BİLGELİĞİ BEKLERKEN ‘AFFET, FAKAT UNUTMA’
Çocukluğumda ve büyüme çağlarımda, belki
birçokları gibi, kendi varlığımı hissetmek için şiddetli bir istek duyuyor,
kendimi kendime göstermek, dünyayla bağımı açığa çıkarmak istiyordum. Bu
duyguların Descartes’ın metodik şüphesiyle akrabalığı olduğunu ileri sürecek değilim.
Her şeyden önce ne kendi varlığımı, ne de dış dünyanın varlığını bir “mesele”
olarak tanımıyordum. Önüme çıkan bu meselelere ilişkin felsefe metinlerinin
beni cezbetmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bana göre bunların sırası
değildi. Ön sırada bulunan, benim “ne” olarak dünyada yer
aldığımdı. Yapıp-etmelerime sağlam bir dayanak bulamıyor, her şeyin olabilirliği
ve olmayabilirliği bana eşdeğer görünüyordu. Bununla birlikte yaşıyor, şunu değil
bunu yapıyordum. Zihnimde ileride yerleşmeyi düşündüğüm bir kalıp, bir model
yoktu. Dünyaya katılmak hoşuma gidiyor, ama ne olduğumu, ne olanağımı bilmiyordum.
Yine de dünyayla bağımı sıklaştırdıkça daha geniş bir alanı tarassud
edebildiğimi farketmiştim. Bu, beni tatmin ediyordu.
1968 yılının Ağustos
ayında Ruslar, Çekoslavakya’yı işgal etti. Bu olay, hayatım ve dünya arasındaki bağın mahiyeti konusunda
zihnimi bir daha kaybetmeyeceğim açıklığa kavuşturdu. Ben, dünyada bir tanık,
bir şahit olarak bulunuyordum. Bütün yapıp-etmelerim, neye şehadet ettiğimle
bir anlam sahibi olabilirdi. Yine her şey olabilir ve olmayabilirdi ama benim
neyin tanıklığında bulunduğum konusundaki bilgim, dünyadaki yerimi belirliyordu.
Acaba tanıklık, dünya karşısında edilgen bir tutum takınmanın bir biçimi
miydi?
Hayır. Eğer Prag’da olsaydım Ruslar’ın yanında yer almakla bir
gerçeğe, Çeklerin yanında yer almakla da bir başka gerçeğe tanıklık edecektim. Türkiye’deydim ve
Türkiye’de olmaya ilişkin bir gerçeğe tanıklık ediyordum. Bu hususun da zihnime
vazgeçilmez bir açıklık sağladığını belirtmeliyim. Nerede olduğum, “ne”
olduğumla bağlantılıydı. Rusların Çekoslavakya’yı işgali, bana yalnızca dünyada
bir tanık olarak bulunduğum gerçeğini göstermedi, aynı zamanda gerçeğe tanıklık
etmenin yetmediğini bununla birlikte doğru olana, hakikati ihtiva edene de
tanıklık etmem gerektiğini düşündüm. Ama bu konuyu irdeleyebilecek hazırlığım
yoktu. Yine de Çekoslavakya’daki bir özgürlük posterinde yazılanlar, benim
ağzımdan konuşuyor gibiydi. Şöyle diyordu:
Hiçbir şey öğrenmedik,
hiçbir şey bilmiyoruz,
hiçbir şey anlamıyoruz,
hiçbir şey satmıyoruz,
yardım etmiyoruz,
ihanet etmiyoruz,
ve unutmayacağız.
hiçbir şey bilmiyoruz,
hiçbir şey anlamıyoruz,
hiçbir şey satmıyoruz,
yardım etmiyoruz,
ihanet etmiyoruz,
ve unutmayacağız.
Posterdeki son karar, “unutmayacağız”
sözü, bana insan hayatının temel taşı gibi görünüyor. Her ne kadar tanıklık,
dünyadaki mevcudiyetimin mahiyetini açıklıyorsa da unutursam, tanıklığımın ne
anlamı, ne de değeri olabilirdi. Unutmayacağım, unutmayacağız. İyi ama yalnızca
unutmamak, bana kendimi çekip çevirmem için yeterli donatımı sağlar mı?
Dünyada bir tanık olarak bulunuyorum.
Tanıklığımı ancak unutmayarak doğru çizgide sürdürebilirim. Fakat doğru olsun,
eğri olsun bir çizgiyi sürdürebilmek ancak insanlarla ilişkimin hasılasıdır. İnsanlara
nasıl tavır takınacağım ki hem kendi mahiyetime sadık kalayım ve hem de doğru
davranış çizgisinde mesafe katedebileyim? Bu sorunun cevabını yıllar sonra Thomas S. Szasz’ın bir affırmation’unda buldum:
“Akılsız adam ne affeder
ne de unutur;
saf yürekli adam önce affeder ve sonra da unutur;
bilge ise affeder, ama hiçbir zaman unutmaz.”
saf yürekli adam önce affeder ve sonra da unutur;
bilge ise affeder, ama hiçbir zaman unutmaz.”
İşte bu sözler, bize kendimize çekidüzen
vermemiz için yardımcı olabilir. Çünkü bugünün Türkiye’sinde hepimiz hem akılsız adamın, hem de
saf yürekli adamın tavrını gösterdiğimiz oluyor, hatta ülkemizdeki siyasi
kamplaşma biraz da akılsız adamlarla saf yürekli adamların tutumlarını
münavebeli olarak benimseyişimizden doğuyor. Lâkin batılılaşma
serüvenimiz içinde bir türlü bilge kişinin tutumunu benimseyememiş oluşumuz,
bizleri hep meselelerin önünde karışık kafamızla donmuş bir vaziyette
bırakıveriyor.
Affetmeyen ve
unutmayan akılsız adam, belli ki kendini sürekli bir müdafaa-i nefs durumunda
hissediyordur. Affetmeyişi, aralıksız bir saldırı altında olduğunu
sanmasından, unutmayışı da savunma gücünü ayakta tutma gayretinden
kaynaklanıyor. Affetmiyor, çünkü mevcudiyetini affetmez oluşuna bağlamış. Bir hatırayı ayakta
tutmakla kendini ancak ayakta tutabiliyor. Unutmuyor,
çünkü affetmeyişi sadece unutmayışıyla mümkün olacak. Kendini affedebilecek
kadar kuvvetli hissetmeyen insan, affetmeyişini karakterinin bir parçası haline
getirebilir sonunda. Affetmeyişi, onun tabiatı, şahsiyeti olur. Şahsiyetini korumak, tabiatının gereğini yerine
getirmek için ise unutmaz. Unutmamak, hep affetmez oluşunun yedeğindedir. Kendi
başına bir değer değildir hatırlamak. Akılsız adam, unutmayışını, tanıklığının
sağlam dayanağı kılamaz.
Affeden ve sonra da unutan saf yürekli adam,
belli ki kendini hayatın akışına pasif olarak, edilgin olarak kaptırmıştır.
Affedişi, bir âlicenaplıktan çok adamsendecilikten kaynaklanır. Belki de
korkuyor, hatırlamayı göze alamıyordur. Unutmayı, daha başında, peşinen
kabullenmiş gibidir. Affeder, çünkü direnme gücü yoktur. Unutur, çünkü
affedişinin sağlam temelleri yoktur. Saf yürekli adam için affetmemek,
anlaşılır bir husus olmaktan uzaktır. Diyebiliriz ki bu adam, içinde
affetmemeye tekabül edecek bir tepki bulundurmamaktadır. Bu adamın unutmaması
da mümkün değil, çünkü hatırlamasının kendine ne fayda temin edeceğini
bilmiyor. Saf yürekli adamı bir tanık sayamayız.
Affeden,
ama hiç unutmayan bilge kişinin hayatla ilişkisi belli ki muhtaç olduğumuz
dengeyi dışa vurmaktadır. Kendini teçhiz etmiştir. Affedebilecek kadar bilgi
ve olgunlukla donanmıştır. Bu donatım, onun hiç unutmamasını da sağlamaktadır.
Affeder, çünkü dünyadaki mevcudiyetini kendine yapılmış kötülüğü yaşatmaya
bağlamış değildir. Kendi
yanlışını veya başkalarının yanlışını tanımak, ancak bu yanlışları doğuran
unsurları anlamakla mümkündür. Öyleyse ancak anlayanlar affedebilir. Kişioğlu
affetmediği zaman sürekli olarak o kötülük çevresinde dönüp duracak, anlayış
gücünde bir ilerleme sağlamayacaktır. Üstelik affetmemekle muhtevası
kaybolmuş, donuk ve dural hale girmiş bir yapının savunucusu durumuna
düşecektir. Çünkü yanlış tanımlayıp belirginleştikçe bulunduğu yerden
kımıldamayan bir yapı ile yüzyüze gelinir. Bilge kişi affeder. Bu tutum, onun
yanlışa boyun eğişinden, yanlış karşısında gerileyişinden değil, yapacak işi
oluşundandır. Affetmenin yaraları
sardığını bildiği kadar, affetmeyişin de insanda bir katılaşmaya yol açtığının
farkındadır. Bilge kişi affedecek kadar esnek ve canlıdır.
Affetmemek, geçmişin hatırası içinde kalıplaşmayı getirir. Affetme gücü, hem
insanın affedebilecek âlicenaplıkta oluşunun belirtisidir, hem de bu affedişin
arkasından gelebilecek yapıcı, inşa edici davranışların teminatıdır.
Bilge kişi affeder ama unutmaz. Çünkü affedişin
arkasından unutma gelirse, ilk yaptığının anlamı kaybolur. Yanlışın bir yanlış
olduğu unutulduktan sonra affediş, değerini kaybeder. Affettikten sonra
unutursanız, ipleri elinizden kaçırırsınız. Unutmamak, sizin kazançlarınızdan
biri olmalı. Yanlışa düşen hasmınız, sizi çekip çeviremeyeceğini bilmeli. Size
çekidüzen verecek olan dünyadaki durumunuz yani tanıklığınızdır. Siz şahit
olmakla, şehadet etmekle bir anlam sahibisiniz, yoksa yüzyüze geldiğiniz kişi
ve durumları idare ederek değil. Unutmamış ve fakat affetmiş olmanız, sizin
her kişi ve her durum karşısında güçlü kalmanızı temin edecektir. Sizi,
affetmiş olduğunuz hasmınız karşısında diri kılacaktır. Bilge kişinin affedişi
onu ne kadar yumuşak, esnek ve anlayışa açık kılarsa, unutmayışı da diri ve
sağlam yapılı kılar.
Akılsız adam, affetmeyen
ve unutmayan haliyle katıdır, serttir.
Kırar veya kırılır; parçalar veya parçalanır.
Saf yürekli adam, affeden ve unutan tavrıyla yumuşak ve hafiftir. Kıramaz ama kırılır, parçalayamaz ama kendisi parçalanır.
Bilge kişi ise affeden ve fakat unutmayan tavrıyla esnek ve diridir. Ne kırar ne kırılır; ne parçalar ne de parçalanır.
Kırar veya kırılır; parçalar veya parçalanır.
Saf yürekli adam, affeden ve unutan tavrıyla yumuşak ve hafiftir. Kıramaz ama kırılır, parçalayamaz ama kendisi parçalanır.
Bilge kişi ise affeden ve fakat unutmayan tavrıyla esnek ve diridir. Ne kırar ne kırılır; ne parçalar ne de parçalanır.
Akılsız
adam taş gibi: Suya düşerse batar.
Saf yürekli adam şeker gibi: Suya düşerse erir.
Bilge kişi yağ gibi: Suya düşerse yüzer.
Saf yürekli adam şeker gibi: Suya düşerse erir.
Bilge kişi yağ gibi: Suya düşerse yüzer.
Kaynak:
İsmet ÖZEL,
Faydasız Yazılar, Şûle Yayınları, Eylül -2007, İstanbul
Faydasız Yazılar, Şûle Yayınları, Eylül -2007, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar