BAŞUCU LABİRENTİ- Anthony Burgess
(Burgess’in 1965 tarihli “ReJoyce” kitabının 12. bölümü)
Ulysses edinilmesi gereken, birlikte
yaşanması gereken bir kitap. Ulysses’i ödünç almak, beyhudeden de beter olur
herhalde; kitabı okumak için zaman kısıtlaması altında olmanın dayatacağı
aciliyet hissi, kitabın yavaş temposuyla, gazetelerce eğitilmiş üstünkörü göze
kendini pek göstermeyen, acelesi olmayan bir kulak isteyen aheste müziğiyle
çatışacaktır çünkü. Okumalarımızın çoğu, işin aslında, göz okumasından ibaret –
klişeleri olduğu gibi yutuyoruz, önemsiz görüneni atlıyoruz, anlamı formdan
yırtarak koparıyoruz. Ulysses ise, aynı Paradise Lost gibi, işitsel bir eser,
anlamı sesler taşıyor. Benzer şekilde, içeriği de form taşıyor; “bundan
sonra ne oluyor” derken kelime oyunlarını, parodileri ve pastiche’leri kâle
almazsak, kendimizi hayal kırıklığına mahkum ederiz. Ulysses aksiyon dolu bir
macera romanı değil. Sıradan roman okuruyla, daha rafine zevkleri olan bir şiir
degüstatörünün yaklaşımlarını birleştiren bir yaklaşıma cevap veriyor öte
yandan. Onaltı yaşımdayken, Ulysses’i ilk defa okuduğumda, kitabı yalayıp
yutmaya çalışmış ve başarısız olmuştum; yine de, hızlı denebilecek bir öğüne
dönüştürmeyi başarmıştım – bir okul tatilinde dört tam günde okumuştum. Her
kelimeyi okumuş muydum peki, yoksa atlayarak mı gitmiştim? Birazcık atlamıştım,
özellikle ‘Güneşin Sığırları’ epizodunda ve Molly Bloom’un en sondaki
monologunda. Bloom’un iç düşüncelerinden bazıları sabrımı taşırmıştı,
‘Sirenler’ sahnesine de hafifçe sinir olmuştum. Yine de, dört günün sonunda,
kitabın neden bahsettiğini biliyordum. O ilk okumadan (sınava hazırlık
kitaplarımı biraz donuk gösteren bir tecrübe) sonraki otuz küsur yılda, kitabı
yalnızca iki kere daha baştan sona, oturaklı toraman Buck Mulligan’dan en son
‘evet’e kadar okudum. Bölüm bölüm okumayı tercih ettim, belli bir anda en çok
hoşuma giden bölümü seçtim, en sevdiğim bölümleri tanıdım –bunlar da Ulysses’le
ilk tanıştığım zaman en az beğendiğim bölümlerdi genellikle– ve bu favori bölümlerde
de bazı pasajlara tekrar tekrar geri döndüm.
Ulysses (ve, ileride göreceğimiz gibi,
daha da fazlasıyla Finnegans Wake) böylesi bir yaklaşımı davet ediyor, Kitab-ı
Mukaddes’e epey benziyor bu yönüyle. Pek çok açıdan, bir kurgu metnini sanki
bir sözlükmüş ya da ansiklopediymiş gibi görmemizi pekâlâ bekleyebilen
romandaki yeni dalganın öncülerinden biri bu kitap – canımızın istediği
noktadan girebileceğimiz, istersek sonundan başlayıp başında durabileceğimiz,
istersek kısmen ya da tamamen okuyabileceğimiz; zamansal bir asansörden ziyade,
serbestçe gezinebileceğimiz bir mekân parseli. Ulysses’in ‘Gezgin Kayalar’
epizodu, tüm kitabın, zamanı o eli maşalı, “haydi haydi acele et” diyen
otoritesinden soyan mekânsal bir şemasının olduğunu hatırlatır; bu, kitabın
nihai imgesinin, değişik uzuvlarıyla parça parça sunulan bir insan vücudu
imgesi olduğunu bilmemizle perçinlenir. Zaman başdüşmanımızdır; Ulysses ve
Finnegans Wake gibi kitaplar onu muzafferane bir şekilde altederler. Zaman
yerini bilmelidir.
Demek ki, Ulysses,
genel planını ve amacını bir kere anladıktan sonra herhangi bir yerinden
girebileceğimiz bir labirent. Herhangi bir zamanda elimize alabileceğimiz ve
herhangi bir ânı zenginleştirebilecek çok az sayıda kitaptan biri; bir
kütüphane masasında ızdırap çekerek muhatap olacağımız bir cilt olmaktan çok,
başucuna konulası bir kitap. Onunla birlikte yaşamak gerektiğini söylemek,
önyargılı, partizan bir iddia atmak anlamına gelmiyor; bilakis, oldukça
objektif bir bakışla, kitapta insana bir ömür boyu yetecek kadar içerik
olduğunu söylemekten ibaret bu. Kitabın kapsamı kasten ansiklopedik;
inceliklerini ve bulmacalarını çözmek için sükunet içinde bir çeşit boş zaman
gerekiyor. İnsan hiçbir zaman hiçbir kitabı
herşeyiyle anlayamaz (kendi yazdığı kitabı bile); çünkü, herşeyden önce, sözcükler de kendi başlarına buyruktur, sonsuz
bir anlam skalaları vardır; zamanın, yazarın kafeslemeye çalıştığı o akışın,
kitaba yeni çağrışımlar yüklemek gibi bir huyu vardır; vurguları kaydırır,
güncel olaylarla yeni bağlantılar kurar, ortaya çıkmakta olan edebiyatın geriye
kalan kısmıyla yeni ilişki örüntüleri önerir. Ulysses’in paradoksu, herhangi bir zamanda,
ondan daha açık ve seçik olmaya çalışan kitaplardan daha kolayca anlaşılabilir
olması: anlamını şimdi-ve-burada’nın içinden söküp çıkarmıyor; zamanın sırtına
binip gitmek yerine zamana ket vurmayı tercih ediyor. Aynı anda,
araştırılmasının ve keşfedilmesinin devamını da davet eder, bulmacalarına cevap
aranmasını değil, bilakis zaten yeterince iyi anlaşılmış yönlerinin daha da
zengin bir şekilde anlaşılmasını ister.
Ulysses de başucu kütüphanesine katılsın
öyleyse, yanında da Joyce’un diğer büyük kitabı, Shakespeare, Kitab-ı Mukaddes,
Boswell, Melankolinin Anatomisi, Rabelais, Nabokov’un Solgun Ateş’i, Tristram
Shandy ve zamanın akış illüzyonuyla yetinmek yerine daha ziyade uzaydaki katı
cisimleri konu eden diğer kitaplar olsun. Şimdi, Ulysses’in niteliklerini
özetlemeye çalışacağım. Az önce tamamladığım bu kısa araştırmada bunların
hakkını vermekte nasıl başarısız olduğumun sefilce ve çaresizce farkındayım.
Yalnızca okurları değil, yazarları da başbelası baykuşlara dönüştüren ciddiyet
denen o korkunç tehlike var bir kere. Joyce Ulysses’i eğlendirmek için, hayatı
zenginleştirmek için, keyif vermek için yazdı. Kanatlı hayatı yok etmek pek
kolay; yalnızca kanatlarını bağlayarak değil, surat asarak da yapılabilir bu.
Öncelikle, Ulysses büyük bir komik roman.
İnsanı yüksek sesle güldürebilen az sayıda kitaptan biri. Mizahında müthiş bir
çeşitlilik var, düşüp kalkmalı İrlanda vodvilinden en rafine esprilere kadar
gidiyor. İngiliz edebiyatındaki mizah geleneği –püritenler tiyatroların
kapılarını 1642’de kapadıklarından beri– biraz kısıtlı kaldı; Joyce’un
takipçisi olduğu dönemin tipik İngiliz mizah kitabı, etkisini fars ve santimantalizmden
sandviçler yaparak elde ediyordu. Jerome K. Jerome bu açıdan Lewis Carroll’dan
daha tipik; İngilizcenin –birbiriyle savaşan iki unsurdan oluşan bu dilin–
içinde varolan mizahtan hiçbir zaman yeterince istifade edilmedi. Joyce, vis
comica’nın eserlerinde tutarlı bir şekilde işlemesiyle dikkat çekicidir; şoke
edici vakalar, patetik olaylar bile komik hallerde sürünürken sunulurlar:
‘Kirke’ epizodundaki iki hayalet, Stephen’ın annesinin ve Bloom’un oğlunun
hayaletleri, tüm etkilerini geleneksel olarak kahkahayla bağdaştırılan bir
tekniğin kullanılmış olmasından alırlar. Ciddiyete hiç müsamaha göstermez
Joyce; (Lawrence’ın bize haddinden fazla ciddiye almamızı öğrettiği)
cinselliğin ayılıp bayılmaları bile, havaları alınarak, neredeyse-groteskliğe
indirgenirler. Jonathan Swift’in kahkahası kolayca diş göstermeye ya da ulumaya
dönüşebilir; ama saeva indignatio’nun Ulysses’de yeri yoktur; Swift’in
bunamasına şahadet eden, düşük vücut işlevleri karşısında dehşet içinde
donakalmasına yer olmadığı gibi. Joyce, tüm İrlanda gibi, Golfstrim’le
yıkanıyordu; Swift ise, (Dr Johnson’ın sözleriyle) kendini ‘Şarki
ikirciklilikle’ arıtıyordu. Birazcık pisliği kabullenmek –kaldı ki, kimileri
Ulysses’de birazcıktan daha fazla pislik olduğunu söyleyecektir– ilk günahı
yıkamaya çalışmanın beyhude ezberini tekrarlamaktan daha sağlıklı. Bu nedenle,
Ulysses’in daha kaba şakalarının bazılarından elde ettiğimiz tatmin, Profesör
MacHugh’nun İngilizlere isnat ettiği “lağım saplantısı’nın kendini göstermesi
değil: lağımları, aşkı, siyaseti ve ölümsüz tanrıları kabullenip içine alan,
kendini hiçbir konuda suçlu hissetmeyen total, kozmik bir kahkahanın bir
parçası bu tatmin.
Joyce’un ölümsüz tanrılarından biri lisan;
burada da, lisanın içinde varolan komediyi bulup çıkarmış olması çok uygun
düşüyor. İngilizce, dünya dilleri arasında iki temel unsurunun (Latince ve
Anglo-Sakson), her ne kadar ikisi de Hint-Alman kökünden türeseler de, ruhen
farklı olmaları ve İngilizceyi başka yönlere çekmeleriyle ayrı bir yerde
duruyor. Anglo-Sakson kısa kelimeleri, ayağı yere basan anlamları tercih
ediyor; Latincenin ise burnu daha havada, entelektüel bir lisan, onu en çok
tumturaklılık ve soyutlama mutlu ediyor. Joyce bu ikisinden kolayca
hazmedilebilecek bir kokteyl yapmaya kalkışmamış; daha ziyade, ikisini de
sınırlarına itmeye çalışmış. Gerard Manley Hopkins İngilizcenin içindeki
Anglo-Sakson’u, John Milton ise Latinceyi aşırı derecede vurgulamışlardı,
ikisinin de niyeti son derece ciddiydi. Joyce ikisinin de yaptığını yapıyor ama
iki işlemin de en çok komedi amacına uygun olduğunun farkında. Böylece,
Stephen’ın ölmüş annesi ve çökmekte olan ailesi hakkında duyduğu vicdan azabı
‘agenbite of inwit [vicdanın pişmanlığı] ’ ve ‘gözle görülenlerin
kaçınılmaz modalitesi’ olarak ifade edilerek, komik-ironik bölgelere
çekiliyorlar – özellikle hemen ‘Güneş, bilge omuzlarının üstüne, yaprakların
damalı gölgesinin arasından parlak pullar fırlattı, dans eden demir paralar
gibi’den sonra gelmeleriyle, bizi bu Stephen denen ciddi genci fazla ciddiye
almamamız için uyarıyorlar. Parodi bölümlerde, genellikle aptalca-oturaklı
Latince etkili nesrin parodisi yapılır, ama gerektiğinde Anglo-Sakson da en kan
dondurucu tasvirdeki ciddiyet keskinliğini köreltecek ölçüde sınırlarına
dayandırılabilir: ‘Küpeştenin üzerine kaskatı atılmış, yeşil mezarının leş
kokusunu yukarıya doğru soluyor, cüzzamlı burundeliği güneşe doğru horluyor.’
Mizahın ardından, akrabası
olan insaniyet geliyor. Ulysses yazılmış en insani kitaplardan biri. Kitapta
hiçbir hayvana kötü muamele edilmez (Joyce’un korktuğu köpeklere bile);
kaydadeğer bir şiddet eylemi yoktur. Vatandaş, Bloom’un arkasından bir bisküvi
tenekesi fırlatır ama vuramaz: vurabilseydi de büyük bir zarar veremeyecekti.
Daha çok sansasyon peşinde olan bir yazar, Bloom’u sahici yaralarını yalamaya
göndermekten büyük keyif alırdı. Ama buradaki şiddet sembolik, aynı ‘Kirke’
epizodunda askerlerin Stephen’ı yere serdikleri zamanki gibi. Stephen burada
zarar görmüş olmaktan çok, sarhoştur; şiddet niyetinin ifade edilmesi bile Kara
Ayin’i ve Armaggeddon’un başlatmaya yeterlidir, sanki şeylerin normal düzeni bu
kadarını ancak taşıyabiliyormuş gibi. Croppy Boy şarkı ve halüsinasyon içinde
asılır, adam asma tekniği genel yönleriyle tartışılır, ama bunlar da komedi
haline getirilerek temizlenmiştir. Ulysses lisana şiddet uyguluyor olabilir,
ama insanlara hiçbir zaman uygulamaz.
Kitapta bol bol nefret vardır, bol bol
nefret dolu insan olduğu gibi. Ama Joyce’un durağan hal doktrini güçlü hislerin
sanat aracılığıyla boşaltılmasında ısrar eder. İngiliz zorbalığına Sinn Fein
yaklaşımıyla bakmak bir konvansiyondan ibarettir, zavallı mağdur İrlanda,
Çilelerin Deirdre’si, Kathleen na-Houlihan, Shan van Vocht efsaneleri gibi. Bu,
özellikle ‘Kyklops’ bölümünde, zırvalık derecelerine kadar şişirilir; öyle ki,
zorba İngiliz okuru nefretin bu derecesinden keyif bile alabilir. Nefret dolu
insanlar ise, neredeyse tanım gereği, Stephen ve Bloom’a düşman olan
karakterlerdir; yazarın onlardan aldığı tek intikam, onları tatlı tatlı saçma
hallere düşürmektir. Joyce’un niyetinin, Buck Mulligan’ın her sahneye çıkışında
okurun onu daha da tiksindirici bulması olduğu anlaşılıyor, ama bu da mümkün
olmaz: öylesine nüktedandır ki onu her seferinde hoş karşılarız. Diğer
Antinous’a, Blazes Boylan’a gelince, Eccles Street’e zina amaçlı seyahatinin
ilk anından beri saçmasapan bir haldedir; biz de nefret etmekten çok acırız ona
sonunda. Ulysses’de hazzetmeyeceğimiz birini bulmayı gerçekten istiyorsak,
kitabın ikincil kahramanına, Stephen Dedalus’a bakmalıyız asıl – meteliksiz,
ukala, entelektüel gurur ve dinsiz yobazlıkla dolu, sarhoş, sefahat heveslisi,
pozcu. Ama, tabii ki, onun zaaflarına da, Bloom’un kudretine ihtiyaç duyduğumuz
ölçüde ihtiyaç duyarız; mükemmel olmayan bir Stephen olmasaydı, kitabın ne bir
konusu, ne de bir örgüsü olurdu. İşin sonunda, kendimiz şaşarak, kendimizi
herkesin içindeki iyiyi görmeye çalışır ve insanların hatalarını (gerçek
anlamıyla kötücül denebilecek birşey yoktur kitapta) “bunlar gölgeden,
yanılsamadan başka birşey değil” diyerek hafife alırken buluruz.
Joyce, Wells ekolünden bir optimist değil;
insanın mükemmelleştirilebileceğine inanmıyor. Aksine, dünyayı olduğu gibi
kabulleniyor ve insanın yarattıklarının keyfini çıkarıyor (bu böyle olmasa,
neden son bölüm hariç her bölümde bir sanata ya da bilime övgüler düzsün?).
İnsanlığın başarılarının en büyüğü, lisandan sona, cemiyettir; Joyce’un
Dublin’i, gelmiş geçmiş tüm şehir-devletlerini temsil ediyor. Şehirsel alanda
şahsi olmayan bir şekilde toplaşmanın, Auden’ın ‘tarlalara dayatılmış soyut bir
belediye mekânı’ dediği şeyin bu kavramda yeri yok. Joyce için, cemiyet demek,
insanların buluşması, birlikte içki içmesi, tartışması, sokakta birbirlerini
tanımaları demek; onun kendine has mucizelerinden biri, sahici, tarihi
Dublin’i, 1904 yazında yaşamakta olan Dublin’i insan toplumunun ebedi bir
örneği yapabilmiş olması. Herkes bu cemiyete ait olmaktan güç ve hatta bir
ölçüye kadar soyluluk alıyor; Bloom ile Stephen, ikisinde de sürekli araya
girmekte olan iç sürgün hissine rağmen, bu kutsanmış, mükemmel olmayan şehrin
eşit derecede hemşerileri. Herşeyden önce Dublin’liler; diğer herşey bundan
sonra geliyor.
Şehrin ötesinde ise, Batı medeniyetinin
tamamı var; Bloom’un kudretini de ancak bununla ilişki içinde doğru olarak
görebiliriz. Batı medeniyeti, kitap boyunca değişik yüzleriyle –ekonomi,
siyaset, edebiyat, mimari, müzik ve saire– ilerler, Bloom’u cüceleştirmeye,
sesini bastırmaya, onu dehşet içinde bırakıp pıstırmaya çalışır. Bloom ise tüm
bunlardan sağ salim kurtulur; alelade adam, fevkalade adamların eylemlerinin
altında ezilmez. Dahası da var; ‘Laistrygonlar’ epizodu, Bloom’un, (aynı
‘Nestor’ epizodunun Stephen’ı gösterdiği gibi), uygarlığa (ve uygarlıkla tarih
aynı şey değildir) ulaşılabilmesi için tüm insanların katlanmak zorunda olduğu
zaman-sürecinin gerçek doğasının farkında olduğunu gösterir. Tarih bir
mezbelelik, ölülerin yaşayanlara bir dayatması, insanın hep uyanmaya çalıştığı
bir kâbus (Finnegans Wake, tarihin bir palavra olduğunu ispat edecek); buna
rağmen, sanat, bilim ve insan cemiyetinin mucizesi, yine tarihten
damıtılıyorlar. Zaman ve mekânın kadim çatışması bu. Ulysses’de uygarlık, şehir
heykelleri ve opera binaları gibi, mekâna yayılmış bir şehri doldurur; zaman
ise en aza indirgenmiştir – dokuzyüz küsur sayfada yirmidört saatten çok daha
azı var. Sonraki (Finnegans Wake’e bırakılmış) amaç ise zamandan tümden
kurtulmak olacak.
Batı kültürünün tamamını mekânsal olarak
tasvir etmek –boynuzlanmış bir reklam komisyoncusu için oldukça heroik bir
arkaplan– engin dilsel kaynaklar gerektiriyor; İngilizcenin sınırlarını
zorlamayı, yeni kelimeler yaratmayı, eskilerini hortlatmayı haklı çıkarıyor.
İnsanın gündelik zihni hakkında hakikati söyleme gerekliliği, sentaksı
paramparça etmeyi, kelimelerin füzyonunu ve kırpılmasını, gerçek anlamıyla
kelime bile olmayan ses dizilerini fonetik olarak aktarmayı gerektiriyor.
Joyce’un daha derin amacını bilen okur bu dilsel gösterinin tümüyle keyfekeder
olduğunu düşünmeyecektir; öte yandan, Joyce’un bir sonraki kitabından
çekinmekte haklı. Dil-öncesi bilinçli zihnin tümüyle sömürülmesinden, hatta
uykunun sınırlarına yapılan tek tük gezinin üzerine, Joyce daha ne yapabilir?
Olsa olsa doğrudan bilinçsiz zihnin içine dalabilir; bunu tasvir etmek için de,
yeni bir lisan gibi birşey yaratması gerekecek. Onunla birlikte dalmadan önce
derin bir nefes almalıyız. Ama nereye gidersek gidelim, ne duyarsak duyalım,
hâlâ Dublin’de, Dublin’lilerin konuşmalarını duyuyor, aileyi ve şehir
cemiyetini yüceltiyor; bir babanın, bir sürgünün, heroik olmayan bir kahramanın
maceralarını takip ediyor olacağız.
10th February 2013, Armağan Ekici tarafından yayınlandı
Etiketler: Ulysses Çeviriler
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar