Print Friendly and PDF

BERTRAND RUSSELL -8-


1872 yılında doğan Bertrand Russell, soylu bir İngiliz ailesindendir. Felsefeci, matematikçi, mantıkçı, konferansçı, hoca, yazar ve eleştirici olarak, çok yönlü kişiliğiyle tanınır. Dört yaşında babasını kaybetti. O günden sonra aydın bir kadın olan anneannesinden yakın ilgi gördü. Daha Trinity Kolejinde öğrenciyken, matematik ve felsefedeki üstünlüğünü kabul ettirdi. İleriki yıllarda bu iki bilim dalında çağımızın dahileri arasına girecekti. Russell, felsefe ve din inancının temelini aramak için öğrenim yaptığım söyler. Bu arada matematik ve felsefe kadar mantık alanında da başarılıydı.
1910 — 1913 yılları arasında yayınlanan «Principia Mathematica» adlı eseri, 1927 de ikinci kez basıldı. A.N. Whitehead’la işbirliği sonucu ortaya çıkan bu yapıt, onu uluslararası üne kavuşturdu. Böylece geçim zorluğundan da kurtulmuş oluyordu.
Russell’in felsefî yönü çok canlıdır. Cümlelerinde geometrik doğruluk ve derin anlam vardır. 1910 yılından sonra felsefeyle ilgili çalışmalarının arttığı görülür. Önceleri Kant ve Hegel’in etkisindedir. Bu temel üzerinde yükselen bir idealizmi benimsemiştir. Ama çok geçmeden buna cephe alacaktır. Gerek arkadaşı G.E. Moore, gerekse Leibniz’in eserleriyle idealizmin yanlışlığını anlar. Bunda «The Philosophy of Leibniz» adlı yapıtın rolü büyüktür. Artık o bir realist düşünürdür.
Düşünürümüz, pratik yönü akademik yönüne ağır basan bir kişiliğe sahiptir. 1918 yılında askerliğe karşı olan tutum ve çalışmalarından ötürü hapishaneyi boyladı.
1922— 23 yıllarında işçi adayı olarak sahnededir. 1927 de teorisinin pratikteki temsilcisi «Progressive Schooll»ü kurdu. Nükleer savaşa karşı çıkışı, dünyanın aydın çevrelerince yakınlık gördü. Bu çalışmalarından ötürü 1961 yılında bir kez daha hapsedildi.
Derin bir konuşma üslûbu, inatçı bir yolu vardır. Voltaire tarzına varan çelik bir inancı olduğu söylenir. Konuşmaları doyurucu ve sürükleyicidir. 1950 yılında Nobel edebiyat ödülünü aldı. Oldukça uzun sayılacak hayatı boyunca dört defa evlendi, üç çocuğu oldu.
Russsell sosyal ve etnik konulardaki çalışmalarıyla halk arasında tanınmıştır. İlk eserini 1896 da yazdı. Bu eser Alman Sosyal Demokrasisi üzerineydi ve o sırada Berlin’de bulunuyordu. Almanca ve Fransızcayı çok iyi bilmektedir. Bu dilleri okul öncesi, özel bir eğitimle öğrenmişti. Koleji bitirir bitirmez kendisini oraya üye seçtiler. Bu arada bir süre Paris İngiliz Elçiliği ateşelik görevini yürüttü.
Evlilik hayatı oldukça maceralıdır. 1894 yılında Alys Pearsall Smith’le evlendi. Çok geçmeden Berlin’e gitti, yukarda sözü edilen kitabı yazdı. Haslemere’deyken zamanın çoğunu felsefî çalışmalarla geçirdi. 1910 da felsefeyle ilgili ilk kitabım yazdı. Bu kitap Leibniz felsefesi üzerine bir çalışmaydı. 1903 te matematik kitabının hazırlıklarına başladı. Bu anıt eser, üç cilt olacaktı. O günlerde çalışmaya
dayanan sade bir hayat sürüyordu. 1908 de «Royal Society» ye alındı. İki yıl sonra da eski kolejine rektör oldu.
İnatçıydı, bildiği yoldan dönmezdi. Felsefedeki inançları yönünden hayli bocalama devri geçirdi. Askerlik ve nükleer savaş karşısındaki tutumları birbirine benzer. 1. Dünya Savaşıyla ilgili yazı ve çalışmaları, etkili bir kişi olduğundan, hükümetin dikkatini çekti. Oldukça ağır bir cezaya çarptırıldı. Hükümlülüğü sırasında kitaplığını bir arkadaşı satın aldı. En değerli eserleri bu arada kayboldu. O, bunu hep üzüntüyle anmıştır. Ardından diğer aksilikler birbirini izledi. Kolej, hocalığına son verdi. Gerçi Amerika’da Harvard Üniversitesi görev teklifinde bulunuyordu ama, İngiliz Hükümeti böyle «zararlı» bir kişiyi göndermeyi sakıncalı görüyordu. Askerî otoriteler de ağırlığını koyunca, gitmesine izin verilmedi. Tribunal’da çıkan bir yazısından ötürü 1918 de yeniden hapsedildi.
İkinci matematik kitabı olan «İntroduction to Mathematical Philosophy» yi böyle bir hava içinde, hapishanede yazdı (1919). 1 yıl sonra Rusya’yı ziyaret etti. Oraya gidişi de ayrı bir âlemdi. Önceleri İngiliz Hükümeti izin vermek istemedi, ardından Rus Hükümeti.
Rusya’da gördükleri de umduğundan farklıydı. İzlenimlerini «The Practice and Theory of Bolshevizm» adlı kitapta topladı.
Daha sonra Çin’e gitti. Peking Üniversitesinde sayısız konferanslar verdi. Ertesi yıl eşinden ayrılıp, Dora Black’ la evlendi. Artık gazeteci, konferansçı, yazar olarak da ünü sınırları aşıyordu. 1927 yılında eşiyle birlikte bir okul açtılar. Bu girişimleri 1935’e kadar sürdü. 1935 de Black’tan ayrıldı. Üçüncü eşi Patricia Helen Spence’dir. 1938 de Amerika’da çeşitli üniversitelerde görev aldı. İki yıl sonra New-York Kenti Koleji felsefe hocalığına atandı.


Bu tarihten sonra Russell, daha çok İngiltere’de kalmaktadır. Ardarda iki başarısına daha tanık oluyoruz. 1943 da liyakat nişanı, ertesi yıl da Nobel ödülü.
1952 yılında bu eşinden de ayrılır ve Edith Finch’le evlenir. 1961 deki hapisliği de onun savaş ve nükleer felâket karşısındaki direnişini engelleyemez. Nihayet geçen yılların önemli olayı, ünlü Vietnam Mahkemesini kurar. Beş hikâyenin yer aldığı «Satan in the Suburb» (Şeytan Banliyöde) adlı kitabı ise düşünürümüzün sanatçı yönünü göstermektedir.
Bertrand Russell 2 Şubat 1970 gecesi hayata gözlerini yumduğunda 98 yaşındaydı.
Şanghay’a vardığımızda kimse bizi karşılamaya gelmedi. Önce, «Bu davet soğuk bir şaka olsa gerek!» diye düşündüm. Ama pek az kişi böyle bir şaka için, o devirde büyük para olan 125 sterlin harcamayı göze alırdı. Evde oturup çalıştığım mutlu günlerimi anımsadım. Geldiğime pişman olmuştum. Az sonra durum değişti. Vapurun geleceği saati yanlış hesapladıkları için gecikmişlerdi. Çok beklememiştik ki, güverteye çıktılar. Bizi alıp Çin Oteline götürdüler. Üç hafta orada en göz kamaştırıcı günlerimi geçirecektim.
Dora’yla olan ilişkimi anlatmam gerekiyordu. Onlar, Dora’nın eşim olduğunu sanıyorlardı. Açıklayınca yanlış düşüneceklerinden korkuyordum. Dora’ya eşim gibi davranılmasını istedim onlardan. Gazeteler de böyle bildirmeliydi.
Çin’de kaldığımız sürece karşılaştığımız her Çinli, gerek bana, gerek karım bildikleri Dora’ya içten konukseverlik gösterdiler. Buna rağmen hepimiz Dora’yı «Miss Black» diye çağırmalarını istiyorduk.
Vaktimizi Şanghay’da pek çok olan Avrupalı, Amerikalı, Japon, Koreli ve onlar kadar çok olan Çinli dostlar arasında geçiriyorduk. Elbet bu değişik ülkelerin insanları hep aynı duyguda, düşüncede değildiler. Japon ile Koreli Hristiyan buna güzel bir örnektir. Bunun için konuklarımıza odalarda ayrı masalar gösterirdik. Günlerimiz masadan masaya taşınmakla geçiyordu. Birçok büyük ziyafette bulunduk. Yemeklerden sonra Çinli tanıdıklarla İngiliz tarzı hoş bir hava içinde sohbet ediyorduk. Pek memnun ediyordu bizi bu. Sanki başka bir âleme götürüyordu. İlk görüştüğümüzde Çinlilerin zekî, cana yakın' olduklarını anlayınca şaşırmadık değil. Öbür zekî insanlardan hiç de başka değillerdi. Sun Yat Sen de beni yemeğe çağırmıştı. Ertesi gece ayrılacaktım. Bunun için davetini kabul edemedim. Çok üzgündüm. Az sonra o Kanton’a gitmiş, memleketin işgalinden sonra millî hareketin başlamasına önayak olmuştu. Ben Kanton’a gidemedim. Böylece Sun Yat Sen’ le bir kez daha görüşmemiz mümkün olmadı.
Çinli arkadaşlarım beni iki günlüğüne Hangchow’a götürmek istediler. Batı Gölü’nü göstereceklerdi. Kabul ettim. İlk gün gölü botla şöyle bir dolaştık. İkinci gün iskemlelerimizde dinleniyorduk. Eski uygarlıkla kaynaşmış harika bir güzellik vardı. İtalya’da gördüklerimi bile bastırıyordu. Oradan Nanking’e, Nanking’ten de botla Hankow’a geçtim. Yengeç ırmağı üzerindeki bu güzel günlerim, Volga’daki dehşetli günlerimin zıttıydı. Hankow’dan Changsha’ ya kültürel konuşma için geçmiştim. Orada da bir hafta kalmam rica edilmişti. Böylece her gün konferanslar vermem mümkün oluyordu. Fakat ikimiz de hem bitmiş, hem dinlenme umudunu yitirmiştik. Pekin’e varmağa can atıyorduk. Vaktimiz dolmuştu. Yirmidört saat bile bekleyemezdik. Hunan valisi, ne pahasına olursa olsun bizi memleketine götürmek istiyordu. Özel tren bile hazırlatmıştı. Aldırış etmedik.
Anılarımda Chengsha kenti önemli yer alır. Burada yirmidört saat içinde yemeklerden sonra dört konferans verdim. Modern otel yoktu. Misyonerler bize yakınlık gösteriyorlardı. Dora bir misyonerin evinde, ben öbüründe kalıyorduk. Davetleri kabul etmemek için en iyi çarenin otelde kalmak olduğunu anlamıştık. Bazan zor durumlara düşüyor, pisliklerle karşılaşıyorduk. Bitler sürüyle yataklarımıza doluyorlardı.
Tuchun askerî valisi bizlere muhteşem bir ziyafet vermişti. Orada ilk kez Dewey’le karşılaştım. Çok zarif, kibar biriydi. Hasta olmuştum. John Dewey bize büyük yakınlık göstermişti. (Bu eğitimci Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye de gelmiştir. Çev. notu.) Ona hastahanede sayıklayarak, «Barış için bir plân hazırlamalıyız » demişim. İyi olduğum zaman anlattılar bunu.
Bu ziyafette yüzden fazla konuk vardı. Geniş bir salonda oturuyorduk. Ziyafet için başka bir salona alındık. Burası düşünemeyeceğimiz kadar muhteşemdi... Vali ortamızdaydı. Konuşmasına özür dileyerek başladı. Günlük yaşantılarını gördüğümüzden memnun kaldıklarını belirtti. Herhangi bir art düşüncem yoktu ama, tercümanın, nükteli sözlerimi eksik verdiğine tasalanıyordum.
Başkentteki ilk aylarımızda mutluluk içindeydik. Bütün zorluklar, anlaşmazlıklar artık geride kalmıştı. Hepsini unutmuştum. Çinli arkadaşlarımız çok hoştu. İşimiz güzel, başkent düşünülemeyecek kadar cana yakındı.
Delikanlı bir ahçımız vardı, iyi bir yardımcıydı bu. Biraz İngilizce de biliyordu. Böylece bütün işlerimiz İngiltere’dekinden daha düzenli gidiyordu. Yemek daha biz eve gelmeden hazırdı. Bugün bilmem kim gelecek, şu yemekler hazır olmalı, dememiz yetiyordu. Delikanlı herşeyi biliyor, herşey elinden geliyordu. Ara sıra işimizi görmeğe dikici kadın gelirdi. Kıştan yaza kadar bize hizmet etti. Kışın çok şişmandı. Yazın sıcağıyle gitgide incelmeğe başlaması ilginçti. Giysileri de incelmeğe başlamıştı tabiî. Başkentte bol mağaza vardı. Eski, değerli eserlerle evimizi süsledik. Çinli arkadaşlarımız İngilizlerin modern mobilyaları dururken, bu eski eşyalara merak sarmamıza akıl erdiremediler. Daimî yardımcı olarak, bir de resmî tercüman verilmişti. İngilizcesi güzeldi. Bu dilde nükte yapabilmekle övünürdü. Onunla yakın bir ilişki kurmuştum. Çinli bir kızla nişanlanmıştı. Aralarındaki bazı zorlukları kaldırarak evlenmelerine yardımcı olmuştum. Ara sıra haberlerini aldığım bu mutlu çift, bir keresinde İngiltere’ye ziyaretime de gelmişlerdi.
Konferanslarım zamanımın çoğunu alıyordu. Ayrıca ilerlemiş öğrenciler için seminer de hazırlamıştım. Bu öğrencilerin hepsi Bolşevik’ti. Bir tek imparatorun yeğeni vardı onların dışında. Birer birer Moskova’ya kaçmanın yolunu buluyorlardı. Zeki, canlı delikanlılardı. Akılları fikirleri Çin geleneklerinden sıyrılmaktı. Çoğu çocuk denecek yaşta, eski geleneklere göre nişanlanmışlardı. Bir kısmı nişanlarını bozarak modern kızlarla evlenmekteydiler. Eski ve yeni Çin kuşağı arasında geniş bir çizgi vardı. Bu gençlerle aileleri arasındaki durum, gittikçe can sıkıcı oluyordu. Dora da okula gidip kızlara öğretmenlik yapmaktaydı. Hep evliliğe dair soruyorlardı ona. Serbest aşk, sevişme gibi sorulara bile oldukça açık cevaplar veriyordu. Elinden geldiğince Avrupa’daki öğretmenler gibi davranmağa çalışıyordu. Geniş düşünceliydi ama, ne de olsa geleneksel davranışların tümünü silememişti üstünden. Dora’ nın ve benim öğrencilerim için partiler veriyorduk. Önce kızlar odalara doldular. Hiç erkek girmeyecek sanmışlardı. Onları alıp erkek arkadaşlarıyla tanıştırdık. Aradaki buzlar eridikten sonra, düşüneceğimiz başka husus kalmamıştı.
Konferans verdiğim Pekin millî üniversitesi ilginç bir yerdi. Chacellor ile Vice Chacellor modern Çin’in amacını anlamış, saygılı kişilerdi. Hele Vice Chancellor tanıdığım en değerli ülkücülerdendi. Paraların çoğu öğretmen maaşlarına gidiyor, derslerse konuşmalar şeklinde geçiyordu. Öğrenciler profesörlerin öğrettiklerini sindirmiş görünüyorlardı. Bilgiye susamış haldeydiler. Memleketleri için kendilerini, göz kırpmadan feda ederlerdi. Öyle görünüyorlardı. Büyük uyanma ve umudun havası esiyordu her yerde. Yüzyıllardan beri uyukladıktan sonra Çin, modern dünyaya ayak uydurmak üzereydi. Fakat devletin reformcu karakteri henüz ortaya çıkmamıştı. İngilizler, reformcu kişilere yan gözle bakarak «Çin daima Çin’dir» diye kendilerini avutuyorlardı. Bu yarı cahillerin, kokmuş konuşmalarının saçma olduğuna inandırmak istiyorlardı beni. Oysa yarı cahil dedikleri bu genç kuşak, birkaç yıl içinde Çin’i kuşatıp İngilizleri de o çok sevdikleri imtiyazlarından edeceklerdi.
Komünistler Çin’e hakim olduktan sonra İngiltere’nin buraya karşı politikası A.B.D. ye bakarak daha belirlidir. Fakat zamanımıza kadar da daima karşı durumda olmuştur. 1926 yılında İngiliz kuvvetleri; üç defa silahsız Çinli öğrencilere yoktan yere ateş açtılar. Birçoklarını öldürdüler, yaraladılar. Ben böylesi saldırıdan sakınılmasını önce İngiltere’de, sonra da Çin’de kaç kez yazmıştım.
Çin’deki bir Amerikan misyoneriyle mektuplaşırdım. Bu olaydan kısa bir süre sonra ziyaretime gelmişti. Kötü davranışların Çinlileri kızdırdığını, İngilizlerin hayatlarının sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa sır de hâlâ durabilmelerinin, kızgın Çinlilerin sakinleşmelerinin sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa sır Çin’deki İngilizler değil, İngiliz hükümeti de yazılarımda! ötürü bana karşıydılar.
Çin’deki beyaz ırk, Çinliler arasındaki en önemli konuları bile bilemiyorlardı. Bir örnek vereyim: Çalıştığın Amerikan bankası, Fransız bankasının bir notunu bana gönderdi. Çinli tüccarların benim bu bankadaki muamelemin kabulüne yanaşmadıklarını bildiriyorlardı. Üç ay sonra Fransız bankası iflâs etmesin mi? Cindeki bütün beyaz bankerler şaşırıp kaldılar.
Doğuda İngilizler her bakımdan haklı sayarlar kendilerini. Hele çevreleriyle ilgilerini hemen tamamen keserler. 18. nci yüzyıldaki misyonerlerin verdiklerinden başka bir şey değildir bildikleri.
Doğuda bilgili gözüktükleri gibi, doğunun bilgililerine de küçümseyerek bakarlar. Yazık ki, bizim politik sağlamlığımız, onların bu görüşüyle değerlendirilmekteydi. Çinli reformcuların İmparatora yapamayacakları hareketleri bizimkiler Windsor’a gidip yapabilmekteydiler. Çin hak, kında görüşlerimi The Problem of China (Çin Problemi» adlı eserimde geniş geniş anlattım zaten. Burada bir daha söylemeyeceğim.
Her ne kadar tahrik edilmiş olsa bile Çin’in Avrupalılarla karşılaştırılması, memleketin filozofik bir sessizlik içinde bulunduğunu gösteriyordu. Bir keresinde İngiltere’den bir mektup almıştık. Gazeteler de geliyordu. Pazar günleri, bir sonraki konuşmalarım için çalışıyor ve tatil yapıyordum.; Bu sırada gördüğüm en güzel binalardan biri olan Gök Mabed’e bakmakla vaktimi geçiriyordum. Kış güneşi karşısında oturuyor, az konuşuyor, çok kez sakin havayı içimize çekiyorduk. Çılgınlıktan, heyecandan, karışıklıktan uzaktık. Huzur içindeydik. Bazen de başkent surları boyunca geziyorduk. Güneş batarken, ya da ay yükselirken buradaki canlılığın renkli nakışlarını unutamam.
Çinli, yaradılıştan nükteyi sever. Ben de onlar gibiydim. Sıcak bir günde, iki şişman iş adamı beni motorla, oradaki ünlü yarı harap pagodayı gezmeye çağırdılar. Gittik. Pagodanın sipiral merdivenini tırmanmaya başladım. Onların beni izleyeceğini sanıyordum. Tepeye çıktığım zaman hâlâ yerde olduklarını gördüm. Neden çıkmadıklarını sordum. Dediler ki:
— Biz de çıkalım mı, çıkmayalım mı, diye tartışıyorduk. Sonunda çıkmamaya karar verdik. Pagoda bir anda çökebilir. O zaman bir filozofun ölümüne kim tanıklık edecek?.
Durum ortadaydı: Hava sıcak, onlarsa şişmandılar.
Çinliler yaptıkları şakayı karşısındakine belli etmeye çalışırlardı. Bu yanlarıyla ünlüydüler. Başkentten ayrılırken, Çinli arkadaşlarım küçük bir zemin üzerine kazılmış mikroskobik bir yazı örneği verdiler bana. Elle yapılmıştı. Ayrıca aynı pasajın büyük, pek güzel el yazısıyla yazılmış kısmını da verdiler. Ne yazıyordu burada? «Eve gittiğimiz zaman Prof. Gile’e sorunuz » dediler. «Sihirbaz danışman» yazıyormuş. Gerçekten şaka yapıyorlardı benimle. Çünkü politik konularda onlarla hiç konuşmamıştım.
Başkentte kışlar pek sert geçer ve Moğolistan’ın buzlu havasını getirirdi. Bronşit olduğum gibi, kendime de iyi bakamadım. Belki çabucak iyi olabilirdim. Fakat Çinli arkadaşlarımın gönlünü kırmak istemedim. Başkentten motorlu arabayla iki saat uzaktaki sıcak su kaynaklarına gittik. Otelde çok güzel çay vardı. Ne yazık ki, birdenbire bir titreme tuttu. Hemen başkente dönmek zorunda kaldık. Arabamız yolda bozuldu. Geç kalmıştık. Başkentin kapıları kapanmıştı. Ancak bir saatlik telefon konuşmasından sonra açtırabildik kapıyı. Eve zor ulaştım. Ağır hastaydım. Az sonra Alman hastanesine kaldırıldım. Dora gündüzleri yanı başımdaydı. İngiliz hastabakıcı da geceleri başımdan ayrılmadı. Doktor her gelişinde, acaba bir gün önce öldü mü, diye meraklanıyormuş. Bu hastalık günlerime ait birkaç hayalin dışında birşey hatırlayamıyorum. Hastabakıcıyı bile tanımamıştım. Dora bana çok hasta olduğumu, nerdeyse ümitlerini keseceklerini söylediği zaman, «Pek ilginç ı diyebilmişim. Öyle halsizdim ki, beş dakika içinde olanı unuttum. Bana bir daha anlattılar. Adımı bile hatırlayamıyacak kadar bitkindim. Bir ay sonra kendime geldiğimde ve yeniden anlattıkları zaman, inanmak istememiştim. Hastabakacı da mesleğinin ehliymiş. Savaş sırasında Sırbistandayken, hastaneyi Almanlar alınca Bulgaristan’a geçmiş. Bulgaristan Kraliçesiyle samimi olduğunu anlatmaktan bıkmıyordu. Dini bütün bir kadındı. Görevinin kendisini ölü hale koymak değil, daha iyiye götürmek olduğunu söylüyordu. Mesleğiyle olduğu kadar içten duygularıyla da olgun bir kadındı.
Gittikçe iyileşiyordum. Fakat zayıf düşmüştüm. Bunun la beraber büyük bir mutluluk içindeydim. Dora çok yardımcı oldu bana. Onun sayesinde her kötü şey silindi gitti önümde.
Daha kendime gelirken, Dora hamile olduğunu anlamıştı. İkimizi de sevince boğmuştu bu. Uzun süredir gittikçe artan bir çocuk sevgisi vardı içimde. Nerdeyse umudumu yitiriyordum. Bir çocuğum olacağı için nekahat devresinde daha mutluydum. Ateş, kalp ağrısı, böbrek, dizanteri gibi bir sıra ciddî rahatsızlıkları da atlatmasını başarmıştım. Ne olursa olsun, sonunda iyileşiyordum ya, pek mutluydum.
Hasta yatağımda ölümden uzaklaştığımı anlamakla memnundum. Aslında herşeyi küçümseyen ve hayata değer vermeyen bir tabiatım vardı. Sonra bunun ne kadar yanlış olduğunu anlıyordum. Hayat şimdi bana tatlı hayallerin olduğu bir yerdi. Pekin’e yağmur az yağardı. Bu sırada hayli yağıyordu. Dört yan tatlı toprak kokusuna boğuldu. Pencerede bu toprak kokusunu duyamamanın acısı içinde düşünüyordum. Başka gün, güneş aydınlığı içinde, rüzgârın uğultusunda hep düşünüyordum. Pencerenin dışında akasya ağaçları vardı. Hayatın tadını duymağa başladığımda, çiçekler de açıyordu. Bu bana yaşama hıncı veriyordu. Birçok kimse de bunu sezmişlerdir...
Eğer ölseydim Batı Gölü’nün bir kıyısına gömeceklerdi beni, bir anıt yaptıracaklardı. Çinliler böyle söylemişlerdi. Yapmadıklarına üzülmedim değil. Böylece ben de bir tanrı olup çıkacaktım. Üstelik «ateist» dedikleri, dinsiz biri olarak... Ne tuhaftı bu!
Başkentte Sovyet diplomatik misyonu da vardı. Bize büyük nezaket göstermişlerdi. Başkentin en güzel şampanyaları onlardaydı. Benim için de bol bol şampanya patlattılar. Susuzluğumuz gidiyordu. Önce eşimi, sonra ikimizi başkentte motorla dolaştırdılar. Zevkli günler geçirdik. İhtilâlcilerin korkusuz motor sürüşleriyle çok heyecanlandık.
Hastalığımda beni kurtarmak için Rockfeller Enstitüsü’nün Pekin şubesi, özel bir serum kullanmış. Hayatımı kendilerine borçluydum. Politik durumumla onlara karşı olmama rağmen, saygılı davranışları değişmemişti.
Japon gazetecileri de Dora’nın başına belâ kesilmişler. Bana nasıl baktığım anlatmasını istemişler. Sonra da işi kısadan kesip, öldüğümü duyurdular. Haberler Japonya’dan A.B.D. ye, oradan da İngiltere’ye ulaşmıştı. İngiliz gazeteleri aynı gün Dora’dan boşandığımı yazıyorlardı. Çok şükür Saray işi ciddiye almadı, ya da mahkemece öyle kabul edildi.
Ortaya çıkan ölüm haberlerinin sonuçları beni umduğumdan çok sevindirdi. Bir misyoner gazetesindeki haber şöyleydi: «Misyonerler Mr. Bertnard Russell’in ölümüyle ilgili haberlerden sonra ve kendisinin göğe yükselmesinden ötürü başsağlığı dilerler.» Gökte daha değişik birşey göreceğimden korksam bile, daha ölmemiştim. Haber İngiltere’de birçok tanıdıklarımı üzüntüye boğmuştu. Başkentteki kardeşimden telgraf geldi. Hayatta olup olmadığımı bildirinceye kadar olandan haberleri yoktu.
Altı hafta sırtüstü yatmak beni sıkmıştı. Memleketime iyi olarak döneceğimden şüphe ediyordum. Fakat doktorlar beklemekten başka çare olmadığını söylüyorlardı. 10 Temmuzda durumum düzelmeye başladı. Pekin’i terketmeğe hazırlandık. Oysa hâlâ çok zayıftım. Değnek yardımıyla ayakta durabiliyordum...
Hastalığımdan önceydi. Çin’den sonra Japonya’da da bir konferans turnesine çıkmam tasarlanmıştı. Hepsi bir konuşma yapacaktım. Bu arada birçok kişiyi ziyaret edecektim. Oniki gün kadar kaldık orada. Zevkli günler değildi bunlar. Ne olursa olsun, gezimiz ilgi çekici olmuştu. Japonlar, Çinlilere benzemiyorlardı. İyi halliydiler ve sırnaşıklıktan kurtulamamışlardı. Çöp gibi olduğumdan, birçok gelecek olaydan ötürü şimdiden üzülüyorduk. Bilhassa gazetecilerle karşılaşmamızı düşünüyorduk. Limandaydık daha, kayığa biniyorduk. Otuz gazeteciyi beni beklerken görmüştüm. Oysa gizli yapmıştık gezimizi. Fakat onlar polisin yardımıyla izimizi bulmuşlardı. Japon gazeteleri ölümümü tekzip etmedikleri için, Dora onlara daktiloyla yazılmış bir yazı dağıttı. Öldüğümü ve bundan dolayı konuşma yapmamın imkânsızlığını bildirdi. Gazeteciler derin bir göğüs geçirdiler. Dişlerine kadar güldüler. «Ah! Vereee funnee (Çok hoş şey!) diye söylendiler.
Önce Kobe’ye gittim. Japon Chronicle gazetesi editörü Rober Yooıng’u ziyaret edeyim dedim. Sahile yaklaşırken ellerinde bayraklarla büyük bir alay gördük. Gelişimizi kutluyorlardı. Hoş sürprizlerdi bunlar. Çok geçmeden durum 'lir grev halini almış, polis de davetli yabancıların dışında kimsenin gözünün yaşına bakmamıştı. Grevciler sakin bir hristiyan sayılan Kagawa tarafından yönetiliyordu.
Robert Young hoş bir insandı. Daha küçükken memleketi İngiltere’yi terketmişti. Ülkülerini her zaman korumasını bilmişti. Çalışma yerinde Bradlaugh’nin büyük resmi asılıydı. Ona hayrandı. En iyi gazete olarak bildiğim gazetesine 10 siterlinlik para ile başlamıştı.
Beni şahane güzellikteki Nara bölgesine ziyarete götürdü. Orada eski Japon stilleri hâlâ görülmekteydi. Japonların Kaizo magazinlerinin editörlerinin eline düştüğümüzde de, Kyotu ile Tokyo dolaylarını dolaştık. Gazeteciler daima bizi gözetliyorlardı. Makinalar, flâş ışıkları ta yataklarımıza kadar izliyorlardı. Birçok yerlerden seçkin bilginler gelip, bizi davet ediyorlardı. Bazen de son derece bayağı şekliyle polis nezaretinde bulunuyorduk. Otelde mi yatıyoruz, bitişik odamızda polisler ve bir de daktilo. Kapıcılar bir kral gibi peşimizdeydiler. «Bu kapıcıların da Allah belâsını versin » diye mi söylendik? Hemen polis daktilosunun tıkırtıları duyuluyordu. Söylediklerimiz harfi harfine yazılıyordu. Profesörler şerefimize parti mi veriyorlar? Biriyle konuşmayalım; hemen flâş yanar, fotoğraf çekilir, tabiî konuşmalar da birden sona eriverirdi.
Japonların kadınlara karşı tutumu da ilkseldi. Kyoto’da ilginç bir olay geldi başımıza. Sivrisinek bol, cibinlik delik deşikti. Dora’yla sabaha kadar uyuyamamıştık. Sabahleyin bundan dert yandım. Benimki akşam yamandı. Fakat Dora’nınkine el değmemişti. Ertesi gün bunu söylediğimde, «Bayanın da şikâyetçi olduğunu bilmiyorduk » dediler.
Yörede bir trene binmiştik. Yanımda Japonya’da gezi yapan tarihçi Eileen Power vardı. Oturacak yer bulamadık. Bir Japon kalkıp yerini verdi, Dora oturdu buraya. Bir diğer Japon’un verdiği yere de oturmadım. Eileen’e verdim orayı. O zaman Japonlar bana öyle tiksintiyle baktılar ki, aniden bir olay patlayacak sandım.
Miss İto adında, karşılaştığım Japonların en hoşu olan bir hanım vardı. Genç ve güzeldi. Bir anarşistle yaşıyordu. Üstelik bir de oğlu olmuştu ondan. Dora ona: «Devlet otoritelerinin sana bir şey yapacağından korkmuyor musun?» diye sordu. Elini boğazına götürerek, «Er geç bir şeyler yapacaklarını biliyorum,» dedi. O sırada yer sarsıntısı olmuştu. Polis, İto’nun sevgilisi anarşistle oturduğu eve geldi. Anarşist ile oğulları sandıkları yeğenlerini gördüler evde. Polis merkezine kadar gelmelerini bildirdiler. Merkezde üçü de ayrı ayrı odalara alındılar...
Boğucu sıcakta on saatlik yolculuktan sonra Kyoto’dan, Yokhama’ya yöneldik. Karanlık çökünce vardık oraya. Flâşların magnezyum ışıkları Dora’yı paniğe uğrattı. Çocuğunun düşeceğinden korkarak kendimden geçtim. Elimden bir kaza çıkacaktı nerdeyse. Fotoğraf çekme serüvenleri insanı işte böyle çılgın hale sokabiliyordu. Aynı olay Tokyo’ya giderken de oldu. Sanki Hintlilerle sarılmış ilk Amerikalılar gibi bir durumumuz vardı. Bu yabancıların elinden karısını kurtarmak için insanın yırtıcı olması gerekiyordu.
Deneylerime dayanarak, Millî Yayınlara, Japon milletine veda mesajımı yayınlaması için gönderdim. Daha şövenistlik davranmalarını imâ ettim. Başka gazetelere veda mesajları göndermedim.
Yokohama’dan Canadian Pasific Vapuruyla yola çıkarken, anarşist Ozuki ile Miss İto uğurlamışlardı bizi. Empress of Asia’ydı bu Pasifik vapurunun adı. Empress of Asia’ da sosyal hava birden değişivermişti. Dora’yı gemide doktora göstermiştik. Ağustos sonlarında İngiltere’de Liverpool’a vardığımızda, Dora’nın annesi rıhtımdaydı. Hem, «Hoş geldiniz,» diyordu bize, hem Dora’ya salıkta bulunuyordu. 27 Eylül’de evlendik. Ekim 16 da oğlum John doğdu. Yıllardır özlediğim an gelmişti işte, oğlum olmuştu!..

6 Yu Yang Li
Avenue Joffre
Shanghai, Çin
5 Ekim 1920
Muhterem efendim,
Dünyanın en büyük filozofunun şimdi Çin’e gelmesinden dolayı pek çok memnunuz. Bunun, Çinli öğrencilerimizin kronik hale gelen birçok dertlerinin giderilmesinde önemli bir aşama olacağına inanmaktayız. 1919 yılından bu yana çevrelerindeki en büyük umut Çin’in geleceği üstünedir. Çin toplumu için ihtilâlci bir ortamın yaratılmasına çalışılmaktaydı. O yıl Dr. John Dewey, aydın sınıfa büyük etkiler yapan kişi olarak görülmüştü.
Çinli öğrencilerin de pek çoğunun temsilcisi olarak bunu söylememe izin vermenizi rica edeceğim:
Her ne kadar Dr. Dewey, memleketimizde başarıyla etkili çalışmalarda bulunmuşsa da, öğrencilerin çoğu onun tutucu teorierinden tatminkâr değildirler. Çünkü onların istediği Anarşizm, Sendikacılık, Sosyalizm, v.s. dir. Sosyal ihtilâlci felsefe bilgileri üzerindedir. Bizler Mr. Kuropotkin’in peşindeydik. Çin’de anarşist bir felsefenin ortaya çıkmasını sağlamaktı amacımız. Ümidimiz sizdedir. Muhterem efendim, temeli Anarşizm olacak Sosyal Felsefenin bütün ilkelerini bize lütfediniz. Ayrıca Amerikalı felsefeci Dr. Dewey’in yanlışlarını da ortaya koymanızı rica ediyoruz. İngiltere’de olduğunuz gibi Çin’de de aynı özgürlük içinde olacağınızı umarız. Dr. Dewey’in memleketimizdeki başarısının çok üstünde bir başarı kazanmanızı da dileriz.
Ben Pekin Devlet Üniversitesinin eski bir üyesiyim. Şanghay.da sizinle birçok kez karşılaştık. İlk kez de The Grest Oriental Otel’de gece resepsiyonunda görüşmüştük.
Ebedi Yoldaşınız
Johnson Yuan Çin Anarşist 1. Komünist Birliği
Sekreteri

The Nation, Ocak 8, 1921 yılında çıkan ve Ottoliııe Morel’e yazılan mektup.

Ottoline Morel’e            28 Ekim 1920
Çin’e ayak bastığım andanberi vaktim çok ilginç geçiyor. Çinli öğrencilerle kimi çok, kimi az Avrupalılaşmış gazeteciler arasındaydım. Sayısız konuşmalar yaptım. Einstein bahislerinden, kültürel ve sosyal birçok probleme kadar... Öğrencilerin öğrenme hevesleri düşünemeyeceğimiz kadar fazlaydı. Ben konuşmağa başlayınca, onlar ziyafet masasına bakan açlar gibiydiler. Her yerde beni bile sıkan eşsiz bir saygı içindeydiler. Şanghay’a vardığımızın ertesi günü büyük bir ziyafet vermişlerdi. İkinci bir Konfiçyüs’tüm sanki. Öylesine ilgi gösteriyorlardı. Kentin bütün gazetelerinde resimlerim çıkıyordu. Ben ve Miss Black sayısız okul, konferans ve kongrelerde konuşuyorduk. Tuhaf, çelişkilerle dolu bir ülkedeydik, Şanghay’ın büyük bir kısmı tamamen Avrupalıdır, hattâ Amerikalı. Sokak adları, ilânları İngilizce ve Çince. Muhteşem iş binaları, bankalarıyla zengin bir görünümü var. Fakat yan sokakları hemen hemen tamamen Çinlidir. Glaskov gibi geniş bir kentti burası. Avrupalıların sefil ve hastalıklı halleri vardı. Çin’in büyük gazetelerden biri beni yemeğe çağırtıyordu. 1917 de bitirilmiş modern bir binada bulunuyordu. Son model makinaları varsa da Çin harflerine uymadığı için Linotype yoktu. Gazete idarecileri binanın üst katında bana Çin yemeklerini, Çin pirincini, Çin şarabını ikram ettiler. Tabak tabak yiyeceklerin önünde çöplerle yeme sanatını da öğreniyorduk. Yemekten sonra sevilen Çin müziğini de sunabileceklerini bildirmişlerdi. Yedi telli, eski model bir müzik âleti getirmişlerdi. Kara odundan yapılmıştı. İki bin yıllık.. Eski bir tapınaktan alındığını da eklediler. Masa üzerine koyulup, gitar gibi parmakla çalınmaktaydı. Çalınan müzik parçalarının da tam dört bin yıllık olduğunu kesinlikle söylediler. Ama bir Avrupalı için modern müzikten daha güzel, tatlı ve hoş bir parçaydı... Müzik bitince gazeteciler yine kaynaşmağa başladılar.
Şanghay’dan Çinli arkadaşlarım beni Hangchov yöresindeki Batı Gölü’ne götürdüler. Söylediklerine göre Çin’in en güzel doğal manzaraları buradaymış. Göl büyük değildi. —Grasmere kadar— çevresi ormanlık tepeler, sayısız pagodalar ve tapınaklarla süslüydü. Binlerce yıl imparatorlar güzelleştirmiş, ozanlar övmüşlerdi. (Eski Çin ozanları modern Avrupanın para babaları gibi bir şey olacak) Göldeki adada evler, manastırlar .vardı.
Çinlilerin dininin insana hoş gelen tarafları yok değildi. Eğer bir tapınağına giderseniz, sigara ve çok lâtif demlenmiş çay sunarlar, sonra çevrenizde dönerler. Budizm, zahitlik olarak düşünenler için hoştu. Azizleri şişkoydu. Halkın yaşadığı hayatla alay ediyormuş gibiydiler. Hiç kimse din olarak inanmıyordu. Hattâ rahipleri bile. Bir yandan da durmadan zengin tapınaklar yapılıyordu.
Kır evlerinde de yakınlık görüp, çay içersiniz. Buraları Çin resimleri gibidir. Her yerde konfor yoksa da güzellik vardır. Bu kır evlerinin en büyük odası, diğer odaların tam tersi, Avrupa tipine yakındır.
Göl kenarında gördüğüm unutulmaz hususlardan biri de, bilginlerden emekli olanlara yer bulunmasıydı. Sekizyüz yıl önce gölde yapılmış yapılarda otururlardı. Bilginler eski Çin’de de böyle güzel yerlerin sahibi oluyorlardı.
AvrupalIların Çin’deki etkileri sanki, 18 nci yüzyıldan başlayıp zamanımıza kadar olan devir, endüstri ve Fransız ihtilâli safhalarını geçirmemiş olan zaman diye iki bölüme ayrılır. Halkın ırkına has millî zevkleri vardı. Buna sahip olmanın yollarını çok iyi biliyorlardı. Artistik duygularla zevklenme hususlarında Avrupalılardan başka özellik gösteriyorlardı. Halkın büyük bir kısmı, hattâ en aşağı sınıf bile nükteyi biliyorlar, nükteden hoşlanıyordu.
Çinliler adımı doğru dürüst söyleyemiyorlar, yazamıyorlardı. Onlar beni Luo-Su diye kendilerine uygun bir isimle çağırıyorlardı.
Hangchovv’dan Şanghay’a geri döndük. Oradan da trenle Nankin’e vardık. Burası hemen hemen terkedilmiş bir kentti. 23 mil uzunluğunda kent duvarları vardı. Kent daha Taiping isyanında harap olmuş, 1911 ihtilâlinde yine zarar görmüştü..
Buradan da Yangçe boyunca giderek Hangkow’a vardık. Gezimizin üçüncü günüydü. Güzel manzaralar görüyorduk. Oradan da trenle Cheng-Sha denen Hu-Nan merkezine vardık. Büyük bir eğitime ait konferans düzenlenmişti. Cheng Sha’da her ne kadar üç yüz Avrupalı varsa da, Avrupalılaşma açık olarak görülmüyordu. Kent de tipik ortaçağ merkezlerini andırmaktaydı. Dar sokakları vardı. Her evden neşeli insanların şarkıları duyuluyordu. Sokaklarda sandalyelerden, onları çeken Çinlilerden ve sedan sandalye tipi araçlardan başka bir şey görülmüyordu. Avrupalıların birkaç banka, fabrika, misyon ve hastaneleri vardı. Batı metoduyla çalışılıyor, tedaviler yapılıyordu. Hu-Nan Eyaletinin valisiyse Çin’de gördüğüm valilerin en akıllılarındandı. Son gece muhteşem bir ziyafet verip bizi geç vakitlere kadar eğlendirdi.
Prof, ve bayan Dewey de oradaydılar. Onlarla ilk kez burada tanıştık. Vali Avrupa dillerinden bilmiyordu. Buna rağmen onun yanında oturuyordum. Komplimanlarımızı tercümanlarla yapıyorduk. Onda iyi izlenimler bıraktık sanıyorum. Kültürünü artırma isteğindeydi. Çin’de herkes kültürünü artırmak istiyordu zaten. Bu en büyük ihtiyaçlarıydı. Daha iyi bir idareci olma yeteneğinden böylece yoksun kalmıyorlardı. Söylendiğine göre kötü idare Avrupa’ya bakarak Çin’de daha az tehlikeli oluyordu. Zamanla tamamen düzelecekti.
Şimdi başkent Pekin yolundayız. 31 Ekimde oraya varacağımızı umuyorum.
Bertrand Russell

S. Yamamoto’dan

Tokyo Japonya
25 Aralık 1920
Muhterem Efendim,
Bize gösterdiğiniz içten yakınlığa ve «The Prospects of Bolshevik Russia» nin sayısını —ki henüz aldık— gönderdiğiniz için teşekkürlerimizi arz ederiz.
«Vatanperverlik» başlıklı yazınızı tercüme edip, yeni yılda Kaizo’da yayınlayacağız. Genç kuşak büyük bir zevkle okuyacaktır. Şimdi bütün konuşmalarımız, bilhassa centilmenler arasında olduğu gibi, öğrenci ve işçi çevrelerinde de[ sizin bu yazınız üzerine olacaktır.
Asıl üzüntümüz, devlet idarecilerinin isteklerine uyarak, Japonya’da yaptığınız konuşmaların metinlerinde bazı! kısımları çıkarmak zorunda olmamızdır. Devletin bu emri gereğince değerli ifadelerinizin eksikliğinden dolayı affınıza sığınıyoruz. Bunun için sevginizi bizden esirgemeyeceğinize inanmaktayız. Fakat bundan sonra umuyoruz ki, yazılarınızı aynen tercüme edebileceğiz.
Buradaki milyonlarca gencin size olan büyük hayranlığı her türlü tasavvurun üstündedir.
Prensiplerinizin tamamen bizim düşüncelerimize uygun olduğunu bildirmek isterim. Yaşadığımız sürece sizinle beraber olacağız. Fakat memleketimiz üç bin yıllık bir geleneğin çekingenliği içinde olduğundan, esefle bildirmek gerekir ki; reformları yapmak mümkün olamamaktadır. Ancak adım adım ilerliyeceğiz. Yayınlarınız biz genç Japonların gelecek günlerine ışık tutmaktadır.
Geçmişin karışık otuz yılı içinde özellikle Japonya’da Fizik ve Tıp bilimi ilerledi. Asıl önemli olan yeni icatlarda bulunmasıdır. Evet, bilim yolumuzda bizi memnun eden sonuçlar varsa da, bu A.B.D. nin ardından yürüme anlamına gelmemeliydi. Bizim memleketin insanının önemli bir kısmı sınıf farkları yüzünden hâlâ esir muamelesi görmektedirler. Öbürlerinin geriye bakışları bizleri utandırıyordu. Japon askeri ve centilmen klikleri, gençleri taşkın bir yola sürüklemedeydiler. Bunun için millet onlara iyi gözle bakmıyordu. Şimdiki Japon dünyasının düşüncesi bu savaşın altından geçen akımlar olarak beliriyor. Eğer bunların sonunda milletimiz saldırgan olacaksa, kederimiz, kızgınlığımız son derece büyük olacaktır. idarecilerimizin yansı subaylarımızın da onda sekizi sadece ve sadece saldırgan emellerle yaşama gücü buluyorlar. Doğrudur bu. Fakat yenilerde de bir uyanma başladı.
Biz genç kuşaklar, gözlerimiz açmaya başladık artık. Uygar dünyanın da beğeneceği ilerleme yolunu seçmiş bulunmaktayız. Yazılarınızın biz genç kuşaklara yol gösterip, hız vereceğine inanıyoruz.
Lütfen Miss Black’a da ayrıca saygılarımızı bildirmenizi rica ederiz.
Hürmetkârınız
Yamamoto
Eylül 1922 de Çin’den döndüm. Hayatım daha az dramatik bir safhaya girdi. Heyecanlı bir devre başlıyordu. Gençliğimden Matematiğin Prensibi adlı eserimin bitimine kadar olan zamanda, entellektüel alanda çalıştım. Daima anlamak, insanları tanımak tek isteğimdi. Bir anıt gibi kalmak, hatırlanmak, unutulmamak istiyordum. Hayatım boş geçmesin istiyordum. Birinci Dünya Savaşının kopmasından, Çin’den dönüşüme kadar sosyal meseleler benim heyecan kaynağım oluyordu. Savaş da, Sovyet Rusya da trajedi hisleri uyandırmadaydı. İnsanlığa daha az acı verecek, ağrılarını dindirecek yolları arayıp bulmak düşüncesiyle doluyordum. Gizli sırları arayıp bulma çabası içinde, bu sırlan insanlara duyurmak, konuşmak, tartışmak, herkesin inandırmak, tüm insanların anlaşmasını sağlamak istiyordum. Fakat yavaş yavaş gayretim azaldı, umudum kırıldı. Amacım insanların yaşama düzenini değiştirmek değildi. Geleceği biraz daha aydınlık görmelerini sağlamak, pek umutlu değilsem bile, kampanyama devam etmekti.
1894 den beri bir çocuğum olmasını çok istiyordum. Zamanla bu isteğim büyüyor, önüne geçilemez derecede artıyordu. 1921 yılının Kasım ayında ilk çocuğum doğdu. Ne çok sevinmiştim! Artık on yılım sanki hem annesinin, hem de babasının sorumluluğunu taşıyarak geçti. Babalık duygulan içiçe, yüce duygulardı. Artık hayatım mutluluk, sakinlik içinde geçiyordu.
İlk kez kendime yerleşecek bir yer bulmam gerektiğini anladım. Bir ev kiralayayım, dedim. Moral ve politik dertler yanında ev sahibi de bizi istemiyordu. Sidney sokağında bir ev satın aldık. Bu evde ikinci yavrum dünyaya geldi. Bütün yıl Londra’da bulunmak çocuklara iyi gelmediğinden, Cornvvall’da da bir ev satın aldım. Böylece bu iki kent arasında mekik dokuduk.
Cornish sahillerinin güzelliklerini her zaman zevkle anarım. Burada iki yavrum deniz, kayalar, güneş ve rüzgârda pek mutluydular. Sağlıklı büyüyorlardı. Artık bütün babaların yapabileceğinden fazla onlarla haşır neşir oluyordum. Yılın yarısını burada geçiriyor, boş zamanlarımızı değerlendiriyorduk. Gündüzleri karımla işlerimizi yaparken, çocuklar bakıcının yanında oluyorlardı. Yemeklerden sonra evden çıkıp yürüyerek bir plâja gidiyorduk. Küçükler yalınayak dolaşıyorlar, denizde oynuyor, kumda evler yapıyorlardı. Eve geç döndüğümüz için iyice acıkıyorduk. Büyük bir çay sofrasının başına toplanıp karnımızı doyurduktan az sonra, önce çocukları yatırıyor, arkasından da biz yatak odasının yolunu tutuyorduk.
Böyle bir ortam içinde eğitim çalışmalarına başlamam kadar olağan bir şey olamazdı. Principles of Social Reconstruction konusunun özetini yazdım. Fakat zihnimde geniş bir yer tutuyordu bu konu. On Education adında, eğitimle ilgili bir eser de yazdım. Bilhassa çocuklarla ilgili bu eser 1926 yılında satışa çıkarıldı. Çok satıldı. O zamanki düşüncelerime şimdi göz gezdirdiğim zaman, koyduğum kuralların küçük çocuklar için çok sert, çok haksız olduğunu anladım.
1921 27 arasındaki altı yılım yazın şiirli güzellikleri için de geçti. Hele baba olduğum için para kazanmak zorunluğunu duyuyordum. Elimdeki paralarla iki ev almıştım. Çin’den döndüğüm zaman zaten param yoktu. Buna üzülmedim dersem yalan olur. Gazeteciliğe ait nasıl iş verirlerse kabul edecektim. 1922 yılında Çin hakkında bir eser yayınladım. 1923 de eşim Dora’yla Prospect of İndustrial Civilisation’u çıkardıksa da hemen hemen hiç para getirmemişlerdi. İki küçük eser A.B.C. of Atom (1923) ve A.B. C. of Relativity (1925) ve diğer küçük kitaplar İcarus or The Futur of Science (1924), What I Believe (1925) eserleriyle öncekinden fazla kazancım olmuştu. 1924 de A.B.D. içindeki konferans turum faydalı olmuştu. Fakat 1926 yılındaki kitabımın çıkışına kadar geçim durumum pek iyi değildi. O yıl eğitime ait olan eserim çıkmıştı. 1933 yılına kadar Marriage and Morals (1929), The Conquest of Happiness (1930) bana gelir getiren eserler olmuştu. Bu yıllarda yayınladığım kitaplardan çoğu popüler yayınlardı. Daha çok para kazanmak için yazılmıştı. Bu arada bilimsel eserler de yayınlamağa vakit bulabilmiştim. Principia Mathematica’mn yeni baskısı 1925 yılında çıktı. Buna yeni ekler koymuştum. 1927 de The Analysis of Matter çıktı.
1927 yılında Dora’yla düşüncemize uygun çocuklar yetiştirmek için bir okul kurmayı kararlaştırdık. Kurduğumuz bu okulu yıllarca yürüttük. Belki hatalarımız vardı, fakat diğer okullardan daha yeterliydi. Kardeşimin evini kiraladık ama, küçük geliyordu bize. 1927, 1929, 1931 yıllarında A.B.D. turundan aldığım paralar okulun finansmanını sağlaması bakımından yararlı oldu. Dora da ayrıca
aynı memlekete geziye çıktı. A.B.D. de olmadığım zamanlar yalnız para kazanmak için kitaplar yazmağa başladım. Bunun için de okula bütün zamanımı veremedim.
İkinci zorluk, prensiplerimizi kılı kırk yararcasına okul mensuplarına anlatmak oluyordu.
Çocukların eğitim problemi pek güç oluyordu. Önce okula girmek isteyenlerin hepsini almağa karar verdik. Veliler de çocuklarını yeni metodlarımızla okutmak istiyorlardı. Fakat yavrularını hırpalayarak, baskıyla büyütmüşlerdi. Okuldan çıkar çıkmaz, bu ana babalar hemen çocuklara zorbaca davranıyorlardı. Zayıf öğrencilerin durumu daha acıklıydı. Öğrencilerin sınıfların dışında kırıcı olmamaları için devamlı gözaltında tutulması gerekiyordu. Onları büyük, ortanca, küçükler diye üçe ayırdık. Ortancalardan biri her zaman küçükleri dövüyordu. «Neden dövüyorsun?» dedim. «Büyükler beni dövüyorlar, ben de küçükleri dövüyorum. Haksız mıyım yani?» diye karşılık verdi. Kendisini haklı görüyordu. Çorbaya saç iğnesi atmaktan, hayvanlara ağaçlarla eziyet etmeye kadar neler, neler oluyordu.
İki çocuğumun öğrencilerle arası açılmasın diye, özel tatillerimizin dışında, onlara ayrı davranmıyorduk. Böylece çocuklarımızla aramızda bir soğukluğun başladığı belli oluyordu.
Hür bir okuldu, sağlık ve temizliğe çok dikkat ediliyordu; yıkanma, diş temizliği ve uyku saatleri hep aynı zamanlarda oluyordu. Bu konularda serbestlik tanımıyorduk. Fakat bazı akılsızlar, bilhassa sansasyonel haberler ariyan gazeteciler tamamen sıkıcı, eğitimce boğucu bir hava getirdiğimizi yayıyorlardı. Büyük öğrencilere, «Dişlerinizi fırçalamalısınız,» dediğimiz zaman, «Burası hür bir okuldur » diyorlardı bize.
1929 yılında Marriage and Moral adlı eserimi yayınladım. O sırada boğmacadan öksürdüğüm için yazılarımı dikte ettiriyordum. Bu kitap 1940 da New York’ta hücuma uğramama sebep oldu. «Evlilikte karşılıklı uygunluk çok kez umulamaz. Karıkoca nasıl serüven geçirirse geçirsinler, iyi bir arkadaş gibi kalmalıdırlar» diye yazmıştım. Elbet böyle bir evlilikte çocuk da olmamışsa boşanma en iyi sonuçtu. Kolay boşanma üzüntüleri hafifletirse de, evlenme konusunda güçlü düşüncelerim yoktu henüz...
1930     yılında The Conquest of Happness kitabımda mutluluk, kişisel mutsuzluklar ve sosyalekonomik sistemlerin getirdiği değişikler üzerine bilgiler veriyordum. Okuyucular bu kitabı kendi görüşlerine göre üç ayrı bölümde incelediler. Yanlış yorumlamayan okuyucular beğendikleri için çok satıldı.
Kodamanlar iler tutar yerini bırakmadılar, alaya aldılar. Profesyonel ruhbilimciler aksine çok beğendiler. Kitabım böylece değerlendi. Kimin görüşü doğruydu? Bilemiyordum. Fakat uzun hayatımın deney süzgeçinden geçerek, kendi kendimi bularak tam zamanında yazmıştım ba kitabı.
Bundan sonra birkaç yıl çok üzüntülü yaşadım. 1931 Kristmasını (Noel) A.B.D. den dönerken Atlantik’te geçirmiştim. Chrisümas at Sea (Denizde Kristmas) adlı yazımı, en büyük gazetenin sahibi olan Hearst’e yayınlamak üzere göndermiştim.
Ben Dora’dan ayrıldıktan sonra, o, İkinci Dünya Savaşına kadar okuldaki işine devam etti. Çocuklarımızı Dartington okuluna göndermiştik. Oradan çok memnundular. 1932 yazını Carn Voel’de geçirmiştim. Sonra burayı Dora’ya verdim. Burada Education end Social Order kitabım yazdım. Okul derdi kalmayınca bana karşı olanlara yazılar hazırlamağa başladım. Bütün gücümü kitap yaz mağa verdim...
1931     yılında A.B.D. de turnedeyken Norton Yayıneviyle kontrat yapmıştım. 1934 yılında bu yayınevi Freedom and Organisation (1814-1914) eserini çıkardı. Bunu Patricia Spence (daha çok tanınan adıyla Peter Spence) ile beraber hazırladık. Çalışmadan çok memnun kalmıştım. Yazının bir kısmının hazırlandığı Portmerion oteli de hoşuma gitmişti. Otelin sahibi arkadaşımdı: Clough Williams Ellis... İyi bir mimardı. Eşi Amabel de yazardı. Otelde bize çok ilgi gösterdi.
Son kitabımı da bitirdikten sonra, Telgraf Evi denen evimize dönerek Dora’ya başka bir yerde oturmasını rica ettim. Çünkü kardeşimin ikinci eşini geçindirmek için paraya ihtiyacım vardı. Ayrıca Dora’yı ve çocuklarımı da geçindirmek zorundaydım. Üstelik ben de acınacak haldeydim. Parasızdım. Artık halk eskisi gibi kitap okumuyordu. Tabiî bu sırada popüler eser de veremiyordum. Kalifornia’ da, gazeteler kralı Hearst’ın kendi şatosunda kalma teklifini kabul etmeyişim de gelir kaynağımı kurutmuş oluyordu. Hearst’ın gazeteleri bana her hafta yazacağım makaleler için yılda 1.000 sterlin (25 bin lira) vereceklerdi.
Telgraf Evi güzeldi. Satmaktan başka çarem yok, diye düşündüm. Fakat bu evin önemli bir bölümü okuldu. Satmak kolay değildi. Burada kalmağa ve evi alıcılara cazip göstermeğe çalıştım.
Kanarya adalarına kadar uzanıp bir tatil yapayım dedim. Çok dinlendirici oldu bu. Ne yapacağım bilmez halimi üstümden atmış, yaratıcı muhayyileme kavuşmanın sevinci içindeydim.
Harbin korkunçluğuna dair bir eser hazırlamak istiyordum. Kitabımın adı Which Way to Peace? (Barışa Hangi Yoldan Varılır?) dı. Birinci Dünya Savaşındaki tutumumu, sükûneti salık veriyordum. Ayrıca, bir dünya devleti kurulduğu zaman ayaklanmalara karşı kuvvet kullanmanın doğal olacağını söylüyordum. Fakat harp başkaydı. Hiç kimsenin vicdanı bu felâketi kabul etmemeliydi. O günlerde ortalık iyi değildi. Havada harp kokusu vardı. İmparatorluk Almanya’sının üstünlüğünü ister istemez kabul ediyorduk. Bu tehlikeli bile olsa, dünya savaşının önlenmesini istiyorduk. Nazilerin inat, kaba, tutucu, akılsızca davranışlarını gördüm. Bu güçlükler içinde ben hâlâ sükuneti savunuyordum. 1940 yılında İngiltere kuşatılma tehlikesiyle karşılaştığı zaman, Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi, yenileceğimize kesinlikle inanıyordum. Olanaklar çok sınırlıydı. İkinci Dünya Savaşından sonra, acılar çekme pahasına da olsa, zaferi elde etmek zor olacaktı.
Hayatım boyunca mukavemetçi olmamak düşüncesine tamamen bağlanmadım. Polise ve yasalara saygım vardı. Bunların lüzumuna da inanıyordum. Ta Birinci Dünya Savaşının lüzumsuzluğunu açık açık söylediğim zaman da böyle düşünüyordum.
Mukavemete karşı gelmek, şiddetli olmayan bir davranış, en sağlam yoldu. Hep bunu yayıyordum. İngilizlerin Hindistan’ında Gandhi böyle zafere ulaşmıştı. Fakat böyle bir sonuca varmak için erdemli çalışmalar gerekmekteydi. Hintliler demiryolu üzerine mi oturmuşlar? Otoriteler trenleriyle geçiyordu üstlerinden, Hintliler ölüyorlardı. Barış sevgisi, vatan sevgisiydi onları yaşatan. İngilizler anlamadılar bunu.
Hiçbir zaman aşırı düşünceler ortaya koymak istemem. 193240 yılları arasında olaylar öyle gelişti ki, görüşlerimde değişmeler oldu. Fakat ihtilâlciliğe kadar gitmedi bu. Hiç karşı koymadan olmaz. Kabul ediyorum. Birinci Dünya Savaşı bence yok yere çıkmıştı ama, İkinci Dünya Savaşının birçok nedenleri vardı.
Peter Spence’le bir buçuk yıl beraberdik. Ona derin sevgilerle bağlandım. The Amberley Papers’de babamın kısa hayatını yazdım. Sanki fildişi kulede yaşamıştı babam. Modern meselelerden hiç haberi yoktu. Onun radikalizmi kendisini mutlu kılmağa yetiyordu. Bütün hayatı boyunca gittiği yolun doğru olduğuna inanmıştı. Aristokrasinin imtiyazlarına karşı çıkmıştı. İster istemez onun nimetlerinden yararlanmıştı, o da başka...
Onlar bolluk içinde, konforlu bir ömür sürmüşlerdi. Ümit dolu dünyaları olmuştu. Ben onları haklı buluyordum. Anılarım onlara bir evlâdın vereceği sevgiyle doluydu. Çok önemliydi bu benim için. Fakat kendimi çıplak gerçekler devrinde gördüğüm zaman onlardan uzaklaşıyordum.
Bundan sonraki eserim Power, A New Social Analysis kitabıydı. İster sosyalist olsun, ister kapitalist, hürriyetsiz bir dünya düşünülemezdi. Liberal deyimleri kullandığım taze canlılık içinde bir dünya... Hâlâ da bu düşüncedeyim. Bence bu kitabın önemli tezi, hürriyetin gerçekleşeceğini ümit etmekti. Marksizmden, klâsik ekonomik sistemlerden belgeler verme yerine, onların paylaştıkları öz düşünceler üzerinde duruyordum. Zenginlik yerine güçlü olmayı, basit toplumsal düşünceleri, pratikte kullanışlı olacak toplumsal adaleti, kuvvet eşitliklerini anlatıyordum. Demokratik olmadıkça devlet idarecilerinin gelişemiyeceğini, idarecilerinin kuvvetlerine gem vurulmalarının çarelerini söylüyordum. Tezimin bazı bölümleri kitabımdan alınarak, Burnham’ın Managerial Revolution’unda halka mal edildi.
1936 yılında Peter Spence’le evlendim. Bir yıl sonra yavrum Conrad doğdu. Ne mutluyduk!
Conrad’ın doğumundan birkaç ay sonra Telegrapb House denen evimizi satabildik. Birdenbire iki teklif gelmişti. Biri Polonya’lı Prensten, öbürü bir iş adamından. Arttırmada ev iş adamında kaldı. Çok para harcadığımdan elimde bir şey kalmıyacak diye korkuyordum.
Bu güzel evden ayrılırken elbet pek üzüldük. Ağaçlarını, çayırını, kuleli odasını, aydınlığını sevmiştik. Kardeşimin küçüklüğünden beri tam kırk yıldır biliyordum burayı. Ayrılmak kolay olmadı.
Power (Kuvvet) eserimi bitirdiğimde düşüncelerimin yine teorik felsefeye doğru kaydığını anlıyordum. 1918 yılında zindandayken eğilmiştim bu meseleye. Ondan önce hepten cahiliydim. The Analıysis of Mind’i yazdım. Aynı konuda birçok makaleler de hazırladım. Fakat söylenecek daha çok şey vardı. Logical Pozitivistlerle görüşlerim uyuyordu. Bazı bölümlerde Emricism’den, yeni Skolatizme doğru kaymalardan kurtulmalıydı.
Oxford’a davet edildim. Konuşma konusunu kendim seçtim. «Words and Façts» Kelimeler ve gerçek anlamına gelen bir konuşmaydı bu. Bunu 1940 yılındaki An Inquiry into Meaning and Truth’un yayınlanması izledi.
Oxford yakınında bir ev satın aldık. Bir yıl kaldık burada. Ziyaretimize yalnız bir Oxford’lu bayan gelmişti. Pek saygıdeğer kişiler sayılmıyorduk. Bize karşı ilgisizdiler. Cambridge’de de böyle olmuştu. Bu eski kültür kentlerini görgü kurallarına uymayan yerler olarak tanıdım.
Albert Einstein’den
Caputh bei Potsdam
Waldstr, 7/8 den
14 Ekim 1931
Sevgili Bertrand Russel,
Uzun zamandan beri sana mektup yazmayı ne kadar istiyordum. Sana karşı duyduğum derin hayranlığı belirtmek arzusuyla doluydum. Senin mantığında açıklık, önem ve sağlamlık var. Felsefe ve insanlık meselelerini kapsayan eserlerinde bizim kuşak için benzeri bulunmaz örnekler var.
Dışardaki objektif olayları sana bildirmeyi lüzumsuz görüyorum. Ama pek de tanınmamış bir gazeteci bugün ziyaretime geldi. Onunla konuştuktan sonra hemen sana yazmak istedim. Ulusların karşılıklı anlaşmaları konusunda, halk eğitimi alanında çalışmaktayım. Metodumuz devlet adamları ve gazetecilerin sistematik olarak bütün ülkelerde yazılar yazmaları, birlik kurmaları olacaktır.
Dr. J. Revesz yakında İngiltere’yi ziyaret edecek. Onun projeleri, düşünceleri hakkında kısa bir konuşma yaparsanız, faydalı olur kanısındayım. Belki kararsızlık gösterirsiniz, ama onun projeleri sizin de dikkatinizi çekecek kadar ilginçtir.
Derin hayranlıklarımla.
Not: Mektubuma cevap vermeğe lüzum yoktur.
Sizin
A. Einstein
Telegraph House
Harting, Petersfield
7.1.1935
Sevgili Einstein,
Çok zamandan beri sizi davet etmek istiyordum. Fakat bu yıla kadar sizi çağırmak için bir evim bile yoktu. Artık bu engel kalktı. Sizi bir hafta sonu için olsun beklemekle sevineceğim. Ayın 12, yada 19 u benim için uygun olacaktır. Ondan sonra altı haftalık İskandinavya ve Avusturya gezilerim başlayacak. 12 ve 19 ncu günler uygun değilse, Mart’ın ikinci yarısına kadar sizi bekliyorum. Gelişiniz bize zevk bahşedecektir. Dünyanın fizik ve insan meseleleri üzerinde konuşuruz. Düşüncelerinizden çok faydalanacağız.
En içten saygılarımla
Bertrand Russel

1938-1944
1938     Ağustosunda Kidlington’daki evimizi de sattık. Bir gecede evden çıktık. Alan adam böyle istemişti. Bir karavan kiraladık. Günümüzü Pembrokeshare sahillerinde geçiriyorduk. Peter, ben, John, Kate, Conrad ve üç çocuğu, hep bir aradaydık. Conrad’ların köpekleri Sherry’yi de söylemeliyim. Hele hava yağmurlu olduğu zaman, karavanın içinde sıkışıp kalıyorduk. Bazan çekilmez oluyordu bu. Eşim Peter, yemek yapmağa bile usanmağa başlamıştı artık. Sonunda John ve Kate Dartington’a döndüler. Peter, Conrad ve ben de A.B.D. yoluna koyulduk.
Chicago’da büyük bir seminer tertip etmiştim. Oxford’daki gibi konferanslara başladım. İki heceli konferansımızın adı Amerikalıların hoşlarına gitmemiş. Böyle giderse hizmette kusur edeceklermiş. Konferansların adını, «The Correlation between Oral and Somatic Motor Habits» diye değiştirmek zorunda kaldım. Böylece seminerim ilgi göldü. Çok güzel bir çalışma oldu bu. Üç ilginç öğrencim vardı: Dalkey, Kaplan ve Copoliwish. Sık sık tartışıyordum onlarla. Sonunda anlaşıyorduk. Ama felsefi tartışmalara seyrek giriyorduk. Seminerin dışında Chicago’daki hayatım hiç de iyi değildi. Kaba bir kentti. Kötü bir havası vardı. Kent başkanı Hutchins benden hiç hoşlanmamıştı. Bir yıllık anlaşma bitince, ayrılacağım zaman memnuniyetini belirtmişti.
Kaliforniya Üniversitesinde profesör olarak yeni işime başladım. Renksiz, soluk, çirkin Chicago’dan ayrıldığım zaman şiddetli kış vardı. Kaliforniya’yı ilkbaharın güzelliği içinde buldum. Mart sonuydu. Ancak Eylül ayında işe başlıyacaktım. Boş zamanımda konferans turuna çıkmalıydım.
1939 yazında A.B.D. de ilk çocuğum beni ziyaret etti. Az sonra savaş başladığından onları İngiltere’ye göndermek olanağı kalkmıştı ortadan. Öğrenimlerine burada devam etmeleri en doğrusu olacaktı. John 17 yaşındaydı. Kaliforniya Üniversitesine yazıldı. Kate 15 indeydi. Üniversite öğrenimi için daha küçüktü. Arkadaşların salıklarına uyarak, Los Angeles’teki en yüksek akademik standartları bulunan bir okula gönderdik. Sonradan anladım ki, bu okuldaki öğretim sistemi, kızımın da bilmediği kapitalist düzenin faziletlerinden ibaretti. Onu da üniversiteye yazdırmak zorunluğunu duydum. 193940 yıllarında iki çocuğumuz da bizimle beraberdi.
Yaz aylarında yakınımızda olan Santa Barbara’da ev kiraladık. Güzel bir yerdi burası. Fakat sırtımda bir ağrı başlamıştı. Siyatikten bir ay sırtüstü yatmak zorunda kalmıştım. Böylece konferanslarımın hazırlanması gecikmiş oluyordu. Gelecek akademik yıl için de çok çalışmak gerekliydi.
Buranın akademik havası Chicago’yu bile aratıyordu. Halkı için bir şey diyemem. Bulunduğum yerin başkanı düşüncelerimin tam karşısında olan bir kişiydi. Bir konferansçı çok liberal konuşursa, bu adam konferansın kötü, olumsuz olduğuna karar verir, onu kürsüden indirir, çıkardı işin içinden. Fakültede bir miting mi oluyor, uzun çizmelerini giyip başa geçer, onun arkasından gitmemek kimsenin haddine değildir. Herkes onun kaşlarını çatarak bakacağından korkar, titrer. Hitler yönetimindeki Reichstag toplantılarını andırıyordu bu.
1939     sonlarına doğru (193940 akademik yılı sonlarına doğru) New York Kolejine profesörlüğe çağırıldım. Kaliforniya Üniversitesi Rektörlüğüne bir yazıyla ayrılacağımı bildirdim. Mektubumu gönderdikten yarım saat sonra, New York dâvetinin kesin olmadığını öğrendim. Üniversite rektörlüğüne giderek istifamı geri aldığımı bildirdim. Fakat o bana artık çok geç olduğunu söyledi. Bundan çok memnundu.
New York Koleji’nin yöneticilerinin başında Yahudi ve katolikler vardı. Kolej, kent belediyesine bağlıydı. New York Belediyesi de Vatikan’ın uydusu durumundaydı. Kolej öğretmenlerinin akademik özgürlükleri vardı. Şüphesiz bana salık verilecek konular belliydi. Önce bir Amerikan papazı aleyhimde söylentiler uydurdu. Polise durum bildirildi. Bir hanımın kolejdeki kızı (ki bir kez bile karşı karşıya gelmemiştim) hakkımda dâva açtı. Kızların faziletleri için kolejde bulunmamın tehlikeli olduğunu ileri sürdüler. Bu benim değil, aslında New York Belediyesinin aleyhineydi. 1957 de çıkan Ben Niçin Hristiyan Değilim adlı kitabımla onlara güzel bir cevap verdiğime inanmaktayım.
Hemen bir toplantı yaptım. Bunun benimle ilgisi olmadığını anlattım. Belediye istediği kadar savunsun, davayı karşı tarafın kazanacağından endişeliydim. Davacı mahkemede eserlerimi okuyarak, sefih, ar ve haya duygularını kabartan, sert, dar fikirli, yalancı, manevî değerlere sırt çeviren kimse diyor, bayağılık sözcüğüne ne sığarsa hepsini bir bir sıralıyordu. Bir an sustuktan sonra hücumlarına devam edince, özür dilemelerini istedim. New York Belediyesi özürü reddetti. Aleyhimdeki bazı şeyler ise fantastik hale gelmişti. Güya pek körpelere şeytanî şekilde mastürbasyonun cezaya lâyık bir şey olmadığını söylüyormuşum.
Amerika’ya has bir dalavera şebekesi karşıma dikilmişti. New York Bölgesi nüfus memuru açık açık: «Katranlıyarak tüy dikmeli ve memleketten kovmalı!» diyerek suçluyordu beni. Artık bütün A.B.D. içinde yanına varılmayan, tehlikeli kişi olmuştum. İstenmeyen adamdım. Konferans turuna çıkmıştım ama, aleyhimdeki dalaveralar yüzünden ancak bir tanesini verebildim. Yahudi hahamı kontratımı feshetti. Fakat umurumda değildi bu. Onlar beni istemeseler, bana konuşacak yer vermeseler bile, ben halkın karşısına çıkabilirdim. Başka yerlerde de çıkabilirdim. Fakat katolikler beni linç ederlerdi. Polis de seyirci kalırdı buna. Gazetelerden, dergilerden hiçbiri benim yazımı yayınlamağa cesaret edemiyorlardı. Bütün geçim kaynaklarımın kuruduğunu anlıyordum. İngiltere’den para getirtmeme yasalar engel oluyordu. Bu beni büsbütün perişan ediyordu elbet. Üç çocuğum da vardı yanımda. Birçok liberal düşünceli profesörler bu durumu protesto ediyorlardı. Dr. Barnes — Argyrol kâşifi — ve Philadelphia’daki Barnes Vakfının sahibi pratik bir çare bulmuştu. Vakfından bir yıllık konferans kontratı imzalattı bana. Konusu felsefe olacaktı. Böylece zor durumdan kurtuluyordum. İngiltere’ye dönemediğim için bu konferanslar beni kurtarmasaydı, çocuklarımın üniversite öğrenimi de aksayacaktı.
1940 yılıydı. A.B.D. deyken aklım hep İngiltere’deydi.
İngiltere kuşatılacak mıydı acaba? Londra hâlâ yerinde miydi? Postacımız da biraz sadist zevkli olacak ki, bir gün: «Yeni haberleri duydunuz mu?» dedi. «Bütün Londra yıkılmış. Bir tek ev bile kalmamış.» Neye inanacağımızı şaşırmıştık. Eylül olmuştu. İngiltere galiba kuşatılmayacaktı.
A.B.D. deki son günlerimi Princeton’da geçirdim. Göl kenarında küçük bir evde oturuyorduk. Oradayken Einstein’i de gördüm. Evine gittim. Onunla, Gödel ve Pauli’yle konuştum. Konuşma bazı yerde sıkıcı oluyordu. Çünkü üçü de Yahudi’ydi. Menfadaydılar, kozmopolittiler. Almanlara has metafizik düşünceleri vardı.
Princeton toplumu, A.B.D. gördüklerimle karşılaştırırsam, daha içtendi. Oğlum John donanmaya girmek için İngiltere’ye gitti. Japonca öğrenmeğe başlamıştı. A.B.D. de durmak istemiyor, vatanıma geçmeyi arzuluyordum. Zorluklara karşı bir çare arıyordum. Washington’a gidip, lord olduğum için parlâmentodaki görevimin geri verilmesini isteyecektim. İdarecilerin de buna can attıklarını sezdim. Sonunda İngiliz elçiliğine gittim. Onlara dedim ki: «Bu savaşı faşizme karşı mı yapıyorsunuz?» Onlar, «Evet,» dediler. Kararsızlıkla: «Şimdi diyorum ki, siz tatbikçisiniz, ben yasa yapıcısıyım. Beni görevimi yapmaktan uzak tutarsanız, siz faşitsiniz...» Gülümsediler. İznimi çıkardılar. Mayıs 1944 de memleketime döndüm.
Kaynak: Bertrand Russell Anıları, Çeviri: Dr. İlhan Akçay, Deniz Yayınları, 1970, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar