Print Friendly and PDF

BEN'İN YAPIMI




[Cinselliğe ilişkin kuralları, ödevleri, yasakları, bu konudaki kısıtlamalarla engellemeleri irdelemeye başladığımda salt izin verilen ya da yasaklanan edimler değil, açığa vurulan duygular, kişinin içinden geçen istekler, düşünceler, kişiyi kendinde gizli kalmış bir duygu, ruhunda bir kıpırtı, yanıltıcı kılıklara bürünmüş bir istek araştırmaya götüren itkiler de ilgilendiriyordu beni. Cinsellik konusundaki kısıtlamalarla başka türden kısıtlamalar arasında önemli bir ayrım vardır. Cinsellikle ilgili kısıtlamalar, öbür kısıtlamaların tersine, hep kişinin kendisinden söz ederken doğruyu söyleme yükümlülüğüyle ilintilidir.
Karşımıza iki olgu sürülebilir: ilki, iç dökmenin yalnız cinsellikte değil, gerek ceza gerek din kurumlarında bütün suçlar için önemli bir yer tutması. Nedir, kişinin cinsel isteğini çözümlemek başka bütün günah türlerini çözümlemekten hep daha önde gelen bir ödevdir.
İkinci karşı çıkışı da biliyorum: cinsel davranış öteki davranışlarda görülmedik ölçüde sımsıkı gizlilik, yol yordam, yöndemlilik kurallarına bağlanmış, böylece cinsellik tuhaf, karmaşık bir biçimde gerek sözel yasaklara gerekse doğruyu söyleme yükümlülüğüne, bir yandan yaptığını gizlemeye öte yandan kim olduğunu açıklamaya bağlanmıştır.
Yasaklama ile konuşmaya kışkırtmanın bir aradalığı bizim ekinimizin değişmez bir özelliğidir. Tenden gönül götürme izleği, keşişin başrahibe içini dökmesiyle, içinden geçen ne varsa hepsini başrahibe söylemesiyle birleştirilmiştir.
Oldukça aykırı bir tasalıydı kurduğum: cinsel davranışın evrimi yerine doğruyu söyleme yükümlülüğü ile cinsellik üzerindeki yasaklar arasındaki bağın tarihinin izdüşümünü çıkarmak. Sorum şöyleydi:
Öznenin yasaklanan konusundaki gizini açığa vurması nasıl sağlanmış?
Diyeceğim, çilecilikle doğruluk arasındaki ilişki soruluyordu. Max Weber şu soruyu ortaya atmıştı:
Kişi akla uygun davranmak, eylemini doğru ilkelere göre düzenlemek isterse kendisinin hangi bölümünden gönül götürmeli?
Aklın çilece bedeli ne?
Ne tür bir çileciliğe boyun eğmeli?
Bense karşıt soruyu sordum: Nasıl olmuş da belli birtakım kısıtlamalar kişinin kendisiyle ilgili birtakım bilgileri gözden çıkarmasını gerektirmiş?
Herhangi bir nesneden gönül götürmeyi istemek için kişi kendisine ilişkin ne bilmeli?] (sh:13-14)

["Kendine özen göstermek," "kendisiyle ilgilenmek," "ben'in üzerine düşmek." "Kendine özen gösterme" yönergesi Yunanlıların gözünde kentin başlıca ilkelerinden, gerek toplumsal gerek kişisel tutum gerekse yaşama sanatı bakımından ana kurallardan biriydi. Bugün bizim gözümüzde bu tasarım oldukça bulanmış, kararmıştır.
"Eskiçağ felsefesinde en önemli aktöre ilkesi nedir?" diye sorulduğunda ağızdan geçiveren karşılık "Kendine özen göster" değil, Delfoi'dan gelen gnothi sauton ("Kendini bil") ilkesidir.
Felsefe geleneğimiz beriki ilkeyi abartıp ötekini unutmuş olsa gerek. Delfoi'dan çıkan, yaşama ilişkin soyut bir ilke değil, kullanımlık bir öğüt, biliciye danışılırken gözetilecek bir kuraldı.
"Kendini bil." "Kendini tanrı sanayım deme" anlamına geliyordu. Başka yorumcularsa "Biliciye danışmaya gelirken ne sorduğunu bil" demeye geldiğini savunur.] (sh:16-17)

["Kendini bil"in "Kendine özen göster"i gölgeye itmesinin birkaç nedeni var. İlkin, Batı toplumunun aktöre ilkelerinde köklü dönüşümler görüldü. Sıkı aktöreyi, katı ilkeleri, kendimize dünyadaki her şeyden daha çok özen göstermemizi öngören kuralda temellendirmek güç görünüyor bize. Daha çok, kendimize özen göstermeyi aktöreye aylan, olanaklı kuralların hepsinden kaçma yolu gibi görme eğilimindeyiz.
Kendini bilmek, aykırı bir biçimde, kendinden gönül götürmeye yol açmış.
Bir yandan da, dışardan bir yasayı aktörenin temeli sayan dindışı bir gelenek kaldı bize. Bu durumda kendine saygı nasıl aktörenin temeli olabilir?
Biz, başkalarıyla ilişkilerimizde benimsenebilecek davranışları araştıran toplumsal bir aktörenin kalıtçılarıyız.
"Kendini bil," "Kendine özen göster"i gölgeye itmiştir; bizim aktöremiz, gönül götürme aktöresi, ben'in yadsınabileceğinde diretir de ondan.              
İkinci nedense, Descartes'tan Husseri'e dek kuramsal, felsefede ben'in (düşünen öznenin) bilgisinin, bilgi kuramının ilk adımı olarak gitgide artan bir önem kazanmasıdır.
Toparlarsak: Eskiçağın iki ilkesi, "Kendine özen göster" ile "Kendini bil" arasındaki sıradüzen tersine çevrilmiştir. Yunan-Roma ekininde kişinin kendini bilmesi kendinize özen göstermenizin sonucu olarak görülüyordu. Çağcıl dünyadaysa kendini bilmek en temel ilkeyi oluşturuyor.] (sh:19-20)

[Tanıma tövbe eden kişinin bu konumda yıllar boyu geçirdiği tüm süreci de belirtir. Tövbekar açık bir tövbe eyleminin, kendi kendini cezalandırmanın, kendini açmanın toplamıdır. Kişinin kendini cezalandırma fiili kendini açma fiillerinden ayırdedilemez. Kendini cezalandırmakla gönüllü olarak kendini dile getirmek biribirine bağlıdır. Kefaret sözde değil sergileniştedir.
Acıyı kanıtlamak, utancı göstermek, alçalışı görünür kılmak, ezginliği sergilemek bunlar cezalandırmanın başlıca özellikleridir.] (sh:42)

Kaynak:
MICHEL FOUCAULT, trc: Levent KAVAS, Ben'in Yapımı, Ara Yayıncılık, İstanbul, 1992

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar