Beyin ve İlaç MEDICATION OF THE MIND
Kimyasal maddelerin beyni ve davranışları
etkileyebilme gücünden yüzyıllardır yararlanılmaktadır. Eski Hint metinlerinde
aşın sinirli ve ajite olmuş hastaları sakinleştirmek için Rauwolfia
Serpentina bitkisinden yapılan bir reçete tanımlanır.
1950'lerde yapılan araştırmalar bitkinin etken maddesinin, yaygın biçimde
kullanılan ilk antipsikotik olma özelliğini sürdüren rezerpin olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Güney Amerika ormanlarından ve Amazon Havzasının batı yakasından
toplanan peyote, meskalin ve diğer "büyülü
uyuşturucular" gibi zihni etkileyen doğal kimyasalların kimyasal
yapısının tanımlanması da aynı döneme denk düşer. Albert Hofmann'ın LSD
sentezi onun şu sözlerinde ortaya çıkan bir diğer ipucunu sağlamıştır: "Tamamen ruhsal olduğu düşünülen bazı
akıl hastalıklarının biokimyasal bir nedeni vardır." Sağlık ve
hastalık üzerindeki bu biokimyasal etkilere dair son otuz yıl içinde yapılan
araştırmalar düşüncelerimizin, duygularımızın ve davranışlarımızın doğası,
hakkındaki düşüncelerimizde devrimci bir dönüşüm yaratmıştır. Ruhbilimsel
teoriler yerini nörokimyaya ağırlık veren görüşlere bırakmıştır ve artık
araştırmalar yeni ve daha güçlü psikotrop ilaç sentezleri yaratmayı amaçlamaktadır.
Bu dönemden önceki gelişmeler ise daha çok
rastlantıya ve şansa dayanıyordu. Duygusal yönden rahatsız insanların akıl
hastanelerinden çıkıp, binlerce insanın yaşadığı topluma geri dönüştürülmesini
sağlayan bir antipsikotik olan torazin, cerrahide kullanılacak yeni bir
antihistaminik geliştirmeye yönelik araştırmalar sırasında beklenmedik bir
şekilde bulunmuştur. Monoamine oxidaz inhibitörleri, bugün hâlâ kullanılmakta
olan antidepresifler, tüberküloz tedavisinde kullanılan bir ilacın duygu
durumunu yükseltici etkisinin tesadüfen farkedilmesi sonucu keşfedilmiştir.
Doğal bir madde olup, günümüzde manik depresiflerin duygu durumlarını
dengelemekte kullanılan lityum, ürik asidin en eritilebilir formu olan lityum
ürat ile ilgili bir deneyde rastgele seçim ve uygulama sonucunda gelişmiştir.
Beynin kimyasal olarak araştırılmasına bu
"tesadüfi" yaklaşım, alıcıların (reseptör) keşfiyle gerçekleşen
kurtarıcı ve birleştirici bir kavramsal hamle olmasaydı böyle devam edip
gidecekti. Beynin kimyasal habercilerinden biri olan sinir ileticilerinin (nörotransmitter)
alıcılarına (reseptörler) uygun olması sıklıkla bir anahtarın kilide uyması
örneğiyle karşılaştırılır. Bu benzetme yardımcı olmakla birlikte alıcıların
anahtar ve kilit gibi maddi ve değişmez şeyler değil de yaşayan ve sürekli
değişen sinir hücresinin zarına yerleşmiş proteinler olması sebebiyle olayı
fazlasıyla basitleştirir. Yaşayan organizmaların bünyesinde bulunan bütün
proteinler gibi alıcıların da yapıları ve biçimleri değişiklikliğe uğrayabilir,
hatta bazı durumlarda yeni veya yapısal olarak benzer sinir ileticilerini kabul
etmek için kimliklerini değiştirebilirler. Psikotrop ilaçların ilk kuşağı alıcıların
araştırılması temelinde geliştirilen "kirli" ilaçlardır. Bu
ilaçlar birden fazla alıcı çiftini etkiliyordu. Buna bağlı olarak da bu
ilaçların birçok yan etkisi vardı, öyle ki bazı hastalar neredeyse
hastalıklarının verdiği sıkıntıları bu yan etkilere yeğliyorlardı. Ancak
yapılan ek araştırmalarla nörofarmakolojistler bilgilerini ve ustalıklarını tek
bir alıcıyı etkilemeyi hedefleyen yeni bir "temiz" ilaç kuşağı
sentezlemeye yoğunlaştırdılar. Prozak,
Zoloft ve Paxil alıcıya
özel ilaçlar geliştirmek için gösterilen çabanın ilk ürünleridir. Bu
serotonin-geri emilme ketleyicilerinin (sinir hücreleri arasındaki sinaps
yarığındaki mevcut serotinin miktarını arttırma güçlerinden dolayı bu adla
anılırlar) depresyon tedavisindeki etkinlikleri, en zor durumdaki hastaların
ve doktorların beklentilerini kat be kat karşılayıp, aşmıştır. Bu ilaçların
belki de en şaşırtıcı başarısı ise depresyonlarına rağmen normal hayatlarını
sürdüren ve bir çok durumda çevrelerine zarar vermeyen hafif vakalardaki
olumlu etkileridir. Bir insanın genel olarak dünyaya dair duygularının ve orada
kendini yerini algılayışının kimyasal bir maddeyle değiştirildiği bu durumda
-ki çoğu zaman bu süreç, ilaç alan kişi bunu çok az yada hiç yan etkisiz
tecrübe edecek şekilde incelikle işler, farklı bir etki söz konusuysa da bunun
için başka birtakım ilaçlar kullanılır- insan zihnine dair ne söylenebilir?
Ahlakçılar ve diğerleri bunun gibi sorular
üzerine kafa yorarlarken, zihin-beyin -değiştiren kimyasalların bir sonraki
kuşağının gelişimi gözler önüne serilmeye devam ediyor.
Çok daha önce Alzheimer hastalığı için ilaç
geliştirme amacıyla yapılan araştırmalar sırasında ilaçla hafızayı
güçlendirmenin mümkün olduğu görülmüştü; bu da gösteriyor ki, toplumun
talihsiz üyelerini kötü durumlarından kurtarmayı amaçlayan çabalar bazen
sağlıklı insanların yararına olabiliyor. Ama insanın sembolleri ve dili kullanan
bir varlık olduğunu ve insanlığın asla bütünüyle kimyayla açıklanamayacağını
asla unutamayız. Freud ve diğerlerinin haklı olarak ısrarla öne sürdüğü gibi,
sözcüklerden, kavramlardan, fantezilerden etkileniriz. Ancak bu, duygu ve
düşüncelerimizdeki rahatsızlıkları düzeltmede ‘ya/ya da’ türünden -ya ‘konuşma
terapisi’ ya da nörotransmitter yaklaşımı gibi-bir yaklaşıma işaret etmez. Bizi
alt üst eden sözcükler ve kavramlar bunu beynimizin kimyasal yapısını
değiştirerek yaparlar ve bu süreçte, bizi tüm diğer yaratıklardan ayıran
İnsanî etkiler için yer ve zaman vardır.
Zihnimiz
ve beynimiz bir paranın iki yüzü gibidir; bir yüzüne baktığımızda oradaki
herşeyin biyolojik olduğunu görürüz, öbür yüzünü çevirdiğimizdeyse insan
zihnini içeren düşünceler, düşler ve görüntülerin öznel dünyasını buluruz.
Bu bağlamda melez varlıklarız; ne
bütünüyle biyolojinin esiriyiz ne de beynimizin yapısı ve fonksiyonlarıyla
üzerimizde yarattığı etkilerden tamamen bağımsızız. Burada, duygusal
bozukluklara yönelik, ilaç kullanımı içermeyen ve beyne mutlak bir gönderme
yapmayan yaklaşımlar olarak tanımlanan çeşitli psikoterapi biçimleri geçerli
olmaya devam edecektir. Duygusal düzensizlikler daima belirli koşullarda
ortaya çıkar; bu koşulların başarılı bir manüpilasyonuyla kişinin buna verdiği
yanıt herhangi bir kimyasal maddeden çok daha yararlı olabilir ya da en azından
bu tasarlanabilir bir şeydir.
Beyindeki 100 milyar nöron hayret verici
ve karmaşık yollarla birbirleriyle etkileşerek, görmeyi, hareket etmeyi,
öğrenmeyi, hafızaya almayı ve düşünmeyi mümkün kılar. Henüz doğmamış bir
bebeğin beyninde, milyarlarca nöron arasında trilyonlarca bağlantı mevcuttur.
Beynin bölümleri ve tek tek nöronlar önce hücre demetleri haline gelirler; bu
kompleksin bağlantılarının kurulması daha sonraki aşamadır.
Yaprakların güneş ışığına doğru uzanması
gibi, bir nöronun lifleri (dendrite) doğru aksonu araştırırken dışarı doğru
büyür ve bağlantı kökleri gibi aksonlar da dışarı verdikleri enerjiyi almaya
uygun nöronlarla bağlanana dek ortalıkta el yordamıyla dolaşırlar. Nöronlar
doğru 'adresi' bulmada ve doğru tertibatla bağlantıya girmede inanılmaz
biçimde kusursuzdurlar.
sipital (artkafa) loblar devreye girer.
Konuşurken ise aktivite beynin daha üst ortasındaki motor bölgeye atlar. Ama,
genellikle, konuşurken sözcüklerin ortaya çıkması için, daha önce zihnin kara
tahtasının bulunduğu yer olarak sözünü ettiğimiz, frontal (alın) loblardaki
faaliyet önemli oranda artar. Bu alanlar arasındaki bağlantılarda, fiziksel
bir zarardan veya vücut biyokimyasındaki bir karışıklıktan dolayı bir kesinti
olması sorun yaratacaktır. Kişi, sözcükleri tasarlayabilir ama konuşmanın
gerçekleştiği alandaki bağlantılarda bir karışıklık varsa bu sözcükleri konuşma
biçiminde dışa vuramayacaktır. Bu rahatsızlık genellikle felçli hastalarda
görülür.
Düşünce, beyin faaliyetlerinin birçoğunda
görülen paralel dağılımlı karmaşık işlemlemenin en ince biçimidir. Düşünce ve
bunu sağlayan dil, dünyayla iletişim kurmanın ve onu temsil etmenin güçlü
sistemleridir. Bu sistemler bize medeniyetler kurma, müziği, dansı, kültürü
yaratma, öğreterek ve kaydederek bilgimizi bir kuşaktan diğer kuşağa aktarma
olanağını sağlamışlardır. Ancak bu gücün de bir bedeli vardır. Zihinsel
faaliyet zincirinin ana halkaları kırıldığında veya zarar gördüğünde bu nazik
sistem bozulur. Depresyon yaşayan veya psikozlu, olmayan sesler duyan, olmayan
şeyleri gören, unutkan veya ürkek biri haline gelebiliriz ve genellikle zavallı
bir varoluşu haline geliriz.
Nörologlar için böyle sorunlu bir zihni
tedavi etmenin en iyi yolları en iyi yol ilaç kullanımı veya cerrahi
müdehaledir, psikologlara göre ise konuşma terapisidir. Göreceğimiz gibi her
iki yaklaşımın da zaferleri ve başarısız olduğu durumlar vardır.
Binlerce yıl boyunca şairler ve rahipler,
deliliği ruhla ilgili bir dert olarak gördüler. Diğer yandan tıpçılar, en
azından Hipokrat’tan beri, akıl hastalığına beyinle ilgili bir hastalık -ama
salgılardaki bir dengesizliğin veya rahimdeki yabancı bir maddenin sebep olduğu
bir beyin hastalığıolarak baktılar. Nihayet yirminci yüzyılda beynin derinlikleri
incelenmeye ve akıl hastalıklarının sebepleri beynin yapısında ve biokimyasal
fonksiyonlarında aranmaya ve bugün akıl hastalıkları diye adlandırdığımız
durumun biyolojik yönü ortaya konmaya başlandı. Daha önceki bölümlerde
gördüğümüz gibi, bugünün nörologları beyne, zaman zaman düzensiz işleyebilen
kompleks paralel-dağılmış bir işlemci organ olarak bakıyorlar. Aşağıda onların
deliliğe bilimsel bir açıklama getirme çabalarından doğan bazı bulguları
inceleyeceğiz.
Şizofreni bir çok insan tarafından yanlış
anlaşılır. Bu hastalık, çoğul kişilik hastalığı olarak bilinen, aynı zihinde
birden çok kişiliğin var olması durumu değildir. Şizofreni iç düşünme
sürecinin parçalanmasını içerir. Paralel-dağılmış işlemci sistem bozulur ve bu
nedenle şizofrenler gerçekliği bütünleştirmekte zorluk çekerler. Kişiliğin
bölünmesinden çok dış gerçeklikle, kişinin kendi dünyasının dışında kalan
kısmıyla ilgili olarak yaşadığı bölünmeden bahsetmek gerekir.
Şizofreni romantik bir hastalık, bir tür
muhteşem delilik veya almaşık ama gerçekliğe ilişkin sağlam bir bakış açısı
olarak resmedilmiştir. Ama düşüncelerin ve duyguların kaotik karmaşıklığı
hasta için harap edicidir. Vincent Van Gogh şaşırtıcı sanat eserleri yaratabilecek
yetenekte bir insandı ama resimlerinin çoğunda yaşadığı gerçekliğe
farklılaşmış bakışını yansıtması, bazı psikyatristlerin onu şizofreniden
muzdarip biri olarak değerlendirmelerine neden olmuştur. Başka psikiyatristler ise Van Gogh'un
hastalığını çift kutuplu (manik depresif) rahatsızlık olarak tanımlamışlardır. Hastalığı
ne olursa olsun Van Gogh bunu engelleyici buluyordu, özgürleştirici değil.
Hayatının yalnızca 10 yılında resim yaptı sonunda da acısına son verecek tek
etkili tedaviye başvurdu: İntihar etti. Akıl hastası olmayı tamamen
reddediyordu. "Şunu bilmelisiniz ki eğer bir
seçme şansı olsaydı kesinlikle deliliği seçmezdim." Erkek
kardeşi Theo'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu. "Bu lanetlenmiş hastalık olmaksızın
çalışabilşeydim neler yapmazdım ki."
Dünyanın her yerinde nüfusun %1'i
şizofreniden muzdariptir. Hastaların tamamen iyileşebildiği depresyonun
tersine şizofreni ömür boyu sürer ve zaman geçtikçe daha da ağırlaşır. Bu
hastalıkla tanılanmış insanların yalnızca %25'i "tedavi edilebilir"
niteliktedir. Antipsikotik ilaç alsın almasın bu ilk grup iyileşir. Bir diğer
%25'lik grup ise ilaç kullanımına olumlu yanıt verir ve antipsikotik ilaç
aldıkları sürece her şey yolunda gider. Bu gruba dahil olanlar bağımsız olarak
yaşayabilirler, evlenebilirler ve düzenli bir işleri olabilir. Kalan %50 ise
çok az bir ilerleme gösterir ya da hiçbir gelişme göstermez ve ömürleri
boyunca yetilerin kullanmaktan mahrum kalır. Günlerini bakım evlerinde,
hapishanelerde, hapisten çıkanların geçici olarak kalabileceği yurtlarda, akıl
hastanelerinde ya da sokakta, kaldırımlarda geçirirler.
Şizofreniden muzdarip insanların çoğu ilk
tanının konmasından itibaren 10 yıl içinde ölürler; bazen bir kavga sırasında
maruz kaldıkları şiddet nedeniyle, ama daha çoğunlukla da kendilerine karşı
uyguladıkları şiddetten dolayı: İntihar.
Şizofrenler genelde hastalığın psikotik
bir döneminde suç işlerler. Örneğin John Hınckley, Jr, Başkan Reagan'ı vurdu çünkü
hastalıklı düşünme tarzı eğer bunu yaparsa ünlü aktrist Jodie Foster'ın aşkını
kazanacağına inanmasına sebep olmuştu. Bu, karısının sigorta parasını
alabilmek için rasyonel bir şekilde onu öldürme planları yapan bir kocanın
durumundan oldukça farklıdır. Gerçekte şizofrenlerin şiddet suçu işleme
potansiyelleri bu suçların medyada şişirilmiş olmasından kaynaklanır;
antisosyal kişilik bozukluğu olan kişi (aşağıda görüleceği gibi) doğrudan
şiddet içeren bir suç işlemeye yatkın olacaktır.
Bir kişiye şizofreni tanısı konulabilmesi
için en azından; bir psikotik evre içeren altı aylık bir hastalık süreci
yaşamış olmalıdır. Psikoz süresince şunlar meydana gelmelidir:
1-) CIA
tarafından yerleştirilmiş bir çiple kontrol ediliyor olduğu gibi garip
saplantılar.
2-) Genellikle
ses duymak biçiminde halüsinasyonlar.
3-) Karışık
düşünceler ve olasılıkla kişinin konuşmasında ve hareketlerinde bir duygu
eksikliği.
Şizofren kişi kendisini çevreleyen
dünyadan gelen duyumsal enerjileri ayırmakta, yorumlamakta ve onlara uygun
yanıtlar üretmekte çok büyük güçlük çeker. Bir şizofren, "İnsanlar
konuşurken sözcüklerin ne anlama geldiğini düşünmek zorunda kalıyorum.
Kendiliğinden bir yanıtın yerine bir boşluk, bir ara oluyor." derken, bir
diğeri durumunu şöyle ifade eder: "Herşey
parçalara ayrılmış bir halde. Resmi parça parça kafanızda oluşturursunuz,
parçalar halinde yırtılmış bir fotoğraf gibi, parçaları biraraya getirip,
fotoğrafı oluşturmak zorundasınız. Eğer hareket ederseniz, korkutucu olur.”
Peki, gerçekliğin böyle bozulmasının
sebebi nedir? Bugün artık şşizofrenin, daha önceleri bazı psikiyatristlerin
varsaydığı gibi kötü bir aile ortamında büyümüş olmaktan değil beyindeki bir
düzensizlikten kaynaklandığı biliniyor. Hastalığın genetik bir kökeni olması
da güçlü bir olasılık. Şizofreniye genel nüfus içinde rastlanma oranı % 1
iken bu oran şizofren kişilerin ebeveynleri, çocukları ve kardeşleri arasında
%15'e çıkar. Tek yumurta _ ikizlerinden biri şizofren olduğunda ise diğer
kardeşin de hasta olma olasılığı korkutucu bir şekilde %48'dir. Bu
istatistiklerin ilginç yanı, genetik olarak aynı yapıya sahip tek yumurta
ikizleri arasında hasta olmayan %52'lik bir oran bulunduğuna göre genetik
dışındaki etmenlerin olduğunu da göstermesidir. Hastalığın oluşmasında rol
oynayan çevresel faktörler de -beyin hasarı veya beyin enfeksiyonu gibi-
olmalıdır.
Beynin birçok alanının şizofreniden
etkilendiği düşünülür. Sinir uyarısının sinapsa gönderilme veya bu uyarıların
beynin farklı bölümlerindeki nöron toplulukları tarafından işlenme
biçimlerinde hâlâ açıklığa kavuşmamış bir dengesizlik var gibidir. Bazı
bilimsel araştırmalar sorunun prefrontal lobtan kaynaklandığını iddia ederken
diğerleri temporal loba dair birtakım kanıtlar sunarlar ama bozukluğun ne
olduğu ya da tam olarak nerede meydana geldiği henüz aydınlığa kavuşmuş
değildir.
Daha önceden manik depresif hastalık
olarak bilinen çift kutuplu bozukluk nüfusun %1-1,5 luk bir oranını etkiler.
Çift kutuplu bozukluk, isminin belirttiği gibi büyük bir fiziksel ve zihinsel
enerji sağlayan bir çoşkuya (öfori) neden olur, bu coşku ilaçların ve alkolün
yarattığı etkiye benzer. Manianın pençesindeki insanlar bu dönem boyunca
kendilerini yaşam sevgisiyle dolu ve dünyanın tepesinde hissedebilirler. Bu
insanlar genellikle hızlı konuşurlar ve hızlı kavrarlar -buna Robin Williams'ı
örnek gösterebiliriz- ancak yalnızca kamera karşısında değil sürekli olarak
bu çoşkuyla doludurlar. Bu doğal coşku muhteşem göründüğüne göre sorun nedir?
Çift kutuplu bozukluğun getirdiği öfori
haftalarca sürebilir. Zihnin manik halinde bulunan insanlar gayet çılgın ve
saçma şeyler yaparlar. Şizofrenler genellikle itkileri yönünde oldukça düzensiz
davranırken, depresifler bozulmuş düşünceleri yönünde uyuşukturlar, ama
maniklerin davranışlarının saplantılı bir yönü varken enerji doludurlar da.
Yaptığı eylemden ötürü ‘Kremlin’ adı
verilen bir Kaliforniya Üniversitesi öğrencisi bombanın imha edilmesine ikna
etmek için Sovyet lideriyle konuşmayı denedi. Brejnev'in kendisine ulaşamadı
ama Politbüro üyelerinden biriyle konuşmayı başardı.
Bütün bunlarda zararlı olan bir şey var gibi görünmese de bu macera ona
850$'lık bir telefon faturasına mal oldu ve ailesi bu parayı ödemekle yükümlü
tutuldu. Ayrıca bu iyi niyetli ama yararsız çaba sonucunda bomba da imha
edilmedi.
Mania, bu durumda olan kişinin, bu ruhsal
fırtınayı izlemek ve ardından parçaları toplamak zorunda olan ailesi için
zararlı ve yıkıcı olabilir. Psikiyatrist Ronald Fieve Moodswing
adlı kitabında, manik bir dönem yaşayan hastalarından birinin davranışlarını
şöyle tanımlıyordu:
“Günde
18 saat çalışarak Virginia'daki kır evi için muhteşem bir havuzu tamamen kendi
başına inşa etti. Daha sonra havuzu halka açık hale getirmeye karar verdi ve
bir köşesine de projenin ödemelerine katkı olması için bir tür ortaklık standı
açtı. Karısı bu işe kendini fazla kaptırdığını söyleyince, küplere bindi ve
onu başka bir kadın için terketmekle tehdit etti... Karısının mıymıntı
olduğundan şikayet ediyordu, bir açık parti vermeye karar verdi ve hemen
hemen yoldan geçen herkesi evine davet etti.”
Çift kutuplu bozukluğa sahip hastaların
hepsi, hiç de pratik olmayan planlarının en sonuna kadar gitmez. Bazıları
mania dönemlerini oldukça verimli geçirirler ya da en azından bunu umarlar. Şairlerden
Anne Sexton ve Walt Whitman, yazarlardan Ernest Hemingway ve liderlerden
Winston Churchill gibi birçok ünlü yaratıcı insan bundan etkilenmiştir.
Büyük depresyon en sık rastlanılan zihin
hastalıklarından biridir. Bazı açılardan erkeklerin %10’u, kadınların %20'si
majör depresif olarak tanımlanabilir. Geçmişte depresyonun psikolojik bir
bozukluktan kaynaklandığı düşünülürdü. Bu görüşe göre depresyona kişisel
sorunlar yol açıyordu. Bugün ise bu kişisel sorunların, kişinin duygu
durumunda, çalışma gücünde ve diğer insanlarla uygun bir iletişim
kurabilmesinde yarattığı olumsuz etkilerin, depresyonun bir sonucu olduğu
düşünülüyor. İlaçla tedavi edilmeksizin, bu depresyon 6 aydan 9 aya dek sürebilir.
Bu hastalığa yakalananların yarısı için bu ilk ve son olur fakat diğer yarısı
üç veya daha fazla kez bu hastalığa yakalanacaktır. Hastalık bazen görünürde
hiçbir neden olmaksızın patlak verebilir veya kanser tanısı, sevilen birinin
ölümü veya suçluluk duygusu gibi yaşamda karşılaşılan önemli olaylarla birlikte
ortaya çıkabilir. Çift kutuplu bozukluk gibi majör depresyon da yaşamı tehdit
eden bir hastalıktır, hastalığa yakalananların %15'i intihar eder; bu, genel
nüfustaki intihar oranının 25 kat fazlasıdır.
Majör depresyonla bilikte kişinin gücünü
tüketen, amansız, derin bir üzüntü görülür. Bu üzüntü sabahları başlar ve gün
boyunca sürer; hastayı gecenin bir vaktinde uyandıran ya da öğlene kadar
yatakta tutan da yine bu üzüntüdür. Depresyonun daha gizli bir başka biçimi de
kişinin yaşama olan ilgisinin kaybolmasıdır. Bir futbol hastası rövanş maçını
unutabilir, normal cinsel hayatı olan kişinin aktif cinsel yaşamına ilgisi
buhar olup uçabilir veya bir baba çocuklarıyla oynamayı bırakabilir.
Bu hastalıktan etkilenenlerin dörtte biri,
daha çok şizofreniyle ilgili bir belirti olan, halüsinasyonlar görür. Sesler
duyabilirler, ölmüş akrabalarını veya cinleri görebilirler; kötü kokular
duyabilirler. Ancak duydukları bu ses onlara şizoid vehimlerdeki gibi mesela "C.I.A. zihnini bir mikroçiple
kontrol ediyor” demeyecektir
de bunun yerine depresyon duygu durumunu yansıtacak şekilde "Aşağılık, şişman ve iğrenç
birisin," diyecektir.
Hem çift kutuplu bozukluk hem de majör
depresyon aile içinde yayılıyor gibidir. Eğer tek yumurta ikizlerinden biri
derin bir depresyon içindeyse öteki ikizin aynı hastalığa tutulma olasılığı
%78dir; bu tek yumurta ikizleri arasında şizofreni için geçerli orandan daha
yüksektir. Gözlemlere ve genler üzerinde yapılan gayretli çalışmalara rağmen
hastalığa neden olan kesin bir gen bulunamamıştır. Ancak yeniden canlanan
çabalar çift kutuplu genler bulma yoluna girmiştir. Genetik bir açıklamanın
eksikliği nedeniyle bazı araştırmacılar bu hastalığın genetik olmadığına,
çevresel etmenlerden -bir beyin enfeksiyonundan, baş yaralanmasından veya
basitçe yaşamın streslerinin birikmesinden- kaynaklanabileceğine inanıyorlar.
Gerçekte stres, majör depresyonun
başlamasında temel bir rol oynar. Araştırmalar depresyon oranının 20. yüzyılda
yalnız ABD’de değil bütün dünya üzerinde önemli oranda arttığını gösteriyor.
Örneğin İtalya'da 1905 ve 1945 yılları arasında doğmuş olanların ancak %8'i 30
yaşına dek bir depresyon girerken, 1945 ve 1955 yılları arasında doğmuş olanlar
arasında bu oran %18'e fırlıyor. Araştırmacılar depresyon oranındaki bu
artışın 20. yüzyıl sonu yaşam tarzının bir yan etkisi olduğundan
şüpheleniyorlar. Çekirdek aile
yaygınlaştı, birçok insan akrabalarının yakınında ya da onları tanıyarak
büyümüyor; aileler çocuklarıyla birlikte çok fazla zaman geçirmiyorlar. Bütün
bu gerilimler depresyona karşı daha savunmasız olunmasına yol açıyor. Ortaya,
stres artı hassasiyet eşittir depresyon biçiminde birleşik bir hastalık tablosu
çıkıyor. Bu hastalıklara nörokimyasal düzeyde gerçekte neyin yol açtığına dair
çok az bilgimiz olmasına rağmen antidepresif ilaçların işe yaradığı gerçeği
gün gibi ortadadır.
Tartışmaya yer bırakmayan bir diğer olgu ise psikoterapidir, özellikle
bilişsel (cognitif) terapi, -salt terapi ya da ilaçla birlikte terapi-
insanları, Winston Churchill'in "kara
köpek" depresyonu dediği şeyden kurtarıp, kendine getirmekte
oldukça etkilidir.
Şu ana kadar duygu durumu ve düşüncenin
düzensizlikleri hakkında konuştuk. Bunlar insanı tüketen hastalıklardır ama
psikiyatrislerin en çok karşılaştıkları rahatsızlıklar çeşitli türdeki
korkuları içerenlerdir. Bu anksiyete durumları posttravmatik stres bozukluğu,
panik atak ve obsesif/kompulsif bozukluk gibi isimlerle anılırlar; bunların
hepsi korkunun çeşitli biçimlerini ve gerçekliğe denk düşmeyen şiddette bir
korkuyu içerirler. Örneğin bir askerin savaş meydanında korku duyması çok
normaldir ama aynı askerin 10 yıl sonra alış veriş merkezine doğru arabasını
sürerken bir panik atak yaşaması hiç de normal değildir.
En genel anksiyete bozuklukları yükseklik
korkusu (akrofobi), kapalı yer korkusu (klostrofobi), örümcek korkusu
(araknafobi), uçmaktan, kalabalık önünde konuşma yapmaktan vb. şeylerden
korkmak biçimini alabilen fobilerdir. Hepimizin iğrendiği bazı şeyler vardır
ancak bunlar bir kişiyi anksiyeteden boğulmuş hale getirene veya yaşamın
temel gereklerini yerine getiremeyecek derecede engelleyene dek fobi olarak
adlandırılmazlar. Nüfusun yaklaşık %10'unun ciddi bir fobisi vardır. Ancak
birçok endişeli insan yükseklikten, uçaklardan, konuşma yapmaktan ya da onu bu
kadar dehşete düşüren durum neyse ondan uzak durarak tedavi olmaksızın hayatını
sürdürür. Açıkçası kaçmak kişinin meslek hayatında bir bedele mal olabilir ve
tedavi olmak ciddi bir fobiyle baş etmekte tercih edilen bir yol olarak düşünülür.
Panik atak, kaynağı belirli herhangi bir
uyarı veya sebep olmaksızın bir dehşet anının kısa ama yoğun ve yinelenen
biçimde yaşanmasıdır. Bu tepkinin, normal olarak bir korku yaratması beklenen
ya da kişinin ilgi odağı olduğu ve sahne korkusu yaşayabileceği durumlarla bir
ilişkisi yoktur.
Atak yalnızca 15-30 dakika sürer ama
dehşet duygusu, sempatik sinir sisteminin harekete geçmesine neden olur ve hormonların
serbest kalması, sırasıyla çılgın bir kalp çarpıntısına, aşın terlemeye ve
titremeye yol açar. Belirtiler, panik atağın pençesindeki insanın ölmek üzere
olduğunu düşünmesine ve kendisini bir acil servise atmasına neden olacak kadar
yoğun olabilir. Panik atak agorafobiyle -bu atakların genellikle gerçekleştiği
yerler olan halka açık yerlere dair duyulan korku ilintili olabilir.
Broken
Brain adlı
kitabında Nancy Andreasen, 27 yaşında bir bilgisayar programcısı olan Greg’i
tanımlar: Bir gün arabasıyla işe giden Greg, her gün geçtiği köprüden geçerken,
küçük arabasının bir kaza anında neye dönebileceğine dair bir görüntü bütün
zihnini zapteder. Arabasının bir bira kutusu gibi ezildiğini ve içinde kanlara
bulanmış halde can çekişerek öldüğünü hayal eder. Daha da kötüsü arabasının
köprüden aşağı yuvarlandığını ve kendisinin de suda boğularak öldüğünü kurar.
İlk panik atak sırasında kalbi hızla
çarpar, nefesi kesilir, dinginliğini kazanmak için kravatını gevşetmek zorunda
kalır. Bu köprü geçme panik ataklarını giderek daha sık yaşamaya başlar ve
köprüden geçmemek için hasta olduğunu söyleyerek işe gitmemeye başlar. Patronu
psikiyatrik bir terapiye gitmesini tavsiye eder. Zamanla gerçekten evden
çıkamaz hale gelir çünkü en yakın alışveriş merkezine gitmek için araba
kullanırken bile bu atakları yaşamaktadır.
Bu dehşet nöbetlerine maruz kalan
kişilerin nörokimyası bu nöbetleri yaşamayanlarınkinden farklıdır. Örneğin
sodyum lactate enjekte edilerek veya karbon monoksit solutarak eğilimli bir
insanda panik atak yaratılabilir. Bu iki madde de kişinin aşırı soluk alıp
verdiğinde olduğu gibi kandaki PH değerinde ani bir düşmeye sebep olur. Beyin
işlevleri normal olan insanlar ve anti depresif alan panik atak hastaları bu
maddelere duyarlı değillerdir.
Duyguların ifade edilmesinde büyük bir
öneme sahip olduğu düşünülen limbik sistem panik atağın harekete geçmesinde
rol oynuyor gibidir. Nörologlar panik ataklardan sorumlu olan bölümü kesin olarak
bildiklerini düşünüyorlar: sağ parahippocampal gyrus. Bu bölge hem panik atak
kurbanlarında hem de normal insanlarda panik merkezi olarak görünüyor. Panik
atağa eğilimli insanların beyinlerinin PET taramalarıyla araştırılması
sonucunda, bu insanların limbik sisteminin bu alanında aşın bir kan akışı
olduğu yani oksijen emiliminin çok fazla olduğu ve normalden daha fazla şeker
tükettiği ortaya çıktı. Sağ parahippocampal gyrus’taki aşırı hareketin, kişinin
o anda panik atak yaşayıp yaşamamasından bağımsız biçimde sürdüğü ortaya çıkmıştır.
Bu, panik merkezinin hassas bir tetiğe sahip olması gibidir. Anti-anksiyete
ilaçları aşırı aktif panik merkezini sakinleştirir.
Obsesif/kompulsif bozuklukta (OB)
insanların kafaları, kovulması çok zor olan ve sürekli tekrarlanan düşüncelerle
doludur. Bu, hoş bir melodinin korkunç bir versiyonunun kafamızın içinde
vızıldayıp durmasını engelleyemememize benzer. Obsesif düşünceler genellikle
şiddet ve kirlenme içeren tecavüzkar ve duygusuz görüntüler, düşünceler veya
itkilerden oluşur. İçten gelen kompulsif itkiler, obsesif düşüncelere yanıt
olarak törensel bir şekilde kendini gösteren tekrar eden davranışlarlar olarak
ortaya çıkarlar. OB'ye maruz kalan insanların sorunu, onları iş, arkadaşlık ve
aile hayatlarına zarar veren bazı davranışlara zorlayan durmak bilmez
düşüncelerdir.
Shakespeare,
Kral Duncan'ın katili rolündeki endişe ve korku dolu Lady Macbeth karakterinde
obsesif/kompulsif davranış modelini çok iyi bir şekilde çizmiştir. Lady
Macbeth, yıkadığı halde ellerinin ölü kralın kanıyla hala lekeli olduğu
düşüncesine takılıp kalır. "Çıkın,
kahrolası lekeler," diye çığlık atar bir yandan ellerini, olmayan kanı
çıkarmak için ovalarken. Oyundaki bir başka karakter onu izlerken şöyle der: "Daha önce böyle şeyler yapmazdı, 15
dakikadır onu izliyorum, sürekli olarak ellerini yıkıyor."
Bir diğer obsesyon da, kişinin araba
kullanırken, gerçekte hissedilen veya görülen hiçbir şey olmadığı halde birine
çarptığını düşüncesi olabilir. Bu düşünceye tepki olarak, etkilenen kişi
dayanılmaz bir kompulsif itkiyle arabayı çevrede döndürür ve "suç
mahallinde" bir beden arar. Ve obsesyon geçene kadar bu hareketi dört beş
kez tekrarlanabilir. Kompulsif itkisini tatmin etmek bu kişiye bir sınavı, bir
işi veya önemli bir randevuyu kaçırmaya mal olabilir.
Obsesif/kompulsif bozukluğa sebep olan
nedir? Freud'a göre bu, suç ve bastırmanın bilinçaltında nasıl garip ve
anlaşılmaz fiziksel belirtiler ürettiğinin klasik bir örneğidir. Ama Freud
bile OB'nin psikanalize özel biçimde direndiğini buldu.
OB'nin genetik bir bozukluktan
kaynaklandığına dair bazı bilimsel kanıtlar vardır. Bir teori OB'nin, her 2000
kişiden birini etkileyen Tourette bozukluğunun alternatif bir biçimi
olabileceği yolundadır. Tourette bozukluğuna yakalanan kişilerin
"tikleri" vardır. Bu tikler onları ağıza alınmayacak sözcükleri
haykırmaya, mırıldanmaya, kafalarını, bacaklarını sallamaya, sıçramaya veya
dillerini şaklatmaya zorlar. Tourette’li bir hastanın ailesinde büyük bir
olasılıkla OB’den muzdarip başka biri de vardır. Bir diğer deyişle OB, Tourette'in
daha hafif bir versiyonudur. OB'nin bu biyolojik açıklaması, Prozak ve Luvos gibi,
bozuklukları kontrol altına alabilen ilaçlarla veya psikoterapiyle kolaylıkla
tedavi edilemediği gerçeğiyle desteklenir. Buradan da OB'nin beyindeki bir
başka nörokimyasal dengesizlik olabileceği sonucu çıkar.
Post travmatik stres bozukluğu (PTSB)
doğal olmayan olaylara doğal bir tepki vermek olarak tanımlanır. Post
travmatik stres bozukluğu elbette ki uzun yıllardır var olan bir hastalıktır
ama bu kadar ciddi bir şekilde gündeme gelmesi Vietnam'dan dönen binlerce
askerlerin bu hastalığa yakalandığının ortaya çıkmasıyla olmuştur. Bu eski
askerler çok yakın mesafeden birini öldürmek zorunda kalmış, isteyerek veya
istemeyerek sivilleri öldürmüş veya yakın arkadaşlarının bir patlamada
paramparça olduğunu görmüş olabilirler. Başka bir travmatik durum da PTSB'yi
başlatabilir; bir itfaiyeci ateş içinde kalmış kurbanları bulamamış, bir ilk
yardım görevlisi korkunç bir araba kazası görmüş veya bir kadın tecavüze ve
şiddete maruz kalmış olabilir. Bu olayların hepsi kendilerine zihinde bir yer
bulurlar ve PTSB belirtilerine neden olurlar.
Bir “Vietnam
gazisi” gece aniden uykusundan uyanıp, battaniyenin altına girebilir veya
bisiklete binerken aklına gelen bir savaş manzarasıyla kendini bisikletin
üzerinden atabilir. Stres, aile üyelerini ve arkadaşları patlamaya hazır bu
yapının hedefi haline getirebilir veya kurban ağır bir ilaç kullanımına mecbur
kalabilir.
Çünkü PTSB kavranması oldukça kolay
olayların başlattığı somut bir anksiyete bozukluğudur. Daha gizemli ve
olasılıkla biyolojik kökenli olan OB'nin aksine, antianksiyete ilaçlarıyla
yapılan tedaviye ve üstü örtülü korku ve öfkeleri açığa çıkaran bir tür
psikoterapiye genellikle olumlu yanıt verir. Araştırmacıları şaşkınlığa
düşüren şey, şiddetli bir savaş veya benzer yoğunlukta gerilimli bir deneyim
yaşayan birçok insanda asla PTSB’nin ortaya çıkmamasıdır. Onların PTSB'ye
dirençli kişilikleri olduğu ortadadır.
Herkesin
birtakım kişilik özellikleri vardır. Bunlar çevremizi nasıl görüp onun hakkında
ne düşündüğümüzü, kendimizle ve diğerleriyle nasıl ilişki kurduğumuzu
belirleyen modellerdir. Bu özellikler esnek olmadıklarında, ciddi
sosyal, kişisel sorunlara yol açtıklarında, bozukluk adını alırlar. Örneğin
hepimiz zaman zaman şüpheci davranırız, ama bir insan karşılaştığı herkese
şüpheyle yaklaşıyorsa bu durum paranoid kişilik bozukluğu olarak adlandırılır.
Bu sakıngan kişilik bozukluğunda kişi, panik atakların bir sonucu olarak
agorafobik olmaz. Bu kişilerin inzivaya çekilmiş gibi yaşamalarının sebebi kendilerine
saygı duymamaları ve reddedilmekten korkmalarıdır.
Bağımlı kişilik bozukluğu olan insanlar da
kendilerine öz saygısı olmayan insanlardır. Karar vermekten acizdirler veya
bundan şiddetle korkarlar ve buna bağlı olarak başkalarına yönelirler. Örneğin
bağımlı kişiliğe sahip bir kadın, maruz kaldığı fiziksel şiddet, kocasının kaçamakları
ya da sarhoşluğu gibi kocasıyla ilgili bir soruna karşı çıkarsa kocasının onu
terk edeceği korkusuyla katlanır. Ayırdetmesi güç olan bu kişilik bozukluğuna
sahip kişiler değişken ve önceden tahmin edilemez bir yapıya sahiptir; bir
hafta inzivaya çekilmiş gibi sessiz ve sakinken, diğer hafta sosyal, gözünü
budaktan sakınmayan bir girişkenlikte, fazla ilaç alan ve baskıdan kurtulmanın
bir yolu olarak büyük hesaplarla borçlanan biri olarak karşımıza çıkabilirler.
Kişilik bozukluğu olan insanlar ailelerini
ve arkadaşlarını büyük stres altına sokabilirler ama genelde sadece kendilerine
zarar verirler. Anti-sosyal kişilik bozukluğunda ise durum oldukça farklıdır. Bu kişiler başkalarının duygularına ve
haklarına karşı duyarsız ve ilgisizdirler, "hasta,"
"sapık" veya "psikopat" gibi adlarla anılabilirler.
Onlu ve yirmili yaşlarında erkeklerin %3'ünün, kadınlarınsa %1'inin bundan
etkilendiği açık bir olgudur, ilaç bağımlılığı, suçlu veya sadist davranışlarda
bu olgunun önemli bir rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Ama psikiyatri dünyası
antisosyal kişiliğin nasıl değerlendirileceği konusunda ikiye ayrılmıştır.
Şiddet suçlularının hepsi bu hastalıktan müzdarip değildir. Bazıları gözle
görülür bir şekilde kötü huyludur; bazılarıysa çektikleri bir acı nedeniyle
diğer insanlardan intikam almak isterler; bazıları da tembeldir ve
çalışmaktansa çalmayı tercih eder. Psikiyatristler ve toplumun diğer kesimleri
antisosyal kişilik bozukluğunu nasıl tanımlayacakları hatta tanımlamayıp
tanımlamıyacakları konusunda net değillerdir. Bazıları onların bir "hastalık kurbanı" değil
"suçlu" olduklarını ve kilit altına alınmaları gerektiğini düşünüyor.
Diğerleriyse, genel suçlu topluluğundan ayrılıp psikoterapiye tabi tutulmaları
gerektiğini iddia ediyor. Tartışma daha da ötelere uzanmakla birlikte en
azından sonuçta suçluları hem kapatıp hem de psikoterapiyle iyileştirmek yoluna
gidilecek gibi görünüyor.
Antisosyal kişilik bozukluğuna sahip
kişiler yasadışı veya kötü niyetli davranışlara olan eğilimlerini 15 yaşından
önce gösterirler ve bu tür davranışlara yetişkinliklerinde de devam ederler; iş
yaşamında, arkadaşlıklarda ve aile ilişkilerinde tutarsızlık ve sorumsuzluk;
sıklıkla kavgayla sonuçlanan pervasızlık ve saldırganlık; sürekli olarak yalan
söyleme.
Bu tip kişilik bozukluklarının sebebi
nedir?
Davranışçı psikologlar bunun kökeninin
çocuklukta yaşanan bir travmaya bağlı olabileceğini söylüyorlar. Antisosyal
davranış bozukluğunda, problem cinsel veya fiziksel bir kötüye kullanma
olabildiği gibi, güçlü bir ebeveyn figürünün eksikliğinin de eklenmesiyle
şiddete ve madde bağımlılığına dayalı bir kültür içine düşmüş olmak da
olabilir. Bu tür durumlarda kişisel psikoterapinin tamamıyla etkili olduğu
kanıtlanmamıştır. Bununla birlikte işe yarar görünen şey, erken ve etkili bir
şekilde müdahale etmek için hem ebeveynlerin hem çocuğun katıldığı, ebeveynlere
de çocuğun davranışlarını daha iyi izlemenin ve daha tutarlı düzeltici edimleri
uygulamanın öğretildiği aile terapisidir.
Bazı bilim-insanları antisosyal ve şiddet
içeren davranışların birçoğunun genlerle geçtiğine ve yakın gelecekte, şiddet
suçu işlemeyi yüksek bir olasılıkla destekleyen bu genleri tespit edecek
testler geliştirileceğine inanıyorlar. "Umduğumuz
ilerlemeler doğrultusunda beyinlerinde şiddet eğilimi bulunan birçok insanı
tesbit edebileceğiz," diyor Houston'daki Tıp Fakültesi'nin Psikiyatri
Bölüm Başkanı Stuart Yudofsky. İddiasını, Amerika'nın ceza temelli adalet
sisteminin, tanıya, engellemeye ve antisosyal bir davranış patlamasına meydan
vermeksizin tedaviye yönelik tıbbi bir modelle yer değiştireceği şeklinde
ilerletiyor.
Beyin-görüntüleme çalışmaları, şiddet
suçlularının frontal loblarının genellikle, şiddete eğilimli olmayan
insanlarınkine göre daha az aktif olduğunu göstermektedir. Katiller arasında
yapılan bir çalışma, saldırganlığı düzenlediği düşünülen frontal lobların bu
kişilerde %75 oranında daha düşük metabolik aktivite gösterdiğini ortaya
çıkardı. Başka çalışmalar da düşük seviyede serotoninin tahrik edici ve saldırgan
davranışlarla bir bağlantısı olduğunu göstermektedir. Ancak bazı
araştırmacıların şiddete meyilli her çocuğa antidepresif ilaçlar vermek
şeklinde gelişebilecek bir çözüme dair kuşkuları var. Onların iddiaları da
saldırganlığın ve şiddet dolu davranışların tehditkar bir dünyaya karşı
üretilen normal yanıtlar olduğu yolunda. İçinde yaşayan herkese ilaç dağıtmaktansa
bu dünyayı değiştirmek daha iyidir.
Her ilkokulda sakin duramayan, ödevini
bitiremeyen ya da dikkatini bir konu üzerinde birkaç dakikadan çok odaklamakta
zorluk çeken birkaç öğrenci vardır. Böyle çocuklar düzene uymazlar, oyunlarda
araya girerler ve eğer sırayla oynanan bir oyunsa sıranın kendilerine gelmesi
için beklerken öfke patlaması yaşarlar. Bu çocuklar genellikle dikkat
eksikliği hiperaktivite bozukluğuyla (DEHB veya DEB) tanılanırlar ve terapiye
getirilen çocukların çoğunluğu da bu gruba girer. Okul çağındaki
çocukların %5 ila %2'sinin bu dertten muzdarip olduğu söylense de bazı
psikiyatrisler bunun sadece "kontrolü zor" olan çocuklara kolayca
yapıştırılan abartılı bir etiket olduğunu söylüyorlar.
Beyin taramaları, DEB tanısı konmuş
insanların beynin dikkat odaklamaya ilgili bölümünde daha düşük bir metabolik
aktivite görüldüğünü gösteriyor. Hiperaktif
çocuklara sakinleştirici yerine Ritalin gibi uyarıcılar verilmesinin sebebi de
budur. Beynin
dikkat-odaklama bölümünü zihnin dümeni olarak düşünün. Dümeni kırık bir tekne
rüzgarla mücadele ederek ilerleyecektir. Kontrolü tekrar ele geçirmek için
yapılacak şey yelkenleri indirmek değil dümeni yerine yerleştirmektir. Ritalin
çocuğun doğal yetilerinin ortaya çıkması için beynin dikkat-odaklama yapısını
uyararak beynin dümenini yerine sabitler.
Psikoterapi, çocuklara olduğu gibi,
hastalıklarına rağmen kendilerini kabul edip, kendilerinden hoşlanmalarına
yardım ederek DEB'li yetişkinlere de faydalı olabilir. Negatif bir özgörüntünün
eşlik ettiği depresyon ve anksiyetenin yenilmesine de yardım edebilir.
Psikoterapide kendilerini üzen düşüncelerden, duygulardan söz ederler ve kendi
kendilerine zarar veren davranış modellerini tanımlarlar. Terapist de
hastaların bu davranışlarını değiştirme yollarını keşfetmelerine yardım eder.
"Niçin felsefede, şiirde veya diğer
sanatlarda başarılı olan insanların tümü melankoliktir?" diye sorar
Aristo M.Ö. 4. yüzyılda. Bugünse yanıt deha ve delilik arasındaki bağlantıya
işaret eden yeni bir araştırmadan geliyor. Psikiyatrisler, ünlü sanatçılar
arasında depresyon ve bipolar bozukluk oranının genel nüfustaki oranından 10
ila 30 kat daha fazla olduğunu saptadılar. Bir diğer çalışma, alkolizme
aktörlerde %60, yazarlarda %41 oranında rastlandığını ancak sıkı-içici olarak
değerlendirilen subaylar arasında bu oranın %10'lara düştüğünü göstermiştir.
Aynı şekilde mühendisler ve astrofizikçiler gibi bilim insanları arasında bu
oran sadece %3 dolaylarındadır.
Depresyonun ve çift kutuplu bozukluğun
iniş çıkışları kişiyi daha fazla duygusal deneyimle yüzyüze bırakır. Yaratıcılık ve Sağlıklı Zihin kitabının
aynı zamanda psikiyatrisi olan yazan Ruth Richards'a göre hastalıkları nın
yarattığı dertlerle hayatta kalma çabası veren bu insanlar hasta olmayanlara
oranla daha zengin bir deneyim dünyasının içine terkedilmişlerdir. Başka
psikiyatristlerin iddialarına göre manik episodda görülen enerji patlaması
zihne, normallik veya depresyon zamanlarında ayıklanıp, yararlı birşeyler
biçimi alabilecek bir düşünce akışı yoğunluğu sağlayabilir.
Besteci Robert Schumann'm durumunda olduğu
gibi mania nöbetleri mutlaka küvetten düşürücü bir nitelik taşımayabilir ama
en sonunda Schumann'm depresyon episodu ölümcül olmuştur. Schumann açıkça,
hipomanianın uzamış bir dönemine -bipolar hastalıkta görülen alışıldık
manianın daha ortalama bir biçimi- girdi ve bu hipomania, Touched with Fire: Manic-Depressive
Ilness ve Artistic Temperament adlı kitabın yazan psikiyatrist Kay
Redfield Jamison'a göre, orjinal bir düşünme biçimiyle sonuçlanıyordu.
Schumann 1840’ta 24 beste yaptı -bu, hemen
hemen önceki sekiz yılda yaptığı beste sayısına eşittir- ve Jamison'un
iddiasına göre bunun sebebi bu bir yıl boyunca Schumann'ın hipomanik olmasıydı.
Hiçbir şey üretemeyip intihara teşebbüs ettiği 1844 yılına kadar üretkenliği
giderek azaldı. Schumann yaratıcılığını yavaş yavaş geri kazandı, tekrar
hipomania nöbetine girdiği 1849 yılı boyunca 27 beste yaparak bir rekor kırdı
ve tekrar depresyona girdi. 1854 yılı boyunca hiçbir şey üretemeyince tekrar
intihara teşebbüs etti. 1856 yılında bir ‘tımarhane'de
kendini açlığa mahkum ederek öldürdü.
Psikiyatristler, ellerindeki güçlü ilaçlan
sanatsal bir dehaya karşı kullanmak durumunda kaldıklarında bir ikilemle karşı
karşıya kalıyorlar. Hastalığı tedavi etmemek intiharla sonuçlanabilirken,
tedavi etmek genellikle yaratıcılığı köreltiyor. Jamison'un yazdığı gibi "Tedavi
edilmeden bırakıldığında manik depresyon çoğu zaman kötüler; bununla birlikte
şiddetli bir depresyona, psikoza girdiğinde ya da öldüğünde yaratıcı değildir.
Mama ve depresyon nöbetleri giderek sıklaşır, şiddetlenir."
Jamison'un umudu bipolar bozukluğu kontrol
altına alacak ama yaratıcılığı köreltmeyecek yeni ilaçların bulunmasında.
Psikofarmokolotikaller olarak da bilinen
zihin ilaçlarını "alıcılar"la birlikte düşünmek gerekir. Alıcılar,
doğru bileşim oluştuğunda “çalışmaya başlayan” hücrelerin yüzeyindeki
proteinlerdir. Alıcıyı harakete geçiren bu molekül, alıcıya anahtarın kilide
uyduğu gibi uyar. Uygun moleküler anahtarla birlikte, alıcı protein biçim
değiştirir ve hücrenin içinde belirli bir harekete yol açan hücre içi bir dizi
olayı başlatır.
Vücudun her yerine yayılmış hücrelerde
yerleşmiş her tür alıcı vardır. Birçok alıcı için hormonlar ve sinir
ileticileri gibi vücudun doğal olarak ürettiği bileşenlerin 'anahtar deliğine'
uyduğu farzedilir. Birçok psikofarmokotikalin yaptığı, alıcıların işine
karışmak ve olayların doğal akışını değiştirmektir. Belirli bir hareketi
engellemek için alıcıları ketleyebilirler veya sinyali daha uzun ve güçlü hale
getirmek için onları açabilirler. Alıcının veya üzerinde bulunduğu nöronun
cinsine bağlı olarak, bu manipülasyonun etkileri, uyarılmadan, yatışmaya ve
öforiye dek uzanabilir. Nöronlarınızdaki alıcılarla oynanması sizi sakinleştirebilir
veya tam tersi bir etki yaratabilir.
O halde psikofarmokotikalleri anlamanın en
iyi yolu alıcıları anlamaktır, alıcıları anlamak için de nöronların nasıl
çalıştığını bilmek önemlidir. Duyumsal nöronlar çevreden bilgi toplarlar. Bu
bilgiler beyin tarafından işleme konduktan sonra soğuk veya sıcak, tatlı veya
ekşi, kırmızı veya yeşil gibi duyumlar şeklinde ortaya çıkarlar. Bu duyumsal
bilgi akışından beyin, dış dünyada neler olup bittiğine dair net bir görüntü
oluşturmalıdır. Daha sonra bu bilgiye en iyi nasıl yanıt verilebileceğine dair
yargılar oluşturulur ve bu yargı, konuşmayı ve hareketleri kontrol etmek üzere
kaslara gönderilir. Beyin, bu büyüleyici süreci nöronların karmaşık şebekesi
ve onların birbirleriyle olan sayısız bağlantısı aracılığıyla yönetir.
Esas olarak nöronlar tüm hayvan türlerinde
aynıdır. Bir cinsten diğerine değişen şey sistemdeki nöron sayısı ve bunların
aralarındaki bağlantıların karmaşıklığıdır. Örneğin bir İstakoz yalnızca birkaç yüz nörondan
oluşan basit bir sinir sistemine sahiptir. Ama marifetli insanoğlunun beyninde
100 milyar nöron vardır ve bu şaşırtıcı miktar Galaksimizdeki
bütün yıldızların sayısına eşittir. Bu nöronların her biri ortalama 10 000
başka nöronla bağlantı içindedir ve bu da yaklaşık 100 katrilyon bağlantıya
sahip, karmaşık bir şebeke demektir.
Bir çok açıdan bir nöron vücuttaki
herhangi bir hücreye benzer. Nöronun geniş hücresi içinde, hücrenin iç
işleyişini kontrol eden ara genetik kopya olan DNA’yı içeren çekirdeği vardır.
Nöronlar, selüler enerji üreten mitokondriye de sahiptirler. Bir nörona özgü
olan şey, diğer nöronlardan haber almak için nöronun bir ucundan dallanan lifleri
(dendrite) ve hücrenin diğer ucundan çıkıp, diğer nöronlarla bağlantıyı
sağlayan axonudur.
Nöronun zarı olarak bilinen dış yüzeyi,
çift katlı bir phospholipid'den
oluşur. Phospholipid'in bir ucu hydrophobic' dir, bu suda çözünmeyeceği
anlamına gelir, diğer ucuysa hydrophilic dir ve suda kendiliğinden çözünür.
Hydrophilic başlar dışa doğru dönerken, phospholipid’in hydrophobic uçları
hücreyi saran sudan gizlenmek için içe doğru dönerler. Çoğunlukla, yağlı zar,
sodyum, potasyum ve birçok protein gibi suda çözünen molekülleri örten deri
işlevi görür. Bir hücre zarı dış dünyayla molekül alışverişi yapmak ve
iletişimi sağlamak için, işlevine bağlı olarak çeşitli şekillerde katlanan uzun
amino asit zincirlerinden oluşan proteinlere sahiptir. Bu protein yüzeyleri
aysberg gibi yağlı zarın içinde yüzerler; büyük kısımları zarın içine
gömülmüştür ve dışarıya ya da hücrenin iç kısımlarına doğru ya da her iki yöne
birden yalnızca uç kısımları çıkar. Zarın içinde yüzen beş temel tip protein
vardır:
Enzimler
molekülleri bir araya toplar veya birbirinden ayırır.
Yapısal elementler belkemiğini oluşturur, hücreye şeklini
verir ve onu diğer hücrelere bağlayan bir yapıştırıcı vazifesi görür.
Pompalar potasyum, klorid veya sodyum gibi
iyonları çekip, pompalayarak enerji yakarlar.
Kanallar sodyum, klorid gibi -iyonlar olarak da
bilinen-basit çözünmüş atomların dışa ya da içe akmasını sağlamak için açılır
veya kapanırlar.
Alıcılar dış dünyadan bilgi almak için sinir
ileticileri ve hormonlar gibi sinyal verici moleküllerle birleşir.
Zihin ilaçlarıyla ilgili olarak beyindeki en
önemli proteinler alıcılar, kanallar ve pompalardır. Nöronlarla diğer hücreler
arasındaki temel fark, her bir nöronun bir diğer nöronla büyük uzaklıklar
boyunca hızlı ve doğrudan bağlantı kurabilmesidir. Bilgi, akson boyunca aşağıya
sinapsa, bir diğer nöronla özelleşmiş bağlantı noktasına, aktarılır. Sinapslar
yoluyla her bir nöron, yüzlerce başka nörondan bilgi alabilir. Sinapsler akson
veya hücre bedenlerinde de bulunsa da, bir nöron, verilerinin büyük bir kısmını
liflerde bulunan sinapslardan alır.
Genel olarak nöronlar, sinapsta
birbirleriyle birleşmezler; aralarında mikroskopik bir boşluk vardır. Sinir
ileticileri serbest bırakıldıklarında bilgiler bu boşluğu atlar. Sinir
ileticileri, asetikolin, dopamin ve serotonin gibi küçük moleküllerdir, kese
diye adlandırılan çok küçük paketlerin içinde birikirler ve gerektiğinde bu
boşluğun içine enjekte edilirler. Bir kez serbest kaldıklarında, her bir sinir
ileticisiyle sadece ona özgü etkileşmesi için özel olarak biçimlenmiş alıcılara
sahip komşu nöron sinapslarına doğru yayılırlar. Yukarıda da belirtildiği gibi
alıcılar kilit ve sinir ileticileri de anahtar gibidirler. Doğru anahtar,
doğru kilide uyduğunda alıcı açılır. Kendine özgü işlevine bağlı olarak alıcı,
mesajı zincirin aşağısına doğru iletmek için bir nöronu uyarabilir veya bir
mesajı geçirme yeteneğini engelleyerek nöronu yatıştırabilir. Daha ilerideki
bölümlerde göreceğimiz gibi birçok psikofarmokotikal, alıcıları ketleyerek veya
aşırı sinir ileticisiyle onları coşturarak işlevini yerine getirir.
Tek bir nöronun verilerini yüzlerce veya
binlerce diğer nörondan aldığını ve mesajların ketleyici ya da uyarıcı
olabileceğini hatırlayın. Nöronun görevi bu sinyalleri düzenlemektir. Sürekli
olarak bir oy sayımı yapmaktadır, 'evet' oyları -uyarıcı sinyaller-, ’hayır'
oylarını ketleyici sinyallersafdışı bıraktığında nöron kendi aksonu boyunca
yandaki nöron gurubuna bitişik sinapslara bu sinyali geçirecektir.
Bununla birlikte beyin bir bilgisayar ve
aksonlar da tel değildir. Bir sinyali, sinapsa ani bir elektrik akımıyla değil
başka bir yöntemle iletirler; kimyanın şaşırtıcı bir yöntemiyle. Evinizin içini
dışarıdan daha aydınlık veya karanlık, daha sıcak veya daha soğuk tutabildiğiniz
gibi, nöron da kendi içinde, zarın diğer yanındakinden oldukça farklı olan bir
sıvı içerir. Zar üzerinde sürekli pompalama yapmak sodyum iyonlarını kovar; bu
da sodyumun dış yüzeydeki yoğunluğunu korur, yani dışarıdaki yoğunluğun
içerdekinden on kat fazla olmasını sağlar. Bu durumda, sanki hücrenin içinde
taze su ve dışarda da tuzlu su vardır. Bu pompalar çok fazla sayıdadır; bir
hücre zan yüzeyinin her milimetrekaresinde bir milyar ile bir trilyon arasında
değişen sayıda pompa vardır. Sodyum iyonları pozitif olduğundan, iyon
yoğunluğundaki farklılık, hücre içi elektriği dışarıya kıyasla negatif kılar.
Fark çok küçüktür; yalnızca 70 milivolt kadar.
Bir nöron aksonu boyunca uzanan kanallar,
dışarıdaki sodyumun hızla içeriye akmasına izin vererek aniden açılabilirler ve
içerinin elektrik yükünü değiştirirler. Nöron, sinyali hemen göndermeye karar
verirse, aksonun tepesindeki sodyum kanalları açılır. Pozitif yüklenmiş sodyum
iyonlarının ani bir baskını hücrenin iç yükünde ani bir değişikliğe sebep olur.
Aksiyon potansiyeli olarak bilinen bu hızlı değişim, bitişik kanal demetlerini
açılmaları için aşağı akıntı yönünde harekete geçirir ve kanal açılışları
dalgası sinapsa ulaşana dek bu böyle devam eder. Bu noktada sinaps, sinir ileticilerini boşluğa akıtmaya
başlar.
Aksonmiyelin denilen yalıtkan bir maddeyle
kaplıdır. Yaklaşık her milimetrede -ki sodyum kanalları bu aralıkla
dağılmıştır- miyelin kılıfı kesintiye uğrar. Aksiyon potansiyeli, sürekli
olarak aşağı aksona yayılmak yerine bir boşluktan yanındakine atlar. Multiple
skleroz (MS) gibi bazı sinir sistemi hastalıkları miyelin kılıfının ayrılmasına
sebep olur. Aksiyon potansiyalleri akson boyunca etkili olarak taşınamazlar;
bu da düşünme sürecinde ve motor denetimde bir takım sorunlara yol açar.
Aksiyon potansiyeli ya hep ya hiç türünde
bir sinyaldir. Tek bir sinir uyarısı, sinapsın yalnızca belirlenen miktarda
sinir ileticisini serbest bırakmasına neden olur. Sinyalin
"volümünü" arttırmak için nöron, sinapsa giderek daha fazla sinir
ileticisi pompalayarak sinyali tekrar tekrar verir. Artan sinir ileticisi
miktarı sinaps sonrası nöron olarak da bilinen, aşağı nöron akıntısı üzerinde
daha güçlü bir etki yapar. Aksiyon-potansiyel ateşlemeleri arasında sodyum
pompaları içerde ve dışarıda 70 milivoltluk fark oluşana dek sodyumu son hızla
iter ve serbest bırakır.
Bu arada sinaptik boşluğun alt kısmındaki
sinir ileticileri gelecek yeni bir sinyalin yolunun temizlenmesi için
kaldırılmalıdır. Bunların temizlenmesinin üç yolu vardır: Sıradan dışarı
sürüklenirler, enzimler tarafından parçalanırlar veya geriye intikal (reuptake)
denilen bir işlemle hücreye geri pompalanırlar. Aslında çok tartışılan Prozak
gibi yeni antidepresanların çoğu sinaps öncesi nöron olarak da bilinen yukarı
nöron akıntısındaki serotonini geriye emen pompalan durdurur. Sinapstan gelen
sinir ileticilerinin geriye intikalinin durdurulmasıyla belirli sinir sistemi
sinyallerinin iletilme gücü önemli ölçüde düşer.
İkinci bölümde zihin ilaçları üzerinde
duracağız ve her bir ilacın nöronları nasıl etkilediğine bakacağız.
Beyin
nörokimyasal bir düzenektir. Nöronlar arasındaki sinaptik
bağlantıların hızı ve verimliliği beynin belirli bir bölümünün nasıl işleyeceğini
belirler. İlaçlar ketleyici sinir ileticilerinin salınım hızını değiştirerek
beynin fazla aktif olan belirli bir bölümünü yavaşlatabilir veya uyarıcı sinir
ileticilerinin geriye intikalini engelleyerek ya da saIınımını teşvik ederek
aktivitesi düşük olan bir bölümünü hızlandırabilir. Gerek yasal gerek yasadışı
zihin ilaçlarında yaşanan sorun yan etkileridir; çok fazla sayıda farklı türden
alıcıyı aktive etme eğilimlerinden dolayı beynin hedeflenen bölümü dışındaki
bölümlerini de ketler veya uyarırlar. Psikofarmokotikallerde ilerleme
kaydedebilmenin anahtarı, her bir işlevin beynin tam olarak neresinde gerçekleştiğine
dair daha fazla şey bilmekte ve beynin çok özel bir bölümünde tek bir tür
alıcıyı etkilemeyi hedefleyen bileşimler geliştirmekte yatar.
Zihin ilaçlarının akıl hastalıklarını
'tedavi etmediğini' unutmamak önemlidir; ilaçlar yalnızca varolan problemlere
rağmen beynin normal işlemesini sağlar. Şizofreni gibi kuvvetten düşürücü ve
ilerleyen bir hastalığa maruz kalmış birinin ilaç alması onun gerçek dünyaya
dönmesini sağlayabilir.
Şizofrenin beyninde tam olarak ne gibi bir
sorun olduğunu kesin bir şekilde bilemiyoruz, bildiğimiz pek az şey de
hastalıkla mücadelede kullanılan ilaçların nöronları nasıl etkilediğine
dairdir. Rauwolfia serpentina Hindistan'da yüzyıllardır uykusuzluğun ve
deliliğin tedavisinde etkili olarak kullanılan serpentina bir bitkidir.
Hint doktorlar 1930 yılında bu bitkiden
yüksek tansiyonun tedavisinde de kullanılabilen bir öz çıkarılabildiğini
keşfettiler; bu, İsveç eczacılık firması Ciba'ya, bitkinin aktif bileşenlerini
ecza olarak ayırma konusunda ilham verdi. Hintlilerin Rauwolfia
serpentina ’yı
çok uzun süredir deliliği teskin etmek için kullanma geleneklerinden dolayı,
bu ecza 1954'de şizofren hastalar üzerinde kullanıldı ve hastaları daha
sakin ve daha az şüpheci kıldığı görüldü.
Bu buluş çok büyük etki yarattı çünkü
beyindeki aktif sayısız sinir ileticisiyle ilgili yapılan araştırılmaların
sonuçlarıyla tam olarak örtüşmüştü. Sonuçta bulunan şey de, bu eczanın sinir
ileticilerinin seviyesini düşürdüğüydü. Daha sonra ticari ismi Thorazin olan
bir diğer antipsikotik ilaç, klorpromazine, 1950'lerin başında anestezik bir
ilaç olarak geliştirildi. Bu ilaçların ikisi de beyinde nasıl bir işlev gördükleri
tam olarak açıklığa kavuşmadan önce şizofren hastalar üzerinde kullanıldı.
En sonunda dopamini ketleyen ilaçlar bulundu.
Beynin farklı bölümlerindeki farklı tipte nöronların farklı sinir
ileticilerini kullandığını hatırlayın. Dopamin, şizofrenide açıkça işlevini
yerine getirmeyen limbik sistem tarafından yaygın olanak kullanılan bir sinir
ileticisidir. Klorpromazine gibi antipsikotik ilaçlar postsinaptik nöron olarak
da bilinen aşağı sinaps akıntısındaki dopamin alıcılarını ketlerler. Dönüşüm
içerisinde ilacın moleküler yapısı alıcıya uyan dopamin molekülü parçasına oldukça
benzer. Ama klorpromazinin uyumu mükemmel değildir ve bu nedenle alıcıyı
gerçekte aktive etmeden ketler. Bu tıpkı elinizde, aynı üreticinin elinden
çıkma farklı kilitler için bir yığın anahtar olmasına benzer. Anahtarlardan
herhangi biri size verilen kilide uyar, ama aslında yalnızca silindiri
çevirir. Vücuttaki klorpromazinle birlikte dopamin alıcıları ketlenir ve fazla
aktif limbik sistem yavaşlar. Genelde birkaç gün içinde halüsinasyonlar kesilir
ve konsantrasyon artar.
Amfetamin ve kokain gibi uyarıcılar limbik
sistemin dopamin alıcı sisteminde tam aksi etki yaratır. Bir aksiyon
potansiyeli, dopamin salınımını sağladıktan sonra sinaps öncesi nöronu, bir
sonraki sinyali hazırlanmak için boşluğun dışındaki fazla sinir ileticilerini
hızla pompalayacak proteinlere sahip olur; bu 'geriye intikal’ denilen işlemdir.
Böylece sinir ileticileri tekrar kullanılır hale gelir ve daha sonraki bir
salınım için tekrar paketlenir. Amfetamin ve kokain, dopaminin geriye
intikalini engeller ve böylece nöronlar aşırı uyarılmış olur. Bu ilaçların
belirli bir dozun üzerinde uzun süreli kullanımı nöronların aşırı uyarılmasına
yol açar, bu da limbik sistemi bozar ve şizofrenidekine çok benzer psikotik
belirtiler ortaya çıkar. Gerçekte acil vaka olarak bir psikiyatri koğuşuna
kabul edilen psikotik hastaların çoğu şizofren değildir; yüksek dozda crack
veya speed alıyordur.
Antipsikotik
ilaçlar şizofreni tedavisinde faydalı olmakla birlikte mucizevi ilaçlar
değillerdir. Her
zaman faydalı olmazlar ve ciddi yan etkileri olabilir. Klorpromazine ve benzeri
ilaçlar bunları kullanan kronik şizofrenlerin %13'ünde sonradan ortaya çıkan
diskinezi’ye yol açar. Bu sendrom, ağzın ve dilin çiğneme, emme veya ağız
şapırdatma biçiminde istem dışı olarak sürekli hareket ettirilmesi şeklinde ortaya
çıkar. Kollar, bacaklar hatta tüm vücut titremeye başlayabilir. Olayın
korkutucu boyutu ilaçlar kesildiğinde bile bu yan etkilerin devam
edebilmesidir. Clozapine,
dopamini beynin diğer ilaçların etkilediği bölümünden farklı bir yerinde bloke
eden yeni bir antipsikotik ilaçtır, ancak sonradan ortaya çıkan diskinezi’ye
yol açmaz. Ama bu gelişmiş antipsikotik bile bazı problemlere yol açar; ilacı
alan hastaların yaklaşık %2'sinde kandaki akyuvar seviyesinde düşme görülür.
Şizofreni temel olarak bir beyin
hastalığıdır ve ilaç terapisi en önemli tedavi aracıdır. Ama ilaçlar gerçek
yaşamda karşılaşılan gerilimi alt etmek için gerekli yetileri kopye edemezler
ve yaşamı öğretemedikleri için psikoterapiye de iş düşer. Bu noktada kullanılan
terapi, hastalara hem insanı yorgun düşüren bir hastalıkla yaşayıp hem de
hayatın pratik problemleriyle nasıl baş edeceklerini öğretmeye yarayan
destekleyici terapidir
MANİ
VE DEPRESYON İÇİN KULLANILAN İLAÇLAR:
LİTYUM
Çift kutuplu bozukluklar için geliştirilen
ilk ilaç, hücrelerin yapısında bol miktarda bulunan potasyum ve sodyuma yakın
basit metalik bir element olan lityumdur. Bununla birlikte lityum normalde vücutta
tetkik edilebilir oranlarda bulunmaz. 1948 yılında John Cade adında
Avustralyalı bir psikiyatrisi manik durumları açıklamak için, idrara karışan
toksik bir madde olup olmadığını belirlemeye çalışıyordu. Bu beyin zehirini
araştırmak için manik hastalardan aldığı idrarı Gine domuzlarına enjekte etti
ve etkileri gözledi. Daha sonra saf sidik enjekte etmek yerine, üre ve ürik
asit gibi idrarın temel bileşenlerinin düzenlenmesiyle elde edilmiş eriyikleri
kullanmaya karar verdi. Ürik asit suda kolaylıkla çözünmediğindenden
eriyiklerin hazırlanmasında problemle karşılaştı. Şans eseri eriyiğin hazırlanması için ürik asidin oldukça çözünebilir
bir formu olan, lityum üratı denilen tozu kullandı. Yeni eriyiğin enjekte
edildiği Gine domuzları gözle görülür bir şekilde uyuşuklaşmıştı. Cade, daha
sonra, denek hayvanlarındaki bu enerji azalmasının solüsyondaki ürik aside
değil, lityuma bağlı olduğunu keşfetti. Hemen çalışmalarını insanlar üzerinde
denedi ve beş yıldır kronik manik olan 51 yaşındaki bir erkek denekte lityumun
gücünü denemeye karar verdi. Cade'in yazdığına göre hasta "sevimli
bir şekilde huzursuz, pis, yıkıcı, zarar verici ve müdaheleci" biriydi.
Söz konusu kişi için daha sonra şunları da yazdı: "Bütün bu yıllar boyunca geçmişindeki sıkıcı değerlere özel bir
önem verdi, oyalandı ve yaşamının geri kalanında da aynı yerde kalması ihtimali
vardı."
Lityumla tedaviye başlanan ilk üç hafta
içinde hasta maniden kurtuldu ve gerilemeden çıkıp nekahet devresine girdi. Üç
ay sonra hastaneden taburcu edildi. Ne
yazık ki lityum Amerika'da 1971 ’e dek genel kullanıma sunulmadı. Kısmi bir
kullanımı vardı çünkü daha önceleri kalp ilacı olarak kullanılmış ve birçok
hastanın ölümüne sebep olduğundan piyasadan çekilmişti. Lityumun işe yaradığı
şüphesizdi ama hiç kimse niye işe yaradığına dair net bir fikre sahip değildi.
Spesifik sinir ileticileri alıcılarını hedefleyen antipsikotik ilaçların aksine
lityum, vücuttaki her hücrenin içine girebiliyordu. Etkisini tam olarak nerede
gösterdiğini ayırdedebilmekse ustalık isteyen bir işti.
Bilim-insanları lityumun inosital fosfat
diye bilinen enzimin aksiyonunu engellediğini biliyorlar. Bu enzim, bir
alıcının bir sinir ileticisiyle açılmasından sonra ortaya çıkan bio-kimyasal
değişimler zincirinde rol oynar. Bir analoji kurmayı denersek, arabayı (nöron)
çalıştırmak için anahtar (alıcı) çevrildiğinde, kontak anahtarındaki bir bağlantı
kapanır ve bu da sırasıyla marş motorunun dönmesine ve ateşleme bobini
aracılığıyla yüksek elektrik akımının yayılmasına sebep olur, distribitör ve
buji kıvılcım çıkarır. Lityum, marş motoruna doğru elektrik akışını engeller,
arabanın çalışmasını zorlaştırır. Bir diğer deyişle nöronlar sakinleşir,
ateşlemeye daha az eğilim gösterir ve manik semptomlar kontrol altına alınır.
Ayrıca birtakım bilinmeyen nedenlerden dolayı lityum yalnızca coşkulu ve
heyecanlı duygu durumlarını daha az heyecanlı ve daha az coşkulu hale
getirmekle kalmaz, çöküntü durumlarında da olumsuz duyguların şiddetini azaltır.
Lityumun tek başına depresyona karşı koymakta yetersiz kaldığı bazı durumlarda
lityumun yanısıra (biraz sonra tartışılacak olan) antidepresif ilaçlar da
kullanılır.
Lityumun
yol açtığı bazı sorunlar da vardır. Bunların en önemlisi, kullanıcıların üçte
birinde işe yaramamasıdır. Depresyon ve öforinin aynı anda ortaya
çıktığı duygu durumu karışık hastalarda, öfori ve depresyon çevrimlerinin yılda
dört veya daha fazla kez yaşandığı hızlı çevrim durumlarında lityumun
etkinliği çok düşüktür. Lityumu yararlı bulan ve güvenle kullanan kişilerin
bile %60'ında başka manik patlamalar olacaktır.
Son araştırmalar, volproik asit gibi
epilepsi nöbetlerini engellemede kullanılan ilaçların çift kutuplu bozuklukların
çevrimini kırabildiğini göstermiştir. Bu ilacın büyüleyici yanı GABA alıcısıyla
etkileşmesidir; bu alıcı aynı zamanda alkol ve uyku ilaçlarının etkilediği alıcıdır.
Kritik GABA alıcısı üzerine daha detaylı bilgiyi anti-anksiyete ilaçlarıyla ilgili
aşağıdaki tartışmada da bulabilirsiniz.
Önemli depresyon vakalarında
antidepresifler kullanılır ve bu kimyasalların nöronları etkileme biçimi
oldukça iyi bilinmektedir. Her biri sinir ileticilerinin alıcılar tarafından
kabul edilme veya işlemez hale getirilme biçimini değiştirir.
Antidepresiflerin Prozak ve Zoloft gibi en yeni türleri, heyecan durumlarında
ortaya çıkan, nöronlar tarafından sıklıkla kullanılan sinir ileticisi
serotininin geriye intikalini engeller.
Geriye intikalin bu ketlenmesi
postsinaptik nöronlara serotonin sinyali gönderilmesini sağlar ve bu da
depresyonu hafifletir. Zor olan, sinaps düzeyinde meydana gelen bir olayın
depresyon gibi karmaşık bir davranış biçiminde nasıl bir yeri olduğunu
belirlemektir.
Beyinde farklı türde nöronların
bulunduğunu ve her türün kendi favori sinir ileticileri olduğunu hatırlayın.
Duygu durumu belirlenmesinde rolü olan bu nöronlar baskın olarak serotonin
kullanırlar, bu nedenle serotinin seviyesi etkilenerek duygu durumu
değiştirilebilir.
Depresyon belirtileri azalır azalmaz
hastaların iyileştiğini ya da istikrar kazandığını varsayarak antidepresif
ilaçları kesmek psikiyatristlerin yaygın biçimde kullandığı bir tıbbi
uygulamadır. Bu uygulama özellikle, depresyona karşı kullanılan ilaçların üç
halkalı bileşikler ve monoamin oksidaz inhibitörlerinden ibaret olduğu
zamanlarda yaygındı.
Uç halkalı bileşikler diye
adlandırılmalarının sebebi kimyasal yapılarında üç karbon çemberi olmasıdır,
yalnızca serotoninin değil çeşitli sinir ileticilerinin geriye intikalini
engellediklerinden daha fazla nöronu etkiliyorlardı ve bu da yeni
antidepresiflerden daha fazla yan etkileri olduğu anlamına geliyordu.
Ancak yeni çalışmalar, majör
depresyonların, tekrar etme olasılıkları yüksek, uzun dönem hastalıkları
olduğunu göstermiştir. Araştırmalar, antidepresif almaya devam eden hastaların
tekrar depresyona girme olasılıklarının daha düşük olduğunu göstermiştir. Daha
az yan etkiye sahip yeni ilaçların bulunmasıyla antidepresifler hem daha uzun
süre hem de daha hafif depresyon geçiren kişiler tarafından kullanılabilir bir
hale geldi. Bununla birlikte
antidepresiflerin kullanımı, kilo vermek gibi uygun olmayan alanlar da dahil
olmak üzere istenenden çok daha yaygındır.
İlaçlar depresyon tedavisinde etkili tek
yaklaşım değildir. Antidepresifler tabii ki yararlıdır ama psikoterapi de
ilaçla birlikte veya tek başına yararlı bir yöntemdir.
Peki
depresyon organik bir hastalık ise konuşma terapisinden niye sonuç
alınmaktadır?
Bazı araştırmacılar karmaşanın gerçekte
iki tür majör depresyon olmasından kaynaklandığını düşünüyorlar; biri, özel
olarak beyindeki bir düzensizlikten kaynaklanan, diğeri de hayatın zorlukları
karşısında çabuk etkilenen insanlarda gelişen tür. Washington Üniversitesi Tıp
Fakültesi psikiyatrislerinden Wayne Drevets'in dediği gibi; "Eğer sorununuz üzerinde çalıştığımız
türdeki depresyonlardan biriyse, uygun ilaç tedavisi olmaksızın, yalnızca kendi
çabanızla bu dertten kurtulamazsınız". Depresyonun daha hafif biçimlerinde
psikofarmakotikallere başvurmaksızın tedavi yoluna gidilebilir.
Depresyonunun en şiddetli biçimlerinde en
son başvurulan tedavi, beyne elektrik akımı verilerek uygulandığından dolayı
şok tedavi de denilen elektrokonvulsif terapidir (ECT). Bu yöntem genelde
'Guguk Kuşu' filminde, sadist bir hemşire tarafından hastalara boyun eğdirmek
veya onları cezalandırmak için kullanılan iğrenç bir tedavi olarak bilinir.
Filmdeki olaylar geçmişte yaşananlara çok da uzak değildir, çünkü ECT
ehliyetsiz veya konuya yeterince dikkatli yaklaşmayan kurumlarda sıklıkla ya
yanlış ya da gereğinden fazla kullanılmıştır. Bununla birlikte bugünlerde çok
daha insani bir biçimde ve son çare olarak, beyne daha düşük voltaj vererek ve
sarsıntı altındaki hastanın kemiklerinin kırılma riskini azaltmak için kas
gevşeticilerle birlikte uygulanmaktadır. Elektrik
sarsıntıları beyinde epilepsidekine benzer küçük bir nöbete sebep olur ve bu
her nasılsa beyinde duygu durumla bağlantılı sinir ileticilerinin dengesini
geri kazanmasını sağlar Ama
beyinde bu nöbete sebep olan çok fazla sayıda biokimyasal değişim gerçekleşir
ve oldukça derin bir depresyon içindeki hastayı bu dertten kurtaran ECT'nin
başarısından neyin tam olarak sorumlu olduğunu ayırt etmek güçtür.
ECT sanıldığından daha yaygın bir
terapidir. Her yıl yaklaşık 30 000 Amerikalı bu terapiye girer; bu 30 000
kişinin arasında yer alan talk-showcu Dick Cavett 1992'de 'People' adlı dergiye
yazdığı yazıda "ECT olağanüstü birşey," diyordu; "Karım
bu konuya şüpheyle yaklaşıyordu, ama terapiden sonra, onu dört gözle beklediğim
odaya geldiğinde yerimden doğrulup 'Bak canlıların arasına kim katıldı,' dedim.
Sihirli bir değnek gibiydi."
Cavett’in hararetli taraftarlığına rağmen
ETC'nin ciddi yan etkileri de vardır. Genellikle depresyona karşı başarısız
olmakta ve etkili olsa da olmasa da şaşkınlığa ve ciddi hafıza kaybına neden
olabilmekte. Yöntemi eleştirenler depresyondan kurtulma nedeninin nörokimyasal
dengede gizemli bir yenilenme değil hafıza kaybı olduğunu söylüyorlar. ECT’yi
eleştirenlere göre 'İşe yarıyor' çünkü hafıza kaybı öyle derin ki hastalar
onları neyin çöküntüye uğrattığını hatırlamıyorlar.
Alkolün, antikonvülsanların ve anksiyete
ilaçlarının ortak yönü nedir?
Hepsi de GABA alıcısı aracılığıyla
çalışır. GABA, bir inhibitor sinir
ileticisi olan gamma-aminobutyric'in
kısaltmasıdır. Daha önce öğrendiğimiz gibi nöronlar, ya sinaps sonrası nöronunu
uyarır ve onlar da aksiyon potansiyeli hareket geçirmeye eğilimli olur ya da
nöronu ketleyerek uyarıyı engeller.
Serbest kalan GABA nöronlarını beynin fren
sistemi olarak düşünebilirsiniz. GABA bir sinapsta serbest kaldığında, sinaps
sonrası nöronun GABA alıcılarına taşınır. Bu proteinler yalnızca alıcı
değillerdir aynı zamanda klorid kanallarıdırlar. Kanallar, açık olduklarında
iyonların kanallar boyunca serbestçe akmalarına izin veren proteinlerdir. Aynı
zamanda uyarılar arasında, bir nöronun iç yükü, sodyum pompalarının gayretli
çalışmalarıyla 70 mili volta düşer. Sodyum kanalları açık olduğunda, aksiyon
potansiyeli bir nörona doğru ilerler ve yüksek oranda konsantre, pozitif yüklü
sodyum iyonları nöronun içine akar.
Klorid iyonlarının da nöronun dışında
gayet konsantre olduğu ve sodyum pompası ve kanalları olduğu gibi klorid
pompası ve kanalları da bulunduğu ortaya çıkmıştır. Klorid kanallarının bir
çok türü GABA'ya duyarlıdır.
Bu sinir ileticisi, bir sinaps öncesi nöronu
tarafından salındığında ve GABA alıcısının içine yerleştiğinde, klorid kanal
kaynakları açılır. Klorid iyonları kendi negatif yükleriyle nöronun içine
akarlar ve hücreyi olağandan daha negatif hale getirirler. Bu klorid baskını,
nöronun yükünü 80 milivolta kadar düşürür. Bu, nöronun bir aksiyon potansiyeli
uyarısına daha dayanıklı hale gelmesi demektir. Nöron için bu durum, frene basarak
bir yokuşu tırmanmaya çalışmaya benzer.
Antianksiyete ilaçlarının yaptığı, GABA'ya
verilen yanıtın gücünü arttırmaktır. Valium
gibi
ilaçlar GABA'nın tam yanındaki bu klorid kanallarını kilitler, ama ikisi aynı
anda bulunduğunda kanallar daha geniş ve daha uzun bir şekilde açılır, böylece
hücreye akan klorid miktarı iki katına çıkar. Bir kez daha fren analojisini
kullanırsak, antianksiyete ilaçları klorid kanalına bir güç desteği gibidir.
Nöron içinse, el freni çekiliyken yokuş yukarı çıkmaya benzer, aksiyon
potansiyeli uyarısını zorlaştırır.
Daha önce belirtildiği gibi, farklı türden
nöronlar farklı sinir ileticileri kullanırlar. Anksiyete ilaçları sinir
ileticisi olarak yalnızca GABA'yı kabul eden nöronlar üzerinde etkili olurlar.
Bununla birlikte birçok farklı türde GABA alıcısı vardır. GABA alıcıları
yalnızca anksiyete üreten nöronlarda değil kasları kontrol eden nöronlarda da
bulunurlar. Valyum ve alkol beynin anksiyeteyle ilgili olan bölümündeki GABA
alıcılarını güçlendirdiği gibi alkol beynin diğer tarafını da etkiler,
titremeye, kekelemeye, sendelemeye sebep olur ve bu da onu istenmeyen bir
anti-anksiyete ilacı hale getirir.
Nörologlar, yan etkilerden kaçınmak için
belirli bir amaca yönelik ilaçları seçerler veya bu tür ilaçlar geliştirirler;
yani bu ilaçlar yalnızca doğru tür nörondaki doğru alıcıyla etkileşir. Ama en
yeni ve oldukça etkili beyin-tarama teknolojisiyle bile, 100 milyar nöronluk
yoğun nöron ormanında doğru nöronu ve doğru alıcıyı bulmak son derece zordur.
Yeni ve daha gelişmiş zihin ilaçlarının yaratılması, hâlâ tesadüflere
kalmıştır. Genelde 'işe yarar' bir ilaç keşfedildiğinde, çalışma mekanizması
tam olarak anlaşılmadan ilaç kullanılır. Nörologlar daha sonra ilacın hangi
yollarla etki ettiğini keşfetmeye çalışırlar ve bu işlevi daha büyük bir
dikkatle veya daha iyi bir şekilde yerine getirecek çeşitler yaratma yoluna
giderler.
Beyin vücudumuzdaki en gizemli organdır.
Beyinde 100 milyar nöron olduğunu biliyoruz. Örnek vermek gerekirse yalnızca
muzun tatlı kokusuyla biranın keskin kokusunu birbirinden ayırmak için altı
milyon beyin hücresinin harekete geçmesi gerekir. Ancak nörologlar hâlâ bunun nedeni hakkında net bir fikre sahip değiller.
Ancak, beyin, binlerce yıldır açıklamalara
karşı gelmiş bilinmez bir işleve sahip bir karakutu değildir. Bugün bilim
insanları beynin hücre ve biyokimya düzeyinde nasıl çalıştığına dair pekçok şey
biliyorlar. Gerçekte birçok nörolog düşünme biçimimizin, öncelikle beyin
kimyamızla ve sinaps adı verilen nöronlar arasındaki trilyonlarca bağlantının
kompleks etkileşimiyle belirlendiğine inanıyor.
Birçok kişi bütün düşüncelerimizin,
düşlerimizin ve duygularımızın yani zihin diye adlandırdığımız çok ince tözü
oluşturan herşeyin, kimya ve bağlantıların karşılıklı etkileşimlerinin sonucu
olduğuna inanıyor. Farklı beyin fonksiyonlarının, beynin farklı alanlarında
gerçekleştiği, beynin "dağılmış
paralel işlemleme" (distributed parallel processing) diye bilinen bir
yöntemle çalıştığı ve tümünün aynı anda çalışmadığı çok yeni keşfedilen
gerçeklerdir, Siz bu sözcükleri okurken,
beyninizin arka kısmındaki okuma edimiyle ilgili özel bölüm aktiftir, yan
taraftaki diğer alanlar sözcüklerle meşgul olurken, frontal lobun diğer
alanları da resimleri biraraya getirir. PET ve MRI gibi tarama teknikleriyle bu
alanları aktivite ile ‘ışıdığını’ görebilirsiniz.
Akıl hastalıkları bugün kompleks bilginin
düzgün işlemlenme sürecinde bir aksama olarak düşünülüyor. Beyni farklı
sorunlar üzerinde ya da aynı sorunun farklı farklı yönleri üzerinde çalışan,
network ağıyla birine bağlı birçok bilgisayardan oluşmuş bir yapı gibi düşünürsek,
bir bilgisayar bozulduğunda ya da bilginin doğru olarak aktarımını sağlayan
ağda bir aksaklık olduğunda sistem çöker; zihin dengesizleşir. Bununla birlikte
beyin bir mikro işlemci ve zihin de bir bilgisayar programı değildir. Beyin
elektrikle değil biokimyayla işleyen bir organdır. Bu açıdan bakıldığında
rahatsız bir zihne yardım etmenin en iyi yolu, diğer organlar gibi onu da
biokimyasal dengesine kavuşacak şekilde ilaçla tedavi etmektir.
Bu, psikiyatride "biyolojik
devrim" diye adlandırılan şeyin temelidir. Nörologlar ve psikiyatristler
arasındaki geçerli eğilim, akıl hastalıklarını bilinçaltı düşüncenin baş
döndürücü akıntılarının kendilerini fiziksel ve zihinsel belirtilerle ortaya
koyması olarak görmekten çok, kusurlu bir beyin fonksiyonunun sonucu olarak
görme yolundadır. Gerçi, göreceğimiz gibi, hâlâ yetişme tarzı, toplum,
çocukluk travmaları ve çevre tanımına giren herşeyin zihnimizin biçimlenmesini
belirleyen önemli etkenler olduğu düşünülüyor. Örneğin nüfusun yalnızca yüzde
birlik bir oranı şizofreni yüzünden acı çekmektedir. Bununla birlikte tek
yumurta ikizlerinden birine şizofreni tanısı konduğunda diğer ikizde de aynı
hastalığın gelişme olasılığı yüzde ellidir. Bunun bize gösterdiği, akıl
hastalıklarında genetiğin önemli bir faktör olduğudur, bununla birlikte henüz
tam olarak açıklanamamış çevresel etkenler de büyük bir rol oynuyor olmalıdır.
Akıl hastalıklarını organik hastalıklar
olarak gören yaklaşım hâlâ egemenliğini korumakta ve bugün, üçüncü bölümde
göreceğimiz, şizofreni için chlorpromazine, çift kutuplu hastalıklar için
lityum gibi ilaçlar mevcuttur. Depresyonun kara bulutlarını kaldıran yeni
ilaçlar vardır; Prozak ve Zoloft bunlardan
yalnızca ikisi ve bu yeni antidepresiflerin daha öte işlevleri olabileceği de
iddialar arasında. Prozak’ı Dinlemek adlı
tartışmalı kitabın yazarı Peter Kramer'e göre antidepresif ilaçlar yalnızca
hasta zihinleri iyileştirmekle kalmıyor aynı zamanda iyi olan zihinleri de daha
iyi hale getiriyor, kişi öncekinden daha olumlu, daha mutlu tutumlar
geliştiriyor.
Bazı psikiyatrisler, Sigmund Freud'un
öncülüğünü yaptığı konuşma terapisine olan güvenlerini koruyorlar ve inançları
akıl hastalıklarının organik olmadığına; akıl hastalıklarının ortaya
çıkmasında en önemli rolü çocukluk travmalarının ve diğer çevresel faktörlerin
oynadığına inanıyorlar. Başlıca akıl hastalıklarının iyileştirilmesinde
psikoterapi yaklaşımının savunucularından Prozak’a Karşılık Vermek ve Toksik Psikyatri kitaplarının
yazarı Peter Breggin basitçe, doğuştan sahip olduğumuz beyin kimyasıyla
yönetilmediğimizi iddia ediyor; Breggin, zihnimizin şekillenmesinde en önemli
rolü büyütülme biçimimizin -yetiştirilme ve çevre-oynadığını iddia ediyor. Ama
en azından bugün, nasıl düşündüğümüzü ve davrandığımızı belirlemede en büyük
etkinin büyütülme biçimimize değil doğaya ait olduğu düşünülmektedir. İlaç
terapisi, ciddi akıl hastalıklarının iyileştirilmesine dair en büyük umudu
sunmaktadır.
Gerçekte zihni yöneten mizaçsa, genlerimiz
de bu mizacı belirleyecektir. Yeni yeni sormaya başladığımız rahatsız edici
soru şudur:
Genetik
eğilimlerimizi ilaçlarla ve genetik mühendisliğiyle kontrol edebilir miyiz?
Şiddet,
şişmanlık ve ırkçılık bu yollarla içimizden atılabilir mi?
Ve
bunu yapmak istiyor muyuz?
Alkol ve diğer alışkanlık yaratan maddeler
sarhoş edici etkilerini yukarıda tanımlanan reçeteli ilaçlarla aynı şekilde
yaratırlar. Bahsettiğimiz gibi alkol GABA alıcısını engelleyerek öfori ve
sarhoşluk yaratır; alıcının aktivitesini iki katına çıkarır ve beynin
anksiyete merkezini yavaşlatır.
Methamphetamine gibi amfetaminler aynı
zamanda dopaminkullanan nöronları da etkilerler. Bu bileşenler aslında nöronun
içine girer ve herhangi bir aksiyon potansiyeli bu salınımı emretmese bile,
sinaps öncesi kesecikleri -sinir ileticilerini tutan şu küçücük
kürelerisinapsın içine dopamin saçmaları için uyarır. Hem kokain hem amfetaminler
sinapsta bulunan dopamin miktarında kesintisiz bir artış yaratırlar. Kullanıcı
tercih ettiği ölçüde methamphetaminein veya crack kokainin sigara gibi içilmesi
de çok benzer bir etki yaratır.Bununla birlikte methamphetaminein uyarıcı
etkisi daha uzun sürelidir. Bu uyarım kişinin duygu durumunu yükseltir,
kokainle yükselen insanlar kendilerini yenilmez ve çok dayanıklı
hissettiklerini belirtmişlerdir. Kokain öncelikle, zaten ‘yüksek’ olan ve
normal durumlarını korumak veya bu potansiyeli artırmak isteyen insanlara
hitap eder. Stanford Tıp Merkezi Psikiyatristlerinden Dr. Roy King'e göre: "Eğer oldukça dışa dönük bir
insansanız veya hafifçe manikseniz, tabiatıyle kokain doğal yüksekliğinizi
arttıracaktır."
Amerikan yetişkin nüfusunun %92'si düzenli olarak
çay, kahve, veya Coca Cola tükettiğinden kafein Amerika'da en yaygın olarak tüketilen
zihin ilacıdır. Bu uyarıcı, başka bir inhibitor sinir ileticisi olan adenosini
ketleyerek çalışır. Adenosin, glutametein salınımında fren işlevi gören uyarıcı
bir sinir ileticisidir. Kafein esas olarak glutamete üzerindeki freni kaldırır
ve ne kadar fazla kafein alırsanız o kadar az frenleme olur. İstenen
bir etkisi zihin işleyişini hızlandırmasıdır ve özelde beynin dikkat-odaklama
merkezini uyarır. İstenmeyen yan etkisi ise adenosine freninin yokluğunun motor
nöronları çok fazla tahrik etmesi nedeniyle ortaya çıkan çarpıntıdır.
PCP cerrahi bir anestezik olarak
geliştirildi ama Amerika'da yasal olarak çok uzun süre satışta kalmadı, çünkü
çok güçlü bir halisinasyon yaratma etkisi vardı. Valyum gibi PCP de iyon kanalına etki eder ama bu olayda
kanal, kalsiyum iyonlarının nörona girişini kontrol eder. Glutamate beynin heryerinde bulunur ve bir kalsiyum
kanalına bağlandığında, bu iyonların nöronun içine akmasına izin verir. Bu ani
kalsiyum baskını, bir aksiyon potansiyelini hemen uyaracakmışçasına nöronu
uyarır. PCP, glutametin bu kalsiyum kanallarını
açmasını engeller, böylece yalnızca acı iletiminini engellemekle kalmaz aynı
zamanda algı bozulmasına da -halisünasyon gibiyol açar. Morfin ve eroin gibi
afyon türevi uyarıcılardan daha farklı bir yolla etki eder; vücudun doğal
uyuşturucuları tarafından kullanılan alıcıları bağlarlar. Endorfîn ve
enkephalinler olarak adlandırılan bu bu doğal uyuşturucular beşten otuza kadar
uzanan amino asit zincirlerinden oluşan peptitlerdir. Daha uzun zincirler
genellikle protein olarak adlandırılırlar.
Endorfınlerin ve enkephalinlerin beyinde
birçok doğal işlevi vardır. Panik durumunda veya herhangi bir yaralanmaya
karşı tepki vermek için ve hatta uzun mesafeli bir koşu gibi durumlarda gayret
sağlamak için salınırlar; 'koşucuların yüksekliği' denilen şeyin nedeni bu
olabilir. Acının algılanmasıyla ilgili nöronlar, bu maddeler için, hücre
yüzeyinde alıcılara sahiptirler. Bu alıcılar doğal afyon türevleri tarafından
açıldıklarında acı iletisi, iyi anlaşılmayan bir iç nöral işleyiş aracılığıyla
reddedilir. Morfinin ve onun daha güçlü kuzeni eroinin, endorfm ve enkephalin
moleküllerinin kritik alanlarına benzeyen bir moleküler yapıları vardır ve
acı-bastırıcı alıcıları da açarlar. Acının hafiflemesinin yanısıra hem doğal
hem yapay afyon türevleri öfori üretmek için diğer nöronlar üzerinde etkili
olurlar. Peptitlerin kendileri ilaç olarak kullanılmazlar çünkü kandaki veya
bağırsaktaki enzimler tarafından saf dışı bırakılırlar ve potansiyel birçok
toksik maddenin girişini engelleyen -kan-beyin engeli olarak bilinenince,
bağlayıcı zarların içine kolaylıkla giremezler. Morfin ve eroin bu kadar kolay
saf dışı bırakılamaz ve gerçekte kan-beyin engelini aşarlar.
Antabuse alkolikleri içkiden uzak tutmak
için kullanılan, potansiyel olarak öldürücü bir ilaçtır. Bu ilaç öfori ve
sarhoşluk yaratmak için alkolle etkileşen GABA alıcısını etkilemez. Bunun
yerine karaciğerdeki alkolü metabolize eden
enzimleri bloke eder. Sonuç olarak vücutta asetaldehid denilen toksik bir
bileşen birikir. Tek bir kadehten sonra birikmiş asetaldehid kafada zonklama,
hararet ve nefes alma güçlüğü yaratır. Eğer kişi içki içmeye devam ederse
ölüme bile sebebiyet verebilir. Antabuse içkiye duyulan şiddetli isteği ortadan
kaldırmaz ama olumsuz etkileriyle bu itkiye karşı direnmeyi kolaylaştırır.
Eroin,
kokain veya nikotin olsun, bir ilaca bağımlı hale gelmek yalnızca fiziksel
alışkanlıkdan daha farklı bir süreci içerir. Vücut bir madde ile sürekli
olarak yıkanmaya uyum sağladığında, ilaç kullanıcısı ilaca fiziksel olarak
bağımlı hale gelir. Örneğin, kokainin kötüye kullanımı sırasında sinapsta
sürekli olarak aşırı oranda dopamin bulunur ve sinaps buna postsinaptik tarafta
daha az alıcı üreterek yanıt verir. Komşunuzun sürekli olarak yüksek seste
müzik dinlediğini düşünün; bunun sonucunda siz pencerelerinizi kapatırsınız.
Çünkü gürültü çok yüksektir ve siz pencereleriniz kapalıyken bile sesi
duyuyorsunuzdur. Ancak komşunuz aniden volümü düşürürse -bunu, ilaç alımının
kesilmesine benzetebiliriz- hiçbir şey duyamaz hale gelirsiniz. Nöronlar
pencere değildir ye basitçe hızla geriye çekerek açılmazlar. İlaç alımı aniden
kesildiğinde dopamin alıcılarının tekrar üretilmesi ve normale dönmesi günler
alır.
Bununla birlikte ağır uyuşturucu
bağımlılığında kilit nokta fiziksel bağımlılık değildir. Beyinin olağanüstü
kompleks paralel dağılmış bir işlemci olduğunu ve beynin içinde her zaman gözle
görünenden çok daha fazla şeyin olup bittiğini hatırlayın. İlaç bağımlıları,
alkolikler ve hatta sigara tiryakileri bağımlılıklarından kurtulmak için tedavi
olmuşlar veya vücutlarındaki toksik maddeyi atmışlardır ama birçok durumda
alışkanlıklarına geri dönerler. Tek fark, başlangıçta yükselmek için
temizlenme (tedavi) öncesinden daha az ilaca ihtiyaç duymalarıdır.
Olayın geçtiği yer gerçekte beynin
ödüllendirme sistemidir. Yerken,
içerken, sevişirken veya çocuk yetiştirirken temel olan şey insanlık
yarışındaki hayatta kalma mücadelesidir. Bu şeylerin düzenli bir şekilde
yapılmasını, en azından bunun için uğraşılmasını güvence altına almak için
insanların ve diğer memelilerin beyinleri, ödül olarak bir zevk sağlamak için
özel olarak düzenlenmiş birbiriyle ilişkide olan bir dizi nöron geliştirmiştir.
Mesocorticolimbic pathway (MCLP)
denilen bu ödül sistemi beynin bir çok bölümüyle ilişkidedir. Temel olarak
limbik sitemde, beynin heyecan ve duyguyla ilintili alanında yer alır.
Alışkanlık yapıcı ilaçlar, kullanıcılar ilaç kullanımını yemek, içmek gibi
yaşamsal bir eylem olarak görmeye başladıklarında benzer bir yolla ödül
sistemini harekete geçirirler. Bağımlılar aynı aç kalındığındaki gibi ilaç
alamadıklarında acı duyup bundan ıstırap çekerler ve şiddetli arzularını
doyurduklarında ani bir zevk duygusunu yaşarlar. Ödül sistemlerine, yeni bir
maddeye arzu duymayı öğretmişlerdir ve bir bağımlıyı bu alışkanlığından
caydırmak bu öğrenilmiş modeli yok etmeye yetmez.
Bazı insanlar, bağımlılık yapıcı ilaçlarla
kendi isteklerine göre yönlendirilmiş bir ödül sistemine sahip olmaya özellikle
eğilimli görünürler ve araştırma sonuçları böyle durumlarda güçlü genetik faktörlerin
rol oynadığı konusunda şüphe uyandıracak niteliktedir. Ancak, buna sebep olan
belirli bir gen veya çapraşık genlerin yeri saptanabilmiş değildir. Tedavi
görmüş ilaç ve alkol bağımlıları pek çok kez bu alışkanlıklarına geri
dönmüşlerdir. En iyi oranla, uzun dönemli tedavilerle ve oldukça zorlayıcı
önlemlerle %50'lik bir başarı beklenebilir. ‘Antabuse’ bir alkoliğin içkiden
uzak durmasına yardım edebilse de bağımlının şiddetli arzusuyla mücadele
edebilecek etkide bir ilaç yoktur. Ancak özellikle bilişsel-davranışsal
terapiyle birlikte kullanılan bazı ilaçların bir dereceye kadar etkili
olabildiği görülmüştür.
Psikofarmakolojinin ve psikoterapinin
hedefleri aynıdır; kişinin hayatını iyileştirmek ve desteklemek. Bir şizofren
için amaç onu topluma geri döndürebilmek ve onu toplum içinde yaşayabilir hale
getirmektir. Depresyonda olanlar içinse amaç, onları normalde mutlu ve uyumlu
kişiler hale getirmektir. Ancak olayın bir yönü de mali yüküdür. Birçok
psikiyatrik ilaç, kullanıcılara veya sigorta şirketlerine ayda 60$'a mal
olurken, tek bir psikoterapi seansı genellikle bunun iki katından fazlasına
mal olmaktadır. Gerek majör gerek hafif
depresyon söz konusu olduğunda ise, hasta yıllarca ilaç kullanmak zorunda
kalabilir ve bunun yıllık maliyeti yaklaşık 700 Dolardır. Bununla birlikte hafif bir depresyon
sözgelimi 25 seanslık kısa bir psikoterapiyle tedavi edilebilir; bunun yıllık
maliyeti yıllık 3000 Dolardır. Ama psikoterapiyle tedavi edildiğinde
depresyon, tedavi sonrasındaki iki yıl boyunca tekrarlamayabilir ve hasta
terapistin muayenehanesine uğramaz. Ancak bu iki yıllık zaman içinde kısa bir
psikoterapi bile ilaç tedavisinin iki misli bir maliyete sahiptir. Doğruyu
söylemek gerekirse, antidepresiflerin maliyetine, buna eşlik eden psikoterapi
seanslarının maliyetini de eklemelisiniz, bu da diyelim ki iki yıllık maliyet
üzerinden toplamın %10'u kadar bir yekûn tutar ve sonunda faturalar aşağı
yukarı aynıdır.
Ama bu iki yaklaşımı, uzun-süreli
psikanalitik yaklaşımla ki hâlâ birçok psikiyatrisi bu yöntemin birçok akıl
hastalığında oldukça etkili olduğunda ısrar ediyor- karşılaştırın; İki yıldan fazla süren haftalık seanslarla
yıllık fatura 12000 Dolar veya daha fazla bir miktara çıkar. Yaklaşımın
etkinliği söz konusu olsa dahi hastanın kişisel bir kavrayış kazanması
sürecinde yoğun bir katılım gerekir, bu başarının kanıtlanması zordur. Bugün
bir çok sigorta şirketi yalnızca ilaç terapisini ve yıllık 25-30 seansı
aşmayan kısa bir psikoterapiyi karşılıyor. Akıl
hastalıkları ile ilgili yaşam boyu süren sağlık sigortalarının çoğu her
hastayı 10 000 Dolar ile sınırlamaktadır. Psikologlar mesleklerini
insafsızca öldüren piyasa koşullarından dehşete düşmüş durumdalar. Psikolog
Maureen O'Hara şöyle yazıyor: "Kaliforniya'da bir kuşağın
insanlarının içlerindeki şeytanı açığa çıkarmalarına, kaos ve kargaşa
zamanlarında insanların huzur bulmaları için gerekli psikolojik yetilerini
geliştirmelerine yardım eden yüzlerce terapist bugün sağlık alanından
sürülüyor."
O'Hara bugünlerde pek çok sigortacının,
kendisine “psikoterapiye inanmadığını,” bunun tıbbi açıdan gerekli olmadığım ve
masaj, saç kesimi gibi kişisel hizmetlerle birleştirilmesi gerektiğini
söylediğini belirtiyor. O'Hara bunun yalnızca psikoterapinin pahalı olmasından
-sigorta kapsamı içine alman bypass ameliyatından oldukça ucuz olmakla
birlikte ve sigortacıların bunu ödemek istememesinden kaynaklandığını ve bunun
psikoterapinin etkisiz veya sigortalı kişinin buna ihtiyacı olmadığı anlamına
gelmediğini iddia ediyor.
"Bu
boğucu ve kaotik zamanlarda öfke, anksiyete ve umutsuzluk derecesi tehlikeli
bir şekilde kontrol dışına çıkıyor ve insanlar profesyonellerin güvenli
hizmetine her zamankinden fazla ihtiyaç duyabiliyorlar. Tehlikeli pazar
güçlerine, ilaç üreticilerine ve para sayıcılarına, akıl hastalıklarına kabul
edilebilir tedavi yaklaşımları getirmeleri için izin veriyoruz... Bu, insan
deneyiminin sınırlarım anlayan eğitimli, psikoloji uzmanlarının işi olarak
kalmalıdır, çünkü onlar bununla hergün doğrudan doğruya yüzyüze
gelirler."
Daha
Geniş Bilgi İçin Kaynak: Scott Weggeberg, Beyin ve İlaç, Özgün Adı: MEDICATION OF THE MIND, Türkçesi
Zarife Biliz, Birinci Baskı: Ağustos-1999 , İstanbul
****************
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar