Print Friendly and PDF

BİLGİ OYUNLARI






Tarih güçlülerin elinde derler. Hayır, bilenin elindedir.
Son yüzyıl tarihinin kontrolüde "bir bilenler"in elindedir. Bu bilenler ise İngilizlerdir. Ne var ki; onlar bilginin yönüne sahip oldukları gibi, tarihide işlerine göre hep yön verdiler. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler açlık oyunları oynarken onlar gelecek programlanması için çok önceleri çalışmaya başlamışlardır. Unutmayalım ki; dünya hala onların koyduğu kriterleri aşmak için uğraşıp duruyor. Kısaca bilginin geleceğini /insanlık tarihini onlar tayin ediyor. (En basitinden Filistin meselesi)
Öyle ise; bu komplodan kurtulmamız, gayretli samimi insanların sayısının artmasıyla olabilir. Fakat marifet iltifata tabidir, hükmünce ehl-i ilim kuşesinden kafasını kaldırmak istediğinde onu boğacak binlerce kriter mevcut.
Para, mevki, iktidar…
Binaenaleyh, münevverimiz İngiliz alet ve edavatı olmaktan kendini kurtarmadığı gibi, siyasetçilerimizden bir kısmı İngiliz Valisi gibi hareket edince; çözüm zor görünüyor. Hepimizin bildik tavsiyeleri hazırdır.  Ancak halihazırda eğitim hayatımız kendi kendine bir yere gidiyor, devrim yapılıyor görüntüsüyle nereye varacak/toslayacak bilinmiyor. Üniversiteliden çöpçü/işçi eleman kadrolarımız olması bizim terakki ettiğimizi değil,  battığımızın işaretidir. Mesleki kalifeye eleman olmamak sorun çözer mi, yıllarca kalem kağıt ile meşgul olan el, kazma kürek tutar mı, nefsini yönetmek arzusuyla büyütmüş olan bir hizmete râm olabilir mi?
Nevrotik vaka;
Talebenin başladığı okul (ilköğretim/lisans) süresi mezun olana kadar kırk takla attığı (usul/yönetmelik değişikliği) bir dönemde, başladığında horoz olarak girdiği okuldan karga olarak mezun oluyorsa; sonuç vahimdir.
Konumuza dönersek, devşirme bilgilerle donanmış bir talebe/eğitim görevlisi/kariyer sahibi üstten olmasa alttan işlenerek millî olmayan beyin kafa yapısına kavuştuğunda etki ve nüfuz ajanlarına dönüşmüş oluyor. Bu kişiler konuşuyor, bir şey yazıyor, bakıyorsunuz ki, neticede nifak/fesat her türlü ortam oluşmasına sebep olunmuş. Altyapısı tahrip olan kafaya alttan alta bir de bilgi sunulduğunda;  biraz da cesur adamsa polemik duvarlarını aşmaması garip görünmez. Atlıyor zıplıyor. Sonra bilgi kirlenerek topluma mal ediliyor. Çık içinden çıkabilirsen. Düzelt düzeltebilirsen. Çünkü bilgi senin kontrolünde değil.
Çalışmayan, çalışana/ gerçek ilim sahibine değer verilmeyen, bir ortamda "olacak o kadar"dan başka bir parodi çıkmaz.
Bu yazıya göz atabilirsiniz
Hzl: Dr. A. Nazmi Çora
Bizler o kadar iyi niyetli ve hoşgörülü bir milletiz ki, ben bile kendimi akıllı bilirken adı geçen kitaplarda ismi bulunan batı yanlısı dernekler ve kuruluşlara bilmeden safiyetle çeşitli bağışlarda bulunduğumu gördüm ve ürktüm.
Amacım sizlerin gözünü birazcık açmaktır. Sizlerin gözü açılırken eminim Türkiye’nin de gözü açılacaktır.
Açık ya da örtülü ilişkiler, bir resme dönüştürüldüğünde Amerikalıların “WEB” yani “Örümcek Ağı” demelerinin gerçekçiliği de anlaşılacaktır. Bunu yapamasak bile açtığımız yolda ilerleyecek olan genç araştırmacılar, Türkiye ağında yer alanların içini dışını, iktisadi çıkar ilişkilerini, “think düşünce” batı hizmetkârı yardakçılık işleriyle doldurdukları küçük “tankkendi ceplerini-keselerini” inceleyerek, hepimizin anlayacağı şekilde gözümüze gözümüze sokacaklardır. Doğdukları büyüdükleri, her şeyinden faydalandıkları bu ülkeyi, para, rütbe ve mevki uğruna satmaktan çekinmeyen, bana göre bu zavallı vatan hainlerini açığa çıkartacak ve onları bu ülkede yaşadıklarına pişman edeceklerdir.. Bu işin bilimsel irdelemesini yapacak olan akademisyenler de eklenirse; gerçekten batı çıkarlarına hizmet veren sözde demokratik örgütlenme ve parçalanmaya karşı, ulusal bir dayanışma dönemine girebiliriz. Yabancı para gerektirmeden, sadece kendi imkânlarımızla, sadece damarlarımızdaki asil kanla beslenerek gerçek vatanseverler bu ahlaksız örgütlenmeye karşı çıkacaktır. Yani “Zor oyunu bozacaktır!” İşte o “zor” milliyetçi ve bağımsızlıkla tutuşan Türk Milleti tarafından, Atatürk’çü Türk Gençleri tarafından bozulacaktır.
ABD’nin uyguladığı strateji çok basit, ama basit olduğu kadar da etkili. David Icke’nin “Brillant Book” isimli kitabında açıkladığı ve kendi deyimi ile şans eseri ele geçirdiği kopyalara dayanarak yazdığı kitaba göre bir nevi Psikolojik Harekât olan “Sessiz Savaş” ilk defa 1954 yılında uluslararası seçkinlerin bulunduğu bir toplantıda açıklandı. (Acaba aynı yıl toplanan Bildenberg Toplantısı olabilir mi?)
Sessiz Savaş’a göre, halkın (ister kendi halkınız ister hedef ülke halkı kontrolünün) ele geçirmenin en basit yolu;
1.       Onları şaşkın hale getirmek,
2.       İlgilerini aslında hiç önemli olmayan ve sizin maksatlarınızı gizleyen tali, önemsiz beş para etmez konulara çekmek ve böylece onların ulusal çıkarlarını ilgilendiren konulara, yani gerçek sorunlara odaklanmasını yok ederek bunları unutturmak,
3.       Ulusu meydana getiren temel disiplin ve prensipleri sarsarak tedricen yok etmek ve istediğiniz fikir ve sistemi halka kabul ettirerek bu yeni sisteme halkı uydurmaktır.
Halkın dikkati ve düşünceleri gerçek sorunlardan, yapma ve önemsiz sorunlara yöneltilir. Böylece zihni faaliyetleri sabote edilir. (Örneğin, Milli servetler, milli büyük kuruluşlar yabancılara peşkeş çekilirken, yer altı zenginlikleri yok pahasına devredilirken, güneyde ulusal çıkarlara aykırı bir sözde Kürdistan temelleri atılırken (bu örnekleri binlerce sıralayabiliriz) halk cumhurbaşkanı seçimi, türban konusu, yeni anayasa hazırlığı, Seda’nın elbisesi, Ajda’nın silikonu, şunun selulitleri, Kadirin epostaları ile günler doldurulur. Gerçek vatanın satılması olayı halka unutturulur. Resmen uyutulur.
Zaman içinde halkın eğitim seviyesi düşürülür. Düşük kaliteli eğitim verilir. Araştırmaya, incelemeye yönelik çalışmalar durdurulur. Bilim adamları kendileri araştırmaktansa, başkalarından aşırmayı, yabancıların taraflı yayınlarını kopya etmeyi seçer. Kafaları dumura uğrar dolayısı ile yetiştirdikleri öğrenciler de onlar gibi olur. Teknik yaratıcılık cesaretleri kırılır. Özgüvenleri yok edilir. Hedef ülkeyi, o toplumu aşağılayan, küçümseyen deyimler nakaratlar yaratılır. Medya vasıtasıyla binlerce defa tekrar edilerek halkın beynine bunun normal olduğu işlenir. Aşağılayıcı karikatürler, karikatür dergileri yayımlanır. Acımasızca halkın zavallı, aptal, geri kalmış, cahil, terbiyesiz, görgüsüz, kültürsüz olduğu yinelenirken aynı anda ABD ve batının ne kadar gelişmiş ve kültürlü olduğu söylenir ve beyinlere bu işlenir. Öyle bir zaman gelir ki artık ABD ve batıya karşı tek bir kötü söz söylemek size derhal Satılmış Medya tarafında yargısız infaz getirir. Zaten sürekli ABD’de de böyle denerek her türlü fikir size yutturulur.
Kısaca zihni ve duygusal bir tecavüzdür söz konusu olan. Medyada özellikle TV ve gazetelerde sürekli bir seks, cinsiyet, eşcinsellik, şiddet, savaş, acı vurgulanır, böylece merhametsiz, hayvani, duygusal hareketler ve saldırı bilinçaltına yerleştirilir.
Bu arada milli değerleri savunan anti ABD’ci dizi ve filmler derhal medyatik baskı altına alınır ve derhal anti kampanya başlatılır. (Örneğin iyi veya kötü tarafları olabilir bu tartışma konusudur ancak “Kurtlar Vadisi gibi Anti ABD dizileri, içinde şiddet, mafyacılık vb şeyler var diye yasaklanır ve yenilerinin çıkmaması için baskı yapılır. Peki, bunlardan çok daha fazla şiddet, anormal seks ilişkileri, mafya gösterileri olan ABD film ve dizileri… Haşa onlara kimse ses çıkaramaz. Onlar batı ürünüdür. İyidir.
Kısaca; içinde biraz ulusal bilinci yükseltme varsa tu kaka, ABD ve batıyı güçlü gösteriyorsa ve onun korkusunu yayıyorsa amenna!
Birileri vatanı satıyormuş, vatan hainleri bırakın gizlice, artık açıkça meydan okuyormuş?
Aman ne gam! Sen dağlara doğru “Doğa yürüyüşü”ne bak!
Güneyde sözde Kürdistan kuruluyormuş!
Bu da mı dert!
Ülkede kargaşa yaratmak için vatanseverler öldürülüyor muş, milliyetçiler sadece medya baskısı ile suçsuz yere hapislere atılıyormuş, milliyetçi kuruluşlar dernekler acımasızca satılmış medya tarafından bombardımana tutuluyormuş!
Ya boş ver şimdi! Da Vincinin şifresinde çözümü vardır onun. Orda yoksa Simyacıya bakarız! Hem baksana Bilge Ferrarisini de satmış! Meditasyon her şeyi çözer!. Bir uyuştun mu gerisi kolay! Ha birde şu kansere falan nasıl çözüm bulacağız!
Tarihi ve hukuku yeniden yaratarak halkı yanlış ve saptırılmış düşüncelere inandırmak ta iyi bir yöntemdir.
“Ne milleti kardeşim, k… sıkarak yaşayan bir toplumun tarihi mi olur” “Hangi Kurtuluş Savaşı, eşekten düşüp bir kişi ölmüş Kurtuluş Savaşı diyorlar” Ç.A.
“Bu kurtuluş değil, kurtulamayış savaşıdır” M.A.
“Vahdettin hain değildir” B.E
“Ben vatanı bir kadın memesine satarım “A.A
“Çanakkale savaşı da neymiş, orda Anzak’lar acı çekti, senin vatanını korumak kimin umurunda” B.U.
“Ne yapacaksın Atatürk’ün Nutkunu, zaten modası da geçti”
Yakup Kadri’de kim, Mahmut Esat Bozkurt mu? Hiç duymadım zaten hepsi geçmişte kaldı boş ver!
Benim kanıma dokunan bu sözler yukarıda baş harflerini koyduğum gazete köşe yazarları, yapımcılar, beyni dumura uğramış gençlerden birkaç alıntı. Ya sizler bunları okuyor işitiyor ama ne yapıyorsunuz? Ayıp sizlere… Atatürk’ümüz size bu vatanı emanet ederken böyle suskun ördekler gibi durun mu dedi yoksa bunlara karşı çıkın, devrimlerimizi koruyun mu? Her şey yasal yoldan ama korkmadan, örgütlenerek yasalara uygun hainlere karşı koyarak.
Düzensizlikte fayda vardır. Daha fazla karışıklık daha fazla ABD ve batı lehine fayda’dır. En iyi yaklaşım, önce hedef ülkede kaos ve problemler yarat, sonra senin çıkarlarına uygun çözümleri kabul ettir’dir.
Yetişkin nüfusun dikkatini gerçek sosyal ve milli sorunlardan uzak tut. Onları hayali, ufak ve önemsiz sorunlarla sürekli meşgul et.
Memleket meselesi ne imiş?
Hele şu altılı bir tutsun, bak neler oluyor!
Bırak şimdi onu, şu ekolojik denge ne olacak onu bir anlat sen!
Kuvayi Milliye mi, o da neymiş?
Sen asıl Green Peace’e bak, kendilerini nasıl zincirlemişler ama!
Atatürk zincirlerimi kırmış?
Hadi canım sende atma şimdi! Parti örgüt olmadan bir şey olmaz mı diyorsun? O da nereden çıktı? Atatürk mü yapmış?
Ya o Atatürk zamanı, nereden bulacağız şimdi biz o zamanı!
Zaten iktidar kirli bir mekanizma, sivil toplum hedefleri bize yeter. İktidarı hedefleyeceğiz de ne olacak? Bırak iktidarı gericilere ve Amerikancılara, onlar kirlensin. Biz Sivil Toplum Örgütleriyle idare edelim.
Parti, marti! Zinhar! Bırakın bunları arkadaşlar!
Okullarda eğitimi sulandırın ki genç nüfus bilgisiz, görgüsüz olsun, zihin faaliyetleri, inceleme ve araştırma alt yapısı olmasın.
Usta cadı dizisinden bir replik “Senin tarih dersin yok mu? Gitmeyecek misin?”
El cevap; “Ya boş ver tarihi, bana ne geçmişte kim ne yapmış”
Tarih dersini sanıyorlar ki geçmişte olan biteni öğrenmek! Aslında gençlere de hak vermek lazım, sistem öyle sunuyor, öğretmenler öyle anlatıyor.
Peki, evladım, geleceği neyin üzerine kuracaksın?
İşte ABD var! Batı var, oralarda düşünen bir sürü insan var (Yani benden akıllı beni güden demek istiyor beynine çakılmış) onlar yapar benim geleceğimi!
Aslında gerçekten de geleceğimizi yapıyorlar, hatta hem geçmişimizi hem de geleceğimizi yapıyorlar. Zevkle!!
Tarih insana sadece geçmişini bilmek için değil, geleceğini de kurtarmak için gerekir evladım.
Geçmişi olmayanın geleceği olamaz ki evladım.
Asker yerine para baronlarının emrinde onların talimatlarına uyan bilgisayar programcısı, silah yerine bilgisayar, barut yerine veri, mermiler yerine durumlar senaryolar kullanarak savaş yapıyor. Bu kirli bir savaş. Bunun adı “Sessiz Savaş”
Sessiz ve derinden, halkın farkında olmadığı, sürekli bir savaş bu. Gürültü çıkartmıyor, herhangi bir kişinin günlük hayatına alenen müdahale etmiyor. Halk bu silahı anlayamadığından, saldırıya uğradığına ve baskı altında olduğuna asla inanmıyor.
Psikolojik baskıdan ekonomik baskıya kadar çok geniş bir yelpazede gittikçe artan bir dozda yapılan bu baskı sonunda;
Halk bu baskının varlığına adapte olur, uyum sağlar ve bu sinsi tecavüzden sanki zevk alırmış gibi tahammül eder, hissizleşir ve robotlaşır.
Böylece etkin güç, halkın doğal, ekonomik enerji kaynaklarının, sosyal hayatının, zihinsel ve duygusal yapısının hatta DNA’larını inceleyerek genetik yapısının zaaflarını tespit eder ve bunlara saldırarak halkın sosyal hayatına, devletin ekonomisine, tercihlere doğrudan müdahale eder.
Halk içgüdüsü ile bir şeylerin yanlış olduğunu hisseder, fakat sessiz silahın teknik özelliklerinden ötürü duygularını makul bir şekilde izah edemez veya kendi zekâsı ile problemlerle uğraşamaz. Bu nedenle nasıl yardım isteyeceğini, nasıl kendini savunacağını, nasıl örgütleneceğini bilemez.
Şimdi yazdıklarımızı kısaca özetleyelim;
Soru: Saldırının amacı nedir?
Cevap: Amaç kitlelerin beynini ele geçirmek ve esir almak.
Soru: Nasıl bir güç tarafından yürütülmekte ve planlanmaktadır?
Cevap: İnsanlığı kölesi haline dönüştürmek isteyen ve bir iktidar mekanizmasına sahip örgütlü bir güç tarafından yürütülmekte ve planlanmaktadır. Genel olarak emperyalist devletler denilen batı ülkelerindeki etkin güçler diyebiliriz. Özel olarak baktığımızda ise yani ülkemiz açısından değerlendirdiğimizde karşımıza ABD gibi örgütlü bir güç çıkmaktadır.
Sorunu nasıl çözeriz;
1.         ABD ile boy ölçüşebilecek bir iktidarı hedefleyen örgütlenme içine girilmelidir. Bunun en son ve en güzel örneğini büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde Kurtuluş Savaşın’da yaşadık. Asil kanımızda, genlerimizde bu güç ve yetenek var. Yani un ve yağ var ama adam yok….
2.         Rahat koltuğundan kalkıp ocağın başına geçeceksin. Yani halka ineceksin, örgütleneceksin, her vasıta ile korkmadan, yılmadan, karamsarlığa kapılmadan, inanarak halkı aydınlatmak için kolları sıvayacaksın. Bu milli örgütsel faaliyet zihnini özgürleştirecek ve doğruları bulacaksın.
Organizasyon yoksa güçte yoktur. Bireysel güçler yok olmaya mahkûmdur. Örgütlenme güç demektir.
O zaman yapılacak tek şey, ABD’ ye karşı halkın haklarını koruyabilecek ve iktidarı hedefleyen bir partide örgütlenmektir. Tıpkı Atatürk’ümüzün yaptığı gibi. Tıpkı Kuvayı Milliyecilerin yaptığı gibi
“Sevdiğini mertçe seven kişi
Pervane gibi özler ateşi
Sevipte yanmaktan korkanların
Masal anlatmaktır bütün işi”
Dr. A. Nazmi Çora
Sh: 7-16
Ulus devletler, dünya egemenliğine soyunan ABD ve diğer Süper Güç diye geçen ülkelerin önündeki en büyük engeldir. Çünkü ulus devletler kendi topraklarının kullanımına ve iktisadi ortamına dışarıdan yapılacak girişimleri, dış siyasetlerinin doğrudan yönetilmesini engelleyebilirler. Daha da kötüsü, yandaş yönetimlerin yerini her an daha bağımsızlıkçı yönetimler alabilir.
Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin sınırlarını eleğe döndürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülke insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemez. Bu nedenlerle, ‘hür dünya’ işlerinden, “insan hakları” ve “din hürriyeti” bekçiliğine çevrilen operasyon ile ABD’nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıdır.
Dünyanın 92 ülkesinde devlet yönetimlerine paralel yönetim şebekesi oluşturan ABD ve Batı Avrupa devletleri egemenliklerini gizliden değil, olabildiğince açıktan pekiştiriyorlar. Bunu yaparken kurdukları ya da kurdurttukları Think-tank, düşünce topluluğu, grup çalışması, proje, yuvarlak masa toplantısı, bilimsel konferans, dernek ve vakıflar aracılığıyla toplumun tüm kesimlerini örgütlüyor, yasa değişikliği çalışmalarını yönlendiriyor ya da yasa tasarılarını kendileri kaleme alıyorlar. Ülkeyi yönettiğini sanan devletin kurumlarına ‘reform’ için para veriyor ve değişiklikleri kendi bildiklerince yönlendiriyorlar.
Gizli örgütlenmelerle Polonya karıştırılmış, Moskova’da kurulan derneklerle yönetime sızılmış ve muhalefet örgütlenmişti. Sosyalist sistemin çökertilmesinden sonra ulusal devletlerin iç düzenlerinin ele geçirilmesi ve parçalanması süreci başlatıldı.
Türkiye gibi müttefik ülkelerdeyse, olası bağımsızlık eğilimlerini bastırmak ve devletlerin tüm ulusal çekirdeklerini yok etmek, iktisadi ortamlarını korunaksız, yönlendirilebilir, gerektiğinde karıştırılabilir bir durumda tutabilmek için güdümlü örgütlerin desteğiyle yasal değişiklikler yaptırmayı başardılar. Kirli operasyonları saklı tutarken toplumun tüm kesimlerini istedikleri anda harekete geçirebilecek denli örgütlemiş bulunuyorlar.
Operasyonun en önemli ayağı “çok kültürlülük” üstüne kuruldu. Başlarda “farklılıklar zenginliğimizdir” diyenleri bile şaşırtacak denli kısa bir sürede farklılıklar etnik azınlık isteklerine yükseltildi. Toplumun dinsel dayanışmasını da denetim altında tutabilmek için “Din Hürriyeti” senaryosunu büyük bir başarıyla uygulayan ABD örgütleri, dinsel topluluklarla, şeyhlerle, şıhlarla, vakıflarla ilişkilerini geliştirerek demokrasi(!) cephesine katıldılar.
Öyle başarılı oldular ki, Irak işgali sürecinde karşı çıkması beklenen Türkiye’nin İslamcı muhalefeti bile vurdumduymaz oldu. Türban özgürlüğü örgütlenmesiyle ve eylemlerle birlikte kurumların ve toplumun tepkileri ölçüldü. Gerektiğinde suikastlar düzenlendi.
Operasyon her kesimi Türkiye Cumhuriyeti’nin yasallığına karşı birleştirdi. Siyasal partiler ‘siyasi eğitim’ adı altında operatörlere bulaşınca topluma önderlik edecek muhalefet de kalmadı.
Oysa olay daha derindeydi. Bir ülkede yaşayanların düşünce sistemleri ele geçiriliyor, demokratik kitle örgütleri yok edilirken birkaç seçmece kişinin kurduğu dar üyeli dernekler toplumsal muhalefeti, güdümlü medya ve devlet yöneticilerinin desteğiyle gütme yeteneğine kavuşuyorlardı. Bu dernek ve vakıflar dışarıdan aldıkları büyük devlet desteğinin karşılığını o devletin dışişlerine ulaştırılan ve milli menfaatlerimizi tehdit eden raporlarla ödüyorlar..
Eskilerde “casusluk” olarak nitelenebilecek bu uygulamalar şimdilerde demokrasi için ortak çalışma’ adı altında rahatça özümsenebiliyor. Yabancıların dernekleri, vakıfları ve siyasi partileri toplum yönetiminde etkinlik sağlayabiliyor. Başkentte bile şubeler açıyorlar. Zamanı geldiğinde harekete geçip merkezi devleti ele geçirecek olan gençlik örgütlenmesi için büyük paralar harcanıyor.
Bu nedenlerle, devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerinden alınıp, halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıflatılıyor, Ulusal yönetimler, kısa devre edilerek, dünya egemenlerinin NGO Vakıf-Enstitü gibi örgütleri aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve daha kalıcı bir yöntem haline geliyor.
Ülkelerde devlet ile halkın arasına, ABD adına bir tür uzaktan yönetim şekli olarak adı sivil(!) kendileri dışarıdaki devletin güdümünde bir dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları ağı kuruluyor.
İç gelişmelere, kapanmış tarihsel yaraların yeniden deşilmesiyle yoğunlaştırılan etnik kışkırtmalar, ekonomik şantajlar, din hürriyeti kapsamında geliştirilen eylemler, Amerika’nın ya da Avrupa’nın şu ya da bu üniversitesinde, Türkiye’nin bütünlüğüne, temel yasallığına saldıran toplantılar, konferanslara, Avrupa’dan Türkiye’ye parlamenter akınları, yabancıların yerel yönetimlerle Cumhuriyet devletinin bilgisi dışında gerçekleştirdikleri doğrudan kapalı toplantıları, ülkenin enerji kaynaklarının kullanımına karşı, tarihsel kalıt ya da çevre adına, abartılı uluslararası karşı kampanyalar, ulusal kurtuluşun simgesi olan anma günlerini, sözde dostluk adına, silikleştirme adımları eşlik ediyor. Böylece, olası uluslararası müdahalenin cephesi kuruluyor. İçerideki kutuplaşma bazen sert bazen göreceli olarak daha yumuşak kışkırtmalarla olgunlaştırılıyor.
Özetlediğimiz girişimlerin en kısa tanımı: Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yasallığıyla kimin derdi varsa, başta ABD olmak üzere, Batı dünyası ona sahip çıkıyor, kol kanat geriyor ve resmi raporlarla bu koruyuculuğu uluslararası belgelere taşıyorlar.
Gelişmelere koşut olarak, ülke içinde de, sağcı solcuyla, dinci sözde aydınla, şeyhler demokratlarla kol kola giriyorlar. Çok yakın geçmişte, aynı siyasal görüşleri paylaşanlar yan yana gelemezken, şimdi tümü bir anda cephe oluşturabiliyorlar. Onlarca örgüt devletin kurumsallığına karşı ortak belgelere bir çırpıda imza atabiliyorlar. Kendisine ‘liberal’ diyen profesörler, bir gecede Amerika’ya uçuyorlar ve ‘cihad’ örgütlerinin destekçisi Amerikan Müslümanlarının panellerinde, yuvarlak masa toplantılarında, deneyimli istihbarat uzmanlarıyla buluşuyorlar.
Cumhuriyeti kurmakla övünen siyasal hareketin başkanı bir anda Hıristiyan tarikatların yan kuruluşlarının toplantılarına katılıyor. Aynı görüşü paylaşan yöneticiler, ‘vakıf adını taşıyan yabancı parti uzantılarını Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyük Millet Meclisi’ne taşıyorlar ve “siyasal ahlak” dersleri verdiriyorlar. Ulusal bağımsızlığın mirasçısı meclisin anayasayla ilgili çalışmalarına yabancılar karışıyor ve bunu açıklamaktan da çekinmiyorlar.
Aynı yabancılar, yerel yönetim çalışmaları adı altında bir dizi toplantı yapıyor ve birbirine muhalif partilerden seçilmiş belediye başkanları, devlet merkezinden bağımsızlaşma ve özerklik elde etme istemiyle hareket etmeye çağrılıyorlar.
Bu gelişmeler on-onbeş yıla sığıyor. Bu denli kısa bir sürede, bu denli yüksek payda ortaklığını sağlayan nedir?
Yanıt kısa ve açık: ABD’nin NED adlı fonundan beslenen, İRİ, NID, CİPE ve Batı Avrupa örgütleriyle örülen ağın içinde biçimlenen ithal demokrasi yapılanması. Tasarım merkezi aynı olunca, yörüngeler de, o merkezin çevresinde oluşuyor; sağı solla, dinciyi laiklik savunucusuyla buluşturuyor. Siyasal farklılıklar eritilirken, etnik ayrılıklar, bazen “çok kültürlülük” bazen da “inançlara saygı” temelinde öne çıkartılıyor.
Türkiye’de, üçbeş yıl öncesine dek, siyasal konumlanmalara uygun olarak, örgütler, partiler, yazarlar, çizerler arasında keskin görüş ayrılıkları oluşurdu. Örneğin, laik devlet düzenini değiştirmek isteyenlerle, cumhuriyeti savunanlar arasında siyasal uçurum bulunurdu, ‘Sağcı’ geçinenle solcu’ geçinen arasında görüş ayrılıklarıysa siyasal yaşamın bir kuralı ve itici gücüydü.
Oysa şimdi öyle olmuyor. Dinsel hukuk esaslarının uygulanmasını isteyenlerle, istemeyenler bir araya geliyorlar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin değiştirilmesini birlikte öneriyorlar. Bu dayanışmalarını da, ‘özgürlüklerin ve demokrasinin genişletilmesi’ için eylem ortaklığına, çok kültürlülük esasına dayalı siyasi yapılanma gereğine oturtuyorlar ve halka bunu “hoşgörü” olarak yansıtıyorlar.
Cumhuriyetin kurumlarına karşı her provokasyondan sonra siyasal partilerin tümü susuyor, temel ilkelerin ve kumruların savunulması, orduya kalıyor. Ordu, politize ediliyor, iç siyasi kavgaların içine çekiliyor. Ülkede kutuplar sayıca artırılırken, inanç ve köken ayrılıkları öne çıkarılıyor ve çatışmalar keskinleştiriliyor. Bu durumdan yarar umanlar, Türkiye’nin bir avuç militarist güç tarafından yönetildiğini yayıyorlar, özellikle yurtdışında iş, askersel yönetim tanımını da aşıyor ve ‘laik cunta’ deniliyor.
Söz konusu örümcek ağının ilmiklerinde, şu ya da bu niyetle yer almış olanlar bu ağı örenlerin kimliğinden de, amaçlarının tümünden de bilgili olmayabilirler. “Sivil” etiketi takınan, “saydamlığı” olmazsa olmaz ilke olarak savunan örgütler, yabancı ilişkilerini, özellikle “hibe” adı altında aldıkları parasal desteği çevrelerine topladıkları kişilerden ve toplumdan saklamaktadırlar.
Bu tür destekler almak için uğraşanların, özellikle Türkiye-Kafkasya-Ortadoğu ve Türkiye-Kafkasya-Orta Asya’da “güvenlik” oluşturma ve “demokrasi” kurma örtüsü altında yeni koloniler elde etmek isteyen Batılı devletlerin ve kartellerin aracısı olan örgütlerle ve şirketlerle kurdukları ilişkilere dikkat çekmek gerekiyordu.
Dahası gençleri bu ilişkiler üstüne bilgilendirmenin önemli bir görev olduğu düşüncesiyle hareket edilmiş; günümüzde moda olan Amerikan usulü sözde akademik bir dille “sistematik” yazma yerine okurun kendi yorumunu yapmasına ve gerekli sonuçlar çıkarmasına yardımcı olmak amaçlanmış ve medyatik eksik bilgilendirmenin yarattığı boşluğu doldurmak için olayların sergilenmesine özen gösterilmiştir.
Kesinlikle, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması gibi bir yöntemden yana değiliz. Ancak toplumsal yaşamımızın yabancının hesabına düzenlenmesine ve toplumun gözünün boyanmasına karşı bir uyanış sağlamanın insanlık görevi olduğu da bir gerçektir.
Dr. A. Nazmi ÇORA
Sh: 17-23
Eskiden diktatörlere destek veren ABD ve Batı Avrupa, paraları “Hürriyet” ve “Demokrasi” diyerek aklıyordu. Şimdi hem “demokrasi” diyor, hem de “insan hakları inanç özgürlüğü” diyor. Demekle kalmıyor, kendi eliyle iktidara getirmiş olduğu diktatörleri iktidardan devirmek üzere, ‘demokratikleşmenin önündeki engellerin kaldırılması’ ya da ‘demokrasiye geçiş misyonu’ diyerek, milli orduların kimliğinin yok edilmesi ve bağımsız devlet egemenliğini koruma kararlılığının kırılması ve devlet merkezlerinin zayıflatılması yoluna gidiyor. Bu işlem için NGO’ dan NGO’ ya, vakıftan vâkıfa yatırım yapıyor.
ABD güya Sivil Toplum Kuruluşu (NGO  Non Governmental Organization) olan NED’in resmi olarak yıllık ödemeleri, 37 milyon dolar.. 2001 sonuna dek, Amerikan resmi kaynağı NED’den Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarına 4,7 milyon dolar, George Soros‘un örgütünden 1,073 milyon dolar ve NED kanalıyla İngiliz WFD (Westminster Foun dation)’den 6,250 Sterlinlik demokrasi yatırımı yapılmış.
ABD’nin yarı resmi örgütü NED’den, IRI, NDI ve CI PE’ye ve onlardan “workshop” işlerine aktarılan yatırımlara, NED’in raporlarından bakmak biraz aydınlatıcı olabilir. Bunun gizlisi saklısı yok. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarının ve örgütçülerin çok az bir kısmı, ‘saydamlık’ ilkelerine bağlı kalarak, “project” kaynaklarını açıkça belirtmektedirler. Örgütlerin çoğu ise, bu ilişkileri ve yatırımları, nedense açıklamıyor. (Acaba neden) Ve Türkiye Cumhuriyetinde ne devlet ne basın ne de solcu, demokrat veya milliyetçi geçinen kişiler ve kuruluşlar tek bir soru bile sormuyor. (Neden cahiller mi? Korkuyorlar mı? Yoksa onlar da aynı kaynaktan mı besleniyorlar?) Oysa NED, ABD’de Kongre denetiminde oluşturulmuş bir para fonudur; resmidir ve bütçesiyle çalışmaları ABD Dışişleri’nin ve ABD Başkanı’nın onayından geçtikten sonra ABD Kongresi’nin onayına sunar.
Her ne kadar kendisi Non Gonernmental yani hükümete bağlı olmayan bağımsız Sivil Toplum Kuruluşlarına (Tabii işine gelenlere) yardım etse de kendisinin harcamaları resmidir; “governmental”dir, yani kendisi sapına kadar devlete bağlıdır. ABD dışındaki ülkelerde yapılan bazı ödemelerde, parayı alanların adları ve alma amaçları raporlara geçirilir. Bu durumda, hem para, hem hesaplara para ölçüsüyle geçirilen eleman desteği alıp, hem de bunu saklamanın fazlaca bir yararı yoktur. Açık ilişkinin başlangıcı 1988’e gidiyor.
NED, Türkiye’deki ‘FORUM Dergisi’ne 50.000 dolar veriyor. FORUM iki yıl sonra CIA eski elemanlarının, yerli liberallerin, Asya’dan, Rusya’dan temsilcilerin de katıldığı Bodrum toplantısını gerçekleştiriyor. Sonrasında, tek ilmikle başlanarak ve ilmiklere ilmikler eklenerek, örümcek ağı örülüyor. Kimin hangi iş için ne kadar dolarlı ve sterlinli “iş birlik” desteği almış olduğunu siz de bulabilirsiniz. NED’in resmi raporlarından aldığımız dolarlı “project” düğümlerini ve Avrupa’nın euro’lu ilmiklerini özetlersek, yıldan yıla örülen ağı da görebiliriz:
1988
Eski dostlar, Amerikan senatosunda ifade verenlerin yer aldığı Ankara’nın Forum Corp ve Yeni Forum Dergisi’ne 50.000 dolar verilerek başlanıyor.
1990
Anahtar, Türkiye’nin Amerikalı Dostları Vakfı ile çevriliyor ve Aydın Yalçın‘ın Forum’u ile kapı açılıyor. Bodrum’dan geçilecek ve Doğu’ya doğru ilk ilmikler örülecektir.
1991
Bodrum Monacus Club’da açılan kapıdan Kafkasya’ya, Asya’ya ve İslam ülkelerine girilecek ve ilmiklere ilmikler eklenecektir. Forum ve Türk Demokrasi Vakfı (TDV) ile çalışılıyor.
1992
İkinci 50.000 dolarla iş yürürken, 57.000 dolarlık projeyle Asya Türk Cumhuriyetlerine uzanılıyor; serbest pazar ekonomisinin yayılmasına başlanıyor:
1993
İRİ çalışmayı sürdürüyor ama yerliler her nedense raporlara yazılmıyor. Hemen siyasi partilerle ilişkiye geçiliyor; “Grup çalışmaları-Work Shop’lar” başlıyor.
1994
İRİ ve Gökhan Çapoğlu ve Trabzon Valisi tarafından yeni Kurulan Stratejik Araştırmalar Vakfı (SAV) ortak çalışmaya başlıyorlar, 7 1,583 dolarlık çalışmayla ‘Yerel Hükümetler’ dedikleri belediyelerin otonomlaşmasına uzanan yola giriliyor.
1995
İRİ ve SAV’ın çalışmaları yoğunlaşırken, devreye yurt dışında örgütlü Müslüman kadın işleri giriyor ve Türkiye’den yeni bir ilişki olarak TESEV zincire ekleniyor, belediye örgütlerine, il meclislerine uzanılıyor. Amerika’dan gelen Kemal Köprülü ARİ Hareketi Derneği’ni kuruyor.
1996
IRI ile TESEV ortak çalışmasının yanı sıra belediyelerle doğrudan projeye geçiliyor; Belediyeler Birliği ile çalışılıyor. Bu arada siyasi partiler arasında eşgüdüm komisyonu kuruluyor.
1997
Bağışlar doğrudan yapılmaya başlanırken, Müslüman kadın işleri, Kürt-Türk eğitimi, Anadolu çalışmaları ve NDI devreye girerek Millet Meclisi’ne uzanıyor; Liberaller serbest, piyasa ekonomisine karşı oluşabilecek tepkiyi azaltmak için Müslümanlıkla Pazar ekonomisinin bağdaştığını öğretecek toplantılar düzenliyor; Helsinki Yurttaşlık Derneği üyeleri çoğalsın, teknik gücü artsın ve sivilleri toparlasın diye yardım görüyor. Türkiye AB’ye girmeden AB Türkiye’ye giriyor ve Türkiye’de “demokratik ilkelerin ve hakların güçlendirilmesi için Sivil Eğitim’e ve benzerlerine yatırım yapıyor. AB ve ABD siyasetine destek veren yerli “sivil” örgütlerin proje desteği aldığı görülüyor. Toplam Yatırımın tutarı: 671.055 dolar ve 2.974.640 euro.
1998
NDI meclisteki yasama işlerini sürdürürken, Müslüman Hukuku altında yaşayan kadınlar yöresel liderlerini yetiştirecek sivil temsilcileri, eğitiyor, Kürt-Türk çalışmalarına İngiliz sterlini değiyor ve TOSAV içerideki danışmanlarıyla yurtdışında toplantılar düzenliyor. ABD Cumhuriyetçi Parti si’ne bağlı IRI örgütü ile TESEV ve Türk Belediyeler Birliği (TBB) 450.000 dolarlık proje yürütüyor, Liberal Düşünce Topluluğu Derneği CİPE’den aldığı parasal destekle reform yasaları çalışıyor ve milletvekillerine yemek düzenliyor. AB büyük projelere geçiyor:
1999
Amerikan işadamları örgütü CİPE, liberallerle işin içinde. Amerikan Demokrat Partisi’ne bağlı NDI, adı verilmeyen meclis üyeleriyle, TBMM’nde ahlak ilkelerini belirliyor. Murat Belge‘nin kurduğu Helsinki Yurttaşlık Derneği, yıllık ödentisiyle etkinliklerini sürdürürken, İRİ, adını vermediği yerli sivil ile gençlik örgütlenmesine başlıyor. AB ise belediyelerle proje ilişkisine giriyor.
2000
Sıra Türklerin yolsuzluklarını kanıtlamaya gelmiştir. Yolsuzluk işleri için Amerikan işadamlarının örgütü CİPE para kanalı oluyor. TOSAV, TOSAM adıyla çalışmaya başlıyor; yerel örgüt liderleri yetiştirmeye yöneliyor. Helsinki Yurttaşlık Derneği (HYD), Mersin, İstanbul ve Van’da “net work” yani şebeke kurmayı üstleniyor. NDI adını vermediği yerli sivillerle birlikte milletvekillerini ve “saygın” olarak niteledikleri akademisyenleri dar toplantılara alıp, “ahlak” ilkelerini öğretiyor! Avrupa Birliği, Türkiye’de özgürlüklere parasal yatırım yapıyor.
2001
Kürt-Türk uzlaşma işine ABD’nin işadamları örgütü karışıyor, HYD “fiks” payı olan 37.000 doları alıyor. ARI Hareketi (Derneği)’nin adı ilk kez NED raporlarına geçiyor. IRI ARITESEV yeni Grup ÇalışmasıWork Shop işlerine soyunurken, IRI’nin dolar desteğiyle ARI Derneği’ne bağlı Genç.net işe başlıyor; amaç gençliği koordine bilgiyle donanmak, ilişki kurmak.
NDI siyasal partileri, milletvekillerini, “sivil gruplan” yan yana getirerek, ahlak ve devlet reformu işlerine katkıda bulunmayı sürdürüyor. NED bu yıl bütçesinden toplam 686.634 dolar aktarıyor. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 19 günde 19 yasa çıkararak yasama rekoru kırıyor. “ABD’nin dışarıdan gönderdiği Kemal Derviş bu durumu “Kriz içinde reform yapıyoruz” diye açıklıyor.
2002
Helsinkiciler her zamanki yıllık ödentiyi alıyor; IRI, kadınlara büyük yatırım yapıyor. NDI ‘reform’ adı altında yapılan yasa değişikliklerini sivil(!) örgütler aracılığıyla destekliyor. Toplam tutar: 621.317 dolar.
2003
Sendikalara sızıyorlar, KADER adlı kadın derneğini destekliyorlar; 600 sivil lideri eğitiyorlar; IRI, ve ARI’nın kurduğu Genç Net’e parasal destek veriyor ve Helsinkiciler her yılki ödentiye kavuşuyorlar. Folklorcular aracılığıyla düşünce özgürlüğü işine girişiliyor.
Listelerde adı verilmeyen ‘işbirlik’ boyutunun bir bölümünü yerli “sivil” hareketin önde gelenlerinin etkinliklerini göreceğiz. Bazı para alıcıların açıklanmamasının gerekçesini de NED’i denetlemekle yükümlü General Account Office (GAO)’in (Bizdeki Sayıştay Benzeri) raporlarında bulacağız. He var ki, MDI’nin bölge sorumlusu, CSA elemanı, Kıbrıs eski arabulucusu Charles rielson Ledsky’nin açıklaması şimdilik yeterli bilgi içermektedir:
“Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da KaDer, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı (..) Bazı meclis komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu, özellikle Anayasa Komisyonu’na ciddi temaslarımız oldu. İlki Muğla’da MUMIKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri ile çalıştık.”
Charles Nelson Ledsky’nin açıklaması olağanüstü saydamdır, ne ki “ahlâk” ilkeleri toplantılarını yabancılarla yaptıklarını halka bildirmeyenlerin ve bu tür girişimlere özellikle yabancılar eliyle gençlik örgütlenmesi yapılmasına ses etmeyen görevlilerin, herhalde bir gerekçeleri vardır. Bu tutumu sorgulamaya gerek yok. Çünkü devletin en üst makamlarında bulunanların etkinliklere katılımıyla yapılanlar meşrulaşmıştır.
CIA eski memuru Lesky’nin açıklamasının en ilginç yanı “meclis komisyonları” ile çalışmadır. Bunu yadırgamamak gerekiyor. Çünkü yabancıların istediği reformlar yapılıyorsa, elbete o yabancılarla birlikte çalışılacaktır.
Bu çalışmalar 20042005’te eklenen boyut ise bazen ne denli aşırılığa kaçıldığını da gösteriyor. TBMM Demokrasi Komitesi Başkanı AKP Çorum Milletvekili Agâh Kafkas imzalı yazıdan okuyalım:
[Agah Kafkas, Kafkasya asıllı yurttaşlarımızı Diaspora olarak niteleyen ve çifte pasaport isteyen Ankara Kafder toplantısında Kafkas derneklerinin! bir konfederasyon çatısı altında toplanmasını önermişti. “Türk Demokrasi Vakfı Başkanı ve Demokrasi Komitesi üyesi Zekeriya Akçam, ‘Atatürk’te Wilson ilkelerine sahip çıkarak ülkeyi kurtardı’ dedi. Akçam’ın konuşmasının bu bölümünde yine salon karıştı. ADD Başkanı Kırayoğlu, Atatürk’e hakaret edildiğini ileri sürerken salonun bir bölümünden alkış aldı, bir bölümü ise tepki gösterdi.” (Bursa Hakimiyet, 29 Temmuz 2005, s.8) Kafkas der-nekleri girişimleri için geniş bilgi: kafder.org.tr]
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Sivil Toplum Kuruluşlarıyla olan işbirliğini daha da ilerletmek amacıyla geçtiğimiz Aralık ayından itibaren Türk Demokrasi Vakfı ve merkezi Washington DC’de olan National Democracy institute (NDI) ile ortak bir çalışma yürütmektedir.”
Yani yabancı devlet ABD’nin bir partisine bağlı örgüt ile meclisimizin milletvekilleri (Türkiye Büyük Millet Mecli si’nin manevi şahsiyeti değil) iç içe çalışıyorlar. Buna “Olabilir” denebilir; “Karşılıklı öğrenecek çok şey vardır” da denilebilir. Ancak, iş öyle karşılıklı deney alışverişine benzemiyor. Aynı yazıdan okuyalım:
“Bu çalışma çevresinde kurulan ve milletvekillerinin katılımıyla oluşturulan Demokrasi Komitesi sivil bir girişim olarak çalışmalarına devam etmektedir. (..) çalışmalar süresince TBMM komisyonlarının işleyişi milletvekili seçmen ilişkileri ve TBMM personelinin işlevi konuları üzerinde çalışılacaktır.”
“Milletvekilleri de sivil(!) ise, resmi olan kim oluyor?” demeden önce bir an düşünürsek; Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana var olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, hatta ondan önce de yaklaşık 30 yıl çalışmış olan Meclisi Mebusan deneyleri demek ki, çok yetersizmiş!.. Meclis personelinin neyi nasıl, yapacağını anlamak için Alman vakıflarıyla, Amerikan işadamları kuruluşlarıyla ve Amerikan partilerinin birçok operasyon deneyimine sahip elemanlarınca yönetilmekte olan örgütleriyle “işbirlik” yapanlarla birlikte çalışmak gerekiyormuş.
İş bununla kalsa iyi. Nasıl olsa seçim gelince bu anlayış da gider, denilebilir, ama olanaksız; çünkü TDV-NDI Türkiye Büyük Millet Meclisi ortak çalışması Anadolu’da yayılacakmış. Tipik örnek olduğu için anılan yazıdan okuyoruz.
“Çalışmalarını sadece Ankara ile sınırlamak istemeyen Demokrasi Komitesi, yaz döneminde de Antalya, Bursa, Van, Şanlıurfa, Trabzon ve İzmir’de toplantılar düzenleyecek.”
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde AKP’den yedi, CHP’den iki ve ANAP’tan bir milletvekilinin katılımıyla Mart 2003’de kurulan komitenin ilk işi NDI’nin konuğu olarak ABD’ye gitmek oldu. Orada CSIS’te bir toplantıya katılan komite üyeleri, daha sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in konuğu oldular. Üyeler arasında bulunan ARI Derneği kurucularından ve CHP milletvekili Zeynep Damla Gürel’in uluslararası deneyimi de düşünüldüğünde, bu demokratik girişimin TDV-NDI Türkiye Büyük Millet Meclisi USA ilişkilerinden pek kazançlı çıkacağına kuşku yok.
Bu örneği gördükten sonra; özetini verdiğimiz dolarlı “workshop” listesine, şirket vakıflarının, “think tank” [Amerika birleşik devletleri’nde, bizdeki “ar-ge” kısaltmasının İngilizce hali. ] olarak nitelendirilen kuruluşların çalışmalarına bakmalı… Avrupalıların psikolojik propaganda eylemleri, ‘Kürt sorunu’yla ilgili kitap yazımı, belgesel film hazırlanması gibi etkinliklere destek vermelerinin yanı sıra, medya ünlülerinin uzak ülkelerde ağırlanarak seminerlerde toplanmalarını, Alman ‘stiftung’ örgütlerinin çevre ve yerel medya seminerlerini, ‘Alevilik araştırmaları’ gibi fasıllarını bu kitaba almamış olmamızın fazlaca bir önemi kalmıyor.
Kıbrıs’ta, “Biz ne Türküz ne de Rumuz” diye gösteri yapan, ya da Çeşme’de bir toplantıda yan yana getirilip “Bize ‘Kuzey Kıbrıslı’ ya da ‘Güney Kıbrıslı’ demeyin” diye açıklama yaptırılan gençlere şaşan yöneticiler bu gençlerin, AMIDEAST tarafından eğitildiğini görmezden gelmektedirler.
AMIDEAST, 51 yıl önce, ABD’nin Ortadoğu ve Afrika’daki çıkarlarını korumak üzere kurulmuştur. Ayrıca, USIP toplumlararası sözde barış için verdiği dolarları, Fullb right ve Carnegie Endoument ve benzerlerinin yatırımlarıyla gençler üzerine yaptığı yatırımları da görememişlerdir.
Hazır konunun içindeyken, Tarih Genel Sekreteri’nin “.. ‘STK aslında yabancıların kullandığı bir alettir’ diye birkaç örnek ortaya konur, bu kötü örnekler dar kafalılığın, yabancı düşmanlığının aracı haline getirilebilir” dedikten sonra yabancılarla işbirliğini açıklayacak olanlara yakıştırdığı şu “dar kafalılığın” da üstüne çıkan yepyeni bir yaklaşımı aktarmalıyız. TDV (Türk Demokrasi Vakfı) Genel Başkanı, “Türkiye’de uluslararası alanda sivil toplum temaslarına nasıl bakılıyor?” sorusunu yanıtlarken ilginç, ama çok eski bir yönteme başvurarak, bu tür bilgileri iletenlere “ihbarcı” diyordu. Gazeteden okuyalım:
“Bu arada, Türkiye ihbarcı cenneti olduğu için bazı ihbarcılar da bu mekanizmayı körüklüyorlar. İşleri güçleri Türkiye’nin uluslararası ilişkilerini sabote etmek, baltalamak, yarım yamalak bilgiyle ortaya çıkmak. Basının da bu bilgisi olmayan çığırtkan cahillere yer vermesi bir süre için bunların öne çıkmasına imkân veriyor.”
Şimdi durup dururken, sormak gerekiyor: Tarih Vakfı yöneticisinin belirttiği gibi “dar kafalılık” etmenin de ötesinde, “ihbarcı” olmak, hatta “cahiller” arasına katılarak, bu tür projelerin listesini vermek, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası ilişkilerine mi, yoksa bazı ‘sivil’ ve NGO’lar arası ilişkilere mi zarar verir? Bu soru yetersiz kalıyor. Çünkü Genel Başkan’ın açıklamasında sınır genişletiliyor:
“İşte bu, kim ne derse desin, bir devlet faşizmidir. Halkına güvenmeyip kapalı kapılar arkasında halkını küçümseyerek, insanını küçümseyerek kendi kendine koyduğu ne idüğü belirsiz kurallarla ülkeyi yönettiğini sanma yanlışlığıdır.”
Siviller arası alışverişler, dolarlı “işbirlikler” halkı küçümsemek olmuyor. Burası anlaşılabilir. Ama ne idüğü belirsiz kurallar”ın hangi kurallar olduğu ilerleyen bölümlerde parasal destek alınan NED’in ilkelerinden okunacak ve “siyasal etik” ya da “açık toplum” ve “şeffaflık” diyenlerin kendi yurttaşlarını neden “ihbarcı” katına düşürdükleri de o zaman anlaşılacaktır. Bilgiyi iletmek, ilgili taraf toplum ise “ihbar” değil, olsa olsa bilgilendirme olamaz mı?
El parasıyla raporlar düzmek ve bu raporları yabancı devletin kuruluşuna iletme işleri de gerçektir. Alman vakıfına alınacak paraların artırılması için mektup yazıldığı; Türkiye’de düzenlenen bir toplantıda yenilen pastanın yirmi küsur milyon liralık faturasının bile Alman vakıfınca ödendiği de bir gerçektir.
 Sh: 71-82
Gelin konuyu biraz daha özelleştirelim ve Şehit (Bana göre vatanı için savaşırken öldürüldü) sayın Dr. necip Hablemitoğlu’nun konu ile yazdıklarını tek kelimesini bile değiştirmeden aşağıda hep beraber okuyalım.
Dr. necip Hablemitoğlu Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusaluluslararası düzeydeki kurumların pek çoğu kabuk değiştiriyor. Hiç şüphesiz değişen bu kurumların başında da istihbarat örgütleri geliyor. Değişen tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri artık özlemli 007 kalıplarından oldukça uzaklarda. Örneğin, dünya üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden “Echolon Ağı”, uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri, klasik casusların tüm işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu hâlâ önemini korurken, istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler ön plana çıkmaktadır. “Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel İstihbarat” kavramları gibi. İstihbarat ve Karşı İstihbarat Servisleri, gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi tam bir gizlilik içinde işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde, Dışişleri, İçişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan Kardinaller, Piskoposlar, Hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan şirketler, yurtdışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları ile de gerektikçe iç içe çalışılıyor.
İstihbarat servislerinin rolü, koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan ya da dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. İşte literatürde bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara “etki ajanları”, “yönlendirici ajanlar” ya da kapsamlı bir deyişle “nüfuz casusları” deniliyor.
Halk deyimi ile “maşa” olarakta nitelendirebileceğimiz bu etki ajanlarının farklı işlevleri bulunuyor; kimi, politikacı, kimi gazeteci, kimi akademisyen, kimi diplomat, kimi hukukçu, kimi tarikat-cemaat şeyhi, kimi de yüksek bürokrat ya da işadamı olarak, önce madden ve manen bağlı oldukları, aidiyet duygusunu ve güvencesini hissettikleri ülke adına tüm yetkilerini kullanıyorlar. Bu bazen, devlet politikasının güdümlü olarak saptırılması; bazen, halkın din ve ırk duygularına bağlı olarak kin ve husumete sevk edilmesi; bazen, uluslararası ihalelerde devlet çıkarlarının göz ardı edilerek bağlı ülke şirketlerinin tercih edilmesi; bazen tahkim örneğinde olduğu gibi çağcıl kapitülasyonların geri gelmesi amacına uygun olarak gerçek dışı bilgilerle kamuoyunun aldatılması; bazen, Türkiye’nin en zengin işadamlarından birinin tüm mesaisini Diyanet İşleri Başkanlığı’na değil Fener Rum Patrikhanesi’ne hizmete hasretmesi ya da Cemaatçilerın Papa, Fener Rum Patriği ve Batı kökenli Hıristiyan misyonerlerle halvete girmesi; bazen, kendi halkının can güvenliğinin hiçe sayılarak Bergama’da olduğu gibi şaibeli şirketlerden yana tavır konulması ya da nükleer enerji ihalelerinin sonlandırılmasına karşın sözleşmede olmadığı halde halkın kıt kaynaklarını taraf yabancı şirketlere tazminat olarak aktarılmasının önerilmesi; bazen AB örneğinde olduğu gibi, “Kopenhag Kriterleri, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın üstündedir” gibi söylemlerle ulus-devletin sona erdiğinin, egemenlik-bağımsızlık-ulusal onur-ulusçuluk gibi kavramların modasının geçtiğinin vurgulanması; şeriatçılara ve bölücülere sınırsız ve koşulsuz özgürlük isteminde bulunularak bunun “demokratlık” olarak lanse edilmesi; bazen hizbullahçılar gibi kanlı örgütlere yıllar boyu göz yumulması ya da her türlü organize suç örgütü ile çıkar ilişkisi içinde bulunulması; bazen Kaddafi’nin bile önünde onursuzca boyun eğilmesi; bazen ABD Başkanı ile el-göz temasında bulunulmasının bile onurmuşçasına reklam konusu edilmesi; bazen ilgili devlet büyükelçisinin önünde bile bir Türk siyasi liderinin elpençe divan durması; bazen Türk Dünyası’ndaki Türkiye’nin çıkarlarının örneğin cemaatçiler eliyle ABD’ne devredilmesine seyirci kalınması ya da Kuzey Irak’ta, Kosova’da, Karabağ’da, Doğu Türkistan’da olduğu gibi soydaşlarımızın insani haklarına bile sahip çıkılmamasi; bazen Türkiye’nin etnik-dinsel haritasının ya da aile yapısının ortaya konulmasını öngören dış kaynaklı projelerle en mahrem bilgilerimizin bilimsel çalışma adı altında ilgili ülke istihbarat servislerine aktarılması ve daha pek çok, binlerce, on binlerce onursuz işbirliği örneği!..
Kısaca, etki ajanları görüldüğü gibi bir değil, onbinlerle. Onlar aramızda, üstelik bizi yönlendiren, yöneten her yerde…Kimi “şeriatçı”, kimi “ülkücü”, kimi “sosyalist”, kimi “kürtçü”, kimi “ortanın solunda”, kimi” merkez sağda”, kimi “kapitalist”, kimi “ikinci cumhuriyetçi”!.. Ama nedense hepsi de demokrat, özgürlükçü, entellektüel, insan haklan savunucusu ve AB yanlısı!..Güçleri destek aldıkları ülkelerden ve işgal ettikleri konumlardan geliyor. Politikacıysanız, gidebildiğiniz yere kadar destekleniyorsunuz. Bürokratsanız, çıkabileceğiniz en üst göreve kadar yükselebiliyorsunuz. İşadamıysanız, vize dâhil “kayırılma” statüsüne dâhil ediliyorsunuz.
Diyelim ki, “ikinci cumhuriyetçisiniz”, Türkiye’de sizi okuyacak kaç “ikinci cumhuriyetçi” okurunuz var? Yazarı çizeri-okuru dâhil Türkiye’deki ikinci cumhuriyetçilerin sayısına baktığınızda, birkaç bin kişiyle sınırlı olduğunu görüyorsunuz. Ama kitlesel desteği olmayan, toplumun büyük kesimi tarafından adeta lanetlenen “ikinci cumhuriyetçi” yazarlar, Türk Basını’nın en büyük gazetelerinde köşe yazarlıklarını sürdürüyorlar. Kim onlara “kamuoyunu oluşturma-koşullandırma” güç ve desteğini veriyor dersiniz? Bunca tepkiye rağmen, kapitalist kimliği ile ön plana çıkan medya patronları onları niçin ve neden hala korumakta? Bu bağlamda, cemaatçilerin tanıtımı için büyük gayretler sarf eden ünlü bir medya patronunun, Mehmet Eymür’e yazarlık önermesi size hiçte şaşırtıcı gelmiyor. Cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan kimi yazarlara “MİT ajanı” suçlamasıyla saldıranların, ikinci cumhuriyetçilere ya da aidiyet duygusuyla bağlı olduğu yeni vatanına kaçmak suretiyle deşifre olmuş etki ajanlarına ise suskun kalarak bir nevi dayanışma sergilemeleri, Türkiye’deki etki ajanlığı tehlikesinin boyutları hakkında bir fikir veriyor…
Türkiye’de kamuoyu, neredeyse I. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaygın biçimde kullanılan “nüfuz casusu” terimini, ilk olarak geçtiğimiz aylarda, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın yurtdışında yaptığı gayrı ciddi bir havuzbaşı bir açıklamasından öğrendi. Basın, Amerika’nın yeniden keşfi haberi gibi konunun adeta üzerine atladı. Ya muhabirlerin ve de redaktörlerin bilgisizliğinden ya da bakanın telaffuz hatasından, bu terim bazı basın kuruluşlarında “nüfus casusluğu” olarak okuyuculara aktarıldı, doğal olarakta ilgisiz komedi türünden yakıştırıcı yorumlar getirildi. Basının duyarlılığı, bu terimle, Bakanın sarf ettiği “yeni bombaların patlayacağı” taahhüdünün ilişkilendirilmesi sonucu daha da katmerleşmişti. Ancak aradan geçen süre içinde, “Umut Operasyonu” dosyası yargıya sevk edilirken, “nüfuz casusları” konusu “fos” çıkmıştı, beklenen bombaların hiçbiri patlamamıştı. Anlaşılan, bakan, daha önce hiç duymadığı bu terimi bir danışmanından ya da yakınından duymuş, klasik bir bilgiçlikle anında etrafındakilere duyurmuştu.
Bu yorum, hiç şüphesiz bakanla ilgili yapılabilecek en iyi niyetli yorum; çünkü bakanın Türkiye’deki binlerle ifade olunan “nüfuz casusu” ya da “etki ajanı” ya da “yönlendirici ajan” kapsamında örneğin cemaatçilerı da deşifre edip yargıya sevk etmesi gerekirdi. Elbette bu mümkün değildi: Emniyette ve mülki kadrolarda cemaatçilere karşı terfi ve taltiften başka “MGK zorlaması sonucu birkaç işlem hariç” somut, kayda değer hiçbir operasyon yapmayan, şeriatı hiçbir şekilde birinci tehlike olarak kabul etmeyen, sadece 28 Şubat kararlarına katılıyor görünen “dini bütün” imajlı bir İçişleri Bakanı’nın bu cemaatle geçmişine yönelik kamuoyundaki şüpheleri gidermesi beklenemezdi, nitekim de öyle oldu…
Aynı şekilde, kendi partisi içindeki “Alman Ekolü”ne mensup olmakla tanınan politikacıları da deşifre etmesi gerekirdi ki, sıra ABD, İngiltere, İran, Suudi Arabistan, Libya ve diğer hasım ülkelerin “etki ajanları”na, “yönlendirici ajanları”na gelsin!..Hedef ülkeler kapsamında emperyalist amaçlı ülkelerin istihbarat servislerince dış operasyonlarda “tepe tepe kullanılan” bu ajanların ya da halk deyimi ile yerli işbirlikçilerin nasıl kancalandıkları, nerelerde yetiştirildikleri ve nasıl yönlendirildikleri ödüllendirildikleri himaye edildikleri, Türk kamuoyunca henüz bilinmiyor. O kadar bilinmiyor ki, bilmeyenler kapsamına TSK ve MİT hariç devletin en üst yetkilileri de dahil.
Örneğin, Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Şağar imzasıyla yayınlanan son casusluk genelgesi, bu vurdumduymaz, sorumluluktan uzak bilinmezliğin bir şahikası (1).Genelgede, devlet görevlilerinin, yabancı diplomatlarla temastan kaçınmaları isteniyor, sanki sorunun çözümüne katkısı olacakmış gibi… İşte, etki ajanlığı ile ilgili bilinmeyen ya da az bilinen hususlara ait genel çerçevede ele alınmış, teknik ayrıntı boğuntusundan uzak, yalın bilgiler.
Öncelikle kullanılan ajanları üç ana grupta toplamak gerekir;
“Profesyoneller”/’Satın alınabilir Aydınlar” ve de “Sempatizanlar” (amatör muhipler). Profesyoneller yurti çinden ya da yurtdışında yaşayanlar arasından seçilir ve bilahare kendi ülkelerinde özel eğitime tabi tutulur. “Satın alınabilir Aydınlar” özellikle ulus-devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır; özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler örneğin, “yönlendirici ajan” statüsünde etkili bir gazeteciye ya da medya patronuna sahipseniz, yüzbinlerce okuyucuyu ve siyasal iktidarı doğrudan etkileyecek bir silaha da kavuşmuş olursunuz. Keza, bir tarikat cemaat şeyhini satın almışsanız, yüzbinlerce müridini de “yularından tutma” ve de gelecekte güdümünüzde bir halk hareketi başlatma gücüne sahip olursunuz. “Sempatizanlar” ise hedef ülkelere yoğun biçimde yönlendirilen kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim araçlarından (sinema, müzik, moda, internet, televizyon vb.) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir. Parasal ya da siyasal güç için en güçlü bir devletin himayesi altına girmeye can atanların yanı sıra, örneğin “green card” için ulusal onurundan ve gururundan gönüllü olarak vazgeçebilenler de bu gruba girerler. İşte bu kesimi sürekli zinde tutabilmek için örneğin ABD’nin her yıl gerçekleştirdiği tüm dünyada 50.000 şanslıyı (!) belirleyen lotaryaları hatırlamak yeterlidir.
Etki ajanları, her üç kategoride de özellikle kendi ülkesine ve toplumuna aidiyet duygusu zayıf, parasal ve siyasal güç için her türlü ilişkiye girme eğilimli, ulusal bilinci gelişmemiş, tercihen de etnik-dinsel (laik sistemde kendilerini ezilen kabul edilen Sünni şeriatçılarla, Sünniler karşısında kendilerini ezilen kabul eden Aleviler ya da Süryaniler, Masturiler, Bahailer, Yehova Şahitleri, vd.) özürlü azınlık ırkçıları arasından seçilirler.
Türkiye’deki etki ajanlarının tarihçesi, gerçekte Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine kadar gitmektedir. Ekonomik, hukuksal ve siyasal kapitülasyonlarla Osmanlı Devleti’nin elini kolunu bağlayan; etnik ayrılıkçılıkları kışkırtan; insan haklarını tek taraflı bir istismar ve baskı aracı olarak kullanan büyük devletler, az sayıda da olsa kendi etnik ajanlarını yetiştirmeyi, böylece kontrol unsurunu daha köklü biçimde elde tutmayı ihmal etmemişlerdir. Örneğin, Ali Paşa’nın, Fuat Paşa’nın ya da Mahmut Nedim Paşa’nın hangi hasım devletlerin muhibbi olduklarını göz önüne aldığınızda, etki ajanlığının geçmişi hakkında bir fikir edinebilirsiniz. Keza, I. ve II. Meşrutiyet’te Osmanlı Meclisi Mebusanı’ndaki ayrılıkçı etki ajanlarının sayısının nitelik ve nicelik yönünden büyüklüğünü gördüğünüzde, hasım ülkelerin kat ettiği mesafe hakkında bir yargıya varacak olgunluğa sahip olduğunuzu kestirirsiniz. Sonra, I. Dünya Savaşı döneminde Anadolu’da 1000’i aşkın yabancı kolej olduğunu; örneğin Merzifon’daki Amerikan Koleji’nin Pontusçu Rum Çetelerinin, Tarsus’taki Amerikan Koleji’nin de Taşnak ve Hınçak Çetelerinin karargâhı olarak kullanıldığını öğrendiğinizde, Sivas Kongresi’nde “ille de Amerikan mandası isteriz” diye tutturan şekilde ulusçu-özde etki ajanı aydınlarımıza hiç mi hiç şaşırmazsınız. Sonra Mustafa Kemal Paşa hatırınıza gelir, gözünüzde, kalbinizde, tüm hücrelerinizde O’nu hisseder, O’nu daha bir başka tanır ve O’nunla onur ve gururla, sımsıcacık bir yurtseverlik duygusuyla, Türklük bilincinizle bütünleştiğinizi hissedersiniz.
Türkiye’de en çok etki ajanına sahip olan ABD, tüm dünya ülkelerinde ve Türkiye’de geleceğin yönetici adayı olarak kendi yandaşlarını yetiştirmede, ilk aşamada pilot vakıf enstitü-üniversitelerini kullanmaktadır. Ama önce, adeta kurumsallaşmış ve gelenekselleşmiş bu seçimi ABD dışındaki tüm ülkelerde ilk gerçekleştiren Fulbright Vakfıdır. IQ’ su yüksek, İngilizce düşünüp yorum yapabilecek düzeyde dil bilgisine sahip gençler, tüm hedef ülkelerde aynı yöntemle belirlenip eğitime alınır; ancak kişiliği uygun görülenler profesyonel eğitime tabi tutulur. Kısa bir süre öncesine kadar etki ajanlarının seçiminde ve eğitiminde klasik kalıplara sahip olan bu ülke, çıkarları doğrultusunda söz-konusu kalıpların dışına çıkmış görünmektedir. Çıkarları açısından iktidar kadrolarının yanı sıra muhalefet kadroları ve hatta mafya mensuplarıyla bile ilişkiler kuran; her türlü uyuşturucu, siyasal cinayet, ihtilâl ve de silah pazarlaması gibi kirli işlere bulaşan; yine çıkarları için devletlerarası hukuka aldırış etmeksizin hedef ülkelerin egemenlik haklarını hiçe sayıp tecavüzde bulunan bu ülke, etki ajanlığında artık “saf bâkir” niteliğe sahip genç adayların yanı sıra, “kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejisi” gereği, işine yarayabilecek muhalefetteki tüm zararlı unsurlarla da dirsek teması halindedir.
Örneğin katı mı katı, yobaz mı yobaz Talibanlar, Vahhabiler, Nakşi Araplar ve onların kapıları terörün her türlüsüne açık örgütleri. Kısaca, şeriatçı, sözde ABD karşıtı tüm yapılanmalar. Kendisine yönelik tehdidi, kendi kontrolü altında hedef ülkelere yönlendirmek, ABD güvenlik stratejisinin temel ilkesidir. Türkiye’de ise daha düne kadar ABD’yi düşman olarak gösteren malûm siyasal yapılanmanın sözde yenilikçi kanadı, her fırsatta en basit sağlık kontrolü için bile nedense Houston’a giden politikacılar, ileri yaşında dil öğrenmek için dershaneye gitmek yerine ABD’ni tercih eden, sonra çocuklarına okul aramak için tekrar tekrar giden siyasiler, keza cemaatçiler ve daha niceleri.
Aynı zamanda, Almanya istihbarat servislerine büyük sadakatle hizmet verirken ABD’ne de yamanmaya çalışan Süleymancılar, MHP’nin üst yönetimine kanca girişimleri, Cemaatçilere, dolayısıyla arkasındaki ABD’ne övgüler düzmekte yarış yapan sağcı-solcu devlet yöneticileri, Marksist olduklarını öne süren, kapitalizme sözde karşı PKK ve diğer Kürtçü terör örgütleri. Hepsi ABD’de ve ABD dışında, yalnızca ABD kontrolünde…
Türkiye için seçilmişlere (!) bakıldığında, çobanlıktan gelenlerden, kola içmeye para bulamayanlara kadar uzanan yelpazede, Türkiye’nin iç ve dış politikasını ABD’nin çıkarlarına endeksleyenlerin yanı sıra, eski deyimle tüyü bitmedik yetimin hakkını fütursuzca çalacak kadar tamahkâr, şehit cenazelerini sömürecek ölçüde aşırı muhteris, amacına ulaşma konusunda “dün dündür” diyebilecek kadar fırsatçı, işini (!) bilen memurunu el üstünde tutacak kadar erdem ve ahlâk yoksunu, devletin örtülü-örtüsüz tüm kıt kaynaklarını savuracak kadar hovarda, “prens” ünvanını alacak ölçüde küçük burjuva hırsızı niceleri adeta bir resmi geçit yaparlar, gözlerinizin önünde.
Bunların hepsini tanırsınız; kimileri Türkiye’yi soyup tekrar yetiştikleri yere kaçarlar ve tabii asla iadeleri sözkonusu olmaz, kimileri de misyonlarını sanki Türkiye’nin değişmez yazgısıymışçasına, büyük bir sadakatle yerine getirmeye devam ederler. Diğer taraftan, bugün, ABD’de sayıları süratle yarım milyona yaklaşmakta olan küçümsenemeyecek ölçüde bir Türk topluluğu oluşmuştur. Gerek ABD’de yaşayan bu vatandaşlarımızla, öğrenimlerini bu ülkede yapıp da Türkiye’de hizmet veren vatandaşlarımızı, bu az sayıdaki “seçilmiş maşa” ile karıştırmamak gerekir.(Bugün ABD’de yaşayan ve ABD vatandaşı olan öyle Türkler vardır ki Türkiye’de yaşayanlardan çok daha fazla milliyetçi çok daha fazla Türk’tür.) Her toplumda olduğu gibi bu gerçekten “düşmüş-düşürülmüş” maşaların bizden de çıkmasını doğal kabul etmek makul olacaktır. Etki ajanlarının seçiminde ve eğitiminde kullanılan yöntem, biraz farklılıkları ile AB ülkeleri içinde söz konusudur. Kendi ülkelerinde yaşayan yüzbinlerce Türk işçi ailesinin temel gereksinimi olan resmi Türk ilkokullarının bile açılmasına izin vermeyen, buna karşılık Türkiye’de her derecede eğitim kurumuna sahip olan Avrupa ülkeleri içinde başı İngiltere ve Almanya çekmektedir.Ülkemizde İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca gibi dillerin yaygınlaşması hatta eğitim dili olması için her türlü çabayı sarf eden AB ülkeleri, etki ajanları sayesinde Türkiye’nin olası tepkisinin ya da misilleme politikası uygulamasının önüne geçmektedir. Örneğin, dünyaya yayılmış İngilizce eğitim veren (haftada 25 saat İngilizce, 3 saat Türkçe) 300’e yakın okulun sahibi olan cemaatçilerin, İngiltere’de Lordlar Kamarası’nda düzenlenen özel törenlerle hemen her yıl İngiliz dili ve kültürüne hizmet yüksek ödülü almaları sıradan bir tesadüf değildir.
AB’ye rağmen ABD’nin müttefiki olarak ön plana çıkan bu ülke, etki ajanlarını salt yüksek öğrenim mezunlarının yanı sıra, Türkiye’deki Kürtçülerden, şeriatçılardan, DHKPC, TİKKO militanlarından ve hatta uyuşturucu mafya babaları arasından da seçmektedir.
Almanya ise, etki ajanlığında ağırlıklı olarak kendi ülkesinde yaşayan 2.400.000 Türk vatandaşı arasındaki yüksek öğrenim gençliğini hedef almaktadır. Humboldt Vakfı, Heinrich Böll Vakfı gibi aracı kuruluşlar, uygun aday öğrencilerin yanı sıra, maddi çıkar ve sürekli destek karşılığı saptadıkları Türk akademisyenlerini ve yerel politikacıları da, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) ve Dış İstihbarat Örgütü’nün (BND) kapsamlı eğitim programlarına dâhil etmektedirler. Bugün Almanya’da Türkiye’deki tüm şeriatçı yapılanmalar (Milli Görüşçüler, Kaplancılar, Yeni Asyacılar, Fethullahçılar, Hizbullahçılar, Nakşiler, Ticaniler, Süleymancılar, Kadiriler, İBDAC’ciler, HizbütTahrirciler, Nizamı Alemciler vd.), bağlantılı ülkücüler, etnik sorunlu ayrılıkçılar (Kürtçüler, Pontusçular, Arnavutçular, Gürcüler, Boşnaklar, Pomaklar, Tahtacılar, Çerkezler vd.) Marksist terör örgütleri (DHKP C, TİKKO vd.) mevcuttur. Tümü de BfV’nin kontrolündedir. Böylece Almanya, üst düzey etki ajanlarının yanı sıra, himayesindeki daha doğrusu sevk ve idaresindeki bu tür Cumhuriyet karşıtı militan yapılanmalar sayesinde Türkiye’yi de karıştırma ve yönlendirme gücünde olmuştur.
Yunanistan ise Suriye’den farklı olarak, Rum kökenli gençlerimizi özel eğitime tabi tutmak yerine, Türkiye’deki rejim karşıtı tüm ideolojik unsurlara (DHKPC, TİKKO, PKK vd.) kucak açmakta; istihbarat servisi KİP’in sevk ve idaresinde başta bomba eğitimi olmak üzere terörist eğitimi olanağı ve parasal destek sunmakta, sığınmacılara geçici iskân yeri (Lavrion Kampı vd.) ile ilaveten Güney Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm olanaklarını sağlamaktadır. Almanya kadar geniş kapsamlı olmamakla birlikte, Fransız DST ve DGSE, İsveç’in FOE ve SABO, Bulgaristan’ın DS, Romanya’nın DİE, Hollanda’nın BVD servisleri de, kendi çaplarında etki ajanı ve de ajan-provokatör yetiştirme çabası içindedirler. Müslüman ülkelerin Türkiye’de etki ajanı temininde en uygun mekânları, tarikatlara ait tekkeler, şeriatçı siyasi kuruluşlar, dernekler, vakıflar ve de maalesef bazı bölgelerde camilerdir…
Türkiye’de sayısal yönden en çok etki ajanına, ajan provokatöre ve de eli kanlı teröriste sahip olan İran, bu iş için istihbarat servisleri SAVAMA ve VEVAK’ı görevlendirmiştir. Bu servis elemanlarının saptadıkları aday öğrenciler, Kum Kentindeki medreselerde dinsel eğitimden geçirildikten sonra askeri ve siyasal eğitime tabi tutulmaktadır. Şah döneminde sadece Türkiye’den kaçak yollardan giden Şiiler (Caferiler) profesyonel eğitime alınırken, günümüzde mezhep farklılığı “İslami Devrimi” kıstasından hareketle artık önemsenmemektedir. Suudi Arabistan ise, adayları belirledikten sonra Cidde ve Riyad’daki üniversiteleri ile Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nde eğitime almaktadır. Suudi Arabistan’ın, profesyonel eğitiminde tıpkı İran’ın Caferi olma koşulundan vazgeçmesi gibi, Vahhabi olma koşulundan, taktik gereği vazgeçtiği gözlemlenmektedir.
Bu ülkenin etki ajanları ile ilişkisinin sürekliliği, hac organizasyonları ile doğrudan ilgilidir. Suriye Muhaberatı ise, Irak’taki Saddam karşıtlarını “Birleşik Cephe” kapsamında çok yönlü eğitirken, Türkiye’de özellikle de Hatay’daki Arap kökenli aday gençlerin eğitimleri ile de yakından ilgilenmekte; rejim karşıtı her türlü ideolojik ve etnik yapılanmaların özellikle askeri eğitimine lojistik destek vermektedir. Adayları kendi ülkesinde özellikle eğitme çabası olmayan ülkelerin başında ise Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ile İsrail gelmektedir. Çin Halk Cumhuriyetinin İstihbarat Örgütü olan GRİ, yönlendirici ajan adaylarını, dış ülkelerdeki Maocu yapılanmalardan belirlemekte; birey olarak ele almaktan daha çok, örgütsel disiplini ve kullanımı öngörmektedir. Rusya Federasyonu, eski Sovyet dönemindeki ideolojik sevk üstünlüğünü kaybetmişse de, kendi topraklarında “askeri eğitim” ve “diplomatik koruma” ya da “göz yumma” gibi lojistik destekler karşılığında PKK gibi belli terörist yapılanmalara hâlâ söz geçirebilmektedir. İsrail’in MOSSAD’ı ise, dünyadaki tüm Musevilerin birer profesyonel servis ajanı olduğu inancından hareketle, ırkçı yobazlığını sürdürerek, profesyonel etki ajanı yetiştirmek yerine satın alınabilir aydınları kullanmayı yeğlemektedir. Örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkündür.
Sh: 203-215
Ülkemizde siyasi ve toplumsal yapıdaki eksikliklerin ve bozuklukların giderilmesinde Sivil Toplum Kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir. Ancak Sivil Toplum Kuruluşlarının bu eksikliği giderebilmeleri ve ülkenin demokratik ve toplumsal yaşamına olumlu katkılar sağlayabilmeleri için kendi yapılarının, yönetim biçimlerinin her türlü yozlaşmadan arınmış, saydam ve güvenilir olması, çıkar amaçlı değil özveriye dayalı bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerekir. Aksi takdirde örnekleri görüldüğü gibi bu kuruluşlar hızlı bir kirlenmeye maruz kalacak, kamuoyunun güvenini yitirecek ve topluma yararlı olmak yerine toplumsal karamsarlığın artmasına neden olacaktır.
Hükümetler; milli politikaları yaymak ve milli hedefleri elde etmek, stratejik istihbarat toplamak, alınabilecek olası uluslararası kararlarda ön almak veya karar sürecini etkilemek, siyasi arenada söz sahibi olmak şekillendirilen değil ortama milli menfaatleri /hedefleri doğrultusunda şekil veren bir konumda bulunabilmek için ulusal lobi ve NGO’ları geliştirmeli ve istifade etmelidirler.
Ülkemizde Sivil Toplum Kuruluşlarının geçmişi oldukça yenidir. Buna rağmen özellikle son 20 yılda bütün dünyada olduğu gibi büyük bir gelişme yaşanmaktadır. Ülkemizdeki Sivil Toplum Kuruluşları ile ilgili yapılan araştırma ve değerlendirmelerde kesin bir sayı ifade edilememektedir.
Bugün ülkemizde yüz binin üzerinde dernek, vakıf ve benzeri yasal statüdeki bu tür kuruluşlara ek olarak hareket, platform, grup, konsey, kurul adları ile çok sayıda yasal statüsü ve yapısal özellikleri bilinmeyen kuruluş bulunduğunu ve bunların her birinin yeri geldikçe kendilerini Sivil Toplum Kuruluşu ya da Sivil Toplum Kuruluşlarının temsilcisi olarak takdim ettikleri dikkate alındığında konunun önemi ortaya çıkmaktadır. Anayasanın 37’nci maddesinde yapılan değişiklikle Sivil Toplum Kuruluşlarının kurulması kolaylaştırılmış, ancak yine de gerekli alanlarda devletin yasal denetim yapması sağlanmıştır.
Devletler, uluslararası alanda seslerini duyurabilmek ve çeşitli platformlarda katılımcı olarak yer almak suretiyle diğer ülkelerin karar mekanizmalarını etkilemeye yönelik siyaset yaparlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası modern örgütlenme biçiminin temel olarak BM sistemi ile başladığını düşünürsek, AB, NATO vb. kurumlar devletlerin resmi politikalarını savundukları platformlar olmuştur.
Ancak günümüzde, devletlerin hak ve menfaatlerini tahakkuk ettirmek için, çeşitli aracı kuruluşlar vasıtasıyla temsil edildikleri uluslararası örgütlenmelere ve hükümet dışı organizasyonlara daha çok önem verdikleri bilinen bir gerçektir. Küresel dünyada resmi yollardan çözüme ulaşmak bazen tek başına yeterli olmamaktadır. Bunun için bir takım baskı grupları tarafından genel bir anlayış birliğinin oluşturulmasına gerek duyulmaktadır. 
Türklerin gittikleri ülkelerde uzun süre örgütlenememişlerdir. Zira bu insanlar kendi devletleri adına politika üretebilmek ve çıkarlarını korumak konusunda eğitilmemiş ve yönlendirilmemişlerdi. Ermeni, Yahudi ve Yunan uluslarına ait insanların yaptıkları gibi kendi milli kültür ve geleneklerini sergilemek ve tanıtmak için gayret sarf etmemişlerdi. Belki de bunun profesyonel insanların, dışişleri mensuplarının bir görevi olarak görmüşlerdi. Belki de bu toplumun içine henüz yeni kabul edildiklerinden seslerini duyurmaları halinde dışlanacaklarını, hain damgası yiyeceklerini düşündüler. Diğer taraftan, birbirlerini tanımama, coğrafi olarak birbirinden uzak olma, iletişim problemleri de bu örgütlenmeyi engellemiş olabilir. Peki, buna karşın, Türkiye uluslararası örgütler nezdinde ve dünya kamuoyunda niye hala çok etkin değil?
Bir kere en temel neden, uluslararası örgütlerin ve lobicilik faaliyetlerinin gücüne fazla inanmamış olmasındandır. Öte taraftan maalesef, ABD’de veya diğer batı ülkelerinde yaşayan insanlarımız tarihimizi bilmemekte ve ilişkilerimize zarar veren konularda haklılığımızı ispat edecek söylemler geliştirememektedirler. Ülkenin ileri gelen insanları veya grupları ile temas kuramamakta, bu insanlara ulaşan ve onlara para yardımında bulunan diğer grupların, Ermeni ve Yunan lobilerinin harcadıkları para ile boy ölçüşememektedirler.
Hâlâ tanıtım konusunda yeterince gayret sarf edilmemekte, bugün etkisinin harekât alanında dahi yakından hissedildiği, bir kuvvet çarpanı olarak gösterilen medyadan yeterince istifade edilmemektedir.
Türkiye, uluslararası platformlarda etkinliğini artırmak için lobi/Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyetlerini geliştirmelidir. Bunun için; öncelikle Türkiye’yi ve Türk insanını tanıtacak, kültürünü yayacak enstitüler ve Sivil Toplum Kuruluşlarını kurması ve bu alanda faaliyete niyet etmiş kurum ve teşkilleri desteklemesi gereklidir.
Türkiye adına gerek yabancı ülkelerde, gerekse yurt içinde sözcülük yapan, çıkarlarımızın korunmasında rol alan şirketlere mali destek sağlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki içinde yaşadığımız çağ, liberal ekonominin bütün prensiplerinin uygulandığı bir çağ olup, insanlar son derece rasyonel hareket etmektedirler. Bu maksatla, internetin gücünden istifade edilebilir, vakıflar kurulabilir, konferanslar düzenlenebilir, şu günlerde TV’de yayınlanan turizm reklâmı örneği reklâmlar yapılabilir, müzayedeler düzenlenebilir, üst düzey medya temsilcilerinin davet edildiği bilgilendirme davetleri yapılabilir. Bu faaliyetlerin hepsi devlet tarafından yapılacak faaliyetler olmayıp, küçük seviyede dahi organize edilebilecek faaliyetlerdir.
Halen bütün dünya ülkelerinin bir arada temsi edildiği yegâne kuruluş BM’dir. BM’e ait birçok alt insani yardım kuruluşu ve sektörler mevcuttur. Türkiye buralarda yeterince temsil edilmemekdedir. Özellikle son yıllarda Orta Asya’da geleceğe dönük bir çıkar beklentisi oluşmuştur. Ülkemizin bu trendte yer almaması halinde muhtemel bazı fırsatlar kaçabilecektir. Dolayısıyla, bu tür insani yardım örgütlenmelerinin içine girmekte ve devlet tarafından destek vermekte yarar olacağı değerlendirilmektedir. Bu konulan desteklemek için yan öğelerden istifade edilebilir. Örneğin, Türk iş adamları ve bilim çevreleri tarafından ortaya atılabilecek “İpek yolu-Kardeşlik yolu” gibi bir tema ile insani yardım örgütlerinin o bölgelerde gösterdiği etkinlik daha da perçinlenmiş olur.
Lobi faaliyetlerinde esas olan karşı tarafı etkilemektir. Bu maksatla, hükümet üzerinde fikir ve düşünceleriyle etkili olan insanlarla temasa geçmek, yapılan faaliyetlerde onları bilgilendirmek veya fikrine başvurmak gibi faaliyetler, diğer lobi gruplarının da sözcülüğünü yapan bu insanların ve dolayısıyla kamuoyunun desteğini almaya yardımcı olacak ve prestij sağlayacaktır.
Diğer taraftan, lobi faaliyetlerinde uzmanlaşmayı sağlamak gerekir. Kendi başına, kendi bilgi birikimi ile lobicilik yapmaya, tanıtım yapmaya çalışan insanlar bazen devletin çıkarlarına zarar verebilirler. Bu nedenle, yabancı ülkelerde yaşayan insanlarımızın gelip, kayıt olabilecekleri Türk Dernekleri kurulmalı, buralarda Devlet tarafından görevlendirilecek veya devletin kurduğu ve desteklediği Vakıf ve Derneklerin konusunda uzman eğitimcileri tarafından, ülkemizin halen savunduğu politikalar ve bu konuların geçmişi hakkında bilgi verilmelidir. Yurt dışında faaliyet gösterecek lobi şirketleri kurulmalı, güncel ve yeni lobi tekniklerinden istifade edilmelidir.
Sonuç olarak, Türkiye uzun yıllar kendisine yönelik oluşumların haksızlığından, ABD ve Avrupa’nın kendisini anlamadığından şikâyet etmiştir. Etrafında komşusu olduğu ülkelerden hep bir zarar geleceğini düşünmüştür. Bunun için dile getirdiği hususları hep iç kamuoyuna yansıtmıştır. Haklı olduğu konuları birazda dış çevrelerde anlata bilseydi bugün gerek ekonomik ve gerekse siyasi konumumuz daha farklı olabilirdi. Dış tanıtımın ve lobicilik faaliyetlerinin önemini geç kavramış olsa da bu alanda alması gerekli olan tedbirleri vakit geçirmeden almalıdır. Artık dünyada her zaman dost, her zaman düşman, kavramlarının değerini yitirdiğini değerlendirerek sürekli yeni oluşumları takip etmeli, dış politikada daha aktif olmalı, belirlediği stratejileri yerine getirmeye zemin hazırlayacak lobi ve Sivil Toplum Kuruluşlarını desteklemelidir.
Bu arada, yabancı ülkelerde faaliyet gösteren ve ülke menfaatleri açısından benzer hususları paylaştığımız lobi grupları ve aynı faaliyet alanında görev yapan NGO’lar ile işbirliği yapılmalıdır. Örneğin, son zamanlarda İsrail-Türkiye askeri işbirliği anlaşmaları ve iş çevrelerinin yakınlaşması Yahudi lobisinin Türkiye yanında yer almasını sağlamıştır. Bunun gibi, ABD’de ve yabancı ülkelerde yükselen yeni değerlerin Çin gibi, Güney Amerika ülkeleri gibi ülkelerin ülkemizle eşdeğer kuruluş ve örgütleri ile de temas kurmanın önemli olduğu değerlendirilmektedir.
Demokrasi ile yönetilen bütün toplumlarda Sivil Toplum Kuruluşlarının varlığı, önemi ve etkinliği tartışmasız bir gerçektir. Çağdaş demokrasiler ile yönetilen toplumların ortak bir özelliği de toplumdaki örgütlenme oranının yüksek olmasıdır. 1999 yılında yapılan bir araştırmaya göre ülkemizde 15 milyon civarında örgütlü insan bulunmaktadır. İlk bakışta bu rakamın yüksek olduğu düşünülebilir, ancak batılı demokrasilerden İsveç ile durum karşılaştırıldığında tablo net olarak ortaya çıkmaktadır. İsveç’te örgütlü insan sayısı 36 milyondur. İsveç’in nüfusu ise 10 milyon civarındadır. Bir başka deyişle, Türkiye’de insanların yüzde 25’i bir örgüte üye iken, İsveç’te bir insan dört ayrı örgüte üyedir.
Mevcut Sivil Toplum Kuruluşlarının birçoğunun statüleri üzerinde yürütülen tartışmalar da henüz sonuçlanmamıştır. Yani dernekler ve vakıflar Sivil Toplum Kuruluşu kabul edilmeli mi, edilmemeli midir? Hatta Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) Ticaret ve Sanayi Odaları ve Borsalar Birliği (TOBB) ile Ziraat Odaları Birliği gibi pek çok kuruluş kamuoyunda Sivil Toplum Kuruluşu olarak kabul edilmekle birlikte gerçekte kavramsal açıdan tartışılabilir kuruluşlardır. Kamu Kurumu niteliğindeki bu teşekküller kanunla kurulmakta ve bir meslek dalında faaliyet yürütmektedirler. Oysa çağdaş Sivil Toplum Kuruluşlarında gönüllü üyelik esastır ve zorunlu üyelik esas itibariyle devletin yakın denetim ve gözetimini içerir.
Ülkemizde bütün bu tartışmaların sonuçlanıp gerçek anlamda sivil toplum örgütleri oluştuğunda ve insanların katılım oranları yükseltildiğinde çağdaş demokrasi olmanın önemli bir unsurunu gerçekleştirmiş olacağız. Çünkü gazeteci Mail Güreli’nin bir ifadesinde belirttiği gibi, “insan önceden düşünen varlık olarak tanımlanırdı, günümüzde insan örgütlü varlık” olarak tanımlanmaktadır.
Günümüzde Sivil Toplum Kuruluşlarının siyasi irade üzerindeki etkinliği yadsınamaz bir gerçektir. Bu gücü daha çok medyayı iyi kullanmak suretiyle elde etmektedirler. Bir çok konuda karar sürecinde resmi olarak yer almasalar dahi görüşmeler suretiyle fiilen yer almaktadırlar. Eğer siyasi irade, toplumun genelini ilgilendiren konularda, ön almak amacıyla bu örgütlerle görüşmek suretiyle başlangıçtan itibaren kararların içine sokarak karara ortak edebilirse alman kararların etkinlikle uygulanabilmesi için uygun bir zemin hazırlanmış olacaktır. Bu süreç elbette zahmetli ve zaman alıcı bir süreçtir. Ancak toplumsal uzlaşma için buna ihtiyaç duyulmaktadır. Buradan hareketle, çağdaş demokrasiyi “Kurallar bütünü içerisinde, toplum katmanları arasında azami uzlaşmayı sağlayan yönetim biçimi” olarak tanımlamak mümkündür.
Türkiye’de lobiciliğin önemi henüz anlaşılamamıştır. Türkiye, gerek ülke içindeki çıkar sahiplerinin yürüttüğü, gerekse ülkenin gerçekleştirdiği lobi faaliyetlerinde yetersiz kalmaktadır. Ülke içinde hedeflenen sonuçlara ulaşmada lobicilik adı altında rüşvet ve tehdit gibi illegal tekniklerin kullanılması, faaliyet hakkında olumsuz imajın yerleşmesine neden olmaktadır. Bu bağlamda ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de lobicilik yapmak isteyen kişilerin çalışmalarının yasal düzenlemelerle belirlenmesi gerekmektedir. Bunun yanı sıra çıkar sahiplerince başvurulan, ancak kullanılmasında sakınca görülen rüşvet ve tehdit tekniklerine yönelik yasal yaptırımların hayata geçirilmesi. Lobiciliğin illegal yönünü ortadan kaldıracaktır.
Lobicilik yasal çerçeveler içinde gerçekleştirildiğinde, beklenen yararı sağlamaktadır. Çıkarlar doğrultusunda siyasi mekanizmanın alacağı olumlu kararlar, çıkar sahiplerine gerek ülke içinde ve gerek ülke dışında itibarlı konuma getirecektir. Halkla ilişkiler ve MGO faaliyetleri ile desteklenen ve koordineli bir şekilde yürütülen lobi faaliyetleri özellikle Türkiye’nin tanıtımı, siyasi arenada hak ettiği yeri almasını ve arzuladığı saygınlığı görmesini sağlayacağı bir gerçektir.
Ülkemizdeki Sivil Toplum Kuruluşları biraz daha yakından incelendiğinde yüksek sayılar ifade edilebilmektedir. Örneğin 100 binin üzerinde dernek bulunmaktadır. Bu durum sayısal açıdan bir enflasyonu gösterse de içerik, işlev ve kavram açısından bakıldığında yetersizlik kendiliğinden göze çarpmaktadır. Zaten sayısal enflasyon oluşturan dernek ve vakıfların çoğununda adı var kendisi yoktur.
Gazeteci Nail Güreli ülkemizdeki Sivil Toplum Kuruluşları için şöyle bir değerlendirme yapmaktadır;
Sayısal zaafları var, bağımsız değiller
Ekonomik güçleri yok
Demokratik değiller
Kollektif çalışma bilincinden yoksunlar
Deneyim ve bilgi birikimi yok
Bu değerlendirmeler ülkemiz açısından nispeten karamsar bir tablo çizmekle birlikte eksiklikleri gerçekçi bir yaklaşımla ortaya koymak suretiyle bir bakıma çözüm yollarını da ifade etmektedir.
Artık uluslararası ilişkilerde, uluslararası örgütler bir ülke hakkında karara varacakları zaman ilgili ülkenin hükümetlerinden ziyade Sivil Toplum Kuruluşlarının eğilimlerini ve görüşlerini dikkate almakta ve buna göre de o ülke hakkında değerlendirmede bulunup karar vermektedirler.
Hükümet Dışı Organizasyonlar/Sivil Toplum Kuruluşları zamanımızın yükselen değerleri arasındadır. Çoğunlukla insani ve yardım amaçlı bu örgütler, tüm dünya kamuoyunda hassasiyet uyandıran insan hakları ve insana en yüksek değeri verme düşüncesinden güç alarak faaliyette bulunmaktadırlar.
Uluslararası örgütlerin dünya üzerinde her hangi bir sorunla ilgili olarak oluşturdukları Türkiye’nin dâhil olmadığı çalışma grupları sürekli takip edilerek çalışmaların sonuçlarının Türkiye’nin çevre ülkeleri ile ilgili sorunlarına olan etkisi değerlendirilmelidir. Olası olumsuz gelişmeler zamanında önlem alınarak engellenmelidir.
Uluslararası ilişkilerde devlet halen en önemli aktör olma özelliğini korusa da, Hükümet Dışı Organizasyonların giderek önem ve güç kazanması karşısında gerilemektedir. Demokrasiyi benimseyen hiçbir devlet bu kuruluşların gücünü ve önemini göz ardı edememektedir. İletişim konusunda yaşanan hızlı teknolojik gelişmeler nedeniyle dünyadaki tüm yenilikler ve yenilikçi düşünceler hızla yayılmakta ve büyük miktarda taraftar bulmaktadır. Bu gelişmelere seyirci kalmak, ilerlemeler konusunda sabit durmak, yani geride kalmak anlamına geleceğine göre ülke olarak biran önce üzerimize düşenleri yapmak suretiyle gelişmeye ayak uydurmalıyız. Bu durum demokrasimizin güçlenmesine ve toplumsal yapıdaki bazı dengesizliklerin giderilmesine de katkıda bulunacaktır.
Bugün hükümet dışı örgütler eskisine nazaran güçlerinin daha çok farkına varmış, hareket ve eylem yetenekleri daha yüksek ve daha büyük kitlelere hitap eden kuruluşlar olarak karşımızda durmaktadır. Devletler dünya çapında çeşitli sorunlarla mücadele etmede yetersiz kaldıkça, farklı sınırlar içinde yaşayan insanlar ortak kaygıları ve çıkarları paylaştıkça bu örgütlerinde her geçen gün gelişmesi ve etkinleşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Artık dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelen bir olayın meydana getirdiği etki, domino taşlarının yarattığı etkiye benzer şekilde diğer ülkeleri de etkileyebilmekte iletişim dünyasındaki gelişmeler sonucu olay “real time” yani gerçek zamanlı olarak evlerimizdeki televizyon ekranlarına yansıyabilmektedir. Dünyanın bu derece küçüldüğü bir ortamda elimizdeki imkânları en verimli şekilde kullanarak karar verme süreçlerini lehimize çevirmek durumundayız.
Güney Amerika’da ya da uzakdoğu borsalarından birinde yaşanan çarpıcı düşüş hemen diğer ülke ekonomilerinde de dalgalanmalara yol açabilmektedir. 11 Eylül’de ABD’de ikiz kulelere yapılan terörist saldırıda olduğu gibi, olay sadece ABD’yi değil bütün dünyayı şoka sokabilmek te ve toplu bir histeri yaşanmasına neden olabilmektedir.
Günümüzde Avrupa’da 3.2 milyon, ABD’de yaklaşık 400 bin dolayında Türk yaşamaktadır. Bu insanlar giden ilk nesillere göre çok daha eğitimli, sistemi kavramı yerleştikleri ülkelerin devlet ve özel sektöründe mevki edinmiş insanlardır. Özellikle Kafkasya’da ve Orta Asya’da ortaya çıkan yeni iş alanlarına giren iş çevrelerinin bölge yakınlıkları dolayısıyla Türklere daha fazla yakınlık göstermeleri olasıdır.
Maalesef, ABD’de veya diğer batı ülkelerinde yaşayan insanlarımız tarihi bilmemekte ve ilişkilerimize zarar veren konularda haklılığımızı ispat edecek söylem geliştirememektedirler. Ülkenin ileri gelen insanları veya grupları ile temas kuramamakta insanlara ulaşan ve onlara para yardımında bulunan diğer grupların, Ermeni ve Yunan lobilerinin harcadıkları para ile boy ölçüşememektedirler. Hala tanıtım konusunda yeteri gayret sarf edilmemekte, bugün etkisinin harekat alanında dahi yakından hissedildiği kuvvet çarpanı olarak gösterilen medyadan yeterince istifade edilmemektedir.
Türkiye’nin uluslararası platformlarda etkinliğini artırmak için yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bilinçlendirilmesi ve teşkilatlandırılması gerekir. Bu konuda dışişleri mensuplarına büyük görev düşmektedir.
Öncelikle Türkiye’yi ve Türk insanını tanıtacak, kültürünü yayacak enstitüler ve Sivil Toplum Kuruluşlarını kurması ve bu alanda faaliyete niyet etmiş kurum ve teşkilleri desteklemesi gereklidir. Avrasya kuşağında Türkiye merkezli güçlü NGO’lar oluşturulması uluslararası alanda Türk NGO’larının kabul görmesine katalizörlük yapabilecektir.
Diğer taraftan, lobi faaliyetlerinde uzmanlaşmayı sağlamak gerekir. Kendi başına, kendi bilgi birikimi ile lobicilik yapmaya, tanıtım yapmaya çalışan insanlar bazen devletin çıkarlarına zarar verebilirler. Bu nedenle, yabancı ülkelerde yaşayan insanlarımızın gelip, kayıt olabilecekleri Türk Dernekleri kurulmalı, buralarda Dışişleri mensupları tarafından ülkemizin halen savunduğu politikalar ve bu konuların geçmişi hakkında bilgi verilmelidir. Yurt dışında faaliyet gösterecek ulusal lobi şirketleri kurulmalı, güncel ve yeni lobi tekniklerinden istifade edilmelidir.
Bu arada, yabancı ülkelerde faaliyet gösteren ve ülke menfaatleri açısından benzer hususları paylaştığımız lobi gruplan ile işbirliği yapılmalıdır. Örneğin, son zamanlarda İsrail-Türkiye askeri işbirliği anlaşmaları ve iş çevrelerinin yakınlaşması gibi, ABD’de ve yabancı ülkelerde yükselen yeni değerlerin Çin gibi, Güney Amerika ülkeleri gibi ülkelerin lobileri ile de temas kurmanın önemli olduğu değerlendirilmektedir.
Lobicilik yasal çerçeveler içinde gerçekleştirildiğinde, beklenen yararı sağlamaktadır. Çıkarlar doğrultusunda siyasi mekanizmanın alacağı olumlu kararlar, çıkar sahiplerine gerek ülke içinde ve gerek ülke dışında itibarlı konuma getirecektir. Halkla ilişkiler ve NGO faaliyetleri ile desteklenen ve koordineli bir şekilde yürütülen lobi faaliyetleri özellikle Türkiye’nin tanıtımı, siyasi arenada hak ettiği yeri almasını ve arzuladığı saygınlığı görmesini sağlayacağı bir gerçektir.
NGO’lara yönelik devletin olumlu yaklaşımı zararlı NGO’ların faaliyetlerini nötralize edebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti nin karar alıcı ve uygulayıcı devlet organlarında NGO danışma mekanizmalarının geliştirilmesinin sağlıklı kararlar alınmasına imkân verebileceği ve geniş kamuoyu desteği ile kamu yararının teşekkül edebileceği değerlendirilmektedir.
Neler Yapılmalıdır?
BM, AB, NATO, AGİT vb. kurumlar, devletlerin resmi politikalarını savundukları platformlar olmuştur. Bu örgütlerde görev yapan personelin seçiminde mesleki liyakat kadar yüksek görev bilincinin ve vazife ahlakının da dikkate alınmasını,(Karar organlarının içerisinde konunun beyin takımını oluşturan şahısları etkiyebilme becerisi gösterebilmeli)
•          Hükümet bürokrasinin her kademesinde Sivil Toplum Kuruluşları ile görüşmeyi ve düşünce bazında dahi olsa onlardan yararlanmanın teşvik edilmesini,
•          Ulusal Sivil Toplum Kuruluşlarının eğitilerek kendi sorumluluk sahaları ile ilgili olarak lobi faaliyetlerinden yararlanılmasının mümkün hale getirilmesini,
•          Sivil Toplum Kuruluşları özellikle yardım ve insani amaçlarla faaliyet gösterdiklerinden doğal afetlerde azami ölçüde yararlanabilmek için gerekli koordinenin sağlanmasını ve gerektiğinde uluslararası etkinliklerde yer alınmasını, (Personel eğitimi, ulaşım ve haberleşme, koordinasyon arama kurtarma vb)
•          Toplumun genelinin yabancı olduğu tanıtım ve ülke menfaatleri konularında halkı bilgilendirme, bilinçlendirme faaliyetlerinin (medya ve eğitim kurumlan vasıtasıyla) düzenlenerek her vatandaşımızın bir lobici gibi, ülke menfaatleri doğrultusunda yetiştirilmesinin sağlanmasını,
•          Uluslararası örgütleri kendi çıkarlarımız doğrultusunda yönlendirirken amaç birliğini ve tek sesliliği sağlamak maksadıyla Sivil Toplum Kuruluşlarımızı ve lobi unsurlarımızı koordine edecek bir Enformasyon Bakanlığının kurulmasını,
•          Ülke içinde hedeflenen sonuçlara ulaşmada lobicilik adı altında rüşvet ve tehdit gibi illegal tekniklerin kullanılması, faaliyet hakkında olumsuz imajın yerleşmesine neden olmaktadır. Bu bağlamda ABD’de olduğu gibi Türkiye’de de lobicilik yapmak isteyen kişilerin çalışmalarının yasal düzenlemelerle belirlenmesini,
•          Yabancı ülkelerde yaşayan insanlarımızın yetkili ağızlardan bilgilendirmek maksadıyla Türk Dernekleri kurulmasını ve buralarda Dışişleri mensupları tarafından ülkemizin halen savunduğu politikalar anlatılarak dış ülkelerde yaşayan vatandaşlarımızın bilinçlendirilmesini,
•          Yabancı ülkelerdeki üst düzey medya temsilcilerinin ve politikacılarının davet edildiği bilgilendirme davetlerinin, Türk günlerinin müzayede ve yarışmaların düzenlenerek Türk imajı varlığının canlı tutulmasının sağlanmasını,
•          Uluslararası alanda etkili olabilecek Türkiye merkezli NGO’ların oluşumuna destek verilmesini,
•          Türk entellektüellerinin, popüler kişilerin ulusal ve uluslararası NGO’lar içerisinde görev almalarının teşvik edilmesini,
•          Devletin çeşitli kurumlarında NGO’lara BM ekonomik ve sosyal konseyindeki; uygulamasına benzer şekilde istişari statü verilmesini,
•          Türkiye’nin milli politikalarını yaymak ve anlatmak üzere dünya çapında hayranlık uyandıracak NGO’ların devlet tarafından kurularak desteklenmesini ve bu maksatla fonlar oluşturulmasını,
•          Devletin istihbarat kuruluşlarının zararlı NGO faaliyetlerini takip ederek, amacı aşan çalışmalarının takip edilmesini, tespit edilenlerin kamuoyuna açıklanmasını,
•          Uluslararası NGO’lar ile Türk NGO’larının işbirliği geliştirmelerinin teşvik edilmesini,
•          Uluslararası sahada faaliyet gösterecek olan ulusal NGO ve lobilerin büyük firmalarla oluşturulacak sponsorluk sistemi ile desteklenmesini,
•          Yabancı ülkelerde faaliyet gösteren ve ülke menfaatleri açısından benzer hususları paylaştığımız lobi grupları ve aynı faaliyet alanında görev yapan NGO’lar ile işbirliğinin geliştirilmesini,
•          Sivil Toplum Kuruluşu bilincini ve ülke menfaatlerinin her platformda savunulmasın gerekliliği, ilkokuldan itibaren genç nesillerin beyinlerine kazınmalı, bunun sadece devletin işinin olmadığı aynı zamanda vatandaşlık görevinin bir gereği olduğunun anlatılmasını,
•          Uluslararası örgütlerin Türkiye hakkında alabileceği olumlu veya olumsuz Kararlar hakkında çıkabilecek kararların yönlendirilmesi için ön alınmasını, mevcut örgütlerin her kademesinde, sistemi isteğimiz doğrultusunda yönlendirebilecek elemanları içinde bulundurulmasını ve bu konuda her zaman ısrarcı olunmasını,
•          Yurtdışına görevli olarak giden devlet görevlilerinin sadece kendi sorumluluk sahaları ile sınırlı kalmayıp ülke çıkarlarını savunan bir avukat gibi hizmet verecek bilince ulaştırılmasını ve daima şekillenen değil şekillendiren olmaları gerektiği bilincinin aşılanmasını,
•          Güçlü ve sözü geçen ulusal NGO’lar ile uluslararası sorunların çözümünde uluslararası örgütlere baskı yapabilecek, yabancı ülkelerin kamuoyunu etkileyebilecek barışı destekleme harekâtlarına katılarak ülkenin siyasi iradesini temsil edebilecek yeterlilikte ve çapta NGO’Iarın kurulmasının sağlanmasını, yetkililerin dikkate almalarını diliyorum.
Sh: 241-256
Kaynak: Dr. A. Nazmi Çora, İçimizdeki Şeytanlar- Sivil Toplum Kuruluşları (STK-NGO), Haziran 2008, İstanbul

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar