Beyaz Arif AKBAŞ YAZILARI
Engellilik ve hastalık başta olmak
üzere; çekirdek ailenin çöküşü ile birlikte insanlar giderek yalnızlaşmaya
başladı. Bazen kendime; ne oluyor bu insanlara yahu, diye soruyorum. Özellikle
yaşlılar derin bir toplumsal izolasyon neticesinde yalnızlığı daha trajik bir
şekilde yaşıyor. Gençleri ise başta 'Facebook' olmak üzere çeşitli sosyal ağlar
ve bilgisayar dünyası yalnızlaştırıyor. Ve böylece
yalnızlığın modern dünyada büyük bir sorunsala dönüştüğünü görüyoruz.
Peyami Safa'nın "Yalnızız" diye muhteşem bir romanı var.
Romanın prolog kısmında şöyle ilginç bir diyalog geçiyor. Satırları yavaşça ve
sessizce okuyorum:
"- Seni sevmek istedim
bir an için. Böyle bir his gelip geçti. Geçmedi daha. Fakat geçer. Böyle birçok
hayallerim var: Simeranyam var.
-Kim o? Sevgilin mi?
-Hayır, sevgilim başka. O bir
memleket, Simeranya, dünyada olmayan bir yer. Benim icadım. sıkıldım mı,
kendimi oraya atarım.
-Ne hoşsun. Beni de götür
oraya.
-Simeranya'da yalan yoktur.
-Kadın yok mu?
-İnsanlar gölgelerdir.
Konuşmadan anlaşırlar. Birbirlerinden hiçbir şey saklamazlar. Seni görür görmez
bir Simeranya kadınına benzettim. Elbisenin içinde yalnız ruhun var. Yüzün bir
örümcek ağı. Gözlerinde sen dolusun. Gurur ve yalan yok. Seni sevmek istiyorum.
Bu bir hayal. Simeranya gibi sen de yoksun. Yaratıyorum seni ben, kendi arzuma
göre, ismini sakın söyleme bana. Birbirimizi bir daha görmeyeceğiz."
Peyami Safa, yalnız anlarda belki
sığınmak için romanda böyle olmayan bir dünya kurguluyor. Benzer bir şekilde
güçlü yalnızlık duygusu Tanpınar'ın 'Huzur' romanında da işleniyor. Aslında bu
yalnızlık duygusunu insan her an her yerde hissedebiliyor. Ve yalnızlık bir salgın
gibi histerik bir şekilde dalga dalga yayılıyor. Artık "hepimiz çirkinleşen bir dünya da yalnızız!"
Yine aynı romanda bu tema daha
ilginç bir şekilde "Yalnızım, evet
yalnızız. Yani, bak, büyük kalabalıkların ortasında, insan denilen sosyal
varlık kendi iç dünyasının mahpusu halinde, şifasız bir yalnızlığa mahkum.
Yalnızım, evet herkes yalnızdır, yalnızız. Bütün ihtilaflarımızda
yalnızlıklarımız çarpışıyor. Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile
kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır" denilerek dile getiriliyor.
Yalnızlık salgını hakkında birkaç deyiş:
"Bunca insan
yalnızken neden bunca insan yalnız. Madem hepimiz yatıyoruz neden yalnız
yatalım?" (Kaybedenler Kulübü)
"Kalp mi insana sev
diyen yoksa yalnızlık mı körükleyen? Sahi nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı
yoksa yanan ateşe dokunmak mı?" (Şems-i Tebrizi)
"Sevmek; güzel
birinde aşkı aramak değil. O kişide, bilmediğin bir zamanın beklenmedik bir
anında, kendini bulmaktır." (Dostoyevski)
"Bir derin kuyuya
benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine: ama bu taş dibe inecek olursa, deyin
bana, kim çıkarabilir? Yalnızı incitmekten sakının! Ama incitecek olursanız,
eh, artık öldürün de!" (Friedrich Nietzsche)
"Bakmayın etrafımda
çok insan dolandığına; sırılsıklam yalnızım aslında." (Edip Cansever)
"Kendini yalnız
hisseden kimse için her yer çöldür." (Anton Çehov)
Yalnızlık hakkında daha pek çok
söz işitilir aslında...
Yeni yapılan araştırmalara göre
geçtiğimiz son 10-15 yıl içinde insanların kronik yalnızlığı en az % 20
oranında artmıştır. İnsanların artık kimseden habersiz yalnız öldüklerine dair
haberlere gazetelerde sık sık rastlıyoruz. Aslında bu insanlığın çöküşünün
trajik bir habercisidir. Yavaş yavaş ve yalnız kalarak ölüyoruz da bundan bi
haberiz...
Bugünlerde hiçbirşey yapmak
istemiyorum. Caddeler de yürümek te istemiyorum. Çoğunlukla insanları da bir
zaman kaybı olarak görüyorum. Daha doğrusu görmek istemiyorum. Bu kış
günlerinde dışarda kar yağarken sadece odamda yalnız kalıp huzurla uyumak
istiyorum. Sadece yalnız kalmak için dua ediyorum. Ve şu an farkediyorum ki
bende yalnızlık hastalığına tutulmuşum. Muhayyel mekanlar kadar benim içimdeki
yalnızlıktır trajik olan. "Yalnızlık, bir sigara külü kadar yalnızlık." (S. Karakoç)
Kaynak:
Beyaz Arif AKBAŞ, MODERNITE ve ALEGORİ, Yalnızgöz Yay.Edirne ,2013 https://archive.org/details/ModerniteVeAlegori_201309
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
**
Mihail
Bahtin gibi bende uzun yıllar Kazakistan'da yaşadım. Hayatım bir karnaval gibi
geçti diyebilirim yani. Bu uçsuz bucaksız memlekette dolaştığım günlerde kaldığım
mikrayonun (küçük sanayi kenti) Sibirya soğuğu gecelerinde Sovyetlere özgü tek
gözlü eski tip evimde nice saatler Dostoyevski, Tolstoy, Dante, Proust gibi
yazarlarla hasbıhal ettim. Sonra bir gün, haziran ayıydı sanırım Joyce'un
"Ulysses" adlı eserini okumaya başladım. Bazen evimdeki radyodan
dinlediğim müzik (çoğunlukla Rus operaları) ve romanın kurgusal atmosferi beni büyülü diye
tarif edebileceğim bir dünyaya sokuyordu. Her neyse, Joyce'tan ne derece
etkilendiğimi şu an tam olarak kestirebildiğim söylenemez fakat yine de
yaşanması güzel günlerdi. Fredric Jameson'dan devşirdiğim bir ifadeyle
söyleyecek olursam "Ulysses" benim için o günlerde gerçekten de
büyülü bir anlatı idi. Neden böyle söylüyorum çünki bazen yaşamış olduğum tek
bir gün bile uzun bir romans tadında oluyordu.
Birkaç
hafta önce Kadıköy'de damla sakızlı acı kahvemi ve sigaramı içtikten sonra
hemen yakınlardaki Kabalcı Yayınevine uğradım. Raflara göz atarken Joyce
hakkında oldukça hacimli ve sıkı hazırlanmış bir biyografi eserine rastladım.
Kitabın fiyatı cebimdeki son parayı da bitireceği için korktum, bir anlık alıp
almamakta tereddüt yaşadım. Sonra eski geçmişte kalan güzel günlerin hatırına
paraya kıyıp kitaptan bir
adet edindim. Richard Ellmann'ın 'James Joyce' kitabı bana göre yazar hakkında
yapılmış olan çalışmaların en nitelikli olanlarından biridir. Üstada göre;
Ulysses'in büyük yazarı, kelimelerle günlük dildeki sadeliği işleyerek, anlatımına
yüksek bir değerde zenginlik katmış ve her olguyu net bir bakış açısıyla
irdeleyerek sui generis bir üslup yaratmıştır. Aslında bu sadelik diye
anlatılan şey benim bir önceki paragrafta dile getirdiğim özlemlerimle aynı
şeydi. Epikürvari sade bir yaşam eminim birçok kişiye bende olduğu gibi tatlı
bir huzur verebilir.
"Ulysses"i
bir büyülü anlatı olarak kabul etmem sadece benim duygusal iç dünyamla alakalı
bir durum. Eseri farklı şekillerde okuyup, değerlendiren pek çok Batılı
eleştirmen ve edebiyatçı var örneğin. İlk elden aklıma gelen birkaçı; Gordon
Bowker, Stuart Gilbert, Anthony Burgess, Morris Beja, Andrew Gibson, Harold
Bloom vb.. daha pek çok dilimize çevrilmemiş Joyce biyografisi vardır. Ünlü
entelektüel Uberto Eco'nun da bizde pek bilinmeyen "Joyce
Konuşmaları" diye bir kitabı vardı. Frank Budgen ise 'Ulysses Yapıtı ve
James Joyce' diye apayrı bir çalışma hazırlamıştır. Joyce'un Zürih yıllarında
(Yaklaşık olarak 1918-19 civarı) geçen olayları anlatır. İngiliz ressam Budgen
ve yazar; yürümek, konuşmak veşarap içmek için
neredeyse her gün bir araya gelirlermiş. Budgen, bu dostluğun neticesinde
kaydettiği kayıtlar sayesinde bu kitabı oluşturmuştur. Joyce'un nemrut torunu
yayımlanmasına nasıl izin verdi tam olarak bilemiyorum. Bunun gibi Joyce üstüne
yazılmış sayamayacağım kadar çok kitap var. Ne demişler; Sanat uzun,
yaşam kısa.. Okumakla da pek bitecek gibi gözükmüyor bunlar. Arı misali tadı,
kokusu hoşumuza gidenden seçmek gerekiyor öyleyse.
İrlanda
edebiyatını bizde Murat Belge okumaya başladıktan sonra keşfettim/sevdim desem
yeridir. Joyce'un kimi eserlerini de usta bir şekilde çevirerek dilimize
kazandıran yine Sayın Belge'dir. İlk önce Ellmann'ın bu biyografisini okuyup
sonra Joyce'un kimi eserlerini Belge çevirisinden okursak sanırım daha çok
yararlı olur. Ellmann, biyografisinde bu konuda "Onun sözdizimi, kendine
has bir matematiksel kurgu niteliğindedir; yapısöküm bilinmeden Joyce metinlerinin
anlam derinliğine vâkıf olunamaz. Satırların arasındayken birden kendinizi
İrlanda vadilerinin melodik gölgelerinde bulabilirsiniz" diyerek dikkatli
bir şekilde uyarıyor. Ellmann, biyografisini kronolojik bir şekilde bolca resim
ve arşiv malzemesi süsleyerek/kullanarak hazırlamış. Yazar, Joyce'un Dublin,
Pola, Roma, Trieste, Zürih ve Paris günlerini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
Kendi adıma benim en çok Ölüler'in, Hayal Gücünün ve Ulysses'in dayandığı zemin
kısımları hoşuma gitti. Bu arada biyografinin tamamını okumadığımı itiraf
etmeliyim. Nasıl tamamını okuyacaksın ki zaten, 966 sayfalık ömür törpüsü bir
eser. Bu tip kitapları bir kaynak eser olarak gerekli kısımları farklı
zamanlarda okumak daha iyidir. Burada övünerek söyleyeyim ki bu biyografiyi değil
ama Ulysses'in kendisini baştan sona okuyarak bitirmeyi başardım. (Nevzat
Erkmen çevirisinden) Bu arada geçen hafta Ulysses'in bir başka çevirisine
rastladım. Armağan Ekici kitabın yeni bir çevirisini yapmış (Norgunk) fakat
görmek nasip olmadı.
Benim büyülü
bir anlatı ve kendisine çağıran bir eser olarak gördüğüm Ulysses, rivayet
olunur ki Vladimir Nabokov'un uykularını kaçırırmış. Benimde kaçırıyor. İşin
dedikodusu bir yana gerçekten kıskanılacak kadar güzel bir eser yazmıştır
Joyce. Kitap bazı kimselerce 'entel' işi olarak görülmüş ve anlaşılmaz
bulunmuştur. Bu eseri daha rahat bir şekilde okumak için Nevzat Erkmen'in
ayrıca hazırlamış olduğu "Ulysses Sözlüğü" faydalı bir metin. Bizde
bu kitaba en çok benzeyen eser rahmetli Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"
kitabıdır. Tutunamayanlar'da benzer şekilde/teknikle yazılmış bir yapıttır
diyebiliriz. Her neyse yazı çok uzun oldu sıkıldım. Joyce 'un diliyle söylersem
'Okuyucumdan beklentim, bütün hayatını yapıtlarımı okumaya adamasıdır.' Kimse
anlamıyor mu? Son sözleri.
Kaynak: Beyaz Arif AKBAŞ, MODERNITE ve ALEGORİ,
Yalnızgöz Yay.Edirne ,2013
**
Rahmetli
Mehmet Ali Aybar,
Türkiye'deki sol
hareketin önde gelen isimlerinden biriydi. Aybar yıllarca "Türkiye'ye özgü
sosyalizm" şeklinde ifade edebileceğimiz bir sosyalizm anlayışını
savunmuştur. Aybar'la ilgili bizim yerel bir gazetecimiz olan Hamdi Ökte'den
ilginç bir anekdot dinlemiştim. Bir gün Aybar'ın Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP)
lideri olduğu günlerde bazı solcu gençler üstadı ziyarete gelmişlerdi. Aybar'ın
evinden içeri girerken bu gençler, ayakkabılarını çıkarmadan halıların üstüne
basarak içeri dalmışlardı. Bunun üzerine Aybar gençleri uyarmış ve evin bir
Müslüman evi olduğunu belirterek gençlerden ayakkabılarını çıkarmalarını
istemişti. Bu kısa hikâyecikten anladığım kadarıyla Aybar'ın sosyalizm
fikirleri halkın değerleriyle uyuşmakta ve aynı hassasiyetleri sergilemekteydi.
Aybar, Türkiye'de sosyalizm tarihinin son özgün kişiliklerinden biridir.
Türkiye'deki
sol kesim içinden gelip ülkenin manevi değerleriyle barışabilmiş kişileri akla
getirdiğimizde Cemil Meriç, İdris Küçükömer ve Kemal Tahir
gibi orijinal görüşlere sahip münevverlerimizi zikretmemiz gerekir. Bunun
yanında klasik kemikleşmiş ve içi boş sol entelektüeller bu saydığım isimler
dışında Kemalizm ile örtüşmüş ve dine karşı çoğunlukla hınçla dolu olmuştur.
Sosyolojik açıdan hiçbir ideoloji halkın manevi değerleri ile barışık olmadığı
sürece asla geniş kitleler tarafından hüsnü kabul görmez.
İnsan merkezli bir sosyalizm şiarı
isteniyorsa; halkın manevi değerlerine saygılı olmayı öğreneceksin. Güya sol
tandanslı CHP, ilk kurulduğu dönemden beri halkla din konusunda çatışmalı olmuş
ve halka her zaman elitist bir tavırla yaklaşmıştır. CHP hiçbir zaman halkın
partisi olmamış her zaman statükocu olup insanların inançlarıyla ilgili olarak
Kemalist dünyagörüşü
dışındaki insanları 'gerici' yaftasıyla itham etmiştir. Dersimde katliamını
yapan bir zihniyet ya da şapka muhalefeti nedeniyle insanları acımasızca infaz
eden bir düşünce nasıl sol veya sosyalist olur anlamak mümkün değildir. Bunun
adı sol falan değil olsa olsa Franco tarzı bir diktatörlük rejimidir. Bugünkü
CHP'de zaman zaman yine aynı anlayışı sürdürdüğünü dil sürçmesi olarak olsa
bile itiraf etmektedir.
İdris
Küçükömer'in ortanın solu denen kesimi eleştirmek için yazdığı; 'Düzenin Yabancılaşması' ndaki fikirlerine bakıldığında, Türkiye'nin
"solcu"larının neden 'gerici' olduklarını geniş halk kitlelerinin
manevi değerleriyle barışık olmamalarına ve halkın değerlerine yabancı
kalmalarına bağlar. Hatta fikirlerini o hadde götürür ki Türk Milli
Kurtuluş Savaşının antiemperyalist değil, bir Yunan-Türk savaşı olduğunu
söyler. Ortanın solu yeri geldikçe hani biz sizi kurtardık söylemine yatar ve
alttan alta dindarları aşağılamak için bir fırsat kollar ya işte buna yakın
dönem tarihinin yeniden yazılması gerektiğini söyleyerek karşı çıkar Küçükömer.
Ya hu kurtarmasaydınız keşke diyesim geliyor, bir sömürge yönetimi olsaydı
eminim bundan kat be kat daha az can yakıcı olurdu. Yıllarca Türkiye'de 'sivil
toplum' ilişkilerinin kurulmasının önündeki en büyük engel hep bu sol kisvesine
bürünmüş din düşmanı, faşist ve saldırgan, ötekileştirici, dışlayıcı Paretto
sosyolojisi tabiriyle söylersek 'elit kesim' olmuştur.
Üzülerek
söylüyorum dünyadaki sol hareketler düşünüldüğünde Türk solu bir yığın
duyarsızdan ibarettir. Kemal Tahir çizgisi ise yıllarca sola göre yeterince ve
hakkıyla solcu olmamakla itham edilmiş, sağa göre ise din konusunda yeterince
hassas olmamakla suçlanmıştır. Kemal Tahir, yazdığı bütün eserlerinde Türk
halkını yaşatan ne varsa, ona sahip çıkılması gerektiğini söyler. Bu kapsamda
din, gelenek, inanç, adetler, üretim ilişkileri, dil vb. konusunda daha
insancıl yaklaşılması gerektiğini vurgular. Kemal Tahir'in yerli sosyalizm
arayışları onu kaçınılmaz bir şekilde yalnızlığa sürüklemiştir. Kargaların
arasında bülbülün sesi kısılmıştır. İnsan Türkiye'deki sol adına yapılanları
düşündükçe sol düşünceden değil belki ama solcu geçinen insanlardan soğuyor.
Kaynak:
Beyaz Arif AKBAŞ, MODERNITE ve ALEGORİ, Yalnızgöz Yay.Edirne ,2013
https://archive.org/details/ModerniteVeAlegori_201309
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
"Postmodernizm, İslam ve
Akıl" kitabının yazarı Ernest Gellner, Orta Avrupa'nın son dönem önemli
mütefekkirlerinden biri olarak görülmektedir. Bu yakınlarda "Dil ve
Yalnızlık" (Kabalcı; 2013) diye bir kitabı daha; Aysu Oğuz tarafından
güzel bir şekilde çevrilerek dilimize kazandırıldı. Kitabın giriş kısmı sevgili
oğlu David Gallner kaleme almış. Hemen hemen otobiyografik özellikler taşıyan
bu kitap, Ernest
için uygun bir son çalışmadır. 1959 yılında Wittgenstein'ciliğa yaptığı
eleştirilerle ismini duyurduğu 'Words and Things' çalışmasından başlayarak
'Uluslar ve Ulusçuluk' (1983) ve 'Nationalism' (1997) çalışmalarımda kapsayan,
bunun içine yıllar yılı Malinowski hakkında yazdığı makaleleride kapsayacak bir
öz çalışma niteliğinde. Kısaca "Dil ve Yalnızlık" Wittgenstein,
Malinowski ve Habsburg ikilemini inceliyor.
Birkaç gün
boyunca bu eşsiz kitaptan edindiğim izlenimler ışığında
Türkiye'nin bazı
meselelerine değinmeye çalışacağım. Her ne kadar demin bahsettiğim konular
kışkırtıcı bir entelektüel duyarlılığa hitap etse de Gellner'in kendimce farklı
bulduğum bazı kavramlarını ödünç alarak Türkiye'nin bu son dönemdeki histerik, hasta
görüntüsünü analiz etmeye çalışacağım. Bu noktada sözümü daldan budaktan da
esirgemeyi düşünmüyorum.
Kitabı
okurken bazı kavramların altını çizmişim. Gallner'in özellikle "Parya
Liberalizmi" dediği kavrama takıldım. Bir alıntı şöyle ki; "...Kendi çabalarıyla yükselmiş olan yeni
insanlar, özellikle de toplumsal kabul ve tanımlamaları kısmı, sallantıda ve
kararsız olduğu için doğal olarak liberalizme kapıldılar. Yeni milliyetçiliğin
ayrıcalıklı ve komünalci eğilimlerinden korunmak için iyi bir nedenleri vardı.
Etnik çoğulculukla etno-şovanist olmanın önüne geçen imparatorluğun var olmaya
devam etmesini ve açık, etnik olmayan bir devlet ve bireyler toplumu
doğrultusunda hareket etmesini istemek için her türlü nedene sahiptiler."(s.72) Bu
aslında son 28 Şubat darbesinin neticesinde tersine dönen bir sürecin ilişkisi
bağlamında da okunabilirdi. Türkiye'deki modernist İslami çizgi AKP iktidarıyla
birlikte çevreden merkeze yönelmiş ve çevre bizzat merkezin kendisine
dönüşmüştür. Belki halka hizmet hakka hizmet karinesiyle kurulmuş bu partinin
"akil"leri bile ilkin böyle bir şeyi tahayyül edemiyordu. Bugün
ülkeyi yöneten ve kendini muhafazakar demokrat kimliği ile ön plana çıkaran
kesim aslında bir parya liberalizminden başka bir şey değildir.[Burada parya'yı olumsuz bir şekilde kullanmıyorum;
ezilmişleri temsil eden sınıf gibi] Müslüman kılığındaki sahte Müslümanlar
aldıkları ihalelerle ve yeni ayak uydurdukları kapitalist dünya cenneti ile huzurlu ve mutlu olacaklarını sanıyorlarsa
aldanıyorlar. Müslümanlık baştan aşağı dünyevileşen bir din değildir. Bünyesi
böylesine çirkin bir algılayışı asla kaldırmaz.
Yıllar
önce Ankara'da karşılaştığım Mehmet Küçük'ün Vadi Yayınlarından çıkan "Modernite, Versus, Postmodernite" isimli
derleme kitabını okurken ilginç bir cümleye rastlamıştım: "Bir padişah gitmiş, yüzbinlerce bürokrat (Bugün
için parya liberalisti desek daha iyi olur) kisvesinde minik padişahlarımız
gelmiş. Burada itiraf etmek istiyorum en az Kemalist elitler kadar yeni burjuva
Müslümanlara da kızıyorum. Ne tuhaf! Şeytan Müslüman kılığında da karşıma
çıkıyor. Şarkın hüzünlü sesi Muhammed İkbal gibi diyesim geliyor;
"Sığındım Müslümanlardan Müslümanlığa..."
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Tekasür suresini okurken yanına birisi gelmiş. Ona:
"İnsanoğlu
malım malım der. Halbuki ademoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve
sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var?
Gerisini ölümle terk eder ve insanlara bırakır." demiştir.
Başbakan'ın bir konuşmasında belirttiği gibi bizler "fani" olan
kullarız. Öyleyse Müslümanlığına çokça vurgu yapan bu toplumdaki mal ve madde
sevgisi niçin zirve yapıyor? Kul hakkı gözetmeden neden insan onuru ayaklar
altına alınıyor? Madde, dünya hayatının çekici süsüdür. Kısaca boş bir hevestir
ve asla saadet getirmeyecek bir zihniyet kirlenmesi/aşırılığıdır.
Gallner,
kitabında bir önceki pasajda yer alan sözleri o mağrur Avusturya İmparatorluğu
dönemi için söylüyor. Türkiye'deki parya liberalizmi ve Müslümanların çirkin
durumları ortadır. 300-500 liralık ipek eşarbı takan Müslüman kadının, bilmem
kaç bin liralık otomobil değiştirmenin hayalini kuran muhafazakar sağcının,
ellinci evine bir tane daha katmayı düşünen hacı amcanın bana göre elitist CHP
anlayışından bir farkı yoktur. Her ikisi de kirli ve niteliksizdir. "Nitekim doğal olarak kapıldıkları felsefe, bilgi
edinimini, servet kazanımını, güzellik yaratımını öncelikli bireysel başarı
olarak gören bireyci- liberal bir kültüre asimilasyonlarına, eski köklerinden
ayrılışlarına değer verir." (A.g.s.) Bugün Müslümanlar için parya
liberalizmi dediğimiz şey hangi açıdan bakılırsa bakılsın etik olarak eksik bir
gelişmeyi ifade etmektedir. Neticede bu da bir gelişim fakat bayağı ve
merkezinde Müslümanlığın olmadığı bir dünyayı temsil eder. Boşuna Şeyh-ül Ekber
sizin taptığınız tanrı benim ayağımın altındadır dememiştir. Tapılan bu tanrı tüm ihtişamıyla "para"dır.
Unutmamak gerekir ki Müslümanlar bu 'Tanrı'ya değil Allah'a taparlar.
Kaynak:
Beyaz Arif AKBAŞ, MODERNITE ve ALEGORİ, Yalnızgöz Yay.Edirne ,2013 https://archive.org/details/ModerniteVeAlegori_201309
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
**
Avusturya
Macaristan
imparatorluğu dönemi yazarlarından büyük romancı Robert Musil'in adını
edebiyatla uzaktan yakından ilgilenenlerin duymayanı yok gibidir. 'Niteliksiz
Adam', (Der Mann Ohne Eigenschaften) başlı başına bir "building" roman.
Aslında modernizmin ismine mal olmuş bir yapıttır desem yeridir. Bu tarz
yenilikçi ve öncü yazarlar deyince benim aklıma hemen Joyce, Kafka, Melville,
Woolf, Nabakov, Foulkner, Proust gibi isimler geliyor. Üstat tıpkı benim gibi
üniversite yıllarında özellikle Nietzsche, Dostoyevski, Ralph Waldo Emerson ve
Ernst Mach gibi önemli filozof ve edebiyatçılarla ilgilenmiş. Yirminci yüzyılın
roman sanatına ölümsüz
bir katkı yapmış yazarlar arasında Musil'in yeri benim gözümde daha farklı ve
biriciktir.
Musil,
1921'den ölünceye kadar "Niteliksiz Adam" taslakları üstünde çalışmış
ilginç bir insandır. Ve daha ilginç olanı sözünü ettiğim bu roman asla
tamamlanmamıştır. Gerçi tamamlanmadan kalan kısmı olan romanın son bölümü bile
yazar öldükten sonra yayımlanabilmiştir. Asla sonu gelmeyen bir zamanda sonu
gittikçe silikleşen bir manzara gibidir 'Niteliksiz Adam'. Başka bir yönüyle de
Avrupa'da yaklaşan felaketi öngörebilen önemli bir edebi başarıdır bu eser. I.Dünya Savaşı'nın
çıkması Musil'in insanlık hakkındaki gelecek öngörülerini ne yazık ki haklı
çıkarmıştır.
Niteliksiz
Adam, kelimenin tam anlamıyla bir geçiş döneminde yaşayan insan prototipidir.
Arada kalmış insancıklar boşluktadır yani araftadır aslında. Musil'in
"İmpkralya" diye adlandırdığı bu dönem; bir çöküş sürecindeki
imparatorluğun yıkıntıları arasında yaşayan bireyleri ve toplumun modernizm
çalkantılarını ve çılgınlıklarını sergilemeyi amaçlar. Romanın başkahramanı
Ulrich'tir. (Yanlış hatırlamıyorsam Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' kitabında da
bir yerlerde ismi geçiyordu.) Ulrich, tuhaf bir o kadarda ilginç bir
karakterdir. Biliyorum ki Ulrich'te insan gibi kat kat çelişkilerden örülmüş
bir varlıktır. Hem geleneği hem de yeniye doğru olan anlayışı temsil eder. Hani
Tanpınar; "Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında.." der ya
öyle bir durum. Aslında tüm sorun Ulrich'in çelişkilerle dolu yaşamı ve bu
çelişkileri nasıl giderebileceği hususundadır.
Musil, "Sanat sanat içindir",
anlayışı yerine "Sanat hayat içindir"
anlayışını benimsemiş/savunmuş bir yazardır. Böyle söylenmesine rağmen O;
toplum için sanatından en ufak taviz vermeyecek kadar da dürüsttür. "Bir
yazarın meşhur olmadan yaşaması normaldir; yaşamını sürdürmeye yetecek kadar
okurunun olmaması ise utanç vericidir" der üstat. Gerçektende öyle, gerçek
bir sanatçı ne para ne de şöhret peşinde koşan kişidir. Musil, yaşamı boyunca
paradan nefret etmiş ve entelektüel yönünden asla taviz vermemiştir. Kısacası
kolaycılığa kaçıp paranın ve toplumun fahişesi olmamıştır. Gerçek bir sanat
adamıdır bu yüzden! Musil, yaşarken günümüz romancıları gibi ne çok tanınmış ne
de çok para kazanmıştır. Yaşadığı dönemde çağının insanlarının nasıl niteliksiz
ve kalabalıklar içindeki gölgelerden ibaret olduklarını betimler. Tüm dehasına
rağmen Musil'in yazgısı hayatının son yıllarında Nazizm ve II. Dünya Savaşı
tarafından domine edilmiştir. Sonra Musil'in adı geçen yirmi yıl boyunca unutuldu.
Sükut suikastına kurban gitti. Tekrar hatırlandığı ve romanı'nın yeniden
yayımlandığı tarih 1953'tür. Aradan geçen onca zamanda Musil'in bu ölümsüz
yapıtı saklı bir aşk gibi mükemmelleşmiştir. İleri'de Robert Musil'in
felsefesini konu alan bir yazı yazmak istiyorum. Tabi romanı tekrar okumayı
göze alabilirsem..
Kaynak:
Beyaz Arif AKBAŞ, MODERNITE ve ALEGORİ, Yalnızgöz Yay.Edirne ,2013
https://archive.org/details/ModerniteVeAlegori_201309
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
İngiliz
sinema yönetmeni Charlie Chaplin, (Şarlo) ile ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanın
usta yazarı Marcel Proust arasında nasıl olup ta bir ilişki ve bağlam
kurulabilir diye eminim merak edecek olanlar çıkacaktır. Kayıp Zamanın
İzinde, bir buçuk milyon civarında kelimeyle yazılmış dünyanın en büyük ve
en karmaşık (bazılarınca sıkıcı) yapıtlarından biridir. Kitap oldukça farklı
bir zaman metaforu içinde şekillenir ve yaşanan maceranın peşi sıra sürdürülen
yolculuğun tüm halkaları Swann’ların Tarafı’yla, Çiçek Açmış Genç Kızların
Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp ve
Yakalanan Zaman ile tamamlanır. Eserin ilk kitabı olarak bilinen “Swann’ların
Tarafı” oldukça ünlü olup Swann’ın Bir Aşk’ını anlatır. Roman büyük
ölçüde geçmişin ayak izlerini takip eder. Romanın yirminci yüzyıl edebiyatı
üzerine büyük bir etkisi vardır; birçok ünlü ünsüz kimse bu büyüleyici üslubu
parodik bir şekilde taklit etmeye yeltenmiştir.
Proust’un
yedi ciltlik eseri onun en önemli çalışmasıdır. Bizdeki tercümeleri dikkate
alındığında; çevirinin bir komisyon tarafından yapılmadığı düşünülürse, (Yakup
Kadri ve Roza Hakmen) eksik tarafları yine de mazur görülebilir. Zaten
Karaosmanoğlu’nun tercümesi tek cilt ile sınırlıdır. Bu eser için tüm dünyada
kullanılan; ‘dev’ tanımlamasını sanıyorum ki fazlasıyla hak eder. Eser bu
haliyle (Yazar öldüğü için tamamlanamamıştır yani bitmemiştir.) hem uzunluk hem
de istemsiz bellek olmanın en ünlü örneğidir. Bu durum biraz da Bergsoncu
sezgisellik ve maddi bellek teoremi ile ilişkilendirilebilir. Ayrıca
Proust, Bergson’un 1891 den 1893 kadar Sorbonne’da verdiği derslere
katılmıştır. Proust’ta Martin Heidegger gibi, Bergson’un bazı kavramlarını
kullanır. Örneğin Proust tarafından istemsiz bellek’in en ünlü örneği olarak
“madeleine” (bir tür kek) epizodu , ‘Kayıp Zamanın İzinde’ en az yarım düzine
kadar yerde geçer. Bu kekin tadını ve kokusunu anımsamak, geçmiş zamanı
anımsamak gibidir. Bu tadı yakalayabilmek için tabiî eserin ya orijinalinden ya
da revize bir çevirisinden okunması gerekir.
Proust, bir
su misali kayıp giden zamanı eserin son kısmında yakalar. Baron de Charlus’un
ana ilham kaynağı olan Robert de Montesquiou, Combray yakınlarındaki Gilberte
evinde kalıyordur. Charlus, artık saygın Verdurin ile yaptığı gece yürüyüşlerinde
sanatın ve toplumun değişen son normları ile tanışır. Mehmet Rifat’a göre
‘Zaman’ın kronolojisini sarsma tekniği, özel adlar dizgesi oluşturularak, üç
farklı dünyanın katmanlaştırılması vasıtasıyla yapıtın yeni öğeleri giderek
kitabın boyutunun artmasına neden olur. Aslında, bence herkesin yavaş yavaş
“Time” (zaman) içindeki geçişlerinin nasıl muazzam bir şekilde gerçekleştiği
olgusu yedinci bölümde, Proust tarafından bir açıklığa kavuşturulmaya
çalışılmıştır. Kahramanların dönüştüğü ve yakaladığı zaman asri olan zamandır.
Yakalanan zamanda aynı kişilerin bir daha yinelenmesi söz konusudur. Rifat’ın
da tespit ettiği gibi roman parçalı, kesintili anlatımın bir başka örneğidir.
Buradan
hareketle “Şarlo”nun zaman mefhumu hakkında birkaç kelam etmeye çalışacağım.
Charlie Chaplin, sessiz filmlerinde Büyük Depresyon’a yer vererek ‘Modern
Times’ (Asri Zamanlar) filminde işçilerin ve fakir halkın kötü durumlarına
dikkat çekmiştir. Chaplin, hayallerinin ve yaratıcılığının sezgisel boyutta
düşünüp de oluşturduğu tüm filmlerin sinema dünyasına yeni yaklaşımlar
katmıştır. Burada tematik ve teknik bağlamda Chaplin ve Proust ilişkisinde
Bergsoncu bir sezgisel ve bellek algısı düşünülebilir. Filmlerinde diyalogları
yazılı olarak farklı bir ekrana geçiş yaparak gösteriyordu bu Proust’un parçalı
kesitli anlatımıyla da örtüşmektedir. Charlie Chaplin’in ilk kez 1914 yılında
yarattığı Küçük serseri (Şarlo) tiplemesine dayanan son filmi ‘Asri
Zamanlar’dır. Yönetmen bu ‘sessiz’ filmi çevirdiği tarihte sinemada ses
yaklaşık on yıldan beri kullanılmaktaydı fakat duyguları bu parçalı tekniğin
daha iyi yansıttığını düşünen Chaplin bu son filmini yine sessiz çekmeyi
yeğlemiştir.
Film’de
kısaca Şarlo, bir bantta monoton bir vida sıkma işinde çalışmaktadır. Yaptığı
sakarlıklar yüzünden buradaki işinden alınarak deneysel bir ‘otomatik yemek
yedirme makinası’nda kobay olarak verilir. Bazı şansız olaylar neticesinde her
zaman bilindik hikâyedeki gibi ortalık karışır. Büyük patronlar çıkan bu
olaylardan ötürü onu deli zannederler ve tımarhaneye yollarlar. Tımarhaneden
çıkan Şarlo elinde salladığı bayraktan ötürü komünist olarak yaftalanır. Sonra
polislerle tartışır ve hapishaneye düşer. Filmin başka bir kesitinde ise
sevgilisi (Paulette Goddard) bir eğlence yerinde dansöz olarak çalışmaktadır.
O’da aynı mekânda garson olarak işe başlar. Yine bir dizi komik olay
neticesinde ortalık karışır. Kızın peşine, kaçtığı yetimhanedekiler düşer. Ve
filmin sonunda; Şarlo ile bu kızı bir yol kenarında yeni maceralara doğru yola
çıkmış bir şekilde görürüz. (Şarlo’nun çoğu filminde bu sahne slaytların
sonunda tekrar eder.) Şarlo’nun yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardır. Bir
şekilde filmin tüm akışı ve kurgusu düşünüldüğünde asri zamanlarında bir kayıp
zamandan ibaret olduğunu çok iyi bir şekilde anlarız. Bu traji-komik sahnelerin
asla sonu gelmez ve zaman sisli sinema perdesinin ardında kaybolur. Şarlo,
Proust’un parçalı kesitli anlatımını sinema perdesine uyarlayan adamdır. Ve siz
bu anlatımın sonucunu Samuel Beckett’in Godot’u misali bekler durursunuz. Godot’un
asla gelmeyeceğini bildiğiniz halde.
Kaynak: Beyaz Arif
AKBAŞ, MODERNITE ve ALEGORİ, Yalnızgöz Yay.Edirne ,2013
https://archive.org/details/ModerniteVeAlegori_201309
http://www.edebifikir.com/author/beyaz
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar