Print Friendly and PDF

BEHİÇ ERKİN (1876 – 11 Kasım 1961)



Bilgili ve çalışkan bir subay..
1876 İstanbul doğumlu. Harp Akademisi’nden kurmay subay olarak çıkışı 1897.
1902 yılının başında Kurmay Yüzbaşı olarak, merkezi Manastır’da bulunan III. Ordu bölgesindeki Selanik’e tayin olur.
Burada iken 1904 yılında Kurmay Kolağası, 1907 yılında Kurmay Binbaşı rütbelerine terfi eder.
Burada Demiryolu Muhafaza Kuvveti Komutanlığı, Demiryolu Muhafaza Kuvvetleri Müfettişliği gibi görevlerde bulunur.
Demiryolculukla tanışır, öğrenir, konunun önemini fark eder. ‘Bir Osmanlı subayı tarafından demiryolları hakkında yazılmış olan ilk rapordur’ denecek olan bir rapor yazar. Raporunda, “Demiryolu işletmesinde gayrimüslimler değil, Türk memurlar kullanılmalıdır ve işletme lisanı Fransız dili yerine Türk dili olmalıdır” demektedir.
1907 yılında Mustafa Kemal Kurmay Kolağası olarak Şam’dan Selanik’e tayin olur..
Tanışırlar.. Aynı sokakta, bir ev arayla oturmaktadırlar. Mustafa Kemal’in saygısını ve dostluğunu kazanır. Mustafa Kemal ile sohbetlerde bulunurlar, ama onun renkli sosyal hayatına ayak uydurmaz. Akşamlarını genellikle evinde geçirir. Zaten ciddiyeti ve geniş bilgisi ile tanınan bir subaydır. Zaman zaman Mustafa Kemal’e kitaplar tavsiye etmektedir. Siyasetten uzak durur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmaz. Aralarında karşılıklı saygıya dayanan bir ilişki gelişir. Behiç Bey, Mustafa Kemal’in ileride çok farklı noktalara geleceğini öngörmüş, Mustafa Kemal ise Behiç Bey’in şahsında güvenilir ve sağlam karakterli bir dost bulmuştur.
Behiç Bey, Mustafa Kemal’in 1911 yılında Trablusgarp’da İtalyanlara karşı savaşırken mektup yazdığı nadir insanlardan biridir. Aynı şekilde, 1914 yılında Sofya’da Askeri Ateşe iken, 1918 yılında Viyana yakınlarında senatoryumda yatarken de Behiç Bey’e mektuplar yazmıştır.
Mustafa Kemal, ilk eseri olan ‘Takımın Muharebe Talimi’ adlı eserini, beraber katıldıkları bir manevrada, Behiç Bey’in ısrarlı tavsiyesiyle yazar.. Behiç Bey, rütbece büyük olmasına rağmen, Mustafa Kemal’in askerlik bilgisinden etkilenmiş ve kendisine anlattıklarını yazmasını istemiştir.
1910 Yılında İstanbul – Selanik Demiryolu Müfettişliğine tayin edilir..
Hat muhafızlığı önceleri sadece demiryolunun Bulgar çetecilerin sabotajlarına karşı koruma amaçlı iken zamanla hattın askerliği ilgilendiren tüm işlerinden sorumlu hale getirilmişti. Bu durum hattı işleten yabancı şirketin direnciyle karşılaşmış ise de zamanla oturmuştu.
Bu arada Mustafa Kemal, katıldığı tatbikatlara Behiç Bey’i de davet eder. Mustafa Kemal bu tatbikatlarda rütbesini aşan şekilde insiyatif almakta ancak bunu üst rütbeli subayları gücendirmeden başarabilmektedir. Bu tatbikatlardan çıkardığı dersleri de kaleme alır. ‘V. Kolordu Erkan-ı Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati – Selanik 1327 (1911)’ isimli bu eserini yine Behiç Bey’e hediye eder.
1911 Yılında Mustafa Kemal ile yolları ayrılır. Mustafa Kemal Libya’ya, İtalyanlar’a karşı yollanan subaylar arasındadır.
1912 Balkanlar’da bozgun yılıdır..
Bu arada Behiç Bey bir Osmanlı tarafından demiryolları hakkında yazılmış ilk ve tek eser olan ‘Demiryolunun Askerlik Açısından Tarihi, Kullanımı ve Teşkilatı’ adlı eserini yazar. Eserinde Fransız, Alman, İngiliz ve Rus demiryolculuğunu inceler. Osmanlı sistemi ile karşılaştırır. Son kırk elli yılda demiryollarının harplerin kaderinde belirleyici rol oynadığını vurgular.
Balkan Harbi başlar. Selanik Yunanlılara savaşmadan teslim edilince, 1912 yılında Behiç Bey de Yunanlılara esir düşer.. Esareti 11 ay 8 gün sürmüştür.
18 Ekim 1913′de İstanbul’a döner. Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa’yı görür. 3 Aralık 1913′de Genelkurmay 3. Şube Şimendifer Kısım Amiri olarak tayini çıkar.
Enver Paşa’nın ordudaki reformları..
1913 ve 1914 yılları, Enver Paşa’nın Alman teknik, mali ve personel desteğiyle yürüttüğü, ordunun yenilenmesini ve güçlendirilmesini amaçlayan reformlarını hayata geçirdiği yıllardır. Alaylı subayların tamamı emekli edilmiş, ordu baştan aşağıya tekrar yapılandırılmış, genç subayların önü açılmıştır.. Başka konulardaki tutum ve politikaları ne kadar eleştirilse de, Balkan Savaşı’nın düşmanla her karşılaştığında yüzgeri eden, aciz ve zavallı Osmanlı Ordusu’nu, I. Dünya Savaşı’nın dört yıl boyunca sekiz cephede başarı ile savaşan Osmanlı Ordusu haline getiren Enver Paşa’dır. Enver Paşa’nın bu baştan aşağıya yenileme gayretleri; seferberlik planlarını, askere alma kurallarını, ikmal sistemlerini de kapsıyordu.
1914 yılı.. Enver Paşa ile yıldızı barışmaz..
Behiç Bey bu yıl Kaymakam (Yarbay)’lığa terfi eder. Enver Paşa artık İTC’nin siyasi gücü ile edindiği Tuğgeneral rütbesi ile Harbiye Nazırıdır. Behiç Bey’den oldum olası hoşlanmaz. Onu ‘Askere Alma Kısım Amiri’ olarak tayin eder. Behiç Bey bu görevde, Alman kurmay subaylarıyla birlikte yeni askere alma kanununu hazırlar. Öte yandan Osmanlı Ordusu’nun seferberlik planları Almanların gözetiminde yenilenmektedir. Ordu Dairesi’nin başına, İkmal Şubesi Müdürlüğü de uhdesinde olacak şekilde Alman Albayı Kannengiesser getirilmişti. Behiç Bey Kannengiesser’e bağlı olarak İkmal Şubesi Müdür Yardımıcısı’ydı.
1914 Sonunda I. Dünya Harbi’ne girilir.. 18 Mart, 1915′de Müttefik donanması Çanakkale’ye dayanır..
Çanakkale Cephesi’nden sorumlu olan V. Ordu’nun Komutanı Liman von Sanders Paşa’ydı. Müttefikler Çanakkale’yi denizden geçemeyeceklerini anlayınca, karaya asker çıkarmaya başlarlar. Liman von Sanders, Başkumandanlık’tan Albay Kannengiesser’in Gelibolu’ya tümen komutanı olarak tayin edilmesini talep eder. Böylece onun boşalttığı Ordu Dairesi Reisliği vekâleten Yarbay Behiç Bey’in üzerinde kalır.
Çanakkale Savaşı – Yarbay Behiç Bey, üstün başarısıyla milletin bu ölüm – kalım sınavında önemli rol oynar..
Yarbay Behiç Bey Çanakkale Savaşı’nın neresindedir? Cephesi hariç her yerinde. Cephede tüketilen her türlü ihtiyaç maddesi, gıda maddesi, silah, cephane, sağlık malzemesi ve maalesef içlerinde binlerce şehit ve gazimizin de olduğu askerlerimiz hep Behiç Bey’in yaptığı planlara göre ve yönettiği ikmal teşkilatı tarafından cepheye ulaştırılmıştır.
Yarbay Behiç Bey’in seferberlik planlarına katkısı..
Behiç Bey, bilgisi, karakteri ve çalışkanlığıyla birlikte çalıştığı Alman kurmaylarını etkilemiş ve güvenlerini kazanmış bir subaydı. Bu sayede Alman usullerine göre yapmaya çalıştıkları planların yürümeyeceğini, Balkan Savaşı’ndan çıkardığı derslerle anlatabilmiş ve kendi görüşlerini kabul ettirebilmiş, bu sayede özellikle Marmara Bölgesi, İstanbul ve Çanakkale Cephesi’ni ayakta tutacak seferberlik ve ikmal planları Behiç Bey tarafından önerildikleri şekilde kabul edilmişlerdir.
Örnek olarak şu olayı anlatabiliriz: Alman subayı Baare Bey’in hazırladığı karmaşık seferberlik plan taslağına göre, o zamanki mevcut demiryolunun sağlı sollu 22,5 km, yani bir yürüyüş mesafesinde yaşayan yükümlüler, yanlarına beşer günlük yiyeceklerini alarak en yakın istasyonda toplanacaklardı. Behiç Bey, Balkan Savaşı’nda, erlerin değil taburların bile orada burada unutulduğunu, bu tip planların bizde çalışmayacağını savunur, Almanları ikna eder. Sonunda Albay Kannengiesser “Peki. O zaman bu planın bir alaturkasını sen yap bakalım” der. Behiç Bey’in yaptığı plan hem Almanlar, hem Genel Kurmay tarafından beğenilerek kabul edilir. Behiç Bey planında İstanbul, Çanakkale ve bölgenin savunmasında görev almak üzere Marmara sahillerinde konuşlanacak altı kolordunun her birisine 300,000 nüfuslu askere alma daireleri tahsis etmiştir.
Behiç Bey’in planlarında Anadolu tarafında Soma – Bandırma, Trakya tarafında İstanbul – Uzunköprü demiryolu hatlarından geniş şekilde istifade ediliyordu. Demiryolu ile ulaşılabilen en yakın noktadan itibaren ulaşımın kağnı, at arabası, at ve hatta eşeklerle nasıl yapılacağı detaylarıyla hesaplanmıştı.
İkmal işlerinin başında..
Bunun gibi pek çok meselenin çözümünde o kadar başarılıdır ki, isteğine rağmen cephe görevi alamaz. İkmal işlerinin başında tutulur. Hatta bu durum kıdem almasını geciktirdiği ve terfisine mani olduğu için, Almanların teklifiyle ve Almanya’da uygulanan bir usul yürürlüğe konur. Yarbay Behiç Bey, bir Ordu Kurmay Başkanı ile eş tutularak kendisine bir yıl dokuz ay kıdem verilir. Bu surette 1917 yılında Miralay (Albay) olacaktır.
Çanakkale’nin ikmali..
Cephe gerisinden yapılan sevkiyat ilk olarak başında Liman von Sanders’in bulunduğu V. Ordu’ya yapılıyordu, oradan da V. Ordu Menzil Müfettişliği’ne. Kullanılan ikmal hatları şunlardı:
1. Hat: Uzunköprü – Keşan – Gelibolu
2. Hat: Biga – Lapseki – Çanakkale
3. Hat: Balıkesir – Ezine – Çanakkale
Ordu bölgesinde, Menzil Müfettişliği emrinde, Menzil Bölge Müfettişlikleri, Menzil Hat Komutanlıkları, Menzil Yiyecek ve Donatım Ambarları, Menzil Hastaneleri, Menzil Hayvan Hastaneleri, ulaştırmayı sağlayacak ‘kol katarları’ vardı.
Bu kuruluşlar, seferberlik planına göre, kolordularca Menzil Nokta Komutanlıkları, Menzil İstasyon Komutanlıkları, Menzil Hayvan Depoları, Menzil Ulaştırma Kolları gibi kademelere ayrılarak kurulmuşlardı.
Cepheler için ikmal noktaları gayet yakın ve uygun yerlere kurulmuşlardı. Gelibolu’daki muharebeyi iki cepheye ayıracak olursak, Arıburnu için işin başında Eceabat – Kilye hattında dağıtım noktaları açılmışken, bu iskeleler düşman gemileri tarafından bombalanınca bunların yerini Akbaş iskelesi almıştı. Seddülbahir için ikmal hattı ise Soğanlıdere’ydi.
Zeytinburnu Fişek ve Mermi Fabrikası, Bakırköy Barut Fabrikası ve Mühimmat Depoları, Haliç’deki Karaağaç Tapa Fabrikası ve Mermi İmalathanesi, Maçka Silah ve Mermi Deposu ve Gülhane’deki Cephane Ambarı’ndan, bu ikmal hatları üzerinden cepheye sevk edilen cephane, yeterli bolluğu sağlayacak düzeyde değilse de, Gelibolu’daki birliklerimizin efsanevi direnişine yardımcı oldu..
Ölüme sevkiyat..
Yarbay Behiç Bey vazifesini elinden gelen en iyi şekilde yapmaya çalışırken aslında bir dram yaşamaktadır. Cephe, kaybettiği askerin yerine yeni askerler geldikçe ayakta durabilmektedir. Bu da sürekli olarak yeni askerlerin ölüme yollanması demektir. Behiç Bey çalışırken sürekli olarak bunun sıkıntısını çekmektedir.
Örnek olarak, V. Ordunun, III. Kolordu ile beraber, iki kolordusundan biri olan XV. Kolordu o kadar zayiat verir ki, asker mevcudu tam iki kere nerede ise sıfırdan başlayarak yenilenir.
ATASE (Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih Araştırmaları Strateji Etüdler Daire Başkanlığı) yayınlarından, savaş boyunca Çanakkale Cephesi’ne tam 310,000 asker sevk edildiğini, bunların içinden 595′i subay, 56,145′i er ve erbaş olarak toplam 56,740′ının cephede şehit düştüğünü biliyoruz. Bu rakama 100 – 101,000 yaralımızı ve kayıplar, esirler ile hastalanarak cephe gerisine sevk edilenleri ekleyince toplam cephe zayiatının 252,000 kişi civarında olduğu görülüyor.
I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu’nda üç milyonu civarında insanımızın görev yaptığını, bunların içinden 500,000′den fazlası şehit olmak üzere, gazi, esir ve kayıp olarak verdiğimiz toplam kaybın 1,2 milyon kişiye ulaştığını göz önüne alınca Behiç Bey’in yaşadığı çelişki kolayca anlaşılıyor.
Bu arada Behiç Bey’in elinde olmayan bazı gelişmelerin ikmali kesintiye uğrattığını da biliyoruz. Bunların başında Çanakkale’den Marmara’ya sızan İngiliz ve Fransız denizaltıları gelir. O kadar ki, bunlar tarafından batırılan ikmal gemilerinde ciddi asker ve malzeme kaybedildiğini biliyoruz. Hatta bir keresinde Karaköy rıhtımının hemen açığında asker dolu vaziyette torpillenen gemimiz dahi olmuştu..
Madalya yağmuru..
Çanakkale Harbi zaferle sonuçlanınca, Yarbay Behiç Bey, üstün hizmetlerinin karşılığını bir madalya yağmuru ile alır.
Önce, Çanakkale ve V. Ordu Komutanı Liman von Sanders’in teklifi ile, Alman İmparatorluğu’nun II. Derece Demir Haç Nişanı..
Ardından Osmanlı’nın 3. Rütbeden Kılıçlı Osmani Nişanı ve 3. Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı.
Sonra, 3. Rütbeden Avusturya Demir Haç Nişanı.
1918 yılında II. dereceden Alman Demir Haç Nişanı’na ilave olarak kendisine aynı nişanın I. dereceden olanı da verilmiştir.
I. Derece Demir Haç Nişanı, Alman İmparatorluğu’nun en yüksek madalyasıdır ve çok az sayıda yabancıya verilmiştir.
Azerbaycan Jandarma Teşkilatını kurar..
1917 yılında kendisine verilen görev uyarınca Azerbaycan Jandarma Kararnamesi’ni hazırlar. Bu çalışma onaylanır. Azerbaycan’a giderek teşkilatı kurma görevi kendisine verilir. O sırada Azerbaycan’da Enver Paşa’nın kardeşi Yarbay Nuri Bey Ferik (Tümgeneral) rütbesiyle İslam Ordusu Komutanı olarak bulunmaktadır. Azerbaycan yönetiminde geçici bir hükümet vardır. Enver Paşa, harp bittiğinde Azerbaycan’ın kendiliğinden Osmanlı’ya katılmasını planlarken, Almanlar buna karşı çıkarak, Osmanlı ile Azerbaycan’ın, Avusturya – Macaristan örneğindeki gibi bir birlik oluşturmasında israr etmektedirler.
Niyet edilen, önce jandarma ve polis teşkilatının kurulması, ikinci merhalede ise ‘Harbiye Nezareti’ (Savunma Bakanlığı) ve Ordu teşkil edilmesiydi.
Behiç Bey, 19 Temmuz, 1918′de, Batum’a gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkar. Vapur bulunamadığından Murat Reis Gambotu Behiç Bey ve yanındaki genç subaya tahsis edilmiştir. Oradan özel bir trenle Tiflis’e ve Azerbaycan’ın Gence şehrine ulaşır.
Behiç Bey’in hazırladığı kararname, 3 Ağustos, 1918 günü, Azerbaycan yetkilileri tarafından, hiçbir değişikliğe uğramadan imzalanarak yürürlüğe girer.
Behiç Bey, aynı yoldan İstanbul’a döner.
Harbin sonu.. Osmanlı teslim olur.. Mondros Mütarekesi (Silah Bırakışması)..
1918′in Eylül sonlarına doğru, okullardaki tarih derslerinde Türk çocuklarına “Müttefiklerimiz mağlup olmuştu.. o yüzden biz de yenik sayıldık..” klişesi ile öğretilen durum ortaya çıkar.. Müttefikimiz Bulgarların, Selanik’e 250,000 asker çıkarmış olan İngilizlere karşı savaştıkları ‘Selanik Cephesi’ çöker. Bulgaristan teslim olur.. Osmanlı’nın Almanya ile olan bağlantısı kesilmiştir. Savaşa devam etmenin imkanı kalmamıştır. Büyük savaş böylece kaybedilir.
7 Ekim’de Talat Paşa başkanlığındaki İTC hükümeti istifa eder. İzzet Paşa Hükümeti kurulur.
30 Ekim’de Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda ‘Mondros Mütarekesi’ imzalanır..
2 Kasım’da Enver, Talat ve Cemal Paşalar bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk ederler..
13 Kasım’da Mustafa Kemal Adana’dan İstanbul’a döner..
31 Ağustos 1939 yılında Fransa’daki bütün gazeteler baş sayfala­rında Türkiye’nin Fransa’ya atadığı yeni Büyükelçi’yi başlıklarına taşımışlardı.
“Yeni Türk Büyükelçisi: Behiç Erkin.”
Bu yıl dünya insanlık tarihi açısından çok büyük bir önem ta­şıyordu, çünkü bir gün sonra, 1 Eylül 1939’da, Nazi Almanya’sı Po­lonya’ya savaş ilan etti ve İkinci Dünya Savaşı başladı.
Dünya tarihinin en karanlık günleri başlıyordu ve Behiç Bey’i ha­yatının en zorlu görevi bekliyordu. Gazetelerin neredeyse tamamı “Yeni Türk Büyükelçisi” diye başlık atarken, bir tanesi “Olağandışı Büyükelçi” (Ambassador Extraordinaire) tanımıyla Behiç Bey’in kim olduğunu okurlarına anlatmıştı. Behiç Bey herhangi bir diplomat de­ğildi: O, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok önemli bir yere sahip, Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı, Kurtuluş Savaşı’nın kaza­nılmasında en önemli görevlerden biri olan cepheye asker sevkiyatını başarı ile gerçekleştiren komutan, tüm dünyaya Türklerin demiryolla­rını işletebileceği dersini veren ilk Türk’tü. Türk demiryolculuğunun babası diye anılıyordu. Büyükelçi olmadan önce ise genç Türkiye Cumhuriyeti’nde İstanbul Milletvekilliği ile iki sene de Ulaştırma ve Bayındırlık Bakanlığı görevini üstlenmişti.
Erkânı Harp Subayı (Kurmay Subay) olan Behiç Bey, 1903 yı­lında Selanik’e tayin edildiğinde, kader ona Fransa’daki binlerce Yahudi’nin hayatını kurtaracağı bir ağ örmeye başlamıştı.
Selanik’te Üçüncü Ordu’da kendisine verilen görev, Demiryol­ları Hat Komiserliği oldu. Demiryolları ile bu tanışması ona, Os­manlı’da askeri açıdan yazılan ve ordu açısından demiryollarının değerlendirildiği ilk ve tek eseri yazma fırsatı verdi. Yabancılar tarafından kurulan ve özellikle de Almanlar tarafından işletilen yurdumuz üzerindeki demiryolları ile ilgili yazılan bu eser’ [Behiç Erkin, Demiryollarının Askeri Açıdan Tarihi. Kullanımı ve Örgütü], Almanların dikkatini çekti. Behiç Bey’in demiryollarındaki başarılı ça­lışmaları ve Almanlarla Birinci Dünya Savaşı sırasında mecburi teşriki mesaisi Alman Hükümeti tarafından kendisine tam 5 kere madalya verilmesine sebep olacaktı.
O tarihlerde bu 5 madalyadan özellikle 1918 tarihinde verilen son madalyanın, yani Almanların çok ender bir yabancıya verdik­leri 1. dereceden Demir Haç Nişanı’nın, aradan 25 yıl geçtikten sonra, Behiç Bey’in binlerce Yahudi’nin hayatını kendisine bu madalyayı veren Almanların elinden kurtarmasındaki en önemli kozlarından biri olacağını kim tahmin edebilirdi.
Behiç Bey bakanlıktan istifa ettikten sonra tam 11 yıl Budapeş­te’de Büyükelçilik yaptı. Ancak Avrupa’da sert esen rüzgârları sezen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı’ndaki komu­tanlardan biri olan, hatta kendisi Genelkurmay 1. Başkanı iken 2. Başkanlığı teklif edecek kadar güvendiği silah arkadaşı Behiç Bey’e şu teklifi yaptı:
“Avrupa’da durum gün geçtikçe daha vahim bir vaziyet almak­ta; bu durumda ben iki kritik şehir olduğuna inanıyorum, birincisi Berlin, öteki de Paris. Sizin önümüzdeki dönemde bu iki yerden birinde görev almanız ülkemiz açısından son derece önemlidir.”
Behiç Bey’in bu teklife cevabı şu oldu: “Ben Almanca bilmem, Osmanlı’da da bir Türk subayının Alman subayından emir alması­nı içimize sindiremediğimizi padişahın nezdinde bile dile getirerek Alman tarafının bütün şimşeklerini üzerime çekmiştim. Oysaki Fransızcam gayet iyidir, orada daha faydalı olabileceğime inanıyo­rum.”
Bu konuşmanın ardından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Behiç Bey’i Türkiye’nin Paris Büyükelçisi olarak Fransa’ya atadı.
Behiç Erkin hatıratının 119. sayfasında Almanlarla ilgili şu yo­rumu yapmıştı:
“Kannengisser Paşa, kitabında, benim Almanları kalpten sevip sevmediğimden şüphe ediyor ve diyor ki: Behiç Bey’in Almanları samimi ve kalpten sevip sevmediğini bilemedim. Enver Paşa Türk ordusunu Alman metotlarına göre teşkilatlandırmak istiyordu, Behiç Bey’in ise bu fikre gönülden taraftar olduğunu zannetmiyo­rum.”
[Behiç Bey aralarında Enver Paşa ve Talat Paşa’nın da bulunduğu bir tören sırasında “Bir Türk subayının bir Alman subayından emir almasını hiçbirimiz içimize sindiremiyoruz Padişahım!” diyerek, ilk defa tüm Türk Erkânı Harp subaylarının duyguları­nı sesli olarak Padişah’a dile getirmişti.
Ayrıca bir Alman Generali olan Kannengisser Paşa, 1934 yılında Paris’teki Payot Kitabeyi tarafından basılan “Gelibolu” adlı kitabında Behiç Bey’le ilgili şu yorumlan yapmıştı: “Behiç Bey beraber çalıştığımız seneler esnasında, Türk subayları arasında hepsinden fazla temasta bulunduğum zattır. Gayet makul, derin görüşlü, gayet geniş umumi kültür sahibi, memleketinin tarihi, mazisi, ahlakı ve âdetleri hakkında esaslı bilgilere sahip bir zattı ki, emsali Türkiye’de epey nadirdir. Behiç Bey’in değerli bir meslek tecrübesi, hayret verici bir iş kapasitesi ve hakiki bir yaratıcı dehası vardı.”]
Behiç Bey şöyle devam ediyor: “Alman milletinin her sahada yük­sek kabiliyetini takdir edenlerdendim. Fakat toplu olarak Almanları sevmemde bir sebep yoktur ve memleketimizde bulunanlardan bazıla­rının yaptıkları münasebetsizlikler benim biraz, Alınanlara karşı so­ğukluk hissetmeme neden olmuştu.”
152. sayfaya ise “Almanlarla Münasebetim” şeklinde bir başlık atmıştı. Başlığın altında kaleme aldıkları ise çok ilginçti: “Karar­gâhtaki ve Alman Büyükelçiliğindeki yüksek rütbeli Almanlar, dairemize intikal eden işlerde çok defa istediklerini yapmadığım için beni sevmezlerdi. Hatta bir gün Enver Paşa’nın bekleme salo­nunda rast geldiğim Alman askeri ataşesi ‘Sizin icraatınız Alman-Türk ittifakını bozabilecek dereceye varıyor,’ demişti. Ben de ‘Be­nim bu kadar büyük salahiyetim varsa bununla gurur duyarım,’ diye cevap vermiştim.”
Behiç Bey 13 Ağustos Pazar sabahı Paris’e vardı. Fransa Dışişleri namına protokolden Bay Dulignier, Büyükelçilik çalışanları ve o dönemde görevli olarak Paris’te bulunan Kâzım Orbay Paşa tara­fından karşılandı.
Ertesi gün Fransa Dışişleri Bakanı Georges Bonnet ile görüşe­rek itimatnamesini Fransa Cumhurbaşkanı’na ne zaman sunabile­ceğini sordu. Cumhurbaşkanı tatildeydi, bu nedenle ancak eylül ortası gibi müsait olabileceğini öğrendi. Behiç Bey çok şaşırdı bu rahatlığa, çünkü kendisi savaşın pek yakında çıkabileceğini dü­şünmekteydi.
Behiç Bey bir küçük çalışma yapıp Paris’teki elçilik kadar kâti­bi az olan bir elçilik olmadığım anlayınca hemen Dışişleri’ne baş­vurdu, Beşir Balcıoğlu ve Melih Esenbel’i 3. kâtip olarak Paris’e getirtti. Elçilikte Leon Mandil isimli bir Yahudi kâtip çalışmak­taydı. Leon Mandil’in Fransızcası mükemmeldi, akıllı ve çok ça­lışkan bir kişiydi. Elçiliğin bütün Fransızca yazışmalarını Leon Mandil yapmaktaydı. Bu arada Büyükelçilik’teki Müsteşar Salih Zeki Örs, Başkâtip Fatin Rüştü Zorlu, üçüncü kâtipler Melih Esenbel ve Beşir Balcıoğlu, Mahalli Kâtip Sadi Eldem ve Reşat Temizer, hepsi Galatasaray Lisesi mezunuydular.
[Leon Mandil Osmanlı’nın Hicaz’daki 3. Ordusundaki Sağlık Komutanı Mandil Paşa’nın oğludur ve Atatürk kendisine “Özel Ataşe” payesi vermiştir.
Bir de Bodo isimli biri gelmişti Behiç Bey’le beraber Fransa’ya, ona bu ismi Atatürk vermişti. Esas ismi Prodromos Stamadiades idi, fakat bu ismi uzun bulan Atatürk, “Senin ismin Bodo olsun,” demiş ve hep öyle kalmıştır. Atatürk Konya’ya gittiğinde ona orda hizmet eden, geceleri paspasa kıvrılıp Ata’nın kapısında yatan uşaktı. Atatürk Mübadele Kanunu’nu çıkardığında yakın arkadaşı Behiç Bey’den bir ricada bulunur. “Bu Rum’dur Rum olmasına ama, hem öksüzdür hem de ne Rumca konuşur ne de orada bir akrabası ya da tanıdığı vardır. Mevkim itibarıyla Mübadele Kanunu’nu çıkartıp da Bodo’yu tutabilmem imkânsız olduğundan, sizden rica etsem bu emanetimi kabul eder misiniz?” O tarihten itibaren Bodo, Behiç Bey Türkiye’ye dönene kadar, hep Behiç Bey’e hizmet etmiştir.]
Siyasette durum tehlikeli bir hal aldığından Fransız Cumhur­başkanı Albert Lebrun 29 Ağustos’ta Paris’e dönmüştü ve Protokol Şefliği’nden Behiç Bey’e ertesi gün kendisini kabul edeceği bildi­rildi. 30 Ağustos günü saat 11.30’da Behiç Bey maiyeti ile beraber Elysee Sarayı’na gitti ve itimatnamesini Cumhurbaşkanı’na sundu. Bu tarihte Fransa’da 61 büyükelçilik bulunmaktaydı.
1   Eylül sabahı Almanya Polonya’ya savaş açtı, iki gün sonra da İngil­tere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan etti. Diplomatik olarak ortalık toz duman oldu. Behiç Bey’in yaşadıklarından edindiği çok önemli bir tecrübe vardı: “Savaş olsun olmasın en önemli silah istihbarattır.” Tarafların ne yapacaklarını önceden haber alabiliyorsanız ya da az bir bilginiz dahi olsa atacağınız adımları daha iyi belirler, risklerinizi en aza indirebilirsiniz. Bu nedenle Behiç Bey hemen tanışabildiği kadar çok elçiyle tanıştı ve Fransa Hükümeti nezdinde birçok ilişki kurdu. Türkiye’de Fransa Büyükelçisi iken tanıştığı M. Sarraut’nun İçişleri Bakanı olması Behiç Bey için büyük bir şanstı.
4 Eylül gecesi herkes uykudayken bir anda şehrin bütün sirenle­ri çalmaya başladı, herkes korku içinde uyandı, tedirgin bir bekle­yiş sonucunda uykusuz geçen bir gece oldu. Sonraki günlerde Pa­ris’te alarmlar o kadar çoğaldı ki, uyumak iyice zorlaştı. Ancak 1940 senesi 3 Haziran’ına kadar kente düşman bombası düşmedi.
Ekim sonuna kadar Behiç Bey karşılıklı ziyaretlerle hem resmi görevini yerine getirdi hem de oldukça insan tanımış oldu. Mısır Elçisi Fahri Paşa’nın verdiği bir davette Madame Georgette Jean Brunhes ve Madame Abrami ile tanıştı. Madame Brunhes adlı dul ve zengin kadın evinde sürekli bakanları, diplomatları, akademi üyelerini, generalleri, aristokratları kabul ederdi; diğeri Fransa’nın en meşhur doktorlarından M. Abrami’nin karısıydı, o da evine önemli kişileri kabul eder, Fransa’daki bütün siyasi olayları öğre­nirdi. Behiç Bey bu iki hanım sayesinde Fransa siyasetine hâkim birçok kişiyle tanışma fırsatı buldu. Fransa siyasetindeki bu ağır toplarla tanışması ve ahbap olması ileride işine çok yarayacaktı!
Bunların arasında Başbakan Daladier, Başbakan Paul Reynaud, Dışişleri Genel Sekreteri A1exi Leger, Fransa Meclis Başkanı Herriot, General Mougin, son Berlin Büyükelçisi Monsieur Coulondre, Dışiş­leri Bakanı Georges Bonnet, sonraki Dışişleri Bakanı Champetier de Ribes gibi isimler bulunmaktaydı.
Kurulan ilişkilerin ne işe yaradığının faydası ilerde daha net or­taya çıkacaktı, ama Behiç Bey en ufak bir işte çıkan pürüzü hemen bu sayede gideriyordu. Örneğin savaş zamanında “sauf conduit” denilen özel bir seyahat izin vesikası vardı. Bu vesika olmadan se­yahat etmek imkânsızdı. Elçilik ve konsolosluk personeli için gerekli olan bu belgeyi Dışişleri Protokol Şefliği düzenlemekte problem yarattı, “Sizde Türk çok, ama ecnebi de çok,” denince Behiç Bey derhal Budapeşte’de büyükelçilik yaptığı dönemde Fransa’nın askeri ataşesiyken tanıştığı General Jauard’a giderek meseleyi halletti. Behiç Bey inandığı bir konuyu çözmeden işin peşini bırakmazdı.
Fransa’nın harp ilan ettiği 3 Eylül 1939 tarihinden Almanların Fransa’ya girdiği 10 Mayıs 1940’a kadar (bu döneme Beyaz Harp Dönemi denir) ilk başlarda yoğun olan sirenler yavaş yavaş azalmış­tı, ancak geceleri karartma uygulanıyordu.
Bu arada Büyükelçilik, Ankara ile ciddi bir yazışma, daha doğ­rusu cevap alamama ya da bilgilendirilmeme sorunu yaşıyordu. Mesela: Arnavutluk maslahatgüzarı, Arnavut Kralı’nın eniştesi, ama aynı zamanda da Sultan Abdülhamid’in oğlu Abid Efendi idi. Behiç Bey bunun hassas bir konu olduğuna inandığı için Dışişleri’ne bu kişiye göreve başladığına dair herkese gönderdiği tamimi gönderip göndermeyeceğini sormuştu, ama hiçbir cevap alamadı. Behiç Bey’in hatıratında bu konu ile ilgili “âdetleri olduğu üzere cevap vermediler” yazılıdır.
Başka önemli bir örnekte 19 Ekim 1939’da ABD Büyükelçisi Mr. Bullitt Behiç Bey’i telefonla arayarak tebrik etti. Behiç Bey sebebini anlayamayıp neden diye sorduğunda, Mr. Bullitt İngiliz ve Fransızlarla ittifak anlaşmasının Ankara’da imzalandığı ceva­bını verdi. Behiç Bey hayretler içinde kalıp imzalandığını bize haber vermeleri gerekirdi, diye düşündü ve Mr. Bullitt’e mahcup oldu. Hemen ardından Dışişleri Genel Sekreteri Leger arayıp tebrik etti. Böyle bir anlaşma Paris Büyükelçiliği’ne tebliğ edil­memişti. Aradan bir ay geçti ve 24 Kasım’da ekonomik işbirliği anlaşmaları yapmak üzere Dışişleri Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu geldi. Behiç Bey, Numan Bey’e bu durumu anlattı, Numan Bey hayret bile etmeyerek, soğukkanlılıkla, “Unutulmuş olabilir,” dedi.
Uzun komutanlık dönemi; Atatürk’le 1907’de başlayan, aynı çadırda ikisinin sabaha kadar devlet meselelerini konuşmaları; Atatürk’ün Behiç Bey’e 1912’de Derne’den yazdığı özel mektup­lar; Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti’nin Bakanlar Kurulu’nda söz alıp istifasını vermek suretiyle yanlışların gide­rilmesini sağlaması; Kurtuluş Savaşı’nda üstlendiği, ordumuzu savaş alanlarına taşıma sorumluluğunun tecrübesi; demiryolları­nın ilk genel müdürlüğü sırasında mücadele ettiği zorluklar; İstanbul Milletvekilliği ve Bayındırlık Bakanlığı sırasında edindiği tecrübeler... Behiç Bey çok engin devlet tecrübesine sahip bir devlet adamıydı, yaşadığı bu ender cevap alabilme meselesini hiç sorun etmeyip hemen her konuda inisiyatifi ele almış ve Fran­sa’da resmi görevi ve vicdanı ne gerektiriyorsa yapmış, Anka­ra’ya da her yaptığını bildirmişti.
Bütün bu tecrübeler aslında kısa bir süre sonra Vichy hükü­meti ve Almanlarla yaşayacağı birçok zor durumdan kendisini ve beraberindeki binlerce kişiyi kurtaracaktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde Fransa’da 330.000 civarında Yahudi yaşamaktaydı, bunların aşağı yukarı 10.000’i Türk vatandaşıydı. Bu rakama Fransız tabiiyetine geçmiş Türk Yahudileri dahil değildi.
Fransız tabiiyetine geçmiş olan Türk Yahudi nüfusu ile ilgili bir rakam ise şu şekildeydi:
Almanlar 1940 sonbaharında Fransızlara Paris’te bir nüfus sayımı yaptırdılar. Amaçlan Paris’teki Fransız kimliği taşıyan Yahudi nüfusunu tespit etmekti. Bu sayımda Paris sınırları içerisinde 15 yaşın üstünde 113.467 Fransız vatandaşı Yahudi olduğu tespit edildi. Bu 113.467 kişinin 26.158’i Polon­ya, 7.298’i Rus, 4.382’si Rumen, 3.38l’i Türk, 1.926’sı Macar, 1.703’ü Alman ve 1.642’si Yunan kökenli Fransız vatandaşı Yahudilerdi. Bu rakamlar 15 yaş üstünü ve sadece Paris şehrini kapsamaktaydı. 3.381 Türk Yahudisine, 15 yaşın altındakiler de eklendiğinde, sadece Paris’te 5.000’in üzerinde Fransız vatandaş­lığına geçmiş Türkiye kökenli Yahudi’nin bulunduğu anlaşıl­maktadır. Bütün Fransa’da ise bu rakam 10.000 civarındadır.
Özetlemek gerekirse 10.000 civarında Türk vatandaşlığını kaybetmemiş, 10.000 civarında Türk vatandaşlığını bırakıp Fran­sa vatandaşlığına geçmiş, toplam 20.000 civarında Türkiye kö­kenli Yahudi Fransa’da yaşamaktaydı. O dönemde bu duruma muntazam Yahudiler ve gayri muntazam Yahudiler denirdi.
Fransa’da yaşayan Türk Yahudilerinin bazılarının babaları ya da büyükbabaları Osmanlı’nın son dönemlerinde Fransa’ya gelip yerleşmişlerdi. Bunların bir kısmı özellikle 19. yüzyılda Paris’te bulunan “Alliance Israelite Üniverselle” kurumunun Osmanlı’da açtığı Fransızca tedrisatlı okullarda okumuş insanların çocukları ya da torunlarıydılar. Bir kısmı ise azınlık haklarına titizlikle saygı göstermiş 2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra gelecek olan padişah aynı olmaz kaygısı ile Fransa’ya göç etmiş­ti. Başka bir Fransa yolculuğu yapan Yahudiler ise 1. Dünya Savaşı’nda Fransız ordusu İstanbul ve Anadolu topraklarından çekilirken, onlarla beraber gittiler Fransa’ya. Son olarak da 1920’de İzmir’e saldırıp Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Yunanlıların Müslüman demeden Yahudi demeden herkesi öl­dürdüğünü duyan bir kısım Yahudiler Fransa’ya göç etti.
Paris’te yaşayan Yahudiler genellikle 11. bölgeye, Fauburg Saint Antoine civarına yerleşmişlerdi.
1923 ANAYASASI’NIN 88. MADDESİNDE TÜRK VATANDAŞLIĞI İLE İL­GİLİ AYNEN ŞÖYLE YAZMAKTAYDI:
“Türkiye’de devamlı olarak yaşa­yan herkes Türk vatandaşıdır ve yurtdışında yaşayan vatandaşlar ise en yakın konsolosluğa kayıtlarını düzenli olarak yaptırdıkları müddetçe, ne kadar uzun süre yurtdışında yaşarlarsa yaşasınlar Türk vatandaşlıklarım korurlar.”
Ancak yurtdışında yerleşik bir­çok vatandaşın hiçbir kayıt yaptırmadığı ve yaşadıkları ülkelerin vatandaşlıklarını almaları eğiliminde oldukları anlaşılınca, 1935 senesinde Vatandaşlık Kanunu’nda yeni bir düzenleme yapıldı. Buna göre; Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere veya takip eden 5 sene içerisinde ülkesine dönmeyenler otomatik olarak vatandaş­lıklarını kaybedecekler, ancak 5 yılda bir konsolosluğa gidip kayıtlarını tazeledikleri müddetçe vatandaşlıkları devam edecek, aksi takdirde vatandaşlıktan çıkartılacaklardı.
Bu kanunun ardından birçok kişi kayıt yaptırdı, Fransa’da ya­şayan birçok Yahudi vatandaşımız ise buna gerek duymadı ve kayıt yaptırmadı. Zaten çoğu çok uzun yıllardır Fransız vatanda­şıydı.
Kanunun değiştiği 1935 ve takip eden ilk 5. yıl olan 1940 iti­barıyla kaydını yaptırmayan herkesin vatandaşlığı düşmüştü. Buna göre 10.000 civarında Türk vatandaşı Yahudi kayıtlıydı, neredeyse bir o kadarı ise kayıtsızdı (kaydı olanlar muntazam, kaydı silinenler gayri muntazam).
16            Mayıs 1940’ta Fransa’da tam bir panik havası hâkimdi. Sabah Başbakan Paul Reynaud’nun özel kalem müdürü elçiliğe telefon ederek Alman ordusunun akşam saatlerinde Paris’e gir­mesinin muhtemel olduğunu ve elçiliğin Paris’i terke hazırlanma­sını bildirdi. Ancak Alman ordusu istikametini kısa bir süre için Manş Denizi’ne doğru çevirince Paris’e girmesi birkaç gün erte­lendi. Bunun üzerine Behiç Bey derhal Başbakan’dan randevu talep etti ve 17 Mayıs saat 19.30’da Başbakan Paul Reynaud’ya gitti. Karşılaştığı manzara son derece üzüntü vericiydi, her tarafı titremekte olan Başbakan’a, Behiç Bey “Vaziyet nedir?” diye sordu, Başbakan ise “Çok tehlikeli olmakla beraber, ümitsiz de­ğildir,” dedi.
24            Mayıs’ta ABD Büyükelçiliği’ne giden Behiç Bey, Büyü­kelçi Bullitt ile konuşurken bir şeyi fark etti, bütün binanın cam­larına kum torbaları yığılmıştı. Büyükelçi Bullitt, kent civarında Almanların 30 km’lik bir gedik açtığını masanın üstündeki hari­tadan Behiç Bey’e anlattı. Eski bir komutan olduğunu bildiği Behiç Bey ile harita üzerinde epey fikir alışverişinde bulundular.
Behiç Bey 3 Haziran 1940 sabahı saat 13.30’da tam öğle yeme­ğine oturmuşken, müthiş bir bombardıman başladı. Elçiliğin tüm pencereleri sarsıldı. Elçiliğin karşısındaki 7 katlı binanın altında mahalle polisi elçilik personeli için bir oda hazırlamıştı, çünkü Fran­sa’da sığınaklar bir bodrum katından ibaretti, ancak Behiç Bey sü­kûnetini bozmadan yemeğini yemeyi tercih etti. Balkan Savaşı, Kur­tuluş Savaşı, alışıktı bomba seslerine ve bu seslerin kentin çok yakı­nında, ama içinde olmadığını tecrübelerinden anlamıştı. Bombardı­man şiddetini artırarak 40 dakika sürdü. Bu bombardımanla Alman­lar Renault ile Citroen fabrikalarını ve civarını bombalamışlardı. 200 Alman savaş uçağı 40 dakikada iki önemli fabrikayı ve çevresini yerle bir ederken arkada bin küsur ölü ve iki bin küsur yaralı bırak­mıştı. Savaşın ayak sesleri bomba olup gelmiş, ölüm kusup gitmişti 40 dakikada. Bu daha başlangıçtı.
Bu arada Bolonya Ormanı’na giden Behiç Bey bir bombanın elçiliğe yaklaşık 300 m mesafeye düştüğünü tespit etti.
UZUN YILLAR ÖNCE FRANSIZ VATANDAŞLIĞINA GEÇMİŞ BİRÇOK YAHUDİ, FRANSA DEVLETİNİN ALMANYA’YA TESLİM OLMASININ YARATTIĞI PANİKLE TÜRK BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE GELMEYE BAŞLAMIŞTI. BU İNSANLAR TÜRKİYE’NİN VATANDAŞLIKLARINI KAYBETMEMELERİ İÇİN ÇIKARDIĞI TÜM KANUNLARA DUYARSIZ KALMIŞLAR VE TÜRK KİMLİĞİNE İTİBAR GÖSTERMEMİŞLERDİ. AL­MANLAR GELENE KADAR TÜRK YAHUDİSİ OLMAKTANSA FRANSIZ YAHUDİSİ OLMAYI TERCİH ETMİŞLERDİ. (Ah……………)
Başkâtip Fatin Rüştü Zorlu, Büyükelçi Behiç Bey’e gelerek durumu bildirdi, ne yapılması gerektiğini sordu. Behiç Bey te­reddüt etmeden
“Her kim, gerek Osmanlı ve gerekse de Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kimlik, belge ya da tapu ibraz ederse, vatan­daşlık başvurusu doldurtup vatandaşlık ilmühaberi kâğıdı verin,” dedi.
Fatin Bey bunun üstüne “Sayın Büyükelçim, hiç belgesi olmadığı gibi, bırakın belgeyi, Türkçe bile bilmeyen, ama baba­sının, dedesinin uzun yıllar önce bizim topraklarımızda yaşadığı­nı iddia eden birçok Fransız var aralarında!” dedi. Bunun üzerine Behiç Bey
O zaman 6 kelime ezberlesinler kâfi: ‘Ben Türküm, akrabalarım Türk topraklarında yaşıyorlar.’ Bunu ezberletin ve verin gerekli evrakları, Almanlar Türkçe anlamaz nasıl olsa,” dedi ve ilave etti: “Bunu konsolosluklara da böylece bildirin.”
İşte henüz hiçbir şey başlamamışken Behiç Bey’in çok net bir tavır alarak inisiyatif kullanıp verdiği bu karar, daha sonra da Ankara’nın Başkonsolosluğu kapatın emrine uymayarak Paris’te Başkonsolosluğu tutması kararı, binlerce Yahudi’nin hayatını kurtaracaktı.
[Behiç Bey herhangi bir büyükelçi değildi, kendisi de Bakan sıfatı taşıyordu, ayrıca Kurtuluş Savaşı esnasındaki askerlik kariyerinde bile karşısındaki kim olursa olsun, yanlış olduğuna inandığı emirleri uygulamadan önce doğrusunun ne olduğunu söyleyen bir yapıya sahipti.
Mesela: Kurtuluş Savaşımızın en can alıcı yerinde, Başkuman­dan Mustafa Kemal’den “Dakika tehiri idamla cezalandırılacaktır” başlıklı bir telgraf aldı, telgrafta Mustafa Kemal cepheye asker sevkıyatının hızlandırılmasını istemek­teydi Behiç Bey’den. Behiç Bey Mustafa Kemal’in bu kesin ve hayati emrini uygu­lamadı ve Mustafa Kemal’e cevabi telgraf çekti:
“Hat daha süratli gitmeye uygun değildir, lokomotifin 40 km’den daha süratli gitmesi raydan çıkmaya sebep olacağın­dan tek sevkıyat bile yapılamayabilir, ikinci bir emrinizi bekliyorum.” Mustafa Ke­mal’den gelen cevap Behiç Bey’i onaylıyordu: “Siz nasıl uygun görürseniz.”]
Behiç Bey 3. Kâtip Melih Esenbel’i çağırtıp bir emir verdi: “Almanlarla uzun zaman çalıştım, onları çok iyi tanırım, burada bizi çok zorlu zamanlar bekliyor olacak, özellikle Yahudiler için tüm personele ve konsolosluklara bildirdiğim kararımın onların hiç hoşuna gideceğini zannetmiyorum. Anlayacağın burada her geçen gün her şey daha zorlu ve belki de tehlikeli olacak bizim için. Bu durumda evli olanların eşlerini ve çocuklarını memlekete göndermeleri zaruri gözükmektedir.”
Melih Bey Büyükelçi’nin bu kararını akşam eşi Emine Esenbel’e söyledi.[ Bin Renk, Bir Ömür, Sefire Emine Esenbel’in anıları sf. 80.]
9 Haziran Pazar günü saat 20.00’de Fransa’nın eski Ankara Büyükelçisi elçiliğe gelerek Behiç Bey’e hükümetin sabahleyin Paris’i terk ettiğini, elçiliklerin Paris’i terk etmeleri için yazılan bildirimin gönderilmesi için Dışişleri Bakanlığı’nda adam bu­lunmadığından, birisini gönderip genelgeyi aldırtmasını istedi.
Behiç Bey’in bir huyu da önceden olacaktan tahmin etmeye çalı­şıp gerekli önlemleri almaktı. Mesela Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in isteği üzerine demiryollarının başına geçtiğinde ilk yaptığı iş İstanbul’dan köprü yapımı ve tamirinde kullanılan çok özel bir teçhi­zatı bulup getirtmek oldu. Bu önemli teçhizata sahip olduğumuzu ise bir tek Mustafa Kemal’e söyledi. Nitekim bu teçhizatın kullanım tari­hinin yaklaştığını Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz’dan hemen önce, 17 Ağustos’ta Konya’ya Behiç Bey’in kaldığı yere gelmesiyle anla­mıştı Behiç Bey. Çünkü Mustafa Kemal gizli gelmişti, Ankara’da programı açıklandığı halde o gizlice Behiç Bey’in evine gelip “Taşları yan yana koydum, taarruza geçmenin vakti geldi,” dedi. İki gün, gün­düzleri Behiç Bey’le cepheye asker sevkıyatının nasıl yapılacağını çalışıp geceleri ise Akşehir’e giderek cephe komutanlarına ne zaman hangi cepheye kaç asker sevk edileceğini açıklayarak cephede ne yapacaklarını anlattı. Bu çalışma sonrası başlayan Büyük Taarruz’da orduyu cepheye şevkte karşılaşılan en büyük problem geri çekilen Yunan ordusunun tahrip ettiği köprülerdi. Yunanlılar nasıl olsa Türkler hiçbir zaman Osmanlı’da demiryollarını işletmedikleri için ne nasıl yapılır bilmezler diye düşünüyorlardı. Oysa demiryolları alanındaki yanlışlıkları dört ülkenin demiryolları ile karşılaştırarak bu konuda 1912’de 300 sayfalık ilk ve tek eseri yazan bir Osmanlı subayını, Behiç Bey’i hesaba katmamışlardı.
Savaşın ilanından birkaç hafta sonra, Melih Esenbel bir öğleüzeri tüm sefaret mensuplarını topladı ve Büyükelçi’nin tüm hanımları ve çocuklarını Türkiye’ye geri göndermelerini istediği­ni açıkladı. Kimsenin itiraz edecek bir hali yoktu. Emir büyük yerden olduğundan, kimse itiraz edemedi.
Behiç Bey Paris’ten taşınma işini 9-10 Haziran gecesi olarak planlamıştı bile, her şey hazırdı. Gerekli emirleri verdi, Paris’teki elçilikte İkinci Kâtip Şevket Utkuman ile bir kapıcı, bir de İsviç­reli Emest isminde bir hizmetkâr kalacaktı. Paris Başkonsolosu Cevdet Dülger elçilikle beraber gitmek istedi, hatta Dışişleri Ba­kanlığı Cevdet Dülger’in gitmesine müsaade ettiyse de, Paris’teki vatandaşlarımızın himayesi için Behiç Bey Başkonsolosluğu Paris’te bırakma kararı aldı. Talimatı vermek üzere gece Cevdet Dülger’i çağırttı. Cevdet Bey, Behiç Bey’in Ankara’dan yazılı onay olmasına rağmen bu kararı vermesine, geride bırakıldığım düşünerek çok bozuldu. Oysaki Behiç Bey Cevdet Dülger’in aksine, Paris’in en emin yer olduğunu düşünmekteydi ve zaman Behiç Bey’i haklı çıkartacaktı.
Behiç Bey, müsteşar, başkâtip ve eşi, ikinci kâtip, iki üçüncü kâtip ve eşleri, askeri ataşe, muavini ve eşleri, mahalli kâtipler ve diğer çalışanlarla birlikte 20 kişilik bir ekip Vichy’ye doğru yola çıktı.
11            Haziran gecesi Başkâtip Fatin Rüştü Zorlu Behiç Bey’i uyandırdı ve Başbakan Paul Reynaud’nun telefonda olduğunu söyledi, telefona gelen Behiç Bey’e Başbakan, İtalya’nın gece yarısından itibaren Fransa’yla harp haline gireceğini tebliğ ettiği­ni, bu kötüleşen durum karşısında Fransa’nın Türkiye’nin dostlu­ğuna ihtiyaç duyduğunu söyledi.
Dışişleri Genel Sekreteri Büyükelçi Charles Roux’yu ziyarete giden Behiç Bey’le Roux arasında tarihi bir konuşma gerçekleşti. Roux neden Türkiye’nin savaşa girmediğini sitemkâr bir şekilde dile getirip arkasından ülkesinin içine düştüğü durumdan dolayı ağlamaklı oldu, teselli etmek Behiç Bey’e düştü:
“1918 mütareke­sinden sonra Türkiye’yi ne hale getirdiğinizi bilirsiniz. Dört-beş sene içinde memleketim kendisini kurtardı. Siz büyük ve zengin bir milletsiniz, daha çabuk kurtulursunuz; milletlerin ve bilhassa sizin tarihinizde böyle şeyler çok olmuştur.”
12            Haziran günü Başkomutan General Weygand, Vichy yo­lunda olan Fransa Hükümeti’ne Tours şehrinde kötü haberi verdi; Cumhurbaşkam’nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’na askeri durumun ne kadar vahim olduğunu izah edip Fransa’nın mütareke yapılsın ya da yapılmasın tamamıyla düşman işgalinden kurtulamayacağım bildirdi. Ertesi gün Tours şehrine gelen Churchill’e de Fransa’nın durumu aktarıldı. Bu haberleri öğrenen Behiç Bey oldukça endişelendi, zamanında Osmanlı ordusunda beraber çalışmak zorunda kaldığı Almanları çok iyi tanıyordu, 1. Dünya Savaşı’nda da Almanların hırslı, disiplinli oldukları ve dur durak bilmedikleri anlaşılmıştı. Bu, pek yakında nereye giderse gitsin Almanlarla karşılaşması anlamına geliyordu. “İsmet Bey’in Berlin teklifini kabul etmedik, bak şu başımıza gelenlere, Almanlar alınyazısı olmuş bana galiba,” diye düşündü.
Bu arada Mareşal Petain Başbakan, İçişleri Bakanı da Pomaret olmuştu. Behiç Bey derhal ikisini de ayn ayrı ziyaret ederek Alman­larla ilgili bilgi almaya çalıştı. Behiç Bey’in özellikle 23 Haziran’da ziyaret ettiği İçişleri Bakam Pomaret’nin çok neşeli olduğu dikkatini çekmişti. Hâlbuki durumları içler acısıydı, Almanlarla mütareke imzalanmış, Almanlar mütarekenin mürekkebi dahi kurumadan Pas de Calais, Nord ve Alsace-Lorraine’i de içine alan geniş bir bölgeyi Almanya’ya ilhak etmişlerdi. Bu şu demek oluyordu: Fransa’nın önemli bir kısmı işgal altındaydı. İşin acıklı tarafı mütarekenin 18. maddesinde Fransa’yı işgal eden Alman kuvvetlerinin masraflarının Fransa Hükümeti tarafından karşılanacağı yazıyordu, rakam bile tespit edilmişti: günlük 6 milyar frank (sonradan bu miktar günlük 400 milyon franka indirilmiştir).
Almanlar malum emellerinden dolayı 19. maddeye Alman te­baasından Fransa’ya iltica etmiş olanların iadesini koymuşlardı.
Almanlar General Huntziger başkanlığındaki Fransız delegas­yonuyla 25 Haziran 1940 günü imzaladıkları mütarekeyi, 1918’de, savaşı kaybettiklerine dair kendilerine imzalatılan antlaşma ile aynı yer olan Retheondes Ormanı’nda ve daha da ileri giderek aynı vagonda imzalamışlardı.
[Bir de misal vermiş hatıratında Behiç Bey: “Dostumuz General Mougin’in oğlu olan bir topçu alayı yaveri, Alay Komutanı’nın yanına gitmiş, Alay Komutanı mütarekeden do­layı memnuniyetini dile getirerek ‘Çok şükür bu beladan kurtulduk,’ demiş. Küçük Mougin buna tahammül edemeyerek alay komutanına itiraz etmiş, bu itiraz dolayısıyla Yüzbaşı Mougin’i divan-ı harbe vermişler. Fakat babasının müdahalesiyle bir ceza al­mamış.”]
Adolf Hitler kısa bir süre için vagona binmiş, sonra ayrılmış, mütarekeyi ise generaller imzalamıştı.
Bu delegasyonda bulunan Dışişleri erkânından Lagarde Behiç Bey’e bunu anlatırken beraberinde şunu da eklemişti: General Hutzinger, General Keitel’e “İngiltere’nin işi de birkaç haftada biter değil mi?” sualini sormuş; Keitel bu işin bu kadar basit olmadığını söylemiş. Keitel Huntzinger’e bir soru olarak da “Rica ederim bana söyler misiniz, İtalya sınırında kaç tümeniniz vardı?” demiş. Fransız General 3.5 tümen deyince Keitel İtalyanlar için “Vay edepsizler, bize 25 tümen dediler,” demiş.
25 Haziran mütareke günü Fransa’da matem günü olarak ilan edildi. Ancak herkesin evlerine çekileceğini, perdelerini indire­rek matem bayraklarını asacaklarını, kiliselere koşup dua ede­ceklerini, ağlayıp sızlanacaklarını zanneden Behiç Bey gördüğü duruma çok şaşırdı; bütün halk sokaklarda, kahvelerde güler yüzle gezmekteydi.
Behiç Bey aynı gün Müsteşarı Salih Örs ile Fransa Meclis Baş­kanı Herriot’a gitti. Herriot gayet soğuk davranıp başını pencere tarafına çevirdi. Birçok ahlar ohlar çekip adeta bir aktör gibi rol yaparak, “Beni aldattılar, beni aldattılar!” diye arkası dönük söyle­nip durdu. Behiç Bey “Sizi kim aldattı?” diye sorunca dönüp bağı­rarak ve ellerini Behiç Bey’e uzatarak “Siz ve Ruslar,” dedi. “Ni­çin?” dedi Behiç Bey. Herriot İtalya harbe girer girmez Türki­ye’nin harbe girmemesine kızmıştı. Behiç Bey “İtalya harbe girdiği günlerde mütareke istemeyi düşünüyordunuz, biz kiminle harbe girmeliydik? Değil biz, Amerika dahi harbe girseydi, bu günlerde bir şey değişmezdi,” dedi. Herriot “Hayır, siz girseydiniz her şey başka türlü olurdu,” diye ısrar etti. Herriot o kadar hiddetliydi ki, bir dövmediği kalmıştı Türk heyetini.
Bu görüşme üç sene sonra bir İspanya gazetesinde şu şekilde yer alır:
TÜRKİYE NE YAPIYOR?
Fransa’nın trajik günlerinde Reynaud Hükümeti Paris’ten kaçıp Bordeaux’da görevini sürdürdüğü sırada Türk Büyükelçisi Behiç Erkin yanında müsteşarı ile Fransa Meclis Başkanı Herriot’u ziyaret etti. Herriot bu ziyareti fevkalade soğuk karşıladı ve gecik­meden Türkiye’ye karşı siteme başladı, nedeni Türkiye’nin Müttefiklerle savaşa gir­meyişiydi. Herriot’un kızgınlığı giderek artmakta ve Türk diplomatları neredeyse kendilerinin camdan atılacaklarından endişelenmekteydiler. Fakat Behiç Erkin, İnönü ile aynı ekolden gelmesi dolayısıyla soğukkanlılığını muhafaza ederek Herriot’a sor­du: “Eğer harp ilan etmiş olsaydık Fransa’nın silah bırakmaya ve teslim olmaya hazır­landığı anda, Türkiye’nin hali ne olurdu?”
Herriot kıpkırmızı oldu, “O zaman durum tamamen farklı olurdu,” dedi.
Paris’ten Vichy’ye kadar 1 ay süren yolculuk sırasında Üçüncü Kâtip Beşir Balcıoğlu ile Melih Esenbel çok fedakârca, bazen uy­kusuz, bazen aç, gece gündüz çalışmışlardı. Behiç Bey bu insanla­rın terfilerini temin etmek için aylarca Dışişleri Bakanlığı ile mü­cadele etti.
Bu esnada Vichy Fransa’sında siyasette her gün şoke edici ge­lişmeler yaşanıyordu. Cumhurbaşkanı Albert Lebrun kendisine gönderilen bir heyet artık gitmesi gerektiğini söyleyince, istifa bile etmeden Vichy’yi terk etmişti. Mareşal Petain 10 Temmuz 1940’ta Devlet Başkanlığı’nı ilan etmişti.
Türk Büyükelçisi fevkalade yumuşak, fakat ironiden uzak olmayan bir diplomasi içinde cevap verdi: “Bizim için evet. Fransa için hayır!”
O günden bugüne şartlar hayli değişmiş bulunmaktadır. Mesele şudur ki; bütün deği­şikliklere rağmen Türk siyasileri acaba Behiç Erkin kadar cesur cevaplar verebilmiş­ler midir?
Zira şüphesiz ki, her gün Herriot’unki kadar emrivakilerle dolu şiddetli suallerle karşı­laşmaktadırlar.
Büyükelçi bu gibi konularla uğraşırken Fransa’daki Yahudiler kendilerini nelerin beklediğini henüz bilmiyorlardı. Almanya’da 1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesiyle başlayıp 1945’te şartsız teslim olmalarına kadar geçen 10 yılı aşkın dönemde 6 milyon erkek, kadın, çocuk, genç, bebek, ihtiyar sadece dinlerinden dolayı insanlık tarihinin en trajik katliamını yaşayacaklardı. Sistematik olarak planlanan ve 6 milyon insanın diri diri öldürülmesiyle so­nuçlanan bu olay bugün Birleşmiş Milletler tarafından her detayıy­la tanımlanmış ve tanınmış, dünya insanlık tarihindeki tek soykı­rımdır. Hangi ülkede oldukları fark etmiyordu, Nazilerin işgal ettiği bütün topraklarda Yahudileri “Nihai Çözüm” bulacaktı.
 [Nihai Çözüm, Hitler’in, Avrupa’da yaşayan milyonlarca Yahudi asıllı insanı, ihtiyar, kadın, erkek, çoluk, çocuk, bebek demeden, sistematik bir şekilde, sadece bu soykırımı için inşa edilmiş ölüm kamplarında yakmak ve gaz vermek suretiyle canlı canlı imha etme planına verdiği isimdir.]
ADOLF HİTLER 1941 EYLÜL’ÜNE KADAR TAM OLARAK YAHUDİLERE NE YAPACAĞINA KARAR VERMEMİŞTİ, HATTA 1940’TA İŞGAL EDİLMİŞ ÜLKELER­DEKİ YAHUDİLERİN 4 YIL İÇİNDE MADAGASKAR’A GÖNDERİLMELERİNİ AMAÇLAYAN PLAN İLE İLGİLİ BELGELER BULUNMAKTADIR. ANCAK NAZİLERİN “NİHAİ ÇÖZÜM”DE KARAR KILMALARI ÜZERİNE 10 ŞUBAT 1942’DE BU PLANDAN VAZGEÇİLMİŞTİR.
18 Eylül 1941 günü Hitler’in “Nihai Çözüm”ün başı olarak gö­revlendirdiği Himmler, Wartheleand Gauleiteri Arthur Greiser’e gönderdiği mektupta şöyle yazmaktadır:
“Führer, eski Reich’ın (Alman İmparatorluğu) ve himaye altın­daki devletlerin batıdan doğuya yürütülecek bir hareketle Yahudilerden mümkün olduğunca çabuk arındırılmasını istemektedir.”
Bu emirden hemen sonra 1941 Ekim başında Einsatzgrupen’in Yahudileri kitle halinde kurşuna dizmeleri sorun yaratmaya başladı­ğında 6 milyona yakın insanın en acımasız şekilde katledilmesi kararını veren dört kişi bir araya gelmiştir: Nazi Partisi Irk Politikası Bürosu Müdürü Erhard Wetzel, Führer Şansölyesi Müdür Yardımcısı ve Ötanazi Programı’nın baş sorumlusu Victor Brack, İşgal Edil­miş Doğu Topraklan Reich Bakanı ve Yahudi İşleri Danışmanı Alfred Roenerg ve SS-Oberstrumbannfıihrer (Yarbay) Adolf Eichmann.
Karar: Yahudiler için kurulacak ölüm kamplarında hepsi büyük odalara alınacak, bu insanlara canlı canlı karbon monoksit ve hid­rojen siyanürü (Zyklon B) verilecek ve 7-8 dakika can çekişerek öldürülen cesetler yakılmak suretiyle imha edilecektir.
Fransa’da Behiç Bey’in Vichy Hükümeti’nin seri olarak Yahu­dilerle ilgili çıkardığı kararlarla uğraşmaya başladığı sırada doğuda bir soykırım planı çerçevesinde sistematik ölüm ve imha merkezle­ri olan Chelmno, Belzec, Treblinka ve Auschvvitz kampları inşa ediliyordu.
Vichy Hükümeti kısa bir zaman içerisinde kanun ve kararname fabrikası haline gelmişti. Bu sırada Fransa Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Mr. Charles-Roux 11 Temmuz günü saat 11.30’da Behiç Bey’i hükümetin yerleştiği Park Otel’e çağırdı. Behiç Bey otele vardığında gördüğü manzara karşında irkildi, lobi mahşer günü gibiydi! Asansörün kapısına gelen Behiç Bey’i nöbetçi asker en­gelleyerek yukarı çıkmasına engel oldu. Holün ortasında ufak bir masanın başında oturan bir subayı gösteren asker, oraya gidip mat­bu bir kâğıdı doldurması, kimi, ne için görmek istediğini yazması gerektiğini söyledi Behiç Bey’e. Ancak bu prosedürden sonra kâğıt yukarı gidecek, onay alınacak, uygunsa yukarı çıkılabilecekti!.. Behiç Bey derhal nöbetçiye haddini bildirdi:
“BENİM BURADA HİÇBİR İŞİM YOK, MR. CHARLES-ROUX BENİ DAVET ETMİŞTİ, BEN GERİ DÖNÜYORUM, İSTERSEN HABER VER; TÜRKİYE BÜYÜKEL­ÇİSİ GELDİ, BEN YUKARI ÇIKARMADIM!”
Behiç Bey çıkıp gitti. Kısa bir süre sonra Dışişleri Bakanlı­ğından telefon edip özür dilediler ve saat 17.00’de gelmesinin mümkün olup olmadığını sordular. Behiç Bey bu şartlarda geleme­yeceğini bildirince kendisine kapıda onu bir yetkilinin bekleyeceği ve yukarı şahsen çıkartılacağı sözü verildi.
Saat 17.00’de randevusuna giden Behiç Bey, Fransa Dışişleri Bakanı Müsteşarı’na “Eğer biz buraya serbest girip çıkamazsak, ben bir daha buraya ayağımı basmam!” dedi.
Behiç Bey’in ne kadar tavizsiz bir mizaca sahip olduğunu bilen Fransa Dışişleri Bakanı ve diğer diplomatlar aralannda toplanarak bu meseleyi konuşup bir renkli vesika vererek Behiç Bey’in bu problem­le karşılaşmaması için işi hemen çözdüler.
Fransa Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Behiç Bey’den, bir iş ol­sun olmasın, hiç olmazsa haftada bir defa kendisi ile görüşmesini rica etti ve bundan çok memnun ve müstefit olacağını (yararlana­cağını) beyan etti. [Behiç Erkin, Hatırat sf. 460.]
Yeni Dışişleri Bakanı Baudoin elçileri hiç kabul etmezdi, daima Genel Sekreteri ile görüştürürdü. Ancak 31 Ağustos 1940 günü Behiç Bey’i Park Otel’in hemen bitişiğindeki Chante-Claire isimli lokantada yemeğe davet etti. Behiç Bey yemeğe giderek yeni Dı­şişleri Bakanı ile tanıştı.
Behiç Bey de Dışişleri Bakanı Baudoin’i Türk Elçiliği’nde ağırladı 18 Eylül akşamı. Böylece hem Müsteşar ile hem de yeni Dışişleri Bakanı ile iyi bir diyalog tesis etmişti. İleride çok ihtiyacı olacak diyalogları!
27 Eylül 1940 günü Alman askeri yetkilileri işgal altındaki Fransa topraklarında Yahudilere karşı seri şekilde kararlar almaya başladılar. Aynı ay içerisinde de Yahudi nüfus sayımı yaptırdılar.
[Les Juif Sous L’Occupation: Recveil des Textes Officiels Français et Allemands 1940-1944 (Centre de Documantation Juive Contemporaine, Paris, 1982) sf. 18-19, bundan sonra bu kısaca LJSO diye geçecektir. Ayrıca: Warren Green, “The faith of Oriental Jews in Vichy France”.]
16 Ekim 1940 gazeteleri “Le status de juifs” (Yahudilerin statü­leri) başlıklı bir kanunu yayımladı. Bu kanuna göre Fransa Devleti’nin Legion d’Honneur madalyası ile onurlandırdığı ve askeri madalya alanlar istisna olmak kaydıyla, geri kalan tüm Yahudiler devlet memurluğu, öğretmenlik, subaylık ve daha birçok özel işlere girmekten men ediliyorlardı. [Behiç Erkin, Hatırat sf. 463.]
23           Ekim 1940 günü Laval, Hitler’le Montoire-sur-Loire’da bu­luştu ve Fransa’nın Almanlarla işbirliği (collaboratin) başladı. Hitler’in Laval’a teklif ettiği ve Mareşal Petain’in haberdar edildiği işbirliği bu toplantıda konuşulmuş, fakat tümüyle Almanların iste­diği şekilde gerçekleşmemişti. Mareşal Petain bunu iktisadi anlam­da benimsemiş, oysa Laval ikinci defa iktidara geldiğinde tam anlamıyla gerçekleşmiştir.
Laval Almanlarla işbirliğini daha iyi idare etmek için Dışişleri Bakanlığı’nı kontrolü altına aldı ve Müsteşar Charles Roux’yu istifa ettirerek yerine Rochat’yı Büyükelçilik payesi ile Müsteşar yaptı.
17           Ekim’de yeni bir karar açıklanmıştı, buna göre her Yahudi mahalli olarak kendini ve evini kaydettirecek, izinsiz evini terk edemeyecek, işgal edilmemiş Fransa’ya giderse geri gelemeyecek­ti. Karar devam ediyordu: Yahudiler artık hiçbir ticari faaliyette bulunamayacak, sahip oldukları işletmeler yönetilmek üzere Hıristiyanlara devredilecek, işletmenin görünür bir yerine hem Almanca hem Fransızca “Bu bir Yahudi işletmesidir” levhası asılacaktı!
Bu işletmeler işgal kuvveti iktisadi ilişkiler Yahudi bölümü yetkilisi Dr. Blanke tarafından yürütülecek operasyonlarla ilk ola­rak Fransızlara devredilecek, sonra da asgari bir fiyata satılacak, alınan paralar, Caisse des Depots et Consignations denilen bir kurumda eski Yahudi sahipleri adına muhafaza edilecekti. Eski sahipleri anaparaya dokunamayacak, ancak senelik % 2.5 faizini çekebilecekti. [LJSOsf. 17-18,114-127.]
İşgal altındaki Fransa’da Alman Ordu Kumandanlığından Otto von Stulpnagel imzası ile 12 Kasım 1940’ta işletmelerin devri ile ilgili detaylı bir bildirim yayımlandı.
YAHUDİ İŞLETMELERİN GEÇİCİ YÖNETİCİLERİNİN TALİMATLARI
Yahudi işletmelerindeki geçici yöneticiler her şeyden önce Fransa ekonomisine Yahudilerin girmesini engellemek için Yahudilerin sahip olduğu her geçerli belgeyi imha edeceklerdir. Böylece normal seyrindeki Fransa ekonomisi engellenmemiş olacak, işletmelerde oradaki insanlar işlerini kaybetmeden ve sadece Fransız ve Alman müşterilerle ilgilenilerek çalışmaya devam ede­cektir.
Geçici yönetici hiçbir Yahudi’nin, eski işletme sahibi dahi olsa, işletmede söz sahibi olamayacağını sağlamakla yükümlüdür. Şayet çok acil bir durum olursa Yahudiler işletmeden para alabilecek, ancak geçici yöneticiler kesinlikle insanların Yahudilerin bu işlet­melerde söz sahibi olduğu intihasını edinmemelerine özellikle dik­kat edeceklerdir.
Yahudi çalışanlar işletme onlarsız çalışabildiği an işten çıkartı­lacaklar. Geçici yöneticiler hiç unutmamalıdırlar ki, kendileri bir dönem için sadece işin başındadırlar, işletmelerle ilgili nihai ayar­lamalar mümkün olan en kısa zamanda yapılacaktır.
Yahudilerin katılımı olmadan işletmelerin operasyonunun de­vamı 3 şekilde sağlanabilir:
1-            Yahudiler işletmelerini Yahudi olmayanlara satabilirler ya da haklarını devredebilirler. Bu yöntem hiç zaman kaybı olmaması açı­sından yararlıdır. Ancak geçici yöneticiler çok dikkat etmelidirler ki, satın alan kişi kesinlikle Yahudi etkisi altında olmayan bir kişi olmalı­dır. Eğer bir şüphe söz konusu olursa ve bu kişi ikinci bir anlaşma ile bir kukla ise veya daha değişik bir yöntemle sonradan Yahudilerin işlerinin başına dönmesini sağlarsa, tüm anlaşmalar geçersiz sayıla­caktır. Bir anlaşma yapıldığında derhal ilgili Bakanlığa bildirilecek, şüphelenilen anlaşmalar geçersiz sayılacaktır.
2-            Yahudiler işletmelerini satmak ya da devretmek istemezlerse ki birçok durumda bu olacaktır, bu durumda geçici yöneticiler işletmeyi ya bir bütün olarak ya da parça parça Yahudi olmayan­lara satmaya yetkilidirler. Bu satışlarında kontratları derhal askeri karargâha getirilecektir. Bu, bir işletmenin en hızlı şekilde devir yoludur. Rekabetin olduğu alanlarda Yahudi işletmeleri Yahudi olmayan rakiplere satılmalıdır.
3-            Bazı işletmeler Fransa ekonomisi için gerekli ve önemli ol­mayabilir, bunlar envanter satışı ile derhal bir bütün olarak veya tek tek satılmalıdır. Bu işletmelerin kesinlikle yeni mal almalarına izin verilmeden tahliye satışına geçilmelidir.
İhtiyaç olmayan bu işletmeler askeri karargâhlara bildirilerek onay alınacaktır. 4 hafta sonra tüm geçici işletmeciler rapor vere­cek ve başarısız olanlar hemen işlerinden el çektirilecektir.
Geçici yöneticiler hiçbir şekilde eski sahiplerine karşı sorumlu­luk taşımazlar.
Fransa ikiye bölünmüştü, Alman, işgali altındaki Fransa ve işgal edilmemiş Fransa. İşgal edilmemiş Fransa’yı yöneten Vichy Hükü­meti hiç gecikmeden yukarıda bahsi geçen yasaları daha da ağırlaştı­rarak uygulamaya başladı. Birçok Yahudi işgal olmamış topraklara Almanlardan kaçarak gelmişti ama nafile, Almanların çıkarttıkları Yahudi kanunlarını uygulamada Vichy Fransa’sı Alınanlardan bile beterdi ve bu durum Behiç Bey’in canını iyiden iyiye sıkıyordu.
Bu arada Fransız bankaları da Almanların emriyle bütün müşte­rilerine Yahudi olmadıklarına dair bir belge getirmelerini, getirme­yen herkesin kasasına el konulacağını bildirdi. Hemen ardından Almanlar bütün bankalardaki Yahudilere ait kasaları açmaya baş­ladılar ve içinden ne çıkarsa çıksın el koydular.
ALMANLARIN FRANSA’YA GELMESİ İLE BİRLİKTE UZUN SENELERDİR FRANSA’DA YAŞAYAN ÇOKTAN FRANSIZ VATANDAŞI OLMUŞ BİNLERCE YAHUDİ, 30-40 YIL ÖNCEKİ TAŞIDIKLARI OSMANLI VE TÜRK KİMLİKLERİNİ HATIRLAMIŞ­LAR, TÜRK BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE VE ELÇİLİĞE BAĞLI KONSOLOSLUKLARA GELME­YE BAŞLAMIŞLARDI.
Büyükelçi Behiç Erkin kesin talimat vermişti, başvuran ve bir zamanlar Türk ya da Osmanlı tebaası olduğunu iddia eden herkese vatandaşlık ilmühaberi verilecekti. Böylece o insanların canlarını koruma altına alabileceğini düşünüyordu. Ama gerek işgal altında­ki Fransa topraklarındaki Alman kanunları, gerekse de Alman’dan çok Alman olmaya çalışan Vichy Hükümeti’nin bu insanlarının mallarına, mülklerine, paralarına ve hatta işyerlerine el koyacakları hiç aklına gelmemişti. Fakat daha 1-2 ay önce 29 Temmuz’da Laval ile yaptığı görüşmeyi hatırladı.
Bu görüşmede Laval kendisine siyasi ve askeri vaziyeti anlatarak Avrupa’nın rahat etmesi ve Fransa’nın istiklali için İngiltere’nin mağlup edilmesi lazım geldiğini ve bu işi ancak Almanya’nın yapa­bileceğini, İngiltere İmparatorluğu mevcut oldukça Fransa’nın istik­lalini muhafaza edemeyeceğini, bunun için kendisinin bütün elinden gelen vasıtalarla Almanya’ya yardım edeceğini açık bir lisanla söy­ledi. Mareşal Petain’le beraber Fransa’nın en güçlü iki kişisinden biri olan Başbakan Yardımcısı Laval, Almanlara “her vasıta ile” yardım edeceğini alenen söylüyordu. Behiç Bey bu “her vasıta” ifadesinin açılımı olarak, Yahudilerle ilgili Almanların çıkardığı her kanundan sonra, aynısının daha da ağırlaştırılmışının Vichy Hükü­meti tarafından çıkartılmasına şaşırmıyordu. Sadece bu işin her ge­çen gün daha kötüye gideceğini görüyordu.
“İyi ki Paris’te Başkonsolosluğu bırakmışım, daha neler göre­ceğiz kim bilir?” dedi kendi kendine.
Paris Başkonsolosu, Büyükelçi Behiç Bey’e Almanların Yahudilerin mallan ile ilgili çıkarttıkları emir ile ilgili ne yapılması gerektiğini sordu. Behiç Bey “Çıkartılan kanuna uymak gereklidir, ancak maddi herhangi bir zarar söz konusu olursa bizim himaye­mizin söz konusu olduğunu derhal ilgili makama bildirin,” dedi. Ayrıca, “Her Yahudi Türk vatandaşı işyerine ve evine Türk oldu­ğuna dair bir yazı asacak!” diye ekledi.
25           Kasım 1940’ta bu sefer Başkonsolos, Büyükelçi’ye yazdığı yazıda Almanların çıkarttığı ikinci kanunla ilgili ne yapılması ge­rektiğini sordu.
Behiç Bey Birinci Dünya Savaşı’na Almanlarla müttefik olarak Osmanlı’nın katılması dolayısıyla Osmanlı ordusuna getirilen Al­man komutanlarla 4 uzun sene çalışmak zorunda kaldığından, on­ları çok iyi tanıyordu. Onları iyi tanıması, dünyadaki gelişmeleri çok iyi takip etmesi, 11 yıl boyunca Budapeşte’de Büyükelçilik görevi yaparken, tüm Macaristan’ın yakından takip ettiği Alman­ya’da olup bitenleri, Nazi Partisi’nin iktidar yolunu ve politikaları­nı gayet iyi biliyordu. Tüm bilgilerini ve yaşadıklarını yan yana koyduğunda Almanların özellikle “sadece Yahudilerle ilgili” çı­kardıkları bu kanunlar Behiç Bey’i çok rahatsız etmişti.
Bu meseleyi Melih Esenbel konsolosluklara bildirdi. Bu arada kişisel görüşmelerle yürütülmesini istedi işin. Paris Başkonsolosu Cevdet Dülger, Behiç Bey’e 3 Mart 1941’de bir yazı gönderdi, bu yazıda Alman otoriteleri ile görüştüğünü ve kendisine bugün yazılı olarak Almanlardan cevap geldiğini, kanunların Fransa’da yaşayan tüm yabancı uyruklu Yahudiler için geçerli olacağını yazmakla beraber, son cümlede Türk Başkonsolosluğu’nun yapacağı münfe­rit başvuruların memnuniyetle değerlendirileceğini yazdı. Behiç Bey hem şaşırdı hem de planının Almanlar nezdinde en azından şimdilik geri tepmediğini görmekten dolayı mutlu oldu.
Behiç Bey olayları dikkatle izliyordu. Bu arada yine değişen Fran­sa Dışişleri Bakam ile de hemen temasa geçmişti. 30 Kasım’da Mr. Flandin ile teferruatlı ve güzel bir toplantı yaptılar.
Bu arada Vichy Fransası da tam bir kaos içindeydi. 13 Aralık günü Mareşal Petain, politik bir kurnazlıkla Laval’ın istifa etmesini sağladı. Hatta Otel de Parc’a dönen Laval’ı buraya bile almayıp Vichy’den 15 km uzaklıktaki Chateldon’daki ev hapsine gönderdi.
Hitler’e bir tegraf yazan Mareşal, Fransa’nın politikasının de­ğişmeyeceğini, ancak Laval ile çalışmayacağını ifade etti. Ertesi gün Paris’teki Alman Büyükelçisi Abetz ile birkaç general silahlı bir kıta himayesinde Vichy’ye gelip Mareşal ile görüştü. Görüşme olduça hararetli geçti, fakat Laval hiçbir bakanlık teklifini kabul etmedi. Bunun üzerine Abetz Laval’ı da yanına alıp generalleri ile beraber Paris’e döndü.
Savaş başlamadan sayıları 61 olan Fransa’daki yabancı büyü­kelçilikler, Vichy’de 40’a kadar düşmüştü.
Paris’te Yahudi işletmelerini Almanlar ya da Fransızlar sebebi belli olmayan şekilde bir anda mühürleyebiliyorlardı. Bu mühürleme olayları Türk Yahudilerinin yerlerine olduğunda, konsolosluk hemen harekete geçiyor ve gerek Alman otoritelerine gerekse de Fransızlara ilgili mülk ya da işyerinin mührünün kalkması doğrultusunda hem protestoda hem de talepte bulunuyordu. Bu talep Alman tarafında Adolf Eichmann’m Fransa’daki temsilcisi Büyükelçi Abetz’e yapıl­dığı gibi, işgal altındaki Fransa’da Alman güvenlik polisinin başı olan Theodor Dannecker (1942 sonrasında da Heinz Röthke) (82 Avenue Foch, Paris) ve Paris’teki Alman Enformasyon Bürosu Başı Dr. Schmitt’e (11 Rue de Saussieres) yapılmaktaydı.
Şayet bir ay içerisinde bir cevap alınamazsa iletişim daha yo­ğunlaştırılıyor, konsolostuktan bir görevli şahsen gidip ilgili kişinin Türk vatandaşı olduğunu belgelemek suretiyle mührü kaldırtmaya ve/veya kampa götürüldüyse de o şahsı, kamptan çıkartmaya çalı­şılıyordu.
Bazen Fransız otoriteleri topu Almanlara atarak, “Bu düzenle­melerin uygulamaları Alman işgal güçleri otoriteleri tarafından yürütülmektedir,” diyorlardı. Muhatap bulabilmek de ayrı bir dert­ti, bulup anlatabilmek ayrı bir dert. Bu arada da unutmamak gere­kiyordu ki, her geçen saat aleyhte çalışmaktaydı. Türk diplomatla­rına güvenmek zorundaydı Türk vatandaşı olan Yahudiler, ama diplomatların da işi açıkçası çok zordu. Hele karşındaki tavizsiz bir Nazi subayı ya da Alman uşağı olmuş bir Fransızsa.
Bu itirazlarla ilgili neredeyse matbu hale gelen bir form yazısı bile oluşmuştu.
"Türkiye Başkonsolosluğu, Paris, no. 605
Türkiye’nin Paris Başkonsolosluğu, Türk kanunlarında vatan­daşlar arasında dinlerinden dolayı hiçbir ayrım yapılmadığı tezine dayanarak, Alman Büyükelçiliği'nden Türk vatandaşlarının mülk­lerini etkilemeye başlayan 18 Ekim 1940 düzenlemeleri ile ilgili yetkili birimlere talimat verilmesini saygıyla rica eder. ” [Prof. Stanford Shaw, Tıırkey and the Holocaust, sf. 88.]
Alman otoriteleri yabancı uyruklu Yahudilerle beraber tek tük de olsa Türk Yahudilerini de tutuklamaya başladılar. Olaylar her şe­kilde daha kötüye gidileceğinin sinyallerini veriyordu.
1940 senesinin sonunda Büyükelçi Behiç Erkin’in görev süresi sona ermişti. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Behiç Bey’e devam edip etmeyeceğini sordu. Cevap kısa ve netti:
“Sayın Cumhurbaşkanımız, lütfen görev süremi uzatı­nız.” Bunun üzerine Behiç Erkin’in görev süresi bir sene daha Paris Büyükelçisi sıfatı ile uzatıldı.
[Birçok yerde Vichy Büyükelçisi ve yanlış tarihler yazmaktadır, doğrusu: Behiç Erkin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün imzaladığı resmi evrakta 1939-1940-1941-1942-1943 senelerinde “Türkiye Cumhuriyeti Paris Büyükelçisidir. Sadece yazışmalarda Paris Büyükelçisi (Vichy) diye geçer.]
Behiç Erkin’in Yahudiler için yaptıkları Almanlar ve Vichy Hü­kümeti tarafından, rahatsızlık boyutunu çoktan aşmıştı zaten, ama en son olanlar artık bu iki ülkenin Türkiye üzerinde bu sefer çok daha yoğun baskı kurmalarına sebep oldu. Artık kesinlikle bu Büyükelçi’nin gitmesini istiyorlardı.
Bu arada Behiç Erkin vatandaşı olan Yahudileri Türkiye’ye göndermek için son tarih olan 31 Ocak 1943 tarihini de değiştir­meyi başarmıştı, tahliye 31 Mart 1943’e ertelendi, ancak sonra tekrar ertelendi, tekrar ertelendi. Behiç Erkin 1942’den başlayarak, özellikle 1943 senesinde çok yoğun olarak kafileler düzenledi İstanbul’a.
[Ankara’daki Amerikan Elçisi Laurence G. Steinhardt 9 Şubat 1944 senesinde İstanbul’daki Yahudi Ajansı’nm başındaki Chaim (Hayim) Barlas’a yazdığı mektupta 42 senesinde, 43 senesinde çok teşvik edici bir tahliye artışı gözlendiğini yazar.]
Behiç Bey, Fransa’daki görevinden, Nazilerin milyonlarca Ya­hudi’yi ölüm kamplarına taşıdıkları esnada, Yahudi dolu tren kafi­lelerini ters istikamette yaşama taşıma işlerini başlatması ve bir düzene sokması, bu olaya izin verdikleri halde kabullenemeyenle­rin Ankara’ya yaptıkları büyük baskılar sonucunda 1943 Ağustos’unda ayrılmak zorunda kaldı.
Ama içi rahattı, önce 10.000 Yahudi’ye Türk vatandaşlık vesi­kası verilmesini sağlamış, savaş ortamından onları tahliye edip Türkiye’ye dönmelerinin onayını resmi olarak her iki ülkeden de almayı başarmış ve vatandaşlıktan hiç çıkmamışlarla beraber top­lam 20.000 civarındaki Yahudi’nin hayatta kalmasını sağlayabile­cek seferleri başlatmıştı. O artık burada olmasa bile arkada kalan herkes ne yapılacağını çok iyi öğrenmişti.
Behiç Erkin Yahudilere yaptığı yardımları, her şeyden önce vicdanı olan biteni kabul etmediği için yapıyordu, insan olduğu için yapıyordu. Bir büyükelçi olarak Ankara’ya Fransa’daki Yahudilerin yaşadığı facianın insanlık boyutunu anlatabilmek için yazdığı raporda bile, bir anne ile 7 aylık minik bebeğinin başına gelen­leri anlatmıştı.
Bir diğer gönderdiği yazıda şu cümleler özellikle dikkat çek­mektedir:
“Çocuklara, kadınlara, erkeklere, babalara ve annelere basit bir sürüymüş gibi davranılması, aynı ailenin fertlerinin birbirlerinden ayrılması ve sonu belli olmayan bir yola gönderilmesi...” İşte An­kara’ya gönderdiği bir yazıda geçen bu cümle, Behiç Bey’in vic­danının sesini en iyi yansıtan tanımlama olsa gerek.
Diğer bir sebep ise mantığı ve olayları değerlendirme kabiliyeti idi. Nazi Almanya’sının ve Vichy Fransa’sının Yahudilere yaptığı­nı doğru bulmuyordu, insanlık dışı buluyordu. Ne zaman yanlış bir durumla karşılaşsa, müdahale etme kararını derhal alıp uyguluyor­du.
Atatürk Soyadı Kanunu’nu çıkarttığında 37 yakınına soyadları­nı kendi el yazısı ile yazıp şahsen göndermek suretiyle bildirmiştir. Bu 37 soyadını da Türk Dil Tarih Kurumu’na verip saklamalarını istemişti; memleketin ilk soyadları olarak, dokuzuncusu Behiç Bey’e lütfettiği Erkin soyadıdır. Açıklamasını da şöyle yapmıştır: içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun, o şartlardan etkilenmeden doğru düşünebilen, bağımsız kalabilen.
Alman subaylar Enver Paşa zamanında Osmanlı ordusuna geti­rildi, itiraz edenlerin başında Behiç Erkin vardı. Alman komutanla­rın sonradan çıkarttıkları her kitapta yer aldı Behiç Bey’in işlerine nasıl müdahale ettiği.
Kurtuluş Savaşımızın başında Mustafa Kemal demiryollarının başına geçmesini istediğinde, “İşime karışılmamak şartıyla,” dedi ve sonra işine karışılınca istifa etti. Behiç Erkin’siz zaferin kazanı­lamayacağını söyleyen FEVZİ ÇAKMAK PAŞA, onu geri getirebilmek için zamanın Bayındırlık Bakanı’nın değişmesine kadar giden bir mücadele verdi.
Kurtuluş Savaşı’nın en önemli yerinde Başkumandan Mustafa Kemal’den gelen cepheye asker sevkıyatının hızlandırılması ile ilgili emri, yanlış olduğuna inandığı için uygulamadı. Mustafa Kemal’e uygulamama nedenlerini açıklayarak cesaretini ortaya koydu ve cepheye sevkıyatı dakikası dakikasına planladığı gibi gerçekleştir­meyi başararak cephe gerisindeki, yani perde arkasındaki en önemli başarıya imza attı.
Cumhuriyet kurulur kurulmaz îsmet İnönü Başbakan ve Behiç Erkin ise sadece Demiryolları Genel Müdürü iken, İsmet Bey’e, Başbakan’a, demiryollarının yabancı işletmecilere geri verilmesi fikrine müdahale ederek millileştirilmesini sağlayan konuşmayı yapma cesaretini gösterdi: “İsterseniz Türklerin de trenleri mü­kemmel bir şekilde işleteceğine dair size senet imzalayıp vereyim.”
Mustafa Kemal’le bir sohbet esnasında istihbarat işlerinin resmi olması gerektiği konusunda fikrini beyan ederek, MİT, Milli İstih­barat Teşkilatı’nın kurulmasının fikir babalığım yaptı ve MİT’in kurucu kararnamesine bakan olarak imza attı.
Bakanlıktan istifa sebebi bile İsmet İnönü’nün kendi sorumlu­luk alanı olan Bayındırlık Bakanlığı’na bir bürokratın atanması konusundaki ısrarlı talebiydi. Behiç Erkin yanlış olduğuna inandığı bu atama talebini Başbakan’a, kendi fikrini savunarak yapmadı.
“Benim bakanlığımdaki işlerle ilgili sorumluluk bana aittir, kimseye müdahale ettirmem, bakanlığımı layığı ile idare edemez­sem o zaman hesap sorarsınız, ben de hesap veririm, ama işime kimseyi müdahale ettirmem,” demişti Başbakan İsmet İnönü’ye ve İsmet Bey’le bu konuda anlaşamayınca, bakanlık görevinden o anda istifa ederek o odadan çıktı.
Belki de doğru olmadığına inandığı konularda, karşısındaki kişi ya da güç ne olursa olsun, doğruları savunmadaki kararlılığı ve gücünü aldığı yaradılışından olsa gerek, Behiç Erkin’e 1939-1940-1941-1942-1943 senelerinde insanlığın gördüğü en büyük dramda kader, Nazilerin Yahudilere uyguladığı o korkunç soykırımda, en azından 20.000 Türk asıllı Yahudi’nin hayatta kalmasında başrol oynama görevini yüklemişti. Belki de Allah tarafından gönderil­mişti bu göreve.
Fakat Behiç Erkin’in insanlık namına, zaten Türk kimliği olan muntazam Yahudi tebaası vatandaşları ve sonradan altı kelime ezberleterek verilmesine izin verdiği kimliklerle gayri muntazam Yahudi tebaası için yaptıkları, artık Almanlar ve Vichy Hükümeti tarafından, rahatsızlık boyutunu çoktan geçmişti.
Ayrılmasına bir ay kala Behiç Erkin, uzun zamandır üstünde çalıştığı ve Yahudi mal varlıklarının hepsinin karşılıklı anlaşmalar gereği Türkiye Cumhuriyeti servetinin bir parçası olduğunu ispat­layan, kelimenin tam anlamıyla mükemmel denebilecek bir çalış­mayı Vichy Hükümeti’nin önüne koydu.
Türkiye ile Fransa arasında imzalanan ve hâlâ yürürlükte olan 1923 Lozan Antlaşması, 1929 Denizcilik Antlaşması ve 1931 tari­hinde Denizcilik Antlaşması’na ilave kararnameyi bularak Türk Yahudilerinin servetlerine el koyamayacaklarım kanıtlaması Behiç Bey’in dönmeden önce Vichy Fransa’sına indirdiği ikinci en büyük darbeydi.
Büyükelçiliğe ve konsolosluklara başvuran, Fransa vatandaşı olan, ama zamanında Türk ya da Osmanlı topraklarında doğanlara vatandaşlık vererek koruma altına alıyordu. Çıkan her Yahudi kanununa resmi olarak karşı çıkıp arkasından tüm nüfuzunu kulla­narak ısrarla vatandaşlarını koruyordu. Ama onun gözünde insan olan bu vatandaşlar, Vichy Hükümeti’nin ve Nazilerin gözünde sadece Yahudi’ydiler, Nihai Çözüm için ölüm kamplarına gönde­rilmesi gereken Yahudiler. Bu Yahudileri koruması, sonuç alama­dığında Vichy Hükümet Başkanı Laval’ı bile köşeye sıkıştırarak istediğini kabul ettirmesi, Adolf Eichmann’ı sinirlendirerek Otto Abetz’e Yahudileri ülkesine trenlerle taşıma kararım kabul ettir­mesi, gerek Vichy Hükümeti’ni ve gerekse de Almanları çok sinir­lendirdi ve iki ülke ile Türkiye arasında çok ciddi krize sebep oldu. Bir de muhtemelen son durağı Auschvvitz olacak trenden Necdet Kent’le 80 Yahudi’yi Alman karargâhını terk etmemek suretiyle trenden aşağı indirtmesi!
Vichy Fransa’sı ve Nazi Almanya’sı Behiç Erkin’i bu yardım çalışmalarından dolayı suçlayıp şikâyet ederek Türkiye’ye bu bü­yükelçiyi geri çekmesi için büyük baskı uyguladı. Bu baskı Amerika’da Washington Post gazetesinde bile “Büyükelçinin suç­lanan aktivitelerinde kuvvetli Nazi engeli” başlığı ile yer buldu. Bu başlığın altında, “Türkiye Fransa’daki Büyükelçisi Behiç Erkin’i Almanlar tarafından Vichy’deki Elçiliği üzerinde uygulanan baskı­lar yüzünden geri çağırdı” diye yazarak duyuruyordu Amerikalı okurlarına Washington Post 17 Haziran 1943’te.
Behiç Erkin Yahudilere yapılanın yanlış olduğunu tespit ettiği an, Türk Büyükelçisi olduğu için, kendi vatandaşlarının haklarını ve canlarını korumak için karşısındaki Vichy Hükümeti’ne ve Nazi Almanya’sına sonuna kadar direndi. Çünkü geçmişinden sahip olduğu stratejik yerlerdeki askerlik tecrübeleri, yaşadığı savaşlar ve devlet adamlığı tecrübelerinin ona kazandırdığı çok önemli bir meziyeti vardı: muhakeme gücü. İşte bu muhakeme gücü onun, hem Fransa’nın hem de Almanya’nın Türkiye’yi karşısına almak istemediği ve/veya alamayacağı sonucuna ulaşmasını sağlıyordu. Bu sonuca ulaşması ise, hayatını riske etme pahasına dahi olsa, şahsen hiç tanımadığı binlerce insanın, tek hayatta kalma umudu yapmıştı onu.
Almanlar Fransa’yı işgal edince, binlerce insan için ölümle ya­şam arasındaki tek fark üstünde damga olan bir kâğıt parçasıydı.
Üstünde AY ve YILDIZ taşıyan bir kâğıt parçası ve yine üs­tünde AY ve YILDIZ olan bir resmi damga.
Bu kâğıda sahip olunduğunda, bu hakları kendi hayatı pahasına koruyan bir Büyükelçi vardı o sırada Fransa’da; hem de en yüksek Alman makamının karşısına çıkıp haklarını savunacak kadar inancı ve en yüksek Fransız makamına gidecek kadar da yüreği olan bir Büyükelçi.
İŞTE O BÜYÜKELÇİ BEHİÇ BEY’Dİ...
Ama o sadece bir büyükelçi değil, Çanakkale Harbi’nde cephe­ye asker sevkıyatının aksamadan yapılmasını sağlayan Kurtuluş Savaşımızın lojistiğinin başındaki komutandı, Türkiye Cumhuriye­ti’nin sağlam temeller üstüne kurulmasında büyük emeği geçen bir bakandı.
İkinci Dünya Savaşı esnasında binlerce Yahudi’yi soykırımdan kurtaran belge.
Yahudilerin sahip oldukları varlıkları üstlerine geçirdikleri Türk va­tandaşlarının listesi. Müslüman Türk vatandaşlarının Yahudi tebaası olan Türk vatandaşlarına yardım eli uzatmasının belgesi.
Behiç Erkin’in 30 Ekim 1942 tarihinde Fransa’daki o dönemin Türk Musevi cemaati adına Bay Yakar’ın binlerce gayrı muntazam Yahudi adına gönderdiği mektubun orijinali.
(Bu mektubun orijinali Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Enstitüsü içinde yer alan İnkılâp Tarihi Müzesi’nde bulunmaktadır.)

Zata mahsustur                           30.10.1942
Vichy Büyükelçimiz Behiç Beyefendi Hazretleri’ne;
Fransa’da uygulanan seyr-i sefer kanununa göre düzenli kayıtları olmayan biz Türk uyruklu Fransa’da oturan Musevilerin, Musevi Türk uyruğu isteğiyle durumu anlatmak için Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye alt Elçiliğin onayı ile yazdığı­mız dilekçenin Ankara’ya gönderilmesi ve gösterilen uğraşlar konusunda Elçiliğinizin üstlendiği rolü memnuniyetle öğren­dik.
Himayemizde bulunan ihtiyar, kadın, çoluk-çocuk, hasta ve fakirler ardı sıra dizilerek bütün kayıtlı olmayan Musevi din­daşlarımızın adına tüm kalbimizle hayır duası ettiğimizi saygı­larımızla bildiririz.
Tarih sayfalarında ender bulunan, içinde bulunduğumuz acıklı facia dönemi esnasında, bizim gibi perişan felaketzedele­rin, zavallıların acılarını ve hanelerinin yükünü azaltmak ve yardım çağrılarımıza koşan yüce insan Behiç Bey; hayır işleri sahibi elbette ki mükâfatı kazanır, mükâfatı hak eder.
Tanrı Büyükelçimize bütün aile efradı ile beraber iyi günler göstersin, mutlu olsunlar. Amin...
Ulu Büyükelçimiz lütfen üstün saygılarımı kabul ediniz.
Fransa’da yaşayan binlerce kayıtsız zavallı Musevi Türk Halkı adına...
B2142
YAKAR

-----------
Behiç Erkin’in 19 Haziran 1943 tarihinde Av. Haim Karabiber’e yaptırdığı ve bu çalışma sayesinde Fransa’da o tarihte yaşayan ve/veya yurda dönmüş olan tüm Yahudilerin mallarının, mülklerinin, paralarının ve işyerlerinin Türkiye Cumhuriyeti serveti olduğunu ispatlayan çalışmada göze çarpan önemli birkaç cümle alttaki gibidir:
Yahudi tebaasından Türk vatandaşlarının ticari aktivitelerine getirilen yasaklar doğrultusunda Dışişleri Bakanlığınca el konulan mallan Türki­ye’ye iade etmenin yasal olup olmadığını sordunuz.
Fransa tarafından ırkçı uygulamalarla cezalandırılan vatandaşla­rımız için 41 Temmuz’unda başlayıp birçok kere 42 ve 43 yıllarında da en uygun çözümleri bulup Fransa Dışişleri Bakanlığı ile muhatap olarak onları korumayı unutmadınız...
24          Temmuz 1923 tarihinde Lozan’da Türkiye ve diğer yetkili antlaşma sahipleri arasında imzalanan... öngörülen kusursuz karşıtlık koşulunca Türkiye’de anlaşmayı imzalayan diğer ülke vatandaşlarının mallan kamulaştırılamaz veya kullanma haklan ellerinden alınamaz.
Hiçbir kamulaştırma tazminat açıklığı getirilmeden yapılamaz.
29 Ağustos 1929 tarihinde Ankara’da imzalanan Ticaret ve Denizcilik Antlaşması 25 Ağustos 1931’de bir kararname ile değiştirilerek genişletil­miş ve anlaşmaya dâhil tüm ülkeler ithalat ve ihracat veya ticaret özgürlü­ğüne getirilen her türlü yasaklamalar ve kısıtlamalar hakkında mutabakata varmışlardır. Antlaşmanın 20. maddesinde öngörülen karşılıklılık esasına göre Türkiye’de yaşayan Fransızlar, Fransa’da yaşayan Türklerden daha elverişli konumlarda bulunamazlar.
Kesinlikle gereklidir ki, taraf devletlerin vatandaşlarını alakadar eden uluslararası anlaşmalarda, bütün vatandaşlar için, uluslararası iyi niyetten dolayı çeşitli kategorilerle vatandaşlar elenerek bir ant­laşmanın içeriğinin boşaltılması yasaktır.
Ekselanslarının başından beri karşı durduğu Fransa’daki ırksal kanunların uygulanması tezine dair hukuksal kanıtların desteklediği üzere, yapılan incelemeler sonucu elde edilen Fransız-Türk antlaşma­ları ve özellikle Fransa’daki Türklerin ve Türkiye’deki Fransızların mükemmel bir karşılıklılık yasası durumlarına göre... Türkiye’deki Fransızlar herhangi bir ayrıma maruz kalmazken, tek taraflı olarak ihlal edilmemesi gerekmektedir.
Sayın Elçi en yüksek ve derin saygılarımı sunarım.
CHAİM CARABİBER


Kaynak:
Bu yazı Behiç Erkin’in torunu Emir Kıvırcık’ın ‘Cepheye Giden Yol’ ve ‘Büyükelçi’ kitaplarından yararlanarak yazılmıştır.
http://tevfikizmirli.com/archives/11756

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar