BERTRAND RUSSELL -8-
1872 yılında doğan
Bertrand Russell, soylu bir İngiliz ailesindendir. Felsefeci, matematikçi,
mantıkçı, konferansçı, hoca, yazar ve eleştirici olarak, çok yönlü kişiliğiyle tanınır.
Dört yaşında babasını kaybetti. O günden sonra aydın bir kadın olan
anneannesinden yakın ilgi gördü. Daha Trinity Kolejinde öğrenciyken, matematik
ve felsefedeki üstünlüğünü kabul ettirdi. İleriki yıllarda bu iki bilim dalında
çağımızın dahileri arasına girecekti. Russell, felsefe ve din inancının
temelini aramak için öğrenim yaptığım söyler. Bu arada matematik ve felsefe
kadar mantık alanında da başarılıydı.
1910 — 1913 yılları
arasında yayınlanan «Principia Mathematica» adlı eseri, 1927 de ikinci kez
basıldı. A.N. Whitehead’la işbirliği sonucu ortaya çıkan bu yapıt, onu
uluslararası üne kavuşturdu. Böylece geçim zorluğundan da kurtulmuş oluyordu.
Russell’in felsefî
yönü çok canlıdır. Cümlelerinde geometrik doğruluk ve derin anlam vardır. 1910
yılından sonra felsefeyle ilgili çalışmalarının arttığı görülür. Önceleri Kant ve Hegel’in etkisindedir.
Bu temel üzerinde yükselen bir idealizmi benimsemiştir. Ama çok geçmeden buna
cephe alacaktır. Gerek arkadaşı G.E. Moore, gerekse Leibniz’in eserleriyle
idealizmin yanlışlığını anlar. Bunda «The
Philosophy of Leibniz» adlı yapıtın rolü büyüktür. Artık o bir realist
düşünürdür.
Düşünürümüz, pratik
yönü akademik yönüne ağır basan bir kişiliğe sahiptir. 1918 yılında askerliğe
karşı olan tutum ve çalışmalarından ötürü hapishaneyi boyladı.
1922— 23 yıllarında işçi adayı olarak sahnededir.
1927 de teorisinin pratikteki temsilcisi «Progressive Schooll»ü kurdu. Nükleer
savaşa karşı çıkışı, dünyanın aydın çevrelerince yakınlık gördü. Bu
çalışmalarından ötürü 1961 yılında bir kez daha hapsedildi.
Derin bir konuşma üslûbu, inatçı bir
yolu vardır. Voltaire tarzına varan çelik bir inancı olduğu söylenir.
Konuşmaları doyurucu ve sürükleyicidir. 1950 yılında Nobel edebiyat ödülünü aldı.
Oldukça uzun sayılacak hayatı boyunca dört defa evlendi, üç çocuğu oldu.
Russsell sosyal ve
etnik konulardaki çalışmalarıyla halk arasında tanınmıştır. İlk eserini 1896 da
yazdı. Bu eser Alman Sosyal Demokrasisi üzerineydi ve o sırada Berlin’de
bulunuyordu. Almanca ve Fransızcayı çok iyi bilmektedir. Bu dilleri okul
öncesi, özel bir eğitimle öğrenmişti. Koleji bitirir bitirmez kendisini oraya
üye seçtiler. Bu arada bir süre Paris İngiliz Elçiliği ateşelik görevini
yürüttü.
Evlilik hayatı
oldukça maceralıdır. 1894 yılında Alys Pearsall Smith’le evlendi. Çok geçmeden
Berlin’e gitti, yukarda sözü edilen kitabı yazdı. Haslemere’deyken zamanın
çoğunu felsefî çalışmalarla geçirdi. 1910 da felsefeyle ilgili ilk kitabım
yazdı. Bu kitap Leibniz felsefesi üzerine bir çalışmaydı. 1903 te matematik
kitabının hazırlıklarına başladı. Bu anıt eser, üç cilt olacaktı. O günlerde
çalışmaya
dayanan sade bir
hayat sürüyordu. 1908 de «Royal Society» ye alındı. İki yıl sonra da eski
kolejine rektör oldu.
İnatçıydı, bildiği yoldan dönmezdi.
Felsefedeki inançları yönünden hayli bocalama devri geçirdi. Askerlik ve nükleer
savaş karşısındaki tutumları birbirine benzer. 1. Dünya Savaşıyla ilgili yazı
ve çalışmaları, etkili bir kişi olduğundan, hükümetin dikkatini çekti. Oldukça
ağır bir cezaya çarptırıldı. Hükümlülüğü sırasında kitaplığını bir arkadaşı
satın aldı. En değerli eserleri bu arada kayboldu. O, bunu hep üzüntüyle
anmıştır. Ardından diğer aksilikler birbirini izledi. Kolej, hocalığına son
verdi. Gerçi Amerika’da Harvard Üniversitesi görev teklifinde bulunuyordu ama,
İngiliz Hükümeti böyle «zararlı» bir kişiyi göndermeyi sakıncalı görüyordu.
Askerî otoriteler de ağırlığını koyunca, gitmesine izin verilmedi. Tribunal’da
çıkan bir yazısından ötürü 1918 de yeniden hapsedildi.
İkinci matematik
kitabı olan «İntroduction to Mathematical Philosophy» yi böyle bir hava içinde,
hapishanede yazdı (1919). 1 yıl sonra Rusya’yı ziyaret etti. Oraya gidişi de
ayrı bir âlemdi. Önceleri İngiliz Hükümeti izin vermek istemedi, ardından Rus
Hükümeti.
Rusya’da gördükleri
de umduğundan farklıydı. İzlenimlerini «The Practice and Theory of Bolshevizm»
adlı kitapta topladı.
Daha sonra Çin’e
gitti. Peking Üniversitesinde sayısız konferanslar verdi. Ertesi yıl eşinden
ayrılıp, Dora Black’ la evlendi. Artık gazeteci, konferansçı, yazar olarak da
ünü sınırları aşıyordu. 1927 yılında eşiyle birlikte bir okul açtılar. Bu
girişimleri 1935’e kadar sürdü. 1935 de Black’tan ayrıldı. Üçüncü eşi Patricia Helen
Spence’dir. 1938 de Amerika’da çeşitli üniversitelerde görev aldı. İki yıl
sonra New-York Kenti Koleji felsefe hocalığına atandı.
Bu tarihten sonra
Russell, daha çok İngiltere’de kalmaktadır. Ardarda iki başarısına daha tanık
oluyoruz. 1943 da liyakat nişanı, ertesi yıl da Nobel ödülü.
1952 yılında bu
eşinden de ayrılır ve Edith Finch’le evlenir. 1961 deki hapisliği de onun savaş
ve nükleer felâket karşısındaki direnişini engelleyemez. Nihayet geçen yılların
önemli olayı, ünlü Vietnam Mahkemesini kurar. Beş hikâyenin yer aldığı «Satan in the Suburb» (Şeytan
Banliyöde) adlı kitabı ise düşünürümüzün sanatçı yönünü göstermektedir.
Bertrand Russell 2
Şubat 1970 gecesi hayata gözlerini yumduğunda 98 yaşındaydı.
Şanghay’a
vardığımızda kimse bizi karşılamaya gelmedi. Önce, «Bu davet soğuk bir şaka
olsa gerek!» diye düşündüm. Ama pek az kişi böyle bir şaka için, o devirde
büyük para olan 125 sterlin harcamayı göze alırdı. Evde oturup çalıştığım mutlu
günlerimi anımsadım. Geldiğime pişman olmuştum. Az sonra durum değişti. Vapurun
geleceği saati yanlış hesapladıkları için gecikmişlerdi. Çok beklememiştik ki,
güverteye çıktılar. Bizi alıp Çin Oteline götürdüler. Üç hafta orada en göz
kamaştırıcı günlerimi geçirecektim.
Dora’yla olan
ilişkimi anlatmam gerekiyordu. Onlar, Dora’nın eşim olduğunu sanıyorlardı.
Açıklayınca yanlış düşüneceklerinden korkuyordum. Dora’ya eşim gibi
davranılmasını istedim onlardan. Gazeteler de böyle bildirmeliydi.
Çin’de kaldığımız
sürece karşılaştığımız her Çinli, gerek bana, gerek karım bildikleri Dora’ya
içten konukseverlik gösterdiler. Buna rağmen hepimiz Dora’yı «Miss Black» diye
çağırmalarını istiyorduk.
Vaktimizi Şanghay’da
pek çok olan Avrupalı, Amerikalı, Japon, Koreli ve onlar kadar çok olan Çinli
dostlar arasında geçiriyorduk. Elbet bu değişik ülkelerin insanları hep aynı
duyguda, düşüncede değildiler. Japon ile Koreli Hristiyan buna güzel bir
örnektir. Bunun için konuklarımıza odalarda ayrı masalar gösterirdik. Günlerimiz
masadan masaya taşınmakla geçiyordu. Birçok büyük ziyafette bulunduk.
Yemeklerden sonra Çinli tanıdıklarla İngiliz tarzı hoş bir hava içinde sohbet
ediyorduk. Pek memnun ediyordu bizi bu. Sanki başka bir âleme götürüyordu. İlk
görüştüğümüzde Çinlilerin zekî, cana yakın' olduklarını anlayınca şaşırmadık
değil. Öbür zekî insanlardan hiç de başka değillerdi. Sun Yat Sen de beni
yemeğe çağırmıştı. Ertesi gece ayrılacaktım. Bunun için davetini kabul
edemedim. Çok üzgündüm. Az sonra o Kanton’a gitmiş, memleketin işgalinden sonra
millî hareketin başlamasına önayak olmuştu. Ben Kanton’a gidemedim. Böylece Sun
Yat Sen’ le bir kez daha görüşmemiz mümkün olmadı.
Çinli arkadaşlarım
beni iki günlüğüne Hangchow’a götürmek istediler. Batı Gölü’nü göstereceklerdi.
Kabul ettim. İlk gün gölü botla şöyle bir dolaştık. İkinci gün iskemlelerimizde
dinleniyorduk. Eski uygarlıkla kaynaşmış harika bir güzellik vardı. İtalya’da
gördüklerimi bile bastırıyordu. Oradan Nanking’e, Nanking’ten de botla Hankow’a
geçtim. Yengeç ırmağı üzerindeki bu güzel günlerim, Volga’daki dehşetli
günlerimin zıttıydı. Hankow’dan Changsha’ ya kültürel konuşma için geçmiştim.
Orada da bir hafta kalmam rica edilmişti. Böylece her gün konferanslar vermem
mümkün oluyordu. Fakat ikimiz de hem bitmiş, hem dinlenme umudunu yitirmiştik.
Pekin’e varmağa can atıyorduk. Vaktimiz dolmuştu. Yirmidört saat bile
bekleyemezdik. Hunan valisi, ne pahasına olursa olsun bizi memleketine götürmek
istiyordu. Özel tren bile hazırlatmıştı. Aldırış etmedik.
Anılarımda Chengsha
kenti önemli yer alır. Burada yirmidört saat içinde yemeklerden sonra dört
konferans verdim. Modern otel yoktu. Misyonerler bize yakınlık gösteriyorlardı.
Dora bir misyonerin evinde, ben öbüründe kalıyorduk. Davetleri kabul etmemek
için en iyi çarenin otelde kalmak olduğunu anlamıştık. Bazan zor durumlara
düşüyor, pisliklerle karşılaşıyorduk. Bitler sürüyle yataklarımıza
doluyorlardı.
Tuchun askerî valisi
bizlere muhteşem bir ziyafet vermişti. Orada ilk kez Dewey’le karşılaştım. Çok
zarif, kibar biriydi. Hasta olmuştum. John Dewey bize büyük yakınlık göstermişti. (Bu eğitimci Atatürk’ün davetiyle
Türkiye’ye de gelmiştir. Çev. notu.) Ona hastahanede sayıklayarak, «Barış için
bir plân hazırlamalıyız » demişim. İyi olduğum zaman anlattılar bunu.
Bu ziyafette yüzden
fazla konuk vardı. Geniş bir salonda oturuyorduk. Ziyafet için başka bir salona
alındık. Burası düşünemeyeceğimiz kadar muhteşemdi... Vali ortamızdaydı.
Konuşmasına özür dileyerek başladı. Günlük yaşantılarını gördüğümüzden memnun
kaldıklarını belirtti. Herhangi bir art düşüncem yoktu ama, tercümanın, nükteli
sözlerimi eksik verdiğine tasalanıyordum.
Başkentteki ilk
aylarımızda mutluluk içindeydik. Bütün zorluklar, anlaşmazlıklar artık geride
kalmıştı. Hepsini unutmuştum. Çinli arkadaşlarımız çok hoştu. İşimiz güzel,
başkent düşünülemeyecek kadar cana yakındı.
Delikanlı bir
ahçımız vardı, iyi bir yardımcıydı bu. Biraz İngilizce de biliyordu. Böylece
bütün işlerimiz İngiltere’dekinden daha düzenli gidiyordu. Yemek daha biz eve
gelmeden hazırdı. Bugün bilmem kim gelecek, şu yemekler hazır olmalı, dememiz
yetiyordu. Delikanlı herşeyi biliyor, herşey elinden geliyordu. Ara sıra
işimizi görmeğe dikici kadın gelirdi. Kıştan yaza kadar bize hizmet etti. Kışın
çok şişmandı. Yazın sıcağıyle gitgide incelmeğe başlaması ilginçti. Giysileri
de incelmeğe başlamıştı tabiî. Başkentte bol mağaza vardı. Eski, değerli
eserlerle evimizi süsledik. Çinli arkadaşlarımız İngilizlerin modern
mobilyaları dururken, bu eski eşyalara merak sarmamıza akıl erdiremediler.
Daimî yardımcı olarak, bir de resmî tercüman verilmişti. İngilizcesi güzeldi.
Bu dilde nükte yapabilmekle övünürdü. Onunla yakın bir ilişki kurmuştum. Çinli
bir kızla nişanlanmıştı. Aralarındaki bazı zorlukları kaldırarak evlenmelerine
yardımcı olmuştum. Ara sıra haberlerini aldığım bu mutlu çift, bir keresinde
İngiltere’ye ziyaretime de gelmişlerdi.
Konferanslarım
zamanımın çoğunu alıyordu. Ayrıca ilerlemiş öğrenciler için seminer de
hazırlamıştım. Bu öğrencilerin hepsi Bolşevik’ti. Bir tek imparatorun yeğeni
vardı onların dışında. Birer birer Moskova’ya kaçmanın yolunu buluyorlardı.
Zeki, canlı delikanlılardı. Akılları fikirleri Çin geleneklerinden sıyrılmaktı.
Çoğu çocuk denecek yaşta, eski geleneklere göre nişanlanmışlardı. Bir kısmı
nişanlarını bozarak modern kızlarla evlenmekteydiler. Eski ve yeni Çin kuşağı
arasında geniş bir çizgi vardı. Bu gençlerle aileleri arasındaki durum,
gittikçe can sıkıcı oluyordu. Dora da okula gidip kızlara öğretmenlik
yapmaktaydı. Hep evliliğe dair soruyorlardı ona. Serbest aşk, sevişme gibi
sorulara bile oldukça açık cevaplar veriyordu. Elinden geldiğince Avrupa’daki
öğretmenler gibi davranmağa çalışıyordu. Geniş düşünceliydi ama, ne de olsa
geleneksel davranışların tümünü silememişti üstünden. Dora’ nın ve benim
öğrencilerim için partiler veriyorduk. Önce kızlar odalara doldular. Hiç erkek
girmeyecek sanmışlardı. Onları alıp erkek arkadaşlarıyla tanıştırdık. Aradaki
buzlar eridikten sonra, düşüneceğimiz başka husus kalmamıştı.
Konferans verdiğim
Pekin millî üniversitesi ilginç bir yerdi. Chacellor ile Vice Chacellor modern
Çin’in amacını anlamış, saygılı kişilerdi. Hele Vice Chancellor tanıdığım en
değerli ülkücülerdendi. Paraların çoğu öğretmen maaşlarına gidiyor, derslerse
konuşmalar şeklinde geçiyordu. Öğrenciler profesörlerin öğrettiklerini
sindirmiş görünüyorlardı. Bilgiye susamış haldeydiler. Memleketleri için
kendilerini, göz kırpmadan feda ederlerdi. Öyle görünüyorlardı. Büyük uyanma ve
umudun havası esiyordu her yerde. Yüzyıllardan beri uyukladıktan sonra Çin,
modern dünyaya ayak uydurmak üzereydi. Fakat devletin reformcu karakteri henüz
ortaya çıkmamıştı. İngilizler, reformcu kişilere yan gözle bakarak «Çin daima
Çin’dir» diye kendilerini avutuyorlardı. Bu yarı cahillerin, kokmuş
konuşmalarının saçma olduğuna inandırmak istiyorlardı beni. Oysa yarı cahil
dedikleri bu genç kuşak, birkaç yıl içinde Çin’i kuşatıp İngilizleri de o çok
sevdikleri imtiyazlarından edeceklerdi.
Komünistler Çin’e hakim olduktan sonra
İngiltere’nin buraya karşı politikası A.B.D. ye bakarak daha belirlidir. Fakat
zamanımıza kadar da daima karşı durumda olmuştur. 1926 yılında İngiliz
kuvvetleri; üç defa silahsız Çinli öğrencilere yoktan yere ateş açtılar.
Birçoklarını öldürdüler, yaraladılar. Ben böylesi saldırıdan sakınılmasını önce
İngiltere’de, sonra da Çin’de kaç kez yazmıştım.
Çin’deki bir
Amerikan misyoneriyle mektuplaşırdım. Bu olaydan kısa bir süre sonra ziyaretime
gelmişti. Kötü davranışların Çinlileri kızdırdığını, İngilizlerin hayatlarının
sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa sır de hâlâ durabilmelerinin,
kızgın Çinlilerin sakinleşmelerinin sebebi olarak benim tutumumu gösterdi. Oysa
sır Çin’deki İngilizler değil, İngiliz hükümeti de yazılarımda! ötürü bana
karşıydılar.
Çin’deki beyaz ırk,
Çinliler arasındaki en önemli konuları bile bilemiyorlardı. Bir örnek vereyim:
Çalıştığın Amerikan bankası, Fransız bankasının bir notunu bana gönderdi. Çinli
tüccarların benim bu bankadaki muamelemin kabulüne yanaşmadıklarını
bildiriyorlardı. Üç ay sonra Fransız bankası iflâs etmesin mi? Cindeki bütün
beyaz bankerler şaşırıp kaldılar.
Doğuda İngilizler
her bakımdan haklı sayarlar kendilerini. Hele çevreleriyle ilgilerini hemen
tamamen keserler. 18. nci yüzyıldaki misyonerlerin verdiklerinden başka bir şey
değildir bildikleri.
Doğuda bilgili
gözüktükleri gibi, doğunun bilgililerine de küçümseyerek bakarlar. Yazık ki,
bizim politik sağlamlığımız, onların bu görüşüyle değerlendirilmekteydi. Çinli
reformcuların İmparatora yapamayacakları hareketleri bizimkiler Windsor’a gidip
yapabilmekteydiler. Çin hak, kında görüşlerimi The Problem of China (Çin
Problemi» adlı eserimde geniş geniş anlattım zaten. Burada bir daha
söylemeyeceğim.
Her ne kadar tahrik
edilmiş olsa bile Çin’in Avrupalılarla karşılaştırılması, memleketin filozofik
bir sessizlik içinde bulunduğunu gösteriyordu. Bir keresinde İngiltere’den bir
mektup almıştık. Gazeteler de geliyordu. Pazar günleri, bir sonraki
konuşmalarım için çalışıyor ve tatil yapıyordum.; Bu sırada gördüğüm en güzel
binalardan biri olan Gök Mabed’e bakmakla vaktimi geçiriyordum. Kış güneşi
karşısında oturuyor, az konuşuyor, çok kez sakin havayı içimize çekiyorduk.
Çılgınlıktan, heyecandan, karışıklıktan uzaktık. Huzur içindeydik. Bazen de
başkent surları boyunca geziyorduk. Güneş batarken, ya da ay yükselirken
buradaki canlılığın renkli nakışlarını unutamam.
Çinli, yaradılıştan
nükteyi sever. Ben de onlar gibiydim. Sıcak bir günde, iki şişman iş adamı beni
motorla, oradaki ünlü yarı harap pagodayı gezmeye çağırdılar. Gittik. Pagodanın
sipiral merdivenini tırmanmaya başladım. Onların beni izleyeceğini sanıyordum.
Tepeye çıktığım zaman hâlâ yerde olduklarını gördüm. Neden çıkmadıklarını
sordum. Dediler ki:
— Biz de çıkalım mı,
çıkmayalım mı, diye tartışıyorduk. Sonunda çıkmamaya karar verdik. Pagoda bir
anda çökebilir. O zaman bir filozofun ölümüne kim tanıklık edecek?.
Durum ortadaydı:
Hava sıcak, onlarsa şişmandılar.
Çinliler yaptıkları şakayı
karşısındakine belli etmeye çalışırlardı. Bu yanlarıyla ünlüydüler. Başkentten
ayrılırken, Çinli arkadaşlarım küçük bir zemin üzerine kazılmış mikroskobik bir
yazı örneği verdiler bana. Elle yapılmıştı. Ayrıca aynı pasajın büyük, pek
güzel el yazısıyla yazılmış kısmını da verdiler. Ne yazıyordu burada? «Eve
gittiğimiz zaman Prof. Gile’e sorunuz » dediler. «Sihirbaz danışman»
yazıyormuş. Gerçekten şaka yapıyorlardı benimle. Çünkü politik konularda
onlarla hiç konuşmamıştım.
Başkentte kışlar pek
sert geçer ve Moğolistan’ın buzlu havasını getirirdi. Bronşit olduğum gibi,
kendime de iyi bakamadım. Belki çabucak iyi olabilirdim. Fakat Çinli
arkadaşlarımın gönlünü kırmak istemedim. Başkentten motorlu arabayla iki saat
uzaktaki sıcak su kaynaklarına gittik. Otelde çok güzel çay vardı. Ne yazık ki,
birdenbire bir titreme tuttu. Hemen başkente dönmek zorunda kaldık. Arabamız
yolda bozuldu. Geç kalmıştık. Başkentin kapıları kapanmıştı. Ancak bir saatlik
telefon konuşmasından sonra açtırabildik kapıyı. Eve zor ulaştım. Ağır
hastaydım. Az sonra Alman hastanesine kaldırıldım. Dora gündüzleri yanı
başımdaydı. İngiliz hastabakıcı da geceleri başımdan ayrılmadı. Doktor her
gelişinde, acaba bir gün önce öldü mü, diye meraklanıyormuş. Bu hastalık
günlerime ait birkaç hayalin dışında birşey hatırlayamıyorum. Hastabakıcıyı
bile tanımamıştım. Dora bana çok hasta olduğumu, nerdeyse ümitlerini
keseceklerini söylediği zaman, «Pek ilginç ı diyebilmişim. Öyle halsizdim ki,
beş dakika içinde olanı unuttum. Bana bir daha anlattılar. Adımı bile
hatırlayamıyacak kadar bitkindim. Bir ay sonra kendime geldiğimde ve yeniden
anlattıkları zaman, inanmak istememiştim. Hastabakacı da mesleğinin ehliymiş.
Savaş sırasında Sırbistandayken, hastaneyi Almanlar alınca Bulgaristan’a
geçmiş. Bulgaristan Kraliçesiyle samimi olduğunu anlatmaktan bıkmıyordu. Dini
bütün bir kadındı. Görevinin kendisini ölü hale koymak değil, daha iyiye
götürmek olduğunu söylüyordu. Mesleğiyle olduğu kadar içten duygularıyla da
olgun bir kadındı.
Gittikçe
iyileşiyordum. Fakat zayıf düşmüştüm. Bunun la beraber büyük bir mutluluk
içindeydim. Dora çok yardımcı oldu bana. Onun sayesinde her kötü şey silindi
gitti önümde.
Daha kendime
gelirken, Dora hamile olduğunu anlamıştı. İkimizi de sevince boğmuştu bu. Uzun
süredir gittikçe artan bir çocuk sevgisi vardı içimde. Nerdeyse umudumu
yitiriyordum. Bir çocuğum olacağı için nekahat devresinde daha mutluydum. Ateş,
kalp ağrısı, böbrek, dizanteri gibi bir sıra ciddî rahatsızlıkları da
atlatmasını başarmıştım. Ne olursa olsun, sonunda iyileşiyordum ya, pek
mutluydum.
Hasta yatağımda
ölümden uzaklaştığımı anlamakla memnundum. Aslında herşeyi küçümseyen ve hayata
değer vermeyen bir tabiatım vardı. Sonra bunun ne kadar yanlış olduğunu
anlıyordum. Hayat şimdi bana tatlı hayallerin olduğu bir yerdi. Pekin’e yağmur
az yağardı. Bu sırada hayli yağıyordu. Dört yan tatlı toprak kokusuna boğuldu.
Pencerede bu toprak kokusunu duyamamanın acısı içinde düşünüyordum. Başka gün,
güneş aydınlığı içinde, rüzgârın uğultusunda hep düşünüyordum. Pencerenin
dışında akasya ağaçları vardı. Hayatın tadını duymağa başladığımda, çiçekler de
açıyordu. Bu bana yaşama hıncı veriyordu. Birçok kimse de bunu sezmişlerdir...
Eğer ölseydim Batı
Gölü’nün bir kıyısına gömeceklerdi beni, bir anıt yaptıracaklardı. Çinliler
böyle söylemişlerdi. Yapmadıklarına üzülmedim değil. Böylece ben de bir tanrı
olup çıkacaktım. Üstelik «ateist» dedikleri, dinsiz biri olarak... Ne tuhaftı
bu!
Başkentte Sovyet
diplomatik misyonu da vardı. Bize büyük nezaket göstermişlerdi. Başkentin en
güzel şampanyaları onlardaydı. Benim için de bol bol şampanya patlattılar.
Susuzluğumuz gidiyordu. Önce eşimi, sonra ikimizi başkentte motorla
dolaştırdılar. Zevkli günler geçirdik. İhtilâlcilerin korkusuz motor
sürüşleriyle çok heyecanlandık.
Hastalığımda beni
kurtarmak için Rockfeller Enstitüsü’nün Pekin şubesi, özel bir serum kullanmış.
Hayatımı kendilerine borçluydum. Politik durumumla onlara karşı olmama rağmen,
saygılı davranışları değişmemişti.
Japon gazetecileri
de Dora’nın başına belâ kesilmişler. Bana nasıl baktığım anlatmasını
istemişler. Sonra da işi kısadan kesip, öldüğümü duyurdular. Haberler
Japonya’dan A.B.D. ye, oradan da İngiltere’ye ulaşmıştı. İngiliz gazeteleri
aynı gün Dora’dan boşandığımı yazıyorlardı. Çok şükür Saray işi ciddiye almadı,
ya da mahkemece öyle kabul edildi.
Ortaya çıkan ölüm
haberlerinin sonuçları beni umduğumdan çok sevindirdi. Bir misyoner
gazetesindeki haber şöyleydi: «Misyonerler Mr. Bertnard Russell’in ölümüyle
ilgili haberlerden sonra ve kendisinin göğe yükselmesinden ötürü başsağlığı
dilerler.» Gökte daha değişik birşey göreceğimden korksam bile, daha
ölmemiştim. Haber İngiltere’de birçok tanıdıklarımı üzüntüye boğmuştu.
Başkentteki kardeşimden telgraf geldi. Hayatta olup olmadığımı bildirinceye
kadar olandan haberleri yoktu.
Altı hafta sırtüstü
yatmak beni sıkmıştı. Memleketime iyi olarak döneceğimden şüphe ediyordum.
Fakat doktorlar beklemekten başka çare olmadığını söylüyorlardı. 10 Temmuzda
durumum düzelmeye başladı. Pekin’i terketmeğe hazırlandık. Oysa hâlâ çok
zayıftım. Değnek yardımıyla ayakta durabiliyordum...
Hastalığımdan
önceydi. Çin’den sonra Japonya’da da bir konferans turnesine çıkmam
tasarlanmıştı. Hepsi bir konuşma yapacaktım. Bu arada birçok kişiyi ziyaret
edecektim. Oniki gün kadar kaldık orada. Zevkli günler değildi bunlar. Ne
olursa olsun, gezimiz ilgi çekici olmuştu. Japonlar, Çinlilere benzemiyorlardı.
İyi halliydiler ve sırnaşıklıktan kurtulamamışlardı. Çöp gibi olduğumdan,
birçok gelecek olaydan ötürü şimdiden üzülüyorduk. Bilhassa gazetecilerle
karşılaşmamızı düşünüyorduk. Limandaydık daha, kayığa biniyorduk. Otuz
gazeteciyi beni beklerken görmüştüm. Oysa gizli yapmıştık gezimizi. Fakat onlar
polisin yardımıyla izimizi bulmuşlardı. Japon gazeteleri ölümümü tekzip
etmedikleri için, Dora onlara daktiloyla yazılmış bir yazı dağıttı. Öldüğümü ve
bundan dolayı konuşma yapmamın imkânsızlığını bildirdi. Gazeteciler derin bir
göğüs geçirdiler. Dişlerine kadar güldüler. «Ah! Vereee funnee (Çok hoş şey!)
diye söylendiler.
Önce Kobe’ye gittim.
Japon Chronicle gazetesi editörü Rober Yooıng’u ziyaret edeyim dedim. Sahile
yaklaşırken ellerinde bayraklarla büyük bir alay gördük. Gelişimizi
kutluyorlardı. Hoş sürprizlerdi bunlar. Çok geçmeden durum 'lir grev halini
almış, polis de davetli yabancıların dışında kimsenin gözünün yaşına
bakmamıştı. Grevciler sakin bir hristiyan sayılan Kagawa tarafından
yönetiliyordu.
Robert Young hoş bir
insandı. Daha küçükken memleketi İngiltere’yi terketmişti. Ülkülerini her zaman
korumasını bilmişti. Çalışma yerinde Bradlaugh’nin büyük resmi asılıydı. Ona
hayrandı. En iyi gazete olarak bildiğim gazetesine 10 siterlinlik para ile
başlamıştı.
Beni şahane
güzellikteki Nara bölgesine ziyarete götürdü. Orada eski Japon stilleri hâlâ
görülmekteydi. Japonların Kaizo magazinlerinin editörlerinin eline düştüğümüzde
de, Kyotu ile Tokyo dolaylarını dolaştık. Gazeteciler daima bizi
gözetliyorlardı. Makinalar, flâş ışıkları ta yataklarımıza kadar izliyorlardı.
Birçok yerlerden seçkin bilginler gelip, bizi davet ediyorlardı. Bazen de son
derece bayağı şekliyle polis nezaretinde bulunuyorduk. Otelde mi yatıyoruz,
bitişik odamızda polisler ve bir de daktilo. Kapıcılar bir kral gibi
peşimizdeydiler. «Bu kapıcıların da Allah belâsını versin » diye mi söylendik?
Hemen polis daktilosunun tıkırtıları duyuluyordu. Söylediklerimiz harfi harfine
yazılıyordu. Profesörler şerefimize parti mi veriyorlar? Biriyle konuşmayalım;
hemen flâş yanar, fotoğraf çekilir, tabiî konuşmalar da birden sona eriverirdi.
Japonların kadınlara
karşı tutumu da ilkseldi. Kyoto’da ilginç bir olay geldi başımıza. Sivrisinek
bol, cibinlik delik deşikti. Dora’yla sabaha kadar uyuyamamıştık. Sabahleyin
bundan dert yandım. Benimki akşam yamandı. Fakat Dora’nınkine el değmemişti.
Ertesi gün bunu söylediğimde, «Bayanın da şikâyetçi olduğunu bilmiyorduk »
dediler.
Yörede bir trene binmiştik.
Yanımda Japonya’da gezi yapan tarihçi Eileen Power vardı. Oturacak yer
bulamadık. Bir Japon kalkıp yerini verdi, Dora oturdu buraya. Bir diğer
Japon’un verdiği yere de oturmadım. Eileen’e verdim orayı. O zaman Japonlar
bana öyle tiksintiyle baktılar ki, aniden bir olay patlayacak sandım.
Miss İto adında,
karşılaştığım Japonların en hoşu olan bir hanım vardı. Genç ve güzeldi. Bir
anarşistle yaşıyordu. Üstelik bir de oğlu olmuştu ondan. Dora ona: «Devlet
otoritelerinin sana bir şey yapacağından korkmuyor musun?» diye sordu. Elini
boğazına götürerek, «Er geç bir şeyler yapacaklarını biliyorum,» dedi. O sırada
yer sarsıntısı olmuştu. Polis, İto’nun sevgilisi anarşistle oturduğu eve geldi.
Anarşist ile oğulları sandıkları yeğenlerini gördüler evde. Polis merkezine
kadar gelmelerini bildirdiler. Merkezde üçü de ayrı ayrı odalara alındılar...
Boğucu sıcakta on
saatlik yolculuktan sonra Kyoto’dan, Yokhama’ya yöneldik. Karanlık çökünce
vardık oraya. Flâşların magnezyum ışıkları Dora’yı paniğe uğrattı. Çocuğunun
düşeceğinden korkarak kendimden geçtim. Elimden bir kaza çıkacaktı nerdeyse.
Fotoğraf çekme serüvenleri insanı işte böyle çılgın hale sokabiliyordu. Aynı
olay Tokyo’ya giderken de oldu. Sanki Hintlilerle sarılmış ilk Amerikalılar
gibi bir durumumuz vardı. Bu yabancıların elinden karısını kurtarmak için
insanın yırtıcı olması gerekiyordu.
Deneylerime
dayanarak, Millî Yayınlara, Japon milletine veda mesajımı yayınlaması için
gönderdim. Daha şövenistlik davranmalarını imâ ettim. Başka gazetelere veda
mesajları göndermedim.
Yokohama’dan
Canadian Pasific Vapuruyla yola çıkarken, anarşist Ozuki ile Miss İto
uğurlamışlardı bizi. Empress of Asia’ydı bu Pasifik vapurunun adı. Empress of
Asia’ da sosyal hava birden değişivermişti. Dora’yı gemide doktora göstermiştik.
Ağustos sonlarında İngiltere’de Liverpool’a vardığımızda, Dora’nın annesi
rıhtımdaydı. Hem, «Hoş geldiniz,» diyordu bize, hem Dora’ya salıkta
bulunuyordu. 27 Eylül’de evlendik. Ekim 16 da oğlum John doğdu. Yıllardır
özlediğim an gelmişti işte, oğlum olmuştu!..
6 Yu Yang Li
Avenue Joffre
Shanghai, Çin
Avenue Joffre
Shanghai, Çin
5 Ekim 1920
Muhterem efendim,
Dünyanın en büyük
filozofunun şimdi Çin’e gelmesinden dolayı pek çok memnunuz. Bunun, Çinli
öğrencilerimizin kronik hale gelen birçok dertlerinin giderilmesinde önemli bir
aşama olacağına inanmaktayız. 1919 yılından bu yana çevrelerindeki en büyük
umut Çin’in geleceği üstünedir. Çin toplumu için ihtilâlci bir ortamın
yaratılmasına çalışılmaktaydı. O yıl Dr. John Dewey, aydın sınıfa büyük etkiler
yapan kişi olarak görülmüştü.
Çinli öğrencilerin
de pek çoğunun temsilcisi olarak bunu söylememe izin vermenizi rica edeceğim:
Her ne kadar Dr.
Dewey, memleketimizde başarıyla etkili çalışmalarda bulunmuşsa da, öğrencilerin
çoğu onun tutucu teorierinden tatminkâr değildirler. Çünkü onların istediği
Anarşizm, Sendikacılık, Sosyalizm, v.s. dir. Sosyal ihtilâlci felsefe bilgileri
üzerindedir. Bizler Mr. Kuropotkin’in peşindeydik. Çin’de anarşist bir
felsefenin ortaya çıkmasını sağlamaktı amacımız. Ümidimiz sizdedir. Muhterem
efendim, temeli Anarşizm olacak Sosyal Felsefenin bütün ilkelerini bize
lütfediniz. Ayrıca Amerikalı felsefeci Dr. Dewey’in yanlışlarını da ortaya
koymanızı rica ediyoruz. İngiltere’de olduğunuz gibi Çin’de de aynı özgürlük
içinde olacağınızı umarız. Dr. Dewey’in memleketimizdeki başarısının çok
üstünde bir başarı kazanmanızı da dileriz.
Ben Pekin Devlet
Üniversitesinin eski bir üyesiyim. Şanghay.da sizinle birçok kez karşılaştık.
İlk kez de The Grest Oriental Otel’de gece resepsiyonunda görüşmüştük.
Ebedi Yoldaşınız
Johnson Yuan Çin Anarşist 1. Komünist Birliği
Sekreteri
Johnson Yuan Çin Anarşist 1. Komünist Birliği
Sekreteri
The Nation, Ocak 8, 1921 yılında çıkan ve Ottoliııe Morel’e yazılan mektup.
Ottoline Morel’e 28 Ekim 1920
Çin’e ayak bastığım
andanberi vaktim çok ilginç geçiyor. Çinli öğrencilerle kimi çok, kimi az
Avrupalılaşmış gazeteciler arasındaydım. Sayısız konuşmalar yaptım. Einstein
bahislerinden, kültürel ve sosyal birçok probleme kadar... Öğrencilerin öğrenme
hevesleri düşünemeyeceğimiz kadar fazlaydı. Ben konuşmağa başlayınca, onlar
ziyafet masasına bakan açlar gibiydiler. Her yerde beni bile sıkan eşsiz bir
saygı içindeydiler. Şanghay’a vardığımızın ertesi günü büyük bir ziyafet
vermişlerdi. İkinci bir Konfiçyüs’tüm sanki. Öylesine ilgi gösteriyorlardı.
Kentin bütün gazetelerinde resimlerim çıkıyordu. Ben ve Miss Black sayısız
okul, konferans ve kongrelerde konuşuyorduk. Tuhaf, çelişkilerle dolu bir
ülkedeydik, Şanghay’ın büyük bir kısmı tamamen Avrupalıdır, hattâ Amerikalı.
Sokak adları, ilânları İngilizce ve Çince. Muhteşem iş binaları, bankalarıyla
zengin bir görünümü var. Fakat yan sokakları hemen hemen tamamen Çinlidir.
Glaskov gibi geniş bir kentti burası. Avrupalıların sefil ve hastalıklı halleri
vardı. Çin’in büyük gazetelerden biri beni yemeğe çağırtıyordu. 1917 de
bitirilmiş modern bir binada bulunuyordu. Son model makinaları varsa da Çin
harflerine uymadığı için Linotype yoktu. Gazete idarecileri binanın üst katında
bana Çin yemeklerini, Çin pirincini, Çin şarabını ikram ettiler. Tabak tabak
yiyeceklerin önünde çöplerle yeme sanatını da öğreniyorduk. Yemekten sonra
sevilen Çin müziğini de sunabileceklerini bildirmişlerdi. Yedi telli, eski
model bir müzik âleti getirmişlerdi. Kara odundan yapılmıştı. İki bin yıllık..
Eski bir tapınaktan alındığını da eklediler. Masa üzerine koyulup, gitar gibi
parmakla çalınmaktaydı. Çalınan müzik parçalarının da tam dört bin yıllık
olduğunu kesinlikle söylediler. Ama bir Avrupalı için modern müzikten daha
güzel, tatlı ve hoş bir parçaydı... Müzik bitince gazeteciler yine kaynaşmağa
başladılar.
Şanghay’dan Çinli
arkadaşlarım beni Hangchov yöresindeki Batı Gölü’ne götürdüler. Söylediklerine
göre Çin’in en güzel doğal manzaraları buradaymış. Göl büyük değildi. —Grasmere
kadar— çevresi ormanlık tepeler, sayısız pagodalar ve tapınaklarla süslüydü.
Binlerce yıl imparatorlar güzelleştirmiş, ozanlar övmüşlerdi. (Eski Çin
ozanları modern Avrupanın para babaları gibi bir şey olacak) Göldeki adada
evler, manastırlar .vardı.
Çinlilerin dininin
insana hoş gelen tarafları yok değildi. Eğer bir tapınağına giderseniz, sigara
ve çok lâtif demlenmiş çay sunarlar, sonra çevrenizde dönerler. Budizm,
zahitlik olarak düşünenler için hoştu. Azizleri şişkoydu. Halkın yaşadığı
hayatla alay ediyormuş gibiydiler. Hiç kimse din olarak inanmıyordu. Hattâ
rahipleri bile. Bir yandan da durmadan zengin tapınaklar yapılıyordu.
Kır evlerinde de
yakınlık görüp, çay içersiniz. Buraları Çin resimleri gibidir. Her yerde konfor
yoksa da güzellik vardır. Bu kır evlerinin en büyük odası, diğer odaların tam
tersi, Avrupa tipine yakındır.
Göl kenarında
gördüğüm unutulmaz hususlardan biri de, bilginlerden emekli olanlara yer
bulunmasıydı. Sekizyüz yıl önce gölde yapılmış yapılarda otururlardı. Bilginler
eski Çin’de de böyle güzel yerlerin sahibi oluyorlardı.
AvrupalIların
Çin’deki etkileri sanki, 18 nci yüzyıldan başlayıp zamanımıza kadar olan devir,
endüstri ve Fransız ihtilâli safhalarını geçirmemiş olan zaman diye iki bölüme
ayrılır. Halkın ırkına has millî zevkleri vardı. Buna sahip olmanın yollarını
çok iyi biliyorlardı. Artistik duygularla zevklenme hususlarında Avrupalılardan
başka özellik gösteriyorlardı. Halkın büyük bir kısmı, hattâ en aşağı sınıf
bile nükteyi biliyorlar, nükteden hoşlanıyordu.
Çinliler adımı doğru
dürüst söyleyemiyorlar, yazamıyorlardı. Onlar beni Luo-Su diye kendilerine
uygun bir isimle çağırıyorlardı.
Hangchovv’dan
Şanghay’a geri döndük. Oradan da trenle Nankin’e vardık. Burası hemen hemen
terkedilmiş bir kentti. 23 mil uzunluğunda kent duvarları vardı. Kent daha
Taiping isyanında harap olmuş, 1911 ihtilâlinde yine zarar görmüştü..
Buradan da Yangçe
boyunca giderek Hangkow’a vardık. Gezimizin üçüncü günüydü. Güzel manzaralar
görüyorduk. Oradan da trenle Cheng-Sha denen Hu-Nan merkezine vardık. Büyük bir
eğitime ait konferans düzenlenmişti. Cheng Sha’da her ne kadar üç yüz Avrupalı
varsa da, Avrupalılaşma açık olarak görülmüyordu. Kent de tipik ortaçağ
merkezlerini andırmaktaydı. Dar sokakları vardı. Her evden neşeli insanların
şarkıları duyuluyordu. Sokaklarda sandalyelerden, onları çeken Çinlilerden ve
sedan sandalye tipi araçlardan başka bir şey görülmüyordu. Avrupalıların birkaç
banka, fabrika, misyon ve hastaneleri vardı. Batı metoduyla çalışılıyor,
tedaviler yapılıyordu. Hu-Nan Eyaletinin valisiyse Çin’de gördüğüm valilerin en
akıllılarındandı. Son gece muhteşem bir ziyafet verip bizi geç vakitlere kadar
eğlendirdi.
Prof, ve bayan Dewey
de oradaydılar. Onlarla ilk kez burada tanıştık. Vali Avrupa dillerinden
bilmiyordu. Buna rağmen onun yanında oturuyordum. Komplimanlarımızı
tercümanlarla yapıyorduk. Onda iyi izlenimler bıraktık sanıyorum. Kültürünü
artırma isteğindeydi. Çin’de herkes kültürünü artırmak istiyordu zaten. Bu en
büyük ihtiyaçlarıydı. Daha iyi bir idareci olma yeteneğinden böylece yoksun
kalmıyorlardı. Söylendiğine göre kötü idare Avrupa’ya bakarak Çin’de daha az
tehlikeli oluyordu. Zamanla tamamen düzelecekti.
Şimdi başkent Pekin
yolundayız. 31 Ekimde oraya varacağımızı umuyorum.
Bertrand Russell
S. Yamamoto’dan
Tokyo Japonya
25 Aralık 1920
25 Aralık 1920
Muhterem Efendim,
Bize gösterdiğiniz
içten yakınlığa ve «The Prospects of Bolshevik Russia» nin sayısını —ki henüz
aldık— gönderdiğiniz için teşekkürlerimizi arz ederiz.
«Vatanperverlik»
başlıklı yazınızı tercüme edip, yeni yılda Kaizo’da yayınlayacağız. Genç kuşak
büyük bir zevkle okuyacaktır. Şimdi bütün konuşmalarımız, bilhassa centilmenler
arasında olduğu gibi, öğrenci ve işçi çevrelerinde de[ sizin bu yazınız üzerine
olacaktır.
Asıl üzüntümüz,
devlet idarecilerinin isteklerine uyarak, Japonya’da yaptığınız konuşmaların
metinlerinde bazı! kısımları çıkarmak zorunda olmamızdır. Devletin bu emri
gereğince değerli ifadelerinizin eksikliğinden dolayı affınıza sığınıyoruz.
Bunun için sevginizi bizden esirgemeyeceğinize inanmaktayız. Fakat bundan sonra
umuyoruz ki, yazılarınızı aynen tercüme edebileceğiz.
Buradaki milyonlarca
gencin size olan büyük hayranlığı her türlü tasavvurun üstündedir.
Prensiplerinizin
tamamen bizim düşüncelerimize uygun olduğunu bildirmek isterim. Yaşadığımız
sürece sizinle beraber olacağız. Fakat memleketimiz üç bin yıllık bir geleneğin
çekingenliği içinde olduğundan, esefle bildirmek gerekir ki; reformları yapmak
mümkün olamamaktadır. Ancak adım adım ilerliyeceğiz. Yayınlarınız biz genç
Japonların gelecek günlerine ışık tutmaktadır.
Geçmişin karışık
otuz yılı içinde özellikle Japonya’da Fizik ve Tıp bilimi ilerledi. Asıl önemli
olan yeni icatlarda bulunmasıdır. Evet, bilim yolumuzda bizi memnun eden
sonuçlar varsa da, bu A.B.D. nin ardından yürüme anlamına gelmemeliydi. Bizim
memleketin insanının önemli bir kısmı sınıf farkları yüzünden hâlâ esir
muamelesi görmektedirler. Öbürlerinin geriye bakışları bizleri utandırıyordu.
Japon askeri ve centilmen klikleri, gençleri taşkın bir yola sürüklemedeydiler.
Bunun için millet onlara iyi gözle bakmıyordu. Şimdiki Japon dünyasının
düşüncesi bu savaşın altından geçen akımlar olarak beliriyor. Eğer bunların
sonunda milletimiz saldırgan olacaksa, kederimiz, kızgınlığımız son derece
büyük olacaktır. idarecilerimizin yansı subaylarımızın da onda sekizi sadece ve
sadece saldırgan emellerle yaşama gücü buluyorlar. Doğrudur bu. Fakat yenilerde
de bir uyanma başladı.
Biz genç kuşaklar,
gözlerimiz açmaya başladık artık. Uygar dünyanın da beğeneceği ilerleme yolunu
seçmiş bulunmaktayız. Yazılarınızın biz genç kuşaklara yol gösterip, hız
vereceğine inanıyoruz.
Lütfen Miss Black’a
da ayrıca saygılarımızı bildirmenizi rica ederiz.
Hürmetkârınız
Yamamoto
Yamamoto
Eylül 1922 de
Çin’den döndüm. Hayatım daha az dramatik bir safhaya girdi. Heyecanlı bir devre
başlıyordu. Gençliğimden Matematiğin Prensibi adlı eserimin bitimine kadar olan
zamanda, entellektüel alanda çalıştım. Daima anlamak, insanları tanımak tek
isteğimdi. Bir anıt gibi kalmak, hatırlanmak, unutulmamak istiyordum. Hayatım
boş geçmesin istiyordum. Birinci Dünya Savaşının kopmasından, Çin’den dönüşüme
kadar sosyal meseleler benim heyecan kaynağım oluyordu. Savaş da, Sovyet Rusya
da trajedi hisleri uyandırmadaydı. İnsanlığa daha az
acı verecek, ağrılarını dindirecek yolları arayıp bulmak düşüncesiyle
doluyordum. Gizli sırları arayıp bulma çabası içinde, bu sırlan insanlara
duyurmak, konuşmak, tartışmak, herkesin inandırmak, tüm insanların anlaşmasını
sağlamak istiyordum. Fakat yavaş yavaş gayretim azaldı, umudum kırıldı. Amacım
insanların yaşama düzenini değiştirmek değildi. Geleceği biraz daha aydınlık
görmelerini sağlamak, pek umutlu değilsem bile, kampanyama devam etmekti.
1894 den beri bir
çocuğum olmasını çok istiyordum. Zamanla bu isteğim büyüyor, önüne geçilemez
derecede artıyordu. 1921 yılının Kasım ayında ilk çocuğum doğdu. Ne çok
sevinmiştim! Artık on yılım sanki hem annesinin, hem de babasının sorumluluğunu
taşıyarak geçti. Babalık duygulan içiçe, yüce duygulardı. Artık hayatım
mutluluk, sakinlik içinde geçiyordu.
İlk kez kendime
yerleşecek bir yer bulmam gerektiğini anladım. Bir ev kiralayayım, dedim. Moral
ve politik dertler yanında ev sahibi de bizi istemiyordu. Sidney sokağında bir
ev satın aldık. Bu evde ikinci yavrum dünyaya geldi. Bütün yıl Londra’da
bulunmak çocuklara iyi gelmediğinden, Cornvvall’da da bir ev satın aldım.
Böylece bu iki kent arasında mekik dokuduk.
Cornish sahillerinin
güzelliklerini her zaman zevkle anarım. Burada iki yavrum deniz, kayalar, güneş
ve rüzgârda pek mutluydular. Sağlıklı büyüyorlardı. Artık bütün babaların
yapabileceğinden fazla onlarla haşır neşir oluyordum. Yılın yarısını burada
geçiriyor, boş zamanlarımızı değerlendiriyorduk. Gündüzleri karımla işlerimizi
yaparken, çocuklar bakıcının yanında oluyorlardı. Yemeklerden sonra evden çıkıp
yürüyerek bir plâja gidiyorduk. Küçükler yalınayak dolaşıyorlar, denizde
oynuyor, kumda evler yapıyorlardı. Eve geç döndüğümüz için iyice acıkıyorduk.
Büyük bir çay sofrasının başına toplanıp karnımızı doyurduktan az sonra, önce
çocukları yatırıyor, arkasından da biz yatak odasının yolunu tutuyorduk.
Böyle bir ortam
içinde eğitim çalışmalarına başlamam kadar olağan bir şey olamazdı. Principles
of Social Reconstruction konusunun özetini yazdım. Fakat zihnimde geniş bir yer
tutuyordu bu konu. On Education adında, eğitimle ilgili bir eser de yazdım.
Bilhassa çocuklarla ilgili bu eser 1926 yılında satışa çıkarıldı. Çok satıldı.
O zamanki düşüncelerime şimdi göz gezdirdiğim zaman, koyduğum kuralların küçük
çocuklar için çok sert, çok haksız olduğunu anladım.
1921 27 arasındaki
altı yılım yazın şiirli güzellikleri için de geçti. Hele baba olduğum için para
kazanmak zorunluğunu duyuyordum. Elimdeki paralarla iki ev almıştım. Çin’den
döndüğüm zaman zaten param yoktu. Buna üzülmedim dersem yalan olur.
Gazeteciliğe ait nasıl iş verirlerse kabul edecektim. 1922 yılında Çin hakkında
bir eser yayınladım. 1923 de eşim Dora’yla Prospect of İndustrial
Civilisation’u çıkardıksa da hemen hemen hiç para getirmemişlerdi. İki küçük
eser A.B.C. of Atom (1923) ve A.B. C. of Relativity (1925) ve diğer küçük
kitaplar İcarus or The Futur of Science (1924), What I Believe (1925)
eserleriyle öncekinden fazla kazancım olmuştu. 1924 de A.B.D. içindeki
konferans turum faydalı olmuştu. Fakat 1926 yılındaki kitabımın çıkışına kadar
geçim durumum pek iyi değildi. O yıl eğitime ait olan eserim çıkmıştı. 1933
yılına kadar Marriage and Morals (1929), The Conquest of Happiness (1930) bana
gelir getiren eserler olmuştu. Bu yıllarda yayınladığım kitaplardan çoğu
popüler yayınlardı. Daha çok para kazanmak için yazılmıştı. Bu arada bilimsel
eserler de yayınlamağa vakit bulabilmiştim. Principia Mathematica’mn yeni
baskısı 1925 yılında çıktı. Buna yeni ekler koymuştum. 1927 de The Analysis of
Matter çıktı.
1927 yılında
Dora’yla düşüncemize uygun çocuklar yetiştirmek için bir okul kurmayı
kararlaştırdık. Kurduğumuz bu okulu yıllarca yürüttük. Belki hatalarımız vardı,
fakat diğer okullardan daha yeterliydi. Kardeşimin evini kiraladık ama, küçük
geliyordu bize. 1927, 1929, 1931 yıllarında A.B.D. turundan aldığım paralar
okulun finansmanını sağlaması bakımından yararlı oldu. Dora da ayrıca
aynı memlekete
geziye çıktı. A.B.D. de olmadığım zamanlar yalnız para kazanmak için kitaplar
yazmağa başladım. Bunun için de okula bütün zamanımı veremedim.
İkinci zorluk,
prensiplerimizi kılı kırk yararcasına okul mensuplarına anlatmak oluyordu.
Çocukların eğitim
problemi pek güç oluyordu. Önce okula girmek isteyenlerin hepsini almağa karar
verdik. Veliler de çocuklarını yeni metodlarımızla okutmak istiyorlardı. Fakat
yavrularını hırpalayarak, baskıyla büyütmüşlerdi. Okuldan çıkar çıkmaz, bu ana
babalar hemen çocuklara zorbaca davranıyorlardı. Zayıf öğrencilerin durumu daha
acıklıydı. Öğrencilerin sınıfların dışında kırıcı olmamaları için devamlı
gözaltında tutulması gerekiyordu. Onları büyük, ortanca, küçükler diye üçe
ayırdık. Ortancalardan biri her zaman küçükleri dövüyordu. «Neden dövüyorsun?»
dedim. «Büyükler beni dövüyorlar, ben de küçükleri dövüyorum. Haksız mıyım
yani?» diye karşılık verdi. Kendisini haklı görüyordu. Çorbaya saç iğnesi
atmaktan, hayvanlara ağaçlarla eziyet etmeye kadar neler, neler oluyordu.
İki çocuğumun
öğrencilerle arası açılmasın diye, özel tatillerimizin dışında, onlara ayrı davranmıyorduk.
Böylece çocuklarımızla aramızda bir soğukluğun başladığı belli oluyordu.
Hür bir okuldu,
sağlık ve temizliğe çok dikkat ediliyordu; yıkanma, diş temizliği ve uyku
saatleri hep aynı zamanlarda oluyordu. Bu konularda serbestlik tanımıyorduk. Fakat
bazı akılsızlar, bilhassa sansasyonel haberler ariyan gazeteciler tamamen
sıkıcı, eğitimce boğucu bir hava getirdiğimizi yayıyorlardı. Büyük öğrencilere,
«Dişlerinizi fırçalamalısınız,» dediğimiz zaman, «Burası hür bir okuldur »
diyorlardı bize.
1929 yılında
Marriage and Moral adlı eserimi yayınladım. O sırada boğmacadan öksürdüğüm için
yazılarımı dikte ettiriyordum. Bu kitap 1940 da New York’ta hücuma uğramama
sebep oldu. «Evlilikte karşılıklı uygunluk çok kez umulamaz. Karıkoca nasıl
serüven geçirirse geçirsinler, iyi bir arkadaş gibi kalmalıdırlar» diye
yazmıştım. Elbet böyle bir evlilikte çocuk da olmamışsa boşanma en iyi sonuçtu.
Kolay boşanma üzüntüleri hafifletirse de, evlenme konusunda güçlü düşüncelerim
yoktu henüz...
1930 yılında The Conquest of Happness kitabımda
mutluluk, kişisel mutsuzluklar ve sosyalekonomik sistemlerin getirdiği
değişikler üzerine bilgiler veriyordum. Okuyucular bu kitabı kendi görüşlerine
göre üç ayrı bölümde incelediler. Yanlış yorumlamayan okuyucular beğendikleri
için çok satıldı.
Kodamanlar iler
tutar yerini bırakmadılar, alaya aldılar. Profesyonel ruhbilimciler aksine çok
beğendiler. Kitabım böylece değerlendi. Kimin görüşü doğruydu? Bilemiyordum.
Fakat uzun hayatımın deney süzgeçinden geçerek, kendi kendimi bularak tam
zamanında yazmıştım ba kitabı.
Bundan sonra birkaç
yıl çok üzüntülü yaşadım. 1931 Kristmasını (Noel) A.B.D. den dönerken
Atlantik’te geçirmiştim. Chrisümas at Sea (Denizde Kristmas) adlı yazımı, en
büyük gazetenin sahibi olan Hearst’e yayınlamak üzere göndermiştim.
Ben Dora’dan
ayrıldıktan sonra, o, İkinci Dünya Savaşına kadar okuldaki işine devam etti.
Çocuklarımızı Dartington okuluna göndermiştik. Oradan çok memnundular. 1932
yazını Carn Voel’de geçirmiştim. Sonra burayı Dora’ya verdim. Burada Education
end Social Order kitabım yazdım. Okul derdi kalmayınca bana karşı olanlara
yazılar hazırlamağa başladım. Bütün gücümü kitap yaz mağa verdim...
1931 yılında A.B.D. de turnedeyken Norton
Yayıneviyle kontrat yapmıştım. 1934 yılında bu yayınevi Freedom and
Organisation (1814-1914) eserini çıkardı. Bunu Patricia Spence (daha çok
tanınan adıyla Peter Spence) ile beraber hazırladık. Çalışmadan çok memnun
kalmıştım. Yazının bir kısmının hazırlandığı Portmerion oteli de hoşuma gitmişti.
Otelin sahibi arkadaşımdı: Clough Williams Ellis... İyi bir mimardı. Eşi Amabel
de yazardı. Otelde bize çok ilgi gösterdi.
Son kitabımı da
bitirdikten sonra, Telgraf Evi denen evimize dönerek Dora’ya başka bir yerde
oturmasını rica ettim. Çünkü kardeşimin ikinci eşini geçindirmek için paraya
ihtiyacım vardı. Ayrıca Dora’yı ve çocuklarımı da geçindirmek zorundaydım. Üstelik ben de acınacak haldeydim.
Parasızdım. Artık halk eskisi gibi kitap okumuyordu. Tabiî bu sırada popüler
eser de veremiyordum. Kalifornia’ da, gazeteler kralı Hearst’ın kendi şatosunda kalma teklifini
kabul etmeyişim de gelir kaynağımı kurutmuş oluyordu. Hearst’ın gazeteleri bana
her hafta yazacağım makaleler için yılda 1.000 sterlin (25 bin lira)
vereceklerdi.
Telgraf Evi güzeldi.
Satmaktan başka çarem yok, diye düşündüm. Fakat bu evin önemli bir bölümü
okuldu. Satmak kolay değildi. Burada kalmağa ve evi alıcılara cazip göstermeğe
çalıştım.
Kanarya adalarına
kadar uzanıp bir tatil yapayım dedim. Çok dinlendirici oldu bu. Ne yapacağım bilmez
halimi üstümden atmış, yaratıcı muhayyileme kavuşmanın sevinci içindeydim.
Harbin korkunçluğuna
dair bir eser hazırlamak istiyordum. Kitabımın adı Which Way to Peace? (Barışa
Hangi Yoldan Varılır?) dı. Birinci Dünya Savaşındaki tutumumu, sükûneti salık
veriyordum. Ayrıca, bir dünya devleti kurulduğu zaman ayaklanmalara karşı
kuvvet kullanmanın doğal olacağını söylüyordum. Fakat harp başkaydı. Hiç
kimsenin vicdanı bu felâketi kabul etmemeliydi. O günlerde ortalık iyi değildi.
Havada harp kokusu vardı. İmparatorluk Almanya’sının üstünlüğünü ister
istemez kabul ediyorduk. Bu tehlikeli bile olsa, dünya savaşının önlenmesini
istiyorduk. Nazilerin inat, kaba, tutucu, akılsızca davranışlarını gördüm. Bu
güçlükler içinde ben hâlâ sükuneti savunuyordum. 1940 yılında İngiltere
kuşatılma tehlikesiyle karşılaştığı zaman, Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi,
yenileceğimize kesinlikle inanıyordum. Olanaklar çok sınırlıydı. İkinci Dünya
Savaşından sonra, acılar çekme pahasına da olsa, zaferi elde etmek zor
olacaktı.
Hayatım boyunca mukavemetçi olmamak
düşüncesine tamamen bağlanmadım. Polise ve yasalara saygım vardı. Bunların
lüzumuna da inanıyordum. Ta Birinci Dünya Savaşının lüzumsuzluğunu açık açık
söylediğim zaman da böyle düşünüyordum.
Mukavemete karşı gelmek, şiddetli
olmayan bir davranış, en sağlam yoldu. Hep bunu yayıyordum. İngilizlerin
Hindistan’ında Gandhi böyle zafere ulaşmıştı. Fakat böyle bir sonuca varmak
için erdemli çalışmalar gerekmekteydi. Hintliler demiryolu üzerine mi
oturmuşlar? Otoriteler trenleriyle geçiyordu üstlerinden, Hintliler
ölüyorlardı. Barış sevgisi, vatan sevgisiydi onları yaşatan. İngilizler
anlamadılar bunu.
Hiçbir zaman aşırı
düşünceler ortaya koymak istemem. 193240 yılları arasında olaylar öyle gelişti
ki, görüşlerimde değişmeler oldu. Fakat ihtilâlciliğe kadar gitmedi bu. Hiç
karşı koymadan olmaz. Kabul ediyorum. Birinci Dünya Savaşı bence yok yere
çıkmıştı ama, İkinci Dünya Savaşının birçok nedenleri vardı.
Peter Spence’le bir
buçuk yıl beraberdik. Ona derin sevgilerle bağlandım. The Amberley Papers’de
babamın kısa hayatını yazdım. Sanki fildişi kulede yaşamıştı babam. Modern
meselelerden hiç haberi yoktu. Onun radikalizmi kendisini mutlu kılmağa
yetiyordu. Bütün hayatı boyunca gittiği yolun doğru olduğuna inanmıştı.
Aristokrasinin imtiyazlarına karşı çıkmıştı. İster istemez onun nimetlerinden
yararlanmıştı, o da başka...
Onlar bolluk içinde,
konforlu bir ömür sürmüşlerdi. Ümit dolu dünyaları olmuştu. Ben onları haklı
buluyordum. Anılarım onlara bir evlâdın vereceği sevgiyle doluydu. Çok
önemliydi bu benim için. Fakat kendimi çıplak gerçekler devrinde gördüğüm zaman
onlardan uzaklaşıyordum.
Bundan sonraki
eserim Power, A New Social Analysis kitabıydı. İster sosyalist olsun, ister kapitalist, hürriyetsiz bir dünya
düşünülemezdi. Liberal deyimleri kullandığım taze canlılık içinde bir dünya...
Hâlâ da bu düşüncedeyim. Bence bu kitabın önemli tezi, hürriyetin gerçekleşeceğini ümit etmekti.
Marksizmden, klâsik ekonomik sistemlerden belgeler verme yerine, onların
paylaştıkları öz düşünceler üzerinde duruyordum. Zenginlik yerine güçlü olmayı,
basit toplumsal düşünceleri, pratikte kullanışlı olacak toplumsal adaleti,
kuvvet eşitliklerini anlatıyordum. Demokratik olmadıkça devlet idarecilerinin
gelişemiyeceğini, idarecilerinin kuvvetlerine gem vurulmalarının çarelerini
söylüyordum. Tezimin bazı bölümleri kitabımdan alınarak, Burnham’ın Managerial
Revolution’unda halka mal edildi.
1936 yılında Peter
Spence’le evlendim. Bir yıl sonra yavrum Conrad doğdu. Ne mutluyduk!
Conrad’ın doğumundan
birkaç ay sonra Telegrapb House denen evimizi satabildik. Birdenbire iki teklif
gelmişti. Biri Polonya’lı Prensten, öbürü bir iş adamından. Arttırmada ev iş
adamında kaldı. Çok para harcadığımdan elimde bir şey kalmıyacak diye
korkuyordum.
Bu güzel evden
ayrılırken elbet pek üzüldük. Ağaçlarını, çayırını, kuleli odasını, aydınlığını
sevmiştik. Kardeşimin küçüklüğünden beri tam kırk yıldır biliyordum burayı.
Ayrılmak kolay olmadı.
Power (Kuvvet)
eserimi bitirdiğimde düşüncelerimin yine teorik felsefeye doğru kaydığını
anlıyordum. 1918 yılında zindandayken eğilmiştim bu meseleye. Ondan önce hepten
cahiliydim. The Analıysis of Mind’i yazdım. Aynı konuda birçok makaleler de
hazırladım. Fakat söylenecek daha çok şey vardı. Logical Pozitivistlerle
görüşlerim uyuyordu. Bazı bölümlerde Emricism’den, yeni Skolatizme doğru
kaymalardan kurtulmalıydı.
Oxford’a davet
edildim. Konuşma konusunu kendim seçtim. «Words and Façts» Kelimeler ve gerçek
anlamına gelen bir konuşmaydı bu. Bunu 1940 yılındaki An Inquiry into Meaning
and Truth’un yayınlanması izledi.
Oxford yakınında bir
ev satın aldık. Bir yıl kaldık burada. Ziyaretimize yalnız bir Oxford’lu bayan
gelmişti. Pek saygıdeğer kişiler sayılmıyorduk. Bize karşı ilgisizdiler.
Cambridge’de de böyle olmuştu. Bu eski kültür kentlerini görgü kurallarına
uymayan yerler olarak tanıdım.
Albert Einstein’den
Caputh bei Potsdam
Waldstr, 7/8 den
14 Ekim 1931
Waldstr, 7/8 den
14 Ekim 1931
Sevgili Bertrand
Russel,
Uzun zamandan beri
sana mektup yazmayı ne kadar istiyordum. Sana karşı duyduğum derin hayranlığı
belirtmek arzusuyla doluydum. Senin mantığında açıklık, önem ve sağlamlık var.
Felsefe ve insanlık meselelerini kapsayan eserlerinde bizim kuşak için benzeri
bulunmaz örnekler var.
Dışardaki objektif
olayları sana bildirmeyi lüzumsuz görüyorum. Ama pek de tanınmamış bir gazeteci
bugün ziyaretime geldi. Onunla konuştuktan sonra hemen sana yazmak istedim.
Ulusların karşılıklı anlaşmaları konusunda, halk eğitimi alanında
çalışmaktayım. Metodumuz devlet adamları ve gazetecilerin sistematik olarak
bütün ülkelerde yazılar yazmaları, birlik kurmaları olacaktır.
Dr. J. Revesz
yakında İngiltere’yi ziyaret edecek. Onun projeleri, düşünceleri hakkında kısa
bir konuşma yaparsanız, faydalı olur kanısındayım. Belki kararsızlık
gösterirsiniz, ama onun projeleri sizin de dikkatinizi çekecek kadar ilginçtir.
Derin
hayranlıklarımla.
Not: Mektubuma cevap
vermeğe lüzum yoktur.
Sizin
A. Einstein
A. Einstein
Telegraph House
Harting, Petersfield
7.1.1935
Harting, Petersfield
7.1.1935
Sevgili Einstein,
Çok zamandan beri
sizi davet etmek istiyordum. Fakat bu yıla kadar sizi çağırmak için bir evim
bile yoktu. Artık bu engel kalktı. Sizi bir hafta sonu için olsun beklemekle
sevineceğim. Ayın 12, yada 19 u benim için uygun olacaktır. Ondan sonra altı
haftalık İskandinavya ve Avusturya gezilerim başlayacak. 12 ve 19 ncu günler
uygun değilse, Mart’ın ikinci yarısına kadar sizi bekliyorum. Gelişiniz bize
zevk bahşedecektir. Dünyanın fizik ve insan meseleleri üzerinde konuşuruz.
Düşüncelerinizden çok faydalanacağız.
En içten
saygılarımla
Bertrand Russel
1938-1944
1938 Ağustosunda Kidlington’daki evimizi de
sattık. Bir gecede evden çıktık. Alan adam böyle istemişti. Bir karavan
kiraladık. Günümüzü Pembrokeshare sahillerinde geçiriyorduk. Peter, ben, John,
Kate, Conrad ve üç çocuğu, hep bir aradaydık. Conrad’ların köpekleri Sherry’yi
de söylemeliyim. Hele hava yağmurlu olduğu zaman, karavanın içinde sıkışıp
kalıyorduk. Bazan çekilmez oluyordu bu. Eşim Peter, yemek yapmağa bile usanmağa
başlamıştı artık. Sonunda John ve Kate Dartington’a döndüler. Peter, Conrad ve
ben de A.B.D. yoluna koyulduk.
Chicago’da büyük bir
seminer tertip etmiştim. Oxford’daki gibi konferanslara başladım. İki heceli
konferansımızın adı Amerikalıların hoşlarına gitmemiş. Böyle giderse hizmette
kusur edeceklermiş. Konferansların adını, «The Correlation between Oral and
Somatic Motor Habits» diye değiştirmek zorunda kaldım. Böylece seminerim ilgi
göldü. Çok güzel bir çalışma oldu bu. Üç ilginç öğrencim vardı: Dalkey, Kaplan
ve Copoliwish. Sık sık tartışıyordum onlarla. Sonunda anlaşıyorduk. Ama felsefi
tartışmalara seyrek giriyorduk. Seminerin dışında Chicago’daki hayatım hiç de
iyi değildi. Kaba bir kentti. Kötü bir havası vardı. Kent başkanı Hutchins
benden hiç hoşlanmamıştı. Bir yıllık anlaşma bitince, ayrılacağım zaman
memnuniyetini belirtmişti.
Kaliforniya Üniversitesinde
profesör olarak yeni işime başladım. Renksiz, soluk, çirkin Chicago’dan
ayrıldığım zaman şiddetli kış vardı. Kaliforniya’yı ilkbaharın güzelliği içinde
buldum. Mart sonuydu. Ancak Eylül ayında işe başlıyacaktım. Boş zamanımda
konferans turuna çıkmalıydım.
1939 yazında A.B.D.
de ilk çocuğum beni ziyaret etti. Az sonra savaş başladığından onları
İngiltere’ye göndermek olanağı kalkmıştı ortadan. Öğrenimlerine burada devam
etmeleri en doğrusu olacaktı. John 17 yaşındaydı. Kaliforniya Üniversitesine yazıldı.
Kate 15 indeydi. Üniversite öğrenimi için daha küçüktü. Arkadaşların
salıklarına uyarak, Los Angeles’teki en yüksek akademik standartları bulunan
bir okula gönderdik. Sonradan anladım ki, bu okuldaki öğretim sistemi, kızımın
da bilmediği kapitalist düzenin faziletlerinden ibaretti. Onu da üniversiteye
yazdırmak zorunluğunu duydum. 193940 yıllarında iki çocuğumuz da bizimle
beraberdi.
Yaz aylarında
yakınımızda olan Santa Barbara’da ev kiraladık. Güzel bir yerdi burası. Fakat
sırtımda bir ağrı başlamıştı. Siyatikten bir ay sırtüstü yatmak zorunda
kalmıştım. Böylece konferanslarımın hazırlanması gecikmiş oluyordu. Gelecek
akademik yıl için de çok çalışmak gerekliydi.
Buranın akademik
havası Chicago’yu bile aratıyordu. Halkı için bir şey diyemem. Bulunduğum yerin
başkanı düşüncelerimin tam karşısında olan bir kişiydi. Bir konferansçı çok
liberal konuşursa, bu adam konferansın kötü, olumsuz olduğuna karar verir, onu
kürsüden indirir, çıkardı işin içinden. Fakültede bir miting mi oluyor, uzun
çizmelerini giyip başa geçer, onun arkasından gitmemek kimsenin haddine
değildir. Herkes onun kaşlarını çatarak bakacağından korkar, titrer. Hitler
yönetimindeki Reichstag toplantılarını andırıyordu bu.
1939 sonlarına doğru (193940 akademik yılı
sonlarına doğru) New York Kolejine profesörlüğe çağırıldım. Kaliforniya
Üniversitesi Rektörlüğüne bir yazıyla ayrılacağımı bildirdim. Mektubumu
gönderdikten yarım saat sonra, New York dâvetinin kesin olmadığını öğrendim.
Üniversite rektörlüğüne giderek istifamı geri aldığımı bildirdim. Fakat o bana
artık çok geç olduğunu söyledi. Bundan çok memnundu.
New York Koleji’nin
yöneticilerinin başında Yahudi ve katolikler vardı. Kolej, kent belediyesine
bağlıydı. New York Belediyesi de Vatikan’ın uydusu durumundaydı. Kolej öğretmenlerinin
akademik özgürlükleri vardı. Şüphesiz bana salık verilecek konular belliydi.
Önce bir Amerikan papazı aleyhimde söylentiler uydurdu. Polise durum
bildirildi. Bir hanımın kolejdeki kızı (ki bir kez bile karşı karşıya
gelmemiştim) hakkımda dâva açtı. Kızların faziletleri için kolejde bulunmamın
tehlikeli olduğunu ileri sürdüler. Bu benim değil, aslında New York
Belediyesinin aleyhineydi. 1957 de çıkan Ben Niçin Hristiyan Değilim adlı
kitabımla onlara güzel bir cevap verdiğime inanmaktayım.
Hemen bir toplantı
yaptım. Bunun benimle ilgisi olmadığını anlattım. Belediye istediği kadar
savunsun, davayı karşı tarafın kazanacağından endişeliydim. Davacı mahkemede
eserlerimi okuyarak, sefih, ar ve haya duygularını kabartan, sert, dar fikirli,
yalancı, manevî değerlere sırt çeviren kimse diyor, bayağılık sözcüğüne ne
sığarsa hepsini bir bir sıralıyordu. Bir an sustuktan sonra hücumlarına devam
edince, özür dilemelerini istedim. New York Belediyesi özürü reddetti.
Aleyhimdeki bazı şeyler ise fantastik hale gelmişti. Güya pek körpelere şeytanî
şekilde mastürbasyonun cezaya lâyık bir şey olmadığını söylüyormuşum.
Amerika’ya has bir dalavera şebekesi
karşıma dikilmişti. New York Bölgesi nüfus memuru açık açık: «Katranlıyarak tüy
dikmeli ve memleketten kovmalı!» diyerek suçluyordu beni. Artık bütün A.B.D.
içinde yanına varılmayan, tehlikeli kişi olmuştum. İstenmeyen adamdım. Konferans turuna
çıkmıştım ama, aleyhimdeki dalaveralar yüzünden ancak bir tanesini verebildim. Yahudi hahamı kontratımı feshetti. Fakat
umurumda değildi bu. Onlar beni istemeseler, bana konuşacak yer vermeseler bile, ben halkın
karşısına çıkabilirdim. Başka yerlerde de çıkabilirdim. Fakat katolikler beni
linç ederlerdi. Polis de seyirci kalırdı buna. Gazetelerden, dergilerden
hiçbiri benim yazımı yayınlamağa cesaret edemiyorlardı. Bütün geçim
kaynaklarımın kuruduğunu anlıyordum. İngiltere’den para getirtmeme yasalar
engel oluyordu. Bu beni büsbütün perişan ediyordu elbet. Üç çocuğum da vardı
yanımda. Birçok liberal düşünceli profesörler bu durumu protesto ediyorlardı.
Dr. Barnes — Argyrol kâşifi — ve Philadelphia’daki Barnes Vakfının sahibi
pratik bir çare bulmuştu. Vakfından bir yıllık konferans kontratı imzalattı
bana. Konusu felsefe olacaktı. Böylece zor durumdan kurtuluyordum. İngiltere’ye
dönemediğim için bu konferanslar beni kurtarmasaydı, çocuklarımın üniversite
öğrenimi de aksayacaktı.
1940 yılıydı. A.B.D.
deyken aklım hep İngiltere’deydi.
İngiltere
kuşatılacak mıydı acaba? Londra hâlâ yerinde miydi? Postacımız da biraz sadist
zevkli olacak ki, bir gün: «Yeni haberleri duydunuz mu?» dedi. «Bütün Londra
yıkılmış. Bir tek ev bile kalmamış.» Neye inanacağımızı şaşırmıştık. Eylül
olmuştu. İngiltere galiba kuşatılmayacaktı.
A.B.D. deki son
günlerimi Princeton’da geçirdim. Göl kenarında küçük bir evde oturuyorduk.
Oradayken Einstein’i de gördüm. Evine gittim. Onunla, Gödel ve Pauli’yle
konuştum. Konuşma bazı yerde sıkıcı oluyordu. Çünkü üçü de Yahudi’ydi.
Menfadaydılar, kozmopolittiler. Almanlara has metafizik düşünceleri vardı.
Princeton toplumu,
A.B.D. gördüklerimle karşılaştırırsam, daha içtendi. Oğlum John donanmaya
girmek için İngiltere’ye gitti. Japonca öğrenmeğe başlamıştı. A.B.D. de durmak
istemiyor, vatanıma geçmeyi arzuluyordum. Zorluklara karşı bir çare arıyordum.
Washington’a gidip, lord olduğum için parlâmentodaki görevimin geri verilmesini
isteyecektim. İdarecilerin de buna can attıklarını sezdim. Sonunda İngiliz
elçiliğine gittim. Onlara dedim ki: «Bu savaşı faşizme karşı mı yapıyorsunuz?»
Onlar, «Evet,» dediler. Kararsızlıkla: «Şimdi
diyorum ki, siz tatbikçisiniz, ben yasa yapıcısıyım. Beni görevimi yapmaktan
uzak tutarsanız, siz faşitsiniz...» Gülümsediler. İznimi çıkardılar. Mayıs
1944 de memleketime döndüm.
Kaynak: Bertrand Russell Anıları, Çeviri: Dr. İlhan Akçay, Deniz Yayınları,
1970, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar