yere koymakta ve onun üzerine oturarak kendini korumaya çalışmaktadır. Bu sömürgeciye, yeni bir şey öğretmiştir. (Geçim şartlarını iyileştirme yerine daha çok borçlanma tüketim yolunun açılması)
İlkel toplumun, insanı ve hattâ eğitilmiş toplum­lar bile fertlerin hayatlarım tehlikeye sokan bir or­tama iteklenince, ahlâk kuralları temelinden bozulabilecek ve analık duygusu gibi saygı duyulan biyolo­jik bir davranış bile şekil değiştirebilecektir. Daha sonra bu denemeleri yapanlar, İkinci Dünya Savaşı sırasında Dünya’nın en mükemmel anası olarak bi­linen Alman kadınının istilâcı orduların önünden ka­çarken, soğuk, açlık ve korku dolayısıyla bitap bir hale düştüğünde, yavrusunu kar içine fırlatarak ölü­me teslim ettiğini ve canını kurtarabilmek için takati kesilinceye kadar kaçtığını görmüş, bunu da not et­miştir.
Emperyalistler, insanın bencil bir yaratık oldu­ğunu ve önce kendi çıkarlarım düşündüğünü, kendi yaşantısını emniyet altına alma eğiliminde olduğunu gayet iyi bilmektedir. Rumca EGO kelimesi ile doğan bir yavrunun ilk çığlıkları arasında dikkati çeken bir benzerlik vardır. Dünya'ya gelen yavrunun “AGIIUU” diye ağlaması, belki de dikkati çekmiş ve «Ben» an­lamına gelen «Ego» kelimesi de bundan doğmuştur, insan, doğum ile ölüm arasını dolduran çizginin her noktasında öncelikle kendi için savaşmakta ve kendi çıkarlarım korumak için çalışmaktadır. Böyle olması­na rağmen eğitim ve daha sonra yapılacak telkinlerle insana toplumsal bencillik duyguları aşılamak ta ka­bil olabilmektedir. Bu takdirde, insan toplumsal çı­karlarla kendi öz çıkarları arasındaki ilişkiyi sezerek toplum için yaşama ve toplum için çalışma gibi üstün bir vasıf kazanmış olacaktır.
Toplumsal çıkarları koruma içgüdüsünün bazı hayvan topluluklarında da dikkati çekecek şekilde geliştiğini görüyoruz. Filhakika insanda da böyle bir içgüdü mevcuttur. Afrika’da yaşayan ilkel kabileler­de çevre koşullarına karşı koyabilmek için insanla­rın bir araya geldiklerim ve hattâ iş bölümü yaptıklarını, topluluğun korunması için hayatlarını tehlike­ye sokabilecek kadar bencillikten sıyrıldıklarım gö­rüyoruz.
 Eski çağlarda yaşamış ilkel topluluklarda da benzer davranışların görülmüş olması, insanın toplum çıkarları için, kendi çıkarları gibi çalışıp sa­vaşabileceğini göstermektedir. Fakat bu duygu hiç bir zaman EGOİZMA «BENCİLLİK» duygusu kadar güçlü değildir. Bunu iyi bilen emperyalistler, sömürdükleri ülkenin ilkel insanına öz çıkarları açısından olanak hazırlayarak sömürü düzenini geliştirmeye ve top­lumcu davranışları da zayıflatıcı tedbirler almaya bilhassa dikkat etmişlerdir.
İlkel kaldığı için bencillik duygusu, toplumcu davranışın ötesinde güç kazanmış olan geri ülke insanını çıkarları üzerinden ikiye ayırmak ve hattâ birbirine düşman ederek çatıştırmak, yeni sömürge­ciliğin bilinçli kurmayları için kolay bir iştir. Hele o toplumu önceden aç bırakmak veya ihtiyaç maddeleri bakımından dara düşürerek daha sonra bazı kimse­leri nimete gark etmek mümkün olabiliyorsa, o zaman bu çatışma ortamını yaratmak, çok daha kolay ol­makta ve toplumcu davranış, bencil davranışların et­kisi altında etkinliğini büsbütün yitirmektedir.
Buna karşılık sömürgeciler, kendi toplumları içinde toplumsal davranışı güçlendirecek değerlerin geliştirilmesine bilhassa dikkat derler. Dinlerin, ahlâk kurallarının, örf ve âdetlerin veya sanat hareket­lerinin çağımızda etkinliğini yitirdiğini iyi bilen em­peryalistler, paraya dayanan bir müşterek düzen kur­mayı ve kendi insanlarını da biyolojik temele dayalı bir bencillik duygusu yardımıyla birleştirmeyi bilmiş­lerdir. Emperyalist ülkelerde çok zaman para, bili­nen bütün mânevi değerlerin üstünde bir değer taşı­maktadır. Böylece, parası, dolayısıyla çıkarı tehlike­ye giren milyonlarla insanı tek bir vücut gibi hareke­te geçirmek ve toplum çıkarları için tehlikeye atmak mümkün olmuştur. Geri ülkenin aydınları ise daima, romantik kalmayı tercih etmişlerdir.
Güçlerini insancıl duygulardan alan bu idealist kişiler, çıkarları için mücadeleye giriştikleri toplum­da, çok zaman, taraftar bulamaz ve en yakınlarını bile bencillik duygularına esir olup, sömürgecilere pa­ra ile satıldıklarına şahit olurlar. Günkü, sömürgeci,, insanın kendi varlığını muhafazaya yönelmiş olan ka­rın doyurma içgüdüsü ile neslini muhafaza ve ida­meyi amaç edinmiş cinsel duyguların insanın biyolo­jik temelinde yatan en güçlü duygular olduğunu bil­mekte ve kendi maksatlarına alet edeceği kişileri bu yoldan zayıf düşürerek, kendi insanlarına ihanet etti­rebileceği noktasından hareket etmektedir.
Bu temel kurallara dayatılarak yürütülen sö­mürme projelerinde emperyalistler nadiren başarısız­lığa uğrarlar ve gerçeğin bu olduğunu onlara diğer ge­ri toplumlardaki uygulamaları öğretmiştir. Çok za­man mahrumiyetler içinde ömür sürmeye mecbur kalmış bir geri ülke aydınım davet ederek, ona binbir gece masallarındaki gibi bir hayat yaşatmak, bir otomobil satın alması için imkân hazırlamak, karnını doyurmak ve cinsel duygularım tatmin imkânı ver­mek bu insanın kendi toplumuna ihanet etmesi için kâfi gelebilmektedir.
Eğer bu ihanet daha ucuza sağ­lanmak isteniyorsa o zaman sömürülecek toplumda ticarî ve ekonomik operasyonlarla önce bir açlık ve­ya marjinal yaşama ortamı hazırlanır. Bu ortam ha­zırlandıktan sonra ise, insanları bir kilo ekmeğe sa­tın almak mümkün olabilmektedir.
Yeni sömürgeciliğin hayli karışık olan biyolojik ve sosyolojik çalışmalarım örneklerle izaha çalışmak hayli uzun ve hacimli bir kitabın hazırlanmasını ge­rektireceği için ve Türkiyede bu kabil kitapları bas­mak zor bir iş olduğundan, biz ana fikri kavramamı­za yardımcı olacak birkaç örnek üzerinde böylece durduktan sonra, bir sıçrama yaparak, alanımıza gi­ren beslenmeye ilişkin emperyalist çalışmalara el ata­biliriz. Gerçekten de yeni sömürgeciliğin şu günlerde en çok üzerinde durduğu konu, beslenme konusu ol­muştur. Çünkü, insanın biyolojik yapısı ile davranış­larını böylesine etkileyen ve sömürgeciliğe elverişli başka bir silâh yok gibidir.

Emperyalistler, ilk çağlarda insanları yıldırmak, öldürmek ve ülkeleri yakıp yıkmak için kesici silâh­lar kullanıyorlardı. Daha sonra barutu keşfederek yeni bir aşamaya kavuştular. XX. nci asrın ikinci ya­rısında barut ta etkinliğini kaybetmiş ve onun yerini atom enerjisi almış bulunuyor. Fakat, barutla yürütülen savaşların henüz etkinliğini yitirmediği bir çağda, savaşı kazanmak için her çeşit vasıtanın kul­lanılmasını mubah gören bir zihniyetin zehirli gazla­rı, mikroplan ve bazı biyolojik araçları da savaş va­sıtası olarak kullanma eğilimi gösterdiğini görüyo­ruz. Daha sonra Milletlerarası bazı kuruluşlar tara­fından yasaklanmak istenilen bu çeşit silâhlar, kontrollerin yetersizliğinden faydalanılarak bugün de kullanılmakta ve hem de «Soğuk Savaş» koşullan içinde kullanılmaktadır.
Atom silâhlarının kontrol altına alınmış ve hat­tâ bu sahadaki çalışmaların kısıtlanmış bulunması yanında belki de bu silâhlardan daha çok maddî ve mânevî kayıplara sebep olan biyolojik savaş vasıta­ları ile sürdürülen gizli savaşın da sınırlandırılması gerekirse de, barış ortamında ve bazen de İnsanî maksatlarla ve yardım ediliyormuşçasına uygulama­ya konulan bu tahripkâr araçları sınırlandırmak şöyle dursun, tanımlamak bile güç bir iştir.
Biyolojik gelişmeyi istenilen istikamete sevk etme veya toplumun üretim gücünü ve sağlığını kont­rol altına alma amacı ile mükemmelen kullanılabilen besin maddeleri, yeni sömürgeciliğin baruttan daha çok kullandığı bir silâh haline gelmiştir. Çok önce Çin halkının uyuşturulması ve bu ortamda sömürül­mesi için afyonu kullananlar, daha sonra pirinç, buğ­day, yağ gibi boş kalori kaynaklarının da ayni mak­satla kullanılabileceğini anlamış ve Hindistan’da ilk denemelerini yaparak başarılı sonuçlar almışlardı.
Doğum kontrol çalışmaları ile bazı toplumların üreme güçlerini kırarak uzun süre içinde köklerini kazımak, emperyalistlerin başarı ile kullandıkları bir silâh haline gelmiştir. Artık barut yerine bazen de gebeliği önleyici haplar kullanılmakta ve bu yol­dan toplumların direnme gücü kırılarak sömürülme­ye elverişli bir ortam yaratılmaktadır.
Yeni sömürgeciliğin hayli karışık ve anlaşılması güç prensiplerini ve bu biçim sömürmenin biyolojik ve sosyal temellerini anlayabilmek için geriye dönüp, beslenme ile insan gücü ve sağlığı arasındaki ilişkileri tanımak ve açlığın insanın davranışı üzerine yap­tığı etkileri öğrenmek gerekiyor.
Erkeğin tohumcuğu ile kadının yumurtası ana rahminde birleşip «Zugot» dediğimiz: ilk döllenmiş canlı meydana geldikten sonra, bir tek hücreden iba­ret olan bu yaratığın gelişmesi, anadan ve babadan aldığı kalıtıma bağlı nitelikleri ortaya koyarak, güç­lü bir varlık olarak yaşayabilmesi için çevreden te­darik edilecek bazı maddelerin özellikle proteinlerin, karbonhidratların, yağların, vitaminler ile mineral maddelerin bu canlıya aktarılması gerekir.
«Intra Uterin Hayat» dediğimiz ve ana rahmin­de geçirilen bu süre içinde yavru muhtaç olduğu te­mel besin maddelerini göbek kordonu aracılığı ile ananın kanından almakta ve ana uzviyeti içinde ade­ta paraziter bir hayat sürmektedir. Yavrunun geliş­mesi, rahim içi hayatını tamamlarken organlarının teşekkülü ve dış hayata intibak edebilecek hale gel­mesi bu sayede mümkün olur.
Anne gereği gibi beslenebiliyor ve hem kendi­ne, hem de rahminde gelişen yavruya lüzumlu olan besin yapıtaşlarını yeterli bir şekilde alabiliyorsa, in­san yavrusuna ilk kalıbını veren rahim içi gelişme tam ve yeterli olacak, yavru anadan ve babadan al­dığı kalıtım faktörlerine uyarlı bir şekilde inkişafını tamamlayıp dokuz ay on gün sonra anayı terkedecek ve bir fert olarak Dünya’ya gelecektir. Bu süre zarfında ana gereği gibi beslenemez ve örneğin Tür­kiye’de olduğu gibi, bol tahıl ve az miktarda et, süt, yumurta ve balık tüketecek, yeteri kadar meyve ve sebze yiyemeyecek olursa, o zaman doğacak çocuğun, daha ana rahminde iken fizik ve entellektüel yapı ba­kımından zedelenmesi ve inkişafını tamamlayamama­sından daha doğal bir sonuç beklenemez. Nitekim şahsen yaptığımız denemelerde bir tek vitaminin ye­tersizliğinin bile fare yavrularında teşekkülât bozuk­luklarına sebep olduğunu ve yavrunun iskelet ve si­nir sistemi ile dimağ yapısında gerilemelerin ortaya çıktığını açık ve seçik olarak görmüş bulunuyoruz.
VİTAMİN B12 bakımından yetersiz bir beslenme tarzı­na tabi tutulan analardan doğma fare yavrularında «Hidrosefalus» denilen, beyinde su toplanması ola­yına, iskeletin kusurlu teşekkülüne ve sinir sistemin­de aksaklıklara çok rastlanmaktadır.
VİTAMİN A’dan yoksun beslenen analardan doğma yavrularda göz hataları ve anomalileri çok görülmektedir.
Fareler üzerinde yapılan bu denemelerden alman sonuçlarla, toplumların beslenme tarzı arasında ilişkiler kurmak da mümkün olabilmiştir. Hindistan, Türkiye ve Pa­kistan gibi, geri ve daha çok tahılla beslenen insan topluluklarında çocuk ölümlerinin yüksek oluşu, ek­seriya hamile annelerin beslenme tarzı ile ilgilidir. Her ne kadar bu çocuklar doğduktan sonra da annele­rinin sütlerinin miktar ve kalite bakımından yeterli olmayışı ve ana sütünün yerini tutabilecek başka mamaların da bulunmaması dolayısıyla çetin beslen­me şartları ile karşılaşmakta iseler de ölü veya eksik doğan çocuklar sayısının yüksek oluşu ile erken do­ğumları başka nedenlere bağlamak güçtür. İyi bes­lenmeyen kadınlarda erken doğumlar ile eksik ve hatalı doğumlar çok görülen olaylar olduklarından, et­ten yoksun ve tahıldan hayli zengin bir diyetle besle­nen ülkeler halkında bu olaylara daha çok şahit olu­yoruz. Örneğin Türkiye’de doğan 1000 canlı çocuk­tan 162 sinin daha bir yaşım bitirmeden hayata göz­lerini yumdukları Birinci Beş Yıllık Kalkınma Plânı’nda açıklanmış bulunmaktadır. (1968) İngiltere, Birleşik Amerika, Kanada ve Batı Almanya gibi iyi beslenen toplumlarda bu sayı 25 30 arasında değişmektedir. Şüphesiz bütün bu ölümleri kötü beslenmeye bağla­mak kabil değildir. Fakat kötü beslenme sonucun böyle olmasnıı hazırlayan en önemli etken olarak ka­bul edebilir. Bu gerçekleri iyi bilmeyen geri kalmış toplumlar, fakir köylülerle işçi çoğunluğunu tahılla beslemeye devam etmekte ve hattâ emperyalistler tü­ketilen tahılla, boş kalori kaynağı olarak tanımlanan yağ tüketimim sömürdükleri toplumda artırmak için yan çabalar sarf etmektedirler. Birleşik Amerika ile Kanada’nın bir ekonomik sömürge olarak kalmasını arzuladıkları Hindistan, Türkiye ve Pakistan ile di­ğer geri toplumlara mahallî para karşılığı ve ucuz fiyatla bol miktarda buğday ve yağ sattığı bilinmek­tedir. Şeklen insancıl bir davranışmış gibi gösterilme­ye çalışılan bu operasyon gerçekte yeni sömürgecili­ğin bu toplumları yere sermek ve gelecek kuşakları daha ana rahminde iken örselemek için başvurduğu bilinçli operasyonlardan biridir.
Türkiye bir yılda in­san başına 268 kilo tahıl tüketmek suretiyle Dünya’nın çok tahılla beslenen bir ülkesi olmasına rağmen, Amerikalı dostlarımızın bize buğday, pirinç, mısır, soya yağı, pamuk yağı, don yağı gibi boş kalori kay­naklarını satmak için seferber olmuş bulunmalarını da bu açıdan değerlendirmeliyiz.
Amerikalılar, yılda insan başına 67 kilo tahıl tüketerek ve fakat her in­sana ortalama 90 kilo et, bol miktarda süt ve yumur­ta sağlamak suretiyle beslenirlerken, Türk halkının 268 kiloyu da aşan miktarda tahıl, bol miktarda yağ ile beslenmesini ve bu yoldan doğacak yavrularımızın daha ana rahminde fizik ve entellektüel yönleri ile sakatlanmalarını sömürme düzenlerinin devamı ba­kımından uyarlı bulmuşlardır.
Gelmiş geçmiş Türk hükümetleri de bu gerçekleri bilmedikleri için «Ucuz sirke baldan tatlıdır» anlayışı içinde hareket etmişler ve Amerika’dan sağladıkları boş kalori kaynaklarım halka yedirip sağlığı daha da bozarken, bir taraftan seçim meydanlarında parlak nutuklar atmışlardır. Sömürgeciler hayvansal proteinden yoksun bir düze­ne göre beslenen ülkelerde insanların geri zekâlı, kol gücü bakımından yetersiz kişiler haline geldiklerini ve anaların doğuracakları yeni kuşakların da bu akı­betten kurtulamayacağını iyi bilmektedirler. Fareler üzerinde yapılan denemelerin sonuçlarından öğrenil­miş olan bu bilimsel gerçek, Hindistan, Çin, Pakis­tan ve Türkiye ile Güney Amerika ve Afrika toplumları üzerinde de denenmiş, bulguların insanlar için de doğru olduğu anlaşılmıştı.
Bundan dolayı emperyalistler bazı kalabalık top­lumlar! silâh patlamadan Dünya yüzünden silmek ve belirli bir süre içinde kökünü kazımak için tahıla da­yalı bir beslenme ortamı yaratmayı o toplumlara sa­vaş ilân etmekten çok daha ucuz ve daha olumlu so­nuçlar veren bir uygulama şekli olarak benimsemiş ve bu bulgularım bizim üzerimizde de uygulamaya başlamış bulunuyorlar. Şüphesiz bir toplumu yok et­mek ve rahatça sömürebilmek için onlara tahıl ye­dirmek yeterli olmayabilir. Bu çalışmalar doğum kontrol çalışmaları ile de pekleştirilecek ve kültür emperyalizmi ve ticarî operasyonlarla takviye edilecek olursa, o zaman daha kısa süre içinde daha güvenilir Sonuçlar almak kabildir. Fakat biz şimdilik bir nokta­yı aydınlığa kavuşturabilmek için ısrarla gıda em­peryalizmi üzerinde durmaya çalışacağız. Esasen bi­yolojik ve sosyal temele dayatılmış bulgulara göre ge­liştirilen yeni sömürgecilik metod’arını tanıyabilmek ve insanların barut kullanmadan yiyecekleri ile nasıl yok edilebileceklerini anlamak için yalnız gıda em­peryalizmi ile doğum kontrol çalışmalarını incelemek yeterlidir. Diğer uygulamalar ise yeni sömürgeciliğin etkinliğini artırmak ve sömürme düzenini geliştirmek için başvurulan yan çalışmalar olarak değerlendiri­lebilir ve iki konuyu anlayan kişiler tarafından kolay­ca izah edilebilirler. Bu iki önemli konu etrafında ye­terli bilgi sahibi olmak bize emperyalistlerin diğer oyunlarını anlama bakımından da yararlı olabilecek­tir. Yaşayan kuşaklar beslenmekte oldukları düzen içinde ve gelecek kuşaklar da doğum kontrol hapları ile kontrol altına alındıktan sonra belirli bir süre için­de söz konusu ülkeye sahip çıkmak nasıl olsa müm­kün olabilmektedir.
Bundan dolayı hayatta olanlar için besin maddelerinin ve doğacak olanlar için gebeliği önleyici araç ve gereçlerin baruttan çok daha öldürücü taarruz ve tasallut silâhları olarak bilinme­si gerekiyor.
Savaşan iki toplumdan birinin, diğerim mağlûp edebilmek için onları muhasaraya alarak açlığa mah­kûm ettikleri eski çağlarda da çok görülmüştür. Bu­na karşı eski çağın kaleleri muhasara süresince savaşanların yiyecek ihtiyaçlarım karşılama maksadı ile yiyecek depo ediyorlardı.
İnsanlar muhasaralara karşı böylece hazırlanırlarken, sefere çıkan ordular da kendi yiyeceklerim yanlarında götürmüşler ve çe­kilen düşman kuvvetlerinin köyleri yakmaları, yiyecek maddelerini yok edip, onları aç bırakarak geri çekilmeye mecbur etmelerini bu yoldan önlemek is­temişlerdir. Napolyon’un güçlü orduları Rusya bozkır­larında, çekilen Rus orduları tarafından her şeyin yakılıp yıkılması dolayısıyla aç kalarak Moskova önünden geri dönmek zorunda kalmışlardı. BUNDAN DOLAYI NAPOLYON RUSYA’YI ZAPT EDEBİLMEK İÇİN HER ŞEYDEN ÇOK BİR ET KONSERVESİNE İHTİYAÇ OLDUĞUNU HİS­SETMİŞ VE İLK ET KONSERVESİ DE BU MÜNASEBETLE YAPIL­MIŞTIR.
Türk akıncılarının Dünya’yı bir uçtan bir uca fethetmeleri, böyle bir et konservesine sahip ol­maları ile ilişkiliydi. Bugün pastırma diye bildiğimiz baharlanmış ve kurutulmuş eti, akıncılar, eğerlerinin altında taşımakta ve bununla beslenmekteydiler.
Türk atlıları düşman tarafından muhasaraya mahkûm edilip, yiyecek hiç bir şey bulamadıkları za­man yanlarında taşıdıkları bir kamışı sivriltip kes­kinleştirerek bindikleri atın şah damarına batırmak­ta ve kan emerek karınlarını doyurmaktaydılar.
Ta­rihler Türk askerlerinin bir süre bu koşullar altın­da beslendikten sonra, çok güçlü orduları bile püskürtebildiklerini yazmaktadır. KIMIZ, YOĞURT, KEFİR VE TARHANA gibi mükemmel hayvansal protein kay­nakları ile beslenmekte olan bu orduların patatesle beslenmekte olan karşı ordular tarafından yenilmesi mümkün olamıyor ve eski çağlarda Türkün bileği bükülemiyordu. Daha sonra etle beslenmenin bir ordu­ya üstünlük kazandırdığını ve savaş kabiliyetini artır­dığını bilimsel nedenleri ile öğrenmiş olan emperya­listler çok etle beslenen ordular teşkil ederlerken, bir taraftan da başta Türkler olmak üzere, sömürmeye niyetli oldukları bütün toplumdan tahılla besleyerek uyuşturmanın iyi bir çare olabileceğini anlamışlardır. Bugün dikkat edilecek olursa sömürülen bütün toplumların çok tahıl ve az et, sömürenlerin ise bunun tam aksine, çok et ve az tahılla beslenmekte oldukla­rı görülecektir. (Karaşimşek Mercimek niçin yedirildi diye düşünebiliriz.)
Emperyalistler önce bu basit ve fakat etkili for­mülü uygulayarak işe başlamış ve daha sonra da gı­da emperyalizmini geliştirerek daha bilinçli uygula­malara girmişlerdir.
Durumu daha iyi anlayabilmek için belli başlı yi­yecekler üzerinden sürdürülmekte olan emperyalist çalışmaları teker teker incelemeye çalışalım:
Şeker tatlı, yenildiği zaman yiyenlere zevk veren ve bu yüzden geri kalmış ülke insanının değer verdi­ği bir yiyecektir. Oysaki şeker kamışı, şeker panca­rı gibi bitkisel ürünlerden elde edilen kristal şekerin değerli bir besin maddesi olduğu söylenemez. Terki­binde karbon, hidrojen ve oksijen ihtiva eden şeker, insan vücudunda yakıldığı zaman, enerji hâsıl et­mekte ve daha sonra da karbondioksit ve su halinde vücuttan atılmaktadır. Bir insan şekerle beslenince ondan ancak kalori alabilir. Şekerde proteinler, vita­minler ve mineral maddeler gibi aşman dokuların onarılması ve yaşama olaylarının sürdürülmesi için lüzumlu cevherler hemen hiç yok gibidir.
Bundan do­layı geri kalmış ülke insanım tıpkı çocukları aldatır gibi şekerle aldatıp zevk-ü sefa içinde ölüme mahkûm edebilirsiniz. Bundan dolayı emperyalistler kendi sömürgelerinde şeker kamışı ve şeker pancarı ekimi­ne önem vermiş ve son zamanlarda sömürge halkının bol şeker tüketmelerini de teşvik eder olmuşlardır. Bu suretle şeker üreticisi haline sokulan geri ülkeler, ürettikleri şekeri yabancı pazarlara satamadıkların­dan ekonomik bir krize düşmüşler ve bunu kendileri kullanmaya mecbur kaldıklarından, sağlıklarını da yitirmişlerdir. Bol şekerle beslenen geri ülke halkı kendini mutlu zannetmektedir. Bugün bile Anadolu’­nun birçok köylerinde şeker veya şekerli bir şey yi­yebilmek bir zenginlik ve mutluluk belirtisi sayılır. Bayramlarda, düğün ve derneklerde misafirlerimizi şekerler ve tatlılar ile ağırlamaya çalışırız. Oysaki şekerin besleyici değeri son derece düşük ve denge­sizdir. İnsanlar sağlıklı olabilmek için şekerden çok, et, süt, yumurta, balık gibi proteinden zengin yiye­cekler ile vitamin ve mineral maddelerin zengin kay­naklan olarak tanımlanan meyveler ve sebzelere muhtaçtırlar.
Emperyalistler bu kabil yiyecekleri kendi insan­larına bol bol yedirip, sömürmeye niyetli oldukları ülkelerin ekim alanlarını şeker pancarı ve şeker ka­mışı endüstrisinin ilkel ürünlerine tahsis ettirmek için çeşitli oyunlara girmişler ve bu oyunlardan biri de Atatürk zamanında bu büyük insanı bile yanıltarak Türkiye’de sahneye konmuştur.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, silâhlı çatışmayı başarı ile sonuçlandırıp emperyalizmin zincirlerini kırmış olan bu büyük lider, Türkiye’nin gerçek duru­munu yerinde incelemek ve dertlere çare bulmak için güvendiği kişileri de yanına alarak bir yurt gezisine çıkmıştı. Bu gezi sırasında ilkokul çağında olan ço­cukların çelimsiz, gereği gibi beslenememiş ve soluk benizli çocuklar olduklarım görmüş, emperyalistlerin müteakip saldırılarına karşı koyacak bu genç kuşak­ların da güçlü kuvvetli ve sağlıklı kimseler olmasını pek arzu ettiği için, yamnda gezdirdiği hekimlerden birine, bu çocukların neden zayıf olduklarını ve bun­ları, güçlü kuvvetli vatandaşlar haline getirebilmek için ne yapılması gerektiğini sormuştu. İşte bu nok­tada belki bilgisizlik belki de kasdi bir davranışla, Atatürk’e yanlış bilgi verildiğini ve emperyalist oyun­ların sahneye konulmaya başlanıldığını görüyoruz.
Nutrition biliminin pratik kurallarını bilmediği için Türkiye’nin bugün izlediği şeker politikasını ye­ren kişileri suçlama maksadı ile «Türk Yurdu Dergi­si» nde bir makale yazarak bilgisizliğini ortaya koy­muş bulunan «M. Zeki Sofuoğlu» isimli bir zat olayı şöyle anlatmaktadır.
— Filhakika Atatürk, bir yurt gezisi sırasın­da kendisini karşılamaya çıkarılan ilkokul öğrencilerinin çok zayıf olduklarını gör­müş, maiyetinde bulunan doktorlara bu­nun sebebini sormuştu. Çocuklarını zayıf­lığının kâfi şekerle beslenmemekten mü­tevellit (raşitizm) hastalığı olduğunu öğ­renince, şu direktifi vermişti;
Şeker fabrikalarının sayısını yirmiye çıkaramaz ve şekeri ekmek kadar kolay alınır hale getiremezsek gürbüz çocuklara hasret kalırız. Bu işleri ihmal etmeyelim. Millî Sağlık Dâvamızı temelinden kavra­yan bu emrin ileriki yıllarda icapları yeri­ne getirilirken, ilerici ve Atatürkçü geçi­nen bazılarının, nasıl şeker fabrikalarının kurulmasının lüzumsuz olduğunu savun­duklarını ibretle hatırlamamak mümkün mü?
M. Zeki Sofuoğlu’nun Şubat 1966 tarihinde ya­yınlanmış olan 320 sayılı Türk Yurdu dergisinde ya­yınladığı «Atatürk’e Göre İktisat ve İktisadî Kalkın­ma» isimli yazısından aldığımız bu pasaj, bir şeyler bildiği evhamı içinde ilerici ve Atatürkçü aydınları itham etmeye kalkışan Sofuoğlu’nun gerçekte hiç bir şey bilmediğini ve emperyalistlerin hayli karışık ve bilinçli oyunlarına bugün bile nüfuz edemediğini or­taya koymaktadır. O tarihte insanlarım ve cumhu­riyeti emanet edeceği genç kuşakları sağlıklı kişiler olarak yetiştirmek için, bilgisine ve ihtisasına gü­venmek mecburiyetinde olduğu hekimlere soru soran bu büyük insan, belki kasten ve belki de bilgisizlik dolayısıyla yanıltılmış, hattâ kandırılmıştır. Çünkü şeker yemekle raşitizm hastalığı arasında hiç bir iliş­kinin mevcut olmadığım artık iyi biliyoruz. Raşitizm çocuklarda Vitamin D yahut Kalsiyum yetersizliğin­den ileri gelen bir nevi kemik hastalığıdır. Raşitik, çocukları tedavi edip sağlığa kavuşturmak için onlara şeker değil, bol miktarda süt içirmek ve güneşte kal­malarını sağlamak gerekiyordu. Kaldı ki, o tarihte Atatürk’le birlikte geziye çıkmış olan hekimler, ço­cukların zayıf ve soluk benizli oluşlarına sebep olan gerçek sebebi teşhisde de hata etmişlerdir. O gün ol­duğu gibi, bugün de zayıf ve benzi soluk olan Anado­lu çocuğu şekersizlikten değil, et, süt, yumurta, balık gibi zengin protein kaynakları ile beslenmemiş ol­ması dolayısıyla bu haldedir. Etini, sütünü ve yumur­tasını, büyük şehirlerde çöreklenmiş, mutlu azınlığa satarak, ömrünü bulgurla geçirmeye mahkûm ettiğimiz bu insanların daha sağlıklı olmaları zaten bek­lenemez ve bunlara bol şeker yedirmenin bir fayda­sı da yoktur. Nitekim, olaylar bunu göstermiş ve Türkiye’de yerden mantar bitercesine şeker fabrika­sı kurmanın kimlerin işine yaradığı da, zaman içinde ortaya çıkmıştır. Halkımız eskiye nazaran daha çok şeker yemekte ve fakat her yıl yüzlerce yavrumuz kızamık ve benzeri hastalıklardan eskiden olduğu gibi ölmektedir.
Hükümet, halka şekeri çok pahalı fi­yatlarla satıp bu yoldan adeta bir nevi vergi almak­tadır. Böyle olmasına rağmen başka ülkelere şeker ihraç edemediğimiz için geçen yıl «Şeker Şirketi Ge­nel Müdürü» üretim fazlası şekere bir tüketim olana­ğı hazırlamak için ekmeklere şeker katılmasını tek­lif etmişti. 10 Temmuz 1966 tarihli Milliyet Gazete­sinde intişar eden bu haber, bizi güldürmüş ve mu­hakkak ki emperyalistlerin de çok hoşuna gitmiştir. Çünkü ekmekte bulunan nişasta, sindirim kanalında parçalandıktan sonra şekerlere dönüşmektedir. Un ve buğday fiyatı ile şeker fiyatları kıyaslandığı za­man ekmeğe şeker katmanın insanı gerçekten güldü­recek lüzumsuz ve şaşkınca bir uygulama olacağı ko­layca görülebilir. Biz o tarihte ayni gazetede yayın­ladığımız bir makale ile bu teklifin gülünç ve olum­suz bir teklif olduğunu kamuoyuna açıklamaya ça­lışmıştık. Nitekim teklifin olumsuzluğu yetkililer ta­rafından da anlaşılmış bulunduğu için gerçekleştiril­mesi bugüne kadar mümkün olamamıştır. Böyle ol­masına rağmen Türkiye’nin geniş ekim sahaları bu­gün şeker pancarı ile kaplanmış durumdadır. Hükûmetin pancar üreticilerini himaye için giriştiği olum­suz uygulamalar, soya fasulyesi ve yem bitkileri gi­bi bizim için yararlı olabilecek protein kaynakları­nın ekimine engel olmakta ve yılda 268 kilo tahıl tü­kettiği için bol bol karbonhidrat almakta olan Türk halkına bir de şeker yedirilmektedir. Halkın tahıl, şe­ker ve yağ gibi boş kalori kaynakları ile beslenip et­ten, sütten, balık ve yumurtadan mahrum kalmış ol­ması ise, emperyalistlerin işine yaramakta ve bir has­ta insanlar ülkesi haline gelmiş olan Türkiye’ye bol bol ilâç satılmaktadır. Köydeki insanların benzi hâ­lâ sarı, çocuklarımız güçsüz ve kısa ömürlüdürler. Doğan çocukların büyük bir kısmı daha ilk yaşlarında hayata gözerini yummakta ve yaşayanlar ise hiç bir zaman üretici duruma geçememektedirler. Bu çocuk­lar yeterli bir şekilde beslenemedikleri için geri zekâ­lı birer yaratık haline gelmiş bulunuyorlar. Şeker, ta­hıl ve ithal malı yağlarla beslenen bir toplumun baş­ka koşullar altında bulunmasına zaten imkân yoktur. Bu suretle Türkiye sömürülmeye pek elverişli bir ül­ke haline getirilmiş ve şeker politikamız da buna alet edilmiştir.
Emperyalistler bu oyunlarını yalnız Türkiye’de değil, bugün sömürmekte oldukları daha birçok ülke­de de sahneye koymuş bulunuyorlar. Güney Ameri­ka ülkeleri ile Hindistan, Pakistan ve daha birçok sömürge bugün bizim bulunduğumuz şartlar içinde­dirler. Onların şeker politikalarına hâkim olan ana prensip şöylece özetlenebilir:
Geri kalmış ülkelerde ekim sahalarının önemli bir kısmı, şeker ve tahıl gibi boş kalori kaynaklarının üretimine tahsis edi­lecek ve bu ülkeler halkı bu yiyeceklerle beslenerek sağlıkları bozulacaktır. Sağlığı bozulan ve karbonhidratlardan zengin yi­yeceklerle beslenmekte bulunan bu toplumlarda entelektüel gelişme mümkün olama­yacak ve insanlar hastalıkla uğraşmaktan yurt sorunlarına ve milletlerarası ilişkile­re zaman ayıramaz olacaklardır. Bu hale gelmiş olan topluluklar ne kadar kalabalık olurlarsa olsun, kaynaklarına el atmak ve onları silâh patlatmadan işgal altına ala­rak, sömürmek kolay bir iştir. Ayrıca üre­tecekleri şeker, sömürgeci toplumlar için bir değer taşımadığından bunu satın alma­mak veya ucuza satın almak suretiyle bu ülkelerin ekonomik yapılarını temelin­den sarsmak ve onları hayvancılığı geliş­tirerek bol et ve bol sütle beslenmekten ge­ri koymak mümkün olacaktır. Bu ülkelere satılacak olan şeker fabrikası tesisleri üze­rinden de milyonlarca lira kazanıp, ileri ül­keler endüstrilerine pazar hazırlamak mümkün olur.
İşte şeker üzerinde bilmemiz gerekenler kısaca bundan ibarettir. Bugün Türkiye’de bir boş kalori kaynağı olan un ile ayni şekilde boş kaloriden ibaret ithal yağından yapılmış margarini ve ürettiğimiz şe­keri karıştırıp çok lezzetli tatlılar yapıp, bol bol yiyebiliyoruz. Fakat yabancıya ödediğimiz ilâç parası­nın miktarı hiç bir zaman azalmamakta, her gün bi­raz daha artmaktadır. Bu kirli yoldan kimlerin pa­ra kazanıp servet edindiklerini ve halkımızın hasta yatağında bile hangi yoldan sömürüldüğünü geçen­lerde patlak veren «İLÂÇ REZALETİ» açık ve seçik ola­rak ortaya koymuştu. Şeker yeme yüzünden ölmüş veya öldürülmüş olan insan sayısı, Kurtuluş Savaşı’nda alnından kurşunla vurulup öldürülmüş vatandaş sayısından daha az değildir. Emperyalistler artık in­sanı şeker yiyerek öldürmeyi, kurşunla vurup öldür­meye tercih etmiş bulunuyorlar. Çünkü bu yoldan daha çok insanı, hiç hissettirmeden mezara gönder­mek mümkün olmakta ve bu insan mezara gidince­ye kadar da onlara ilâç parası olarak külliyetli mik­tarda para ödemektedir. Bize gelince bizim kalem­şorlarımız da 1966 yılında şeker yemekle raşitizm arasındaki ilişkiyi bilemediklerinden, şeker politika­mızı savunup, muarızlarını bu yoldan lekelemeye çalışıyorlar. Yaptığımız açıklamalar ne kadar acık­lı bir durumda olduğumuzu açık olarak göstermek­tedir.
Bu konuda uyarıcı bir kitapçık daha önce Tür­kiye Millî Gençlik Teşkilâtı tarafından yayınlanmış­tı. Fakat emperyalistler sömürmekte oldukları geri kalmış toplumlarda beslenme koşullarını çıkarlarına uyarlı bir ortama oturtmak için şüphesiz yalnız şe­ker üzerinde durmakla yetinmemekte diğer besinle­ri de bir ateşli silâh gibi kullanmayı bilmektedirler..
Emperyalistler afyon ve diğer uyuşturucu ve keyif verici maddelerin serbestçe kullanılmasını sağ­lamak suretiyle bir ülkenin sömürülmesinin müm­kün olabileceğini daha önce Çin’de giriştikleri dene­melerden öğrenmiş bulunuyorlardı. Asırlarca bu or­tamda sömürülmüş olan Uzak Doğu ülkeleri uyan­maya başladıktan sonra, afyon yerine kullanıp in­sanları sezdirmeden uyuşturabilecekleri yeni vasıta­lar aramaya başladılar. Bu yeni vasıtanın tercihen bir besin maddesi olması ve sömürgecilere ticarî çı­karlar da sağlaması gerekiyordu. Klâsik sömürgeler olarak tanımlanan Uzak Doğu ülkeleri halkının ya­şantıları üzerinde yapılan incelemeler ve bunların mutad besin maddeleri üzerindeki araştırmalar pi­rincin bu maksatla kullanılabileceğini göstermiş ol­duğundan ilk uygulamalar Hindistan’da yapılmıştır. Uzak Doğu’da yaşayan halkın dinî inançlarını, örf ve âdetlerini istismar etmek suretiyle İngilizlerin Dünyanın bu bölgesinde yarattığı şartlar, halkın af­yon yerine pirinçle uyuşturulmasını mümkün bir ha­le getirmişti. Bu sayede 40 50 milyonluk bir İngi­liz milleti, kendi yaşadığı adadan binlerce mil uzak­ta, kendilerinden on kat daha kalabalık bir toplulu­ğu, orada silâhlı tümenler de bulundurmadan rahat­ça sömürmeye muvaffak olmuştur. Bugün dahi pi­rinç ve buğday gibi tahıllarla beslenmekte olan Hin­distan şeklen istiklâline kavuşmuş görünmekle bera­ber, ekonomik yoldan eskisi gibi istismar edilen bir sömürge olmaktan kendini kurtaramamış bulunu­yor. İngilizler Hint halkını bol miktarda tahıl ve az miktarda et ile beslenme ortamına itekleyebilmek için küçük hilelere başvurmuşlardır. Hintliler ken­dilerine süt verdiği için inekleri analarına benzet­mekte ve bu hayvana karşı saygı duymaktadırlar. Bu inanç sömürgecilerin yardımı ile kuvvetlendiril­miş ve Hintlilerin inekleri analarına benzeterek eti­ni yememekte gösterdikleri hassasiyet istismar edil­miştir.
Bugün bile Hindistan’da insanlar sokaklarda aç­lıktan ölürlerken, sığırlar salma salına gezmekte ve ömürlerini tamamlamaya çalışmaktadırlar. Sığırların kesilerek etlerinin yenmesine müsaade etmeye kalkı­şan Hint hükümetleri büyük tepkilerle karşılaşmış­lar ve parlâmentoyu basmaya kalkan halkı durdur­mak gerçekten güç olmuştur. İngilizler in hiç farkettirmeden Hint halkının aklına perçinledikleri, inek­lerin analarına benzediği için etinin yenmemesi ge­rektiği hakkındaki inancı XX nci asrın ikinci yarı­sında aydın Hintli münevverler söküp atamamaktadırlar. Bundan dolayı Hint halkı etyemez.
Beri taraftan pirincin ve buğdayın bol miktar­da tüketilmesi için ne gerekiyorsa, o titizlikle yapıl­mıştır. Hindistan’ın köylerine kadar giden sömürge­ciler, cahil halkı kandırmak için bir tabağa bir avuç pirinç, başka bir tabağa da bir parça et koyarak bu­nu bir gece öylece bırakmışlar ve ertesi gün her iki besin maddesinin de ne durumda olduğunu halka göstererek onları yanıltmışlardır. Havanın sıcak ol­ması dolayısıyla kokmuş ve iğrenç bir hâl almış olan et, çevre şartlarının etkileyemediği pirinçle mukaye­se edilince Hintlileri et yiyenlerin midesinin kokuşa­cağı ve pirinçle beslenenlerin ise sağlıklı kalacakları­na inandırmak güç olmamıştı.
Böyle olmasına rağmen Hint halkını etten böylece soğutan İngilizler, sabah kahvaltılarında bile tüt­sülenmiş balık ve domuz pastırması üzerine kırılmış bir yumurta, bol miktarda sütle beslenmeyi ve bu yoldan kendi topluluklarının entellektüel gücü ile sağ­lığını en üst seviyede tutmayı ihmal etmemişlerdir.
Hindistan’da kurulan ve bugün Türkiye’de de faaliyet göstermekte bulunan «VEJETARYEN» dernek­leri halka hayvanı kesip etini yemenin bir dehşet ol­duğunu telkin etmeye devam etmiştir. Bu insanlar, yalnız bitkisel yiyeceklerle beslenmekte ve bundan dolayı aklî gelişmenin tamamlanması için lüzumlu olan hayvansal proteinler ile et, süt, yumurta ve ba­lık gibi hayvansal yiyeceklerde bulunan VİTAMİN B 12’yi yeterli olarak alamamaktadırlar.
Sabah kahvaltısında bile domuz sucuğu, tütsü­lenmiş balık, yumurta ve süt yiyen İngiliz’in, bitkisel yiyeceklerden başka hiç bir şeyi ağzına koymayan hasta Hintliyi sömürmesi ve kaynaklarını istediği gibi kullanması bundan dolayı zor olmuyordu.
İngilizler bu hale soktukları Hintliler ile alay et­meyi de ihmal etmemişlerdir. Bir İngiliz yazarı «Benares» isimli yazısında Hintlilerin mukaddes şehri olan Benares’de günahlarından arınmak için «Ganj» nehrine girişlerini tasvir ederken, yüzlerce kilometre uzaktan mukaddes hayvan olarak kabullendikleri sı­ğırlarım da çalınmaması için yanlarına alıp, yalına­yak Benares’e kadar yürümüş olan sefil köylülerle en kaba şekilde alay etmektedir.
Bu köylüler, tek yiyecekleri olan pirinci de çıkın­layıp yanlarına aldıkları için Ganj’a girerken sığır­ları ile pirinç çıkınlarını nehrin kenarına bırakıyor ve sığırlar da köylünün yokluğundan yararlanarak pirinç çıkınındaki pirinçleri yiyorlardı, diyen yazar okuruna şu soruyu sormaktadır:
“Bu manzarayı seyrederken insan, sığırların mı, yoksa insanların mı daha akıllı yara­tıklar olduğu sorusunu kendi kendine sor­ma zorunluğu duyuyor.”
Gerçekten de, bol pirinç ve tahıl yedirmek, et, süt, yumurta ve balık gibi yiyeceklerden yoksun bı­rakmak suretiyle insanları sığırlar kadar ve hattâ onlardan daha aptal yaratıklar haline getirmek müm­kündür. Hele bu uygulamalar, insanların dinî inanç­larını da istismar ederek ve onları alaca karanlıkta yollarını göremez hale getirmek için girişilen bir ta­kım bio sosyal uygulamalarla da birleştirilecek olur­sa o zaman İngilizlerin Hindistan’da yarattıkları sö­mürme ortamını başka ülkelerde yaratmak da zor bir iş olmaz. Nitekim Hindistan denemesiyle İngilizlerin edindikleri bilgi, bugün Birleşik Amerika tara­fından ve daha bilinçli bir şekilde, buğday ve soya yağı ile başka toplumlar üzerinde de uygulanmakta­dır. Bunlardan da sırası gelince söz edilecektir. Ame­rikalı dostlarımız artık buğday ve soya yağı gibi üretim artıklarını atom silâhlarından da daha etkili savaş araçları olarak sahneye koymuş ve hattâ bizler üzerinde de uygulamaya başlamışlardır.
ET, KIMIZ, YOĞURT VE KEFİRLE BESLENDİĞİ ÇAĞDA, DÜNYA’YA HÜK­METMİŞ OLAN TÜRKLER, BUGÜN BİR EKONOMİK SÖMÜRGE GİBİ KULLANILMAKTAN YAKMIYORLARSA, UYDUKLARI BESLEN­ME DÜZENİNİN, ET YERİNE BOL MİKTARDA TAHILLA BESLEN­MEKTE OLUŞUMUZUN BUNDA ÖNEMLİ BİR PAYI OLMASI GE­REKİR.
Kalıtıma ilişkin niteliği çok üstün olan Türk toplumunu, cengâver ve ilerici bir toplum olmaktan çıkarıp, sömürülmeye elverişli bir ülkenin insanı ha­line getirmek için ne yapmak gerekiyorsa, dostla­rımız bunu yapmışlardır. Türk halkı, kendi ürettiği tahılın tümünü yedikten sonra, emperyalist Ameri­ka’nın üretim artığı olarak ortaya çıkan buğdayı ile soya ve pamuk yağları için de bir pazar olarak kul­lanılmaya başlamış bulunuyor. Hindistan’da başlatı­lan oyun zamanla, bütün Dünya’ya yayılmış ve sö­mürülecek olan ülkenin insanı bu yoldan, hasta, geri zekâlı ve yumuşak başlı, ayni zamanda çıkarcı bir yaratık haline getirilmiştir. Emperyalistler, kendi tarım politikalarına yön verirlerken, kendi insanları­na çok miktarda et, süt, yumurta ve balıkla, az mik­tarda tahıl yedirebilecekleri bir ortam hazırlamaya ve sömürge halkının ise çok tahıl, az etle beslenmesi­ne bilhassa dikkat ederler.
İleri emperyalist ülkelerde bir insanın bir yılda tükettiği tahıl miktarı ile sömürülen ülkelerdeki tüketim karşılaştırılacak olursa, bu gerçek daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Sömürgeciler sömürdükleri ülke halkının çok miktarda tahıl ve az miktarda et, süt, yumurta ve balıkla beslenmesini arzu ederler. Bu düzene göre beslenme entellektüel gücün gelişme­sine engel olduktan başka, hastalıklara karşı direncini yitiren kimselerin hastalanmasına ve çocuk ölümlerini artırdığından nüfusun artıp toplumun güç kazanmasına engel olacak. Sö­mürgeciler ayrıca bol miktarda ürettikleri tahıllara pazar ha­zırlamış olacaklardır. Sömürülenler çok miktarda tahıl tü­ketirlerken, emperyalistler de az tahıl tüketerek açığı et, süt, yumurta gibi hayvansal protein kaynaklan, bol miktarda mey­ve, sebze ile kapatırlar.
Dikkat edecek olursak, bütün oyunu ortaya koyacak ipuçları elde etmemiz için ye­terli olabilecektir. Örneğin Birleşik Amerika’da bir insana bir yılda 646 kilo tahıl isabet ettiği ve üre­tim bu derece yüksek olduğu halde, Amerika vatan­daşı bunun yalnız 67 kilosunu tüketmekte ve geri ka­lan miktar hayvanlara yem olarak verilmekte, tohum olarak kullanılmakta yahut ta geri kalmış ülkelere satılarak değerlendirilmektedir. Avrupa ve Amerika memleketlerine seyahat eden Türkler, oralarda yaşa­yanların ne kadar az ekmek yediklerini görmüşlerdir. Bundan dolayı çok ekmekle karın doyurmaya iyiden iyiye alışmış veya alıştırılmış olan Türkler, lokanta­larda veya ziyafetlerde birkaç defa ekmek istemek zorunda kalırlar.
Kanada’da ise çok miktarda buğday üretildiğin­den, insan başına düşen yıllık buğday ve tahıl mikta­rı 929 kiloya kadar yükselmekte, fakat Kanada va­tandaşları bunun yalnız 71 kilosunu ekmek olarak tüketmektedirler. Bundan dolayı Kanada’da geri ül­kelere buğday ihraç eden ve bu yoldan büyük gelir­ler sağlayan bir ülke halindedir. İngiltere ve Fransa, Birleşik Amerika ile Kanada’ya nazaran daha az buğ­day üretmesine rağmen, bunlar da sıra ile 85 kilo ve 110 kilo tahıl tüketmektedirler. Tahılları bu kadar az kullanan bu ülkelerde, daha sonra izah edileceği veçhile, insanlar çok miktarda et, süt, yumurta ve balık tüketerek hem entellektüel ortamı ve hem de toplum sağlığım düzenlemiş bulunuyorlar. Ürettikle­ri fazla tahılı da âdeta bir silâh gibi kullanarak, geri ülkelere yardım ismi altında ihraç eden emperyalist­ler, bu yoldan onları uyuşturmakta, sağlıklarını bozmakta ve bir ilâç pazarı haline sokmaktadırlar.
1958 yılı esas alınmış olduğu için, Hindistan’ın insan başına yılda 144 kilo tahıl düşe­cek şekilde bir üretim yapmakta olmasına mukabil, insanların 124 kilo tahıl tükettiklerini görüyoruz. Ge­riye tohumluk ve hayvan yemi olarak kullanılabilecek 20 kilo buğday kalmaktadır. Bu miktar buğdayla hay­van beslemek kabil olamayacağı ve ayrıca tohumluk olarak değerlendirildiği takdirde yetmeyeceği için Hindistan’da koşullar, o günden bu yana hızla bo­zulmuş ve Hindistan Birleşik Amerika’dan her yıl 12 milyon ton buğday ithaline mecbur kalmıştır. Şu gün­lerde bu miktar buğday ithal etmekte olmasına rağ­men, Hindistan’da insanlar sokakta açlıktan ölmek­tedirler.
Artık Hindistan Amerika'nın kıskacına girmiş bulunuyor. Halkı ayakta tutacak miktarlara göre bes­leyebilmek için Hint Hükümetleri Amerika’nın dümen suyunda gitmeye mecburdurlar. Nitekim iktidarı ele aldıktan sonra, açlığın ülkeyi tehdit etmekte olduğu­nu fark eden Bayan Gandi’nin ilk işi Washington’u ziyaret etmek ve kendilerine tahıl yardımı yapılması için ricada bulunmak olmuştur. İşte böylece Ameri­kan buğdayına muhtaç bir hale gelmiş olan Hindistan bir sterlin sömürü bölgesi olmaktan çıkıp, yavaş ya­vaş doların sömürdüğü bir bölge haline gelmeye ve el değiştirmeye başlamış bulunuyor. Bundan sonraki devrede kendi üretim imkânım iyice yitirmiş ve ithal malı tahılla beslenmeye alışmış bulunan Hint halkı, açlıktan ölmemek için Amerika’dan buğday getirecek gemileri beklemeye, bunlar için para ödeyip, Ameri­ka’ya dua etmeye mecbur kalacaktır. (Günümüz Türkiyesinde saman ithal ediliyorsa bu durumun vahimliğini daha çok açığa çıkarmaktadır.)
Birleşik Amerika 500 milyonluk Hindistan’ı bu yoldan hiç asker kullanmadan tahılla kontrolü altı­na almış ve kendi politikasını izlemeye mecbur etmiş bulunuyor. Bol tahılla beslenen Hint halkının yakın bir gelecekte kendini bu kısır çemberden kurtarması ve kendi kaynaklarım kullanarak gerçek bir bağım­sızlığa kavuşması beklenemez. Ancak Hindistan ola­yında Amerika için de sürpriz olabilecek bazı geliş­meler vaki olmuştur. Daha önce Hindistan yılda 4 milyon ton tahıl ithal etmek suretiyle halkını en kö­tü standartlara göre besleyebiliyordu. Son birkaç yıl içinde havanın kurak gitmesi, mahallî üretimi büs­bütün azaltmış ve halkın ithal malı buğdayla beslen­meye alışmış olması da ihtiyacı çoğaltmıştır. Bu su­retle ihtiyacı çok artan Hindistan, yılda 12 milyon ton buğday ithal ettiği halde bile halkım doyuramı­yor. İşte bu durum emperyalistleri güç duruma dü­şürmüştür. Çünkü Hindistan’daki olaylar, halkın ta­hıl ihtiyacının hükümet tarafından karşılanmaması halinde bu kalabalık toplumun hızla sola kayma eği­liminde olduğunu göstermektedir. Böyle bir ihtimali göze alamayan Birleşik Amerika, Hint halkının tahıl ihtiyacını karşılayabilmek için bütün stoklarını bu ülkeye göndermeyi göze almış ve fakat diğer ülke­lerde uyguladığı emperyalist beslenme plânları için de bir miktar buğdaya muhtaç olacağını gayet iyi bildiğinden Meksika, Türkiye gibi belirli ve memle­ketin ihtiyaçlarına uyarlı bir tarım politikası olma­yan ülkeleri de bir buğday tarlası gibi kullanıp Hint­lileri MeksikalIlarla, Türklere besletebileceğini dü­şünmüştür. SONORA 64 tipi yüksek verimli buğday cinsinin Türkiye’ye getirilmesi ve Tarım Bakanı Dağdaş’ın da işini gücünü bırakıp bu buğdayın propagan­dasını yapmaya başlamasının gerçek sebebi işte budur. Bundan sonraki yıllarda Türkiye, Çukurova ve Ege gibi sulak ve mümbit bölgelerine bu yüksek ve­rimli buğdayı ekecek ve elde ettiği ürünü de Ame­rika’nın arzuladığı fiyatla Hindistan’a ihraç ederek, aç Hintlilerin Çin’e kaymasına engel olacaktır.
Amerika’nın yakın zamana kadar yılda 1 milyon ton buğday ihraç ettiği Türkiye’de buğday pazarını kapatıp, Türkiye’yi bir buğday ihracatçısı haline ge­tirmek için ona Sonora 64 tipi buğday tohumu gön­dermesindeki çıkarları bundan ibaret değildir. Ame­rika bir taş ile birkaç kuş vurmaya alışık bir sömür­geci olduğundan bize bu buğdayı kabul ettirmekle aşağıda sayılan çıkarları da sağlamış bulunuyor.
(1)                   — Türkiye, Çukurova ve Ege’de ürettiği pamuğun miktar ve kalitesi bakımından dikkati çeken bir ülke haline gelmeye başlamıştır. Pamuk üretiminde 9 ncu sırada yer alan Türkiye’nin milletlera­rası pamuk pazarından uzaklaştırılması gerekmektedir. Bu temin edilirse, Ame­rika pamuklarını daha pahalı satabile­cek ve bu yoldan mühim çıkarlar sağla­yacaktır. Çukurova ve Ege’de pamuk üretimine tahsis edilen sulak arazinin Sonora 64 tipi buğdaya tahsisi, pamuk üretimini kısıtlayacak ve bu suretle Bir­leşik Amerika’nın istediği ortam yara­tılmış olacaktır.
(2)             — Sonora 64 ve benzeri üstün verimli buğdayları Türkiye’de yetiştirmek için tohumluğun Birleşik Amerika’dan satın alınması lâzımdır. Çünkü bu tip buğday­lar bir melezleme mahsulü oldukları için birkaç yıl içinde dejenere olmakta ve düşük verimli buğday tipine dönüş­mektedirler. Tohumluk buğday ise çok pahalıya satılmaktadır, örneğin bu yıl ithal edilen ilk parti 20 bin tonluk buğ­day için 70 milyon Türk lirası kadar bir para ödemek zorunda kaldık. Gelecek yıllarda bu ihtiyaç daha da artacak ve Birleşik Amerika bize daha az buğday satarak 1 milyon ton ekmeklik buğday sattığı devrede sızdırdığı kadar para sızdırabilecektir. Ayrıca Türkiye’de buğ­day üretimini başlattığı gibi, istediği zaman durdurabilir de, bize tohumluk buğday vermediği takdirde, aynı tohum­luğu biz burada yetiştiremeyeceğimiz­den, istediği takdirde, istediği zaman Türkiye’yi gene buğday ithalâtçısı ha­line getirmek Amerikalı dostlarımız için çok kolay bir iştir.
(3)     — Sonora 64 tipi buğdayın yetiştirilmesi ve verimin üstün tutulması için çok miktarda fosforlu gübrenin kullanılması ge­rekmektedir. Bu gübreyi de Amerika’dan satın alacağımız için dostlarımız bu yoldan da önemli çıkarlar sağlayacaktır ve Türkiye bir de gübre pazarı olarak kullanılacaktır.
(4)     — Üstün verimli ürünleri, haşerelerden korumak ve zararlarından uzak tutmak için Amerika’nın tavsiye edeceği pahalı tarım ilâçlarına ihtiyaç vardır. Bu ilâç­ların Amerika’dan Türkiye’ye ithali Amerikan ilâç endüstrisine yeni bir pa­zar açacaktır.
(5)     — Neticede Amerikaya tohumluk, gübre parası, ilâç parası olarak ödeyeceğimiz para tutarı ile Hindistan’a buğday satı­şından sağlayacağımız para karşılıklı olarak yazılıp, zarar hanesine pamuktan kaybedeceklerimiz de ilâve edildikten sonra, Türkiye’nin bu işten büyük ka­yıplarla çıkacağı ve Türk tarım işlisi­nin emeği ile topraklarımız Amerika ta­rafından sömürülmüş bulunacağı görü­lecektir.
Bu suretle bir taşla tam beş kuş vuracak olan Amerika’nın bu oyununu, birçok uyarmalara rağmen Tarım Bakanı Dağdaş’a anlatmak mümkün olamamıştır. Türkiye’ye oynanan bu oyunu daha köklü bir şe­kilde incelemek isteyenler, Amerikan Haberler Bürosu’nun, TÜRKİYE’DEKİ AMERİKANOFİLLER için çıkardı­ğı ve İngilizce yayın yapan «Pariticipant» dergisinin Temmuz 1967 tarihli, cilt 6, no. 27 dergisini okumalı ve bu yeni oyunun ne şekilde tez şahlandığını oradan öğrenmelidirler.
Bu dergide Türk tarım Bakanının güler yüzlü resimlerini görmek ve Amerikalıların propaganda çalışmalarına hangi yoldan alet edildiği­ni sezmek kabildir. Görüldüğü gibi, ilk olarak İngilizlerin Hindistan halkını uyuşturmak ve bu yoldan, kolayca sömürmek için afyon yerine ikame ettikle­ri pirinç, bugün Amerikalılar tarafından buğdayla yer değiştirmiş bulunuyor. Artık Türkiye, Pakistan, Mısır, Hindistan buğdayla uyutulmakta ve bir taraf­tan da açlıkla tehdit edilerek kaynaklarına sömürü­cü maksatlarla el atılmış bulunmaktadır. MISIR BAŞ­KANI NÂSIR’ın [1]bir aralık Amerikalılarla arayı bozup, sosyalist ülkelerle ilişki kurmaya başlayınca buğday yardımının kesilmesi ile tehdit edildiği ve Nâsır’ın da buna karşılık «Kanlarımızı akıttığımız topraklarımı­zı bir avuç buğday karşılığı yabancı yönetimine tes­lim edecek değiliz» demek suretiyle emperyalistlere meydan okuduğu hatırdadır. Bugün buğday ile teh­dit edilmiş olan Mısır, bu aşırı davranışları yüzün­den, başka bir yoldan yere serilmiş bulunuyor. Eğer uslu uslu oturup, Amerika’nın dümen suyunda git­meyi bilseydi, şüphesiz bu hale düşmeyecek ve aç arapları doyurmak için Amerika’dan buğday satın alabilecekti. Fakat bu iki davranıştan hangisinin da­ha olumlu olduğunu bize zaman gösterecektir. Mısır’­ın davranışını yorumlamak için zaman henüz erkendir.
                         Birleşik Amerika’nın bugünkü yöneticileri bilim adamlarının kendilerine verdikleri veriler yardımı ile çok tahılla beslenen toplumların, sağlıksız ve entellektüel güç bakımından kaynaklarına sahip çıkabilecek nitelikte kişiler yetiştiremeyecek bir top­lum haline geleceklerini iyi bilmektedirler. Daha önce Hindistan’da İngilizler tarafın­dan pirinçle yapılan uygulamalar bunun doğru olduğunu ve bu yoldan başarılı so­nuçlar alınabileceğini göstermiş bulunmak­tadır. Buğday terkip bakımından pirince çok benzeyen, onun gibi protein kalitesi düşük ve nişastadan zengin bir yiyecektir. Amerika ve Kanada, halkının ihtiyacını aşan miktarda buğday üretebildiklerine göre bu üretim artıklarını bir savaş silâhı gibi kullanıp, sömürülmesi plânlanan ül­kelere önce İnsanî bir yardım gibi sokmak ve daha sonra ekim sahalarından buğdayı silerek, bunları Amerikan buğdayına muh­taç topluluklar haline getirmek pek müm­kündür. Bir toplum bir defa bu hale geti­rildi mi onu aç kalmakla tehdit ederek, zorla Amerikan dostu yapmak, iç ve dış politikasına hâkim olmak ve aynı zamanda hayvancılığın gelişmesini engelleyerek hal­ka az miktarda et ve sütle yumurta yedir­mek suretiyle insanları hasta etmek müm­kün olacak ve bu yoldan bu ülke bir ilâç pazarı haline sokulacaktır. Tahıla besle­nen topluluklarda eğitim başarısız ve tek­nolojik gelişme yetersiz olur. Bunlar be­lirli bir endüstri kuramazlar. Bundan do­layı bu çeşit ihtiyaçlarını emperyalistler­den karşılama mecburiyetinde kalacak olan bu ülkeler bir de Amerikan endüstri­si için mükemmel bir pazar olabilecektir.
Bu ülkelere tam manasıyla sahip çıkıp, bütün kaynaklarına el koyabilmek için hal­kı tahılla beslemek yeterli değildir. Bu pro­je yeni sömürgeciliğin diğer sosyal, biyolo­jik ve askerî metodları ile de tazyik edil­meli ve gerekiyorsa en kısa süre içinde Filipinler gibi Amerikan hâkimiyetini tama­men benimsemiş bir sömürge haline getiril­melidir.
Yalnız tahılla beslenmenin bir ülkenin çökertilme­si için yeterli bir tedbir olacağı elbette söylenemez. Fakat bu biyolojik tedbir, bilinen bütün uygulamalar­dan daha etkin olmakta ve halk kuzu gibi yumuşa­maktadır. Tahılla beslenenlerde zekâ bir türlü gelişe­mez. İnsanlar karınlarım ekmek ve bulgur gibi yiye­ceklerle şişirdiklerinde, doyduklarını ve tok oldukla­rını zannederek mutlu olur ve hattâ kendilerine bu yiyecekleri sağlayanlara dua ederler. Fakat karınla­rı şiş olmasına rağmen, aç kalmış olan bu insanlar bilmedikleri bir sebepten kolayca hastalanır, hattâ ölürler. Bu ülkelerde iktidarlarını sürdürmek için ger çekleri kolayca inkâr edebilen politikacıları, halkın aç olduğuna inandırmak zor bir iştir. Bazı ahvalde bunlar gerçeği görseler bile, inkâr eder ve halkın se­faleti üzerinde saltanatlarını sürdürmek için, gerçek­leri dile getirenleri suçlama yoluna girerler. Biyolo­jik yıkıntıyı böylece olumsuz, sosyal gelişmelerin takip edeceğini sömürgeciler çok iyi bilmektedirler. Tahıl üzerinden sürdürülen bu oyunun en tipik bir örneği Türkiye’de sahneye konmuş olduğu için biz kendi yaşantılarımıza mal olmuş olaylar üzerinden gerçeği daha iyi anlamaya çalışalım.
Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşından yorgun ve bitkin çıkmış, harp yıllarında süpürge tohumundan mısır koçanına kadar her şeyi yemiş olan Türk halkı harbin akabinde ekmeklik buğdayım kendi kaynak­larından sağlama olanağına sahip değildi. Bundan dolayı 1923 yılında 12 milyon Türk lirası değerinde buğday ithal etmiş ve bu miktar 1925 yılında 19 mil­yon Türk lirasına kadar yükselmiştir. Daha sonraki yıllarda yaralarını sarmaya başlayan Türk halkı si­lâhı bırakıp sapanın başına geçmiş, 1929 yılında it­hal buğdayı için ödenen para miktarı 15 bin liraya kadar düşmüştür. Atatürk’ün, gerçek fatihin kılıç değil, sapan olduğunu belirten veciz sözü, halkı et­kilediği için yurduna sahip olmaya kararlı Türk top­lumu, bundan sonraki devrede tarıma önem verdiğin­den, ikinci Dünya Savaşı başlamadan önce, örneğin 1937 yılında Türkiye ürettiği tahıl ile kendi halkını doyurduktan başka 7.885.000 T.L. değerinde buğday ihraç etme olanağına da kavuşmuş bulunuyordu. Harp içinde darlıklar çekilmiş ve fakat halk aç kalmamış­tır.
Harbi izleyen ilk yılları da atlatmış olan Türkler, 1953 yılından sonra, Türk toplumunun savaş mey­danlarında kökünü kazıyamayacaklarını iyi anlamış ve onu İkinci Dünya Savaşına sokup bu yoldan da hırpalayamamış olan Anglo Amerikan emperyalist­lerinin sosyo biyolojik saldırılarına sahne ölmüş ve bu yoldan saldırı Türkiye’de başarıya ulaşmıştır. İlk olarak pek İnsanî duygularla Türk halkına yardım olarak tahıl vermek istediklerini söylemek suretiyle bize sokulmuş olan emperyalistler, komünist bloka karşı duyulan nefretten de yararlanarak, askeri ve teknik yardımlarda bulunmuşlar ve dost gibi görüne­rek hem hükümetlerin, hem de halkın kalbini kazan­mayı bilmişlerdir. Bundan dolayı 1953 yılında 1000 ton buğday ithal eden Türkiye, bir taraftan da 896.000 ton buğday ihraç etmiş bulunuyordu. İhraç edilen miktarın, ithal edilen miktardan çok yüksek oluşu, bizim gerçekten başkalarının buğdayına muhtaç ol­madığımızı göstermektedir. Fakat o tarihte hükümet edenler, bunu bir açıkgözlük zannetmişler ve ucuz fi­yatla buğday ithal edip, daha pahalı fiyatlarla başka ülkelere buğday satma yoluyla çıkar sağlayacakları­nı umduklarından, ülkeyi bir maceraya sürükledikle­rinin hiç farkında olmamışlardı. Bunu takip eden yıl­larda Türkiye’ye buğday ithalâtı artarak devam et­miş ve bir taraftan da ihracat yapılmıştır. Fakat 1962 yılı idrak edildiği zaman bir zamanların buğday ihra­catçısı ve bu yoldan gelir sağlayan Türkiye’nin halkı­nı beslemekten aciz ve Amerika’nın üretim artıkları­na muhtaç bir toplum haline geldiğini görüyoruz. Hiç de dostça olmayan bu sinsî operasyon, Türkiye’de yandaki tabloda açıklanmış olan kalıplara göre ce­reyan etmiştir.
İşte böylece buğday ihracatçısı bir ülke yavaş yavaş buğday ithalâtçısı durumuna sokulmuş ve 1962 yılını takip eden yıllarda ithal ettiğimiz tahıl mikta­rını daha da artırmak mümkün olmuştu.
Türkiye’yi bu hale getirmekle Birleşik Amerika­lının ulaşmak istediği asıl amaç gerçekleşmiştir. Bu sa­yede esasen çok tahılla beslenmekte olan Türk toplu­mu daha çok tahıl tüketmek suretiyle :
(1)             Reaksiyoner niteliğini kaybetmiş ve ku­zu gibi uysal bir toplum haline getiril­miştir. Bu biyolojik sonuç, bilimsel bul­gularla tesbit edilmiş olan gerçeklerin tabiî bir neticesidir.
(2)      Halk arasında dengesiz ve kötü beslen­meye ilişkin hastalıklar ile çocuk ölüm­leri artırılmıştır. Hastalanan kimseler kendi dertleri ile uğraşıp, hastahane ka­pılarında kuyruğa girmekten, yurt so­runlarına ve geliştirilen sömürü düzeni­ne eğilemez olmuş, Amerika ve diğer emperyalist ülkelerden ithal edilen ilâç ve gereç miktarı astronomik bir şekilde artmıştır. Bu yoldan bile Türk Lirası karşılığı verilen tahılların karşılığını aşan miktarda dolar kazanmak mümkün olabiliyordu.
(3)     Amerikalılar Türk toplumuna yardım etmenin öğüncü içinde bir dost ve bir kahraman gibi içimize sokulmuşlar, yö­netimin bütün kademelerine ve üniver­sitelere sızmışlardır.
(4)     Türkiye’de tahıl ekimine tahsis edilen topraklar, şeker pancarı, tütün gibi en­düstri bitkilerine tahsis edilmiş ve Ame­rika’nın Türkiye’den almakta olduğu tü­tün fiyatları ucuzlatılmıştır.
(5)     Türkiye kendi halkım besleme ve bir sa­vaş halinde kimseye muhtaç olmadan ayakta durma olanağını kaybetmiştir.
(6)     Entellektüel güç etle beslenen toplumlarda artıp tahılla beslenen toplumlarda düştüğü için, Türkiye’de eğitim ve tek­nolojik gelişme bu yoldan frenlenmiş­tir.
(7)             Türk toplumu Amerikan buğdayına muhtaç hale getirildikten sonra, satılan buğdaylar karşılığı hükümetin Türk li­rası olarak Merkez Bankasına yatırdığı para ile Türkiye’de üslenmiş olan Ame­rikan personelinin ihtiyaçlarını ve ücret­lerini dolar harcamadan karşılamak ka­bil olmuştur. Bu paralarla Türkiye'de kurulmakta olan tüketim endüstrisine yatırımlar yapmak suretiyle, Türk liva­sını dolara çevirmek ve bir taraftan da devamlı bir gelir sağlamak mümkün ola­biliyordu. Merkez Bankasında toplanan paralar, Amerika’nın Türkiye’deki çı­karlarım korumak için pek muhtelif maksatlarla kullanılmıştır.
Filhakika bugün Türk halkı, Dünya’nın en çok tahıl tüketen bir toplumu haline getirilmiş bulunuyor. Türkiye’de bir insan, bir yılda ortalama olarak 268 kilo tahıl tüketmektedir. Günde insan başına 700 gram ekmeğin tüketildiği başka bir ülke yok gibidir Zavallı Türk köylüsü ile fakir Türk işçileri karınları­nı çok zaman yalnız ekmek veya bulgurla doyururlar. Tüketilen et, süt, yumurta ve balık miktarı gülünç denecek kadar azdır. Emperyalistler, çok tahılla bes­leyerek bio sosyal düzenini bozmak ve sömürmeye elverişli bir ortam yaratmak istedikleri ülkelere so­kulurlarken şu temel prensiplere uymaktadırlar:
(1)             — Öncelikle bu ülkeye, pirinç, mısır, buğday gibi boş kalori kaynakları, yardım ismi altında ve gerekirse parasız olarak verilmekte ve bir sempati ortamı yaratılmaktadır.
(2)     — Bu ortam yaratıldıktan sonra, o toplum ekim sahalarında değişiklik yapmakta ve parasız olarak verilen ürünlerle re­kabet mümkün olmadığı için buğday, mısır, pirinç gibi ürünleri ekmemekte ve ekim sahalarını başka ürünlere tahsis etmektedir.
(3)     İş bu hale gelince bol tahıl yemek sure­tiyle aptallaşmış ve hastalanmış olan bu insanlara bol bol ilâç satmak ve bir yandan da sömürü düzenini geliştirmek kabil olmaktadır.
(4)     — Bir müddet sonra muhtaç olduğu tahılı üretme yeteneğini kaybetmiş olan bu toplumdan, ithal ettiği için mahallî pa­ra karşılığı ile tahıl bedelinin ödenmesi istenir. Sömürülen toplumun idarecileri bu talebe uyarlar ve gerekirse para ba­sarlar.
Bu olay devalüasyona gitmek ve bu ülkede doların etkinliğini artırmak için iyi bir vesile teşkil eder. Fiyatı düşük olan mahallî para, mahallî bankalara yatırılarak bu para ile o ülkedeki Ame­rikalı personeli dolar harcamadan bes­lenir.
Bir taraftan da bu ülkeye dolar kar­şılığı mamul madde ve ilâç satılarak ekonomik gücü iyice zayıflatılır.
(5)             — Ülke aç kalıp, halkım doyurmak için Amerikan tahılına muhtaç hale gelince, o ülkeden tahıl için dolar istenir. Bu yol­dan borçlandırılır.
Bütün bu işler yapılırken, ülke insanının birbiri­ne düşürülmesi ve kurulacak olan çıkar düzeni üze­rinden kardeşin kardeşe düşman edilmesi, ahlâkın bo­zulması, dinî inançlarla, örf ve âdetlerin zayıflatılma­sı, Amerikan hayranlığının propaganda ile geliştiril­mesi, üniversitelere el atılması gibi projeler de geliş­tirileceği için, parasız buğday ithal etmeyi açıkgöz­lük zanneden ülke kısa bir süre sonra, emperyalist­lerin kucağına düşmüş olacaktır.
Artık ondan borcu karşılığı, her şeyi yok bahasına alabilir ve istediğini­zi satabilirsiniz. Ordularla işgal edilmiş ve süngüle­rin gölgesinde esir durumuna sokulmuş hiçbir sö­mürgede elde edemeyeceğiniz çıkarları, bu ülkede ra­hatça elde edebilir ve bazı çıkar çevrelerinin de mü­zaheretini görürsünüz. Bu anlattıklarımızın hemen hepsi Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Son safhada ortaya çıkan buğday ithalâtının durdurulması ve Türkiye’nin SONORA 64 TİPİ buğday üreterek yeniden ithalâtçı durumu terk ile ihracatçı haline getirilmesi ise, gene Amerikalı dostlarımızın arzularına uyarlı olarak ve Hindistan’daki kriz dolayısıyla ortaya çık­mış bir durumdur. Artık Türkiye, Amerikalıların yönettiği Büyük bir çiftlik haline gelmiş bulunuyor. Bundan sonra halkımız onlar ne isterse onu ekecek, onlara veya onların göstereceği ülkelere satacak, ala­cağını da onlardan alarak hem alırken, hem de sa­tarken iki defa kazıklanacaktır.
Türk tarım işçisinin emeği ile, topraklarımızın üretim gücü, bundan sonra Amerika hesabına buğ­day üretmek için harcanacak ve bu suretle üretile­cek olan Sonora 64 tipi buğday ile aç Hintliler bes­lenerek, Hindistan’ın komünist olması önlenecektir.
Buğdayın yaptığı bu işi hiç bir ordu yapamaz ve bu kadar ucuza hattâ kâr sağlayarak bu politik hedeflere ulaşmak mümkün olamazdı. Görüldüğü gibi artık besin maddeleri emperyalistler için baruttan daha yararlı bir silâh haline gelmiş bulunmaktadır.. Bu sayede, Türkler gibi cengâver ve muhafaza­kâr bir toplum, kuzu gibi uysal insanlardan ibaret ve birbirine düşürülmüş grupların havadan, sudan meseleleri tartıştıkları bir insan kalabalığı haline getirilmiş, kaynaklarına el konarak iyi çalışan bir sömürü düzeni yaratılmış, Amerika’nın kimseye sa­tamadığı üretim artıkları ile düşük kaliteli mamulle­ri için de bir pazar yaratılmıştır. Fazla olarak ileri karakol niteliğinde olan Türkiye, milyonlarca insanı ile ve uzaklardan Amerika’nın çıkarlarını savunacak askerî bir güç haline getirilmiştir.
Amerika’nın bu çıkarlarına karşı duranlar, oto­matik bir mekanizma tarafından kendiliğinden suçlanmakta ve hain olarak ilân edilmektedirler. Halkın gözünden düşme ve hain olarak nitelenme korkusu, pek çok aydını bu gerçekleri söylemekten menetmek­te ve bazı gruplara sağlanan çıkarlar, Türkiye’deki Amerikan menfaatlerini korumaktadır.
Amerika bu oyunu mahir bir rejisör gücü ile yalnız Türkiye’de de­ğil, daha birçok ülkelerde sahneye koymuş ve başa­rıya ulaşmış olmasına rağmen, son günlerde oyun an­laşılmış bulunuyor. Bu oyunun bütün iğrençliği ile an­laşılmış olması, vaktiyle Amerika’ya sempati besle­yen ve hattâ öğrenimini bu ülkede yapmış olan ay­dınları bile Amerika’dan soğutmuştur. Bu gerçekte büyük bir kayıptır. Fakat materyalist Amerikalı sev­giyi de satın alabileceğini düşündüğünden bu kayıbını henüz anlayamamış bulunuyor.
Sömürülen ulusların yeni yeni ve pek geç olarak öğrenmeye başladıkları bu gerçekler emperyalistler tarafından Hindistan denemelerine girişilmeden önce de bilinmekte ve askerî bir sır gibi gizli tutulmaktay­dı. Fakat sömürgeci kadroların içinden sıyrılarak ye­ni bir devlet kurmuş olan Yahudiler öğrendiklerini kendi toplumlarında da uygulamakta gecikmemişler­dir. İlk göçmenler Filistin’e geldikleri zaman bu böl­gede yaşayan Yahudiler de çevre şartlarına uymuş ve çok tahıl az miktarda et ile beslenmeye alışmışlardı.
Emperyalist ülkelerden kopup gelenler ve bun­ların yönetim kadrolarında görev almış oldukları için beslenmenin toplumun bio sosyal karakterine yapa­cağı etkiyi de iyi biliyorlardı. Çok tahıl ve az etle, bölgede Arapları bertaraf edebilecek bir uygarlık kurmanın imkânsız olacağını önceden bildikleri için öncelikle ülkenin beslenme alışkanlıklarını değiştir­mek için tarımsal üretimi, ithalât ve ihracatı bu icap­lara uyarlı kalıplara uydurdular. Israil’de hazırlanan kalkınma plânlarında halkın daha az ekmek ve daha çok miktarda et, süt, yumurta ve balıkla beslenmesi­ni mümkün kılacak hedefler öngörülmüş ve plân ger­çekleştirmiştir. 17 -18 yıllık bir süre içinde Orta Doğu ülkesi olmaktan sıyrılıp batılı düzene geçmesini bilmiş olan İsrail öncelikle tükettiği tahıl miktarını artırmaya bilhassa dikkat etmiştir.
Almanya, bunu daha uzun süre içinde ve daha bilinçli bir şekilde eski tarihlerde yapmıştır. 1800 yılında Almanlar bizden de daha çok ekmek ve bizim tükettiğimiz kadar et tüketiyorlardı. Fakat tahılla beslenen bir toplumun teknolojik gelişmesini tamamlayamayacağını anlamış bulunan Almanlar entellektüel gücün gelişmesine müsait bir biyolojik ortam ya­ratabilmek içi tüketilen tahılı azaltıp, et miktarım ço­ğaltmayı bildiler.
Buna göre tahıl tüketimini kısıtlayabilmek için, et tüketimini belirli bir nisbete göre artırmak gerekir. Çünkü insanların tahıl tüketimini kısar da eti de artırmayacak olursanız, o zaman Hindistan’daki gi­bi bir açlık ortamı hazırlamış olursunuz. Tahıldan 100 kilo bir kısıntı yapabilmek için tüketilen et mik­tarım 18 20 kilo artırabilmek lâzımdır. Nitekim İs­rail de bunu yapmış ve tahıl tüketimini kısıtlarken et, balık, yumurta ve süt tüketimini artıracak çareler aramış ve bulmuştur. Sömürgeciler dişlerini geçirdik­leri toplumlarda bu uygulamalara müsaade etmez ve hayvancılığın gelişmesini bazı oyunlarla engellerler. Bu oyunlar et bölümünde anlatılacaktır.
İşte Türkiye’de şekerden sonra sahneye konan tahıl oyunu da kısaca bundan ibarettir. Emperyalist­ler bir zamanlar bol miktarda et tükettiği için ülke­lerinde at oynatan Türk toplumunu şeker, yağ ve ta­hıl gibi boş kalori kaynakları ile beslenmeye alıştı­rarak emellerine hayli yaklaşmış bulunuyorlar. (Senelerce yumurta dahi yenmesine engel oldular.)
Tür­kiye bugünkü hali ile bir insanın bir yılda 268 kilo tahıl ve bir günde ortalama 700 gram ekmek tüket­tiği çoğunluğu yalnız tahılla beslenen sağlıksız ve entellektüel gelişmesini tamamlayamamış bir ülke halindedir.
Yağ da tıpkı şeker ve tahıllar gibi bir boş kalo­ri kaynağıdır. Şekerlerle, proteinlerin bir gramı uzvi­yette yandığı zaman yaklaşık olarak 4.7 kalorilik bir enerji verdikleri halde, yağlar bunların hemen de iki misli ve 9.4 kalorilik bir enerji verirler. İnsan beslen­me ihtiyaçları bakımından az miktarda yağa muhtaç­tır. Çünkü besinlerimizin terkibinde de önemli nisbetlere göre yağ vardır. Sütte sütyağı, ette, et yağı alırız. Hattâ tahıllar bile yağ ihtiva ederler. Böylece bu besinleri yiyen kimseler bir miktar yağ almış bu­lunmaktadırlar. Ayrıca bol miktarda sızdırılmış yağ almanın zararlarından bahsedilmektedir. Nitekim çok yağ tüketen ülkelerde kalb ve damar hastalıklarının, az yağ ile beslenen ülkelere nazaran çok daha fazla tahribat yaptığı değişik taramalar ve araştırmalarla inkâra mahal bırakmayacak bir şekilde gösterilmiş bulunuyor. Ne yazık ki emperyalistler, hayattan kam ve zevk almak için şeker gibi yağı da çok tüketmekte ve bu suretle lezzetli yemekler hazırlamaktadırlar. Çok şeker ile çok yağ tüketmekte oluşları, bir doğal belâ gibi onları kemirmektedir. Bundan dolayı son yıllarda ileri ülkelerde tahıl ve şeker gibi yağ tüke­timini de kısıtlama eğilimi belirmiştir. Kendi yeme­dikleri besinleri sömürdükleri ülke halkına satarak onların hem paralarını almak ve hem de sağlıklarını bu yoldan bozmak alışkanlığı içinde bulunan emper­yalistler, yağ politikalarım soğuk harbin icaplarına uydurmuş bulunuyorlar. (TV lerde sürekli gösterilen yemek programlarındaki hilelerini anlamak gerekir.)
Yağ muhakkak ki yeni sömürgeciliğin tahıldan sonra en etkili silâhı haline gelmiş bulunmaktadır. Sömürgeciler zevk düşkünlükleri dolayısıyla bugüne kadar namlusu kendi toplumlarına dönük olan bu si­lâhı, şu günlerde geri kalmış toplumların insanı üzerinde hizmete sokmak ve onların böylece yere se­rilmeleri için kullanmak istiyorlar. Tahılları ve onla­rın afyon gibi kullanılabileceğini çok önce tanımış bulunan empeyalistler, fazla yağ ile beslenmenin in­san uzviyetinde meydana getirebileceği değişmeleri çok geç anlamışlardır. Hattâ bazı yağ firmaları onla­rın bazı gerçekleri anlamalarını bugün de engelleme­ye çalışıyorlar.
Yağlar lezzetli yiyeceklerdir. Midede uzun süre kaldıkları için insanı tok tutarlar. Yakın zamana ka­dar çok yağ ile beslenmek zenginliğin icabı zannedi­liyor ve emperyalistler, Dünya’ya gelmiş olmanın zevkini bol yağ ve şeker yemekle çıkarıyorlardı.
Fakat çok yağ yiyen toplumlarda kalb ve damar hastalıkları ile inmeler, dolaşım sistemi hastalıkları tahripkâr bir hâl almaya başlayınca bunun nedenle­rini öğrenmek üzere masraflı araştırmalara girişilmiş, neticede çok yağ yeme yanında, bitkisel yağla­rın hidrojenle sertleştirilmesi suretiyle elde edilen ve tabiatta bulunmayan margarinlerin bunun en önemli yapıcı sebebi olduğu anlaşılmıştır. Soya yağı, Pamuk yağı, Ay çiçeği yağı gibi çabuk bozulan, lez­zet ve besleyici değer bakımından düşük yağları üre­ten ülkeler, ekonomik nedenlerle bilimin ortaya koy­duğu bu gerçekleri gölgelemeye çalışmışlar ve mar­garinlerin sağlık için zararlı olduğunu kabul etmek istememişlerdir. Çünkü bu ucuz ve çabuk bozulan yağların tek değerlendirme şekli onları hidrojenle muamele ederek, iç ve dış yapılarım değiştirmek ve bu suretle insanlara satmaktan ibaret bulunuyordu.
Fakat güneş balçıkla sıvanamaz. Haysiyetli bilim adamları bulgularım yayınlamaya ve margarinlerin sağlık için zararlı yağlar olduğunu, kanıtları ile is­patlamaya devam etmişlerdir. Artık 1967 yılında margarinlerin zararsız yiyecekler olduğunu savun­mak' kabil değildir, ileri ülkelerin tüketicileri, yağ firmalarının şarkılı türkülü reklâmları ile kandırılamayacak kadar bilinçli oldukları için iş çevreleri bu ülkelerde margarinleri satamamakta ve geri ülkele­rin bilinçsiz insanını bu çeşit yağların uzun süreli müşterisi haline getirmek için ne gerekiyorsa onu yapmaktadırlar. Yağ para eden bir besin maddesi olduğu için geri ülkelere yağ satışından büyük çı­karlar sağlamak kabil olmaktadır. Özellikle elinde kullanamadıkları büyük yağ stokları bulunan ülke­ler, örneğin Birleşik Amerika Devletleri, başka ülke­lerde yağ tüketiminin sağlık gerekçesi ile de olsa kı­sıtlanmasına razı olmamakta ve kendi çıkarları için artırmaya çalışmaktadırlar.
Birleşik Amerika’da her yıl kalb ve damar has­talıklarından ölen 750.000 kişinin, ölüm sebeplerinin çoğunlukla, çok yağ tüketmeye ilişkin nedenlere bağ­lı olduğu anlaşıldıktan sonra, kendi ülkesinde yağ tüketimini kısıtlayıcı çalışmalar yapmış ve marga­rinler aleyhine yayın yapılmasını müsait karşılamış olan bu toplum, yağ pazarı olarak kullandığı geri ül­kelerde benzer yayınların yapılmasına razı olmaz ve bunları hoş karşılamaz.
Birleşik Amerika’nın bu sıkıntısı elinde geniş soya ve pamuk yağı stokları bulunmasından ileri gel­mektedir. Her yıl ortalama 18 milyon ton soya fa­sulyesi üreten ve çok miktarda pamuk yetiştiren Birleşik Amerika’da % 18 20 nisbetine göre, yağ ih­tiva eden soya taneleri ile pamuk tohumlarından külliyetli yağ sızdırılmakta ve bu yağın ülke içinde tüketimi mümkün olamamaktadır. Bir süre bekletil­diği takdirde acılaşan ve kullanılmaz hale gelen bu yağlar hidrojenlenip margarin haline getirildikleri takdirde uzun bir süre muhafaza edilebilmektedir­ler. (Bisküvlerin içinde kullanılan yağlara bir baksanıza) Bu mümkün olmadığı takdirde yapılacak tek iş bunları geri kalmış ülkelere satmak ve onların he­nüz bu konuda aydınlanmamış olan tüketicilerine yedirmektir.
Nitekim bu operasyonlar için PL 480 KANUNU ile açık tutulan uygulamadan yararlanan Birleşik Amerika Türkiye dahil bir çok geri kalmış ülkeye soya ve pamuk yağı satmaya muvaffak ol­muş ve bu yoldan önemli gelirler sağlamıştır.[2] Bizim ülkemiz gibi zeytinyağı üretmeye elverişli ülkelere bile soya yağı satmaya muvaffak olan Amerika’nın pazarlama örgütünün çok mükemmel çalıştığı dik­kati çekmektedir. Çünkü Türkiye gibi Dünya’nın en nefis ve en lezzetli yağı olarak tanımlanan zeytinya­ğı üreticisi bir ülkeye soya ve pamuk yağı gibi hiç de makbul olmayan yağları satabilmek demek, tere­ciye tere satmayı başarmak demektir.
Oysaki Türk halkı çok ekmek yediği için ve ek­mekte bulunan nişasta insan uzviyetinde yağa dönüşebildiğinden biz yağa muhtaç değiliz. Kendi üretti­ğimiz yağ miktar ve kalite bakımından ihtiyacamızı karşılayacak seviyede bulunmakta ve üretilen mik­tarın daha da artırılması mümkün görülmektedir. Böyle olmasına rağmen, besleyici değer bakımından bir özelliği olmayan ve gerçekte muhtaç olmadığımız üretim artığı yağları Türkiye’ye satmakta kararlı olan Amerikalılar yönetici kadroların bilgisizliğin­den yararlanarak, soya yağı, pamuk yağı ve don ya­ğı gibi değersiz yağları Türkiye’ye satmaya ve bu yoldan sağladıkları para ile Türkiye’deki misyonla­rının masraflarını dolar ödemeden karşılamaya mu­vaffak olmuşlardır.
Sömürgeciler, daha önce de belirtildiği gibi sö­mürdükleri toplumlarm tahıl ve nişasta gibi şişirici boş kalori kaynakları ile beslenmelerini soğuk savaş stratejisi bakımından da arzu etmektedirler. Çünkü bu çeşit yiyeceklerle beslenen ülkeler bir türlü ken­dilerini toplayamamakta ve hastalıklardan yakası­nı kurtarıp, yurt ve Dünya sorunlarına eğilememektedirler.
Çok miktarda tahıl tüketerek, beslenmesini boş kalori kaynaklarına dayamış olan bir Türkiye’nin bir de bol miktarda margarin tüketmesinde bu toplu­mun silâh atılmadan yok edilebilmesi için, emperya­listlerin küçümseyemeyecekleri çıkarlar vardır.
Nitekim Türkiye soya yağı ithaline başlayıp, bunların hidrojenlenmesi ile elde edilen margarinler halka bol miktarda yedirilmeye başlanıldıktan sonra kalb hastalıkarından ölüm vakalarında da bir artışı görülmüştür. Yetişkinleri kalb hastalıklarından ve yetişecekleri de daha Dünyaya gelmeden doğum kontrol hapları ile öldürerek, bir ülkeyi belirli bir süre içinde sahipsiz bırakmak ve daha sonra da bu­raya elini kolunu sallayarak bir kurtarıcı gibi gire­rek kaynaklarına el koymak yeni sömürgecilerin yalnız Türkiye’de değil daha birçok geri kalmış ül­kede uygulamakta oldukları korkunç bir projedir. Bundan dolayı Türkiye’yi bir yağ pazarı haline getir­mek sömürgecilerin yalnız yakın çıkarları bakımın­dan değil, uzak çıkarları bakımından da amaçlarına uygun düşmekteydi. Türkiye’de yağ üzerinde oyna­nan oyunlar artık Türk aydınlarının meçhulü değil­dir.
Gizli eller, zeytinciliğimizi mahvetmek için son günlerde, hepimizin iyi bildiği korkunç bir oyunu sahneye koymuş bulunuyorlar. Zeytinyağlarımıza, makine yağı karıştırılmış ve bu suretle iç pazar ve dış pazarda Türk zeytinyağlarına karşı bir tiksinti uyandırılmıştır.
Kilis’den başlayarak zeytin ağaçla­rının kesilmesine müncer olacak bu gelişme yakında Türkiye’yi yağ ihtiyacını yabandan karşılayan ve Avrupa ülkelerine de zeytinyağı satamayan bir top­lum haline getirecek ve bu ortamda Birleşik Ameri­ka hem Türkiye’ye hem de Avrupa pazarına bol bol soya yağı ile pamuk yağı satma imkânına kavuşa­caktır.
Türkiye’de sermaye birikimi olmadığından, zey­tin üreticisinin iç pazarda satamadığı ve yabancı ül­keye ihraç olanağı iyice sınırlanmış olan zeytin ve zeytinyağından para kazanması mümkün olamaya­cağı için, kısa bir süre direndikten sonra zeytin ağaçlarım kesip, onun yerine tütün ekmesi de bek­lenebilir. Zeytin ağacı çok güç yetiştirilen bir ağaç olduğu için üreticinin bu yola gitmesi, Türkiye için gerçek bir yıkım olacak ve Türkiye 100 yıl için yağ stoku olan ülkelerin eline bakmaya mecbur bir top­lum, bir pazar haline getirilecektir.
Yapılan incelemeler aradan uzun bir süre geç­miş olmasına rağmen zeytinyağı rezaletinin suçlula­rının yakalanmasını ve cezalandırılmalarım sağlaya­mamıştır. Kamuoyu tarafından hayret ve şüphe ile izlenen bu çirkin olay, ülkemiz halkının sağlığından başka, millî ekonomiyi tehlikeye itekleyen bu kabil davranışların küçümsendiğini göstermektedir. Tür­kiye bir margarin pazarı haline getirildikten sonra, bilimsel verilere dayanılarak marginlere karşı açı­lan savaşta, zeytinyağının üstünlükleri belirtilmiş ve halkımızın büyük bir kısmı margarin yerine zey­tinyağı kullanmanın daha isabetli bir davranış ola­cağına inandırılmıştı. Bu gelişmeyi amaçları bakımından tehlikeli bulan karşı taraf, zeytinciliğimizi kökünden yıkmak ve bu yağın hem iç ve de dış pa­zarda kullanılması olanağını yok etmek için korkunç bir senaryo hazırlamış ve bunu sahneye koymaktan da çekinmemiştir. Zeytinyağlarımızın İtalyan güm­rüğünde makine yağı ile karışık olduğunun tesbit edilmiş olması, şüphesiz İtalyanların da işine yara­mıştır. Çünkü bu ülke de zeytinyağı üreticisi bir ül­ke olduğu için Türk zeytinciliğinin gelişmesini ve dış pazarlarda kendisine rakip olmasını arzu etmez.
Birleşik Amerika’nın Türkiye’yi bir yağ pazarı olarak kullanma amacı ile İtalya’nın ülkemizin yağ üretim takatim baltalama arzusu birleşip, yurt için­de onlarla ortaklık halinde çalışmaya hazır sabotaj örgütleri hazırlandıktan sonra, Türk zeytinciliğinin temeline dinamit koymak kolay olmuş ve bunu ya­panları cezalandırmak da mümkün olamamıştır. Bu­gün Türkiye’de bilinen bütün yağlardan daha çok margarin tüketilmektedir. Oysa ki halkımız bundan 15 yıl önce bu yağı tanımıyordu. Devlet Radyosu margarin reklâmları ile dolup taşmakta ve günlük gazeteler birkaç kuruş reklâm ücreti alabilmek için sağlığa zararlı olan bu yağların propagandasını yap­maktadırlar. Bugüne kadar hiç bir besin maddesinin besleyici değeri hakkında açıklama yapmamış olan Sağlık Bakanlığımız bundan birkaç yıl önce marga­rinler aleyhine yapılmakta olan yayınları etkisiz ha­le getirmek için bir tebliğ yayınlamış ve margarinle­rin sağlık için zararlı olmadıklarım iddia ederken, zeytinyağını yerme lüzumu duymuştur.
Görüldüğü gibi halkımız artık karışık, hileli ve sağlık için zararlı yağlar ile beslenmeye mahkûm edil­miş durumdadır. Yurt içinde tüketilen zeytinyağlarına karıştırılan makine yağları şüphesiz Türkiye’de üretilmemektedir. Bu yağları Türkiye’ye ithal ederek zeytinyağlarına karıştıran gizli eller vardır. Makine yağlarının Türkiye’ye kimler tarafından sokulduğu ve zeytinyağcılara nasıl ve ne maksatla intikal et­tirildiği kolayca tesbiti mümkün bir husus olmasına rağmen, onun bunun evini basıp kütüphanesini alt üst edenler, işin bu yönü ile pek ilgilenmiyorlar. Em­peryalistler ile onların Türkiye’deki ortakları bu ka­bil incelemelerin engellenmesini sağlamak için ge­rekli tedbirleri almışlardır.
Halkımız hastalanma bahasına da olsa, makine yağı ile karıştırılmış zeytinyağını, margarinle karış­tırılmış tereyağını yemeye mecburdur. Bundan do­layı safra kesesi hastalıkları, kalb ve damar hasta­lıkları mütemadiyen artmakta ve bu yüzden ölen va­tandaş sayısı yükselmektedir, insanları silâhla öldü­recek yerde, yağ yedirerek öldürmek, Birleşmiş Mil­letler ve diğer milletlerarası teşekkülleri harekete geçirememekte ve yurdumuzdaki kontrol imkânları ile bu kabil projeleri sezinleyerek kamu oyuna açık­lama ile yükümlü olan üniversiteler ve diğer araştır­ma kuruluşları işlemediğinden, meselenin kamu oyu tarafından anlaşılması gecikmekte ve güçleşmekte­dir. Sömürgeciler bu yoldan hem Türk halkının pa­rasını ve emeğini sömürmekte, hem de sağlığını te­melden bozarak ülkemizi bir hasta insanlar ülkesi haline getirmektedirler. Hiç bir ateşli silâhın sağlayamayacağı bu iki yönlü etki emperyalistin belirli bir süre sonra gerçekleştirmeye çalıştığı büyük projenin amaçlarına en geniş anlamı ile yardım etmektedir. Yağ firmalarının fakir Türk halkının sırtından tah­sil ederek, kendi ülkelerine aktardığı milyonlar ise bizi her gün biraz daha fakir duruma düşürürken, on­ların zenginliklerine zenginlik katıyor. Yalnız bu so­nuç bile her şeyi para ile ölçen emperyalist için ba­şarı sayılabilir. Bir yağ ülkesi olan, ayrıca Dünya­nın en nefis ve en besleyici yağı olan zeytinyağı üre­ticisi bir ülkede üretim imkânlarını kökünden balta­layarak o ülke halkını sağlık için zararlı bir yağ ile beslenmeye mahkûm etmek ve bundan ayrıca para kazanmak hiç bir ateşli silâhla ulaşılamayacak bir sö­mürü düzeni yaratmak demektir. Bundan dolayı ye­ni sömürgeciler, artık top tüfek yerine ikili anlaş­malar ile sağlanan ve bilinçsiz toplumları silâhtan daha çok zarara sokan ekonomik ve tarımsal operas­yonları tercih ediyorlar.
Geri kalmış ülke insanı kendini barış içinde ve mutlu bir şekilde yaşıyor farz ederken, emperyalist en azgın savaşçının ihtirası içinde onun yaşama ola­nağını yok etmekte ve ayrıca sömürmektedir.
Yeni sömürgeciler, sömürdükleri toplumların hayvansal protein kaynakları bakımından yeterli bir düzen içinde bulunmasını daha önce de kısmen açıklanan sebeplerle arzu etmezler. Et, süt, yumurta ve balık gibi hayvansal protein kaynakları, ihtiva ettik­leri cevherler dolayısıyla, toplum sağlığını, kol ve ka­fa gücünü geliştiren, toplumun reaksiyoner niteliği­ni kamçılayan besinlerdir. En son bilimsel araştırma­lar tüketilen hayvansal protein miktarı ile zekânın gelişmesi arasında ilişkiler bulunduğunu göstermiş bulunuyor. Oysaki sömürgeci sömürdüğü toplum insanının afyonlamışçasına uyutulmasını ve millî sorunlarını göremeyecek ve çözemeyecek kadar bi­linçsiz kalmasını arzu eder. Bundan dolayı bu ülke­lerde, et, süt, yumurta ve balık üretimi dolaylı yol­lardan daima baltalanır. Halk, bol miktarda tahıl, şeker ve yağ ile başka deyimle boş kalori kaynakları ile beslenmeye ve yetinmeye mecbur edilir. Nitekim Türkiye’mizde son 15 yıl içinde hayvancılığımızı bal­talamak ve balıkçılığımızın gelişmesini engellemek için bazı etkili çalışmalar yapılmıştır. Hint halkını sığırların mukaddes yaratıklar olduğuna inandıra­rak, pirinçle beslenmeye mahkûm edenlerin, Türkiye ve diğer geri ülkelerde benzer çalışmalara girmeleri­ni doğal karşılamak gerekir. Çünkü İngilizler Hint­lileri kandırıp sığırın mukaddes bir hayvan olduğu­na inandırmakla 500 milyonluk bir toplumu yıllarca sömürmeye muvaffak olmuşlardı. Şu sırada da Ame­rikalılar Türk halkını uyuşturmak ve uyanmasını ge­ciktirmek için başka usullerle yurdumuzda hayvancı­lığın gelişmesini ve halkın daha çok et yemesini en­gelliyorlar. (Etlerin içine domuz katma hilelerinin ardındaki sır.)
İnsanın kol ve kafa gücünün gelişmesine ve hastalıklara kar­şı direnç kazanmasına en çok yardımcı olan et ve diğer hay­vansal protein kaynakları sömüren ülkeler halkının en çok tükettikleri temel besin maddeleridir. Bu sayede sağlıkları mükemmel, kol ve kafa gücü bakımından yeterli fertlerden ibaret bir toplum olarak, sömürgecinin sömürülen toplumlar üzerindeki baskısı daha da artmaktadır. Buna karşılık hay­vancılığı ve balıkçılığı devamlı olarak baltalanan geri ülke insanı çeşitli sebeplerle et yiyemez. Beslenme bakımından ta­hıla dayalı olan bu toplumlarda kol ve kafa gücü yetersiz ve hastalıklar yaygındır. Bu hale gelmiş olan toplumu sömür­mek ve kaynaklarına el atmak sömürgeciler için kolay bir iştir.
Yakın geçmişte, Türkiye’de cereyan etmiş bazı olaylar bu açıdan eleştirilecek olursa, halkımızın tü­ketmekte olduğu, et, süt ve balık miktarlarının be­lirli bir seviyeyi aşamaması için sömürgeciler tara­fından sahneye konan bazı oyunları daha derli toplu bir şekilde anlamak kabil olacaktır:
    Bir aralık İstanbul ve diğer büyük şehirle­rimiz çevresinde, pazarı bulunduğu için sütçülük yapmak isteyen vatandaş sayısı hayli artmıştı. Bunlardan bazıları yaban­cı ülkelerden cins süt inekleri ithal etmiş­ler ve işletmelerine tıpkı ileri toplumların işletmeleri gibi bir veçhe kazandırmak is­temişlerdir. Ancak yem fiyatlarının paha­lı olması dolayısıyla süt, kilosu bir liraya mal edilebiliyor ve kalabalık merkezlerde aracının çıkarlarını da koruyabilecek bir fiyatla satılabiliyordu.
Tam bu sırada dostlarımız, her işi kâr açısından değerlendiren ve kendi anlayışı­na göre tedbirli bir tüccar gibi çalışmakta olan Et ve Balık Kurumu aracılığı ile Tür­kiye’ye yavan süttozu ihraç etmişler ve bu süttozları ucuz fiyatla pazara arzedilmiştir. Yavan süttozundan peynir, yoğurt ve diğer süt mamullerini imal edebilen ima­lâtçılar bu sütü 30 kuruşa mal edebildikle­ri için yerli süte sırt çevirmişler ve bun­dan dolayı kâr ümit ederken, zarar eden süt üreticileri cins ineklerini keserek, etini değerlendirmişlerdir.
    Et hayvancılığı gelişmeye başlayınca dost­larımız donmuş sığır ve koyun eti yolla­mak suretiyle mahallî üreticileri dolaylı olarak baltalamışlardır.
    Tavukçuluk gelişmeye başlayınca da Bir­leşik Amerika’dan dondurulmuş tavuk ve hindi etleri yollanmak suretiyle tavukçuluk çalışmalarının yere serildiği hatırlardadır.
    Peynir, tereyağ ve benzeri yiyecek yardım­ları da üreticiler üzerinde benzer etkiler yapmıştır.
Türkiye’de bir insana bir yılda 268 kilo tahıl düş­tüğü ve bunun tamamı tüketildiği halde, Sonora 64 ve benzeri tahılları Türkiye’ye sokarak bu tüketimi daha da artırmak için çaba sarfeden AID çevreleri hayvancılık ve balıkçılığın geliştirilmesi için hemen hiç bir yardım yapmamakta ve yapmış olsalar bile bu yardımlar boş kalori kaynaklarını geliştirme maksadı ile yapılan yardımlarla kıyaslandığı zaman devede kulak kalmaktadır.                                      
Bol miktarda et ve sütle beslendiği çağlarda bu­günkü uygar Avrupa’nın göbeğinde at oynatmış bir toplumun, tahılla beslenerek uyuşturulmasının amaç­lan bakımından daha yararlı olacağını iyi bilen sö­mürgeciler, hayvansal protein tüketiminin kısıtlan­ması için çeşitli oyunlar oynamakta ve oynadıkları oyunun anlaşılmaması için de elden geleni yapmakta­dırlar. Bu gerçekler tekrar tekrar söylenmiş ve ya­zılmış olmasına rağmen bizi yönetenler son çare ola­rak at ve eşeklerin de kasaplık hayvan olarak kulla­nılmasını görmüşler ve bu eti halka tavsiye etmişler­dir. Daha sonra kamuoyunda uyanan tepkiyi dikka­te alarak tekliflerinden vazgeçmiş gibi görünenlerin balıkçılığı geliştirerek halkın tükettiği hayvansal protein miktarını artırmak hiç akıllarına gelmemek­tedir. Türkiye’de bir insan, bir yılda 2.5 kilo balık tü­ketirken, bu miktarın Portekiz’de 41 kilo ve denizi ol­mayan İsviçre ve Avusturya gibi ülkelerde bile 10 ki­lo       civarında olduğunu görüyoruz. Et ve Balık Kuru­mu gibi yurt hayvancılığı ile balıkçılığını geliştirme amacı ile kurulmuş bir kurum 12 -13 yıldır hizmete girmiş olmasına rağmen, Türkiye’nin hayvancılık ve balıkçılık kesimlerinde hiç bir gelişme sağlanamamış­tır.
Kurum bildiğimiz bileli fakir halkın elindeki hay­vanı satın alıp ona para ödemekte, halk da bu paray­la dallı basma ve transistorlu radyo satın almakta­dır. Mübayaa ettiği eti, Ankara, İstanbul ve İzmir’de yaşayan mutlu azınlığa aktarmaktan başka hiç bir hizmet yapmamış olan Et ve Balık Kurumu, balıkçılık ile ilgilenmemiş ve satın aldığı balık avlama gemileri de Istinye koyunda çürümeye terkedilmiştir.
Ayni kurum Birleşik Amerika’dan daha önce bir boş kalori kaynağı olarak nitelenen pamuk, soya ve don yağlarının ithalâtçılığını ve komisyonculuğunu yapmakta kuruluşuna aykırı olmasına rağmen hiç bir sakınca görmemiş ve bu davranışı ile bilerek ve­ya bilmeyerek sömürgecinin amaçlarına hizmet et­miştir.
Bugün Türkiye’de yaşayan çoğunluk, işçiler ve köylüler ile fakir aileler bazen ayda bir defa bile et yiyememektedirler. Yumurta ile tavuk eti çok insa­nın satın alamayacağı bir fiyatla satılmakta ve balık yemek bir lüks telâkki edilmektedir. Böyle olmasına rağmen zaman zaman avlanan balığın bir miktarının fiyatları pahalı tutma amacı ile yeniden denize dökül­düğü duyulur. Buna karşı hiç bir tedbir alınmaz. Her yıl bahar aylarında yüz binlerce kuzu boğazlanır ve mutlu azınlık bu yumuşak eti yemekle gününü gün eder. Oysaki meralarımızda bu kuzuları besleyip her birinin on kilo daha ağırlık kazanmasını sağlayacak ot ve yem vardır.
Bize dost olduklarını ve ülkemize iyi niyetle gel­diklerini söyleyenler yöneticilere bunlara karşı ted­birler alınmasını hatırlatacak yerde, kendilerinden it­hal edilecek gübre ve tarım ilâçları ile geliştirilecek tahıl çeşitleri tavsiye etmekte ve bunun takipçisi ol­maktadırlar. Her kış Doğu Anadolu köylerinde çeşit­ hastalıklardan vakitsiz ölen binlerce yavru, aslın­da kötü beslenmenin ve etsiz yaşamanın kurbanıdır­lar. Çünkü bunlar gelişmeleri ve hastalıklara karşı direnmeleri için çok lüzumlu olan hayvansal protein kaynaklarını bulamamakta ve yalnız tahılla yetinme­ye mecbur bırakılmış bulunmaktadırlar. Halkın entellektüel güç bakımından yetersiz ve hastalıklara karşı direncini yitirmiş bir ortamda yaşaması sömür­gecinin hoşuna gider. Çünkü Türkiye’de hastalık ço­ğaldıkça ilâç sarfiyatı artacak ve sömürgeci bu yol­dan da para kazanarak toplumu bir de bu yönü ile hasta yatağında sömürecektir.
Sömürdükleri ülke insanını güçten düşürmek ve «entellektüel yapısı ile yetersiz ve hasta kişiler haline getirmek için önceki kısımlarda açıklanan kalıplara göre düzenlenen beslenme koşulları, sömürgeci ül­kede değişik ilkelere göre ayarlanmaktadır. Sömür­geci, geri ülke insanına, tahıl, şeker ve yağ gibi boş kalori kaynaklarını yedirip, et süt, yumurta ve balık üretimini dolaylı yoldan baltalarken, kendi ülkesin­de bunun temamen aksini yapmaya çalışır.
Sömürgeciler kendi insanlarına bol hayvansal protein sağlar ve böyle bir ortamda tüketilen tahıl miktarım da azaltabildikleri kadar azaltırlar. Birleşik Amerika’nın tarım politikası kısaca gözden geçirile­cek olursa bu gerçek daha rahat bir şekilde görüle­bilmektedir. Durumu daha iyi kavramak için birkaç temel ürün üzerinde durmak ve bazı örnekler ver­mek yeterli olacaktır.
Vatanı Mançurya olan Soya Fasulyesi XX nci asrın başına kadar Amerikalıların tanımadıkları bir toprak ürünüydü. Terkibinde % 40-45 kadar üstün değerli protein ile % 18 nisbetinde yağ bulunduğu an­laşıldıktan sonra bu fasulye büyük önem kazanmış ve 1964 yılında yalnız Birleşik Amerika’da üretilen soya miktarı 18 milyon tona ulaşmıştır. Bu ülkede üretilen soya fasulyesi bütün Dünya’da üretilen soya fasulyesi miktarının yarısından da fazladır.
Amerikalılar soya fasulyesinin yağını sızdırdık­tan sonra ele geçen proteinden çok zengin küspeyi çoğunlukla hayvan yemi olarak kullanır, et süt ve yumurtaya tahvil ederek değerlendirirler. Bu sayede Amerikalı vatandaş yılda 90 kiloyu aşkın miktarda et ve her gün bir kilo süt ile bir yumurta tüketebilmektedir.
Soya fasulyesinden sızdırılan yağ ise bir boş ka­lori kaynağı olduğu için yeni sömürgeciliğin dolam­baçlı oyunlarına akıl erdiremeyen geri kalmış ülkele­re satılır ve orada kurulan margarin fabrikalarında hidrojenlenerek halka yedirilir.
Amerika bu yağları geri ülkeye önce parasız ve daha sonra mahalli para karşılığı vermekte ve ülkenin yağ üretim olanağını, fi­yat politikası ile tamamen yere serdikten sonra, on­ları açlıkla tehdit ederek dolar istemektedir. Bu oyun Türkiye’de de sahneye konmuştur. Bize Türk Lirası karşılığı soya yağı satarak mahalli üretimi baltala­yıp, halkı margarin yemeye alıştırdıktan sonra dost­larımızın soya için dolar istediklerini ve Türkiye’nin zeytinyağı ihracını kısıtladıklarını okuyucularımız hatırlayacaklardır. Bunda başarı sağlanamayınca da­ha çirkin oyunlara girişilmiş ve Türk zeytinyağlarına makine yağı karıştırılarak zeytinciliğimiz bu yoldan tahrip edilmeye çalışılmıştır. Hindistan, Pakistan ve Güney Amerika ülkelerinin pek çoğu benzer operas­yonlarla Birleşik Amerika’nın üretim artığı soya yağ­larının alıcısı ve pazarı haline getirilmiş bulunuyor.
Böyle olmasına rağmen soya yağı için çok cö­mert davranan Amerika, soya tanesi ve soya proteini için kıskanç davranmakta ve geri ülkelerde soya ta­rımının gelişmesini arzu etmemektedir. Bunun iki se­bebi vardır. Geri ülkeler soya yetiştirdikleri takdirde bu yoldan bol protein sağlayacak ve bu proteini ya doğrudan doğruya, yahutta hayvandan geçirerek et, süt ve yumurta halinde tüketmeye başladıkları tak­dirde güç kazanıp direnmeye başlayabileceklerdir. Başkaca soya yağı pazarı olarak kullanılan bu ülke­lerin, kendi yağları ile kavrulabilir hale gelmelerin­de geniş stokları olan Birleşik Amerika için satış ola­nağı bakımından tehlike vardır. Aslında Türkiye’de çok elverişli koşullar altında yetiştirilebilen soya fa­sulyesi Ordu ilinde bir fabrika kurulup, işlenmeye baş­lanıldıktan sonra Amerika’nın Ankara’da kurduğu Amerikan Soya Birliği temsilciliğinde bir telaş baş­lamış ve bu fabrikayı işlemez hale getirmek için ne gerekiyorsa o yapılmıştır.
Ordu çevresinde yılda 5000 ton kadar soya üreti­lirken bu miktar son günlerde 2000 tona kadar düş­müş bulunuyor. Yıllık kapasitesi 12.000 ton olan so­ya fabrikası işleyecek fasulye bulamadığı için çürük fındık ve çay tohumlarını işlemeye çalışmakta, bun­dan dolayı zarar etmektedir.
Muhtaç olduğu nitrogeni havadan sağlayabilen soya bitkisi, bir de fazla nitrogenli gübre ile gübre­lenmiş toprağa ekilecek olursa yanar. Bunu iyi bilen sömürgeciler, bizim makamlarımız ile halkın bilgisiz­liğinden yararlanarak soya üretim bölgelerine fındık için bol nitrogenli gübre dağıtmışlar ve fındık tarla­ları arasına ekilen soya bundan zarar görmüştür. Fındık mahsulünün artırılmış olması da Amerika tek alıcı olduğu için fiyat oyunları düzenlenerek bu ül­kenin çıkarına uydurulmuştur.
Türkiye’nin soya üretimine yönelmesi Amerikalı­nın işine elvermez. Onun çıkarı yılda insan başına 268 kilo tahıl tüketen bu ülkeye daha çok tahıl ve daha çok yağ yedirmektedir. Kendi ülkesinde ise bunun tam aksine bir politika izler.
 Türkiye’de bilhassa köylüklerde yaşayanlar ayda bir defa et yiyemezken, Amerikalının her yemeğinde bol miktarda et bulunur. Sütü su gibi içebilir. Üretim fazlası tahıllarla, soya benzeri protein kaynaklarının yem olarak kullanılması suretiyle gerçekleştirilen bu beslenme ortamı bu ülkede sağlığın tatminkâr, fizik ve entellektüel gücün yeterli seviyede oluşunun temel sebeplerinden biridir. Amerikalı bir insana bir yılda 646 kilo tahıl isabet ettiği halde, bunun yalnız 67 ki­losunu kendi yemekte ve geri kalan miktarı hayvana yem olarak verdiği için bol miktarda et ve süt ürete­bilmektedir. Biz de ise üretilen tahılın tümü yendik­ten sonra yetişmediği için başka ülkelerden tahıl it­hali gerekiyor. Durum böyle olunca hayvanlar da in­sanlar gibi aç kalmakta ve et verimi ile süt verimi son derece düşmektedir. Türkiye’de bir inekten bir yılda 400 kilo kadar süt alabiliyoruz. Birleşik Amerika’da bu miktar 3500 kiloyu aşmaktadır. Biz bir sığırdan ortalama 80 kilo et alabilirken, Birleşik Amerika’da bu miktar 400 kiloya yaklaşmış bulunuyor. Benzer farkları yumurta ve balık gibi hayvansal protein kay­naklarında da görmek kabildir. Bilgisizlik, ilgisizlik ve yabancıların dolaylı baskıları Türk toplumunu et­siz, sütsüz ve balıksız bir hayat yaşamaya mahkûm etmiş bulunuyor.
Biz bu ortam içinde günden güne zayıf düşerken, bizi sömürenler bütün yönleri ile güçlenmekte ve ara­mızdaki fark günden güne büyümektedir. Çünkü sö­mürgeci ülkelerde insan başına düşen et, süt, yumur­ta ve balık miktarı her yıl biraz daha artarken, ista­tistikler bizdeki tüketimin devamlı olarak azaldığını gösteriyor. Bu son durum Birleşik Amerika ile diğer sömürgeci ülkelerin sömürme güçlerinin zamanla arttığını ve bizim ise sömürülmeye daha elverişli bir duruma girdiğimizi göstermektedir.
Et, süt, yumurta gibi hayvansal yiyecekleri üret­mek için hayvanı yemlemek, üretmek ve sağlığını ko­rumak gerekmektedir. Bu bir para sarfını gerekti­rir. Balık ise denizlerde kendiliğinden üremekte, yemlenmekte ve bu yönü ile hiç para sarfını gerektir­meden avlanabilmektedir. Balıkta maliyeti etkileyen tek harcama avlama masraflarından ibaret kalır. Ucuza mal edilmesine rağmen et kadar değerli ve ba­zen ondan da daha besleyici olan balık bundan dola­yı hayvansal proteinin değerini tanıyan toplumlarda çok tüketilen bir besin haline gelmiş bulunuyor. Ame­rika çok balık avlayan ve çok et tüketen bir ülke ol­masına rağmen, bununla da yetinmeyip başka ülke­lerden balık ithal etmekte ve halkına daha çok hay­vansal protein sağlamak için gayret sarf etmektedir. Denizlerden avlanan balıkla yetinmeyen Amerikalı­lar, çiftliklerde suni göllerde balık üretmekte ve bu balıkları suni gübre ile yemlemektedirler. Kuzey Av­rupa ülkelerinde balık en önemli hayvansal protein kaynağı olarak kullanılır. Bizde ise üç tarafımız de­nizlerle çevrili olmasına rağmen insan basma tüketi­len yıllık balık miktarı 2.5 kilo civarındadır. Balık üretimini artırmak kimsenin aklına gelmediği için Sağlık Bakanımız geçenlerde halka at ve eşek eti ye­melerini tavsiye etmişti. Bu son açıklama balık bakı­mından bizim ve bizi sömürenlerin durumunu gayet açık bir şekilde göstermektedir.
İşte böyle bir ortamda sömürülmeye gayet elve­rişli bir hale getirilmiş olan Türkiye ile onu sömür­mekte olan toplumlar arasında beslenme, dolayısıyla biyolojik gelişme olanağı bakımından önemli farklar belirmektedir. Sömürgeciler bu farkı daha belirli bir hale getirebilmek için Türkiye’nin imkânlarını kıyası­ya baltalamaya ve kendi imkânlarını da geliştirmeye gayret ediyorlar. Olaylar bir süre bu düzeyde tutulabildiği takdirde, Türk halkının önemli bir kısmı silâh kullanılmadan temizlenecek ve ülkeye sahip çıkacak insan sayısı azalmış olacaktır. Tahıl ve diğer boş ka­lori kaynaklan ile beslenmekten entellektüel yönleri ile son derece verimsiz hale gelecek olan azınlığı ise menfaat sağlayarak veya kuvvet gösterileri ile sin­dirmek ve Türkiye’nin bütün kaynaklarım rahatça kullanmak mümkün olabilir. Daha bugünden Türki­ye’de yaşayanların % 2.5 kadarı veremlidir. Doğan 1000 çocuktan 165’i ilk yıl ölmekte ve 12 yaşına kadar ölen çocuk sayısı doğanların yarısına yaklaşmakta­dır.
 Yurda kontrolsuz sokulan yiyecek maddeleri ile tarım ilâçları, beslenme yetersizliği ve kronik zehir­lenmeden hastalanıp ölen vatandaş sayısını her yıl biraz daha yükseltiyor.
Kol gücü ile entellektüel güç bariz bir şekilde azalmakta ve üretim, miktar ve kalite bakımından düşmektedir. Çok ilkel bir hayat yaşamamıza rağ­men ihtiyaçlarımızı karşılamak için yabancı ülkelere borçlanmak ve bu borçların faizlerini ödemek için ye­niden borçlanmak durumuna girmiş bulunuyoruz.
Hasta insanlar ülkesi haline gelmiş olan Türkiye sömürgeci toplumların ilaç firmaları için bir tatlı kâr ülkesi haline gelmiştir. Kendi derdine düşmüş ve has­talıklarından başka bir şey düşünemez hale gelmiş olan insanlar ile, günlük nafakasını çıkarmak için 24 saat düşünmek zorunda bulunan vatandaş çoğunluğu, yurt sorunları ile meşgul olup, emperyaliste karşı cephe alacak durumda değildir. Bütün gücünü topla­yıp emperyaliste karşı koymaya çalışanları, düşüne­mez hale gelmiş olan, cahil çoğunluğa bir hain gibi gösterip onu etkisiz hale getirmeye çalışan emper­yalistler ile onların Türkiye’deki ortakları bu ortam­da belirli bir başarı sağlayarak amaçlarına yaklaşı­yorlar. Beslenme alanında yürütülen bilinçli biyolojik uygulamalar maalesef diğer uygulamalar için elverişli bir ortam yaratmış bulunuyor. Tabii sömürgeciler bununla yetinmemekte ve besin üzerinden gücü yitirilen vatandaşlarımız ve toplum üzerinde diğer sosyal ve biyolojik projeleri de uygulamaktadırlar. Bunlardan bazıları bundan sonraki bölümlerde açıklanmıştır.

Savaşın ve üretimin sürdürülmesi için bilindiği gibi dört temel unsura ihtiyaç vardır. Bunlar elde bu­lundurulur ve yeterli bir şekilde kullanılacak olursa o zaman hem silâhla yürütülen klasik savaş ve hem de çağımızın savaşı olarak niteleyebileceğimiz soğuk harpte, başarı sağlamak ve güçlü bir toplum olarak varlığı ve kaynakları koruyabilmek mümkün olmak­tadır. Bu temel unsurları öncelik sırasına göre şöylece açıklayabiliriz.
(1)                  — İnsan (Savaşta asker, üretimde işçi)
(2)                  — Para yahut sermaye
(3)                  — Ham madde
(4)                  —Makine yahut savaş araçları
Bir toplum, insanlarının sağlığı, fizik ve entellektüel seviyeleri ile eğitim olanağı bakımından yetersiz, para bakımından fakir, ham madde kaynaklarından mahrum, makine veya savaş aracını imal ve kullanma bakımından sınırlı bir ortamda ise, bu toplumun hem bilinen usullerle savaş alanlarında ve hem de ekono­mik savaşın karışık metodlarını uygulamak suretiyle ekonomik sahada mağlûp, hattâ yok edilmesi zor bir iş değildir. Bütün bunlar arasında insan en önemli sa­vaş ve üretim unsuru olarak nitelenmektedir. Çünkü maddi gücünden başka, inançlarım ve manevi değer­lerini de ortaya koyarak savaşan veya üreten insan bazen diğer unsurların yetersiz olduğu bir ortamda da başarı sağlayabilmektedir. Buna bir örnek olarak Türk toplumunun zengin, iyi silahlanmış ve güçlü toplumlara karşı vermiş olduğu Kurtuluş Savaşını gösterebiliriz. İnsan çalışınca savaşta olduğu gibi, ekonomik çatışmada da başarıya ulaşabilmektedir. Japonlar çalışkan bir millet olarak bunun örneklerini vermiş bulunuyorlar. Sermaye, ham madde ve maki­ne savaşın kazanılmasında, ekonominin güçlendiril­mesinde şüphesiz önemli roller oynarlar. Fakat em­peryalistler sömürdükleri ülkelerde kredi oyunları ile sermaye meselelerini çözümlemekte bazı çıkar gu­ruplarına tavizler vermek suretiyle ham madde kay­naklarını ele geçirebilmektedirler. Kurmuş oldukları dev endüstriler ve teknolojik inkişaf sömürgecilere makine üstünlüğünü zaten sağlamıştır. Bundan dola­yı onların en çok üzerinde durdukları hem yalın savaş ve hem de ekonomik savaş bakımından önemli olan insan unsurudur.       
Emperyalistlerin insan üzerinde önemle durmala­rını gerektiren daha başka sebepler de vardır. Genel olarak sömüren ülkelerde insanların üretimde tüket­tikleri güç miktarı, makine gücüne nazaran çok az­dır. Buna karşılık sömürülen geri ülkelerde insangücü ve kolgücü, makine gücünden çok daha fazla kulla­nılır.
Bu ülkelerin savaş kabiliyetini ve üretim olana­ğını kontrol altına alabilmek için inşam kontrol al­tında bulundurmak ekseriya yeterli olur.
Kanada ve Fransa gibi sömürgeci ülkelerde en­düstri üretimini daha çok makine gücü etkilemekte­dir. Bundan dolayı bu ülkeler, savaş ve üretim olanak­larını üstün bir düzeyde tutabilmek için daha çok makine gücünün kaynağı olan petrol ve diğer yakıt­larla ilgilenme durumundadırlar. Çok az insangücü kullanmalarına rağmen çalışanların yakıtı olarak ka­bul edebileceğimiz besin ve beslenme sorununu en iyi şekilde çözümlemiş olan sömürgeci ülkelerde petrol meselesi en önemli sorun haline gelmiştir.
Buna karşılık üretimde kullanılan tüm gücün % 64.7’sinin beşeri kaynaklardan sağlandığı Bulga­ristan, % 68.8’inin kol gücüne dayalı olduğu bilinen Hindistan ile Kızıl Çin, her şeyden çok insan gücünün kaynağını teşkil eden besin ve beslenme sorunlarına eğilme durumundadırlar. Çünkü bu ülkelerde insanlar miktar ve kalite bakımından yetersiz beslenecek ya­hut aç kalacak olurlarsa, Kanada ile Fransa’nın ma­kinelerine yakıt sağlayamadığı zaman ortaya çıkma­sı beklenen problemler zuhur edecek ve hem üretim hem de savaş kabiliyeti ehemmiyetli bir nisbete göre düşecektir.
İşte bundan dolayıdır ki, emperyalistler kendi aralarındaki savaşı sürdürme bakımından petrol kay­naklarını ve geri kalmış ülkelerin üretim ve savaşma gücünü de uzaktan kontrol için besin kaynaklarını ele geçirmek isterler. Petrol üretim bölgelerinde, ileri ül­kelerin birbiri ile giriştikleri mücadele kamuoyunun malumudur. Türkiye de bu ülkelerden biri olduğu için, bir süre önce memleketimiz de petrol savaşma ve çe­şitli oyunlara sahne olmuş ve bu münasebetle halk pek çok şey öğrenmiştir.
ASLINDA BİZ TÜRKLER İÇİN BESİN MESELESİ PETROL ME­SELESİNDEN ÇOK DAHA ÖNEMLİDİR. Elimizde güvenilir ra­kamlar olmamasına rağmen üretimin daha çok insan gücüne ve hayvan gücüne dayalı olarak yapıldığım iyi bildiğimiz Türkiye’de koşullar Bulgaristan, Hin­distan veya Çin gibi olabilir. Millî endüstrimiz henüz emperyalistlerin çıkarına hizmet eden bir montaj ve tüketim endüstrisi şeklinde gelişmekte olduğundan, makine çoğunlukla yabancı ülkelerden ithal edilip, yedek parça sıkıntısı çekildiğinden, Türkiye’de maki­ne gücünün, kolgücüne nazaran daha çok kullanıldı­ğını iddia edemeyiz. Türk işçisi çok zaman eli ve kolu ile çalışarak üretim yapar ve bu üretimi yapabilmek için muhtaç olduğu enerjiyi de besinlerden sağlar. Aslında güneşten Dünyamıza akan enerjinin bitki yaprağında cereyan eden özümleme (fotosentez) olayı ile tesbiti sonu, gıda maddelerinde biriken bu enerji insan uzviyetinde, insan gücüne çevrilmekte ve şekil değiştirmektedir. Bu yönü ile insan ile makine arasın­da temel prensipler bakımından önemli farklar yok gibidir. Yalın savaş, insan ve makine gücü ile yürü­tülmekte, üretimde de bu iki güç kaynağı maliyeti ve prodüktiviteyi etkileyen önemli roller oynamaktadır. Bundan dolayı hem savaşta ve hem de ekonomik savaşta üstünlüğü sağlamak ve başarıyı elde tutabil­mek için bu iki güç kaynağına hâkim olmak yete­cektir.
Nitekim emperyalistler bunu başarmış bulunu­yorlar. Bize tahıl ve yağ gibi üretim artıklarını ucuza satarak, yurt içi üretimi baltalamak ve kendi yağı­mızla kavrulma olanağım ortadan kaldırmak isteyen Birleşik Amerika bu amacı gerçekleştirmeye çalış­maktadır.
Petrollerimize el koyarak, bunları kontrol altına alması da hem mekanize olmuş diğer sömürgeci ülke­ler ve hem de Türkiye’nin endüstrileşip bağımsızlığını kazanması ihtimaline karşı mücadele halindedir. Bir taraftan uzmanları ile Tarım Bakanlığına ve Enerji, Tabiî Kaynaklar Bakanlığına sızarak, tarım ve ener­ji üretim politikamıza çıkarlarına uyarlı bir kalıp vermeye çalışması da bu nedene bağlıdır. Türkiye’de­ki bazı olaylar ve uygulamalar bu açıdan değerlendiri­lecek olursa mesele daha iyi anlaşılabilecektir.
Bundan birkaç yıl önce Kıbrıs üzerinde uçan jet­lerimiz, bir süre sonra yakıt ikmâl imkânları olmadı­ğı için yere inmek zorunda kalmışlardır. İlerde gire­ceğimiz bir yalın savaşta, tankların, taşıtların hare­ket halinde bulunmaları geniş çapta gene yakıt ikma­linin gereği gibi yapılmasına bağlı kalacaktır. Tıpkı bunun gibi besin maddelerini ayarlamak, kısıtlamak ve bollaştırmak suretiyle Türkiye’nin hem savaşta ve hem de üretimde başarı derecesini uzaktan ayarla­mak mümkün olabilecektir. Sömürgeciler bu korkunç usulleri yalnız Türkiye’de değil, istismar ettikleri da­ha pek çok geri kalmış ülkede uygulamaktadırlar. İs­rail Arap savaşının sonuçları bu iki önemli etkeni göreve sokmak ve başka projelerle de desteklemek suretiyle gerçekleştirilmiştir. İnsan ve makine gücü­nün kaynaklarını ellerine geçirdikten başka, ser­maye ve ham madde kaynaklarına da hâkim olan em­peryalistler, sömürdükleri ülkenin insanlarını, vitesle­rini kontrol altında bulundurdukları küçük ve gülünç makineler haline getirmiş bulunuyorlar. Üretimi ve savaş sonuçlarını etkileyen fizik güç kaynaklarını böylece uzaktan kontrol eden sömürgeciler, entellektüel güç kaynaklarını da bazı biyo-sosyal uygulama­larla hâkimiyetleri altına almış ve hattâ kendi hizmet­lerine sokmuşlardır. Biyolojik, pedegojik ve sosyolo­jik bulguları birlikte hizmete sokarak gerçekleştirilen entellektüel sömürgecilik, başka deyimle kültür em­peryalizmi, bugün Türkiye’nin kaynaklarını da insaf­sızca sömürmek için kullanılmakta ve uygulanmakta­dır.

Sömürgeciler sömürdükleri ülke insanının uyan­masını, kaynakları ile güçlerine sahip çıkmalarım ar­zu etmezler. Bunun neden dolayı böyle olduğunu an­lamak zor değildir. Entelektüel yönleri ile uyanmış ve değer kazanmış kişilerin azınlıkta ve cahillerin ço­ğunlukta olduğu bir toplumu kandırmak ve azınlıkta olan entelektüellere çıkar sağlayarak ve taviz vere­rek kendi insanlarından koparıp sömürgeci ile işbirli­ği halinde çalıştırmak mümkün olabilmektedir. Yeni sömürgecilik Dünyanın birçok ülkesinde saltanatını bu yoldan sürdürmekte ve işbirliği halinde çalıştığı kompradorlarla, masum insanları insan haysiyetine pek yakışmayan bir yaşama düzeyine itekleyerek, kaynaklarını sömürmektedir.
Bu düzenin değiştirilmeden sürdürülmesi için çoğunluğun cahil ve eğitilenin de sömürgeciden yana olması şarttır. Böyle bir düzen kurulabildiği takdir­de silâh kullanmadan ve yalın savaşın çetin mücade­lesini sürdürmeye lüzum kalmadan bir ülkeye dost gibi girmek ve bu ülkenin insanlarını kıyasıya sömü­rürken, kanını akıtmadan öldürmek, köklerini kazı­mak kabildir.
Eğitim kalıplandığı takdirde yokluk, açlık ve se­falet içinde yaşayan çoğunluk kendilerini mutlu ve barış içinde yaşadıkları için talihli kişiler olarak farzeder, hattâ canlarına kasdedenleri dost ve kurtarıcı olarak selamlamayı da ihmal etmezler. Bu çoğunluk afyon yerine barış ve yardım vaitleri, görülmemiş kalkınma, nurlu ufuklar masalları ile uyutulur. Entellektüeller faşist baskılarla susturulduğu için cahil çoğunluğun gerçeği görüp kendilerine gelmelerine im­kân bırakılmaz. Emperyalistler bu ortamda soğuk savaşın icaplarına uyarlı olarak hazırladıkları hun­harca projeleri rahat bir şekilde uygulama imkânı bu­lur ve bütün bunları barışı korumak için yaptıklarını savunarak çoğunluğu inandırırlar. Kendilerini engel­lemeye çalışan bütün aydınlar, barışı bozma suçu ile suçlandırılır ve hattâ cezalandırılırlar. Direnme güç­lendiği zaman ise Vietnam’da olduğu gibi yalın sava­şa geçilerek direnenler ateşli silâhlarla yok edilmeye çalışılırlar. Sömürülen ülkede yaşamanın tek şartı, sömürülmeye razı olmak ve barış içinde bulunduğu­na yürekten inanmaktır.
Bu ortamda emperyalistler toplum bünyesinde en çetin savaşların bile yapamayacağı tahribatı yapar; insanları, kaynakları alabildiğine sömürürler. Bütün bunlar diğer sömürgecilik projeleri ile de desteklen­mektedir.
Kültür emperyalizminin temel uygulamaları bi­yolojik alanda cereyan eder. İnsan zekâsının ve entellektüel gücün gelişmesine elverişli olmayan bir bi­yolojik ortam hazırlamak için sömürülen ülkenin in­sanı ana rahmine düştüğü günden itibaren bu yönü tahribe çalışılır.
Bilimsel bulgular yavrunun ana rahminde, ana kanından sağladığı besin maddeleri ile beslendiğini ve ananın beslenmesi miktar ve kalite bakımından ye­terli olmazsa doğacak yavrunun fizik ve entellektüel yönü ile zayıf bir kişi olarak doğacağım göstermiş bulunmaktadır.
Bu yoldan ünlü yazar Aldous Huxley’in ‘Yeni Dünya’ isimli kitabında uzun uzadıya tarifini yaptığı, yaşantısından memnun ve daha ana rahminde iken entellektüel gücü kısıtlanmış, sömürgeciler hesabına çalışmakta sakınca görmeyecek sürüler yetiştirmek mümkün olabilir.
Zengin kaynakları olan ve sömürülmesi plânlan­mış bir ülkenin sahipsiz topraklar haline getirilmesi, ya da bu topraklar üzerinde yaşayan insanların kendi dertleri ile uğraşmaktan toplumsal sorunlarla ilgilenemeyecekleri bir ortamın yaratılması gayretleri yeni kuşaklar ana rahminde iken başlattırılır. Nitekim çoğunluğu tahıldan ibaret ve biyolojik değeri yüksek hayvansal proteinden yoksun gıdalarla beslenen an­nelerden ekseriya bu isteğe uyarlı yavrular doğmak­tadır. Sömürgeciler bu yavrulara Dünyaya geldikten sonra da anaları gibi beslenecekleri bir düzen hazır­larlar. Halk bol tahılla beslenmeye ya alıştırılır ya­hut ta mecbur edilir. Hayvancılık ile balıkçılık dolaylı yollardan baltalanır. Rahim dışı gelişme çağının ba­şında ve bilhassa sütten kesildikten sonra, hayvan sütleri, yumurta ve diğer hayvansal protein kaynak­larını bol bol kullanması gereken yavrular pirinç, ni­şasta ve terkip itibariyle bunlara benzeyen boş kalori kaynakları ile beslenmeye mecbur bırakılırlar. İşte bu ortam çocuğun fizik kişiliği gibi, entellektüel kişi­liğinin de gelişmesine elverişili değildir ve böyle bir ortamda okul öncesini tamamlamış olan çocuk, ilk­okul sıralarına geldiği zaman da, ondan yeterli şekil­de yararlanmak mümkün olmaz. Bu çocuklar arasın­da geri zekâlı tiplere daha çok rastlanır.
Zeki olanların birçoğu fizik yapılarının yetersiz­liği dolayısıyla eğitimin gerektirdiği canlılığı göste­remez ve sağlık gerekçeleri ile ayıklanırlar.
Biyolojik ortamı bozarak eğitimi güçleştirme ve­ya verimsiz hale getirme operasyonlarına geri kalmış ülkelerde çeşitli projeler halinde rastlıyoruz. Bu ça­lışmaların sonuçları gerçekten sömürgeci için yararlı ve sömürülen toplum için ise çok zararlı olmaktadır.
Güney Amerika’nın sömürülen topluluklarında, Afrika ve Orta Doğu’da, Uzak Doğu memleketlerin­de sömürgecilerin yeni kuşakların yakasına daha ana rahmine düşmeden yapıştıklarını ve bunları eğitim olanağından bazı biyolojik ve sosyal uygulamalarla ölecekleri güne kadar uzak tutmaya çalıştıklarını gö­rüyoruz.
Doğum kontrol hapları ile gebeliği önleyici araç ve gereçler, sömürülen ülkede yeni kuşaklara musal­lat edilen ilk biyolojik silâhtır.
Bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için değişik çağlardaki uygulamaların sırasıyla tanıtılması daha uygun olacaktır.
(1)                   Sömürgeci doğanın bir tepkisi olarak ortaya çıkan hızlı artıştan korkmakta­dır. Geri ülkedeki nüfus artışı zaman içinde sömürgecinin baş edemeyeceği bir insan kalabalığı ile mücadeleyi ge­rektireceğinden, emperyalistler nüfus artışını önlemek için, düzenledikleri bir sıra yalanla geri ülke yöneticilerini kan­dırır ve onlara artış yavaşlarsa ekono­mik kalkınmalarını daha kolay tamam­layacaklarını telkin ederler. Bunu sağ­layabildikleri takdirde geri ülkeye ge­beliği önlemek için lüzumlu araç ve ge­reçlerin tümünü parasız verir ve bazı çıkar guruplarını da yemlemeye başlar­lar. Uygulamayı makul ve bilimsel gös­termek için lüks otellerde seminerler dü­zenlenir ve bu seminerlerde kendi ilim adamları ile onlara yakınlığı ile tanınmış kişilere propaganda niteliği taşıyan ko­nuşmalar yaptırılır. İşçi sınıfları, fakir halk tabakaları, helezonlar ve haplarla kısırlaştırılır.
Bu uygulamalar toplumun üretim gücü ve kolgücü varlığını törpülemekle kal­maz, entellektüel güç ile eğitim çalışma­ları da aksatılmış olur.
(2)    Doğum kontrol hapları ile kadınların rahmine yerleştirilmiş helezonlardan kurtulup, nasılsa ana rahmine düşmüş olan yavrular da ananın kötü beslenme koşulları dolayısıyle gereği gibi geliş­mezler. Çoğu rahim içi devreyi tamam­layamaz, eksik, kusurlu, hastalıklı ve hattâ ölü doğarlar.
Ekonomik nedenlerle hayatta olan yav­rularını besleyemeyen anneler, bazen ço­cuklarını düşürmek için olmadık çarele­re başvurur ve bu esnada kendi hayatla­rını da kaybederler. Sömürüle, sömürüle kendi insanlarının beslenme olanağını da yitirmiş olan ülkede sağlam doğanların yaşama ve gelişme şansı kısıtlanmıştır. Afrika’da çok yaygın olan bir çocuk hastalığı Kwashiorker, proteinden yok­sun yavruları kasar kavurur. Binler mil­yonlar bu yüzden ölürler. Ayni hastalı­ğı başka bir isimle ve yaygın olarak Gü­ney Amerika’da, Uzak Doğu’da Orta Doğu’da, tüm sömürülen ülkelerde gö­rüyoruz.
Örneğin sömüren ülkelerde doğan 1000 çocuktan 25-30 kadarı ilk yılda öldük­leri halde, sömürülen ülkelerde bu mik­tar 200’e kadar yükselmektedir. Türki­ye’de ise 165 civarındadır. Memleketimi­zin bazı yoksun bölgelerinde hayatının ilk yılında gözünü Dünyaya kapayan çocuk sayısının 200’ü aştığını görüyo­ruz.
(3)     — Okul öncesi çağ dediğimiz çağda çocuk­lar kızamık, difteri, kabakulak, ishal, tüberküloz ve iyi beslenemeyen yavru­larda görülen her çeşit öldürücü hasta­lığın saldırısına maruz kalırlar. Bundan dolayı ilkokul çağına ulaşabilenler, do­ğanların yaklaşık olarak yarısıdır. Sö­mürgeci bunu gizli elleri ile gayet iyi ayarlar ve görüntüyü korumak için de bazı yetersiz müdahalelerle yardım edi­yor görünür. Gerekirse bu ülkeye sağlık ekipleri yollar. Fakat bu ekipler bir sı­ra propaganda çalışması yapıp bazı re­simler çektikten sonra ülkelerinin yolu­nu tutarlar. (Sahte grip aşıları- domuz gribi)
(4)     ilkokul, orta öğrenim ve yükseköğrenim çağları aynı şekilde yokluk ve has­talıklarla doludur. Pek çok çocuk, eği­timini sürdürmek için aç karnına okula gitmeye mecbur durumdadır, ilkokul ça­ğındaki çocukların beyinlerini yıkamak ve onları daha küçük yaşta sömürgeciye minnettar bırakmak için, emperyalist­ler bazı yiyecek yardımları da plânlar ve kendi ülkelerinde kullanılmayan üretim artığı düşük vasıflı yiyeceklerle bu ço­cukları beslerler. Bu uygulamalar on yıldır Türkiyemiz’de de yapılmış ve son günlerde, özellikle Ege bölgesinde yavan süttozundan zehirlenme olayları arttığı için sağlık bakanlığı tarafından durdu­rulmuştur. Bu koşullar altında lise ikmal edildiğin­de, sömürülen ülkenin eğitim ürünleri hem sayıca azalmış ve hem de kaliteleri ve bilimsel nitelikleri itibariyle emper­yalistlerin okumuşlarından çok geride kalmış bulunurlar. (Geçen sene süt dağıtımını hatırlayın.)
Eğitim ve öğretim koşullan ne derece mükemmel olursa olsun, biyolojik yapılan itibariyle eğitime el­verişli olmayan bu insanlar arasında koşullara dire­nip sivrilen ve her nasılsa üstün bir nitelik kazanan­lar da daha sonra para vaadi ile kandırılarak, sömür­geci ülkenin ekonomisine hizmet eden kişiler haline getirilecek ve kendi toplumlarından kopartacaklar­dır. Durumu daha iyi anlayabilmek için sömüren iki ülke ile sömürülen iki ülkede doğan 1000 çocuğun li­seyi ikmal edene kadar sayıca geçirdikleri değişiklik­leri tetkik edelim.
Fransa’da aynı yıl doğan 1000 çocuktan 220’si, Birleşik Amerika’da 487’si, buna karşılık sömürülen Hindistanda 23’ü ve Filipinlerde ise 28’i liseyi ikmal edebilmektedir. Sonucun böylesine dengesiz olmasında sömürgecilerin sömürdükleri ülkede uyguladıkları projelerin ve bilhassa bunların biyolojik ve sosyal temele dayalı olanlarının önemli bir payı vardır. Yükseköğrenim çağında da hem ya­şama koşulları ve hem de öğrenim olanağından uzak tutulan genç kuşaklar yeni bir kırıma uğrarlar. Bun­lar arasında tüberküloz ile çeşitli intani ve organik hastalıklar geniş tahribat yapar ve sonuç ekseriya elem verici olur.
Biyolojik ortamın başka deyimle beslenme, yaşa­ma koşullarının kötü oluşu nihayet ortalama ömrü etkiler. Genellikle sömüren ülkelerde (70) yılın üzerinde olan ortalama ömür geri ülkelerde (33) yıla kadar düşmektedir. Bundan dolayı eğitimini tamamlayan bir aydın, toplumuna yararlı olmak için yeter zaman bulamaz.
Sömüren ülkenin çocuğu ile sömürülen ülkenin mutsuz kuşak­ları arasında eğitimini tamamlama bakımından şans farkla­rı vardır. Biyolojik ve Sosyal ortamda sürdürülen çok ayrın­tılı savaşçı çalışmalar ile geri ülkenin genç kuşakları daha ana rahmine düşmeden ölümle karşı karşıya getirilir ve da­ha sonra da gizli açlığın eline teslim edilirler. Bir sömürgeci ve NEOEMPERYALİZMIN başarılı uygulayıcısı olarak tanımlanan Birleşik Amerikada doğan 1000 çocuktan ortalama 487 si li­seyi ikmal edebildiği halde, sömürülen Hindistan’da bu sayı 23’e kadar düşmektedir.
Bizim yaptığımız kaba hesaplamalara göre Türkiye’de doğan 1000 çocuktan lll’i liseyi ikmal edebilmektedir. Oysa ki bu rakam biyolojik ve sosyal ortamdan başka eğitim koşulları­nın da sömürülen ülkelerin gücü ile iyice düzeltildiği sömür­geci Amerika’da 487’ye kadar yükseliyor. Ayrıca bu 111 ki­şiden yüksekokulu ikmal edebilenlerin kabiliyetleri olanları seçilecek ve çeşitli yollardan aktarmaya tabi tutularak Ame­rikan teknolojisinin emrine sokulacaktır. Bu acıklı sonuç sö­mürülen Türkiye’yi çok çetin şartlar altına sokarken, em­peryalist toplumun teknolojik gücünü artırır.
Örneğin biyolojik ortamın elverişli olduğu Birleşik Amerika’da, yaratılan koşullar bir insanın ortala­ma olarak 70 yıl yaşamasına elverişlidir. Bu süre da­ha eski bir sömürgeci olarak tanımlanan İngiltere’de 71 yıldır. Birleşik Amerika veya İngiltere’de yükseköğrenimini tamamlamak için 24 yıl tüketici olarak okula gidecek olan bir insan topluma ve kendisini ye­tiştiren aileye karşı olan borcunu ödemek için 46-47 yıllık bir zamana sahiptir. Bu süre ekseriya borcun ödenmesi ve topluma yeni değerler kazandırılması için yeterlidir. Oysaki Hindistan’da yükseköğrenim için 24 yıl tüketici olarak yaşayan bir insan, ortalama ömür 32 yıl civarında olduğundan topluma olan borç­larını ödeyebilmek için 8 yıllık bir zamana sahiptir. Bu süre okul acemiliğinin giderilmesi ve üretime yö­nelebilme için bile yeterli olamadığından Hint aydın­ları topluma borçlu olarak ölür ve yurt ekonomisine hemen hiç bir katkı yapamazlar. Bundan dolayı sö­mürülen ülkelerde eğitim hiç bir zaman toplum yara­rına sonuç vermez ve sömürülen ülkenin uyanması gecikir. Kaldı ki sömürgeci daha sonra uygulayacağı bazı sosyal ve ekonomik projelerle sömürdüğü ülke­nin başarılı aydınlarının bir kısmını kendi ülkesine aktarma imkânını da bulacak ve geri ülkedeki harca­malarla yetiştirilmiş olan bu teknisyeni kendi tekno­lojisinin hizmetine sokabilecektir.

İngilterede doğan bir insan sosyal ve biyolojik koşulların el­verişli olması dolayısıyle (71) yıl yaşama şansına sahiptir. Buna karşılık Hindistan’da doğan bir insan ancak (32) yıl yaşayacaktır. Bu iki ülkede de yükseköğrenimi tamamlamak için eşit ve aşağı yukarı (24) yıllık bir sürenin okulda tüketici olarak harcanması gerekir. Bir İngiliz (24) yıl okuduktan son mensup olduğu topluma (47) yıl üretici olarak hizmet edecek ve kendi için harcanan paranın ötesinde para kazan­dıracaktır. Hindistan’da aynı süre tüketici olarak okula gi­den bir Hint aydınının topluma hizmet için yalnız sekiz yılı vardır. Bu sekiz yıl içinde aydın kendine yapılan (24) yıllık masrafı topluma ve aileye ödeyecek ve fırsat bulursa da ka­zandıracaktır.
Nikbin (İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören  çevrelere göre) Türkiye’de ortalama ömür süresi (54) ve gerçekçi çevrelere göre ise (33) yıldır. Biz, (33) rakamını daha uyarlı buluyoruz. Çünkü doğan 1000 çocuktan 165’inin daha bir yaşım bitirmeden öldüğü bir ülkede ortalama ömür (54) yıl olamaz, Türkiye’de yüksek okulu bitirmek için (24) yıl tüketici olarak okula giden vatandaşların, ülkemize üre­tici olarak hizmet edebilmek için bir hesaba göre (9), bir hesaba göre de (30) yıllık bir zaman vardır. Bu süre aile ve topluma borçlanılan parayı ödemek için elbette yeterli de­ğildir. Ortalama ömür uzun olduğu için Üniversiteyi bitir­dikten sonra toplumuna (46) yıl hizmet etme olanağı olan Birleşik Amerika teknisyenleri kendi güçleri ile yetinmemek­te ve bizden de teknisyen çalmaktadırlar.

Hindistan ile İngiltere arasındaki bu durum son günlerde sıkı ilişkiler kurduğumuz Birleşik Amerika ile Türkiye arasında da aynen görülmektedir. Orta­lama ömrün 70 yıl civarında bulunduğu Birleşik Ame­rika’da yükseköğrenimini tamamlayanlar Amerika’­ya 46 yıl hizmet edeceklerdir. Bu süre içinde ana rah­mine düştüğü günden itibaren uyarlı bir biyolojik or­tamda yaşamış olan kişi, nazari bilgi bakımından ye­terli olduğu için tecrübe kazanacak ve etkinliğini her gün biraz daha artıracaktır. Türkiye’de ise ortalama ömür bazı nikbin çevrelere göre 54 ve gerçekçi çev­relere göre ise 33 yıldan ibarettir.
Hayatın 24 yıllık bir devresini eğitim dolayısıyla tüketici olarak harcayan Türk aydını, topluma bor­cunu ödeyebilmek için bir ihtimale göre, 9 yıl, bir ih­timale göre de 30 yıllık bir zamana sahiptir. Bu süre içinde aydın yetiştirilmesi için harcanmış olan yüzbinlerce lirayı çok zaman üretemez ve Hintli aydın gibi topluma borçlu ölür.
Birleşik Amerika bu farklı so­nuca rağmen, pek çok Türk teknisyenini Türkiye’de yetiştikten sonra kendi ülkesine aktarmakta ve işin bilincine varmamış olan Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu da yabancı teknolojilerin em­rinde görev almış olan bu kimselere ödül vermektedir.
Hal böyle olunca ne suretle sömürüldüğümüz ve eğitim çalışmalarının neden dolayı başarıya ulaşama­dığı daha iyi anlaşılmaktadır, işte bundan dolayı için­de bulunduğumuz koşullan barış olarak nitelemeğe imkân yoktur. İnsanları ana rahmine düştükleri gün­den itibaren yakasından yakalayıp, bazı biyolojik, sos­yal ve ekonomik oyunlarla saf dışı bırakmak ve hatta öldürmek savaşın ta kendisidir. Bu savaş ekseri­ya sömürgecinin insanlık dışı zaferler kazanması ile son bulmakta ve bu zaferlerin devamı için de savaş­tan söz edilmesi istenilmemektedir.
Sömürgeci, beslenme ve yaşama koşullarını bo­zarak, geri ülkeyi etle değil tahılla besleyerek ulaşı­lan bu noktada durmamakta ve çalışmalarım sosyal düzende geliştirmektedir. Eğitim metodları, uzmanla­rı, barış gönüllülerini sömürülen ülkeye sokarak sür­dürülen şaşırtmacalar, eğitime elverişli olmayan ve üretici nitelik taşımayan bir ortamın yaratılması so­nucu etkiler. Bundan dolayı geri ülke ile ileri ülke arasında teknisyen oranı dikkati çekecek şekilde farklılaşmıştır. Bugünkü ekonomik savaşta bir ülke­nin teknisyen sayısı bakımından diğerinden üstün oluşu, klasik savaşta asker ve subay sayısı ile savaş araçlarının üstün oluşu ile yaratılan koşulların yara­tılmasına yardımcı olmakta ve sömürgeci bunu baskı aracı olarak kullanmak suretiyle sömürü düzenini da­ha geliştirmektedir.
Çalışan nüfus içindeki teknisyen sayısı bakımın­dan A.B.D. ile Türkiye ve İngiltere ile Hindistan mu­kayese edilecek olursa gerçek daha iyi anlaşılabile­cektir. Birleşik Amerika’da çalışan 1000 insandan 34’ü teknisyendir. Bu rakam İngiltere’de 20, Türkiye’­de 5, Hindistan’da 4 kişiden ibaret bulunur. Sömürü­len ülke insanını doğum kontrol hapları ile ana rah­mine düşmeden yok etmek, doğanları gizli açlığın pençesine terkederek öldürmek ve bundan da kurtu­lanları sosyal operasyonlarla etkisiz hale getirmek, yetişenleri kandırıp yurtlarından koparmak suretiy­le gerçekleştirilen bu başarı Dünyanın en korkunç savaşının sonuçları olarak kabul edilmelidir. Türkiye, Birleşik Amerika’ya ve Hindistan da İngiltere ve di­ğer sömürgeci toplumlara bu koşullar altında bile bi­lim adamı ihraç eder. Bu suretle ortaya çıkan gedik­leri kapamak için gerçekte ekonomik savaşın birer casusu olduğu iyi bilinen yabancı uzmanlar celbedilir ve önemli yerlerde görevler alırlar.
Birleşik Amerika’da çalışmakta olan 1000 insandan 34’ü tek­nisyendir. Bunların 10’u lise ve üniversite öğretim üyesi, 7’si doktor, eczacı, dişçi, veteriner, 17’si de mühendis veya bilgin olarak vazife görürler. Türkiye ise bunca çabadan sonra ça­lışan 1000 kişiden 5’inin teknisyen olduğu bir ortam yarat maya muvaffak olmuş bulunuyor. İki ülke arasındaki dostça ilişkilerin bir sonucu olarak, Türkiye Birleşik Amerika’ya he­kim, üniversite öğretim üyesi, mühendis ihraç etmekte ve Amerikan teknolojisinin emrinde görev almış olan bu kişiler TÜRKİYE BİLİMSEL VE TEKNİK ARAŞTIRMA KURUMU tarafından bilim ödülleri ile mükâfatlandırılmaktadırlar. Bu suretle tek­nisyen bakımından sıkıntıya düşen ülkemizin teknisyen ihti­yacı Amerika’dan getirilen yüksek ücretli uzmanlarla sağlanır.
Eski bir sömürgeci olarak bilinen İngiltere, yıllarca sömür­düğü ve kaynaklarını istismar ettiği Hindistan’ın yer altı ve yer üstü servetlerinden başka entellektüel gücünü de sömür­mekte sakınca görmemiştir. İngiltere’de çalışan 1000 kişiden 20 kişi teknisyen ve bunların 7 si, lise ve üniversite öğretim üyesi, 3’ü doktor, eczacı, dişçi yahut veteriner, 10 u da mü­hendis yahut bilgindir. Böyle olmasına rağmen çalışan 1000 kişiden 4 kişinin teknisyen olduğu Hindistan İngiltere ve di­ğer sömürgeci toplumlara teknisyen ihraç eder. Bu düzen sömüren düzenin teknolojik alanda güç kazanmasını ve sö­mürülenlerin de büsbütün güçten düşmelerini hazırlamaktadır.
İşte barışı koruma gerekçesi ve kalkınmayı des­tekleme vaadi ile Vietnam’a, Hindistan’a, Türkiye’ye giren sömürgecilerin yarattıkları ortam böyle bir ortamdır ve onlar sömürdükleri toplumun bu ortamı barış olarak nitelemesini ve kendilerini mutlu farzetmelerini pek arzu ederler.
Savaşın ta kendisi ve sömürme düzeninin en can­lı örneği olan bugünkü ilişkiler bütün yönleri ile ba­rışın da, cennet gibi bir hayâl ve insanları uyutmak için uydurulmuş bir slogan olduğunu göstermektedir. Geri ülke halkı aralarına dost olarak karışan ve on­lara insancıl gayelerle yardım etmeyi vadedenlerin gerçek bir savaşçı ve sömürgeci olduklarını çok za­man fark edememektedirler.
Bugün eğitim alanında gedikler açmak ve Türki­ye’nin uyanmasını geciktirmek için girişilen tertipler tabii bunlardan ibaret değildir. Daha çok kamuoyunun bilgisine sunulmamış yönleri ile açıklanmaya ça­lışılan kültür emperyalizminin, biyolojik alandaki hunharca uygulamalarım destekleme amacı ile daha pek çok proje yürütülmektedir. Bunlardan bazıları bir hatırlatmada bulunmuş olmak için aşağıda kı­saca açıklanmıştır.
(1)     Sömürgeciler, uyanmasını arzulamadık­ları ülke de ata et, ite ot prensibini yer­leştirmeye çalışırlar. Bundan dolayı hiç bir uzman kendi uzmanlık alanında ça­lışma olanağı bulamaz. Makine mühen­disleri, kütüphane memurluklarına ve banka memurları da Üniversite rektör­lüklerine atanır ve bu makamlarda tu­tunurlar.
(2)    Besin ve beslenme gibi biyolojik uygulamaları denetleyici hizmetler, bu işten hiç anlamayan kişilere ve örneğin bir aritmetik öğretmenine tevdi olunur. İş böyle olunca geri kalmış ülkeye, ileri ül­kelerde kullanılması mümkün olmayan bayat yiyecekleri satmak mümkün ola­cak ve bu toplumun uyuşturulması için boş kalori kaynakları tüketime hâkim duruma getirilecektir. Bu sağlanınca ye­ni kuşaklar afyonlanmış olarak gelişme­sini tamamlayamayacaktır.
(3)    Ülkenin öz evlâtları hizmetten uzaklaş­tırılınca, yabancı uzmanlar düzeye hâ­kim olurlar. Plânlama dairesinin baş müşavirinden, bakanlıkların müşavirle­rine kadar hepsi yabancı kişiler olduklan için ülke eğitimi gerçekçi olmaktan ziyade teorik bir temele oturtulur ve insanlar havanda su döverek diploma sahibi olmaya alıştırılırlar.
(4)     Sömürülen ülkenin inanç, örf ve âdetleri bilinen metodlarla yozlaştırılır. Din toplumu parçalamak ve kardeşi kardeşe düşman etmek için bir araç olarak kul­lanıldıktan başka, eğer kuralları elveriş­li ise bir uyutma aracı olarak kullanılır.
(5)     Öğretmen, öğrenci ilişkileri bozulur ve öğretmenler ile öğrenciler çıkar gurup­ları halinde bölünürler. Çatışmaktan öğ­renmek için zaman kalmaz ve eğitim güçleştirilir.
(6)     Ahlâk kuralları bozulur. Değer ölçüleri değiştirilir. Özel okullar ve benzeri ku­ruluşlar aracılığı ile diploma para karşı­lığı temin edilebilecek değersiz bir kâ­ğıt parçası haline getirilir.
(7)     Öğrenim çağında olan kimselerin genç olmasından yararlanarak seks meselele­ri kamçılanır. Diskotekler ve benzeri ah­lâk bozucu kuruluşlar el altından geliş­tirilir. Moda cereyanları kuvvetlendirilir ve gençleri yiyeceklerinden çok giyecek­leri ile ilgilenen kişiler haline getirirler. Yozlaştırıcı moda cereyanları, sinema­lar, dergiler ve sömürülen ülkeye sızdı­rılmış olan kişiler ve guruplarla etkin hale getirilirler. Zaman zaman ve özel­likle millî günlerimizde, İzmir, İstanbul limanlarımıza yanaşıp, etekleri çok kı­saltılmış genç İngiliz kızlarının yozlaştı­rıcı cereyanları güçlendirmek ve millî şu­uru zayıflatmak için bir araç gibi kul­lanıldıklarım ve bunların plânlı aynı za­manda maksatlı davranışlar olduğunu burada hatırlatmak yerinde olacaktır.
(8)     Sportif çalışmalar ve özellikle bunların ferdî olmaktan çok guruplar şeklinde uygulanan çeşitleri teşvik edilir. Spor­cular bir eşya gibi kulüpler arasında sa­tışa çıkarılırlar. Böyle bir ortamda bir­çok genç insan okumaktan vazgeçip, iyi ve satış fiyatı yüksek bir sporcu olmak için çaba sarf eder. Bunlar daha sonra isteklerinin kurbanı olur ve eğitim dışı kalırlar. (İletişim konusu bugünlerde ilkokul ikinci sınıf derslerinde okutuluyor.)
Bu müsabakalar toplumu parçalamak ve hattâ iki komşu şehir halkının bir birini taş ve sopa kullanarak öldürmesi­ne müsait bir ortam yaratmak için ya­rarlı olmaktadır.
(9)     Milli kumar müessesesi el altından des­teklenir. İnsanlar çalışarak ve öğrene­rek değil, millî piyangolar ile at yarışla­rında ve totolardan zengin olacaklarına inanır hale getirilirler. (Toto-Loto….)
(10)   Ülke radyolarına ve gazetelerine sızılır, yabancı şivesi ile söylenen şarkılar be­ğenilen şarkılar haline getirilir. Radyo temsillerinde yabancı kültürlerin ve inançların propagandası yapılır. (Yabancı şarkıcılar ne kadar çok geliyor ülkemize)
(11)                 Üniversite çağındaki çocukları futbol sahalarına çekmek için stadyumlar inşa edilir. Buna karşılık gençlerin karınla­rım gereğince doyurabilecekleri üniver­site kafeteryaları, kütüphaneler alabil­diğine ihmale uğrarlar. (Arenalar kampanyası)
(12)                   Yabancı dilde öğretim yapan Üniversite­ler kurulur. Ana dilde öğretim yapması­na rağmen genel tutumu itibariyle mem­leketçi olmayan kuruluşlar yardımlar ile personeline daha çok ücret sağlayan kuruluşlar haline getirilirler. Bu kuru­luşlar Millî üniversitelerin öğretim per­sonelini yozlaştırır ve kendi çatısı altı­na toplayarak etkisiz hale getirir.
(13)                 Dernekler,  kadın kulüpleri ve benzeri kuruluşlara sızmak suretiyle yozlaştır­ma çabaları genç kuşaklardan sonra ye­tişkinleri de etkisi altına alır.
Saymakla bitmeyecek kadar çok olan yan çalış­malar, bu kitapta önemle üzerinde durulan biyolojik baltalamalar kadar önemlidirler. Fakat bunların pek çoğu geçen süre içinde kamuoyunun malumu haline geldiğinden ve uyanan Türk halkı artık bunları iyi tanıdığı için biz bu konulara ayrıntılı bir şekilde de­ğinmek istemiyoruz. Her biri bir kitaba konu teşkil edecek kadar ayrıntılı olan bu yan çalışmalar yetkili kimseler tarafından teker teker incelenmeli ve bizim de bilmediğimiz pek çok gerçek su yüzüne çıkarılma­lıdır.
Önceki bölümlerde yer yer değinilmiş olmasına rağmen, Türkiye’nin bugünkü durumunun kültür em­peryalizmi açısından ayrıca incelenmesinde faydalar vardır. Son 10-15 yıl içinde toplumumuz üzerinde ba­rışı koruma ve Türkiye’yi kalkındırma gerekçesi ile uygulanmakta olan emperyalist projeler, Atatürk Türkiye’sini bu yönüyle bir bunalıma sürüklemiş bu­lunuyor.
Kendi insanlarını tanıdığı kadar, emperyalistleri de iyi tanıyan büyük Atatürk, uzağı görüp ülkeyi Türk gençliğine emanet etmiş olmasaydı, muhakkak ki sömürgecilerin yoğun çalışmaları daha da etkili olabilecekti. Fakat Cumhuriyeti ve Türk istiklâlini gençliğe emanet ederken, bu değerlerin ne şekilde korunacağını da açıklamayı ihmal etmemiş olan kur­tarıcı, ölümünden sonra çok değişen koşullar içinde bile genç kuşaklara ışık tutabilmektedir.
Deha düzeyine ulaşmış bir seziş ve bilinçle, bu­günkü koşulları önceden görebilmiş olan bu büyük insan, Türkün bileğini savaş meydanlarında erkekçe bükemeyen sömürgecilerin, zamanı gelince yurdumu­zu başka bir usulle istilaya kalkacaklarını ve hattâ Türkiye’de de taraftar bulacaklarını tahmin etmiş ve buna karşı hazırlanmıştı. Bütün büyük insanlar gibi ‘Barış’a gönül bağlamış olmasına rağmen ger­çek barışın sağlanamayacağını biliyor ve emperyaliz­min korkunç ihtirasının sınır tanımayacağını da an­lamış bulunuyordu. ‘Yurtta Barış, Cihanda Barış’ de­diği zaman bile güçlü olmak gerektiğini ve gerçek barışın kuvvetler dengesi ortamında gerçekleştirile­ceğini genç kuşaklara hatırlatmış ve öğretmiş olma­nın rahatlığı içinde aramızdan ayrılan bu büyük in­san, sömürgecilerin bilinçli saldırılarından toplumunu inandığı anlamda kurtaramamıştır. Onu izleyen yöneticilerin bilgi ve sezgi sınırlarını aşan bilinçli operasyonlar Türkiye’de millî eğitimi sarsan bir ba­şarıya ulaşmış bulunuyor. Türk toplumunun en güç koşullar altında bile kendini toplayıp, akılcı bir dav­ranışla silkinip tehlikelerden kurtulma yeteneği olma­sa, geleceğimizden ümidi kesmemiz ve olaylara teslim olmamız gerekir. Türk milleti gibi, şanlı bir tarihi, köklü bir kültürü, sarsılmaz inançları olmayan türe­di toplumlar, bugün Türkiye’ye uygulanan baskının etkisi altında kolayca eriyip yok edilebilirler. Fakat Türkiye emperyalistlerin baskılarına bütün nokta­larda direnmekte ve bu hali ile onları da şaşırtmak­tadır. Türkiye’ci aydınlar ile halktan yana güçler 1960 uyanışını gerçekleştirmiş ve bu tarihten sonra ha­zırlanan ortamda gerçeği görmek ve geniş halk taba­kalarına mal etmek kolaylaşmıştır. Yürürlükte olan Anayasanın sağladığı haklar ve Anayasa kuruluşla­rının koruyucu kanatları altında Türk toplumu ken­dine ışık tutan aydınların işaret ettikleri yönde olum­lu gelişmeler kaydetmiş bulunuyor. Sömürgecilerin kültür alanında gerçekleştirmeye çalıştıkları çökün­tüyü geciktiren ve hattâ imkânsızlaştıran bu uyanış, tıpkı kurtuluş savaşında olduğu gibi ‘Hasta Adam’ olarak nitelenen tarihî bir toplumun, toplumsal tep­kisinin başlangıcı olacaktır.
İkinci Dünya savaşına girmemiş olmanın getir­diği rehavet içinde ve barış ortamında yaşıyorum zannetmiş olmamız dolayısıyla kaybettiğimiz maddi ve manevi değerler, yeniden topluma mal edilecek ve sömürgeciler kapımızı üçüncü defa çalmaya mecbur kaldıkları zaman başka metodlarla çalışmaya mecbur kalacaklardır. Yaşantılarını masum toplumların kay­naklarını insafsızca sömürmeye ve onların yeraltı ve yerüstü kaynaklarından başka kol ve kafa gücünü de kendi hizmetlerinde, hizmete sokmaya pek alışmış bulunan emperyalistler, bu uyanışın ortaya çıkaraca­ğı gerçeklerle yüz yüze geldikleri zaman çok sarsıla­caklardır. Çünkü yalnız Türkiye’de değil, bugüne kadar uyutulan ve sömürülen üçüncü Dünya’da da geciktirilmesi her gün biraz daha güçleşen hızlı bir uyanış vardır.
Mazlum ve istismar edilen toplumlara, silahlı ça­tışma ile özgürlüğe kavuşmanın ilk ve en güçlü örne­ğini vermiş olan Türk toplumu, bugün yeni sömürge­ciliğin kirli metodları ile kanları emilmekte olan mil­yonlarca insana yeni örnekler vermenin hazırlığı için­dedir. Barış vaitleri ile avutulma ve savaş korkusuy­la korkutulma siyaseti etkisini her gün biraz daha kaybediyor. İnsanları çıkar sağlayarak kendi toplumuna ihanet edebilecekleri bir ortama sürüklemek için harcanan paralar muhtemelen boşa gidecek ve satılmış kişiler dahi kendi toplumuna dönme lüzumu duyacaklardır. Çok iyi plânlanmış olmasına rağ­men, doğaya ve ahlâka aykırı bir temele oturtulmuş bulunan yeni sömürgecilik, Dünya’nın her tarafında etkisini kaybetmekte ve uygulamaların sahipleri se­vilmeyen toplumlar haline gelmiş elmanın ezikliğini duymaktadırlar. Sevişmek için yaratılmış bir Dünya­yı, savaşın aralıksız sürdürüldüğü bir cehennem ha­line getirdikten sonra bu cehennemde cennet hayatı yaşamaya çabalayanlar artık yalnızdırlar ve sevilmi­yorlar. Sevgisiz yaşamanın ekmeksiz yaşamaktan çok daha kötü olduğu sömürgeciler tarafından ergeç an­laşılacak ve onlar da ‘İnsan Hakları Evrensel Beyan­namesi’ ile bütün insanlara tanınmış olan hak sınır­ları içine çekilme lüzumunu duyacaklardır.
Emperyalistlerin çıkarlarına uyarlı, fakat do­ğaya aykırı uygulamaları sömürülen toplumlarda bi­yolojik bir tepki yaratmıştır. Beslenme ve yaşama ko­şulları kıyasıya bozulmuş ve bu yoldan sağlıkları teh­likeye sokularak yaşama süreleri kısaltılmış olan ge­ri ülke insanları her an ölüm ile karşı karşıya bulun­dukları için, içgüdülerine uyarak cinsel faaliyetini artırmakta, neslin korunmasına yönelmiş olan bu re­aksiyon bu ülkelerde nüfusun hızla artmasına sebep olmaktadır.
Sömürgeciler, sömürdükleri ülkelerin insanları­nın hem sayı ve hem de kalite itibariyle onların çok gerisinde bulunmalarını arzu ederler. Kaliteyi boza­yım derken ortaya çıkan bu sayı üstünlüğü emperya­listleri kızdırmakta ve hattâ korkutmaktadır. Doğa ile çatışmak ve doğayı yenmek ekseriya zor bir iş ol­masına rağmen, nüfus artışının da üstesinde gelebileceklerini ümit eden yeni sömürgeciler, gebeliği önle­yici araç ve gereçler kullanmak suretiyle bu artışı önleyebileceklerini zan ve tahmin etmektedirler. Olay derinliğine incelenince bunun hiç bir surette mümkün olamayacağı ve bu arada henüz uyanma­mış ve doğum kontrol çalışmalarının gerçek nedeni­ni anlayamamış toplumların da bu uygulamalarda bazı zararlar görecekleri anlaşılmaktadır.
Aslında bütün canlıların dikkati çeken iki güçlü içgüdüsü vardır. İnsanlar kadar, hayvanlarda da fert­lerin :
(1)                  Nefsini korumak
(2)                  — Neslini korumak
için olağanüstü bir çaba sarf ettikleri ve hattâ tüm yaşantılarını bu iki hususun gerçekleştirilmesine bağ­ladıkları görülür. İnsanlar nefislerini korumak için çalışır, beslenir, giyinir, barınır, ısınır, dinlenir ve eğlenirler. Ferdin hayatını tehlikeye sokan, yahut ta nefsini koruması için gerekli ihtiyaçlarını karşıla­ma bakımından kısıtlayan olaylar karşısında göster­diği şiddetli tepki, bu içgüdünün yönettiği vazgeçilmez bir reaksiyondur. Tıpkı bunun gibi, insanlar hayvanlar ve bitkiler ile mikroorganizmalar ölüm ka­pılarını çalmadan önce yavru yapar ve bu yoldan ne­sillerini korumaya çalışırlar. İnsanlar ile hayvanlar belirli bir çağa ulaştıkları zaman cinsiyetlerinin icap­larına uyarak karşı cinsiyetin temsilcisi ile birleşir ve yavru yaparlar. Bitkiler ayni şekilde tohumlarlar mikroorganizmalar da çeşitli yollardan çoğalırlar. İn­sanın evlenmesi ve aile teşkil ederek bazı külfetleri üzerine alıp benimsemesi, çocuklarını sevmesi hep bu içgüdünün yönettiği ve topluma şekil veren sosyal gelişmelerdir. Toplumlar yavrularının inançları ve dünya görüşleri ile başka toplumların etkisi ve bas­kısı altında kalıp sömürülmeden mutlu bir hayat ya­şamaları için hükümetler kurar, ordular teşkil eder­ler. Bugünkü uygar topluluklar ve hayli karışık Dev­let ve Hükümet mekanizmasının gerçekleştirmeye çalıştıkları amaç, neslin devamını sağlayacak tedbir­leri gereğince almaktır. İlkel hayvanlar da ayni amaç­la örgütlenir ve akılları ile olmasa bile içgüdüleri ile nesillerinin sürdürülmesini sağlamaya çalışırlar.
Ne yazık ki bu noktada pek de mutlu olmayan bir çelişme vardır. Bazı topluluklar, kendi nesillerinin yaşama olanağını sağlamak için, başka toplulukların köklerini kazımak ve onları yoketmek ihtiyacı duy­maktadırlar.
Bu zıt eğilime doğada birçok münase­betle rastlıyoruz. Kedi ile fare arasındaki doğal zıt­lık, şüphesiz insan toplulukları arasında da buluna­caktır. Bunun en iyi örneklerinden birini medenî Amerika vermiş bulunuyor. Renk farkı bu ülkede önemli bir mesele olmuş ve zenciler ile beyazlar ara­sındaki anlamsız mücadele çağımıza kadar sürmüş­tür. Tıpkı bunun gibi, daha büyük ve daha küçük topluluklar arasında doğal bazı zıtlıklar veya çıkar çatışmaları vardır. Küfler yaşadıkları ortamda mik­ropların gelişmesini önlemek için, bazı özel madde­ler ifraz etmektedirler. Biz bu maddelerden biri olan «Pencillin» den bugün tıpta yararlanıyoruz.
İşte mikroplar, böcekler, balıklar, hayvanlar ara­sında görülen bu zıddiyet aynen insanlar ve toplu­lukları arasında da vardır, ikisi de ayni türden olma­sına rağmen kurtla köpek arasında sürdürülen müca­dele nesillerini sürdürme olanağı bakımından, insan­lar arasında da aynen sürdürülüyor. Hele XX nci as­rın materyalist ortamı içinde çıkarları karşılaşanlar, bu mücadeleyi çok daha çetin bir şekilde yapmakta ve istemedikleri insan topluluklarım dünyadan kal­dırmak için bilinen ve bilinmeyen bütün çarelere başvurmaktadırlar. Eskiden bu mücadele ateşli silâhlarla ve savaşlarla sürdürülüyordu. Bugün ise emperya­listler çok daha etkili yeni vasıtalar bulduklarına inanmaktadırlar. Gebeliği önleyici uygulamalar ile bir toplumun kökünü kazımanın daha kolay olacağı inancı sömürgeci topluluklarda pek yaygındır. Konu­yu iyi anlayabilmek için emperyalistlerin davranışını zaman içinde izlemek daha uygun olacaktır.
Bir toplumun kendi genç kuşaklarına yaşama olanağı hazırlamak için başka toplumları ortadan kal­dırma maksadıyla çağın icaplarına uygun savaşlara giriştiğini hep biliriz. Bu savaşlar önce diş dişe, tırnak tırnağa, daha sonra taştan yapılmış kesici ve vurucu araçlaıla, kılıç, ok, top, tüfek, zehirli gazlar, hattâ atom bombası ile devam ettirilmiştir. Bütün bu mü­cadele sonunda ortaya çıkan gerçek şudur. Bir toplum klâsik savaş metodları ile tüm olarak yok edilemez. Muzaffer toplumlar bir süre sonra güçten düşerler ve yok etmeye çalıştıkları toplulukların tutsağı olur­lar. Savaşlarda belirli bir kuşağın öldürülmesi ve böylece törpülenmesi toplum üzerine çok zaman bir ağacın budanması gibi uyarıcı etkiler yapmakta ve yok edilmek istenilen toplum bazen daha güçlü ku­şaklarla ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı toplumların savaş meydanlarında ateşli silâhlarla yok edilemeyeceğini iyi anlamış olan emperyalistler, şu gün­lerde savaşı ana rahmine nakletmiş ve istemedikleri toplulukları doğum kontrol hapları ile ortadan kaldı­rıp kaldıramayacaklarını denemeye başlamış bulunu­yorlar.
Bu düşüncenin hayvanlar üzerindeki uygulama­larından olumlu sonuçlar alınmıştır. Amerika’nın ba­zı tarım bölgelerinde tarımsal ürünlere zarar veren çakalları tüfekle, zehir kullanarak ve hattâ he­likopterlerle yok etmeye çalışan Amerikalılar, üreme mevsimlerinde çakalların bulunduğu sahaya doğum kontrol haplarının etkin maddesi olan sentetik hormonları ihtiva eden yem maddeleri atarak, bunların çoğalmalarını başarılı bir şekilde önlemiş bulunuyor­lar. New York’u istilâ etmiş olan farelerin, aynı metodla kısırlaştırılarak yok edilmesi düşünülmektedir. Bu proje basma yansımış bulunuyor. Bazı zararlı bö­cekler, atom ışınları ile erkekleri kısırlaştırılarak bir nesil sonra üreyemez hale getirilmekte ve bu suretle ortadan kaldırılmaktadırlar. Kısacası emperyalistler, savaşı savaş meydanlarından ana rahmine naklet­mekle asırlardır ulaşamadıkları bir amaca bu yoldan ulaşacaklarına iyice inanmış bulunuyorlar. Ancak bü­tün ümitler bu projeye bağlanmış değildir. Bir taraf­tan da sömürülen toplumları bir pazar gibi kullanmak ve onların kol gücü ile entellektüel güçlerinden mümkün mertebe yararlanmak eğilimi vardır.
Bilinçlenmiş ve uyarılmamış toplumların yeraltı ve yerüstü kaynaklan sömürülürken, bunların güç­süz, hastalıklı ve tehlikesiz bir topluluk olarak var ol­ması da emperyalist için lüzumludur. Bu maksatla beslenme koşullan tahıla göre ayarlanır, güç kaynak­ları kontrol altında tutulur ve eğitim çalışmaları bal­talanır. İnsanlar, varlıkla yokluk, açlıklı tokluk ara­sında sınırlı bir hayat yaşamaya mahkûm edilirler. Bu duruma getirilmiş olan ülkeler iyi bir pazar ve politik alanda da sadık bir müttefik olarak kullanıla­bilecektir.
İşte bütün bu art niyetlerle emperyalistler, bu kitapta tanıtılmaya çalışılan çeşitli uygulamalarla ortaya çıkarlar. Bunların biyolojik ve sosyal temele dayalı olanları şöylece sıralanabilir:
1.   Sömürülen toplumu arzulanan ortamda tu­tabilmek için afyon gibi uyuşturucu mad­deler araç olarak kullanılabilir.
2.   Benzer amaçlarla boş kalori kaynağı ola­rak bilinen yiyecekler, pirinç, buğday, mı­sır ve yağ sömürülen ülkede en çok tüke­tilen yiyecekler haline getirilir.
3.   Hayvansal protein kaynaklarının tüketimi kısıtlanır.
4.   Eğitim çalışmaları baltalanır.
5.   Endüstrileşme ve kendi kendine yeterlilik geciktirilir.
6.   Hastalıklar yaygın bir hale getirilerek ilâç endüstrisine pazar hazırlanır.
7.   Ahlâk çeşitli yollardan bozulur.
Askerî ve ekonomik operasyonlarla da destekle­nen bu kabil çalışmaların en korkunç olanı muhak­kak ki gene de «Doğum Kontrolü» dur. Çünkü bu yol­dan insanın en tabiî hakkı olan, yaşantısına anlam kazandıran çocuk yapma hakkı kısıtlanmakta ve in­sanın yaradılışında mevcut olan iki içgüdüden biri sınırlandırılmaktadır.
Dinler kadar, aklıselim ve ahlâk kurallarının da benimsemediği bu uygulama doğaya aykırı olduğu için, kâinatın ahengini düzenleyen faktörler harekete geçerek bazı tepkilere sebep olurlar. Bu tepki aslın­da hem bitkisel ve hem de hayvansal yiyeceklerle den­geli bir şekilde beslenmesi gereken insanlar, çoğun­luğu tahıldan ibaret bir beslenme düzeni içinde yaşa­maya mecbur bırakılınca, çok aşikâr bir duruma gel­mektedir.
Daha önce de açıklandığı gibi, insan bütün ya­şantısını nefsini ve neslini korumaya dayamıştır. Bir insanın nefsi tehlikeye girdiği veya sokulduğu zaman, doğa bu gelişmeye bir tepki ile cevap vermekte ve o kimsenin seksüel faaliyeti dikkati çekecek şekilde art­maktadır. Bu tepkinin en iyi örneği olarak, firengi ve tüberküloz gibi müzmin ve kemirici hastalıklara tu­tulanların aşırı bir cinsel faaliyet göstermelerini ele alabiliriz. Bu kimseler ölüme iyice yaklaşmış bulun­dukları için, nefislerini koruma güçleri azalınca, nesillerini koruma amacıyla seksüel faaliyetlerini artır­maktadırlar. Bu davranış akıl ve düşünce yoluyla va­rılmış bir karara bağlı değildir. Başka deyimle, şahıs, mademki ben ölüyorum, neslimi sürdürmem için yav­ru yapmam, dolayısıyla cinsel faaliyetimi artırmam gerekir diye düşünmez. Davranış, içgüdülerin ürünü olarak ortaya çıkar. Düşünme niteliğinden tamamen yoksun yaratıklar olan bitkilerin bile fert olarak teh­likeye girdikleri zaman, nesli korumak için cinsel fa­aliyetlerini artırdıklarını ve tohum miktarım yükselt­tiklerini görüyoruz.
Hatta Anadolu köylüsü nedeni­ni bilmeden bunun uygulamasını yapar. Boya kalkan ve sıhhatli tanelerden ibaret olan buğday, köylü tara­fından tarlaya hayvan sokularak çiğnetilir ve hayva­na yedirilir. Aslında boya kalkmış olan buğday bitki­si, sıhhatli bir bitki olduğu için, neslini sürdürme ama­cı ile makul miktarda ve iyi kaliteli tohum yapacak­tır.
Fakat Türkiye’de buğday kilo ile pazara arz edildiğinden ve kalite önemli olmadığı için, köylü kalite­siz de olsa çok miktarda buğday almak ister. Bunun için sağlıklı bitkiyi hayvana çiğnetir. Örselenen ve hayatı tehlikeye giren bitki ise, tıpkı aç bırakılan ve verem hastalığına tutulan insan gibi seksüel faaliye­tini artırmak suretiyle neslin devamına yönelecek ve çok tohum yapacaktır.
İşte aynı mekanizma ile etten, sütten, yumurta ve balıktan mahrum bırakılarak yalnız ekmek, pirinç ve mısırla beslenmeye mahkûm edilen topluluklarda aynı sebeple nüfusun hızla arttığını görüyoruz.
Sö­mürgeciler bu ülkelerde entellektüel gelişmeleri en­gelleme ve toplumu uyuşturma, ayni zamanda üretim artıkları için pazar hazırlama maksadı ile insanlara bol tahıl ve yağ yedirip hayvansal protein kaynakla­rını baltalarlarken, bu defa hoşlarına gitmeyen baş­ka bir olayla karşılaşmakta ve nüfus artışı onları korkutmaktadır. Çünkü yeteri kadar protein alma­dıkları için hastalıklara direnme gücünü yitirmiş olan bu insanlar, nefislerinden ümidi kestiklerinden, ne­sillerini sürdürme amacı ile cinsel faaliyetlerini ar­tırır ve çok çocuk yaparlar.
Dikkat edilecek olursa bu izah tarzım doğrula­yan pek çok örnek bulunabilecektir.
                         Türkiye’de nüfus büyük şehirlerin mutlu merkezlerinde değil, gecekondularda ve köylerde daha hızlı artmaktadır.
                         Dünya çapında, düşünüldüğü zaman nüfus artışının hızlı olduğu Türkiye, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerin sömürgeciler ta­rafından emperyalist amaçlarla tahılla beslenmeye mahkûm edilmiş ülkeler olduk­ları görülecektir. Buna karşılık bol et, süt, yumurta ve balık yiyen Amerika, Kanada, İngiltere ve hattâ Fransa’da nüfus artı­şından bir şikâyet yoktur.
Nitekim halk da bilimsel nedenlerini iyice bil­meden bu gerçeği anlamıştır. Bir İspanyol ata sözüne göre, «Zenginin sofrası, fakirin yatağı zengin olur.» Halk, kendiliğinden beslenme şekli ile çocuk sayısı arasında bir ilişki kurmuş ve bunu dile getirmiştir.
Türkçemizde de başka bir deyim, ayni anlama gelir. Kısaca ifade edilmek istenildiği takdirde, emperya­listlerin masum toplumları aç bırakarak ve hasta ederek sürdürmeye çalıştıkları sömürme düzeni, do­ğanın başka bir tepkisi ile toplumu koruyucu geliş­melere sebep olmakta ve nüfus hızla artmaktadır.
İşte bu noktada emperyalistler bir çelişme ile karşı karşıya kalıyorlar. Sömürülen toplumu geri bı­rakmak ve kalkınmasına engel olup kontrol altında tutabilmek için bu toplumu tahılla beslemek, hasta­lıkları yaygın hale getirmek, eğitimi baltalamak, hayvancılığın gelişmesine engel olmak gerekmekte ve böyle yapılınca da nüfusun hızla arttığı görülmek­tedir.
Tanınmış Güney Amerikalı bilgin «Jouse de Castpo» İngiliz bilgini «Prof. Fritzgerald» tarafından izah edilmiş olan bu biyolojik reaksiyon, tahılda bulunan düşük kaliteli proteinlerin, cinsel hormonların nötra­lize edilmesi için lüzumlu kükürtlü amino asitlerin ki­fayetsizliği ile de makul ve bilimsel bir sonuca bağ­lanabiliyor. Fakat biz işin bu yönünün burada ayrın­tıları ile açıklanmasına lüzum görmüyoruz.
Bu durumda aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık misali bir güçlükle karşı karşıya kalan emperyalistler, sömürdükleri ülke halkını tahıl ve yağ gribi boş kalori kaynakları ile beslemekten bir türlü vazgeçememektedirler. Çünkü bu uygulama entelleklüel gelişmeyi engelleme ve hastalıkları yaygın hale getirerek, fertleri dolayısiyle toplumu güçten düşür­me ve ilâç endüstrisine pazar hazırlama bakımından çok yararlı olmaktadır.
Sömürülen ülkelerde nüfusun hızla artışı ise, sömürgecilerin gelecek kuşakları için bir tehlike ha­linde büyümektedir. Geri topluluklardaki ideolojik gelişmeler bakımından da tehlikeli olabilecek bu or­tamın yaratılmaması ve nüfus artışının önlenmesi gerekiyor. Bugün bile Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu teşkil etmekte olan geri kalmış ülke hal­kının böylece hızla çoğalması 2000 yılındaki tehlike­yi daha da artıracak ve emperyalist düzen tehlikeye girecektir.
İşte bundan dolayı doğum kontrolü emperyalist için lüzumlu bir uygulama haline geliyor. Milletleri bir taraftan tahıl yedirerek aptallaştırmak, bir ta­raftan da gebeliği önleyici haplar yutturarak kısırlaş­tırmak bugün için en iyi çare gibi görülmekte ve Türkiye’mizde de, doğum kontrol çalışmalarına bu amaçla girişilmiş bulunmaktadır. Fakat sömürgeciler asıl amaçlarım gizli tutmakta ve bizi kandırmak için doğum kontrolünü ekonomik ve medikal nedenlere bağlamaktadırlar.
Emperyalistler, aslında kökünü kazımak istedik­leri, nüfusunun hızlı artışı dolayısıyla kendileri için bir tehlike haline gelmesinden korktukları toplumlar, da fikirlerini kabul ettirebilmek için o ülke içindeki ortakları ile birlikte şu gerekçeyi ileri sürer ve savunurlar:
1.   Bu ülkeler halkı fakirdir. Dünyaya getir­diği çocukları besleyememektedir. Bundan dolayı, kadınlar fennî olmayan bir takım çarelere başvurarak çocuklarını düşürür­ler ve bu arada hayatlarını tehlikeye atmış olurlar. Oysaki insan hayatı değerlidir. Bu annelerin bu tehlikeden kurtarılması lâzımdır.
2.   Zenginler ile okumuşlar hekime başvura­rak, istedikleri kadar çocuk yapmakta ya­hut ta korunmayı bilmektedirler. Fakir ve cahil halk tabakaları bunu bilmedikleri için, lüzumundan fazla çocuk yaparlar. Bu sosyal adalet ilkelerine uymaz. Fakirler de istedikleri kadar çocuk yapmalıdırlar. Bu­nun için devlet ve hükümet, fakirlere ço­cuk yapmamaları için yardım etmelidir.
3.   Nüfus hızla artarsa, kalkınma gerçekleşti­rilemez. Çünkü doğan çocuklar, ekmek yer­ler, barınak ve eğitim isterler. Bunlar mas­raflı işlerdir. Doğan çocuk sayısı haplar ve helezonlarla kısıtlanacak olursa o za­man bu masraflar yapılmaz, tasarruf edi­lir. Bu tasarruflar ile makine, silâh, yakıt alınır. Kalkınma ve savunma gerçekleşti­rilir.
Bu iddialar saf ve bilgisiz kimseleri kandırmak için yeterli olmakta ve geri ülke kanun yapıcıları do­ğum kontrol kanunlarını böylece meclislerden geçirilmektedirler. Nitekim Türkiye’mizde de bu gerekçeler ortaya atılmış ve kamuoyu bu suretle şaşırtılmıştır. Oysaki tedavi konularında sosyal adalet gereklerine uymayan hükümetlerin, çocuk yapmama hususunda sosyal adaletçi olmaları, hastaların hastahane kapı­larında süründükleri ve ilâç satın alamadıkları bir toplumda, evlerine kadar gelen ekipler tarafından iş­çi kadınlarının kısırlaştırılması başlı başına bir çeliş­medir. Kullanacak insan olmayınca, ne makinenin üretim ve ne de silâhın savunma için yararlı olmaya­cağı ortadadır.
İNSANLAR DÜNYA’YA GELDİKLERİ ZAMAN YEMEK İÇİN BİR AĞIZ VE ÇALIŞMAK İÇİN İKİ ELLE DOĞARLAR.
Bu eller hüner ve kafa da bilgi ile donatılacak olursa, o zaman yeni kuşaklar kendilerinden başka gelecek kuşakları da doyuracak bir ortam yaratabilirler. Fa­kat toplumun kökünü kazımak ve sömürü düzenini böylece sürdürmek isteyenler tabiî işin bu yanına de­ğinmezler. Bir Amerikan tarım işçisinin kendisinden; başka 25 30 insanı doyurabildiğini tamamen unuta­rak, gerekirse dinî sakıncaları da bertaraf etmek üze­re lâyık bir ülkede yabancı medreselerden fetvalar alarak amaçlarına yaklaşmak isterler. Bu arada ya­bancı sömürgeci çevreler doğum kontrol çalışmaları için para, ilâç, araç ve gereç verirler. Kulüpler, der­nekler ve üniversitelerde bu iş için enstitüler kuru­lur. Örneğin, halkın makine yağı ile karıştırılmış, zey­tinyağı, eşek eti karıştırılmış sucukla beslenmeye mahkûm edildiği Türkiye’de henüz bir Gıda Kontrol Enstitüsü kurulamamış ve üniversiteler bu konuyu bir eğitim konusu olarak benimsememiş olmalarına rağmen Rockfeller fonlarından yararlanarak Hacet­tepe Üniversitesinde bir nüfus etüdleri enstitüsü ku­rulmuş ve bunun başına da doğum kontrol kanununun çıkarılması sırasında Sağlık Bakanlığı müsteşarlığı ve bu işin takipçiliğini yapmış olan kişi getirilmiştir. Ayni şahıs, Müslümanları bu uygulamaların günah olmayacağına inandırmak için Mısır’ın El Ezher med­resesinden fetva almış ve fetvayı da yanlış tefsir et­mişti.
Bugün hekimin uğramadığı gecekondu semtlerin­de, köylerde ciplere bindirilmiş doğum kontrol ekip­leri kol gezmekte ve önüne gelene helezon takarak, gebeliği önleyici hap dağıtarak insanları kısırlaştır­maktadır.
Gıda kontrol işlerine sırt çevirmiş bulunan Sağ­lık Bakanlığı halkın sağlığı ile yakından ilgili bir hiz­meti, Anayasanın (52) nci maddesi ve yürürlükte olan kanunların serahatına rağmen yüzüstü bırakmış ve doğum kontrolü için bir genel müdürlük tesis ede­rek bu işin peşine düşmüştür.
Bazı derneklerde belirli kimseler yüksek ücret­lerle bu işin propagandasını yapmakta ve lüks otel­lerde seminerler düzenleyerek emperyalist ülkelerin kasıtlı bilim adamlarını konuştururken doğum kontrolüne karşı çıkanlara konuşma fırsatı tanımamak­tadırlar.
Köylere kadar gönderilen, nerede ve kim tara­fından bastırıldığı belli olmayan cin ve peri hikâyele­ri ile donatılmış broşürler ile köylü aldatılmakta ve savaş meydanlarında bileği bükülemeyen Türkiye bu yoldan göçertilmeye çalışılmaktadır. Bir bakıma in­sanları kurşunla vurmakla, doğum kontrol hapı kul­lanmak suretiyle ana rahmine düşmeden öldürmek arasında pek fark yoktur. Emperyalistler ikinci usu­lün birincisine nazaran çok daha ucuz ve çok daha etkili olduğunu hesaplamış ve bu korkunç uygulama­yı sömürdükleri ülkelerde o ülkenin kendi insanları tarafından çıkarılan kanunlarla yürürlüğe sokmuş bulunuyorlar.
Fakat doğanın her yolsuz davranışı izale eden tepkileri ve geri ülkelerdeki uyanış bu uygulamayı da etkisiz hale getirecektir. Nitekim Türkiye’de gençlik ve işçi kuruluşları gibi aydın ve memleketçi örgüt­ler bu emperyalist oyununun asıl amacını anlamış ve buna yayınladıkları bildiriler ile karşı çıkmış bulu­nuyorlar. Çağımız savaşının en etkili silâhlarından biri olan doğum kontrol hapları, Türk toplumu üzerin­de tamiri güç tahripler yapmadan, doğum kontrol uy­gulamalarının durdurulması ve kadınlarımızın kısır­laştırılmasının önlenmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye için en önemli ve değer biçilmez yatırım, çocuktur. Atatürk’ün ülkeyi ve cumhuriyeti genç kuşaklara emanet ettiğini ve genç kuşakların da görevlerini ge­reği gibi yapma yolunda olduklarını iyi bilen sömür­geciler, geleceğin genç kuşaklarını bugünden yok et­mek için barış diye isimlendirdikleri bir düzen için­de, yeni sömürgeciliğin en korkunç savaşını vermek­te ve binlerce masum yavruyu ana rahmine düşme­den yok etmektedirler.
Doğum kontrolcülerinin daha çok gecekondular ile köyleri hedef ittihaz etmiş olmaları da manidar­dır. Bu suretle belirli bir sınıfı zaman içinde zayıfla­tıp güçsüz düşürmek ve başka bir sınıfı hâkim kıl­mak amacı güttüğü zehabım uyandıran bu kökü dışarda çalışmalar; sınıf farkı yaratılmasını yasaklayan anayasa muvacehesinde, bir suç haline gelmek­tedir.
Biyolojik ve sosyal prensipleri insancıl amaçlar­la kullanıp daha mutlu bir dünya düzeni yaratacakla­rı yerde, bunu tek taraflı çıkar projelerinin aracı ha­line getiren ve amaçlarını saklayarak yalan söyleyen, halkı ve resmî makamları bu yoldan kandıran sömür­geciler ile onların geri kalmış ülkelerdeki ortakları­nın suçları tabiî çok büyüktür. Zaman içinde bu uy­gulamaların asıl amaçları bütün geri kalmış ülkeler tarafından anlaşılacak ve o zaman bu suçun cezasının ne olabileceği düşünülecektir.
Bizim anlatmak istediğimiz, bize barış diye ka­bul ettirilmek istenen bugünkü ortamın, en korkunç savaşlara sahne olduğu gerçeğidir. Bu yeni savaşta insanlar şarapnel ile vurulmamakta ve kılıçla başı kesilerek kanı akıtılmamaktadır. Fakat emperyalist­ler, gizli gizli sürdürülen savaşı kazanmak ve çıkar­larını korumak için Hindistan, Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerde binlerce yavrunun ana rahmine düş­meden yok edilmesi olanağım ele geçirmiş bulunu­yorlar.
Bu sessiz ve kansız savaş en korkunç ölçülere göre yürütülmekte ve yaşlı kuşaklar, doğaya aykırı bir tutum içinde kendilerini takip edecek genç kuşakları yok etmek için sömürgecilerle anlaşma halinde çalışmaktadırlar.
Mutlak barış mümkün olmakla beraber, fakir ve geri kalmış Türkiye’yi hiç değilse Kurtuluş Savaşını izleyen günler ortamına ulaştırmak isteyen memle­ketçi güçler bu uygulamaları dikkatle izlemeli ve de­ğerlendirmelidirler. Bu yapılmayacak olursa, bun­dan 30 40 yıl sonra dikensiz gül bahçesi ve ihtiyar ve hasta insanlar ülkesi haline gelecek olan savun­masız Türkiye’yi bütün varlıkları ile ele geçirmek ve daha geniş çapta sömürmek, sömürgeci için zor ol­mayacaktır.
Barışı özleyenler, bugünkü savaşın kurallarım tanımalı ve emperyalistlerin gizli emellerini öğren­melidirler.

Emperyalistlerin sessiz savaşı sürdürmek için giriştikleri operasyonlar bundan önceki bölümlerde açıklananlardan ibaret değildir. Amaçlarına ulaşabil­mek ve yaradılış itibariyle bağdaşamadıkları toplumları zaman içinde zayıflatıp yok ederek, olanakların­dan yararlanmak için emperyalistler, aslında gayri ahlâki ve gayrî İnsanî olan bütün çarelere başvurur­lar. Yalın savaşın yaptığı tahribattan çok daha etkin bir tahribata sebep olan bu uygulamaları yürütürler­ken, zarar verdikleri topluma dost görünmekten, onla­ra yardım ediyormuşçasına davranmaktan, barışı ko­rumakta olduklarını iddia etmekten de geri durmaz­lar.
Sömürgecilerin, sömürmekte oldukları toplum içinde, kendileri ile işbirliği halinde çalışan ve bu yol­dan çıkar sağlıya zayıf iradeli ve kendi toplumuna ihanet halinde bir örgütleri hemen daima mevcuttur. Sömürgecilik terminolojisine «KOMPRADOR» olarak geçmiş, olan bu tip insanlar, kısa süreli çıkarları için en kirli işlerde görev almakta ve emperyalistin eko­nomik savaş ordusunun casusları gibi vazife görmek­tedirler. Bu tiplere özel kesimde, üniversitelerde ve hattâ sömürülen toplumun yönetici kadrolarında rastlamak mümkündür. Bunlar çevrelerinde daima sömürgeciyi güçlendirici telkinler yapar ve propagan­dasını sürdürürler. Esasen marginal bir yaşama dü­zenine iteklenmiş ve tahıl ile beyni uyuşturulmuş, hastalıktan baş alamaz bir hale gelmiş olan çoğunlu­ğu kandırmak kolaydır. Bu kandırmacanın son bul­duğu, uyanışın başladığı noktada ise, sömürgeci, yö­netim kadrolarına sızmış olan kompradorlar eli ile toplumu uyandıranları lekelemeye, tehdit etmeye ve çeşitli yollardan etkisiz hale getirmeye başlar.
Türkiye’mizde işin bu safhasına ait çeşitli örnek­ler bulmak mümkündür. Başta aydınlar olmak üzere geniş halk tabakalarının artık iyi bildikleri bu kabil çalışmalara, sözü uzatmamak için kitabımızda fazla yer ayırmıyoruz. Ancak emperyalistin amaçlarını ger­çekleştirmek için başvurabileceği diğer biyolojik ve sosyal temele dayalı operasyonları kısaca da olsa bil­mekte fayda vardır.
Bunlardan bazılarını kısaca şu şekilde sırala­yabiliriz.
  1. Tarımsal Operasyonlar :
Sömürülen ülkelerin çoğunluğu ekonomileri zayıf kalmış tarım ülkeleridir. Bunlar çok zaman bilimsel temelden mahrum bir tarım politikası uyarınca, bölgede iyi yetişen bir veya birkaç tür ürün üzerin­de çalışırlar. Bu ürünleri ham madde olarak değerlen­diren sömürgeci ülkeler, fiyat politikalarını, ithalât ve ihracat rejimini kontrolleri altına alarak ve bil­hassa o ülkenin tarım politikasına yön veren yönetici örgütlerinde yetkili kişi olarak görev almış olan kim­selere çıkar sağlamak suretiyle, ülkenin tarım politi­kasını kendi çıkarlarına uyarlı bir yörüngeye oturta­bilmekte, bu da olmazsa dejenere etmektedirler. Plân­lama dairelerine, müşavir ve uzman ismi altında yer­leştirilen kimseler bu operasyonlarda etkili olmakta­dırlar.
Genel olarak sömürülen ülkenin kendine yeterli olma olanağı iyice kısılır. Toplumun temel ihtiyaç maddeleri ve bilhassa yiyecekler ile güç kaynaklan emperyalistin kontrolü altına sokulurken, ülke mah­sulünü yabana satmadığı takdirde aç ve yoksul kala­cağı bir ortama sürüklenir.
Bütün bu anlatılanlar, Türkiye’de parça parça sahneye konmuş oyunlar olduğu için ve konu başka kitaplarımızda ayrıntılı olarak incelendiğinden biz me­seleyi burada tekrarlamak istemiyoruz. Fakat zey­tinyağı, tütün, fındık, pamuk gibi toprak ürünlerimi­zin üzerinde büyük oyunların oynanmakta olduğu hu­susunu burada tekrarlamak lâzımdır.
Bundan 20 yıl önce bir buğday ihracatçısı olan Türkiye, bugün buğday ithal etmeye mecbur ve bir yağ ülkesi olmasına rağmen, Amerika’dan yağ satın alarak karnım doyurma durumunda ise bunu kendi kendine olmuş bitmiş bir hâdise olarak niteleyenle­yiz. Tütünde, fındıkta, pamukta karşı karşıya kaldı­ğımız oyunlar ve hızla gelişen montaj endüstrisinin, toprak ürünlerinden sağlanan geliri alıp götürüşü, ni­hayet ağır tarım endüstrisinin Türkiye’de kurulama­mış olması, gıda ve tekstil endüstrilerine sızmalar ile bu iki kesimin millî ihtiyaçlara uyarlı bir şekilde ge­lişmemiş olması, tarım politikamız üzerinde yabancı­ların söz sahibi oluşlarındandır. Borç olarak alman paradan önemli bir kısmının tüketim endüstrisi kesi­mine yatırılıp, tarımın bundan mahrum bırakılışı ve son olarak Türkiyede Sonora 64 ve Bezastaya buğ­dayları üzerinden sürdürülmek istenen kirli oyun ta­rımsal operasyonların canlı örnekleridir. (Şimdide Rus Buğdayına aynı hikaye işleniyor.)
Tarım kesiminde yanlış ve yersiz gübreleme, ze­hirli tarım ilâçlarının satışı ve kullanılışı suretiyle ve­rimi düşürmek ve insanları bu yoldan zehirlemek, em­peryalistin hiç düşünmeden başvurabileceği kötü oyunlardır. Bu suretle, sömürgeci hem kendi ülkesin­de kullanmakta sakınca gördüğü zararlı tarım ilâç­ları ile üretim fazlası gübreye pazar bulmuş olacak ve hem de karşısında gördüğü toplumu bu yoldan za­yıflatabilecektir.
  1. Medikal Operasyonlar:
Emperyalistler sömürdükleri ve çökertmek iste­dikleri ülkede hastalık mikropları yaymak veya orga­nik hastalıkların çoğaltılacağı bir ortam yaratmak suretiyle hem ilâç endüstrilerine pazar hazırlar ve hem de önemli sayıda inşam bu yoldan öldürebilirler. Mukavemeti kırmak için bu ülkelere verilen yiyecek ve ihtiyaç maddelerinin özel olarak plânlanması ve hattâ bazı toksik maddelerle karıştırılıp, müzmin ze­hirlenme ortamının yaratılması her zaman mümkün­dür. Geri ülke kamuoyunda ve İdarî makamlarında itimat yaratıldıktan sonra ihtiyaç maddesini parasız olarak veren veya ucuz fiyatla satan ülkeye duyulan minnettarlık havasından yararlanarak, kontroldan uzak bir ortam yaratmak ve bu ortamdan yararlana­rak, kalitesiz, hattâ zararlı maddeler ihtiva eden yi­yecekler ile diğer ihtiyaç maddelerini geri ülkeye so­karak topluma zarar vermek kabildir.
Son günlerde yalnız Ege bölgesinde ilkokul ça­ğındaki çocuklarımızın ardı ardına, CARE teşkilâtı tarafından verilmiş olan yavan süttozundan zehir­lenmeleri ve uyarmalar üzerine Sağlık Bakanlığının, beslenme çalışmalarını durdurmuş olması bu açıdan değerlendirilebilir. Geri ülkelerin bu ihtimallere kar­şı çok uyanık olmaları gerektiği halde, başta politi­kacılar olmak üzere, bu kabil yardımları kabul et­mekte ve kontrolsüz olarak yurda sokmakta suçu olanların sömürgecinin yanında yer alıp, kendi hata­sını örtmek için olayları kapama eğilimi göstermesi emperyalistlerin çok işine yarayan bir gelişmedir.
Gereğince muayene edip, her yönü ile temiz ve sakıncasız olduğuna inanmadan ülkelerine bir sucuk kangalını bile sokmayan emperyalistler, kurdukları özel posta servisi ile hatta gümrük kapılarından, sö­mürülen ülkeye istediklerini sokabilmekte ve bu yol­dan istedikleri tahribatı yapmaktadırlar.
Vietnam’da ekinleri mahvetmek ve insanları hasta etmek için çeşitli çareler düşünülmüş ve Ame­rikan Üniversitelerinde özel olarak mikrop hazırlan­mıştır. Dünya basınına da intikal eden bu çeşit teşeb­büsler, sömürgecilerin amaçlarına ulaşmak için ne­ler yapabileceklerini açık ve seçik olarak göstermek­tedir. Geri ülkeye satılan aşılar, ilâçlar ve diğer tıb­bî maddeler esaslı şekilde muayene edilmeli ve geri ülke emperyalistle olan ilişkilerini şüpheci bir dav­ranış içinde sürdürmelidir.
  1. Sosyal Operasyonlar :
Barış gönüllüleri, turistler, yardım teşekkülleri­nin hattâ milletlerarası organizasyonların temsilcile­ri daima gözaltında tutulmaları gereken kişilerdir.
Bunlar ülke halkının eğilimlerini, güçlü ve zayıf ol­dukları yönleri saptayarak, müstakbel projeler için bilgi toplayan ve zararsız görünen kişiler olabilirler. Aslında bunların çoğunun bu kabil insanlar oldukla­rını kabul etmek lâzımdır. Bunlara açılmak ve bil­diklerini samimiyetle söylemek topluma zarar ver­mek demektir.
Bu kişiler çok bilinçli davranışlarla ülke içinde ikilik yarattıktan başka bir gurubu başka bir gurup­la çatışma haline getirebilmektedirler. İşçi örgütle­rine sızan ve bu örgütlere bazı yardımlar ile maddî olanak sağlayarak tabandaki işçi kitlesi ile temaslar kuranların maksatlı kişiler olduklarını kabul etmek
lâzımdır.
Radyo ve basın gibi yayın vasıtalarına sızma yo­lu buldukları takdirde emperyalistler daha tehlikeli olabilmektedirler. Gazetelere sağlanan parasız klişe­ler, kültür merkezlerinin ucuz veya parasız yayınları, filimler, plâklar, bantlar hep belirli maksatların ger­çekleştirilmesi için hazırlanmış etkili araçlardır. Ço­cukların okudukları komik kitaplar ile kadınların iz­ledikleri moda dergileri maksatlı olabilirler.
Bunların doğrudan doğruya kontrol altına alın­ması demokratik anlayışa aykırı düşüyorsa, toplum­da bu şuuru ve şüpheyi yaratarak, toplumun dikkatli davranacağı bir ortam yaratmak gerekir. Fakat sö­mürülen ülkeler bütün bunlara ekseriya dikkat et­mez ve bu ilgisizlik, bu alam emperyalistin müsait sonuçlar alabildiği bir alan haline getirir.
Yabancı ülkelere öğrenim için gönderilen genç insanlarla diğer personelin, gidişinde iyi seçilmesi ve dönüşünde de kontrolü gerekir. Bu insanlar çok za­man yabancı ülkede kaldıkları süre içinde beyni yı­kanarak, emperyalistin aracı haline getirilmektedir­ler.
Bu örnekleri çoğaltmak ve emperyalistlerin so­ğuk savaş ortamında sömürgeciliği geliştirmek için başvurdukları değişik metodların ayrıntılı bir şekil­de açıklamasını yapmak elbette mümkündür. Fakat biz bu kitapta barış ve emperyalizm arasındaki iliş­kiyi kısaca biyolojik ve sosyal açıdan inceleyerek ül­kemiz için önem taşıyan birkaç konuya değinmeyi amaç edindiğimiz için diğer uygulamaları konu dışı bırakıyoruz.                                                              

Bütün bu açıklamalar bize barış denilen ve in­sanların cennet gibi hayallerinde yaşattıkları kapsa­mın, pratikte mevcut olmadığını göstermektedir. XX nci asrın ikinci yarısında barış içinde yaşadıklarını zan ve tahmin ederek, kendilerini rehavete kaptıran toplumlar, emperyalistlerin geniş faaliyet gösterdik­leri ve güçlerince sömürdükleri toplumlardır. Doğa­daki kuralları ve fertler ile toplumlar arasındaki iliş­kileri gerçekçi ve bilimsel açıdan inceleme ve tanıma imkânı bulmuş olanlar, barışı sağlamanın mümkün olamayacağını da anlamışlardır.
Savaş insan yaratıldığı günden bugüne kadar araçlarını ve stratejisini değiştirerek, hiç aksama­dan sürmüş veya sürdürülmüştür, insanın yaradılı­şındaki özellikler, bunu kaçınılması imkânsız bir so­nuç haline getirmiş bulunuyor. Bir Amerikalı bize ne kadar sevimsiz ve anlamsız görünüyorsa, bir Hintli, bir Pakistanlı, bir Kızılderili de Amerikalıya o ka­dar lüzumsuz görünmekte ve sevilmeyen İngilizler Dünyanın başka insanlarını sevimsiz buldukları için burunları havada gezmektedirler.
Kurtla, köpek, fareyle kedi arasındaki zıtlık, in­sanlar arasında da vardır. Gelinle kaynana arasında­ki bilinen anlaşmazlık bu zıt yaradılışın bir aile için­de bile mevcut olabileceğine inanmak gerektiğini gös­teriyor.
İnkâr edilemeyeceğine inandığımız bu gerçek, çı­karların ve inançların karşı karşıya gelmesi ile da­ha da güçlenmiştir. Amerikalılar Kızılderilileri na­sıl temizledilerse, bugün de sarı derilileri, kara de­rilileri ve inançları ile çıkarları kendilerine zıt dü­şenleri aynı şekilde temizlemek, böylece Dünyayı bütün kaynakları ile ele geçirmek istiyorlar. Fakat bunu eskiden olduğu gibi kalabalık topluluklarla gö­ğüs göğüse savaşmak suretiyle gerçekleştiremeyecek­lerini iyi bildikleri için, burada kısmen açıklanan et­kili usulleri kullanmaya başlamışlardır. İnsanlar çı­karlarına dokundukları ve onları rahatsız ettikleri için, sinekleri, böcekleri, fareleri de yok etmek ve Dünyadan kaldırmak istiyorlar. İnsanla kıyas edil­dikleri zaman çok güçsüz oldukları kolayca görülen bu küçük yaratıklar, akıldan mahrum oldukları halde yok edilememişlerdir. Çünkü doğanın koruyucu me­kanizması toplulukları hattâ fertleri kanatları altına almakta ve onlara bağışıklık kazandırmaktadır.
DDT bulunduktan sonra Dünya’dan silineceği zannedilen böcekler ile sinekler, bugün bu ilâca karşı direncini artırmış ve daha az hassas türler ortaya çıkmıştır. Bir taraftan da tarım zararlılarını yok etmek için geniş çapta DDT kullanan topluluklar bir taraf­tan kendi insanlarının müzmin bir şekilde zehirlen­diğini anlamış ve bunun için tedbirler araştırmaya başlamış bulunuyorlar.
Tıpkı bu örnekte olduğu gibi, doğada mevcut savaş kalıplarını aşıp, aşırı bir mücadeleye girişerek Dünyanın bütün nimetlerini ele geçirmeyi hayal edenler, bir gün gürültülü çöküşlerinin şahidi olacak­lardır.
Doğanın ahengi içinde barış da savaş da belirli ölçülere ve kalıplara göre sürdürülebilir. Bu ölçünün sınırlarını aşıp, başkalarını kandırarak gayrı ahlâkî ve gayrı İnsanî ölçüler içinde savaşa yönelenler gele­cekten korkmalıdırlar.
İnsanları cennet ve barış şarkıları ile uyutup, bugüne kadar verilmiş savaşların en korkuncunu ana rahminde sürdürmek, onların ekmekleri ve inanç­ları ile oynayıp ölüme mahkûm etmek, doğa kuralla­rına aykırı düşer.
Akıl bunun için kullanılmamalı ve teknoloji bu amaca araç yapılmamalıydı. Nitekim sanatkârlar ve büyük fikir adamları, bu kişilerin etkiledikleri ma­sum topluluklar barış kandırmacasının altında yatan gerçeği görmekte ve bu davranışı tepki ile karşıla­maktadırlar.
İşin en korkunç yönü sömürgecilerin baskı ve faşist uygulamalarla kendilerine karşı çıkanları ve gerçekleri ortaya koyanları Susturabileceklerini zan­netmekte oluşları ve toplumsal gelişmeyi durdurma­ya çalışmalarıdır.
Emperyalistler, sömürücü metotlarını ne kadar geliştirirlerse geliştirsinler, bu kötü usulleri geliş­tiren kafalar yanında iyiden, güzelden, doğru ile ba­rıştan yana olan kafalar da çalışacak ve onların bü­tün kepazeliklerini ortaya koyarak direneceklerdir.
YAZ GELİNCE HAVALARIN ISINMASINI VE KIŞ GELİNCE DE KA­RIN YAĞMASINI KİMSE ÖNLEYEMEYECEK VE BU DÜZENİ DE­ĞİŞTİRMEYİ UMANLAR BAŞKA YOLLARDAN CEZALANDIRILACAK­LARDIR.
Klasik sömürü metodları ayrıntıları ile öğre­nildikten sonra, sömürgelerini teker teker terkederek bağımsızlıklarını tanıma zorunda kalan bir İngiltere’den sonra Yeni Sömürgeciliğin kurucusu olan Birleşik Amerika’nın da istenilmeyen bir toplum olarak nüfuz bölgelerinden uzaklaşmaya mecbur kalacağını bugünden biliyoruz, işte o zaman başkaları­nın sırtından yaşama alışkınlığı içinde olan başka bir toplum, daha yeni ve daha karışık metodlarla or­tama hâkim olacak ve muhtemelen bugünün sömür­gecileri bu toplum tarafından sömürülecektir.
Bizim kanımıza göre, savaş doğanın kendisinde vardır. Barış ise doğaya aykırı ve insan muhayyelesinin yarattığı, gerçekte mevcut olmayan bir du­rumdur. Bu gerçek, geri kalmış ülkelerin insanları tarafından anlaşılmalı ve savaş bu anlayış içinde sürdürülmelidir.
Sanatçılar, fikir adamları ve iyi niyetli bilginler savaş ile barış üzerine şiirler ve kitaplar yazabilirler. Bu insan olmanın iyi ve iftihar edilecek bir yanıdır. Fakat emperyalistler hem bu kitapları ve hem de şi­irleri okuyup, dost olarak girdikleri ülkelerde düş­manca davranmaya ve küçük çıkarları için henüz ana rahmine düşmemiş çocukları doğum kontrol hapları ve yetişkinleri de aç bırakarak öldürmeye devam ede­cek, çıkarlarını sürdürmek için daha korkunç uygu­lamalara girişmekten geri durmayacaklardır.

Osman Nuri KOÇTÜRK, BARIŞ VE EMPERYALİZM,  Ararat Yayınevi, Şubat 1968, İstanbul



[1] Cemal Abdül Nasır (Arapça; جمال عبد الناصر) (d. 15 Ocak 1918 - ö. 28 Eylül 1970), Mısırlı asker ve devlet adamı. Devrimci, milliyetçi, sosyalist lider. Mısır'ın ikinci devlet başkanı (1956-1970). Krallığa son veren darbenin ardından başbakan ve devlet başkanı olarak Mısır'da köklü dönüşümlere damgasını vurmuş, etkin bir dış politikayla Arap dünyasında bir önder rolü oynamıştır
[2] Bugün geldiğimiz noktada AB ülkeleri ve ABD bir taraftan ihtiyaçları olan tarım ürünlerinin ucuz temini için ülkemizi arka bahçeleri gibi görürken diğer taraftan da, teknolojik gelişmeler ve kendi ülkelerinde tarıma uyguladıkları destekler sonucu, artan ürün fazlalığını eritmek içinde iyi bir pazar olarak görüyorlar. 30 yıldır ülkemize tarıma yönelik desteklerin kaldırılmasını dayatan ABD ve AB kendi tarımlarını koruyacak bütün önlemleri aldılar. Kendileri ithalatı sınırlandırıp, gümrük duvarlarını yükseltip, çiftçilerine düşük faizli kredilerle destek olurken bize tam tersini dayattılar.
II. Dünya Savaşı sırasında tarım alanındaki üretimi devasa boyutlara çıkartan ABD emperyalizmi, ikili anlaşmalarla bizim gibi ülkelerin tarım ürünleri ihracatını resmen kısıtlamıştır. Senatosundan çıkarttığı elde kalmış fazla tarım ürünlerini pazarlamak üzere, PL 480 sayılı yasa ile tarıma krediyi; yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin artırılması, dağıtımı ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurulmasını şart koşar. İşte bu yasa bile ABD ve diğer zengin ülkelerin tarım üzerindeki emperyalist emellerini açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara bir de ABD’den buğday, mısır, arpa, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu vb. ürünlerin ithalatının eklenmesi, zeytinyağı ihracatımızın engellenerek, sabun yapımında ABD’den ithal soya ve donyağı kullanılması, tarım ve hayvancılığın geldiği nokta açısından içine düştüğümüz bu perişanlığın arkasında kimlerin ve hangi saldırıların ne zamandan beri süre geldiğini göstermektedir.
Uluslararası ilişkilerde Avrupa Birliği, ABD ve Kanada arasında en büyük kavgalar tarım ürünlerinin koruyuculuğu üstünden yapılmaktadır. AB ülkeleri kendi tarımlarını ABD’ye karşı koruma önlemi alırken ABD ise bu uygulamaların serbest piyasaya aykırı olduğunu savunarak AB ülkelerine yaptırımlar uygulamakla tehdit etmektedir.
Dünya 50’li yıllarda olduğu gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkeleri olarak bölünmüş değildir. Çünkü sanayi ülkeleri aynı zamanda tarım ülkesi olarak da geliştiği için artık eski tarım ülkeleri, tarım, hayvancılık vb. alanlarda gelişmiş ülkelerin pazarı durumuna düşmüşlerdir. Buğdayda, pancarda, pamukta, tütünde ve bütün ürünlerde fiyatın ve ekim politikasının belirlenmesi şunu açıkça göstermektedir. Uluslararası tekeller, ülke tarımını bütünüyle çökertmeye yönelmişlerdir. IMF ve DB bu çökertme işini emperyalist ülkeler adına planlayan ve dayatan kurumlar olarak başroldedir. Yoksul topraksız köylüler ve küçük üreticiler saldırı politikalarından en fazla etkilenen kesimdir. (http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/74-sayi-219/358-nisasta-bazli-tatlandiricida-peskes)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar