BEHİÇ ERKİN (1876 – 11 Kasım 1961)
Bilgili ve
çalışkan bir subay..
1876 İstanbul doğumlu. Harp Akademisi’nden
kurmay subay olarak çıkışı 1897.
1902 yılının başında Kurmay Yüzbaşı
olarak, merkezi Manastır’da bulunan III. Ordu bölgesindeki Selanik’e tayin
olur.
Burada iken 1904 yılında Kurmay Kolağası,
1907 yılında Kurmay Binbaşı rütbelerine terfi eder.
Burada Demiryolu Muhafaza Kuvveti
Komutanlığı, Demiryolu Muhafaza Kuvvetleri Müfettişliği gibi görevlerde
bulunur.
Demiryolculukla tanışır, öğrenir, konunun
önemini fark eder. ‘Bir Osmanlı subayı tarafından demiryolları hakkında
yazılmış olan ilk rapordur’ denecek olan bir rapor yazar. Raporunda, “Demiryolu işletmesinde gayrimüslimler değil, Türk
memurlar kullanılmalıdır ve işletme lisanı Fransız dili yerine Türk dili
olmalıdır” demektedir.
1907
yılında Mustafa Kemal Kurmay Kolağası olarak Şam’dan Selanik’e tayin olur..
Tanışırlar.. Aynı sokakta, bir ev arayla
oturmaktadırlar. Mustafa Kemal’in saygısını ve dostluğunu kazanır. Mustafa
Kemal ile sohbetlerde bulunurlar, ama onun renkli sosyal hayatına ayak
uydurmaz. Akşamlarını genellikle evinde geçirir. Zaten ciddiyeti ve geniş
bilgisi ile tanınan bir subaydır. Zaman zaman Mustafa Kemal’e kitaplar tavsiye
etmektedir. Siyasetten uzak durur. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmaz.
Aralarında karşılıklı saygıya dayanan bir ilişki gelişir. Behiç Bey, Mustafa
Kemal’in ileride çok farklı noktalara geleceğini öngörmüş, Mustafa Kemal ise
Behiç Bey’in şahsında güvenilir ve sağlam karakterli bir dost bulmuştur.
Behiç Bey, Mustafa Kemal’in 1911 yılında
Trablusgarp’da İtalyanlara karşı savaşırken mektup yazdığı nadir insanlardan
biridir. Aynı şekilde, 1914 yılında Sofya’da Askeri Ateşe iken, 1918 yılında
Viyana yakınlarında senatoryumda yatarken de Behiç Bey’e mektuplar yazmıştır.
Mustafa Kemal, ilk eseri olan ‘Takımın Muharebe Talimi’ adlı eserini, beraber katıldıkları bir manevrada,
Behiç Bey’in ısrarlı tavsiyesiyle yazar.. Behiç Bey, rütbece büyük olmasına
rağmen, Mustafa Kemal’in askerlik bilgisinden etkilenmiş ve kendisine
anlattıklarını yazmasını istemiştir.
1910
Yılında İstanbul – Selanik Demiryolu Müfettişliğine tayin edilir..
Hat muhafızlığı önceleri sadece
demiryolunun Bulgar çetecilerin sabotajlarına karşı koruma amaçlı iken zamanla
hattın askerliği ilgilendiren tüm işlerinden sorumlu hale getirilmişti. Bu
durum hattı işleten yabancı şirketin direnciyle karşılaşmış ise de zamanla
oturmuştu.
Bu arada Mustafa Kemal, katıldığı
tatbikatlara Behiç Bey’i de davet eder. Mustafa Kemal bu tatbikatlarda
rütbesini aşan şekilde insiyatif almakta ancak bunu üst rütbeli subayları
gücendirmeden başarabilmektedir. Bu tatbikatlardan çıkardığı dersleri de kaleme
alır. ‘V. Kolordu Erkan-ı Harbiye Tabiye ve
Tatbikat Seyahati – Selanik 1327 (1911)’
isimli bu eserini yine Behiç Bey’e hediye eder.
1911 Yılında Mustafa Kemal ile yolları
ayrılır. Mustafa Kemal Libya’ya, İtalyanlar’a karşı yollanan subaylar
arasındadır.
1912
Balkanlar’da bozgun yılıdır..
Bu arada Behiç Bey bir Osmanlı tarafından
demiryolları hakkında yazılmış ilk ve tek eser olan ‘Demiryolunun
Askerlik Açısından Tarihi, Kullanımı ve Teşkilatı’ adlı eserini yazar.
Eserinde Fransız, Alman, İngiliz ve Rus demiryolculuğunu inceler. Osmanlı
sistemi ile karşılaştırır. Son kırk elli yılda demiryollarının harplerin
kaderinde belirleyici rol oynadığını vurgular.
Balkan Harbi başlar. Selanik Yunanlılara
savaşmadan teslim edilince, 1912 yılında Behiç Bey de Yunanlılara esir düşer..
Esareti 11 ay 8 gün sürmüştür.
18 Ekim 1913′de İstanbul’a döner. Genel
Kurmay Başkanı İzzet Paşa’yı görür. 3 Aralık 1913′de Genelkurmay 3. Şube
Şimendifer Kısım Amiri olarak tayini çıkar.
Enver
Paşa’nın ordudaki reformları..
1913 ve 1914 yılları, Enver Paşa’nın Alman
teknik, mali ve personel desteğiyle yürüttüğü, ordunun yenilenmesini ve
güçlendirilmesini amaçlayan reformlarını hayata geçirdiği yıllardır. Alaylı
subayların tamamı emekli edilmiş, ordu baştan aşağıya tekrar yapılandırılmış,
genç subayların önü açılmıştır.. Başka konulardaki tutum ve politikaları ne
kadar eleştirilse de, Balkan Savaşı’nın düşmanla her karşılaştığında yüzgeri
eden, aciz ve zavallı Osmanlı Ordusu’nu, I. Dünya Savaşı’nın dört yıl boyunca
sekiz cephede başarı ile savaşan Osmanlı Ordusu haline getiren Enver Paşa’dır.
Enver Paşa’nın bu baştan aşağıya yenileme gayretleri; seferberlik planlarını,
askere alma kurallarını, ikmal sistemlerini de kapsıyordu.
1914
yılı.. Enver Paşa ile yıldızı barışmaz..
Behiç Bey bu yıl Kaymakam (Yarbay)’lığa
terfi eder. Enver Paşa artık İTC’nin siyasi gücü ile edindiği Tuğgeneral
rütbesi ile Harbiye Nazırıdır. Behiç Bey’den oldum olası hoşlanmaz. Onu ‘Askere
Alma Kısım Amiri’ olarak tayin eder. Behiç Bey bu görevde, Alman kurmay
subaylarıyla birlikte yeni askere alma kanununu hazırlar. Öte yandan Osmanlı
Ordusu’nun seferberlik planları Almanların gözetiminde yenilenmektedir. Ordu
Dairesi’nin başına, İkmal Şubesi Müdürlüğü de uhdesinde olacak şekilde Alman
Albayı Kannengiesser getirilmişti. Behiç Bey Kannengiesser’e bağlı olarak İkmal
Şubesi Müdür Yardımıcısı’ydı.
1914
Sonunda I. Dünya Harbi’ne girilir.. 18 Mart, 1915′de Müttefik donanması
Çanakkale’ye dayanır..
Çanakkale Cephesi’nden sorumlu olan V.
Ordu’nun Komutanı Liman von Sanders Paşa’ydı. Müttefikler Çanakkale’yi denizden
geçemeyeceklerini anlayınca, karaya asker çıkarmaya başlarlar. Liman von
Sanders, Başkumandanlık’tan Albay Kannengiesser’in Gelibolu’ya tümen komutanı
olarak tayin edilmesini talep eder. Böylece onun boşalttığı Ordu Dairesi
Reisliği vekâleten Yarbay Behiç Bey’in üzerinde kalır.
Çanakkale
Savaşı – Yarbay Behiç Bey, üstün başarısıyla milletin bu ölüm – kalım sınavında
önemli rol oynar..
Yarbay Behiç Bey Çanakkale Savaşı’nın
neresindedir? Cephesi hariç her yerinde. Cephede tüketilen her türlü ihtiyaç
maddesi, gıda maddesi, silah, cephane, sağlık malzemesi ve maalesef içlerinde
binlerce şehit ve gazimizin de olduğu askerlerimiz hep Behiç Bey’in yaptığı
planlara göre ve yönettiği ikmal teşkilatı tarafından cepheye ulaştırılmıştır.
Yarbay
Behiç Bey’in seferberlik planlarına katkısı..
Behiç Bey, bilgisi, karakteri ve
çalışkanlığıyla birlikte çalıştığı Alman kurmaylarını etkilemiş ve güvenlerini
kazanmış bir subaydı. Bu sayede Alman usullerine göre yapmaya çalıştıkları
planların yürümeyeceğini, Balkan Savaşı’ndan çıkardığı derslerle anlatabilmiş
ve kendi görüşlerini kabul ettirebilmiş, bu sayede özellikle Marmara Bölgesi,
İstanbul ve Çanakkale Cephesi’ni ayakta tutacak seferberlik ve ikmal planları
Behiç Bey tarafından önerildikleri şekilde kabul edilmişlerdir.
Örnek olarak şu olayı anlatabiliriz: Alman
subayı Baare Bey’in hazırladığı karmaşık seferberlik plan taslağına göre, o
zamanki mevcut demiryolunun sağlı sollu 22,5 km, yani bir yürüyüş mesafesinde
yaşayan yükümlüler, yanlarına beşer günlük yiyeceklerini alarak en yakın
istasyonda toplanacaklardı. Behiç Bey, Balkan Savaşı’nda, erlerin değil
taburların bile orada burada unutulduğunu, bu tip planların bizde
çalışmayacağını savunur, Almanları ikna eder. Sonunda Albay Kannengiesser
“Peki. O zaman bu planın bir alaturkasını sen yap bakalım” der. Behiç Bey’in
yaptığı plan hem Almanlar, hem Genel Kurmay tarafından beğenilerek kabul
edilir. Behiç Bey planında İstanbul, Çanakkale ve bölgenin savunmasında görev
almak üzere Marmara sahillerinde konuşlanacak altı kolordunun her birisine
300,000 nüfuslu askere alma daireleri tahsis etmiştir.
Behiç Bey’in planlarında Anadolu tarafında
Soma – Bandırma, Trakya tarafında İstanbul – Uzunköprü demiryolu hatlarından
geniş şekilde istifade ediliyordu. Demiryolu ile ulaşılabilen en yakın noktadan
itibaren ulaşımın kağnı, at arabası, at ve hatta eşeklerle nasıl yapılacağı
detaylarıyla hesaplanmıştı.
İkmal
işlerinin başında..
Bunun gibi pek çok meselenin çözümünde o
kadar başarılıdır ki, isteğine rağmen cephe görevi alamaz. İkmal işlerinin
başında tutulur. Hatta bu durum kıdem almasını geciktirdiği ve terfisine mani
olduğu için, Almanların teklifiyle ve Almanya’da uygulanan bir usul yürürlüğe
konur. Yarbay Behiç Bey, bir Ordu Kurmay Başkanı ile eş tutularak kendisine bir
yıl dokuz ay kıdem verilir. Bu surette 1917 yılında Miralay (Albay) olacaktır.
Çanakkale’nin
ikmali..
Cephe gerisinden yapılan sevkiyat ilk
olarak başında Liman von Sanders’in bulunduğu V. Ordu’ya yapılıyordu, oradan da
V. Ordu Menzil Müfettişliği’ne. Kullanılan ikmal hatları şunlardı:
1. Hat: Uzunköprü –
Keşan – Gelibolu
2. Hat: Biga – Lapseki
– Çanakkale
3. Hat: Balıkesir –
Ezine – Çanakkale
Ordu bölgesinde, Menzil Müfettişliği
emrinde, Menzil Bölge Müfettişlikleri, Menzil Hat Komutanlıkları, Menzil
Yiyecek ve Donatım Ambarları, Menzil Hastaneleri, Menzil Hayvan Hastaneleri,
ulaştırmayı sağlayacak ‘kol katarları’ vardı.
Bu kuruluşlar, seferberlik planına göre,
kolordularca Menzil Nokta Komutanlıkları, Menzil İstasyon Komutanlıkları,
Menzil Hayvan Depoları, Menzil Ulaştırma Kolları gibi kademelere ayrılarak
kurulmuşlardı.
Cepheler için ikmal noktaları gayet yakın
ve uygun yerlere kurulmuşlardı. Gelibolu’daki muharebeyi iki cepheye ayıracak
olursak, Arıburnu için işin başında Eceabat – Kilye hattında dağıtım noktaları
açılmışken, bu iskeleler düşman gemileri tarafından bombalanınca bunların
yerini Akbaş iskelesi almıştı. Seddülbahir için ikmal hattı ise
Soğanlıdere’ydi.
Zeytinburnu Fişek ve Mermi Fabrikası,
Bakırköy Barut Fabrikası ve Mühimmat Depoları, Haliç’deki Karaağaç Tapa
Fabrikası ve Mermi İmalathanesi, Maçka Silah ve Mermi Deposu ve Gülhane’deki
Cephane Ambarı’ndan, bu ikmal hatları üzerinden cepheye sevk edilen cephane,
yeterli bolluğu sağlayacak düzeyde değilse de, Gelibolu’daki birliklerimizin
efsanevi direnişine yardımcı oldu..
Ölüme
sevkiyat..
Yarbay Behiç Bey vazifesini elinden gelen
en iyi şekilde yapmaya çalışırken aslında bir dram yaşamaktadır. Cephe,
kaybettiği askerin yerine yeni askerler geldikçe ayakta durabilmektedir. Bu da
sürekli olarak yeni askerlerin ölüme yollanması demektir. Behiç Bey çalışırken
sürekli olarak bunun sıkıntısını çekmektedir.
Örnek olarak, V. Ordunun, III. Kolordu ile
beraber, iki kolordusundan biri olan XV. Kolordu o kadar zayiat verir ki, asker
mevcudu tam iki kere nerede ise sıfırdan başlayarak yenilenir.
ATASE (Genelkurmay
Başkanlığı Askeri Tarih Araştırmaları Strateji Etüdler Daire Başkanlığı)
yayınlarından, savaş boyunca Çanakkale Cephesi’ne tam 310,000 asker sevk
edildiğini, bunların içinden 595′i subay, 56,145′i er ve erbaş olarak toplam
56,740′ının cephede şehit düştüğünü biliyoruz. Bu rakama 100 – 101,000
yaralımızı ve kayıplar, esirler ile hastalanarak cephe gerisine sevk edilenleri
ekleyince toplam cephe zayiatının 252,000 kişi civarında olduğu görülüyor.
I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu’nda
üç milyonu civarında insanımızın görev yaptığını, bunların içinden 500,000′den
fazlası şehit olmak üzere, gazi, esir ve kayıp olarak verdiğimiz toplam kaybın
1,2 milyon kişiye ulaştığını göz önüne alınca Behiç Bey’in yaşadığı çelişki
kolayca anlaşılıyor.
Bu arada Behiç Bey’in elinde olmayan bazı
gelişmelerin ikmali kesintiye uğrattığını da biliyoruz. Bunların başında
Çanakkale’den Marmara’ya sızan İngiliz ve Fransız denizaltıları gelir. O kadar
ki, bunlar tarafından batırılan ikmal gemilerinde ciddi asker ve malzeme
kaybedildiğini biliyoruz. Hatta bir keresinde Karaköy rıhtımının hemen açığında
asker dolu vaziyette torpillenen gemimiz dahi olmuştu..
Madalya
yağmuru..
Çanakkale Harbi zaferle sonuçlanınca,
Yarbay Behiç Bey, üstün hizmetlerinin karşılığını bir madalya yağmuru ile alır.
Önce, Çanakkale ve V. Ordu Komutanı Liman
von Sanders’in teklifi ile, Alman İmparatorluğu’nun II. Derece Demir Haç
Nişanı..
Ardından Osmanlı’nın 3. Rütbeden Kılıçlı
Osmani Nişanı ve 3. Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı.
Sonra, 3. Rütbeden Avusturya Demir Haç
Nişanı.
1918 yılında II. dereceden Alman Demir Haç
Nişanı’na ilave olarak kendisine aynı nişanın I. dereceden olanı da
verilmiştir.
I.
Derece Demir Haç Nişanı, Alman İmparatorluğu’nun en yüksek madalyasıdır ve çok
az sayıda yabancıya verilmiştir.
Azerbaycan
Jandarma Teşkilatını kurar..
1917 yılında kendisine verilen görev
uyarınca Azerbaycan Jandarma Kararnamesi’ni hazırlar. Bu çalışma onaylanır.
Azerbaycan’a giderek teşkilatı kurma görevi kendisine verilir. O sırada
Azerbaycan’da Enver Paşa’nın kardeşi Yarbay Nuri Bey Ferik (Tümgeneral)
rütbesiyle İslam Ordusu Komutanı olarak bulunmaktadır. Azerbaycan yönetiminde
geçici bir hükümet vardır. Enver Paşa, harp bittiğinde Azerbaycan’ın
kendiliğinden Osmanlı’ya katılmasını planlarken, Almanlar buna karşı çıkarak,
Osmanlı ile Azerbaycan’ın, Avusturya – Macaristan örneğindeki gibi bir birlik
oluşturmasında israr etmektedirler.
Niyet edilen, önce jandarma ve polis
teşkilatının kurulması, ikinci merhalede ise ‘Harbiye Nezareti’ (Savunma
Bakanlığı) ve Ordu teşkil edilmesiydi.
Behiç Bey, 19 Temmuz, 1918′de, Batum’a
gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkar. Vapur bulunamadığından Murat Reis Gambotu
Behiç Bey ve yanındaki genç subaya tahsis edilmiştir. Oradan özel bir trenle
Tiflis’e ve Azerbaycan’ın Gence şehrine ulaşır.
Behiç Bey’in hazırladığı kararname, 3
Ağustos, 1918 günü, Azerbaycan yetkilileri tarafından, hiçbir değişikliğe
uğramadan imzalanarak yürürlüğe girer.
Behiç Bey, aynı yoldan İstanbul’a döner.
Harbin
sonu.. Osmanlı teslim olur.. Mondros Mütarekesi (Silah Bırakışması)..
1918′in Eylül sonlarına doğru, okullardaki
tarih derslerinde Türk çocuklarına “Müttefiklerimiz
mağlup olmuştu.. o yüzden biz de yenik sayıldık..” klişesi ile öğretilen durum ortaya çıkar..
Müttefikimiz Bulgarların, Selanik’e 250,000 asker çıkarmış olan İngilizlere karşı
savaştıkları ‘Selanik Cephesi’ çöker. Bulgaristan teslim olur.. Osmanlı’nın
Almanya ile olan bağlantısı kesilmiştir. Savaşa devam etmenin imkanı
kalmamıştır. Büyük savaş böylece kaybedilir.
7 Ekim’de Talat Paşa başkanlığındaki İTC
hükümeti istifa eder. İzzet Paşa Hükümeti kurulur.
30 Ekim’de Limni Adası’nın Mondros
Limanı’nda ‘Mondros Mütarekesi’ imzalanır..
2 Kasım’da Enver, Talat ve Cemal Paşalar
bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk ederler..
13 Kasım’da Mustafa Kemal Adana’dan
İstanbul’a döner..
31 Ağustos 1939 yılında
Fransa’daki bütün gazeteler baş sayfalarında Türkiye’nin Fransa’ya atadığı
yeni Büyükelçi’yi başlıklarına taşımışlardı.
“Yeni
Türk Büyükelçisi: Behiç Erkin.”
Bu
yıl dünya insanlık tarihi açısından çok büyük bir önem taşıyordu, çünkü bir
gün sonra, 1 Eylül 1939’da, Nazi Almanya’sı Polonya’ya savaş ilan etti ve
İkinci Dünya Savaşı başladı.
Dünya
tarihinin en karanlık günleri başlıyordu ve Behiç Bey’i hayatının en zorlu
görevi bekliyordu. Gazetelerin neredeyse tamamı “Yeni Türk Büyükelçisi”
diye başlık atarken, bir tanesi “Olağandışı Büyükelçi” (Ambassador
Extraordinaire) tanımıyla Behiç Bey’in kim olduğunu okurlarına anlatmıştı.
Behiç Bey herhangi bir diplomat değildi: O, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde çok
önemli bir yere sahip, Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı, Kurtuluş
Savaşı’nın kazanılmasında en önemli görevlerden biri olan cepheye asker
sevkiyatını başarı ile gerçekleştiren komutan, tüm dünyaya Türklerin demiryollarını
işletebileceği dersini veren ilk Türk’tü. Türk demiryolculuğunun babası diye
anılıyordu. Büyükelçi olmadan önce ise genç Türkiye Cumhuriyeti’nde İstanbul
Milletvekilliği ile iki sene de Ulaştırma ve Bayındırlık Bakanlığı görevini
üstlenmişti.
Erkânı
Harp Subayı (Kurmay Subay) olan Behiç Bey, 1903 yılında Selanik’e tayin
edildiğinde, kader ona Fransa’daki binlerce Yahudi’nin hayatını kurtaracağı bir
ağ örmeye başlamıştı.
Selanik’te
Üçüncü Ordu’da kendisine verilen görev, Demiryolları Hat Komiserliği oldu.
Demiryolları ile bu tanışması ona, Osmanlı’da askeri açıdan yazılan ve ordu
açısından demiryollarının değerlendirildiği ilk ve tek eseri yazma fırsatı
verdi. Yabancılar tarafından kurulan ve özellikle de Almanlar tarafından
işletilen yurdumuz üzerindeki demiryolları ile ilgili yazılan bu eser’ [Behiç Erkin, Demiryollarının
Askeri Açıdan Tarihi. Kullanımı ve Örgütü], Almanların dikkatini çekti. Behiç Bey’in
demiryollarındaki başarılı çalışmaları ve Almanlarla Birinci Dünya Savaşı
sırasında mecburi teşriki mesaisi Alman Hükümeti tarafından kendisine tam 5
kere madalya verilmesine sebep olacaktı.
O tarihlerde bu 5 madalyadan özellikle 1918
tarihinde verilen son madalyanın, yani Almanların çok ender bir yabancıya
verdikleri 1. dereceden Demir Haç Nişanı’nın, aradan 25 yıl geçtikten sonra,
Behiç Bey’in binlerce Yahudi’nin hayatını kendisine bu madalyayı veren
Almanların elinden kurtarmasındaki en önemli kozlarından biri olacağını kim
tahmin edebilirdi.
Behiç Bey bakanlıktan istifa
ettikten sonra tam 11 yıl Budapeşte’de Büyükelçilik yaptı. Ancak Avrupa’da
sert esen rüzgârları sezen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı’ndaki
komutanlardan biri olan, hatta kendisi Genelkurmay 1. Başkanı iken 2.
Başkanlığı teklif edecek kadar güvendiği silah arkadaşı Behiç Bey’e şu teklifi
yaptı:
“Avrupa’da
durum gün geçtikçe daha vahim bir vaziyet almakta; bu durumda ben iki kritik
şehir olduğuna inanıyorum, birincisi Berlin, öteki de Paris. Sizin önümüzdeki
dönemde bu iki yerden birinde görev almanız ülkemiz açısından son derece
önemlidir.”
Behiç
Bey’in bu teklife cevabı şu oldu: “Ben Almanca bilmem, Osmanlı’da da bir
Türk subayının Alman subayından emir almasını içimize sindiremediğimizi
padişahın nezdinde bile dile getirerek Alman tarafının bütün şimşeklerini
üzerime çekmiştim. Oysaki Fransızcam gayet iyidir, orada daha faydalı
olabileceğime inanıyorum.”
Bu
konuşmanın ardından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Behiç Bey’i Türkiye’nin Paris
Büyükelçisi olarak Fransa’ya atadı.
Behiç
Erkin hatıratının 119. sayfasında Almanlarla ilgili şu yorumu yapmıştı:
“Kannengisser
Paşa, kitabında, benim Almanları kalpten sevip sevmediğimden şüphe ediyor ve
diyor ki: Behiç Bey’in Almanları samimi ve kalpten sevip sevmediğini bilemedim.
Enver Paşa Türk ordusunu Alman metotlarına göre teşkilatlandırmak istiyordu,
Behiç Bey’in ise bu fikre gönülden taraftar olduğunu zannetmiyorum.”
[Behiç Bey aralarında Enver Paşa
ve Talat Paşa’nın da bulunduğu bir tören sırasında “Bir Türk subayının bir
Alman subayından emir almasını hiçbirimiz içimize sindiremiyoruz Padişahım!”
diyerek, ilk defa tüm Türk Erkânı Harp subaylarının duygularını sesli olarak
Padişah’a dile getirmişti.
Ayrıca bir Alman Generali olan
Kannengisser Paşa, 1934 yılında Paris’teki Payot Kitabeyi tarafından basılan
“Gelibolu” adlı kitabında Behiç Bey’le ilgili şu yorumlan yapmıştı: “Behiç Bey
beraber çalıştığımız seneler esnasında, Türk subayları arasında hepsinden fazla
temasta bulunduğum zattır. Gayet makul, derin görüşlü, gayet geniş umumi kültür
sahibi, memleketinin tarihi, mazisi, ahlakı ve âdetleri hakkında esaslı
bilgilere sahip bir zattı ki, emsali Türkiye’de epey nadirdir. Behiç Bey’in
değerli bir meslek tecrübesi, hayret verici bir iş kapasitesi ve hakiki bir
yaratıcı dehası vardı.”]
Behiç
Bey şöyle devam ediyor: “Alman milletinin her sahada yüksek kabiliyetini
takdir edenlerdendim. Fakat toplu olarak Almanları sevmemde bir sebep yoktur ve
memleketimizde bulunanlardan bazılarının yaptıkları münasebetsizlikler benim
biraz, Alınanlara karşı soğukluk hissetmeme neden olmuştu.”
152.
sayfaya ise “Almanlarla
Münasebetim” şeklinde bir başlık atmıştı.
Başlığın altında kaleme aldıkları ise çok ilginçti: “Karargâhtaki ve Alman
Büyükelçiliğindeki yüksek rütbeli Almanlar, dairemize intikal eden işlerde çok
defa istediklerini yapmadığım için beni sevmezlerdi. Hatta bir gün Enver
Paşa’nın bekleme salonunda rast geldiğim Alman askeri ataşesi ‘Sizin
icraatınız Alman-Türk ittifakını bozabilecek dereceye varıyor,’ demişti. Ben de
‘Benim bu kadar büyük salahiyetim varsa bununla gurur duyarım,’ diye cevap
vermiştim.”
Behiç Bey 13 Ağustos Pazar sabahı
Paris’e vardı. Fransa Dışişleri namına protokolden Bay Dulignier, Büyükelçilik
çalışanları ve o dönemde görevli olarak Paris’te bulunan Kâzım Orbay Paşa tarafından
karşılandı.
Ertesi
gün Fransa Dışişleri Bakanı Georges Bonnet ile görüşerek itimatnamesini Fransa
Cumhurbaşkanı’na ne zaman sunabileceğini sordu. Cumhurbaşkanı tatildeydi, bu
nedenle ancak eylül ortası gibi müsait olabileceğini öğrendi. Behiç Bey çok
şaşırdı bu rahatlığa, çünkü kendisi savaşın pek yakında çıkabileceğini düşünmekteydi.
Behiç
Bey bir küçük çalışma yapıp Paris’teki elçilik kadar kâtibi az olan bir
elçilik olmadığım anlayınca hemen Dışişleri’ne başvurdu, Beşir Balcıoğlu ve
Melih Esenbel’i 3. kâtip olarak Paris’e getirtti. Elçilikte Leon Mandil isimli
bir Yahudi kâtip çalışmaktaydı. Leon Mandil’in Fransızcası mükemmeldi, akıllı
ve çok çalışkan bir kişiydi. Elçiliğin bütün Fransızca yazışmalarını Leon
Mandil yapmaktaydı. Bu arada Büyükelçilik’teki Müsteşar Salih Zeki Örs,
Başkâtip Fatin Rüştü Zorlu, üçüncü kâtipler Melih Esenbel ve Beşir Balcıoğlu,
Mahalli Kâtip Sadi Eldem ve Reşat Temizer, hepsi Galatasaray Lisesi
mezunuydular.
[Leon
Mandil Osmanlı’nın Hicaz’daki 3. Ordusundaki Sağlık Komutanı Mandil Paşa’nın oğludur
ve Atatürk kendisine “Özel Ataşe” payesi vermiştir.
Bir
de Bodo isimli biri gelmişti Behiç Bey’le beraber Fransa’ya, ona bu ismi
Atatürk vermişti. Esas ismi Prodromos Stamadiades idi, fakat bu ismi uzun bulan
Atatürk, “Senin ismin Bodo olsun,” demiş ve hep öyle kalmıştır. Atatürk
Konya’ya gittiğinde ona orda hizmet eden, geceleri paspasa kıvrılıp Ata’nın
kapısında yatan uşaktı. Atatürk Mübadele Kanunu’nu çıkardığında yakın arkadaşı
Behiç Bey’den bir ricada bulunur. “Bu Rum’dur Rum olmasına ama, hem öksüzdür
hem de ne Rumca konuşur ne de orada bir akrabası ya da tanıdığı vardır. Mevkim
itibarıyla Mübadele Kanunu’nu çıkartıp da Bodo’yu tutabilmem imkânsız
olduğundan, sizden rica etsem bu emanetimi kabul eder misiniz?” O tarihten
itibaren Bodo, Behiç Bey Türkiye’ye dönene kadar, hep Behiç Bey’e hizmet
etmiştir.]
Siyasette
durum tehlikeli bir hal aldığından Fransız Cumhurbaşkanı Albert Lebrun 29
Ağustos’ta Paris’e dönmüştü ve Protokol Şefliği’nden Behiç Bey’e ertesi gün
kendisini kabul edeceği bildirildi. 30 Ağustos günü saat 11.30’da Behiç Bey
maiyeti ile beraber Elysee Sarayı’na gitti ve itimatnamesini Cumhurbaşkanı’na
sundu. Bu tarihte Fransa’da 61 büyükelçilik bulunmaktaydı.
1 Eylül
sabahı Almanya Polonya’ya savaş açtı, iki gün sonra da İngiltere ve Fransa
Almanya’ya savaş ilan etti. Diplomatik olarak ortalık toz duman oldu. Behiç
Bey’in yaşadıklarından edindiği çok önemli bir tecrübe vardı: “Savaş olsun olmasın en önemli
silah istihbarattır.” Tarafların ne yapacaklarını önceden
haber alabiliyorsanız ya da az bir bilginiz dahi olsa atacağınız adımları daha
iyi belirler, risklerinizi en aza indirebilirsiniz. Bu nedenle Behiç Bey hemen
tanışabildiği kadar çok elçiyle tanıştı ve Fransa Hükümeti nezdinde birçok
ilişki kurdu. Türkiye’de Fransa Büyükelçisi iken tanıştığı M. Sarraut’nun
İçişleri Bakanı olması Behiç Bey için büyük bir şanstı.
4
Eylül gecesi herkes uykudayken bir anda şehrin bütün sirenleri çalmaya
başladı, herkes korku içinde uyandı, tedirgin bir bekleyiş sonucunda uykusuz
geçen bir gece oldu. Sonraki günlerde Paris’te alarmlar o kadar çoğaldı ki,
uyumak iyice zorlaştı. Ancak 1940 senesi 3 Haziran’ına kadar kente düşman
bombası düşmedi.
Ekim
sonuna kadar Behiç Bey karşılıklı ziyaretlerle hem resmi görevini yerine getirdi
hem de oldukça insan tanımış oldu. Mısır Elçisi Fahri Paşa’nın verdiği bir
davette Madame Georgette Jean Brunhes ve Madame Abrami ile tanıştı. Madame
Brunhes adlı dul ve zengin kadın evinde sürekli bakanları, diplomatları,
akademi üyelerini, generalleri, aristokratları kabul ederdi; diğeri Fransa’nın
en meşhur doktorlarından M. Abrami’nin karısıydı, o da evine önemli kişileri
kabul eder, Fransa’daki bütün siyasi olayları öğrenirdi. Behiç Bey bu iki
hanım sayesinde Fransa siyasetine hâkim birçok kişiyle tanışma fırsatı buldu.
Fransa siyasetindeki bu ağır toplarla tanışması ve ahbap olması ileride işine
çok yarayacaktı!
Bunların
arasında Başbakan Daladier, Başbakan Paul Reynaud, Dışişleri Genel Sekreteri
A1exi Leger, Fransa Meclis Başkanı Herriot, General Mougin, son Berlin
Büyükelçisi Monsieur Coulondre, Dışişleri Bakanı Georges Bonnet, sonraki
Dışişleri Bakanı Champetier de Ribes gibi isimler bulunmaktaydı.
Kurulan
ilişkilerin ne işe yaradığının faydası ilerde daha net ortaya çıkacaktı, ama
Behiç Bey en ufak bir işte çıkan pürüzü hemen bu sayede gideriyordu. Örneğin
savaş zamanında “sauf conduit” denilen özel bir seyahat izin vesikası vardı. Bu
vesika olmadan seyahat etmek imkânsızdı. Elçilik ve konsolosluk personeli için
gerekli olan bu belgeyi Dışişleri Protokol Şefliği düzenlemekte problem
yarattı, “Sizde Türk çok, ama ecnebi de çok,” denince Behiç Bey derhal
Budapeşte’de büyükelçilik yaptığı dönemde Fransa’nın askeri ataşesiyken
tanıştığı General Jauard’a giderek meseleyi halletti. Behiç Bey inandığı bir
konuyu çözmeden işin peşini bırakmazdı.
Fransa’nın
harp ilan ettiği 3 Eylül 1939 tarihinden Almanların Fransa’ya girdiği 10 Mayıs
1940’a kadar (bu
döneme Beyaz Harp Dönemi denir) ilk başlarda yoğun olan sirenler
yavaş yavaş azalmıştı, ancak geceleri karartma uygulanıyordu.
Bu
arada Büyükelçilik, Ankara ile ciddi bir yazışma, daha doğrusu cevap alamama
ya da bilgilendirilmeme sorunu yaşıyordu. Mesela: Arnavutluk maslahatgüzarı,
Arnavut Kralı’nın eniştesi, ama aynı zamanda da Sultan Abdülhamid’in oğlu Abid
Efendi idi. Behiç Bey bunun hassas bir konu olduğuna inandığı için Dışişleri’ne
bu kişiye göreve başladığına dair herkese gönderdiği tamimi gönderip
göndermeyeceğini sormuştu, ama hiçbir cevap alamadı. Behiç Bey’in hatıratında
bu konu ile ilgili “âdetleri olduğu üzere cevap vermediler” yazılıdır.
Başka
önemli bir örnekte 19 Ekim 1939’da ABD Büyükelçisi Mr. Bullitt Behiç Bey’i
telefonla arayarak tebrik etti. Behiç Bey sebebini anlayamayıp neden diye
sorduğunda, Mr. Bullitt İngiliz ve Fransızlarla ittifak anlaşmasının Ankara’da
imzalandığı cevabını verdi. Behiç Bey hayretler içinde kalıp imzalandığını
bize haber vermeleri gerekirdi, diye düşündü ve Mr. Bullitt’e mahcup oldu.
Hemen ardından Dışişleri Genel Sekreteri Leger arayıp tebrik etti. Böyle bir anlaşma
Paris Büyükelçiliği’ne tebliğ edilmemişti. Aradan bir ay geçti ve 24 Kasım’da
ekonomik işbirliği anlaşmaları yapmak üzere Dışişleri Genel Sekreteri Numan
Menemencioğlu geldi. Behiç Bey, Numan Bey’e bu durumu anlattı, Numan Bey hayret
bile etmeyerek, soğukkanlılıkla, “Unutulmuş olabilir,” dedi.
Uzun
komutanlık dönemi; Atatürk’le 1907’de başlayan, aynı çadırda ikisinin sabaha
kadar devlet meselelerini konuşmaları; Atatürk’ün Behiç Bey’e 1912’de Derne’den
yazdığı özel mektuplar; Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti’nin Bakanlar
Kurulu’nda söz alıp istifasını vermek suretiyle yanlışların giderilmesini
sağlaması; Kurtuluş Savaşı’nda üstlendiği, ordumuzu savaş alanlarına taşıma
sorumluluğunun tecrübesi; demiryollarının ilk genel müdürlüğü sırasında
mücadele ettiği zorluklar; İstanbul Milletvekilliği ve Bayındırlık Bakanlığı
sırasında edindiği tecrübeler... Behiç Bey çok engin devlet tecrübesine sahip
bir devlet adamıydı, yaşadığı bu ender cevap alabilme meselesini hiç sorun
etmeyip hemen her konuda inisiyatifi ele almış ve Fransa’da resmi görevi ve
vicdanı ne gerektiriyorsa yapmış, Ankara’ya da her yaptığını bildirmişti.
Bütün
bu tecrübeler aslında kısa bir süre sonra Vichy hükümeti ve Almanlarla
yaşayacağı birçok zor durumdan kendisini ve beraberindeki binlerce kişiyi
kurtaracaktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın
başladığı günlerde Fransa’da 330.000 civarında Yahudi yaşamaktaydı, bunların
aşağı yukarı 10.000’i Türk vatandaşıydı. Bu rakama Fransız tabiiyetine geçmiş
Türk Yahudileri dahil değildi.
Fransız
tabiiyetine geçmiş olan Türk Yahudi nüfusu ile ilgili bir rakam ise şu
şekildeydi:
Almanlar
1940 sonbaharında Fransızlara Paris’te bir nüfus sayımı yaptırdılar. Amaçlan
Paris’teki Fransız kimliği taşıyan Yahudi nüfusunu tespit etmekti. Bu sayımda
Paris sınırları içerisinde 15 yaşın üstünde 113.467 Fransız vatandaşı Yahudi
olduğu tespit edildi. Bu 113.467 kişinin 26.158’i Polonya, 7.298’i Rus,
4.382’si Rumen, 3.38l’i Türk, 1.926’sı Macar, 1.703’ü Alman ve 1.642’si Yunan
kökenli Fransız vatandaşı Yahudilerdi. Bu rakamlar 15 yaş üstünü ve sadece
Paris şehrini kapsamaktaydı. 3.381 Türk Yahudisine, 15 yaşın altındakiler de
eklendiğinde, sadece Paris’te 5.000’in üzerinde Fransız vatandaşlığına geçmiş
Türkiye kökenli Yahudi’nin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bütün Fransa’da ise bu
rakam 10.000 civarındadır.
Özetlemek
gerekirse 10.000 civarında Türk vatandaşlığını kaybetmemiş, 10.000 civarında
Türk vatandaşlığını bırakıp Fransa vatandaşlığına geçmiş, toplam 20.000
civarında Türkiye kökenli Yahudi Fransa’da yaşamaktaydı. O dönemde bu duruma
muntazam Yahudiler ve gayri muntazam Yahudiler denirdi.
Fransa’da
yaşayan Türk Yahudilerinin bazılarının babaları ya da büyükbabaları Osmanlı’nın
son dönemlerinde Fransa’ya gelip yerleşmişlerdi. Bunların bir kısmı özellikle
19. yüzyılda Paris’te bulunan “Alliance
Israelite Üniverselle” kurumunun Osmanlı’da açtığı
Fransızca tedrisatlı okullarda okumuş insanların çocukları ya da
torunlarıydılar. Bir kısmı ise azınlık haklarına titizlikle saygı göstermiş 2.
Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra gelecek olan padişah aynı olmaz
kaygısı ile Fransa’ya göç etmişti. Başka bir Fransa yolculuğu yapan Yahudiler
ise 1. Dünya Savaşı’nda Fransız ordusu İstanbul ve Anadolu topraklarından
çekilirken, onlarla beraber gittiler Fransa’ya. Son olarak da 1920’de İzmir’e
saldırıp Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Yunanlıların Müslüman demeden
Yahudi demeden herkesi öldürdüğünü duyan bir kısım Yahudiler Fransa’ya göç
etti.
Paris’te
yaşayan Yahudiler genellikle 11. bölgeye, Fauburg Saint Antoine civarına
yerleşmişlerdi.
1923
ANAYASASI’NIN 88. MADDESİNDE TÜRK VATANDAŞLIĞI İLE İLGİLİ AYNEN ŞÖYLE
YAZMAKTAYDI:
“Türkiye’de
devamlı olarak yaşayan herkes Türk vatandaşıdır ve yurtdışında yaşayan vatandaşlar
ise en yakın konsolosluğa kayıtlarını düzenli olarak yaptırdıkları müddetçe, ne
kadar uzun süre yurtdışında yaşarlarsa yaşasınlar Türk vatandaşlıklarım
korurlar.”
Ancak
yurtdışında yerleşik birçok vatandaşın hiçbir kayıt yaptırmadığı ve yaşadıkları
ülkelerin vatandaşlıklarını almaları eğiliminde oldukları anlaşılınca, 1935
senesinde Vatandaşlık Kanunu’nda yeni bir düzenleme yapıldı. Buna göre;
Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere veya takip eden 5 sene içerisinde ülkesine
dönmeyenler otomatik olarak vatandaşlıklarını kaybedecekler, ancak 5 yılda bir
konsolosluğa gidip kayıtlarını tazeledikleri müddetçe vatandaşlıkları devam
edecek, aksi takdirde vatandaşlıktan çıkartılacaklardı.
Bu
kanunun ardından birçok kişi kayıt yaptırdı, Fransa’da yaşayan birçok Yahudi
vatandaşımız ise buna gerek duymadı ve kayıt yaptırmadı. Zaten çoğu çok uzun
yıllardır Fransız vatandaşıydı.
Kanunun
değiştiği 1935 ve takip eden ilk 5. yıl olan 1940 itibarıyla kaydını
yaptırmayan herkesin vatandaşlığı düşmüştü. Buna göre 10.000 civarında Türk
vatandaşı Yahudi kayıtlıydı, neredeyse bir o kadarı ise kayıtsızdı (kaydı
olanlar muntazam, kaydı silinenler gayri muntazam).
16
Mayıs 1940’ta Fransa’da tam bir panik havası hâkimdi.
Sabah Başbakan Paul Reynaud’nun özel kalem müdürü elçiliğe telefon ederek Alman
ordusunun akşam saatlerinde Paris’e girmesinin muhtemel olduğunu ve elçiliğin
Paris’i terke hazırlanmasını bildirdi. Ancak Alman ordusu istikametini kısa
bir süre için Manş Denizi’ne doğru çevirince Paris’e girmesi birkaç gün ertelendi.
Bunun üzerine Behiç Bey derhal Başbakan’dan randevu talep etti ve 17 Mayıs saat
19.30’da Başbakan Paul Reynaud’ya gitti. Karşılaştığı manzara son derece üzüntü
vericiydi, her tarafı titremekte olan Başbakan’a, Behiç Bey “Vaziyet nedir?”
diye sordu, Başbakan ise “Çok tehlikeli olmakla beraber, ümitsiz değildir,”
dedi.
24
Mayıs’ta ABD Büyükelçiliği’ne giden Behiç Bey, Büyükelçi
Bullitt ile konuşurken bir şeyi fark etti, bütün binanın camlarına kum
torbaları yığılmıştı. Büyükelçi Bullitt, kent civarında Almanların 30 km’lik
bir gedik açtığını masanın üstündeki haritadan Behiç Bey’e anlattı. Eski bir
komutan olduğunu bildiği Behiç Bey ile harita üzerinde epey fikir alışverişinde
bulundular.
Behiç
Bey 3 Haziran 1940 sabahı saat 13.30’da tam öğle yemeğine oturmuşken, müthiş
bir bombardıman başladı. Elçiliğin tüm pencereleri sarsıldı. Elçiliğin
karşısındaki 7 katlı binanın altında mahalle polisi elçilik personeli için bir
oda hazırlamıştı, çünkü Fransa’da sığınaklar bir bodrum katından ibaretti,
ancak Behiç Bey sükûnetini bozmadan yemeğini yemeyi tercih etti. Balkan
Savaşı, Kurtuluş Savaşı, alışıktı bomba seslerine ve bu seslerin kentin çok
yakınında, ama içinde olmadığını tecrübelerinden anlamıştı. Bombardıman
şiddetini artırarak 40 dakika sürdü. Bu bombardımanla Almanlar Renault ile
Citroen fabrikalarını ve civarını bombalamışlardı. 200 Alman savaş uçağı 40
dakikada iki önemli fabrikayı ve çevresini yerle bir ederken arkada bin küsur
ölü ve iki bin küsur yaralı bırakmıştı. Savaşın ayak sesleri bomba olup
gelmiş, ölüm kusup gitmişti 40 dakikada. Bu daha başlangıçtı.
Bu
arada Bolonya Ormanı’na giden Behiç Bey bir bombanın elçiliğe yaklaşık 300 m
mesafeye düştüğünü tespit etti.
UZUN
YILLAR ÖNCE FRANSIZ VATANDAŞLIĞINA GEÇMİŞ BİRÇOK YAHUDİ, FRANSA DEVLETİNİN
ALMANYA’YA TESLİM OLMASININ YARATTIĞI PANİKLE TÜRK BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE GELMEYE
BAŞLAMIŞTI. BU İNSANLAR TÜRKİYE’NİN VATANDAŞLIKLARINI KAYBETMEMELERİ İÇİN
ÇIKARDIĞI TÜM KANUNLARA DUYARSIZ KALMIŞLAR VE TÜRK KİMLİĞİNE İTİBAR
GÖSTERMEMİŞLERDİ. ALMANLAR GELENE KADAR TÜRK YAHUDİSİ OLMAKTANSA FRANSIZ
YAHUDİSİ OLMAYI TERCİH ETMİŞLERDİ. (Ah……………)
Başkâtip
Fatin Rüştü Zorlu, Büyükelçi Behiç Bey’e gelerek durumu bildirdi, ne yapılması
gerektiğini sordu. Behiç Bey tereddüt etmeden
“Her
kim, gerek Osmanlı ve gerekse de Türkiye Cumhuriyeti’ne ait kimlik, belge ya da
tapu ibraz ederse, vatandaşlık başvurusu doldurtup vatandaşlık ilmühaberi
kâğıdı verin,” dedi.
Fatin
Bey bunun üstüne “Sayın Büyükelçim, hiç belgesi olmadığı gibi, bırakın
belgeyi, Türkçe bile bilmeyen, ama babasının, dedesinin uzun yıllar önce bizim
topraklarımızda yaşadığını iddia eden birçok Fransız var aralarında!”
dedi. Bunun üzerine Behiç Bey
“O zaman 6 kelime ezberlesinler
kâfi: ‘Ben Türküm, akrabalarım Türk topraklarında yaşıyorlar.’ Bunu
ezberletin ve verin gerekli evrakları, Almanlar Türkçe anlamaz nasıl olsa,”
dedi ve ilave etti: “Bunu konsolosluklara da böylece bildirin.”
İşte
henüz hiçbir şey başlamamışken Behiç Bey’in çok net bir tavır alarak inisiyatif
kullanıp verdiği bu karar, daha sonra da Ankara’nın Başkonsolosluğu kapatın
emrine uymayarak Paris’te Başkonsolosluğu tutması kararı, binlerce Yahudi’nin
hayatını kurtaracaktı.
[Behiç Bey herhangi
bir büyükelçi değildi, kendisi de Bakan sıfatı taşıyordu, ayrıca Kurtuluş
Savaşı esnasındaki askerlik kariyerinde bile karşısındaki kim olursa olsun,
yanlış olduğuna inandığı emirleri uygulamadan önce doğrusunun ne olduğunu
söyleyen bir yapıya sahipti.
Mesela: Kurtuluş Savaşımızın en
can alıcı yerinde, Başkumandan Mustafa Kemal’den “Dakika tehiri idamla
cezalandırılacaktır” başlıklı bir telgraf aldı, telgrafta Mustafa Kemal
cepheye asker sevkıyatının hızlandırılmasını istemekteydi Behiç Bey’den. Behiç
Bey Mustafa Kemal’in bu kesin ve hayati emrini uygulamadı ve Mustafa Kemal’e
cevabi telgraf çekti:
“Hat daha süratli gitmeye uygun
değildir, lokomotifin 40 km’den daha süratli gitmesi raydan çıkmaya sebep
olacağından tek sevkıyat bile yapılamayabilir, ikinci bir emrinizi
bekliyorum.”
Mustafa Kemal’den gelen cevap Behiç Bey’i onaylıyordu: “Siz nasıl uygun
görürseniz.”]
Behiç
Bey 3. Kâtip Melih Esenbel’i çağırtıp bir emir verdi: “Almanlarla uzun zaman
çalıştım, onları çok iyi tanırım, burada bizi çok zorlu zamanlar bekliyor
olacak, özellikle Yahudiler için tüm personele ve konsolosluklara bildirdiğim kararımın
onların hiç hoşuna gideceğini zannetmiyorum. Anlayacağın burada her geçen gün
her şey daha zorlu ve belki de tehlikeli olacak bizim için. Bu durumda evli
olanların eşlerini ve çocuklarını memlekete göndermeleri zaruri gözükmektedir.”
Melih
Bey Büyükelçi’nin bu kararını akşam eşi Emine Esenbel’e söyledi.[
Bin Renk, Bir Ömür, Sefire Emine
Esenbel’in anıları sf. 80.]
9
Haziran Pazar günü saat 20.00’de Fransa’nın eski Ankara Büyükelçisi elçiliğe
gelerek Behiç Bey’e hükümetin sabahleyin Paris’i terk ettiğini, elçiliklerin
Paris’i terk etmeleri için yazılan bildirimin gönderilmesi için Dışişleri
Bakanlığı’nda adam bulunmadığından, birisini gönderip genelgeyi aldırtmasını
istedi.
Behiç
Bey’in bir huyu da önceden olacaktan tahmin etmeye çalışıp gerekli önlemleri
almaktı. Mesela Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in isteği üzerine
demiryollarının başına geçtiğinde ilk yaptığı iş İstanbul’dan köprü yapımı ve
tamirinde kullanılan çok özel bir teçhizatı bulup getirtmek oldu. Bu önemli
teçhizata sahip olduğumuzu ise bir tek Mustafa Kemal’e söyledi. Nitekim bu
teçhizatın kullanım tarihinin yaklaştığını Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz’dan
hemen önce, 17 Ağustos’ta Konya’ya Behiç Bey’in kaldığı yere gelmesiyle anlamıştı
Behiç Bey. Çünkü Mustafa Kemal gizli gelmişti, Ankara’da programı açıklandığı
halde o gizlice Behiç Bey’in evine gelip “Taşları yan yana koydum, taarruza
geçmenin vakti geldi,” dedi. İki gün, gündüzleri Behiç Bey’le cepheye
asker sevkıyatının nasıl yapılacağını çalışıp geceleri ise Akşehir’e giderek
cephe komutanlarına ne zaman hangi cepheye kaç asker sevk edileceğini
açıklayarak cephede ne yapacaklarını anlattı. Bu çalışma sonrası başlayan Büyük
Taarruz’da orduyu cepheye şevkte karşılaşılan en büyük problem geri çekilen
Yunan ordusunun tahrip ettiği köprülerdi. Yunanlılar nasıl olsa Türkler hiçbir
zaman Osmanlı’da demiryollarını işletmedikleri için ne nasıl yapılır bilmezler
diye düşünüyorlardı. Oysa demiryolları alanındaki yanlışlıkları dört ülkenin
demiryolları ile karşılaştırarak bu konuda 1912’de 300 sayfalık ilk ve tek
eseri yazan bir Osmanlı subayını, Behiç Bey’i hesaba katmamışlardı.
Savaşın
ilanından birkaç hafta sonra, Melih Esenbel bir öğleüzeri tüm sefaret
mensuplarını topladı ve Büyükelçi’nin tüm hanımları ve çocuklarını Türkiye’ye
geri göndermelerini istediğini açıkladı. Kimsenin itiraz edecek bir hali
yoktu. Emir büyük yerden olduğundan, kimse itiraz edemedi.
Behiç
Bey Paris’ten taşınma işini 9-10 Haziran gecesi olarak planlamıştı bile, her
şey hazırdı. Gerekli emirleri verdi, Paris’teki elçilikte İkinci Kâtip Şevket
Utkuman ile bir kapıcı, bir de İsviçreli Emest isminde bir hizmetkâr
kalacaktı. Paris Başkonsolosu Cevdet Dülger elçilikle beraber gitmek istedi,
hatta Dışişleri Bakanlığı Cevdet Dülger’in gitmesine müsaade ettiyse de, Paris’teki
vatandaşlarımızın himayesi için Behiç Bey Başkonsolosluğu Paris’te bırakma
kararı aldı. Talimatı vermek üzere gece Cevdet Dülger’i çağırttı. Cevdet Bey,
Behiç Bey’in Ankara’dan yazılı onay olmasına rağmen bu kararı vermesine, geride
bırakıldığım düşünerek çok bozuldu. Oysaki Behiç Bey Cevdet Dülger’in aksine,
Paris’in en emin yer olduğunu düşünmekteydi ve zaman Behiç Bey’i haklı
çıkartacaktı.
Behiç
Bey, müsteşar, başkâtip ve eşi, ikinci kâtip, iki üçüncü kâtip ve eşleri,
askeri ataşe, muavini ve eşleri, mahalli kâtipler ve diğer çalışanlarla
birlikte 20 kişilik bir ekip Vichy’ye doğru yola çıktı.
11
Haziran gecesi Başkâtip Fatin Rüştü Zorlu Behiç Bey’i
uyandırdı ve Başbakan Paul Reynaud’nun telefonda olduğunu söyledi, telefona
gelen Behiç Bey’e Başbakan, İtalya’nın gece yarısından itibaren Fransa’yla harp
haline gireceğini tebliğ ettiğini, bu kötüleşen durum karşısında Fransa’nın
Türkiye’nin dostluğuna ihtiyaç duyduğunu söyledi.
Dışişleri
Genel Sekreteri Büyükelçi Charles Roux’yu ziyarete giden Behiç Bey’le Roux
arasında tarihi bir konuşma gerçekleşti. Roux neden Türkiye’nin savaşa
girmediğini sitemkâr bir şekilde dile getirip arkasından ülkesinin içine
düştüğü durumdan dolayı ağlamaklı oldu, teselli etmek Behiç Bey’e düştü:
“1918
mütarekesinden sonra Türkiye’yi ne hale getirdiğinizi bilirsiniz. Dört-beş
sene içinde memleketim kendisini kurtardı. Siz büyük ve zengin bir milletsiniz,
daha çabuk kurtulursunuz; milletlerin ve bilhassa sizin tarihinizde böyle
şeyler çok olmuştur.”
12
Haziran günü Başkomutan General Weygand, Vichy yolunda
olan Fransa Hükümeti’ne Tours şehrinde kötü haberi verdi; Cumhurbaşkam’nın
başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’na askeri durumun ne kadar vahim
olduğunu izah edip Fransa’nın mütareke yapılsın ya da yapılmasın tamamıyla düşman
işgalinden kurtulamayacağım bildirdi. Ertesi gün Tours şehrine gelen
Churchill’e de Fransa’nın durumu aktarıldı. Bu haberleri öğrenen Behiç Bey
oldukça endişelendi, zamanında Osmanlı ordusunda beraber çalışmak zorunda
kaldığı Almanları çok iyi tanıyordu, 1. Dünya Savaşı’nda da Almanların hırslı,
disiplinli oldukları ve dur durak bilmedikleri anlaşılmıştı. Bu, pek yakında
nereye giderse gitsin Almanlarla karşılaşması anlamına geliyordu. “İsmet Bey’in Berlin teklifini
kabul etmedik, bak şu başımıza gelenlere, Almanlar alınyazısı olmuş bana
galiba,” diye düşündü.
Bu
arada Mareşal Petain Başbakan, İçişleri Bakanı da Pomaret olmuştu. Behiç Bey
derhal ikisini de ayn ayrı ziyaret ederek Almanlarla ilgili bilgi almaya
çalıştı. Behiç Bey’in özellikle 23 Haziran’da ziyaret ettiği İçişleri Bakam
Pomaret’nin çok neşeli olduğu dikkatini çekmişti. Hâlbuki durumları içler
acısıydı, Almanlarla mütareke imzalanmış, Almanlar mütarekenin mürekkebi dahi
kurumadan Pas de Calais, Nord ve Alsace-Lorraine’i de içine alan geniş bir
bölgeyi Almanya’ya ilhak etmişlerdi. Bu şu demek oluyordu: Fransa’nın önemli
bir kısmı işgal altındaydı. İşin acıklı tarafı mütarekenin 18. maddesinde
Fransa’yı işgal eden Alman kuvvetlerinin masraflarının Fransa Hükümeti
tarafından karşılanacağı yazıyordu, rakam bile tespit edilmişti: günlük 6
milyar frank (sonradan bu miktar günlük 400 milyon franka indirilmiştir).
Almanlar
malum emellerinden dolayı 19. maddeye Alman tebaasından Fransa’ya iltica etmiş
olanların iadesini koymuşlardı.
Almanlar
General Huntziger başkanlığındaki Fransız delegasyonuyla 25 Haziran 1940 günü
imzaladıkları mütarekeyi, 1918’de, savaşı kaybettiklerine dair kendilerine
imzalatılan antlaşma ile aynı yer olan Retheondes Ormanı’nda ve daha da ileri
giderek aynı vagonda imzalamışlardı.
[Bir de misal vermiş hatıratında
Behiç Bey: “Dostumuz General Mougin’in oğlu olan bir topçu alayı yaveri, Alay
Komutanı’nın yanına gitmiş, Alay Komutanı mütarekeden dolayı memnuniyetini
dile getirerek ‘Çok şükür bu beladan kurtulduk,’ demiş. Küçük Mougin
buna tahammül edemeyerek alay komutanına itiraz etmiş, bu itiraz dolayısıyla
Yüzbaşı Mougin’i divan-ı harbe vermişler. Fakat babasının müdahalesiyle bir
ceza almamış.”]
Adolf
Hitler kısa bir süre için vagona binmiş, sonra ayrılmış, mütarekeyi ise generaller
imzalamıştı.
Bu
delegasyonda bulunan Dışişleri erkânından Lagarde Behiç Bey’e bunu anlatırken
beraberinde şunu da eklemişti: General Hutzinger, General Keitel’e “İngiltere’nin
işi de birkaç haftada biter değil mi?” sualini sormuş; Keitel bu işin bu
kadar basit olmadığını söylemiş. Keitel Huntzinger’e bir soru olarak da “Rica
ederim bana söyler misiniz, İtalya sınırında kaç tümeniniz vardı?” demiş.
Fransız General 3.5 tümen deyince Keitel İtalyanlar için “Vay edepsizler,
bize 25 tümen dediler,” demiş.
25
Haziran mütareke günü Fransa’da matem günü olarak ilan edildi. Ancak herkesin
evlerine çekileceğini, perdelerini indirerek matem bayraklarını asacaklarını,
kiliselere koşup dua edeceklerini, ağlayıp sızlanacaklarını zanneden Behiç Bey
gördüğü duruma çok şaşırdı; bütün halk sokaklarda, kahvelerde güler yüzle
gezmekteydi.
Behiç
Bey aynı gün Müsteşarı Salih Örs ile Fransa Meclis Başkanı Herriot’a gitti.
Herriot gayet soğuk davranıp başını pencere tarafına çevirdi. Birçok ahlar
ohlar çekip adeta bir aktör gibi rol yaparak, “Beni aldattılar, beni
aldattılar!” diye arkası dönük söylenip durdu. Behiç Bey “Sizi kim
aldattı?” diye sorunca dönüp bağırarak ve ellerini Behiç Bey’e uzatarak “Siz
ve Ruslar,” dedi. “Niçin?” dedi Behiç Bey. Herriot İtalya harbe girer
girmez Türkiye’nin harbe girmemesine kızmıştı. Behiç Bey “İtalya harbe
girdiği günlerde mütareke istemeyi düşünüyordunuz, biz kiminle harbe
girmeliydik? Değil biz, Amerika dahi harbe girseydi, bu günlerde bir şey
değişmezdi,” dedi. Herriot “Hayır, siz girseydiniz her şey başka türlü
olurdu,” diye ısrar etti. Herriot o kadar hiddetliydi ki, bir dövmediği
kalmıştı Türk heyetini.
Bu görüşme üç sene sonra bir
İspanya gazetesinde şu şekilde yer alır:
TÜRKİYE NE YAPIYOR?
Fransa’nın trajik günlerinde
Reynaud Hükümeti Paris’ten kaçıp Bordeaux’da görevini sürdürdüğü sırada Türk
Büyükelçisi Behiç Erkin yanında müsteşarı ile Fransa Meclis Başkanı Herriot’u
ziyaret etti. Herriot bu ziyareti fevkalade soğuk karşıladı ve gecikmeden
Türkiye’ye karşı siteme başladı, nedeni Türkiye’nin Müttefiklerle savaşa girmeyişiydi.
Herriot’un kızgınlığı giderek artmakta ve Türk diplomatları neredeyse
kendilerinin camdan atılacaklarından endişelenmekteydiler. Fakat Behiç Erkin,
İnönü ile aynı ekolden gelmesi dolayısıyla soğukkanlılığını muhafaza ederek
Herriot’a sordu: “Eğer
harp ilan etmiş olsaydık Fransa’nın silah bırakmaya ve teslim olmaya hazırlandığı
anda, Türkiye’nin hali ne olurdu?”
Herriot kıpkırmızı oldu, “O
zaman durum tamamen farklı olurdu,” dedi.
Paris’ten
Vichy’ye kadar 1 ay süren yolculuk sırasında Üçüncü Kâtip Beşir Balcıoğlu ile
Melih Esenbel çok fedakârca, bazen uykusuz, bazen aç, gece gündüz
çalışmışlardı. Behiç Bey bu insanların terfilerini temin etmek için aylarca
Dışişleri Bakanlığı ile mücadele etti.
Bu
esnada Vichy Fransa’sında siyasette her gün şoke edici gelişmeler yaşanıyordu.
Cumhurbaşkanı Albert Lebrun kendisine gönderilen bir heyet artık gitmesi
gerektiğini söyleyince, istifa bile etmeden Vichy’yi terk etmişti. Mareşal
Petain 10 Temmuz 1940’ta Devlet Başkanlığı’nı ilan etmişti.
Türk Büyükelçisi fevkalade
yumuşak, fakat ironiden uzak olmayan bir diplomasi içinde cevap verdi: “Bizim
için evet. Fransa için hayır!”
O
günden bugüne şartlar hayli değişmiş bulunmaktadır. Mesele şudur ki; bütün değişikliklere
rağmen Türk siyasileri acaba Behiç Erkin kadar cesur cevaplar verebilmişler
midir?
Zira şüphesiz ki, her gün
Herriot’unki kadar emrivakilerle dolu şiddetli suallerle karşılaşmaktadırlar.
Büyükelçi bu gibi konularla
uğraşırken Fransa’daki Yahudiler kendilerini nelerin beklediğini henüz
bilmiyorlardı. Almanya’da 1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesiyle başlayıp
1945’te şartsız teslim olmalarına kadar geçen 10 yılı aşkın dönemde 6 milyon
erkek, kadın, çocuk, genç, bebek, ihtiyar sadece dinlerinden dolayı insanlık
tarihinin en trajik katliamını yaşayacaklardı. Sistematik olarak planlanan ve 6
milyon insanın diri diri öldürülmesiyle sonuçlanan bu olay bugün Birleşmiş
Milletler tarafından her detayıyla tanımlanmış ve tanınmış, dünya insanlık
tarihindeki tek soykırımdır. Hangi ülkede oldukları fark etmiyordu, Nazilerin
işgal ettiği bütün topraklarda Yahudileri “Nihai Çözüm” bulacaktı.
[Nihai
Çözüm, Hitler’in, Avrupa’da yaşayan milyonlarca Yahudi asıllı insanı, ihtiyar,
kadın, erkek, çoluk, çocuk, bebek demeden, sistematik bir şekilde, sadece bu
soykırımı için inşa edilmiş ölüm kamplarında yakmak ve gaz vermek suretiyle
canlı canlı imha etme planına verdiği isimdir.]
ADOLF HİTLER 1941 EYLÜL’ÜNE
KADAR TAM OLARAK YAHUDİLERE NE YAPACAĞINA KARAR VERMEMİŞTİ, HATTA 1940’TA İŞGAL
EDİLMİŞ ÜLKELERDEKİ YAHUDİLERİN 4 YIL İÇİNDE MADAGASKAR’A GÖNDERİLMELERİNİ
AMAÇLAYAN PLAN İLE İLGİLİ BELGELER BULUNMAKTADIR. ANCAK NAZİLERİN “NİHAİ
ÇÖZÜM”DE KARAR KILMALARI ÜZERİNE 10 ŞUBAT 1942’DE BU PLANDAN VAZGEÇİLMİŞTİR.
18
Eylül 1941 günü Hitler’in “Nihai Çözüm”ün başı olarak görevlendirdiği Himmler,
Wartheleand Gauleiteri Arthur Greiser’e gönderdiği mektupta şöyle yazmaktadır:
“Führer,
eski Reich’ın (Alman İmparatorluğu) ve himaye altındaki devletlerin batıdan doğuya
yürütülecek bir hareketle Yahudilerden mümkün olduğunca çabuk arındırılmasını
istemektedir.”
Bu
emirden hemen sonra 1941 Ekim başında Einsatzgrupen’in Yahudileri kitle halinde
kurşuna dizmeleri sorun yaratmaya başladığında 6 milyona yakın insanın en
acımasız şekilde katledilmesi kararını veren dört kişi bir araya gelmiştir:
Nazi Partisi Irk Politikası Bürosu Müdürü Erhard Wetzel, Führer Şansölyesi
Müdür Yardımcısı ve Ötanazi Programı’nın baş sorumlusu Victor Brack, İşgal Edilmiş
Doğu Topraklan Reich Bakanı ve Yahudi İşleri Danışmanı Alfred Roenerg ve
SS-Oberstrumbannfıihrer (Yarbay) Adolf Eichmann.
Karar:
Yahudiler için kurulacak ölüm kamplarında hepsi büyük odalara alınacak, bu
insanlara canlı canlı karbon monoksit ve hidrojen siyanürü (Zyklon B) verilecek
ve 7-8 dakika can çekişerek öldürülen cesetler yakılmak suretiyle imha
edilecektir.
Fransa’da
Behiç Bey’in Vichy Hükümeti’nin seri olarak Yahudilerle ilgili çıkardığı
kararlarla uğraşmaya başladığı sırada doğuda bir soykırım planı çerçevesinde sistematik
ölüm ve imha merkezleri olan Chelmno, Belzec, Treblinka ve Auschvvitz kampları
inşa ediliyordu.
Vichy Hükümeti kısa bir zaman
içerisinde kanun ve kararname fabrikası haline gelmişti. Bu sırada Fransa
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Mr. Charles-Roux 11 Temmuz günü saat 11.30’da
Behiç Bey’i hükümetin yerleştiği Park Otel’e çağırdı. Behiç Bey otele
vardığında gördüğü manzara karşında irkildi, lobi mahşer günü gibiydi!
Asansörün kapısına gelen Behiç Bey’i nöbetçi asker engelleyerek yukarı
çıkmasına engel oldu. Holün ortasında ufak bir masanın başında oturan bir
subayı gösteren asker, oraya gidip matbu bir kâğıdı doldurması, kimi, ne için
görmek istediğini yazması gerektiğini söyledi Behiç Bey’e. Ancak bu prosedürden
sonra kâğıt yukarı gidecek, onay alınacak, uygunsa yukarı çıkılabilecekti!.. Behiç
Bey derhal nöbetçiye haddini bildirdi:
“BENİM
BURADA HİÇBİR İŞİM YOK, MR. CHARLES-ROUX BENİ DAVET ETMİŞTİ, BEN GERİ
DÖNÜYORUM, İSTERSEN HABER VER; TÜRKİYE BÜYÜKELÇİSİ GELDİ, BEN YUKARI ÇIKARMADIM!”
Behiç
Bey çıkıp gitti. Kısa bir süre sonra Dışişleri Bakanlığından telefon edip özür
dilediler ve saat 17.00’de gelmesinin mümkün olup olmadığını sordular. Behiç
Bey bu şartlarda gelemeyeceğini bildirince kendisine kapıda onu bir yetkilinin
bekleyeceği ve yukarı şahsen çıkartılacağı sözü verildi.
Saat
17.00’de randevusuna giden Behiç Bey, Fransa Dışişleri Bakanı Müsteşarı’na “Eğer
biz buraya serbest girip çıkamazsak, ben bir daha buraya ayağımı basmam!” dedi.
Behiç
Bey’in ne kadar tavizsiz bir mizaca sahip olduğunu bilen Fransa Dışişleri
Bakanı ve diğer diplomatlar aralannda toplanarak bu meseleyi konuşup bir renkli
vesika vererek Behiç Bey’in bu problemle karşılaşmaması için işi hemen
çözdüler.
Fransa
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Behiç Bey’den, bir iş olsun olmasın, hiç olmazsa
haftada bir defa kendisi ile görüşmesini rica etti ve bundan çok memnun ve
müstefit olacağını (yararlanacağını) beyan etti.
[Behiç Erkin, Hatırat sf. 460.]
Yeni
Dışişleri Bakanı Baudoin elçileri hiç kabul etmezdi, daima Genel Sekreteri ile
görüştürürdü. Ancak 31 Ağustos 1940 günü Behiç Bey’i Park Otel’in hemen
bitişiğindeki Chante-Claire isimli lokantada yemeğe davet etti. Behiç Bey
yemeğe giderek yeni Dışişleri Bakanı ile tanıştı.
Behiç
Bey de Dışişleri Bakanı Baudoin’i Türk Elçiliği’nde ağırladı 18 Eylül akşamı.
Böylece hem Müsteşar ile hem de yeni Dışişleri Bakanı ile iyi bir diyalog tesis
etmişti. İleride çok ihtiyacı olacak diyalogları!
27
Eylül 1940 günü Alman askeri yetkilileri işgal altındaki Fransa topraklarında
Yahudilere karşı seri şekilde kararlar almaya başladılar. Aynı ay içerisinde de
Yahudi nüfus sayımı yaptırdılar.
[Les
Juif Sous L’Occupation: Recveil des Textes Officiels Français et Allemands
1940-1944 (Centre de Documantation Juive Contemporaine, Paris, 1982) sf. 18-19,
bundan sonra bu kısaca LJSO diye geçecektir. Ayrıca: Warren Green, “The faith
of Oriental Jews in Vichy France”.]
16
Ekim 1940 gazeteleri “Le status de juifs” (Yahudilerin statüleri) başlıklı bir
kanunu yayımladı. Bu kanuna göre Fransa Devleti’nin Legion d’Honneur madalyası
ile onurlandırdığı ve askeri madalya alanlar istisna olmak kaydıyla, geri kalan
tüm Yahudiler devlet memurluğu, öğretmenlik, subaylık ve daha birçok özel
işlere girmekten men ediliyorlardı.
[Behiç Erkin, Hatırat sf. 463.]
23
Ekim 1940 günü Laval, Hitler’le Montoire-sur-Loire’da
buluştu ve Fransa’nın Almanlarla işbirliği (collaboratin) başladı. Hitler’in
Laval’a teklif ettiği ve Mareşal Petain’in haberdar edildiği işbirliği bu
toplantıda konuşulmuş, fakat tümüyle Almanların istediği şekilde
gerçekleşmemişti. Mareşal Petain bunu iktisadi anlamda benimsemiş, oysa Laval
ikinci defa iktidara geldiğinde tam anlamıyla gerçekleşmiştir.
Laval
Almanlarla işbirliğini daha iyi idare etmek için Dışişleri Bakanlığı’nı
kontrolü altına aldı ve Müsteşar Charles Roux’yu istifa ettirerek yerine
Rochat’yı Büyükelçilik payesi ile Müsteşar yaptı.
17
Ekim’de yeni bir karar açıklanmıştı, buna göre her
Yahudi mahalli olarak kendini ve evini kaydettirecek, izinsiz evini terk
edemeyecek, işgal edilmemiş Fransa’ya giderse geri gelemeyecekti. Karar devam
ediyordu: Yahudiler artık hiçbir ticari faaliyette bulunamayacak, sahip
oldukları işletmeler yönetilmek üzere Hıristiyanlara devredilecek, işletmenin
görünür bir yerine hem Almanca hem Fransızca “Bu bir Yahudi işletmesidir”
levhası asılacaktı!
Bu işletmeler işgal kuvveti
iktisadi ilişkiler Yahudi bölümü yetkilisi Dr. Blanke tarafından yürütülecek
operasyonlarla ilk olarak Fransızlara devredilecek, sonra da asgari bir fiyata
satılacak, alınan paralar, Caisse des Depots et Consignations denilen bir
kurumda eski Yahudi sahipleri adına muhafaza edilecekti. Eski sahipleri
anaparaya dokunamayacak, ancak senelik % 2.5 faizini çekebilecekti. [LJSOsf.
17-18,114-127.]
İşgal
altındaki Fransa’da Alman Ordu Kumandanlığından Otto von Stulpnagel imzası ile
12 Kasım 1940’ta işletmelerin devri ile ilgili detaylı bir bildirim yayımlandı.
YAHUDİ
İŞLETMELERİN GEÇİCİ YÖNETİCİLERİNİN TALİMATLARI
Yahudi
işletmelerindeki geçici yöneticiler her şeyden önce Fransa ekonomisine Yahudilerin
girmesini engellemek için Yahudilerin sahip olduğu her geçerli belgeyi imha
edeceklerdir. Böylece normal seyrindeki Fransa ekonomisi engellenmemiş olacak,
işletmelerde oradaki insanlar işlerini kaybetmeden ve sadece Fransız ve Alman
müşterilerle ilgilenilerek çalışmaya devam edecektir.
Geçici
yönetici hiçbir Yahudi’nin, eski işletme sahibi dahi olsa, işletmede söz sahibi
olamayacağını sağlamakla yükümlüdür. Şayet çok acil bir durum olursa Yahudiler
işletmeden para alabilecek, ancak geçici yöneticiler kesinlikle insanların
Yahudilerin bu işletmelerde söz sahibi olduğu intihasını edinmemelerine
özellikle dikkat edeceklerdir.
Yahudi
çalışanlar işletme onlarsız çalışabildiği an işten çıkartılacaklar. Geçici
yöneticiler hiç unutmamalıdırlar ki, kendileri bir dönem için sadece işin
başındadırlar, işletmelerle ilgili nihai ayarlamalar mümkün olan en kısa
zamanda yapılacaktır.
Yahudilerin
katılımı olmadan işletmelerin operasyonunun devamı 3 şekilde sağlanabilir:
1-
Yahudiler işletmelerini Yahudi
olmayanlara satabilirler ya da haklarını devredebilirler. Bu yöntem hiç zaman
kaybı olmaması açısından yararlıdır. Ancak geçici yöneticiler çok dikkat
etmelidirler ki, satın alan kişi kesinlikle Yahudi etkisi altında olmayan bir
kişi olmalıdır. Eğer bir şüphe söz konusu olursa ve bu kişi ikinci bir anlaşma
ile bir kukla ise veya daha değişik bir yöntemle sonradan Yahudilerin işlerinin
başına dönmesini sağlarsa, tüm anlaşmalar geçersiz sayılacaktır. Bir anlaşma
yapıldığında derhal ilgili Bakanlığa bildirilecek, şüphelenilen anlaşmalar
geçersiz sayılacaktır.
2-
Yahudiler işletmelerini satmak
ya da devretmek istemezlerse ki birçok durumda bu olacaktır, bu durumda geçici
yöneticiler işletmeyi ya bir bütün olarak ya da parça parça Yahudi olmayanlara
satmaya yetkilidirler. Bu satışlarında kontratları derhal askeri karargâha
getirilecektir. Bu, bir işletmenin en hızlı şekilde devir yoludur. Rekabetin
olduğu alanlarda Yahudi işletmeleri Yahudi olmayan rakiplere satılmalıdır.
3-
Bazı işletmeler Fransa ekonomisi
için gerekli ve önemli olmayabilir, bunlar envanter satışı ile derhal bir
bütün olarak veya tek tek satılmalıdır. Bu işletmelerin kesinlikle yeni mal
almalarına izin verilmeden tahliye satışına geçilmelidir.
İhtiyaç
olmayan bu işletmeler askeri karargâhlara bildirilerek onay alınacaktır. 4
hafta sonra tüm geçici işletmeciler rapor verecek ve başarısız olanlar hemen
işlerinden el çektirilecektir.
Geçici
yöneticiler hiçbir şekilde eski sahiplerine karşı sorumluluk taşımazlar.
Fransa
ikiye bölünmüştü, Alman, işgali altındaki Fransa ve işgal edilmemiş Fransa.
İşgal edilmemiş Fransa’yı yöneten Vichy Hükümeti hiç gecikmeden yukarıda bahsi
geçen yasaları daha da ağırlaştırarak uygulamaya başladı. Birçok Yahudi işgal
olmamış topraklara Almanlardan kaçarak gelmişti ama nafile, Almanların
çıkarttıkları Yahudi kanunlarını uygulamada Vichy Fransa’sı Alınanlardan bile
beterdi ve bu durum Behiç Bey’in canını iyiden iyiye sıkıyordu.
Bu
arada Fransız bankaları da Almanların emriyle bütün müşterilerine Yahudi
olmadıklarına dair bir belge getirmelerini, getirmeyen herkesin kasasına el
konulacağını bildirdi. Hemen ardından Almanlar bütün bankalardaki Yahudilere
ait kasaları açmaya başladılar ve içinden ne çıkarsa çıksın el koydular.
ALMANLARIN
FRANSA’YA GELMESİ İLE BİRLİKTE UZUN SENELERDİR FRANSA’DA YAŞAYAN ÇOKTAN FRANSIZ
VATANDAŞI OLMUŞ BİNLERCE YAHUDİ, 30-40 YIL ÖNCEKİ TAŞIDIKLARI OSMANLI VE
TÜRK KİMLİKLERİNİ HATIRLAMIŞLAR, TÜRK BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE VE ELÇİLİĞE BAĞLI
KONSOLOSLUKLARA GELMEYE BAŞLAMIŞLARDI.
Büyükelçi
Behiç Erkin kesin talimat vermişti, başvuran ve bir zamanlar Türk ya da Osmanlı
tebaası olduğunu iddia eden herkese vatandaşlık ilmühaberi verilecekti. Böylece
o insanların canlarını koruma altına alabileceğini düşünüyordu. Ama gerek işgal
altındaki Fransa topraklarındaki Alman kanunları, gerekse de Alman’dan çok
Alman olmaya çalışan Vichy Hükümeti’nin bu insanlarının mallarına, mülklerine,
paralarına ve hatta işyerlerine el koyacakları hiç aklına gelmemişti. Fakat
daha 1-2 ay önce 29 Temmuz’da Laval ile yaptığı görüşmeyi hatırladı.
Bu
görüşmede Laval kendisine siyasi ve askeri vaziyeti anlatarak Avrupa’nın rahat
etmesi ve Fransa’nın istiklali için İngiltere’nin mağlup edilmesi lazım
geldiğini ve bu işi ancak Almanya’nın yapabileceğini, İngiltere İmparatorluğu
mevcut oldukça Fransa’nın istiklalini muhafaza edemeyeceğini, bunun için
kendisinin bütün elinden gelen vasıtalarla Almanya’ya yardım edeceğini açık bir
lisanla söyledi. Mareşal Petain’le beraber Fransa’nın en güçlü iki kişisinden
biri olan Başbakan Yardımcısı Laval, Almanlara “her vasıta ile” yardım
edeceğini alenen söylüyordu. Behiç Bey bu “her vasıta” ifadesinin
açılımı olarak, Yahudilerle ilgili Almanların çıkardığı her kanundan sonra,
aynısının daha da ağırlaştırılmışının Vichy Hükümeti tarafından çıkartılmasına
şaşırmıyordu. Sadece bu işin her geçen gün daha kötüye gideceğini görüyordu.
“İyi
ki Paris’te Başkonsolosluğu bırakmışım, daha neler göreceğiz kim bilir?” dedi kendi kendine.
Paris
Başkonsolosu, Büyükelçi Behiç Bey’e Almanların Yahudilerin mallan ile ilgili çıkarttıkları
emir ile ilgili ne yapılması gerektiğini sordu. Behiç Bey “Çıkartılan kanuna
uymak gereklidir, ancak maddi herhangi bir zarar söz konusu olursa bizim himayemizin
söz konusu olduğunu derhal ilgili makama bildirin,” dedi. Ayrıca, “Her
Yahudi Türk vatandaşı işyerine ve evine Türk olduğuna dair bir yazı asacak!”
diye ekledi.
25
Kasım 1940’ta bu sefer Başkonsolos, Büyükelçi’ye
yazdığı yazıda Almanların çıkarttığı ikinci kanunla ilgili ne yapılması gerektiğini
sordu.
Behiç
Bey Birinci Dünya Savaşı’na Almanlarla müttefik olarak Osmanlı’nın katılması
dolayısıyla Osmanlı ordusuna getirilen Alman komutanlarla 4 uzun sene çalışmak
zorunda kaldığından, onları çok iyi tanıyordu. Onları iyi tanıması, dünyadaki
gelişmeleri çok iyi takip etmesi, 11 yıl boyunca Budapeşte’de Büyükelçilik
görevi yaparken, tüm Macaristan’ın yakından takip ettiği Almanya’da olup
bitenleri, Nazi Partisi’nin iktidar yolunu ve politikalarını gayet iyi
biliyordu. Tüm bilgilerini ve yaşadıklarını yan yana koyduğunda Almanların
özellikle “sadece Yahudilerle ilgili” çıkardıkları bu kanunlar Behiç
Bey’i çok rahatsız etmişti.
Bu
meseleyi Melih Esenbel konsolosluklara bildirdi. Bu arada kişisel görüşmelerle
yürütülmesini istedi işin. Paris Başkonsolosu Cevdet Dülger, Behiç Bey’e 3 Mart
1941’de bir yazı gönderdi, bu yazıda Alman otoriteleri ile görüştüğünü ve
kendisine bugün yazılı olarak Almanlardan cevap geldiğini, kanunların Fransa’da
yaşayan tüm yabancı uyruklu Yahudiler için geçerli olacağını yazmakla beraber,
son cümlede Türk Başkonsolosluğu’nun yapacağı münferit başvuruların
memnuniyetle değerlendirileceğini yazdı. Behiç Bey hem şaşırdı hem de planının
Almanlar nezdinde en azından şimdilik geri tepmediğini görmekten dolayı mutlu
oldu.
Behiç
Bey olayları dikkatle izliyordu. Bu arada yine değişen Fransa Dışişleri Bakam
ile de hemen temasa geçmişti. 30 Kasım’da Mr. Flandin ile teferruatlı ve güzel
bir toplantı yaptılar.
Bu
arada Vichy Fransası da tam bir kaos içindeydi. 13 Aralık günü Mareşal Petain,
politik bir kurnazlıkla Laval’ın istifa etmesini sağladı. Hatta Otel de Parc’a
dönen Laval’ı buraya bile almayıp Vichy’den 15 km uzaklıktaki Chateldon’daki ev
hapsine gönderdi.
Hitler’e
bir tegraf yazan Mareşal, Fransa’nın politikasının değişmeyeceğini, ancak
Laval ile çalışmayacağını ifade etti. Ertesi gün Paris’teki Alman Büyükelçisi
Abetz ile birkaç general silahlı bir kıta himayesinde Vichy’ye gelip Mareşal
ile görüştü. Görüşme olduça hararetli geçti, fakat Laval hiçbir bakanlık
teklifini kabul etmedi. Bunun üzerine Abetz Laval’ı da yanına alıp generalleri
ile beraber Paris’e döndü.
Savaş
başlamadan sayıları 61 olan Fransa’daki yabancı büyükelçilikler, Vichy’de 40’a
kadar düşmüştü.
Paris’te
Yahudi işletmelerini Almanlar ya da Fransızlar sebebi belli olmayan şekilde bir
anda mühürleyebiliyorlardı. Bu mühürleme olayları Türk Yahudilerinin yerlerine
olduğunda, konsolosluk hemen harekete geçiyor ve gerek Alman otoritelerine
gerekse de Fransızlara ilgili mülk ya da işyerinin mührünün kalkması
doğrultusunda hem protestoda hem de talepte bulunuyordu. Bu talep Alman
tarafında Adolf Eichmann’m Fransa’daki temsilcisi Büyükelçi Abetz’e yapıldığı
gibi, işgal altındaki Fransa’da Alman güvenlik polisinin başı olan Theodor
Dannecker (1942 sonrasında da Heinz Röthke) (82 Avenue Foch, Paris) ve
Paris’teki Alman Enformasyon Bürosu Başı Dr. Schmitt’e (11 Rue de Saussieres)
yapılmaktaydı.
Şayet
bir ay içerisinde bir cevap alınamazsa iletişim daha yoğunlaştırılıyor,
konsolostuktan bir görevli şahsen gidip ilgili kişinin Türk vatandaşı olduğunu
belgelemek suretiyle mührü kaldırtmaya ve/veya kampa götürüldüyse de o şahsı,
kamptan çıkartmaya çalışılıyordu.
Bazen
Fransız otoriteleri topu Almanlara atarak, “Bu düzenlemelerin uygulamaları
Alman işgal güçleri otoriteleri tarafından yürütülmektedir,” diyorlardı.
Muhatap bulabilmek de ayrı bir dertti, bulup anlatabilmek ayrı bir dert. Bu
arada da unutmamak gerekiyordu ki, her geçen saat aleyhte çalışmaktaydı. Türk
diplomatlarına güvenmek zorundaydı Türk vatandaşı olan Yahudiler, ama
diplomatların da işi açıkçası çok zordu. Hele karşındaki tavizsiz bir Nazi
subayı ya da Alman uşağı olmuş bir Fransızsa.
Bu
itirazlarla ilgili neredeyse matbu hale gelen bir form yazısı bile oluşmuştu.
"Türkiye
Başkonsolosluğu, Paris, no. 605
Türkiye’nin
Paris Başkonsolosluğu, Türk kanunlarında vatandaşlar arasında dinlerinden
dolayı hiçbir ayrım yapılmadığı tezine dayanarak, Alman Büyükelçiliği'nden Türk
vatandaşlarının mülklerini etkilemeye başlayan 18 Ekim 1940 düzenlemeleri ile
ilgili yetkili birimlere talimat verilmesini saygıyla rica eder. ” [Prof. Stanford
Shaw, Tıırkey and the Holocaust, sf. 88.]
Alman otoriteleri yabancı uyruklu
Yahudilerle beraber tek tük de olsa Türk Yahudilerini de tutuklamaya
başladılar. Olaylar her şekilde daha kötüye gidileceğinin sinyallerini
veriyordu.
1940
senesinin sonunda Büyükelçi Behiç Erkin’in görev süresi sona ermişti.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Behiç Bey’e devam edip etmeyeceğini sordu. Cevap
kısa ve netti:
“Sayın
Cumhurbaşkanımız, lütfen görev süremi uzatınız.”
Bunun üzerine Behiç Erkin’in görev süresi bir sene daha Paris Büyükelçisi
sıfatı ile uzatıldı.
[Birçok
yerde Vichy Büyükelçisi ve yanlış tarihler yazmaktadır, doğrusu: Behiç Erkin
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün imzaladığı resmi evrakta
1939-1940-1941-1942-1943 senelerinde “Türkiye Cumhuriyeti Paris Büyükelçisidir.
Sadece yazışmalarda Paris Büyükelçisi (Vichy) diye geçer.]
Behiç
Erkin’in Yahudiler için yaptıkları Almanlar ve Vichy Hükümeti tarafından,
rahatsızlık boyutunu çoktan aşmıştı zaten, ama en son olanlar artık bu iki
ülkenin Türkiye üzerinde bu sefer çok daha yoğun baskı kurmalarına sebep oldu.
Artık kesinlikle bu Büyükelçi’nin gitmesini istiyorlardı.
Bu arada Behiç Erkin vatandaşı olan Yahudileri
Türkiye’ye göndermek için son tarih olan 31 Ocak 1943 tarihini de değiştirmeyi
başarmıştı, tahliye 31 Mart 1943’e ertelendi, ancak sonra tekrar ertelendi,
tekrar ertelendi. Behiç Erkin 1942’den başlayarak, özellikle 1943 senesinde çok
yoğun olarak kafileler düzenledi İstanbul’a.
[Ankara’daki Amerikan Elçisi Laurence G. Steinhardt 9
Şubat 1944 senesinde İstanbul’daki Yahudi Ajansı’nm başındaki Chaim (Hayim)
Barlas’a yazdığı mektupta 42 senesinde, 43 senesinde çok teşvik edici bir
tahliye artışı gözlendiğini yazar.]
Behiç Bey, Fransa’daki görevinden, Nazilerin
milyonlarca Yahudi’yi ölüm kamplarına taşıdıkları esnada, Yahudi dolu tren
kafilelerini ters istikamette yaşama taşıma işlerini başlatması ve bir düzene
sokması, bu olaya izin verdikleri halde kabullenemeyenlerin Ankara’ya yaptıkları
büyük baskılar sonucunda 1943 Ağustos’unda ayrılmak zorunda kaldı.
Ama içi rahattı, önce 10.000 Yahudi’ye Türk
vatandaşlık vesikası verilmesini sağlamış, savaş ortamından onları tahliye
edip Türkiye’ye dönmelerinin onayını resmi olarak her iki ülkeden de almayı
başarmış ve vatandaşlıktan hiç çıkmamışlarla beraber toplam 20.000 civarındaki
Yahudi’nin hayatta kalmasını sağlayabilecek seferleri başlatmıştı. O artık
burada olmasa bile arkada kalan herkes ne yapılacağını çok iyi öğrenmişti.
Behiç Erkin Yahudilere yaptığı yardımları, her şeyden
önce vicdanı olan biteni kabul etmediği için yapıyordu, insan olduğu için
yapıyordu. Bir büyükelçi olarak Ankara’ya Fransa’daki Yahudilerin yaşadığı
facianın insanlık boyutunu anlatabilmek için yazdığı raporda bile, bir anne ile
7 aylık minik bebeğinin başına gelenleri anlatmıştı.
Bir diğer gönderdiği yazıda şu cümleler özellikle
dikkat çekmektedir:
“Çocuklara, kadınlara, erkeklere, babalara ve annelere
basit bir sürüymüş gibi davranılması, aynı ailenin fertlerinin birbirlerinden
ayrılması ve sonu belli olmayan bir yola gönderilmesi...” İşte Ankara’ya
gönderdiği bir yazıda geçen bu cümle, Behiç Bey’in vicdanının sesini en iyi
yansıtan tanımlama olsa gerek.
Diğer bir sebep ise mantığı ve olayları değerlendirme
kabiliyeti idi. Nazi Almanya’sının ve Vichy Fransa’sının Yahudilere yaptığını
doğru bulmuyordu, insanlık dışı buluyordu. Ne zaman yanlış bir durumla
karşılaşsa, müdahale etme kararını derhal alıp uyguluyordu.
Atatürk Soyadı Kanunu’nu çıkarttığında 37 yakınına
soyadlarını kendi el yazısı ile yazıp şahsen göndermek suretiyle bildirmiştir.
Bu 37 soyadını da Türk Dil Tarih Kurumu’na verip saklamalarını istemişti;
memleketin ilk soyadları olarak, dokuzuncusu Behiç Bey’e lütfettiği Erkin
soyadıdır. Açıklamasını da şöyle yapmıştır: içinde bulunduğu şartlar ne
olursa olsun, o şartlardan etkilenmeden doğru düşünebilen, bağımsız kalabilen.
Alman subaylar Enver Paşa zamanında Osmanlı ordusuna
getirildi, itiraz edenlerin başında Behiç Erkin vardı. Alman komutanların sonradan
çıkarttıkları her kitapta yer aldı Behiç Bey’in işlerine nasıl müdahale ettiği.
Kurtuluş Savaşımızın başında Mustafa Kemal
demiryollarının başına geçmesini istediğinde, “İşime karışılmamak şartıyla,”
dedi ve sonra işine karışılınca istifa etti. Behiç Erkin’siz zaferin kazanılamayacağını
söyleyen FEVZİ ÇAKMAK PAŞA, onu geri
getirebilmek için zamanın Bayındırlık Bakanı’nın değişmesine kadar giden bir
mücadele verdi.
Kurtuluş Savaşı’nın en önemli yerinde Başkumandan
Mustafa Kemal’den gelen cepheye asker sevkıyatının hızlandırılması ile ilgili
emri, yanlış olduğuna inandığı için uygulamadı. Mustafa Kemal’e uygulamama
nedenlerini açıklayarak cesaretini ortaya koydu ve cepheye sevkıyatı dakikası
dakikasına planladığı gibi gerçekleştirmeyi başararak cephe gerisindeki, yani
perde arkasındaki en önemli başarıya imza attı.
Cumhuriyet kurulur kurulmaz îsmet İnönü Başbakan ve
Behiç Erkin ise sadece Demiryolları Genel Müdürü iken, İsmet Bey’e, Başbakan’a,
demiryollarının yabancı işletmecilere geri verilmesi fikrine müdahale ederek
millileştirilmesini sağlayan konuşmayı yapma cesaretini gösterdi: “İsterseniz
Türklerin de trenleri mükemmel bir şekilde işleteceğine dair size senet
imzalayıp vereyim.”
Mustafa Kemal’le bir sohbet esnasında istihbarat
işlerinin resmi olması gerektiği konusunda fikrini beyan ederek, MİT, Milli
İstihbarat Teşkilatı’nın kurulmasının fikir babalığım yaptı ve MİT’in
kurucu kararnamesine bakan olarak imza attı.
Bakanlıktan istifa sebebi bile İsmet İnönü’nün kendi
sorumluluk alanı olan Bayındırlık Bakanlığı’na bir bürokratın atanması
konusundaki ısrarlı talebiydi. Behiç Erkin yanlış olduğuna inandığı bu atama
talebini Başbakan’a, kendi fikrini savunarak yapmadı.
“Benim bakanlığımdaki işlerle ilgili sorumluluk bana
aittir, kimseye müdahale ettirmem, bakanlığımı layığı ile idare edemezsem o
zaman hesap sorarsınız, ben de hesap veririm, ama işime kimseyi müdahale
ettirmem,” demişti Başbakan İsmet İnönü’ye ve İsmet Bey’le bu
konuda anlaşamayınca, bakanlık görevinden o anda istifa ederek o odadan çıktı.
Belki de doğru olmadığına inandığı konularda,
karşısındaki kişi ya da güç ne olursa olsun, doğruları savunmadaki kararlılığı
ve gücünü aldığı yaradılışından olsa gerek, Behiç Erkin’e
1939-1940-1941-1942-1943 senelerinde insanlığın gördüğü en büyük dramda kader,
Nazilerin Yahudilere uyguladığı o korkunç soykırımda, en azından 20.000 Türk
asıllı Yahudi’nin hayatta kalmasında başrol oynama görevini yüklemişti. Belki
de Allah tarafından gönderilmişti bu göreve.
Fakat Behiç Erkin’in insanlık namına, zaten Türk
kimliği olan muntazam Yahudi tebaası vatandaşları ve sonradan altı kelime
ezberleterek verilmesine izin verdiği kimliklerle gayri muntazam Yahudi tebaası
için yaptıkları, artık Almanlar ve Vichy Hükümeti tarafından, rahatsızlık
boyutunu çoktan geçmişti.
Ayrılmasına bir ay kala Behiç Erkin, uzun zamandır
üstünde çalıştığı ve Yahudi mal varlıklarının hepsinin karşılıklı anlaşmalar
gereği Türkiye Cumhuriyeti servetinin bir parçası olduğunu ispatlayan,
kelimenin tam anlamıyla mükemmel denebilecek bir çalışmayı Vichy Hükümeti’nin
önüne koydu.
Türkiye ile Fransa arasında imzalanan ve hâlâ
yürürlükte olan 1923 Lozan Antlaşması, 1929 Denizcilik Antlaşması ve 1931 tarihinde
Denizcilik Antlaşması’na ilave kararnameyi bularak Türk Yahudilerinin
servetlerine el koyamayacaklarım kanıtlaması Behiç Bey’in dönmeden önce Vichy
Fransa’sına indirdiği ikinci en büyük darbeydi.
Büyükelçiliğe ve konsolosluklara başvuran, Fransa
vatandaşı olan, ama zamanında Türk ya da Osmanlı topraklarında doğanlara
vatandaşlık vererek koruma altına alıyordu. Çıkan her Yahudi kanununa resmi
olarak karşı çıkıp arkasından tüm nüfuzunu kullanarak ısrarla vatandaşlarını
koruyordu. Ama onun gözünde insan olan bu vatandaşlar, Vichy Hükümeti’nin ve
Nazilerin gözünde sadece Yahudi’ydiler, Nihai Çözüm için ölüm kamplarına gönderilmesi
gereken Yahudiler. Bu Yahudileri koruması, sonuç alamadığında Vichy Hükümet
Başkanı Laval’ı bile köşeye sıkıştırarak istediğini kabul ettirmesi, Adolf
Eichmann’ı sinirlendirerek Otto Abetz’e Yahudileri ülkesine trenlerle taşıma
kararım kabul ettirmesi, gerek Vichy Hükümeti’ni ve gerekse de Almanları çok
sinirlendirdi ve iki ülke ile Türkiye arasında çok ciddi krize sebep oldu. Bir
de muhtemelen son durağı Auschvvitz olacak trenden Necdet Kent’le 80 Yahudi’yi
Alman karargâhını terk etmemek suretiyle trenden aşağı indirtmesi!
Vichy Fransa’sı ve Nazi Almanya’sı Behiç Erkin’i bu
yardım çalışmalarından dolayı suçlayıp şikâyet ederek Türkiye’ye bu büyükelçiyi
geri çekmesi için büyük baskı uyguladı. Bu baskı Amerika’da Washington
Post gazetesinde bile “Büyükelçinin suçlanan aktivitelerinde
kuvvetli Nazi engeli” başlığı ile yer buldu. Bu başlığın altında, “Türkiye
Fransa’daki Büyükelçisi Behiç Erkin’i Almanlar tarafından Vichy’deki Elçiliği
üzerinde uygulanan baskılar yüzünden geri çağırdı” diye yazarak
duyuruyordu Amerikalı okurlarına Washington Post 17 Haziran 1943’te.
Behiç Erkin Yahudilere yapılanın yanlış olduğunu
tespit ettiği an, Türk Büyükelçisi olduğu için, kendi vatandaşlarının haklarını
ve canlarını korumak için karşısındaki Vichy Hükümeti’ne ve Nazi Almanya’sına
sonuna kadar direndi. Çünkü geçmişinden sahip olduğu stratejik yerlerdeki
askerlik tecrübeleri, yaşadığı savaşlar ve devlet adamlığı tecrübelerinin ona
kazandırdığı çok önemli bir meziyeti vardı: muhakeme gücü. İşte bu muhakeme
gücü onun, hem Fransa’nın hem de Almanya’nın Türkiye’yi karşısına almak
istemediği ve/veya alamayacağı sonucuna ulaşmasını sağlıyordu. Bu sonuca
ulaşması ise, hayatını riske etme pahasına dahi olsa, şahsen hiç tanımadığı
binlerce insanın, tek hayatta kalma umudu yapmıştı onu.
Almanlar Fransa’yı işgal edince, binlerce insan için
ölümle yaşam arasındaki tek fark üstünde damga olan bir kâğıt parçasıydı.
Üstünde AY ve YILDIZ taşıyan bir kâğıt parçası ve yine
üstünde AY ve YILDIZ olan bir resmi damga.
Bu kâğıda sahip olunduğunda, bu hakları kendi hayatı
pahasına koruyan bir Büyükelçi vardı o sırada Fransa’da; hem de en yüksek Alman
makamının karşısına çıkıp haklarını savunacak kadar inancı ve en yüksek Fransız
makamına gidecek kadar da yüreği olan bir Büyükelçi.
İŞTE O BÜYÜKELÇİ BEHİÇ BEY’Dİ...
Ama o sadece bir büyükelçi değil, Çanakkale Harbi’nde
cepheye asker sevkıyatının aksamadan yapılmasını sağlayan Kurtuluş Savaşımızın
lojistiğinin başındaki komutandı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller
üstüne kurulmasında büyük emeği geçen bir bakandı.
İkinci Dünya Savaşı esnasında binlerce Yahudi’yi
soykırımdan kurtaran belge.
Yahudilerin sahip oldukları varlıkları üstlerine geçirdikleri Türk vatandaşlarının
listesi. Müslüman Türk vatandaşlarının Yahudi tebaası olan Türk vatandaşlarına
yardım eli uzatmasının belgesi.
Behiç Erkin’in 30 Ekim 1942
tarihinde Fransa’daki o dönemin Türk Musevi cemaati adına Bay Yakar’ın binlerce
gayrı muntazam Yahudi adına gönderdiği mektubun orijinali.
(Bu mektubun orijinali
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Enstitüsü içinde yer alan İnkılâp Tarihi
Müzesi’nde bulunmaktadır.)
Zata mahsustur 30.10.1942
Vichy Büyükelçimiz Behiç Beyefendi Hazretleri’ne;
Fransa’da uygulanan seyr-i sefer kanununa göre düzenli
kayıtları olmayan biz Türk uyruklu Fransa’da oturan Musevilerin, Musevi Türk
uyruğu isteğiyle durumu anlatmak için Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye alt
Elçiliğin onayı ile yazdığımız dilekçenin Ankara’ya gönderilmesi ve gösterilen
uğraşlar konusunda Elçiliğinizin üstlendiği rolü memnuniyetle öğrendik.
Himayemizde bulunan ihtiyar, kadın, çoluk-çocuk, hasta
ve fakirler ardı sıra dizilerek bütün kayıtlı olmayan Musevi dindaşlarımızın
adına tüm kalbimizle hayır duası ettiğimizi saygılarımızla bildiririz.
Tarih sayfalarında ender bulunan, içinde bulunduğumuz
acıklı facia dönemi esnasında, bizim gibi perişan felaketzedelerin,
zavallıların acılarını ve hanelerinin yükünü azaltmak ve yardım çağrılarımıza
koşan yüce insan Behiç Bey; hayır işleri sahibi elbette ki mükâfatı kazanır,
mükâfatı hak eder.
Tanrı Büyükelçimize bütün aile efradı ile beraber iyi
günler göstersin, mutlu olsunlar. Amin...
Ulu Büyükelçimiz lütfen üstün saygılarımı kabul
ediniz.
Fransa’da yaşayan binlerce kayıtsız zavallı Musevi
Türk Halkı adına...
B2142
YAKAR
-----------
Behiç Erkin’in 19 Haziran 1943 tarihinde Av. Haim
Karabiber’e yaptırdığı ve bu çalışma sayesinde Fransa’da o tarihte yaşayan
ve/veya yurda dönmüş olan tüm Yahudilerin mallarının, mülklerinin, paralarının
ve işyerlerinin Türkiye Cumhuriyeti serveti olduğunu ispatlayan çalışmada göze
çarpan önemli birkaç cümle alttaki gibidir:
Yahudi tebaasından Türk vatandaşlarının ticari
aktivitelerine getirilen yasaklar doğrultusunda Dışişleri Bakanlığınca el
konulan mallan Türkiye’ye iade etmenin yasal olup olmadığını sordunuz.
Fransa tarafından ırkçı uygulamalarla cezalandırılan
vatandaşlarımız için 41 Temmuz’unda başlayıp birçok kere 42 ve 43 yıllarında
da en uygun çözümleri bulup Fransa Dışişleri Bakanlığı ile muhatap olarak
onları korumayı unutmadınız...
24
Temmuz 1923 tarihinde Lozan’da
Türkiye ve diğer yetkili antlaşma sahipleri arasında imzalanan... öngörülen
kusursuz karşıtlık koşulunca Türkiye’de anlaşmayı imzalayan diğer ülke
vatandaşlarının mallan kamulaştırılamaz veya kullanma haklan ellerinden
alınamaz.
Hiçbir kamulaştırma tazminat açıklığı getirilmeden
yapılamaz.
29 Ağustos 1929 tarihinde Ankara’da imzalanan Ticaret
ve Denizcilik Antlaşması 25 Ağustos 1931’de bir kararname ile değiştirilerek
genişletilmiş ve anlaşmaya dâhil tüm ülkeler ithalat ve ihracat veya ticaret
özgürlüğüne getirilen her türlü yasaklamalar ve kısıtlamalar hakkında
mutabakata varmışlardır. Antlaşmanın 20. maddesinde öngörülen karşılıklılık
esasına göre Türkiye’de yaşayan Fransızlar, Fransa’da yaşayan Türklerden daha
elverişli konumlarda bulunamazlar.
Kesinlikle gereklidir ki, taraf devletlerin
vatandaşlarını alakadar eden uluslararası anlaşmalarda, bütün vatandaşlar için,
uluslararası iyi niyetten dolayı çeşitli kategorilerle vatandaşlar elenerek bir
antlaşmanın içeriğinin boşaltılması yasaktır.
Ekselanslarının başından beri karşı durduğu
Fransa’daki ırksal kanunların uygulanması tezine dair hukuksal kanıtların
desteklediği üzere, yapılan incelemeler sonucu elde edilen Fransız-Türk
antlaşmaları ve özellikle Fransa’daki Türklerin ve Türkiye’deki Fransızların
mükemmel bir karşılıklılık yasası durumlarına göre... Türkiye’deki Fransızlar
herhangi bir ayrıma maruz kalmazken, tek taraflı olarak ihlal edilmemesi
gerekmektedir.
Sayın Elçi en yüksek ve derin saygılarımı sunarım.
CHAİM CARABİBER
Kaynak:
Bu yazı Behiç Erkin’in torunu Emir Kıvırcık’ın
‘Cepheye Giden Yol’ ve ‘Büyükelçi’ kitaplarından
yararlanarak yazılmıştır.
http://tevfikizmirli.com/archives/11756
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar