BEN İDEALİ "İDEAL HASTALIĞI" ÜZERİNE BİR PSİKANALİZ DENEMESİ
L'ldeal du Moi, Essai psychanalytique sur la "maladie d'idealite"
Janine Chasseguet-Smirgel
Fransızcadan Çeviren: Nesrin Tura
Fransızcadan Çeviren: Nesrin Tura
"Onu yatak odasına götürdü ve şöyle
dedi: 'Bahçeye git ve bana bir kabak getir.' Külkedisi hemen çıktı, bulabildiği
en güzel kabağı kopardı ve bu kabağın nasıl olup da onu baloya
götürebileceğine akıl sır erdiremez bir halde, onu vaftiz annesine götürdü.
Vaftiz annesi kabağın içini yalnızca kabuğu kalacak biçimde oydu, sihirli
asasıyla hafifçe vurdu ve kabak, göz açıp kapayıncaya kadar, som altından güzel
bir arabaya dönüştü. Sonra, kadın gidip fare kapanına baktı ve altı tane canlı
fare buldu; Külkedisi'ne, kapanın kapağını biraz kaldırmasını söyledi ve
sırayla dışarı çıkan farelere asasıyla teker teker hafifçe dokundu. Farelerin
her biri derhal güzel bir ata dönüştü ve altı tane hoş, benekli gri attan güzel
bir takım oluştu. Vaftiz annesi tam arabacıyı nasıl yapacağı konusunda
kaygılanmaya başladığı anda, Külkedisi şöyle dedi: 'Gidip sıçan kapanında sıçan
olup olmadığına bakacağım; eğer varsa, bir arabacı yapabiliriz.' 'Haklısın,'
dedi vaftiz annesi, 'Git, bir bak bakalım.' Külkedisi, içinde üç iri sıçanın
bulunduğu sıçan kapanını getirdi. Peri içlerinden harika bir sakalı olanını
seçti ve onu bir dokunuşta, görülebilecek en güzel bıyıklara sahip, heybetli
bir arabacı haline getirdi. Ardından, Külkedisi'ne şunları söyledi: 'Bahçeye
git, su güğümünün arkasında altı tane kertenkele göreceksin; onları bana
getir.' Kız kertenkeleleri getirir getirmez, vaftiz annesi onları altı tane
uşağa çevirdi; süslü püslü giysileriyle hemen arabanın arkasına tırmandılar ve
sanki hayatları boyunca zaten bundan başka bir şey yapmamış gibi oraya kuruldular.
Sonra, peri Külkedisi'ne şöyle dedi: 'İşte artık baloya gitmek için ihtiyacın
olan her şeye sahipsin. Şimdi keyfin yerine geldi mi?'"
1914 yılında, Freud, narsisizmle birlikte
ben ideali kavramını da psikanaliz kuramına kattığında, ben idealini birincil
narsisizmin mirasçısı olarak sundu. [Türkçe literatürde "narsisizm" olarak kullandığımız terimi Freud
"narsizm" olarak kullanmayı yeğlediği için (bkz. Freud, 1911a, s. 93)
ondan yapılan alıntılarda bu tercihe sadık kaldık, (ç.n.)]
Bir zamanlar yaşamış olduğu bir tatminden
vazgeçemeyen insanın, "çocukluğun narsistik mükemmeliyetini elden çıkarmaya gönlü
yoktur" ve "[bu] mükemmeliyeti artık koruyamaz hale gelince, onu bu kez yeni bir
ben ideali biçiminde yeniden elde etmeye çalışır. İdeali olarak kendi önüne
yansıttığı şey, kendi kendisinin ideali olduğu çocukluğunun yitirilmiş
narsizminin yerine geçer."
Bu metne göre, insanı çocukluğunun narsisistik mükemmellik durumundan kopartan
şey, "ötekilerin uyarılarının" ve "kendi eleştirel yargılama
yetisinin uyanışının" toplamıdır. Aslında, Freud'un "Dürtüler ve
Yazgıları"ndaki (1915) bir notunda belirttiği gibi, bu ilkel narsisistik
durumun bitişi, öznenin kendi babının çaresine bakmaktaki acziyle, özneyi,
"ben olmayanın" varlığını, yani kendi kayıp tümgüçlülüğüyle yatırım
yapacağı bir nesnenin varlığını tanımaya zorlayan güçsüzlükle bağlantılıdır.[1] Tam olarak ben idealini oluşturan "ileriye yansıtılmış" bu
narsisizmin daha sonra başka nesnelere de yatırılacağını ve erkek çocuk söz
konusu olduğunda, Oidipus sırasında baba figürüne taşınacağını biliyoruz. Bu
evrimin ayrıntısına henüz girmesek de, öznenin kendi idealinin kendisi olduğu
anla, kendi narsisizmini eşcinsel nesnesine, yani böylece modeli ya da başka
bir deyişle, "özdeşleşme projesi" haline gelen babasına emanet
ettiği an arasında uzun bir yol olduğunu şimdiden kaydedebiliriz.
Şimdi, ben idealinin evrimi önündeki engellerin incelenmesi, ben ideali
ile genel olarak bireyin gelişmesi arasındaki ilişki konusunda daha net bir
fikir edinmemizi sağlayabilir. Sapkın örneği bu açıdan özellikle anlamlı
görünmektedir.
Sapkının üstbenini incelemeye önem veren çok sayıda yazar vardır; gerçekten
de bu konu gündeme birçok soru getirmektedir. Bununla birlikte, ben idealine
bağlı olarak ortaya çıkan sorunlar daha az ilginç değildir ve bu sorunlar hem
bazı temel sapkın süreçler konusunda aydınlanmamızı sağlayabilir, hem de ben
idealinin genel işleyişine ışık tutabilir.
Sapkınlıkların etiyolojisinin çok dikkat çekilen özelliklerinden biri,
annenin çocuğuna yönelik baştan çıkarma ve suç ortaklığı tutumuna çok sık
rastlanmasıdır.[2] Sapkın şunu söylemekte hiç tereddüt etmeyecektir: "Babamın yerini
almak zorunda kalmadım, o yer her zaman bana aitti", ya da babası
yemek odasında uyurken annesinin onu nasıl yatağına aldığını anlatacak, veya
annesinin onun önünde soyunduğu, onu ağzından öptüğü ya da okşamalarda, tatlı
sözlerde ve alışılmamış bir bedensel samimiyetin eşlik ettiği belli bir manevi
içlidışlılıkta ifadesini bulan sürekli bir hayranlık sergilediği sahneler
hatırlayacaktır. Anne ile erkek çocuk arasındaki bu yoğun alışveriş, kapalı bir
sistem, babanın dışlandığı bir sistem içinde yer alıyor gibidir. Freud (1931) "Kadın Cinselliği” üzerine yazarken şunları söylemiştir: "Baştan çıkarma, işin içine girdiği yerde, gelişme
süreçlerinin doğal akışım daima bozar; çoğunlukla önemli ve kalıcı sonuçlara
yol açar." Kanımca, bu bağlamda önemli olan şudur: Sanki anne,
oğlunu, çocuksu cinselliğiyle kendisi için mükemmel bir eş olduğuna,
dolayısıyla babasına özenmesi için bir neden olmadığına inandırarak aldanmaya
itmiş ve böylece onun evrimini durdurmuş gibidir. Bu durumda, erkek çocuğun ben
ideali, genital babaya ve onun penisine yatırım yapmaya yönelmek yerine,
genital öncesi bir modele bağlanmış olarak kalacaktır.
Söylemeye bile gerek yok, burada önemli olan aldanmanın sürdürülmesidir.[3] Gerçekte annenin tutumu az önce betimlediğimiz şemaya uymadığında bile,
yanılsama çok çeşitli koşullardan beslenir. Bunun tersine bir örnekte, sapkın
hastalardan biri annesince reddedilmiş gibi görünmektedir. Buna karşın,
annesinden dinlediği ve ona gebe kaldığı koşullarla ilgili bir hikâye, çeşitli
etkenlerin bir araya gelmesiyle, hastanın sapkınlığında örgütleyici bir işlev
kazanmıştır. Hikâyeye
göre, anne genç bir bakireyken, sözde çocuğun babasıyla çıplak olarak dans
etmiştir ve bu vesileyle duhul olmaksızın gebe kalmıştır. Bekâreti doğumla bozulmuştur.
Bu vaka (bana bir meslektaşım tarafından aktarılmıştır), ilkel sahnenin bu
türden bir temsilinde, babanın nasıl, genital öncesi cinselliğiyle çocuğun
bile yapabileceği şey (çıplak dans etmek) dışında herhangi bir şey yapmadığını
çok güzel sergilemektedir. Üstelik, bu İsavari doğum hikâyesinde, doğum edimiyle annenin bekâretini
bozan çocuk olduğuna göre, anne oğluna babanınkinden bile daha
"genital" bir rol vermektedir.
Fetişist bir hastanın ailesi betimlemiş olduğum prototipin daha da uzağına
düşer görünmektedir. Bu hastanın babası uzun yıllar boyunca açık paranoya
belirtileri göstermiştir. Annesi, imzasız mektuplar yazan ve ailenin çeşitli
üyelerini gözetleyebilmek için yatak odalarının duvarlarına matkapla delikler
açan (vb.) evdeki bu tiranın yumuşak ve uysal kurbanı olarak betimlenmektedir.
Anal sadistik, fallik bir anne imagosuyla özdeşleştirilen bu babanın davranışı,
genital bir penisi olmayan, onun yerine fetiş-matkap taşıyan bir baba
fantezisine özellikle uygun düştüğüne göre, sanki her şey, hastanın genital
babayla özdeşleşmesini sağlayabilecek bütün yolları tıkamak üzere işbirliği
yapar gibi görünmektedir. Burada da yine, küçük oğlan, genital planda babasına
özenmesi için bir sebep olmadığı yanılsamasıyla kendini avutabilmekteydi.
Çocuksu anal sadistik erotisizmiyle, babasının eşiti olduğunu iddia
edebilmekteydi.
Kızını açıkça karısına tercih
eden babanın (sık rastlanan bir durum) aşırı bir şefkatle sevdiği kız
çocuğunun neden sapkın değil de nevrotik olduğu ve belki yine, sapkınlığın
neden kadınlarda erkeklere göre daha az görüldüğü bu ışık altında
anlaşılabilir. Freud, aynı ailenin çocuklarından erkeklerin çoğunlukla sapkın,
kızların ise nevrotik olduğunu belirtmiştir ("Üç Deneme", 1905a ve
"Uygarlaşmış Cinsel Ahlak", 1908a). Bana öyle geliyor ki, kız
çocuğu, nesne için doyurucu bir nesne olduğundan hiçbir zaman tam olarak emin
olamaz, çünkü babası onu bekletmiş bir nesnedir, ve çünkü daha önce annesiyle
kaçınılmaz olarak hüsrana yol açan bir ilişki yaşamıştır. Bu, yalnızca her iki
cinsin de kaçınamadığı şu erken çatışmalardan ötürü değil, aynı zamanda,
Grunberger'in "Kadın Cinselliğinde Narsisizm Üzerine Bir İncelemenin
Ana Hatları’nda (1964a) vurguladığı gibi, kendisiyle aynı cinsiyeti
paylaşan ve "gerçek" cinsel nesnesi olmayan birinden doğmuş olmanın
kız çocuğuna getirdiği içsel kısıtlamadan dolayı da böyledir. Üstelik, annenin
kız çocuğa yatırımı hiçbir zaman erkek çocuğa yatırımıyla aynı türden değildir
(kendileri de sapkın olan annelerin durumu istisna olmak üzere. Bkz. Robert
Bak'ın "Şizofreni ve Sapkınlıklarda Nesne İlişkileri"nde (1971)
betimlediği vaka).
Francis Pasche (1956) fetişizm sürecini (bence aynı açıklama tüm
sapkınlıklar için geçerlidir) babanın idealleştirilmesinin önündeki bir
engelin varlığına bağlı olarak açıklıyor.
Kuşkusuz, geleceğin sapkınının ben idealini babaya yansıtmaması olgusu,
babanın anneyi yeniden karısı yaparak bebekten koparmayı başaramamış olduğu
durumda erkek cinselliğinin -Denişe Braunschweig ve Michel Fain’in kışkırtıcı
çalışmaları Eros et Anteros'ta (1971) betimledikleri- iki ekseninin bir
işlevi olarak da görülebilir: Annelik içgüdüsü ve Oidipal yapılanma.
Bununla birlikte, söz konusu şemayı betimlerken erkek çocuğun kendi
katkısını da unutmamalıyız: Annesinin eşi olma arzusu, ve bu arzuyu yasaklayan
gerçekliği elindeki tüm imkânları kullanarak silme arzusu. Ebeveynin tutumu
ise şu seçeneklerden birine yönelir: Cinsel hakikat pahasına çocuğu onaylamak;
nörotik çözümlere, hatta -annenin erotik ve narsisistik yatırımı olmadığında-
psikotik çözümlere götüren az ya da çok uygunsuz çeşitli yollarla çocuğu
engellemek; ya da anneyle bağın ölçülü biçimde koparılmasıyla benin yeterli
bir biçimde gelişmesini sağlamak. Ama hiçbir durumda çevresindekilerin tutumu
çocuğun arzusunun varlığından sorumlu değildir. Bu tutum yalnızca olası
çözümlerin seçiminde arzuyu yönlendirir. Nitekim, babaya yansıtılmadığı zaman
ben idealinin uğradığı tahrifata, gerçekliğin (ve dolayısıyla da benin) buna
tekabül eden bir tahrifatı eşlik eder.
Seçkin çalışmalarıyla sapkın yapıya ilişkin anlayışımızı büyük ölçüde
genişleten Joyce McDougall (1971), cinsiyet farklılığının genel olarak
gerçekliği kavrayışımızla bütünleştirilmesinin rolü ve sapkının durumunda bunun
yadsınması üzerinde durur. Bu tez yeni değildir ama yazarın vurguladığı —ve
benim vardığım sonuçlarla tamamen uyumlu olan- şey şudur: Penis içermeyen
dişil genital organların görüntüsü, yalnızca hadım edilme olasılığını doğruladığı
için değil, aynı zamanda, annenin penisinin olmaması çocuğun babanın penisinin
rolünü tanımasına ve ilkel sahneyi artık yadsıya- mamasına neden olduğu için de
korkutucudur.
Nitekim, gerçekliğin dayandığı temelin yalnızca cinsiyet farklılığı
değil, ama aynı zamanda, buna bir madalyonun iki yüzü gibi denk düşen bir şey,
yani kuşaklar arasındaki farklılık olduğunu düşünüyorum. Gerçek, annenin
hadım edilmiş olması değildir; gerçek, onun, erkek çocuğun penisiyle tatmin
edemeyeceği bir vajinasının olmasıdır. Gerçek, babanın bir penise ve küçük
oğlanda henüz yalnızca potansiyel olarak varolan ayrıcalıklara sahip olmasıdır.
Annenin bir penise sahip olmadığının yadsınması, vajinasının varlığının
yadsınmasını maskelemektedir. Eğer dişil genital organların görüntüsü bu
kadar "travmatik" ise, bu, küçük erkeği yetersizliğiyle
yüzleştirdiği, onu, Oidipal yenilgisini kabul etmeye zorladığı içindir -
Catherine Parat (1966), "Genital Evrenin Oidipal Örgütlenmesi"
başlıklı raporunda söz konusu yenilgiyi çok canlı bir biçimde betimlemiştir.
Freud (1927a), hiç kimse dişil genital organların görüntüsünden ve bunu
izleyen hadım edilme korkusundan kaçınamadığına göre, neden bazılarının bundan
eşcinsel ya da fetişist olacak ölçüde etkilendiklerini, buna karşılık neden
büyük çoğunluğun normal heteroseksüel gelişme yoluna girdiğini sorgulamıştır.
Belki, çoğunlukla annelerinin de teşvikiyle, anne için doyurucu bir eş olabildikleri
yanılsamasından vazgeçmeye karar verememiş olanların sapkın oldukları, buna
karşılık, ben idealini babaya yansıtmayı kolaylaştıran etkenlerin, küçük
oğlanın penisi olmayan kadınlık organı korkusunu yenmesine yardımcı olduğu öne
sürülebilir. Fetişistin, annesine bir fallus atfederek kendisini hadım edilme
korkularına karşı savunduğu doğrudur ama fetişist böylelikle kendisini aynı
zamanda ana babası arasındaki genital ilişkiyi kabullenmekten de korumaktadır.
Eğer annesinin bir penisi varsa, babasınınkine -erişkin erkek- ihtiyacı yoktur
ve bir erkek çocuk olarak kendisi, genital öncesi cinselliğiyle, Freud'un
"Oidipus Kompleksinin Çözülüşü"nde (1924a) söz ettiği gibi,
"belirsiz" dokunuşlarıyla, penisin çok muğlak bir biçimde dahil
olduğu dokunuşlarla annesini tatmin edebilir (Psikanalize Giriş'te
(1938), Freud yine erkek çocuğun "penisini manipüle etmeye başladığı ve
eşzamanlı olarak onunla annesine ilişkin bir çeşit etkinlikte bulunma
fantezileri geliştirdiği"[4] Oidipal evre üzerine yazar). Bu noktada, Freud'un betimlediği biçimiyle
eril Oidipus anlayışının başka bir perspektiften bütün olarak gözden
geçirilmeye ne ölçüde muhtaç olduğu merak edilebilir (zaten buna yönelik pek
çok girişim olmuştur). Şöyle bir perspektiften söz ediyorum: Oidipus
kompleksi döneminde erkek çocuğun anneye duhul etme arzusu taşımadığını öne
sürmek (bilinçdışında bile vajinanın varlığına ilişkin bir farkındalığı olmadığına
göre), bence genelde eril savunmaları, özel olarak da sapkının savunmasını teyit
etmektedir.
Bu görüş, Oidipus kompleksinin dramatik yükünü ve aynı zamanda benin
oluşumunda ve buna bağlı olarak gerçeklik duygusunun gelişmesinde Oidipus
kompleksine atfedilen belirleyici rolü bir ölçüde azaltacaktır. Daha önce
anılan raporunda Catherine Parat'nın ve aynı zamanda, "Analitik
Durum" (1956) başlıklı raporunda ve "Narsisizm ve Oidipus"
(1966b) başlıklı tebliğinde Bela
Grunberger'in, çocuğun Oidipus kompleksi dönemindeki biyolojik
olgunlaşmamışlığını ve bunun sonucu olan narsisistik yarayı vurgulayarak,
cinsiyet farklılığına ilişkin en azından bilinçdışı bir bilginin varlığını
temel alan bir Oidipus kompleksi anlayışını ortaya koyduklarını belirtebiliriz.
Dahası, Catherine Parat için, "cinsel farklılıklar ve ötekinin
tamamlayıcılığı tipik bir Oidipal kazanımdır". Bunun da ötesinde, bana
öyle geliyor ki, cinsiyetler arasında fark olmadığı yanılsaması ile kuşaklar
arasındaki farkın yadsınması birbiriyle karşılıklı bağlantılıdır, biri
diğerini gerektirir; bu yanılsamayı koruma zorunluluğu tüm sapkınlıkların ortak
noktasıdır ve Rosolato'nun (1967) işaret ettiği gibi, neden fetişizmin tüm
sapkınlık türlerinde saptanabildiğim açıklar.[5] Çocuk, cinsiyetler arasındaki farklılığı ve cinsiyetlerin birbirini
tamamlayıcı genital niteliğini kabullenmek zorunda kaldığında, aynı zamanda
kuşaklar arasındaki farklılığı da tanımak zorunda olduğunu görür; sapkın
için bu, boşluğa itilmekle aynı şeydir. Dolayısıyla, bu korkunç bilinçlenmenin
önüne geçmek için mümkün olan her şey yapılmalıdır. Erojen bölgeleri ve kısmi
nesneleriyle birlikte genital öncesi cinselliğin kendisi bir idealleştirme
sürecine tabi tutulmalıdır. Freud daha önce Üç Denemede bu noktaya
dikkat çekmişti: "Ruhsal (zihinsel) etkenin, cinsel içgüdünün
dönüştürülmesinde oynayabileceği en büyük rolü belki tam da en tiksindirici
sapkınlıklarda oynadığı düşünülebilir. Bu vakalarda, sonucun tüyler ürpertici
olmasına karşın, içgüdünün idealleştirilmesine denk düşen bir zihinsel
çalışma öğesinin varlığını yadsımak olanaksızdır”. (Freud 1914'te "ben
ideali"ni psikanaliz kuramına kattığı zaman, idealleştirmenin nesneyle,
yüceltmenin ise içgüdüyle ilişkili olduğunu vurgulayacaktır. Bu çok
önemli ayrıma geri dönme fırsatını bulacağız. Yine de şimdiden, 1905'teki
metninde (1905a), aslında içgüdünün idealleştirilmesine gönderme
yaptığını kaydedebiliriz; bu ise, sapkın edimde tam da dolaysız olarak boşalan
bir dürtü söz konusu olduğuna göre, yüceltmeden farklı bir şeydir.) Nitekim,
sapkın edimin yalnızca nesnesine değil, kendisine de aşırı değer atfedildiği
durumlarda (çok sık rastlanır), bir dürtünün idealleştirildiğini tasavvur
etmek son derece mümkündür. Yalnızca Sade okuyarak, koprofilinin [Dışkıya yönelik cinsel heyecan, (ç.n.) ] en iğrenç örneklerinin tanrıların hazzı olarak değerlendirildiğini ve
bunu uygulamayanların ne "işin erbabı" ne de "özgür
ruhlar" olabildikleri için hor görüldüklerini saptamak mümkündür.[6] Belli bir narsisistik dürtü yatırımı, dürtü bütünleşmesi, yani dürtülerin
ben tarafından kabul edilmeleri -Grunberger'in pek çok kez vurguladığı gibi-
"benleştirilmeleri" için asli bir gerekliliktir. Aksi halde dürtü
bene yabancı kalır, çeşitli değişimlere, örneğin bastırma ya da yansıtmaya
maruz kalır ve uç durumlarda "etkileme makinesinin" ortaya çıkmasına
yol açar. Dürtünün (cinsel) amacı değişmeden kaldığına göre, narsisistik
yatırım yüceltmeden ayırt edilmelidir. Bir dürtünün idealleştirilmesinde bu
benleştirmeye bir şey daha eklenir. Bir dürtüyü (ya da bir nesneyi) idealleştirmek,
ona aslında sahip olmadığı bir boyut, bir değer, bir önem, bir pırıltı
atfetmektir (bu, onun kabalığından hiçbir şey eksiltmeyebilir; kabalığın
kendisi de göklere çıkarılabilir). Onu olmadığı bir şey gibi göstererek göklere
çıkarmaktır. Bu perspektiften bakıldığında, özne, genital öncesi dürtüyü,
kendisinde ve başkalarında, genital öncesi dürtünün genital dürtüyle eşit,
hatta ondan daha üstün olduğu yanılsamasını yaratmak için idealleştirir.
Eğer "normal" gelişme seyri içinde ben ideali genital babaya ve
genitalliğe yansıtılırsa, bir kez ulaşıldığında genitallik artık
idealleştirmenin nesnesi olamaz. Bir son noktayı temsil ettiği için, başka
herhangi bir şeyle karşılaştırılarak değil, kendi içinde değerlendirilir.[7] Aşkın idealleştirilmesi ve âşık olunduğunda ben idealinin nesneye
yansıtılması, ileride tekrar ele alacağım özel bir düzeye dahildir. Genital
öncesinin idealleştirilmesinin altında her zaman, belirli bir düzeyde sezilen
bir düşünceyi, "bu o değil" düşüncesini bastırmak ve karşı yatırıma
tabi tutmak için duyulan zorlayıcı ihtiyaç vardır. Başka bir deyişle, ileride
anlama fırsatını bulacağımız gibi, genitallik (ve genital baba) her şeye rağmen
ölçü olarak kalır.
Freud, genital öncesi kısmi nesnenin sapkın tarafından idealleştirilmesi
bağlamında, fetişistin fetişe hürmetinden söz eder ("Fetişizm",
1927a). Fetişin idealleştirilmesi, Fransa'da, Pasche ve Renard’ın
"Sapkınlıklar" üzerine makalelerinde (1956) özel olarak
vurgulanmıştır. "Gerileme, Sapkınlık, Nevroz" üzerine çalışmasında Francis
Pasche sapkının nesneyi idealleştirmesi üzerinde durur (1956: 106, 107, 108).
Glover da (1933) sapkının genital öncesi kısmi nesneleri idealleştirmesi
görüngüsünü incelemiştir. Ona göre, sapkın asla erişkin nesneleri idealleştirmez,[8] "kısmi nesneleri (yiyecek, dışkı, sidik, cinsel bölgeler)", ayrıcalıklı
bir rolü olan anal-sadistik evre nesnelerini idealleştirir: "Tipik bir
vakada, anüs deliği gökte asılı duran bir tür hâle olarak fantezileştirilmişti.
Hasta onu seyre dalıyor, idealleştiriyor, ona tapıyor, mistik nitelikler
atfediyordu ve tümüyle dinsel bir tutum sergiliyordu." Bu tuhaf kutsamada
şaşıracak bir şey yoktur. Cinsel edimin kendisinin yanı sıra kısmi nesneye de
yönelen dinsel bir tutum (başlangıçta fetiş, bir tanrıydı) sapkınlar arasında
yaygındır. Örneğin, sapkın erotik fantezilerle mastürbasyon yapan bir hasta
analistine şöyle der: "Yine ilahi söyledim" (Jean Guillaumin kişisel
olarak aktarmıştır). Babası hekim olan bir çocuk pazar günlerini babasının
muayene odasında ilahi söyleyerek geçiriyordu. Bunun, doktorculuk oynamanın
bir ikamesini temsil ettiğini söylemeye gerek yok; söz konusu durumda doktorculuk
oyunu, muayene odasının mahremiyetinde babasının hastalarıyla giriştiği
gizemli etkinlikleri taklit etmeye denk düşer ve dolayısıyla ilkel sahneyi
anıştırır. Daha sonra, hasta çok törensel bir biçimde bir haçla dövülmeyi
alışkanlık haline getirmiştir. (Başka birinin çocukken benzer koşullarda bu
ilahi söyleme oyununu oynadığını ama sonradan rahip olduğunu duydum.)
Yalnızca iki durumda da törensel bir öğe olduğu için değil (burada üstünde
duramayacağımız bir nokta), aynı zamanda her ikisi de idealleştirmeyi içerdiği
için, dini ayin sapkının ayiniyle kolayca çakışır. Freud'un anımsattığı gibi
(1914b), O. Pfister dinsel gündüzdüşü ile sapkın erotizm arasındaki bağlantıyı
daha önce vurgulamıştır.[9] Freud’un şöyle düşündüğü anımsanacaktır: "İdealleştirme [birincil
narsisizmin nesneye yansıtılması - nesne böylelikle ben idealinin taşıyıcısı
haline gelir] ben libidosu alanında olduğu kadar nesne libidosu alanında da
mümkündür. Örneğin, bir nesneye cinsel açıdan aşırı değer yüklemek onu
idealleştirmektir" (Narsizm Üzerine). Sapkının, kısmi nesnelerini
ve sapkın edimin kendisini idealleştirmeye yönelik bariz eğilimini nasıl
anlamak gerekir? (Bu eğilim, babaya yatırmış olduğu ben idealini daha sonra
âşık olarak bütünsel aşk nesnesine yansıtan öznenin eğilimine denk düşer.)
Sapkının, çocuksu genital öncesi cinselliğine rağmen annesi için yeterli bir eş
olduğu yanılsamasını koruma ihtiyacını her zaman akılda tutmamız gerektiğini
düşünüyorum. Joyce McDougaH'ın vurguladığı gibi sapkın, hadım edilmiş babanın
ayrıcalığı olduğu ölçüde genital aşkı hor görür. "Baba tarzı aşk"ın,
çocuğun genital öncesi cinsel oyunları lehine değersizleştirildiği
söylenebilir. (Bilindiği gibi bugün, "özgürleşmiş" bir cinselliğin
önünü açmak için, üretken cinselliği, cinselliğin "baskıcı" bir
biçimi olarak aşağılama eğilimi gösteren güçlü bir kolektif akım vardır.)
McDougall'a göre, sapkın, tanrıların bir sırrına vakıf olduğu, özel bir
"reçete" bulduğu izlenimine kapılmıştır. Aynı zamanda, kendi
cinsinden olanların genital nesneler olarak kadınlara gösterdikleri ilgiyi
saptamak onu şaşırtır. Dolayısıyla, sapkın edimin ve kısmi nesnelerin
idealleştirilmesi onun için mutlak bir zorunluluktur. Bu idealleştirmenin,
aksi halde onda gerçek bir yetersizlik duygusunu, yani genital babanın onda
olmayan güçlere sahip olduğu duygusunu uyandıracak bir algıdan kurtulmasına ve
ona karşı yatırım yapmasına yardımcı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, her şeye
rağmen, sapkının aklının bir köşesinde gerçekliğe daha uygun bir ben ideali
vardır; bu ben ideali, analizde, örneğin savaşlardan yaralı dönmüş ya da
sonradan alkolik olmuş kahraman bir baba veya ekonomik krizin kurbanı olmuş
parlak girişimci baba gibi biçimlerde kendini gösterir. Annenin tek nesnesi
olduğu yanılsamasının korunabilmesi için babanın geçmişteki ihtişamına ilişkin
imge özenle bastırılmıştır (aynı zamanda bu imgenin uyandırdığı suçluluk
duyguları nedeniyle de). Analizde bu imge sıklıkla yoğun bir depresif duygu
eşliğinde ortaya çıkar: Yanılsamanın kumdan şatosu, babaya ilişkin nostaljik
duygular öne çıktığı anda yıkılır. Sahici nesne ilişkileri pahasına bir seraba
kapılmış olmanın trajik duygusunu önlemenin bir yolu, kamçı ya da çizmeyi,
kırbaçlanmayı ve dışkı yemeyi göklere çıkarmak, bunlardan kaynaklanan haz ve
güzelliklerin bir kadınla genital birleşmeden üstün olduğunu öne sürmektir.
Glover sapkının idealleştirme ediminden eğlenceli bir biçimde söz eder: "Erişkin
ilişkilerin idealleştirilmesinden o denli uzaktır ki, genellikle kazlarını kuğu
olarak görür"[10] (1933). Çünkü nihayetinde söz konusu olan sapkının bizzat varlığıdır.
Kazları (nesneleri, dürtüleri), aynı zamanda, babasının genital penisine eşit
gibi göstermeye çabaladığı kendi genital öncesi fallusudur. Çin İmparatorunun
bülbülüyle (Chasseguet-Smirgel, 1968) ilgili öyküde olduğu gibi, söz konusu
olan, kendilerini ötekilerle (gerçek bülbül, kuğu) eşit ya da onlardan üstün
gibi göstermeye çalışan daha az değerli fallik simgelerdir (mekanik bülbül,
kaz). Andersen'in harika masalını çıkış noktası olarak aldığım bu denememde,
"sahte" bir şey üreten biriyle sapkın arasında bir benzerlik olduğunu
anımsatmıştım. "Sahte" fallusun, öznenin genital penis olarak kabul
ettirmeye uğraştığı kendi genital öncesi (anal) penisini temsil eden bir fetiş
(''factice") Sahte, yapay, (ç.n.) sözcüğüyle aynı kökü paylaşan bir
sözcük) olduğunu gösterdim. Bu arada, çatışmaları nedeniyle Oidipal babanın genital
penisini içe yansıtıp onunla özdeşleşmeyi başaramamış olan bazı öznelerin
sanatsal, edebi ve entelektüel ürünlerine göndermede bulundum.
"Sahte" bir fallusun yaratılması yoluyla elde edilen narsisistik
tamamlanmışlık duygusunun başkalarını aldatma gücü olabilir. Ama çok sayıda
örnek, "sahte" yaratıcılarının, hilelerinin keşfedileceği, anal
penisin -fetişin-, üzerini kaplayan parlak cilanın altından görüneceği
tehdidiyle yaşadıklarını göstermektedir; tıpkı sapkının, "sırrının"
yani mucizevi cinsel "reçetesinin" ve idealleştirilmiş nesnelerinin,
fetişlerle oynanan basit çocuksu oyunlardan, hatta açıkça dışkısal nesnelerden
başka bir şey olmadığının anlaşılmasından ve muzaffer bir fallus yerine,
yalnızca buluğ öncesi bir oğlanın gülünç penisine sahip olduğunun açığa
çıkmasından (ben örgütlenmesine bağlı olarak şu ya da bu ölçüde) korkması
gibi.[11] Yani kuğuları kesinlikle kazdan ibarettir (tavus kuşunun tüylerini yolun,
altından bir karga çıkar).
Dürtülerini ve kısmi nesnelerini idealleştirmek sapkına narsisistk bir
tamamlanmışlık duygusu verir çünkü bu idealleştirme kendi beninin
idealleştirilmesiyle sonuçlanır. Böylece kendisini idealleştirilmiş genital
öncesi nesneleriyle bütünleştirir ve kutsanan fetiş, sapkının kendi çocuksu
niteliklerinin şekil değiştirmiş imgesini ona geri yansıtır. Böylece kendi
kendisinin ideali olduğu zamana yaklaşır. Bir zamanlar, tapılası
mükemmelliğinin onayını bulduğu annesinin gözlerinde kendi yansımasını seyre
daldığı gibi, göklere çıkardığı dürtülerinde ve nesnelerinde de kendi yansımasını
seyreder. Bununla birlikte, travesti beninin çocuksu ve budanmış
doğasının her an fark edilme olasılığı, sapkını özellikle estetik alanda olmak
üzere, etrafını saran her şeyin kalitesi konusunda özel olarak müşkülpesent
hale getirir. En zarif bibloların, en başarılı sanat yapıtlarının, en iyi
yazılmış şiirlerin, en ince zevkli dekorun peşine düşecektir. Glover şu
saptamayı yapmıştır: "Bazı estetik koşullar yerine getirildiğinde, sapkın
etkinlik daha özgür bir biçimde gerçekleştirilir" (1931). Sapkın, zevk
sahibi bir insan, bilgili bir amatör olacaktır; yüceltme süreci için zorunlu
olan babayla özdeşleşmenin imkânsızlığının sapkının üretimini kösteklemesi
mümkün olduğundan, genellikle gerçek bir sanatçıdan çok bir estet olacaktır: Tıpkı Oscar Wilde gibi, dehası hayatına, yeteneği yapıtına gidecektir.
Kanımca bu nokta, bazı sapkınlarda büyük bir zarafetle en tiksindirici
uygulamaların nasıl bir arada bulunabildiğini açıklamaktadır, çünkü sapkının
çevresine bu kadar ince, bu kadar estetik bir dokunuşun damgasını vuran
idealleştirme, başka bir durumda sapkını sıçanlara iğne batırmak ve bundan
zevk almaktan alıkoymak bir yana, tersine bunu yapmasına imkân tanır (Proust).
Çek yönetmen J. Herz'in Kadavra
Fırını adlı deha ürünü filminde, R. Hrusinsky adlı muhteşem sanatçının
canlandırdığı kahraman, ölüseviciliğinin anal sadistik doğasını, işini (bir
krematoryumda çalışmaktadır) idealleştirerek gizleyen sapkın, suça eğilimli,
psikotik bir karakterdir. Bir çırağa, ölü
yakmanın ruhun bedenden özgürleşmesini sağladığını (beden, açıkça, ruhun
kurtulmasına yardım ettiği bir pislikle özdeşleştirilmektedir), acıya son
verdiği için ölümün nasıl hem güzel hem de yararlı bir şey olduğunu, vb.
anlatır. (Kendisi de "iffetsiz" kan taşıyan karısının ve çocuklarının
katili olacaktır.) "Güzel müzik" sever, "güzel" resimler
satın alır (beceriksizce gizlemeye çalıştığı anal nitelik, resimlerin sergilediği
kitsch beğenide fark edilse de), heykellerine hayran olduğu
"hoş" mezarlıklarda yürüyüşler yapar. Karısı bir "melektir"
ve evliliği ona "meleklere özgü bir yaşam" vermiştir. Ölmüş küçük
kızların yüzünü okşar, saçlarını tarar ve sonra kendi saçını tarar. (Burada
tarak fetişle benzerlik gösterir.) Aynı zamanda mistiktir, Budizm'den
büyülenmektedir. Ruhların nihayet çabucak, sıradan bir krematoryumda olduğundan
daha çabuk kurtarılabilecekleri devasa bir toplu krematoryum hayali
kurmaktadır. Naziler için çalışmaya başlar ve sonunda kendisini Dalai Lama
ile özdeşleştirir. Bu düzeyde mistisizmin, anal sadistik etkinlikleri göklere
çıkarmaya ve "dışkısal" niteliklerini azaltmaya; aynı zamanda dışkıyı
altına çevirmeye ve -ölü yakma gibi bir yakma biçimi olan- sindirim sürecini,
ruhu beden gibi bir hurdadan kurtaran mucizevi bir simyaya dönüştürmeye hizmet
ettiği açıktır. B. Grunberger (1959) sindirim
sürecini, "midedeki besinin parçalanması ve ardından, giderek
ayrımsızlaşan, dereceli olarak her türlü özgün niteliğini yitiren ve sonunda
türdeş bir kütleyi, dışkı yığınını oluşturan birimlere indirgenmesi"
biçiminde betimler ve bu olguyla, başka olguların yanı sıra, Auschvvitz gauleiter'inin[12] kendi kampını "dünyanın
anüsü" olarak betimlemesi arasında da bağlantı kurar. Benzer bir biçimde, filmin kahramanı ölü yakma sürecinin ürünü olan
küllerin tamamen türdeş olduğunu anlatır: "Birbirine tamamen özdeş."
Bu psikotik sapkının, etkinliğini meşrulaştırmak için "üstben adına"
davranmış olmasının yeterli olduğunu söylemek pek inandırıcı olmaz. Söz konusu
olan, her şeyden önce kendi benidir; genital öncesi konumunu ve genel olarak
nesnelerini idealleştirerek kendi benine narsisistik bir yatırım yapma
olanağıdır.
Dolayısıyla, sapkının sanata ve güzel olana düşkünlüğü, cinsel
zorlanımından daha az güçlü olmayan idealleştirme zorlanımının terimleriyle
açıklanabilir gibi görünüyor. Bununla birlikte, narsisizmin babaya
yansıtılmamasmın yanı sıra, genitalliğe ve genital nesnelere yapılan karşı
yatırım da kesin bir biçimde korunmaktadır. (Bu durum babanın ve baba
dünyasının "dışkısallaştırılması"na varabilir.) Sapkın, genital
öncesi dünyanın genitallik pahasına bu türden bir idealleştirilmesinde
başarısızlığa uğrasaydı, derin bir bunalıma girerdi. Kanımca, bazen divanımızda bir sapkın buluvermemizi, her şeyden önce, ben
idealinin, genitalliğin ve babanın, dürtülere ve kısmi nesnelere
"aktarımında" yaşanan bu tür bir başarısızlığa borçluyuz. Aynı
biçimde, sapkının tedavisinin kaderi, ben idealinin hareketliliğine, yani baba
imgesine yeniden narsisistik yatırım yapma olanağına bağlıdır; bu da belirli
bir düzeyde, anti- depresif mekanizmaların göreli zayıflığı ve telafi edici
mekanizmaların yetersizliğiyle (örneğin madde bağımlılığı) iç içe geçer.
Sh: 23-37
İnsanlığın evrensel hastalığı olan "ideal hastalığı"nı incelemek
için, dikkatimi önce “ben ideali” ile “sapkınlık” arasındaki ilişkiler üzerinde
yoğunlaştırmaya ve günümüzde giderek daha da yaygınlaşan bazı ruhsal
rahatsızlıkların ortak çekirdeğini açıklığa kavuşturmaya yöneldim. Bu
hastalıkların tümünün amacı, insanın sonsuz gelişme arzusunun karşısına gerçeklik
tarafından çıkartılan acılı sınırı psikotik olmayan yollardan ortadan kaldırmak
gibi görünmektedir.
Esas olarak Bertram Levvin'in (1948) bir makalesinden bu yana, gerçekliğin
kavranmasının cinsiyet farkının kavranmasıyla bir tutulması sık rastlanan bir
durumdur. Kuşak farkının tanınmasının bu görüşe eklenmesi gerektiği de bugün
kabul görmektedir ve her halükârda ben böyle düşünüyorum. Bu iki nokta
gerçekliğin temel taşıdır. Yine de ikisini birleştiren ve aynı madalyonun iki
yüzü gibi birbirlerine denk düşmelerini sağlayan bağlan göstermeyi gerekli
buldum: Annenin bir penise sahip olmadığının yadsınması, vajinasının
varlığının, yani Oidipus çağındaki erkek çocuğunun duhul ederek doldurma
yetisine sahip olmadığı bir organın varlığının yadsınmasını gizler. Freud,
üstbenden söz ederken (1923a) babaya ilişkin olarak, "birçok şey ona ve
yalnızca ona ayrılmıştır," der. Bence babanın ayrıcalıklarına anneyle
genital birleşmeyi de dahil etme zorunluluğunun nedeni, yalnızca babanın
varlığının erkek çocuğa bu birleşmenin gerçekleşmesini yasaklaması değil, ama
aynı zamanda çocuğun zaten böyle bir kapasitesinin olmamasıdır. Bu noktada,
Freud’un, erkek çocuğun annesine duhul etme arzusu taşımadığı, onda
kendisininkini tamamlayabilecek bir organın varlığını bilinçdışı olarak bile
bilmediği, bu arzu ve bilginin ancak buluğ çağında gündeme geldiği düşüncesini
kabul etmek bana imkânsız görünmektedir.
Freud'un bize bıraktığı eril Oidipus kuramına göre, ensest fantezilerinin
erkek çocuğun penisini ancak belirsiz bir biçimde içerdiğini, genç Oidipus'un
annesine sadece "belli belirsiz dokunuşlarda yaklaşmayı arzuladığını
anımsayalım. Özellikle çocuklara ilişkin klinik deneyimin bu kurama karşı her
gün sunduğu kanıtlar, daha önemlisi bizzat Freud'un kendi deneyimi (küçük
Hans'ın, tesisatçının kendisine babasınınki gibi büyük bir wiwimacher
(pipi) takmasına ilişkin fantezisi, annesini genital olarak doldurma arzusu
dışında nasıl yorumlanabilir), Freud'un kuramına eklenen başka çocuksu
cinsellik kuramları, tüm bunlar Freud'un eril Oidipus kuramını gölgede
bırakmış değildir. Benim varsayımıma göre, bu kuramın başarısı, Oidipus
kompleksinin dramatik yükünün önemli bir bölümünü saf dışı bırakmış olmasıyla
ve Oidipal arzunun, doyurulması için gereken kapasiteler karşısındaki
anakronizminin yol açtığı narsisistik yara karşısındaki eril savunmaları,
sapkınlığın ortaya çıkışıyla doruk noktasına ve zafere ulaşan bu savunmaları
onaylıyor olmasıyla büyük ölçüde bağlantılıdır.[13] Bazı etkenler, genellikle de annenin davranışı sapkınlığa uygun ortam
yaratır. Anne, erkek çocuğu, buluğ öncesi penisi, genital öncesi cinselliği,
"belli belirsiz dokunuşları"yla erişkin nesne olan annesini doyurabileceği
ve yine bir erişkin olan baba anneye çocuğun yapamayacağı hiçbir şey yapmadığı
için çocuğun ona özenmesi için hiçbir neden olmadığı yanılgısına iter. Böylece,
cinsiyet ve kuşak farklılıklarının aşınması, evrim, gelişme, olgunlaşma,
kısacası, süreç düşüncesinin kendisinin ortadan kalkmasına götürür.
Geleceğin sapkınının, narsisizmini kendi önüne yansıtmak ve babasını kendi ideali haline getirerek bir gün onun gibi,
annesinin eşi gibi olmayı ummak için hiçbir nedeni yoktur çünkü zaten oldum
olası yeterli bir erotik nesne olduğu yanılsaması içinde yaşamaktadır.
İnancını hiçbir şeyin değiştirmemesi için, genital öncesi erojen
bölgelerini ve kısmi nesnelerini bir idealleştirme sürecine tabi tutarak,
narsisizmini onlara yansıtması gerekir. Böylece ben ideali genital öncesi bir
modele saplanıp kalacaktır. Genitallik öncesinin genitallikle eşit, hatta ondan
üstün olduğu yanılsamasını ötekilerde ve kendisinde yaratabilmek için,
sapkının, genital öncesi konumunu idealleştirmesi gerekir. Yanılsamasının
aldığı darbeler, kendi benzerlerinde genital ilgilerin varlığı, bu
idealleştirmeyi mutlak bir zorunluluk haline getirir, çünkü sapkın, belli bir
düzeyde her zaman, cinsel özelliklerinin, nesnelerinin ve beninin çocuksu
niteliğinin keşfedileceği tehdidi altında yaşar. Sık sık açığa çıkan cinsel
zorlanımına, kanımca Sanata ve Güzelliğe paradoksal (yüceltme sürecinin
hammaddesi olan kısmi dürtülerini doğrudan boşaltan biri için paradoksal)
düşkünlüğünü açıkladığını düşündüğüm bir idealleştirme zorlanımını da eklemeyi
öneriyorum. Bu son nokta, çalışmam sırasında, daha önce değindiğim (1968)
yaratıcılık ve içerdiği olasılıklarla ilgili sorunları ben ideali perspektifiyle
yeniden ele almama neden oldu. Özellikle de, sahici olmayan estetik ürünlerin
geliştirilmesine yol açan mekanizmaları ve idealleştirme sürecine tabi olmuş
ürünleri yüceltmenin egemen olduğu ürünlerden ayırt etmemizi sağlayan
yaratıcının özdeşleşmelerini incelemeye yöneldim.
İnsanın olgunlaşmadan doğması olgusuna ve bunun sonuçlarına temel bir önem
atfettim: Dikkatle okunduğunda, Freud'un yapıtında merkezi bir yer tuttuğu
görülen Hilflosigkeit. Birincil bütünlük kaybı -bunun üzerinde ısrarla
durdum- hem nesnenin, ben olmayanın tanınmasına, hem de bu durumda benin
kopmuş olduğu idealin oluşmasına yol açar. Bende açılan bu keskin yara ancak birincil
nesneyle bütünlük durumuna bir geri dönüşle kapanabilir. Bu umut, genital
birleşme yoluyla anne bedenine dönüş anlamına gelen ensest arzusuna
aktarılacaktır. Küçük adamın genital yetersizliği, arzusunu derhal
gerçekleştirmesini yasaklar. Ensest ancak anneyle birleşme fantezisini geleceğe
yansıtarak mümkün olabilir. Çocuk bundan böyle, babayı annenin nesnesi yapanın
ne olduğunu keşfetmeye ve genital babayı ideali haline getirmeye yönelecektir.
Dolayısıyla, bizi ileri iten, kendi kendimizin ideali olduğumuz o kutsal
zamana yeniden kavuşma arzusudur. Her zaman kayıp zamanın peşindeyiz - aslında
birincil bütünlük durumu parçalandığı an yitirilen zamanın. O anla, ensestin
gerçekleşeceğinin varsayıldığı ileri yansıtılmış an arasında, insanın tüm bir
psikoseksüel evrimi yer alır. Sapkının ve benzer kişilik
yapılarındakilerin çözümü, evrimi el çabukluğuyla yok etmektir. Tüm
aşamaları bütünleştiği zaman, evrim doyurucu bir süreç olarak, yani ben ile
ideal arasında asgari gerilime yol açan bir evrim olarak yaşanır; ensest projesi,
genital öncesi aşamaların bütünleşmesi sayesinde (bastırılması değil) mümkün
hale gelen tamamlanmış bir genital kapasitenin kazanılmasını içerir. Görünürde
benin ne kadar erişkin bir kişiliği olursa olsun, şu ya da bu gelişme
aşamasının el çabukluğuyla yok edilmiş olması, aldatıcı görünüşler karşısında
üstbenin ihlal karşısında olduğu kadar uyanık olan ben idealinin gözünden
kaçmaz.
Bu çalışmada biraz daha geliştirdiğim sınav rüyalarıyla ilgili inceleme,
dış olaylar gelişmenin doğal seyrini altüst etmediğinde ben idealinin
olgunlaştırıcı bir niteliği olduğu varsayımımı gerekçelendirmemi sağlıyor.
Buna bağlı olarak, psikoseksüel gelişmenin, biyolojik görüngüleri yöneten
yasalarla karşılaştırılabilir bazı yasalara tabi doğuştan bir programı olduğunu
düşünüyorum; bu düşüncenin Freud'un yapıtına tamamen yabancı olmadığı kanısındayım.
Ensest arzusunun gerçekleşmesi yoluyla birincil nesneyle bütünleşme
fantezisiyle iç içe geçen ben ile idealin yeniden buluşması fantezisi, bu
programı bütün evrelerinde bir bakıma destekler.
Âşık olma durumu bu perspektiften incelendiğinde, Freud'un, âşık olma
durumunun narsisizmde bir sınırlanma anlamına geldiği iddiasını yeni bir
eleştiriye tabi tutmak mümkün olmaktadır. Benim düşünceme göre, âşık olma hali
-ve bu yalnızca karşılıklı aşk için geçerli değildir- beni yükseltir,
narsisistik büyümeye bağlı bir duygu yaratır, çünkü bu durumda özne ile nesne,
ben (özne) ile ben idealinin (nesne) buluşmasının nesnelleşmesini (bir çeşit
var- sanılı arzu gerçekleşmesi içinde önceden yaşanan) temsil ederler; ve
Freud’u izleyerek "nesne beni soğurur" demektense, "ben ideali
beni soğurur" demek, ve âşık olma halini, ben ile idealin evliliğinin
kutlanması olarak, birincil bütünlük durumunun parçalanmasından önce onları
birleştiren ilksel bağa geri dönüş olarak düşünmek daha uygun olur.
Âşık olma durumu, bazı analiz tedavilerinin başlangıcında yaşanan, Bela
Grunberger'in betimlediği türden bir narsisistik gerilemeyle ya da Freud'un,
analitik "balayı" olarak adlandırdığı durumla karşılaştırılabilir;
bu durumun coşkulu niteliği, analizdeki kişinin, kendisini cisimleşmiş ben
idealinin, yani yansıtma desteği olan analistin yakınında bulmasından
kaynaklanır. Dolayısıyla, bu coşku deneyimi, Yanılsamanın, yani ben ile idealin
kavuşması vaadinin yeniden etkinleşmesiyle ilişkilidir.
Ama analiz bu birleşmenin, aslında çok göreli bir biçimde (çünkü ben ile
ideal arasındaki mesafe hiçbir zaman tam olarak kapanmaz), uzun ve zor bir
yoldan geçerek gerçekleşmesini sağlasa da, gruplar eski ben ile idealin
birleşmesi arzusu için genellikle çok daha kısa bir yol önerirler. O halde, bu
gruplar, psikanaliz açısından, rüyanın dış görünüşüne ve ikincil işleme denk
düşen az çok akılcı görünüşte bir sistem olarak tanımlayabileceğimiz ideoloji
temelinde kurulur. İdeoloji her zaman birincil bütünlük durumuna dönüşle
bağlantılı bir narsisistik üstlenme fantezisi içerir, çatışma ve hadım edilmeyi
tek hamlede dışlar; dolayısıyla yanılsama alanında iş görür. Bence bu
ideolojik gruplarda önder, babanın temsilcisi değildir (çünkü bu gruplar
aslında Oidipus'un ve baba evreninin kökten yok edilmesini hedefler); daha çok
sapkının annesinin bir benzeridir. Tıpkı onun, buluğa girmemiş olan oğlunu,
babasının yerini almak için ne büyümeye ne de olgunlaşmaya gereksinimi olduğuna
inandırması ve dolayısıyla çatışma ve hadım edilmeyle yüzleşmesini engellemesi
gibi, önder de kalabalığı, yeniden bulunan bir tamlık duygusu içinde mutlak
mutluluğa, "bütün insan"ın[14] mutluluğuna erişmenin mümkün olduğu yanılsamasıyla oyalar; orada tüm
gereksinimler karşılanacaktır, "uyum dünyası"[15] egemen olacaktır, doyuma ulaşan insanlık artık rüya görmeyecektir. (Paul
Nizan, Aden Arabie'de "İnsanlar tam ve özgür olduklarında, artık
geceleri rüya görmeyecekler," der.)
Benimsemiş olduğum perspektiften bakıldığında, bana öyle geliyor ki fallik
cinsel tekçilik kuramı erişkin ideolojilerinin çocuksu prototipidir. Bu
kuram, küçük erkeğe, cinsiyet farkının ve buna bağlı olarak kuşak farkının
aşındırdırası yoluyla evrimden tasarruf edilebileceği yanılgısını koruma
olanağı sağlar.
Freud gerçekliğin sınanması işlevini önce ben idealine atfetmişti (1921);
daha sonra (1923) benin ayrıcalıklı işlevi olarak düşündü. İdeolojinin,
dolayısıyla Yanılsamanın egemenliğindeki gruplarda, bu işlev grubun ben
idealine devredilmiş görünmektedir.
Yanılsamaya katılmayan yalnız birey sadece zulüm görmekle, öldürülmekle
kalmaz, deli ilan edilir. Aslında Yanılsamanın etkinleştiği her durum,
gerçekliğin sınanmasının az ya da çok ben idealinin temsilcisine terk
edilmesini getirir: Burada ben ideali grubun tümü ya da önderidir. Bu, yalnızca
âşık olma durumunda ya da hipnozda değil, analiz durumunun kendisinde de
böyledir; ve bence bu alandaki gücün kötüye kullanılması olayları, sözcüğün tam
anlamıyla tarihsel aktarımdan çok, ben idealinin analiste yansıtılmasına
yorulmalıdır. Böyle bir durumda, analistin karşı aktarımı, analiz edilenin
narsisizminin ömür boyu mutemedi haline gelir ve aynı zamanda Yanılsamanın
gerçekleşmesi olasılığıyla gözlerini kamaştırmayı sürdürür. Ama o zaman analiz
durumu, tümüyle büyünün, ideolojinin ve inancın tarafına savrulmuş olmaz mı?
("Ben kapıyım, benden geçen kurtulacaktır."[16])
Esas olarak bir algının dış dünyadaki temsilini bulmaya dayanan
gerçekliğin sınanması işlevinin özellikle güç olduğu bir alan vardır. Gerçekten
de, ruhsal benimizi ben idealimizle yüzleştirmek için gerçekliğin sınanmasına
tabi tutmak konusunda hiçbir imkâna sahip değiliz çünkü dış dünyadaki hiçbir
nesne ruhsal benimizin içsel temsiline tekabül etmez. Dolayısıyla, ruhsal
benimiz için, bedensel benimizi değerlendirmekte kullandığımıza benzer
aynalar, yani aynı anda hem sokakta yürüyüp hem de geçerken kendimizi
seyretmemizi sağlayacak yollar bulmak zorunda kalırız. Bunun esas olarak üç
yolu olduğunu düşünüyorum:
- Benimizin kopyalarını oluşturacak yapıtlar yaratabiliriz.
- Ruhsal benimizi bedensel benimize yansıtabiliriz (betimlediğim
mekanizmanın, Federn'in histerik döndürme konusunda ortaya koyduğu
mekanizmayla tam olarak çakıştığını düşünmüyorum); bedensel benimizin kendisi
de yansıtılabilir ve uç noktada etkileme makinesinin oluşmasına yol açar.
- Nihayet, ötekiler, benzerlerimiz, öteki berilerimiz, eşcinselleşmiş
kopyalarımız, ruhsal benimiz için ayna işlevi görebilirler.
Çok farklı derecelerde olsa da hepimizin bu olguya, yani ötekilerin
fikrine bağımlı olduğu doğrudur.
Eğer bedensel ben, ruhsal ben için bir ayna, bir kopya ise, bedenin
kendisi muhtemel bir zulmedici ise ve eşcinsel nesne de benimizin gelişmesinde
bir rol oynuyorsa, Tausk'un ve Freud'un hezeyan kuramlarının çelişkili değil
birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşıdıkları görülebilir.
Kendimizi, nihai olarak benimizin gözlemcisi olarak kurmak ve böylece
benimizi, idealimizle karşılaştırarak değerlendirme olanağını elde etmek bazen
çok zordur ve bu zorluk ben ile ideal arasında sürekli ve dayanılmaz bir
gerilim yaratır.
Sanat ve edebiyat, kendi başına, ben ile ideal arasındaki uçurumu aşan bir
köprü oluştursa da, edebiyatın kendi içeriği toplam be- nin bu iki bölümü
arasındaki gerilimin, yol açtığı sonuçların ve duyguların betimlemeleriyle
doludur; bu türden yüzlerce ve binlerce örnek arasında söz konusu olan ister
Kutsal Kâse’nin peşindeki Lancelot ya da Percival olsun, ister imkânsız
yıldızın ardına düşen Mahzun Yüzlü Şövalye ya da daha basit bir örnek olarak,
Perrette ve süt güğümü, bu gerilime ilişkin betimlemeleri hepsinde görebiliriz.
Her zaman aşırı ve çoğu zaman yorucu biri olan Marie Bashkirtseffin
hüzünlü öyküsünde, benini idealinden uzaklaştırarak sarsan acılı kopuşun
sonuçlarının açıkça ortaya konduğunu düşünüyorum.
Bashkirtseff in Mahrem Defterler'ini (Cahiers intimes -
yapıtın Andre Theuriet tarafından kısaltılıp yumuşatılmış bir versiyonu olan Günlük
değil) okurken, soluk kesici kısa yaşamına (yirmi dört yaşında, gırtlağına,
gözlerine, iç kulağına ve akciğerlerine yayıldığı anlaşılan bir tüberkülozdan
ölmüştür) mutlak ve boğucu bir zorlanmanın tamamen egemen olduğu görülür. Bu,
hayatta kalabilmek için vazgeçilmez olan bir narsisistik besin alma
baskısıdır; hayranlık ve onay elde etmesine elverişli girişimlerin peşinde tükenmesine
yol açan ve onu yaşatması beklenirken sonunda öldüren bir zorlanma.
Ölümünden birkaç gün önce, içinde
kendisini seyrettiği ve yazdıklarını elli yıl sonra okuyacağını söylediği
okurun bakışma sunduğu ilk ayna olan Günlüğüne şunları kaydeder: "Beni anlamadılar, hep yanlış değerlendirdiler, aile içinde bile; ve
biraz da 'bu yüzden ölüyorum'." Mahrem Defterler'inın her biri epigraf olarak Gloriae Cupiditas sözlerini taşır. Aynasına
içini açar: "Sevdiğim sensin." Ama ölçüsüz görünen tüm vakalarda
olduğu gibi, görünürde kendisini böyle sevmesi, doyumsuz narsisistik
arayışının, kendi kişisel değeri konusunda beyninde zonklayan derin kuşkuyu
gizleyen aldatıcı bir gösterisinden ibarettir; başka bir yerde ise,
"hiçbir değerim yok" ve aynı zamanda "kendime ilişkin iyi
düşüncelerim var ve gerektiği gibi olduğumda şaşırmaktan ve doyum duymaktan
kendimi alamıyorum" der. Defterler'i görünüşünün, davranışlarının betimlemeleriyle
doludur: "General Bihovitz, Collignon, teyzem ve annem vardı. Şöminenin
yakınında, bir sehpaya dayanarak duruyordum, ayaklarım şahane bir pozdaydı ve
başımda bir Marie Stuart şapkası taşıyordum, ayaklarım değil, ben. Ayaklarımda,
Rubini'nin Mısır ayakkabılarını taklit ederek yaptığı ve Aiddda görüp
etkilendiğim kırmızı terlikler vardı." Ya da: "... Esas heyecan bizi
İngiliz gezisinde bekliyordu. Beyaz atlar, beyaz araba, beyaz kadınlar, san
saçlar, güneşin son ışıklarıyla parıldayan fenerler, biraz peri masalındaymışız
gibi bir havamız var. Ata binmekle ve doğal ve rahat bir havayı korumaya
çalışmakla meşguldüm ama sonra herkes beni gördü ve şaşırtıcı bir biçimde ismim
kalabalığın arasında dolaştı..." Defterler'de., toplu olarak ele alındığı zaman, uzmanına, yetmişli
yılların sonu ve seksenli yılların başındaki modayla ilgili muhtemelen eşsiz
bir belge sunabilecek bu türden binlerce betimleme bulunabilir. Giysileriyle
ilgili olarak, "Fiziksel lüks moral lüks için zorunludur," der; bu
sözün, ruhsal benin bedensel ben dolayımıyla gelişmesi konusunda ileri
sürdüklerimi desteklediğini düşünüyorum.
Marie, balolarda, operalarda, konserlerde, paten yaparken ve Meclis'te
nasıl göründüğüyle ilgili olarak gazetelerin sosyete sütunlarında çıkan her
şeyi iştahla okumaktadır, çünkü politikayla ilgilenmektedir ve ister âşık
olacağı Bonapartçı Paul de Cassagnac olsun isterse Gambetta, ünlü
politikacılardan büyülenmektedir. Nice'ten Floransa'ya, Napoli'ye, Roma'ya,
Madrid'e, Burgos'a, Sevilla’ya, Cordoba’ya, Granada'ya, Paris'e, Biarritz'e,
San Remo'ya koşuşturup durur: "Yarışlara dek burada kalmak, sonra
Sorrento'ya, Trouville'e, Aix-les-Bains'e ve İngiltere'de deniz banyolarına gitmek
isterdim, zaman yetmiyor, hayat öyle kısa ki."
Bu satırları yazarken henüz hasta olduğunu bilmemektedir, ama larenjit
tüberkülozun ilk belirtileri kendini göstermiştir. Tanrısal olduğunu söylediği
sesini kullanmasını yasaklayacaklardır; mandolin çalar, at biner, ava çıkar,
Fransızca, İtalyanca, Almanca, İspanyolca ve tabii Rusça konuşur, Yunancasını
ve Latincesini yetkinleştirmeye çalışmaktadır, şiir yazar, sanatla ilgilenir
ve resim yapar. Beğenisi pek sağlam olmamakla birlikte -Carolus-Duran ve
Bastien-Lepage'ı Manet'ye tercih etmektedir-, yılların olgunlaştırıp ilk
etkilerden arındırabileceği çok içten bir yeteneği vardır; ünlü olmak ister:
"Stendhal’in yazdığı Michel Angelo'nun öyküsünü okurken, bir dehaya sahip
olmadığım için umutsuzluktan ciddi olarak kendimi öldürmek istedim; dehadan
yoksun yaşamanın ne anlamı var."
Sabahtan akşama kadar canla başla resim yapmaktadır ve hastalık
ilerlerken, öğleden sonra iki saatlik dinlenmeyi kendisine zorla kabul
ettirebilmektedir; resim yapmayı Julian'ın atölyesinde öğrenmektedir ve
resimlerini sergilediğinde, öğretmenlerinden, izleyicilerden ya da
eleştirmenlerden gelecek en küçük bir onay belirtisini dört gözle
beklemektedir, çünkü: "Hayır, anlamıyor musunuz, yaşayabilmek için çok
yetenekli olmam gerekiyor." Ama şunları da söyler: "Ah, şu
Carolus-Duran şeytanıyla iyi vakit geçirdim. Ama en sonunda ne oldu?
Bilmiyorum, zorlama bir şey... Çünkü sonuçta anlamıyorum... Ah hiçbir zaman
yetenekli olmayacağım..." "Her şeyi karaladım ve bir daha görmemek
için tuvali bile verdim... bu öldürücü bir şey. Sıfır resim, başaramıyorum.
Ama yaptıklarını yok ettiği anda insan kendini hafiflemiş, özgür ve yeniden
başlamaya hazır hissediyor..." Ve: "Artık nereye gideceğimi, ne
yapacağımı bilmiyorum. Basit bir çalışma yapacak gücüm yok, hep çok fazla şey
üstlenmem gerekiyor, bu da iyi gelmediği için umutsuzluğa düşüyorum ve şu anda
sinirlerim bozuk. Zaten artık asla resim yapmayacağım, hiçbir zaman iyi bir
resim yapamadım. Resim yapmaya başlayalı üç yıl olmuş... Kabul ediyorum, bu zamanın
yarısını kaybettim, ama fark etmez...
"Nihayet soluğum tükendi... Ama o zaman, bir daha yapamayacağıma, bir
daha resim yapmayacağıma dair o korkunç inanca kapılıyorum... Öyleyse
heykel... Ne olursa olsun resme geri döneceksiniz, ve daha da gerilemiş bir
halde... O zaman? Öyleyse ölmek daha iyi."
Marie’nin kendisine saygısını dengelemesi çok zor olmaktadır.
Beni ile ideali arasındaki, sürekli olarak kapatmaya çalıştığı mesafe sonunda
onu hiperaktif yapmakta, çevresinin hayranlığını kazanmak için hep yeni
başarılar elde etme arayışına itmektedir. Kendisini yoran, tam anlamıyla
tüketen bin tane etkinlik içinde gerçekten de "soluğunun tükendiği",
nefes nefese kaldığı hissedilmektedir; şu umutsuz göreve koşulmuş durumdadır:
İdealini beninden koparan ölümcül yarığı ortadan kaldırmak.
Burada herhangi bir genel geçerlilik iddiası taşıyacak bir tüberküloz
kuramı sunmaya çalışmadan, analiz pratiğim sırasında ya da doğrudan gözlem
yoluyla saptadığım bir olgudan söz edeceğim. Kendilerini, libidinal
enerjilerini tüketen bir hiperaktiviteye, hastalığın akciğerde oyuklar
açmasından ve kan tükürmeden önce ya da bu belirtilerle aynı anda ortaya çıkan
kanamalara iten ve trajik ve nafile girişimini gerçekleştiren oruçlu Kafka
karakteri gibi kansız ve tıknefes kalmalarına yol açan ben ideallerinin peşinde
koşan böyle bazı tüberküloz hastalarına rastladım. Tüberküloz hastalarında sık
görülen ve aslında tam anlamıyla bedensel olduğu kadar libidinal bir erimeyle
de sonuçlanan bu ateş ve gözlem yeteneğindeki artış, eskiden tüberküloz
zehirlenmesine ve vücut ısısının yükselmesine atfedilirdi.
Defterlerden anlaşıldığı kadarıyla, babasının annesini ve kendisini terk etmiş olduğu
da düşünülecek olursa, Marie'nin belki birincil değil, ama temel bir
narsisistik yarası vardır. Baba bir başka kadınla yaşamaktadır ve ondan evlilik dışı çocukları
vardır. Marie'nin aynasında, günlüğünde, çalışmalarında, benzerlerinde -o
kadar çok kopyada- aradığı şeyin, babası tarafından reddedilmesinin
sonuçlarının bunlar tarafından onarılması olduğu düşünülebilir. Kendisiyle
evlenmek isteyen tüm erkekleri reddetmesine ve içlerinden birine, yazgının
ironisi, başka bir kadından sahip olduğu evlilik dışı çocuğu kabul etmesini
isteyen bir erkeğe bağlanmasına yol açan da bu reddedilişin kendisidir; bunu
yapma kararını veremez çünkü o sırada yaşadığı acılan kendi ailesinin tarihine
bağlamayı başaramaz. Sonunda kendisiyle ilgilenmeyen ve başka birini seçecek
olan bir erkeğe umutsuzca âşık olur. O sırada şunları yazar: "Mutlaka,
mutlaka evlenmeliyim ki ona aldırmadığımı görsün ve özellikle de muhteşem bir
biçimde evlenmeliyim..." "Ya sarsıcı bir intikam gerekiyor ya da
ölmek." Ertesi gün Defter'ine babası hakkında yazar: "Canını
sıkmak için ona, babama, hepsinden bıktığımı, onunla herhangi bir şey
paylaşmak istemediğimi, benim için gereksiz olduğunu söyledim."
Başka biçimde ifade edecek olursak, ben ile ideali ayıran yaranın iki
dudağının birbirine yaklaşmasına imkân tanıyan temel kiplerden birini
oluşturan aşk Marie'den kaçmaktadır, çünkü her türlü aşkı imkânsız hale getiren
çatışma tam da bu yaranın kendisinden doğmuştur. Marie, aynı zamanda, Jean
Kestemberg'in erotomanik ilişki tanımına benzer bir tarzda, prestijli şahsiyetlere
bağlanmakta ya da onlar tarafından beğenildiğine inanmaktadır. Oysa gerçek bir
cinsel deneyim yaşamış gibi görünmemektedir; böyle bir şey aklından geçtiği
zaman, idealin, Epiktetos'a[17] rağmen üstbenin önüne geçtiği ve ben ile ideali ayıran mesafenin bilinçli
bir biçimde algılanır gibi göründüğü bir utanç ve suçluluk duygusu karışımı
yaşamaktadır: "Bir sevgili edinmeye gelince, insanın benimki gibi bir kişiliği varsa
bunu aklına bile getirmemeli. O kadar aşağılanmış hissederim, işkence çekerim,
o kadar çok acı çekerim ki. Belki birinci ben bir şey demez, ama İkincisi,
birincinin her şeye sahip olmasını arzu eden, Epiktetos'u hatırlayan ve kendisi
için hiçbir şey istemeyen, tüm mutluluğunu birinciye bağlayan ikinci ben buna
izin vermeyecektir ve birincisi yanlış yaptığı için İkincisinden utanacaktır."
Bundan böyle, Marie'de dürtü dünyası narsisistik dünyadan ayrılmıştır;
bedeni artık ona erotik nesne doyumlarını sağlayamaz. Kendine özgü ironik bir
tonla, kadınların önünde soyunmak zorunda kaldığı bir olayı anlatır: "O
üç ihtiyar görülmeye değerdi, birbirlerine fırlattıkları bakışlar,
fısıldaşmalar; bu bana kendimi pohpohlanmış hissettirmiyor, dünyada bedenimden
daha güzel bir şey olmadığını ve heykelimi ya da resmimi yaptırmamamın gerçek
bir günah, bir yüz karası olduğunu uzun zamandır biliyorum. Böyle güzellikler
bir kişinin özeline ait olamaz. Herkes tarafından görülmeye açık bir müze
gibidir."
Doğaldır ki bedene yapılan ve her şeyden önce narsisistik bir nitelik
taşıyan bu yatırımda, Oidipus karşısında bir savunma, babaya sadakat ve
eşcinselliğin bastırılması saptanabilir... Yine de bu yatırım narsisizm ile
dürtülerin imkânsız sentezini de ifade etmektedir. Muhtemelen bu bölünmenin
kendisi, kısmen, baba tarafından reddedilmenin açtığı narsisistik yaranın bir
sonucudur. Oidipal arzularına, kan göllerinde yıkanan yaralı insanların yer aldığı
rüyalarında ortaya çıkan korkunç bir kin eşlik etmektedir; oysa, terk
edilmelerinden sorumlu tutulan annesine yönelik saldırganlığı derin bir biçimde
bastırılmış olarak kalmaktadır. Yine de, Marie, kendisini ihmal ettiğini iddia ettiği bir anneyle dışarı
çıkmayı ağlayarak reddettiğinde ya da boğanın boynuzlarının atın bağırsaklarını
deştiği bir boğa güreşini son derece zalim bir biçimde betimlediği kendinden
hoşnut anlatıda, anneye yönelik bu saldırganlık kendini göstermektedir (başka
yerlerde, ilkel sahneyle ilgili çok sayıda rüya anlatmaktadır).
Genitallik öncesi ve özellikle de makatsallık bastırılmış ya da
dizginlenmiş durumdadır: Çevresinden birinin geçirdiği bir sıraca ya da çıban
ameliyatından söz ederken şunları yazar: "Zola'ya hayranım ama herkesin
söylediği, oysa benim söylemekte hatta yazmakta bile kararsız kaldığım şeyler
var. Yine de, bunların korkunç şeyler olduğunu düşünmeyesiniz diye, en güçlü
şeyin arındırılmış sözcük olduğunu söyleyeceğim; burada böyle bir sözcük
kullanacağım için üzgünüm; rezil ya da bu türden şeyler demekte tereddüt
etmiyorum ama şu küçük masum pis ifadelere gelince, onlardan
tiksiniyorum." Ve: "Rüyamda, birinin sağ akciğerimde ne olduğunu
bana anlattığını gördüm; bazı bölümlerine hava girmiyormuş... demek oluyor
ki... ama bunu anlatmak çok iğrenç, hasta olduğumu söylemem yeterli."
Bu koşullarda, beni ile ideali arasındaki yarığı biraz olsun doldurmasını
sağlayabilecek yollardan birinin, yani sanatsal yaratıcılık yolunun da sık sık
kapandığı anlaşılabilir; yüceltme süreci, genital öncesi dürtülerin
bastırılmasıyla kısmen tıkanmış durumdadır. "Narsisistik iyileşme"
(Grunberger, 1956) girişimlerinin başarısızlığı, izlediği bir Faust
temsiliyle ilgili olarak yazdıklarında mükemmel bir biçimde ifade
edilmektedir. Konu, Marguerite rolünü yorumlayan ve sesten tümüyle yoksun
oyuncudur: "Baştan, heyecanlı, ürkek olduğunu düşündüm ama Thule Kralı
aryasına başladığı zaman, onun adına titredim ve öyle utandım, öyle korktum ki
sanki şarkıcı benmişim gibi locanın dibine saklandım."
Bu olayda, ben ideali düzeyinde bir başarısızlığı (burada, özdeşleşme
yoluyla) niteleyen duygu olarak utançla yeniden karşılaşırız; tanıklar (izleyiciler)
önünde yaşanan ve saklanma ya da yok olma isteğine yol açan bir başarısızlık.
Bu çalışmada, utancın makatsallıkla bağlantısından, denklerin (eşcinselleşmiş
nesneler, öteki benler olarak kavranan) narsisistik onayını hedefleyen
sergilemeden söz etmiştim. Bu sergileme, amacına ulaşamadığı zaman, benin
ideallikten çıkması, yüzün yitirilmesi, başka bir deyişle, eşanlı eşcinsel
dürtülerin yeniden cinselleşmesiyle birlikte anüsün ortaya çıkması anlamına
gelir.
Bir kadın hastamda, farklı bir yapıya yerleşmiş olsa da aynı sorunsala
işaret ettiğini düşündüğüm şu olaylar dizisini gözlemledim. Hastam, analizi
sırasında, sevdiği erkek başka bir kadınla evlendiği için terk edilen genç bir
kadın. Terk edilmesine şiddetli bir kin ve çok sayıda eyleme koymayla
(mektuplar, telefonlar, vb.) tepki veriyor. Aktarımda, bazen onu terk eden
adam, bazen rakibi, bazen de eşzamanlı olarak ikisi birden oluyorum. Bununla
birlikte, çocukluktaki kökleriyle burada ilgilenmeyeceğimiz çatışmanın anneye
ilişkin ve eşcinsel yönü besbelli. Bir müdahalem üzerine beni yıkıcı olmakla
suçluyor; o adam tarafından sevilmediğini varsayarmış gibi bir havam olduğunu
söylüyor (adamın başka bir kadınla henüz evlenmiş olduğunu ve hastamın
anlattıklarından, eyleme koymaları karşısında açık bir bezginlik gösterdiğini
hatırlıyorum) Bir süre sonra, onunla karşılaştığını ve onun kendisinden büyülendiğini
hissettiğini anlatıyor; adam sanki hastamdan, kendisini tamamen baştan
çıkartan bir ışık, bir pırıltı alır gibiymiş. Bu sözlerdeki
erotomanik hava karşısında, benim onu reddedilmiş olarak görmemin kendisi için
dayanılmaz bir şey olduğunu hissettiğimi söylüyorum; sanki bu onu benim
karşımda aşağılayıcı bir duruma sokuyormuş gibi. Bunu söyleyerek, eski
sevgilisini nasıl büyülediğini anlatırken benim önümde bürünmeye çalıştığı göz
kamaştırıcı (dolayısıyla idealleştirici) aura'nın anlamına değinmek
niyetindeyim, çünkü narsisistik yarasını benim bakışlarımdan gizleme ihtiyacı
duyduğunu, reddedilişin benim önümde anüsünü sergilemekle aynı anlama geldiğini
o zaman anlıyorum.[18] Bu müdahale onda hemen bir sakinleşme etkisi yaratıyor. Sonraki seansta,
rüyasında, biri sevgilisi için (geçici bir ilişki söz konusuydu) diğeri sarışın
biri için olmak üzere iki doğum kontrol hapı alması gerektiğini gördüğünü
anlatıyor. Rüyasını kendisi analiz ediyor ve anne olarak benden bir çocuk
edinme arzusunu ifade ettiğini söylüyor. Böyle- ce, yalnızca olumlu bir
eşcinsel aktarımın tezahürleri netleşmiş olmakla kalmıyor, malzemesinin biraz
endişe verici olan yönü de yerini artan bir içgörüye bırakıyor.
Narsisistik başarısızlıkla ilgili utanç, bildiğimiz gibi, bazen hezeyana
değil, intihara götürebilir. O zaman söz konusu olan, duyguya eşlik eden
fantezinin gerçekleştirilmesidir: Yok olma, bir daha benzerlerinin bakışlarıyla
karşılaşmama fantezisi. Utanan birinin başkalarının yüzüne bakamadığı,
başkalarının önüne çıkamadığı da söylenir; gizlenen anüsün gelip yerleştiği
yüz ve ön. "Utançtan ölünür"; ve eğer gülünçlük öldürmez deniyorsa,
bu yalnızca bir yadsımadır.
Buna koşut olarak, bir küçük düşmenin, yüz karasının tanıklarını ortadan
kaldırma ve böylece o anının izlerini silme arzusu, oldukça sık rastlanan bir
cinayet sebebidir. Burada, yalnızca, kan davasında olduğu gibi utancın
doğrudan nedeni olanları öldürme arzusundan değil, öznenin önünde küçük
düştüğü kişilerin öldürülmesinden de söz ediyorum. Utancın tanıklarını ortadan
kaldırma fantezisi çok yaygındır. Çok güzel sesi olan ve üstelik tanıdığım en
iyi insanlardan biri olan bir şarkıcı, kariyerinin başlangıcında kötü bir
tavsiyeye uyarak bir gala sırasında repertuarına bir parça koyduğunu ve bu
yüzden alaylı sözlere maruz kaldığını anlattı. Dinleyicilerin çoğunu
tanıyormuş (olay bir taşra kentinde yaşanmış). O zamandan beri, tanıklardan
birinin ölüm haberini duyduğunda ferahlar gibi oluyormuş ve kendi itirafına
göre tüm listeyi böylece "tamamlamak" gibi bir tutkusu varmış!
Zonklayıp duran utanç ancak o zaman silinecektir. Bu fantezi ile, yaşlanan
Castiglione'nin [II. Napolyon'un güzelliğiyle ünlü metresi, (ç.n.)] verdiği emir, tüm aynalarının, yani
narsisistik yarasının tanıklarının örtülmesi emri arasında benzerlik
kurulabilir. Ayrıca, yukarıda aktardığımız ve Marie Bashkirtseffin
tuvallerinden birini karalamasıyla ilgili (bunun -kendi kopyalarından biri söz
konusudur- onu öldürdüğünü ama hafiflettiğini söyler) pasajı da anımsatalım.
Kadınlarda kendine saygıyı düzenleme kiplerinden biri, penis sahibi olma
fantezisine dayanır. Başka bir bağlamda belirtme fırsatı bulduğum gibi,
yitirilen tümgüçlülüğün yansıtıldığı ilk nesne, meme, sonra da anne, aynı
zamanda narsisizmden kopuşun nedeni olarak da yaşanır ve Oidipus öncesi
çatışmaların değişkenlikleri çerçevesinde, annede eksik olan organa, yani
penise sahip olmak, anneye karşı kazanılan bir zafer ve dolayısıyla yitirilmiş
tümgüçlülüğün yeniden kazanılması biçiminde fantezileştirilebilir. Birçok kadın
tüm sorunlarının, ve nihayet beni ile idealinin çakışması sorununun, erkeklik
organına sahip olmakla çözülmüş olacağını düşünür.
Penis hasedi Marie Bashkirtseffte açıkça görülmektedir. Atış yapmak,
avlanmak, at binmekle kalmaz, "Kadın Hakları" hareketinin de bir
üyesidir. Şöyle yazar: "D. adında bir ayakkabıcım var ve zaten küçük olan
ayağımı bir merak nesnesi haline getirmiş durumda. Bu ayakla nasıl yürünebildiğini
kimse anlamıyor. Dar, sivri, doğal değil ama güzel ve şaşırtıcı. Bu ayak Saray
kadınlarında bir çeşit şaşkınlık yarattı ve Bay de M. hayretini gizleyemiyor,
ayağa bakıp duruyor. Onu güzel bulduklarına aslında inanmıyorum ama
olağanüstü."
Penis hasedi, annede bulunmayan organa duyulan aşın isteğin sonucu olsa da,
ben ile ideal arasında güçlü bir gerilimin bulunduğu durumlarda, penis
hasedinin, fobidekine benzer bir biçimde, belirsizliğiyle, sürekliliğiyle ve
yaygınlığıyla işkence eden bir acıya bir odak sağlama girişimi olarak
kavranabileceği de doğrudur. Olmak simgelenemediği için, simge bizi zorunlu
olarak sahip olmanın alanına soksa da, söz konusu olan, sahip olmakla
değil olmakla ilgili bir acıdır. Green’in, Aias'ın intihan konusundaki
yorumunun (1969), kadınlarda penis hasedi ve bunun ben ideali ile ben
arasındaki gerilimle ilişkileri konusunda genel anlamda aydınlatıcı
olabileceğini düşünüyorum: "Aias kendini öldürür çünkü Akhilleus'un
silahlan başkasına verilmiştir. Bu durumda sorun, yoksun bırakıldığı bir
maldır. Buna aldanmayalım. Aias’ın acısını çektiği şey olmakla ilgili bir
yaradır... Fallik bir simgenin kaybıdır, ama yalnızca ona arkadaşlarının ve
düşmanlarının hayranlığım sağlayacağı varsayıldığı ölçüde. Bu nedenle tepkisi
utançtır, sanki silahların başkasına verilmesi onun düşüşünün ve
değersizliğinin belgesiymiş gibi."
Freud'un (1937), bazı analizlerde hastayı penis hasedinden vazgeçirmek söz
konusu olduğu zaman ortaya çıkan ağır depresyonlarla ilgili söyledikleri,
bence ancak ben ile ideali birleştirme istekleri peniste odaklanıyorsa
anlaşılabilir, çünkü bu durumda hasta varlığın tamlığına yeniden kavuşma
umudunu terk etmeye davet edilmiş olmaktadır.
Bu çalışmamda Freud'un ben idealiyle ilgili bazı tanımlamaları üzerinde durdum:
Büyüme arzusu, idealin öznenin "önüne" yansıtılması; bunlar beni,
ben idealine, bu durumda geleceğe dair bir vaat, Michel Fain ve
Pierre Marty'nin ifadelerini kullanacak olursak, ben idealini umuda
yaklaştıran bir vaat anlamım yüklemeye götürdü. Depresyona özgü duygu,
ben ile idealin birleşmesi projesinin neredeyse tamamen terk edildiğinin
işareti olan beklenti yoksunluğu ya da umutsuzluktur.
İdeal hastalığı tayfının yalnızca bir bölümü üzerine düşünce üretmek
zorunda olduğum ve depresyonu gerektiği gibi incelemeyi hedeflemediğim halde,
yine de depresyona anıştırmada bulunmak durumunda kaldım. Bunalımdaki kişinin
ben idealiyle ilgili olarak, "Kişileştirilmiş üstbenin narsisistik bir
ürünü... özneye dışarıdan dayatılmış" ifadelerini kullanan Francis
Pasche'ın düşüncesini paylaştım. Hatta söz konusu olanın, anal-sadistik evreye
gerilemiş ve narsisistik yatırım yapılmış bir üstben, eğiticinin sunduğu ve
Reich'ın kişilik zırhına benzer (kişilik zırhını tuvalet terbiyesi sırasında
ebeveynin rektumunun bir temsili olarak yorumladım) bir "kalıp"
olduğunu düşündüm. Çoğunlukla, bunalımdaki kişiye önerilmiş olan ben ideali,
vakitsiz ölmüş ana ya da babadır. Hayatta kalan diğeri, ölümle ilgili kendi
çatışmaları nedeniyle öleni her türlü mükemmel özellikle donatmış ve ulaşılmaz
bir model olarak çocuğa sunmuştur.
Mani şemasıyla depresyon şemasının karşılaştırılmasının bizi, ben ideali
ile üstben arasında bir ayrım yapma gereğini savunma noktasına götürdüğünü
düşünüyorum; bu ayrımı çalışmamın son bölümünde farklı bağlamlarda
gerekçelendirmeye ve nüanslandır- maya çalıştın?.
Depresyonda, yitirilmiş çiftdeğerli nesne bene dahil edilmiştir ve üstben
"dışarıdan dayatılmış" ben idealiyle ittifak halinde bene
yüklenmektedir. Bu durumda, bana öyle geliyor ki kişisel bir ben ideali için
yer yoktur.
Kolektif Psikoloji ve Benin Analizi'nde (1921 a) ben ideali her ne kadar çoğul anlamlar içerse de, Freud'un
1921'de bir kez daha söylediği gibi manide ben, ben ideali ile bütünleşir; Rado
ve Lewin'in dedikleri gibi üstbenle bütünleşmesi söz konusu değildir. Buna
karşılık, B. Lewin manik coşkunluk durumları sırasında çocuğun memeyle
birleşmesi üzerinde durur. Bence bu birleşme, oral düzeyde, birincil nesneyle
bütünleşmenin, yani narsisizmin benden henüz koparılmadığı ana özgü olan, ben
ile ben olmayanın farklılaşmadığı duruma geri dönüşün bir temsilidir. Ruhsal
düzeyleri ayıran sınırların yok olmasının ve dolayısıyla üstbenin ortadan
kalkmasının bu duruma eşlik ettiği bence açıktır. Anal düzeye gelince,
nesneler karşısında tümgüçlülük uygulanır ve Karl Abraham’m çalışmalarından
beri bildiğimiz gibi, nesneler hızlı ve aralıksız bir içe alma ve dışa atma
sürecine tabi tutulurlar, tam bir iç- ruhsal bobin oyunu gibi. Anal düzeydeki
bu tümgüçlülük, özneyi, nesneyi tercihe bağlı olarak diriltebilmeyi (içe alma)
ya da öldüre- bilmeyi (dışa atma) içeren o çok bildik fanteziye götürebilir.
Bir kadın hastam, yokluğum sırasında, bir bitkiyi solmaya bırakıp sonra
suladığı ve bunu art arda birçok kez tekrarladığı bir rüya görmüştü. Aynı
biçimde küçük bir hamster besliyor, sonra onu açlıktan ölmeye bırakıyor,
hayvan bir lokma yemle yeniden hayata dönene dek güçsüz kalıyor ve bir gözü
kapanıyordu. Bu durumda nesne, özneye ait bir kısmi nesneye indirgenir, özne
nesnenin mutlak efendisidir; bu, özneye, kendisinin belirlemediği herhangi bir
kayıp yaşamayacağının güvencesini sağlar.
Burada söz konusu olan, ben ideali ile benin, bu türden mutlak bir birlik
yaşamın hemen başlangıcı ya da ölüm dışında ne kadar mümkünse o kadar
birleşmeleridir; ve üstbeni silip süpüren bu çakışmanın kendisidir, ama bu bir
bakıma ikincil bir sonuçtur. Üstelik manide üstbenin yok olmasının ek bir
nedeni daha vardır ve o da tam olarak öznenin içe yansıtılmış nesnelerine,
dolayısıyla üst- benine uyguladığı manipülasyondur.
Ben ile ben idealinin çakışmasının yine de mutlak olmadığının kanıtını bize
sunan, iç ve dış kategorilerinin korunduğunun kesinlik kazanmasıdır. Bu
koruma, manik beni, nesnelerin haz verici olup olmadıklarına göre içerildiği
(yutulduğu) ya da dışa atıldığı (tükürüldüğü) (bkz. "Yadsıma")
saf-haz benine yaklaştırır. Manik beden (ve madde bağımlısının bedeni), Evelyne
ve Jean Kestemberg'in Simone Decobert ile birlikte kısa süre önce anoreksi
üzerine yaptıkları incelemede (1973) betimledikleri bedene benzer: Nesnelerin
sonsuz bir biçimde akarak girip çıktıkları iki ucu açık bir tüp. Anoreksiyi
maniye ya da madde bağımlılığına indirgemek istemiyorum, ama burada, bu
hastalıklı yapılarda gözlenen şeyle tam olarak çakışmasında bana çarpıcı gelen
bir nokta var. Çünkü nesnelerine bu tümgüçlü denetimi uygulayan manikler ve
madde bağımlıları, terk edilmekten, dolayısıyla depresyondan korunmalarını ve
buna bağlı olarak benlerini ideallerinin yakınında tutmalarını sağlayan
kendine yeterli bir sistem yaratma girişimlerinde kendilerini mümkün olduğunca
dış destekten bağımsız kılmaya çalışırlar. Alkolik hastalarımdan biri,
sidiğin toplanıp alkol elde edecek şekilde süreçten geçirildiği bir kurumda
kaldığı rüyasını görüyordu; sidiğin alkol içerdiği ve yeniden dönüşümünün
mümkün olduğu varsayılıyordu.
Anoreksi hastası olmamalarına karşın iki kadın hastam yedikten sonra
kendilerini kusturuyorlardı. Birisinin geçici bir madde bağımlılığı olmuştu.
Her ikisinin de çok sayıda düşüğü vardı; böy- lece, besini içe aldıktan sonra
kusmalarında açıkça görülen bu doldurma boşaltma hareketini bir başka düzeyde
yeniden üretmişlerdi. Dolayısıyla bedenlerini Danaos Kızlarının fıçısı[19] gibi yaşıyorlardı. Bu vakalardan birine birazdan döneceğim ama önce şunu
vurgulamak istiyorum: Maniklerin nesneyle tam bir iç içe geçme noktasına
varmadıklarını kabul etmek kaydıyla, söz konusu olan yine de benleri ile
ideallerinin birbirine yaklaşmasıdır. Aksi halde, hipomaniklerle bunalımdaki
kişiler karşılaştırıldığında görülen duyguların tam tersine çevrilmesi durumu
nasıl açıklanabilir? Birincilerde, umudun her türlü akla yatkınlığın ötesinde
korunduğu iflah olmaz bir iyimserlik -mutlu son âlemi (gerçekliğin tüm
yönleriyle yadsınması sayesinde)- vardır; oysa İkinciler umutsuzluğa kapılmıştır,
başka bir deyişle, ben ile idealin buluşmasının fantezisinden bile
yoksundurlar. (Maniklerden değil hipomaniklerden söz ediyorum çünkü doğrusunu
söylemek gerekirse, umutla umutsuzluğu karşı karşıya getirmek istiyorsak,
maniklerle bunalımdakiler karşılaştırılamaz; manikler, mutluluğu hiç değilse
geleceğe yerleştiren umudun da ötesine geçmiş durumdadır. Manik kendini burada
ve şimdi kutladığı bayramda tamamlar.)
Söz ettiğim kusan hastalardan biri, çalışmamın büyük bölümünde satır
aralarında okunduğunu düşündüğüm ama belki yeterince açıklığa kavuşturamadığım
bir noktayı aydınlatan bir malzeme sundu; sözünü ettiğim idealleştirme
sürecinde anal dürtülerin yeri.
Melanie-Blanche -bundan yedi yıl önce bana başvurduğu sırada- yirmi sekiz
yaşında bir genç kız. Edebiyat eğitimini gerektiği gibi tamamlayamamaktan ve
kaygılarından yakınıyor. Anımsadığım kadarıyla, talebinin temel güdüsü bu.
Ergenlik çağındayken, son bölümü yüz yüze gerçekleştirilen bir analizden
geçmiş. Hoş, zeki ve kültürlü bir kız. Seans sırasında uzun saçlarının bir
tutamını hülyalı bir havayla tutan, antika yüzükleriyle özentili bir biçimde
oynayan ve vajina, kıç, pubis, kıl, vb. gibi bazı sözcükleri ağzına almamak
için saatler harcayan son derece yapmacıklı bir insan. Sürekli olarak bir şeyler vermek üzere gibi görünüyor ve sürekli olarak
beni düş kırıklığına uğratıyor. Bu davranışını sırasıyla, önce tatmin olmama
izin vermeden beni "tutuşturma"nın, sonra da dışkısını bana vermeyi
reddetmenin bir biçimi olarak yorumladım. İlk yorum, analizin başlangıcında,
gebe olduğunu ve bundan memnuniyet duyduğunu çünkü böylece karşıma
"donanımlı" çıktığını, çocuğu doğurmayacağını, bunun üçüncü gebeliği
olduğunu ve bunu da bir önceki gibi babasının sonlandıracağını bana söylemesiyle
ilgilidir. Babasıyla ilişkisinin analizi onu nasıl sürekli olarak baştan
çıkarmaya çalıştığını gösteriyor. Onun yanında çekingenleşiyor, onunla aynı
odada kalmak istemiyor, vb. Ana babasının hiçbir cinsel ilişkisi olmadığını,
ayrı yataklarda uyuduklarını da söylüyor. Bir erkek arkadaşıyla tatile
çıkarken, ona kullanılışını tarif ederek bir rahim içi alet veren ve gebeyken
sonda takan babasının davranışları, babasının tek cinsel nesnesi olduğu
yönündeki fantezilerini destekler görünüyor. Beni uyarıp sonra da açlığımla
baş başa bırakması, babasının ona yaşattıklarını bana yaşatmak anlamını
taşıyor: Babası, sadistik ve sakatlayıcı bir duhul biçimi dışında onu hiçbir
zaman gerçekten tatmin etmediği halde, babasının eşi olduğu yanılsamasını
sürdürmesini sağlıyor.
Aynı dönemde bana, genç kızken oburca ve midesi bulanana dek çikolata yiyip
sonra kendini kusturma huyu olduğunu anlatıyor. O zaman, içine aldıklarını
tutmakta çektiği güçlüğü ve sonra da, birinin (annesi ya da ben) kamındakini
(sözleri, çocuğu, dışkısı...) alabileceğini düşündüğünde yaşadığı dışa atma
güçlüğünü ele alıp işlemeye girişiyoruz. Böylece beni döngünün dışına çıkarmaya
çalışıyor: Bana "dolu" gelerek, benden hiçbir şey almaya ihtiyacı
olmadığını bana gösteriyor, kendi deyimiyle "donanımlı"; ve kamındakilerden
kurtulsa da, bunu onları bana vermek için değil, yeniden içselleştirmek için
yapıyor. Olayın bütünü, bana tabii ki tamamlanmamış bir yas sorunsalını
çağrıştırıyor ama o sırada elimdeki malzemede varsayımımı desteklememi
sağlayabilecek hiçbir şey yok. Bu kendine yeterli nesne dolaşımı sistemiyle
bağlantılı olarak, hasta önemli bir mastürbasyon etkinliğine karşılık yoksul
bir cinsel yaşamı olduğunu itiraf ediyor; bu, kusan ve çok düşüğü olan diğer
hastam için de geçerli. Fantezilerinin merkezinde, esas olarak, genç bir kızın
sert bir kadın, örneğin bir okul müdiresince cinsellikle tanıştırılması var. O
zaman, yaşlı bir dadı figürü, bugün seksen yaşında olan ve hastamın yirminci
yaşına dek aileyle birlikte yaşayan Bayan Hortense kendini gösteriyor. Ama
hastamın, sertliği ve adanmışlığı dışında bu kadınla ilgili hiçbir anısı yok
gibi. Bu arada, biraz yüreklenerek domuza domuz diyebilecek hale gelen hastam
özentiliğinden bir şey kaybetmiş değil ve sık sık kar ve beyazlık rüyaları
görüyor. Dişi bir güzellik ve saflık ideali olarak gördüğü Greta Garbo'yu da
rüyasında görüyor ama gördüğü şey "Tanrıça"nın öldüğü. O zaman, belki
de "saflığından" kendisine gına geldiğini ve idealinin aslında başka
arzuları gizlediğini ima ediyorum. Yahudi aidiyetini reddetmesini gizleyen
sorunu o dönemde işlemeye başlıyoruz. Aslında ergenlik çağında Katolik olmuş
ama artık ibadet etmiyor. Yahudi olanı makatsallıkla özdeşleştirmiş. Dreyfus
olarak doğan Anouk Aimee’yle ilgili bir rüya görmeye başlıyor. Koşut biçimde,
beni bilinçli olarak göklere çıkarıyor; yazılarımdan birini okuyup gerçekten
yüceltiyor. Bu güzel yapıya darbe indiren şey bir rüya oluyor: Rüyasında
Altamira adında bir sanatçı bir galeride sergi açıyor. Çevrede bir rüzgâr
esiyor. Altamira'nın analist olduğunu söylüyor, bu benim yapıtım karşısında duyduğu
"büyük hayranlığı" ifade ediyor. O zaman şunu ekliyorum: "Ama bu
rüzgârdan başka bir şey değil." (Üstelik Altamira'nm aynı zamanda bazı
mağaraların adı olduğunu da kaydedelim; böylece yapıtımı gizlice nereye
yerleştirdiğini anlayabiliriz: Kendi rüzgârlı oyuğuna.) Estetizminin yanı
sıra, beni ve kendi dürtülerini idealleştirmesi de anal sadistik dürtülerini
gizliyor. Bu yorumlar beni aylarca şaşkın bırakan bir malzemenin su yüzüne
çıkmasına yol açacaktır. Bir amcasının kanser olması ve taşıdığı yapay anüs,
analiz alanını işgal eden bir dizi rüya için günlük kalıntı işlevi görecektir.
Böylece art arda ve tekrarlayan bir biçimde tüm aile üyelerinin ölümüyle
ilgili rüyalar görmeye başlıyor: Baba, anne, amcalar, teyzeler, vb. ben bile
ölüyorum, bazen çok yaşlanmış ve kanserli Freud görülüyor. Rüyalarından
birinde, babasının pijamasında, anüsün olduğu yerde büyük bir kan lekesi var.
Bir başka rüyada, babasıyla birlikte, deri ciltlerin göründüğü dairesel bir
kütüphanede bulunuyor, rüzgâr esiyor. Aynı gece, yapay anüs taşıyan amcasıyla
beraber. Kauçuk bir çantadan dışkılar akıyor. Heyecanlanıyor. Sonra her gece
tabutlarla, çürüme kokularıyla geri dönen mezarlıklar geliyor. Bu kıyımlardan,
burun deliklerime dolan, beni kuşatan ve neredeyse, bu çürüyen cesetlerin
idealleştirmenin saf beyazlığıyla örtülmüş olduğu zamanları aratan bu
kokulardan pek bir şey anlamıyorum. Geride bıraktığımız uzun dönem boyunca
hastamın yapmacıklığına ve estetizmine (en güzel çiçeklerin mezarların
üzerinde açmasına benzer bir biçimde, ölülerle dolu bir mahzeni gizleyen bir
yapmacıklık ve estetizm) eşlik eden karşı aktarım öfkemi bağışlayarak kendimi
avutuyorum.
Kendimi ayrıca, divanında bir ölüsevici görmenin herkese nasip olmayacağını
söyleyerek de avutuyorum. O sıralarda Bayan Hortense inmeyi takip eden bir yarı
felç durumu yaşayarak hastalanıyor. Melanie-Blanche hemen kadının taşradaki
eski evine koşuyor; Bayan Hortense yatalak ve çişini tutamaz durumda,
yatağının yanına temizlik için koyulan kova kokuyor, duvarlarda ölülerinin
fotoğrafları var. Yan odada kapısı aralık yatan Melanie-Blanche mastürbasyon
yapıyor. Sapkın öğelerin varlığını algılıyorum ama neden bu öğelerin söz konusu
olduğunu anlamıyorum. Neden ölüm, neden mezarlıklar? Çocukluktaki bir yas
sayesinde, Melanie-Blanche'in, kendisini, Kari Abraham'ın klasik tanımına uygun
olarak dışkıyla özdeşleştirilen yitik nesnenin kabı, tabutu haline getirdiğini
saptayabilsem, kuşkusuz işim kolaylaşırdı. Ama böyle bir yas söz konusu değil,
üstelik böyle bir bulgu, sapkın, anal sadistik ve ölüsevicilikle ilgili öğeleri
açıklamak için yeterli olmazdı.
Melanie-Blanche mezarlık rüyalarını görmeye devam ediyor. Çiçeklerle
bezenmiş bir mezarın önünde, bu çiçeklerin toprakta çürüyen cesetten
beslendiklerini düşünüyor. Ona çürüyeni, siyahı, anal dürtüleri, şimdi
kendileri de boş yere örtmeye çalıştıkları şeyler tarafından zehirlenen
çiçeklerin yardımıyla bastırmayı artık başaramadığını söylüyorum; aynı
zamanda, bizzat kendisinin cesetten beslenen çiçek olduğunu da. Leş
yiyiciliğinin (açıktır ki kullandığım terim bu değil) bilincine varmasıyla,
yuttuğunu dışarı çıkarmak zorunda kalıyor. Yorum bana doğru ama eksik gibi
görünüyor. Hangi ceset söz konusu? Bana yine Bayan Hortense'dan söz ediyor.
Çağrışımlarım akıp giderken, birdenbire analiz durumunun dışına çıkıp ona bir
soru soruyorum: "Bayan Hortense'ın kocası var mıydı? -Evet ama onu hiç
görmezdik, -Ne iş yapardı? -Mezar kazıcısıydı. Hay allah, evet, bunu hiç
düşünmemiştim. Gülünç. Bayan Hortense'ın ilk kocası ölmüş. Neden bilmiyorum,
onu mezarından çıkarmaları gerekmiş. Bayan Hortense bu olaydan sık sık söz ederdi...
Bir gün Bayan Hortense bir gömme dolabı açtı. Size söylemedim ama genellikle
tuvalete kusardım ama bazen de bu dolaba dizdiğim çantaların içine. Bayan
Hortense onları keşfetti. O sırada on sekiz yaşında olmalıyım. Beni yakaladı
ama hiçbir şey söylemedi. Daha küçükken kan lekesi bulaşan iç çamaşırlarımı bir
bebek arabasının içine saklardım. Onları bulan babam oldu." "Yani
mezarlarından çıkaran mı?" diyorum.
Bayan Hortense'ın o ana dek hiç sözü edilmeyen kocalarını toprağın
altından çıkaran kişinin, altı yıllık analizin sonunda ben oluşum kuşkusuz
anlamsız değildi.
Bu seans tedavide bir dönüm noktası oluyor. Melanie-Blanche yapmacıklı
havasını ve özentili estetizmini neredeyse tamamen terk ediyor. Zihinsel
ketlenmeleri kısmen azalıyor; yerlerini daha sahici bir yüceltmeye
bırakıyorlar. İçgörüsü artıyor. Ölüseviciliği- ne ve sapkınlığına
kendisinin ne ad verdiğini anlamaya çalışıyor. Ben kendi adıma, dadının
fantezilerinin, Melanie-Blanche'ın cinsel temaları işlemesinde çok önemli bir
rol oynadıklarını sanıyorum. Aslında, Melanie, babasından önce dadısının cinsel
nesnesi olmuş olsa gerek, dadının kocasının yokluğu, mesleği, o kadar sık
anlatılan ilk kocanın mezardan çıkarılması olayı, tüm bunlar Melanie-
Blanche’ın ilkel sahne fantezilerini belirlemiş olmalı. Ceset, Bayan
Hortense’ın bağırsaklarındaki, yutulmuş, bir kısmi nesneye, bir fetişe
indirgenmiş koca değil midir? Yeniden kurulmuş bu öyküyü Melanie-Blanche'a
iletebilmem için henüz eksik olan öğeleri, çocuksu bellek kaybının biraz daha
ortadan kalkması sağlayacaktır. Melanie-Blanche kısa süre önce bana kendisi
sekiz yaşındayken ölen ve kışları dağda geçiren büyük annesinden söz etti. (İlk
rüyalarındaki karla yeniden karşılaşıyoruz.) Bu ölümü ondan saklamışlar. On
sekiz yaşına dek büyükannesinin el kürküyle uyumuş. Yine bir mezarlık rüyası
gördü: Üzeri bir buz tabakasıyla kaplanmış ve patenciler bu yüzeyde zarif bir
biçimde ilerliyorlar. Kendisine beni çağrıştıran bir adama şöyle diyor:
"Bunlar kurtçuk değil, küçük periler", yüceltmenin karşısına koyarak,
özellikle sapkınlıkta aldığı biçimi açıklamaya çalıştığım idealleştirme ancak
böyle tanımlanabilirdi. Dışkıları örten bir güzellik, bir saflık, bir buz
tabakası; yüceltmeyi mümkün kılan tek şey iki düzey arasındaki iletişimdir.
"Bunlar kurtçuk değil, küçük periler", bu, aynı zamanda, ahlaki
ideallerini sergileyenlerin dürtülerin alanında söyledikleri şeydir; bu
sergilemenin çoğunlukla şüphe çekici olduğunu biliyoruz. Yapıtlarının
Fransızca baskısında yer alan ve benim yeni keşfettiğim bir söyleşisinde,
Ferenzci, büyük idealistlerin özel yaşamının ve kişisel ilişkilerinin
çoğunlukla kaba bir hoyratlığın damgasını taşımasına şaşırmamak gerektiğini,
idealizmin tam da yüceltilmemiş sadistik dürtüleri maskelediğini söylüyor.
Freud'a göre yanılsamanın prototipi olan dinden söz etmeden ben idealinden
söz etmek mümkün değildir. Bunu yaparken seçeceğim yolun, sapkınlık modelinden
yola çıkarak ortaya koymaya çalıştığım patolojinin evrimine ilişkin bazı
varsayımlar ileri sürmemi sağlayacağını umuyorum.
Freud, Totem ve Tabu'da, yani Abraham'a dine ölümcül bir darbe
indireceğini söylediği kitapta, dinlerin doğumu üzerine düşünürken,
anımsayacağımız gibi bunu, Darvvin'in ilkel kabileye ilişkin "bilimsel
mit"inden yola çıkarak yapar. Atkinson bu miti şöyle anlatır: "Bütün
dişileri kendisine saklayan ve oğullarını büyüdükleri anda kovan saldırgan ve
kıskanç bir baba", kovulan ve kendisine karşı birleşen erkek kardeşler
tarafından öldürülür. Sonra, babanın haset edilen niteliklerine sahip olmayı
arzulayan bu ilkel yamyamlar, bu amaçla cesedini yerler. Ama kısa sürede,
muhtemelen cinayetin boşa çıkmasının da katkısıyla -oğullardan hiçbiri ölmüş
babanın yerini alamamaktadır- derin bir suçluluk duygusu, erkek kardeşler
topluluğu üyelerini tüm kabile için ortak bir totem, genellikle de bir hayvan
seçmeye iter; hayvanın törenle kurban edilip tüm kabile tarafından yendiği senenin
bir günü dışında öldürülmesi yasak olan bir totem. Aynı zamanda, ölmüş baba
karşısında bir çeşit geriye dönük boyun eğişle, eylemlerinin meyvesini toplamayı
reddederler ve kurtardıkları kadınlarla cinsel ilişkiye girmeyi kendilerine
yasaklarlar. Böylece, oğulların suçluluk duygusu, Oidi- pus kompleksinin
dizginlenmiş iki arzusuna denk düşen "totemizmin iki temel tabusu"nu
doğurur.
Din, ölümünden başlayarak totem biçimi altında tapılan ölmüş babaya saygıyı
ifade eder ve aynı zamanda, totem yemeği ayininin tekrarlanmasıyla, babaya
karşı kazanılan zaferin anısını korur. Bu durumda, ahlakın ve dinin biricik
kaynağı, ölmüş babaya yönelik şefkat ve pişmanlıktır.
Bu totemizm betimlemesinde, ölmüş babanın totem biçiminde idealleştirildiğini
görmek mümkündür. Bununla birlikte, bu biçimde kurulan ben ideali (sonradan
tanrılara, daha sonra, tek tanrılı dinlerin biricik Tanrısına -ona atfedilen
tümgüçlülük biçiminde- yansıtılacaktır), birincil narsisizmin doğrudan
mirasçısını oluşturmayan karmaşık etkenlere bağlı görünüyor. Nitekim, babanın
bu biçimde idealleştirilmesi, burada, babanın nesnesi olduğu saldırgan
dürtülerin zorunlu olarak bastırılması temeline dayanır; bu da çiftdeğerli
aşk-nefret çiftinin olumlu öğesine alan tanır ve bu idealleştirmeyi Melanie Klein'ın
betimlediği mekanizmaya yaklaştırır. Üstelik, burada baba, en az ben idealini
temsil ettiği kadar üstbeni de temsil eder ve bu nokta bence dinler konusunda
temel önem taşır. Freud'un vurguladığı gibi, bir kez daha, ahlak yasası ve din
birbirinden ayrılamaz. Geçerken (konumuz üstben olmadığı için üzerinde fazla
durmayacağız), Freudcu şemada soyoluşsal biçimde kurulan ahlaki düzeyin,
bireysel gelişme sırasında ortaya çıktığında olduğundan daha gelişmiş
göründüğünü kaydedelim. Birinci durumda, suçluluk duygusunun (dolayısıyla
nesneye saygının) ürünüdür, İkincide, hadım edilme korkusunun (yani ben için
duyulan korkuların). Ne olursa olsun, Oidipus ve üstben dinde çok temel bir
yer tutar. Freud, bir kereliğine iyimserlik[20] gösterip dinin mükemmel biçimde temsil ettiğini düşündüğü yanılsamanın
sınırlı bir geleceği olduğunu ve bir gün yerini bilime bırakacağını hayal
etmişti. Yalnızca Totem ve Tabunun, bilinçdışı ve tarihsel köklerini
gün ışığına kavuşturduğu dini yıkacağım düşünmekle kalmadı, aynı zamanda,
insanlığın bir gün gerçekten bilim çağına gireceğini ima etti. Şöyle
sesleniyordu: "Zihin ve akıl bir gün insan ruhuna egemen olabilecek
mi, en yakıcı dileğimiz budur" (1912-13). Bilimle dini karşı karşıya
getirirken, bilimin bir dalı olduğunu düşündüğü psikanalizin bu mutlu olayın
gerçekleşmesini hızlandıracağını düşünüyordu.
Aslında, Freud Totem ve Tabuyu, Bir Yamlsamanın Geleceği'ni
ya da Yeni Giriş Dersleri'ni yazdığından beri bilim devasa ilerlemeler
kaydetmiş olsa da, insan ruhu bilim çağına girmekten uzaktır. Dinin
ciddi bir darbe yediği kesindir ama bunun sonucu, yerini ideolojilere, bâtıl
inançlara bırakması ya da mistikliğe düşmesidir. Dolayısıyla, belki de hiçbir
zaman olmadığı kadar, "gerçek yaşam başka yerde"dir.
Sosyoloji alanındaki yapıtı bazı bakımlardan Freud'un yapıtıyla
benzerlikler taşıyan Max Weber, bilimin, dünyanın büyüsünün bozulmasını
sağladığını söylemiştir. Gerçekten de sanki, bilim, görüngüleri akılcı bir
biçimde açıklayarak, evreni açıklayan sistemler olduklarını iddia ettikleri
oranda dinleri yıkmış gibidir. Ama yanılsama ihtiyacı açıkta kalmıştır. Ve
bugün, karşılanmamış olan bu ihtiyaç, aklı, dinlerin yaptığından çok daha
şiddetli bir biçimde silip süpürmüştür. Çünkü yanılsamanın dereceleri vardır ve
ruhun Oidipal boyutunun korunduğu bir sistem, bu adlandırmayı, onu yok etmiş
bir sistem kadar hak edemez. Dinin tersine, mistikliğin Oidipus ve üstbenle
hiçbir işi yoktur. (Tanımlamaya çalıştığım biçimiyle ideolojilerin de.) Ben
ile idealin en kısa yoldan birleşmesi ihtiyacına tekabül eder. Birincil
nesneyle bir bütünlüğe işaret eder ve birincil nesnenin, bilinç düzeyinde Tanrı
tarafından temsil edildiği zaman bile, derinde, farklılaşma öncesi annenin bir
eşdeğeri olduğu gerçeği değişmez. Mistik kendinden geçme halinin sayısız betimlemesi
bize bunun kanıtlarını sunar. Saint François de Sales, bu durumda ruhun henüz
meme emen bir bebek gibi olduğunu, sanki annesinin onu kollarında tutup
okşadığını, dudaklarını kıpırdatması bile gerekmeden sütü ağzına akıttığını söyler.
Okyanus duygusunun, birincil ben duygusunun varlığını kabul eden Freud, yine
de kendisinin bunu hiç yaşamadığını iddia eder. Birincil özdeşleşme nesnesinin
baba olduğunu söyler, böylelikle insan ruhunun bugün giderek önemi artan bütün
bir yönünü kenara atmış gibidir. Okyanus duygusunu uyuşturucu, mistiklik ve ideoloji yoluyla arayış,
dinlerin sunduğu çok daha uzun yolun yerini almıştır; dinlerde, en azından size
cenneti vaat ettikleri zaman, yüksek bedelli özverilerle onu kazanmanız
gerekir, Musevi dininde bu vaat bile yoktur. Ne olursa olsun, dinlerde Cennet
Şimdi diye bir şey asla söz konusu değildir. Varlığını sürdürdüğü ölçüde,
dinin kendisi de Oidipal boyutunun aşınması anlamında bir değişime
uğramaktadır. Musa ve Tektanrıcılık'ta (1939), dinlerin kökeninin tarihini
yeniden ele alan Freud, Hristiyanlıkta, Baba Tanrı'nın ikinci plana düşmesiyle
oğulların babanın yerini alma isteğinin nerdeyse gerçekleştiğini gösterir;
babaya karşı duyulan pişmanlıkla onun karşısında kazanılan zaferi uzlaştıran ve
ahlakın kurucusu olan dinsel uzlaşma net bir biçimde zafer lehine
kurulmaktadır.
Bununla birlikte, babanın yalnızca ikincil ve gölgede kalmış olarak da olsa
oğlun yanı sıra varlığını sürdürmesinin, pişmanlığın ve buna bağlı olarak
üstbenin kalıntılarım temsil ettiğini de eklemeliyim. Bu noktada Karl Barth
bugünün Hıristiyan dünyasında varolan güçlü bir akımı ifade ederek, baba
figürünü silen ve bence böylece dini mistisizmden ayıran sınırı aşan (oğlun
mutlak egemenliği, örtük olarak anneyle birleşmeyi içerir) bir İsa-merkezcilik
önermektedir. Amerikalı "Jesus Freaks"in bir sloganı şu öğüdü verir:
"Dinden sonra İsa'yı deneyin."
Üstelik, bilimin kendisi ruhun gıdasını yok ettiği için lanetlense de,
insanın bu denli aç olduğu yanılsama, başka bakımlardan ve çok daha derin bir
düzeyde, yanılsamanın kendisini etkinleştirerek yaşanmaktadır.
Nitekim, bilimsel ilerlemenin ikincil süreçleri devreye soktuğu, bir
edimler, denemeler, sınamalar zincirini gerektirdiği, hep yeniden baştan alman
bir çalışmanın, uzun bir sabır döneminin sonucu olduğu, farklılıkların ve
dolayısıyla evrimin yer aldığı bir ruhsal boyuta ait olduğu doğruysa da,
sonuçları söz konusu olduğunda, birincil süreçler düzeyinde bilimsel
ilerlemenin büyünün ta kendisi gibi yaşandığı da daha az doğru değildir.
İnsan, televizyonda aya inildiğini seyrederken, "gümüş yüzlü
yıldız"ın, "gecelerin kraliçesi"nin, "cenaze
meşalesi"nin, "Diana"nın, "Phoibe"nin ya da
"Selene"nin yerini alan ve böylece, uydumuzun kaynaklık ettiği ünlü
şiir metaforlarmdan birkaçını kullanacak olursak, "bu rüyalar ülkesini,
yanılsama âlemini, Sabun Köpüğü başkentini" yok eden grimsi bir sıva
parçası görmekle kalmaz; aynı zamanda, tanık olmaya davet edildiği bu
olağanüstü başarıyı anında doğal, sıradan ve sıkıcı bulmaya başlar. Bence bunun
birincil süreçler düzeyindeki sonucu artan bir sabırsızlık olmuştur, sanki
insan artık yaşamın doğal ritimlerine ayak uyduramıyormuş ve kendi yarattığı
makineleri model alan bir işleyiş benimsemiş gibi. Böylece, paradoksal olarak
bilimin kendisi de yanılsamaya güçlü bir etkinlik kazandıran bir işleyişe
sahip görünmektedir.
Psikanaliz, her zaman, ele aldığı görüngüleri açıklamak için her şeyden
önce iç etkenlere gönderme yapmakla ilgilenir; toplumu hiçbir zaman,
yaratıcısından kaçmış bir çeşit Golem gibi ya da uç noktada, başka bir bağlamda[21] söz etme fırsatını bulduğum etkileme
mekanizması gibi, bilinçdışı bireysel köklerinden kopuk olarak
tasarlamamalıdır. Bununla birlikte, ben ideali -birey ile topluluk arasındaki
kesişme noktasını oluşturan bu kavram- söz konusu olduğunda, ben ile idealin
en kısa yoldan, yani Yanılsamanın sunduğu yoldan yeniden buluşmasını
hedefleyen o eski arzuyu harekete geçiren dış kökenli (ama kökleri her kişinin
bireysel ruh durumunda yatan) etkenleri göz önünde bulundurmak bana meşru
görünmektedir. Açıklığa
kavuşturmaya çalıştığım biçimiyle bu patolojinin evrimi -burada yalnızca bir
varsayım öne sürüyorum-, bilimdeki ilerlemeleri ben ile idealin hemen buluşma
imkânının doğrulanması olarak görme ve dinin yerine mistisizmi ve ideolojiyi
geçirme eğilimi gösteren etkenlere atfedilmelidir.
Makine modeline göre işleyen insan, "arzu eden makine" bile
olamaz -çünkü arzu süreç, evrim ve farklılıklar anlamına gelir-, ancak boşa
dönen ve Tinguely'nin bazı yaratıkları gibi kendi kendini yok eden bir makine
olabilir. Böylece karşı-Oidipus ancak ölümle sonuçlanabilir.
Sh: 181-208
Kaynak: Janine Chasseguet-Smirgel BEN İDEALİ "İDEAL HASTALIĞI"
ÜZERİNE BİR PSİKANALİZ DENEMESİ Özgün adı: L'ldeal du Moi, Essai
psychanalytique sur la "maladie d'idealite" Fransızcadan Çeviren:
Nesrin Tura, Metis Yayınları, Haziran 2005, İstanbul
[1]
Nesnenin tanınmasının kökeninin, çocuğun birincil güçsüzlüğünde ve dolayısıyla
bağımlılığında
(Freud'un çalışmasında sürekli bir tema) yattığı düşüncesi daha önce, Bilimsel
Psikoloji İçin Bir Taslak'ta (1895a) kendini göstermiştir
("Genel Plan" başlıklı Birinci Kısım):
"Başlangıç
evrelerinde insan organizması bu özgül eylemi oluşturma yetisinden yoksundur
(söz konusu olan, içsel uyarılmaları bir doyum deneyimi yoluyla
azaltma yetisine sahip bir eylemdir). Özgül eylem ancak dış yardım yoluyla ve
ilgili birinin dikkati çocuğun durumuna çekildiği zaman gerçekleşebilir. Çocuk
bu kişiyi, iç değişimlerin yolu üzerinde gerçekleşen boşalmayla -örneğin
bağırarak- uyarmıştır. Böylece boşalma yolu, son derece önemli bir ikincil
işlev kazanır: karşılıklı
anlaşma
işlevi."
[2] Örneğin R. Bak (1968), geleceğin
sapkınının annesi tarafından baştan çıkarılmasından, annenin kurduğu ensest
ilişkiden ve "bir yabancı, adam yerine konmayan biri, ihmal edilebilir bir
nicelik" haline getirdiği babadan söz eder.
[3] Bu
yanılsama (sapkının annesi için uygun bir eş olduğu ve bir gün ona sahip
olacağı) aktarımda yeniden yaşanır. Sapkın hastalarımdan biri, analizin,
ikimizin arasında yaşanacak bir cinsel ilişkiyle sona ereceğine inanıyordu (bu
artık bir fantezi değildi). Ruth Lebovici de (1956) "Bir Psikanaliz Tedavisi
Sırasındaki Geçici Cinsel Sapkınlık" (Belçika Psikanaliz Derneği’nin
Bülteni) başlıklı makalesinde, kendi hastalarından birinin aynı inancı
taşıdığından söz eder.
[4] Freud’un, 1908'de (1908b), "şiddet
içeren bir şeyler yapmak, parçalamak, bir yerde bir delik açmak için duyulan
bulanık itkiler"i betimlerken, tamamlayıcı bir organa duhul etmeye ilişkin
eril arzuyu kabul etmek konusunda, sonraki döneme göre çok daha ileri bir
noktada olması ilginçtir. "Ama," diyerek şunları da ekler:
"böylece çocuk vajinanın varlığım varsayma ve babasının penisinin annesine
bu şekilde girişinin, annesinin bedeninde bebeğin oluşmasını sağlayan edim olduğu
sonucunu çıkarma yoluna girmiş görünürken, tam bu safhada, sorgulaması kafa
karışıklığı içinde kesintiye uğrar; çünkü annesinin de erkekler gibi bir penise
sahip olduğu kuramı onu durdurur; penisi içine alan oyuğun varlığını henüz
keşfetmiş değildir."
Söz konusu kuramın babanın
rolüne ilişkin bir farkındalığa yönelen bütün yolları kapattığı bundan daha
açık bir biçimde söylenebilir mi? Ve bu kuramın sadece bu yanılgıyı korumak
için varolduğu düşünülemez mi?
[5] "Fetişizmin temel sapkınlık
biçimi" olduğunu savunan R. Bak'ın düşüncesi de böyledir (1953). Ayrıca,
Freud daha 1905 yılında kadında penis arayışının "çoğul sapkınlıklarda büyük
bir rol" oynadığını düşünmüştür.
[6]
Olympos'ta,
insani cinsel arzuları idealleştirilmiş (tanrılaştırılmış) bir biçim altında
kişileştiren tanrılar ve yarı tanrılar, Aphrodite, Eros, Nympha'lar, Satyr'ler
yaşamıyor muydu?
[7]
Tüm
kısmi dürtüleri içeren genitalliğin simgeleştirilememesinin nedeni de budur.
Simge bir ikame olduğuna göre, genitallik ancak kendi kendisinin bir ikamesi
olabilirdi. Genitalliğin bütünsel ve birleştirici niteliğini içeren anlayış, Üç Denemeden
başlayıp (1905a), yine cinselliğin "örgütlenmesinin ancak genital evrede
tamamlandığını" yazdığı Psikanalize Giriş'e varana
dek (1938), Freud'un yapıtının değişmezlerinden biridir.
[8] Vurgu bana ait.
[9] Pfister'ın (1910) çalışmasının başlığı
şudur: Die Frömmigkeit des Grafen von Zinzendoıf (Zinzendorf
Kontunun Sofuluğu).
[11] Teşhirci bir hasta penisini yalnızca yarı
sertleşmiş durumdayken gösteriyordu. Analizde, kadınları (anne ikameleri),
cinsel organının acınacak (çocuksu) görünümüne rağmen
irkiltmek istediği ortaya çıktı.
[12] Almanca. Nazi Almanyası'nda yerel yönetici
konumundaki Nazi önderi. (ç.n.)
[13] Jones'un
kendi Oidipus kuramıyla ilgili olarak -daha o zaman!- söylediği gibi, ben de
"kraldan daha kralcı" olma noktasına geldim.
[14] Marx.
[16] Aziz Yuhanna'ya göre İncil.
[17] Stoacı bir filozof, (ç.n.).
[18] Marie Bashkirtseff kendisiyle ilgili bazı
betimlemelerinde benzer bir ışıl bir
havaya bürünmektedir. Bu aura
nın, âşık olma durumunda nesnenin, ya da mistik durumlarda nesnenin
"görünümler"inin büründüğü a ur a nın
eşi olduğunu kaydedebiliriz (bkz. "Âşık Olma Durumu" üzerine bölüm).
Aslında babası tarafından terk edilmiş olduğunu gördük. Marie ya da söz
ettiğim hastam gibi reddedilmiş ya da terk edilmiş olmak, genel olarak öznenin
kendisini bir artık, bir kalıntı, yani dışkı olarak yaşamasına yol açabilir.
Birincil süreç düzeyinde içerik ve içeren birbirine karışır. Dışkı gibi
görünmek ya da anüsünü sergilemek tek ve aynı şeydir. Bu içerik-içeren
özdeşliği, örneğin "bir bardak içmek" ya da "açık havada"
gibi ifadelerle dilde de onaylanır.-
[19] Klasik Yunan mitolojisinde, Danaos'un,
evlenmemek için koca adaylarım öldüren elli kızı, ölüler ülkesinde dibi delik
bir fıçıyı sonsuza dek doldurmaya çalışmakla cezalandırılır, (ç.n.)
[20] Paradoksal biçimde, bu iyimserlik, ölüm
döşeğinde şu kehanette bulunduğu söylenen Saint-Simon'da yoktu: "Dinin
ortadan kalkması mümkün değildir, ancak dönüşüm geçirebilir"
(1825).
[21] Ulusal Siyasi Bilimler Vakfı'nın 17
Kasım 1971 tarihli kuruluş gününde.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar