BİLİMSELLİK ÜZERİNE
''İşte biz gibi zihinsel açıdan oldukça yoksul ülkelerde,
"bilimsel" kavramının ardına saklanarak gemilerini yürütenlerin kolayca
başarılı olmalarının nedeni, onların teknolojik başarılar karşısında kolayca
büyülenen zihinlerde, bilim ve dolayısıyla bilimsellik kavramlarının işgal
ettiği itibarlı yeri şeytânı yöntemlerle kullanmalarındaki mahâretlerinden
kaynaklanmaktadır."
Dialektik, nesnel denilen
diyalektik, tüm doğada egemendir; ve öznel denilen diyalektik, diyalektik
düşünce, doğanın her yerinde kendini gösteren ve karşıtların sürekli çatışması
ve bunların nihaî olarak, birbirlerine ya da daha yüksek biçimlere geçmeleri
yoluyla doğanın yaşamını belirleyen hareketin karşıtlar aracılığıyla
yansımasından ibarettir. Çekme ve itme. Kutupluluk magnetizm ile birlikte
başlar, tek ve aynı cisimde kendini gösterir. Elektrikte,
kendisini karşıt gerilim alan iki ya da daha çok cisme dağıtır. Bütün kimyasal
süreçler, kendilerini, kimyasal çekim ve itim süreçlerine indirgerler. En
sonunda, organik yaşamda, hücre çekirdeğinin meydana gelişi canlı protein
maddesinin kutuplaşması olarak görülmelidir ve evrim teorisi en ilkel hücreden
başlayarak bir yandan en karmaşık bitkiye öte yandan insana kadar gelen her
ilerlemenin kalıtım ve uyarlanma' arasındaki sürekli çatışmadan nasıl
etkilendiğini gösterir.
Engels, Doğanın Diyalektiği
Yukarıdaki alıntıyı
biraz uzun tutmamızın nedeni bilim ve ideoloji arasındaki gayri meşru
izdivacın nasıl yaratıklar peydahladığı üstüne düşünürken onu model olarak
kullanmak istememizdir. Ayrıca genç zihinlerde oldukça piyasa tutmuş bir ideolojinin
İncillerinden biri sayılan kitaptan seçilmiştir.
Biraz dikkat
edilirse bu metindeki yargıların alttan alta şunları içerdiği görülür:
a-Engels’e göre metindeki yargılar bilimseldir. Çünkü
kaynağını doğadan daha doğrusu doğa bilimlerinden almaktadır. Bilim bize
doğada diyalektik evrim süreçlerinin var olduğunu söylüyor. Bu süreçlerin zihnimizde
yansıması ise diyalektik mantık yasaları biçiminde tezahür ediyor. Demek ki
diyalektik yasalar, doğada da zihnimizde de aynıdır ve doğrudur.
b-Karşıtlar vardır ve sürekli çatışırlar. Bu
çatışmalar daha mükemmele doğru ve doğrusal bir ilerleyiş içredirler. Bu
Marx’ın toplum ve tarih felsefesi plânında ileri sürdüğü fikirleri bilimsel
olarak kanıtlar. Doğanın, tarihin ve toplumun yasaları aynıdır. Doğadaki bu
çatışma, toplumda sınıf çatışmalarına tekabül eder.
c-Fizik, kimya ve biyoloji bunun böyle olduğunu
söylüyor. Biz de söylemiş olmakla bilimsel bir şey söylemiş oluyoruz.
d-En büyük kanıtımız evrim teorisinin de aynı şeyi
destekliyor olması. Buna olsun bir itirazınız olamaz ya.
Bu ironik
ifadelerle ideolojilerin bilimsel (!) içeriklerine değinmiş olduk.
Peki, bilimlerin ideolojik içerikleri yok mudur?
Bunun için bir yüz
yıl hiç değilse, geriye dönmemiz gerekecek.
19. yy. pozitivizmi
August Comte, Spencer ve J. S. Mill gibi düşünürlerce geliştirilmişti. Bu
anlayışa göre bilimsel bilgi mutlak bir mahiyet arzediyordu ve bu bilginin
ifadesi olan kanunlar da mutlaktı. İnsanın çıplak gözlem alanına giren şeyler
bilimsel bilgiye konu olabilirdiler ve bilgilerimizin geçerliliği fizik
ilimleri gibi daha sistematik bir mantıksal yapı gösteren bilimlere
yaklaştıkça artardı. Yani model-bilim fizikti. Aslında pozitivizm salt bir
felsefe ekolü değildi artık; bu felsefeyi benimsemeyenler de pozitivistçe
düşünmeye başlamışlardı. Pozitivizm bir felsefe ekolünün değil, bilimsel
zihniyetin adıydı.
Pozivitizm
sonraları kendini sigaya çekmek zorunda kaldı. Ünlü Fransız matematikçisi
Poincare, belki de matematikçi olmanın kendisine sağladığı avantajı kullanarak
gözlemin kendi başına bir şey ifade edemeyeceğini, önemli olanın bu gözlem ve
deneylerin içinde birleştirildiği teori olduğunu söyledi. Üstelik ona göre
teoriler tarihsel bir gelişim göstermekteydiler ve bu yüzden bir müddet için
doğru idiler. Demek ki onlara (ya da
tabiat kanunlarına) mutlak doğrular gözüyle değil, itibarî gerçeklikler olarak
bakmalıydık. Aksi halde bilimin ilerleyişine engel teşkil edebilirlerdi.
(Bkz. Şerif Mardin, İdeoloji. II. Bl; İdeoloji ve Bilim Felsefesi. Ank. 976.)
İlerde ele
alınacağı gibi bilimsel teoriler için itibarî (saymaca) nitelemesi yanısıra
takribi (yaklaşık), izafi (göreli) ve ihtimali (olası) gibi nitelemeler de
kullanılacak ama temelde pozitivist espri mahfuz kalacaktır.
Gerard Buis adlı
bir fransız düşünürün bu meyanda çarpıcı bir sorusu vardır: Bilim, bilimsel
bir kavram mıdır yoksa ideolojik bir kavram mı? Buis bu sorusunu bir diğeriyle
bütünlüyor: Varlıkları şüphe götürmez olan bilimlerden, belki de var bile
olmayan bilime nasıl geçilebilir? Ötesi, bilim tabiri bir bilimler topluluğu
yahut beşerî bilginin vahdeti fikrini empoze etmeye eğilimli aksiyolojik ve
ideolojik bir hedefe mi tercüman olmaktadır? (Bkz. İlimler ve İdeolojiler,
ilgili makale, s. 46, tere. F. Arslan. Ümran Yay: Ank.)
Gerçekten
pozitivizmin felsefî anlamda kurucusu olan August Gomte’un da derdi bu değil
miydi?
O, tek tek
bilimleri tevhid ederek tek bir mütecanis doktrinde toplamak görevini kendi
felsefesine vermemiş miydi?
Ünlü Pozitif
Felsefe Dersleri kitabını bu endişeyle yazmamış mıydı?
O bu eseriyle tek
tek bilimleri pozitif adını verdiği zihnî çerçeveyle kayda bağlıyordu. Tümel
anlamda bilim, belli bir dönemdeki pozitif bilgilerin toplamı ve bu bilimlerin
bütünüydü. Böylece bütünsel bir doktrine varılmış olacaktı, bir dünya
görüşüne. Pozitivizmi bir insanlık dini olarak boşuna önermedi Comte; Le Catéchisme Positiviste (Pozitivizm İlmihali) ni boşuna yazmadı.
Buis bilimin ideolojik bir fonksiyona sahip olduğu
fikrindedir. Bilim daha Descartes sisteminde ideolojik bir kavram olarak çıkar
karşımıza. Bilim, İlâhî hakikat kavramının karşılığında
kullanılmıştır bu sistemde. Bilimsel olan gerçek olandır. Ve bilimin dışında
hakikat yoktur. Bilimsel olan her şey doğrudur, doğru olan her şey bilimseldir.
Günümüz insanının da bu bilimsel hakikat sisteminden
haberdar olduğu açık ki, her zaman tecrübe etmekten geri durmuyor; sıradan bir
malı sattırmak, herhangi bir kuramı benimsetmek, herhangi bir tekniği garanti
etmek, herhangi bir siyaseti empoze etmek için bilimsellik etiketi zorunlu ve
yeterli olmakta.
Bilimsellik ve
ideoloji bağlamında söylenecek her şey geride kalmıştır aslında. Yine de en
yenisi Buis’in: «İlmî ideoloji, belli
manada, muasır dünyanın hakim ideolojisidir.» Yani artık bilimler ve
ideolojilerin karşılıklı ilişkilerini hangi çerçevede sürdüreceği falan
tartışılmıyor. Çünkü bizatihi bilimsellik, çağımızın egemen ideolojisidir. Bilimin kazandığı
bu ideolojik kimlik Comte'un öngördüklerini haklı çıkarmıştır sonunda ama
sandığından bambaşka şekilde.
Din Bilim ilişkisi
bağlamında ele alındığında bilimsel dünya görüşünün yine özellikle modern
dünyada kendilerine bir yer açmaya çalışan Müslümanları egemenliği altına
aldığı söylenebilir. Bilimin ya da bilimsel olanın neredeyse dine paralel bir
otorite olarak kabul edilmesiyle başlamıştır bu zihnî kölelik. Artık «helikopterle Kabe’nin tavafı caiz midir,
değil midir?» gibi sözde problemlerin hamasetle ele alındığı fetvalarla
karşılaşmak Müslümanları pek şaşırtmamaktadır. Aristo, «Doğa boşluktan nefret eder» demiş; size özgü olan kavrayış biçimlerini
yitirmişseniz, yerini gayri biçimler dolduracaktır doğal olarak.
Hazır böyle bir
köprü atmışken bilimselliğin kavranış biçimlerine etkiyen faktörlerden dinî
inançları ele almak yerinde olacaktır.
Bütün gelişmelere rağmen bugün bilimin herşeyi açıklayabileceğine inanan
insanların sayısı küçümsenemeyecek kadar çoktur. Bu zan bilimi put haline
getirmekle kalmıyor, bir çok inanç sahibi bilim adamını da geçmişte
kelâmcıların yaptıklarını tekrarlamaya zorluyor. Yani bilimin verileriyle dine
karşı tezler geliştirenlere karşı, bilimin verileriyle dinden yana tezler
geliştiren —özellikle Batı’da—yazarlar harıl hani çalışıyorlar. Oysa atomların
matematik kanunlara uyması veya uymaması, termodinamiğin ikinci kanununun
yaratılışa şu veya bu yorumu getirmesi inanç açısından bakılırsa birer safsata
olmalıdır. İmanı kendi kaynakları dışında aramak benim görüşüme göre esaslı bir
haddini bilmezliktir.
İsmet Özel, Üç Mesele’den
Din bilim çatışması
diye bir şey varsa bu ancak Batı için doğrudur. Galile’nin engizisyon önünde
yargılanması, Kopernik’in koğuşturmaya uğraması, Newton’un kitabını çekine
çekine yayınlayabilmesi hep bu çatışmaya örnek olarak gösterilir. Batı’da
bilimin tarihini kaleme alanlar aslında hep bu çatışmanın tarihini kaleme
aldılar. Bunu yine bilimsel ideolojinin aklanması adına yapıyorlardı. Oysa
İslâm dünyasında bugün Batılıların bilimsel çalışmalarına tekabül eden
araştırmaların ardı daha 13. yy. da kesilmişti. Ondan sonra karşımıza hep
bireysel çabalar çıkıyor. Zaten İslâm dünyasında ilim kavramının algılanışı bugün
Batılıların bilim dediği
şeyden çok farklı boyutlardaydı. Yani bırakın bilimdin çatışmasının
varlığını, bu ikisini birbirine karıştırmamak konusunda net bir bilince de sahiptiler
ayrıca. Zaten İslâm bizatihi ilim’di; O gelmiş cahiliyyet sona ermişti. Kur’an
ilim’di; zulmetlerden Nur’a çıkarmıştı. Müslüman bilim adamlarının cüz’î
çabalan söz konusu olabilirdi ancak Kur’an karşısında. Yani bu külli bilgiyi
daha iyi kavramak yolunda cüz’i çabalar. Bu meyanda Ziyauddin
Serdar’ın New Scientist’de yayınlanan bir makalesindeki konuyla ilgili vurgusunu
anmakta yarar var: «İbn Heysem, deneysel olarak ışığın doğru bir çizgi boyunca yol
aldığını gösteren camera' obscura araştırmalarıyla ünlü bir bilim adamıydı.
Mercekler üstüne çalıştığı bir laboratuvar kurdu. Birçok optik yasasını
keşfedip kanıtladığı bir laboratuvardı bu. Ne var ki, tüm bunları İslâm’ın
felsefi ve sosyolojik matrisleri içinde gerçekleştirmişti. Işıkla ilgili
yaptığı deneyler boyunca kendine ve izleyicilerine şunu daima zikretmekten
asla geri durmadı: «Allah yerin ve göklerin Nur’udur.» (Nur Suresi, 35) El-Biruni (ölm. 1048) arzın çevresini,
enlem ve boylamlarını ölçümledi, belli başlı madenlerin özgül ağırlıklarını
kayda değer biçimde hesapladı; ama yöntem saplantısına düşmedi hiç. Öngörüsü
şuydu; belli bir araştırmaya ilişkin metodoloji, meselenin mahiyetine,
araştırmaya karar verdiğimiz alana ve meselelerin konuluş biçimine bağlıdır.
İhtiyaç duyduğu yerde tümdengelimi de kullandı, tümevarım, gözlem ve deneyi
de; gerektiğinde zihni sezgiye başvurdu. Fakat en yüce bilim otoritesi alarak
vahye başvurdu hep. Zira O, akıl ve deney yoluyla varılan bilimsel sonuçların
hiç birinin mutlak olduğuna inanmıyordu. Dört dörtlük bir felsefî çerçeve
içinde faaliyet gösteren bilim-adamlarının en kesiniydi oysa. Ruhsal alanı
gözlemlemeyi hiç tavsatmadı; akıl ve mantık dışı görmediği ama, yalnızca akıl
ve mantıkla ulaşılamayacağını anladığı Bilgi’yi hiç yitirmedi.» ( Ziyauddin
Serdar, Why İslâm needs İslamie Science? New Scientist, April 82.)
İslâm’da engizisyon
olmamıştır. Bilimsel ve felsefi çabalara münferid ve yöresel
diyebileceğimiz tepkiler olmuştur doğal olarak. Ve bazan bu tepki haklı da
olmuştur ama genelde İslâm âleminde bilim ve felsefenin geniş bir hoşgörüye
mazhar olduğu açıktır. Ne yazık ki bu hoşgörü giderek umursamazlığa
dönüşmüştür. Yalnız dikkati daha önemli bir şey çekmektedir bu konuda; sözgelimi
hiç kimse Batlamyus teorisini benimsiyor diye hesaba çekilmemiştir. Bu Kopernik teorisi için de aynı şekilde olacaktı. (Kaldı ki, ElBirunî
yerin güneş etrafında dönüyor olabileceğini ileri sürmüştü.) Nitekim
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifename’sinde Batlamyus teorisi eskilerin,
Kopernik teorisi yenilerin görüşü olarak çizimleriyle ve serbestçe
serdedilmiştir. Yine Erzurumlu’dan çok önce Cahiz (ölm. 869) kendine özgü bir
evrim teorisi ortaya attığında karşısında din yargıçlarını bulmadı. (Cahız ve diğer İslâm düşünürlerinin transformist ve evolüsyonist telakkilerine Prof. Dr. Nihat Keklik
işaret etmektedir. Bkz. Felsefenin İlkeleri, s. 110, Doğuş Yay. İst. 982.)
Amacımız din bilim
münasebetleri tarihinden söz etmek değil. Eskinin her düzeydeki entellektüel
etkinlikleri belli bir hiyerarşi ve nisbetler sistemi içinde kavrayan
bilincine karşılık, günümüz Müslümanlarının genelde hatları karıştırıyor olması
din ile bilimi aynı güç ve fonksiyona sahip, birbirine paralel manevî
otoriteler olarak görmesi, dini sürekli bilme onaylatma, endişeleri duyması,
bilim kavramının zihinlerinde işgal ettiği yeri doğrusu meraka şayan kılıyor.
Doğal olarak bu, bilim bilimsellik kavramlarının çağımızda kazandığı ideolojik
fonksiyon ve itibarla ilgili. İsmet Özel’in de yukarıda alıntıladığımız
tesbitlerinde açıklıkla vurguladığı gibi bu —özellikle Batı’da böyle. Çünkü
Batı’da bilim itibar kazanırken, ters orantılı bir gelişme içinde din
itibardan düşmüştür. Bu yüzden dinlerinden yana olan Batılı yazarlar dinin
kaybolan itibarını yeniden ona iade etmek için bilimin itibarını
kullanıyorlar. Modern Katolik yayınların birçoğu bilimsel bir espriye sahip görünmekten
yanadırlar. Hattâ Christian
Science (Hristiyan Bilimi) kavramının bile ortaya atılması
bunu açıkça gösteriyor. Ötesi bu espri etrafındaki tüm çabaların
kurumsallaştığı, örgütlendiği de gözlenmektedir. Bu yaklaşımın Hristiyanlık
bağlamında ne tür problemleri beraberinde getirdiği pek önemli değil. Zira
Hristiyanlık bu konudaki problemiyle yıllar boyu uğraştı durdu. Bu yüzden
onlar kendi problemlerine geçici hatta sahte çözümler bulunabilmesine dünden
razıdırlar. Doğal ki, Galile’ye karşı
işlediği günahlarını temizlemek için her türlü bilimsel politik manevraya evet diyeceklerdir.
Çünkü dine karşı bilimden yana olanlar, başından beri bu ikisini birbirinin
alternatifi olarak göstermeyi, birbirini nakzeden, nefyeden olgular olarak
sunmayı başarmışlardır. Şu söylenebilir ki, Batı sözkonusu olduğunda bilim dine karşı galebe çalmıştır
günümüzde, fakat topyekûn hayata karşı yenik düşmüştür. Başından beri
bilimin her yeni atağı dinin coğrafyasını biraz daha daraltıyordu ve sonunda
onu hayattan kovup vicdanlara hapsetmesini bildi. Ama onun boşalttığı yeri yeterince
dolduramadığını farketti kısa süre sonra. Bu yüzden
de dine kendi iktidarını zedelemeyecek biçimde bir hayat hakkı tanıdı. Batı’da
din, bilim için ancak sosyolojinin ve psikolojinin araştırma alanına giren
bir kurumlar ve psişik süreçler toplamıdır. Böylesine köşeye sıkıştırılmış
dinin savunucularının iki alternatifi vardır; ya dini toplumdan koparıp yerine
bir değerler sistemi getiremediği için bilimi itham etmek ya da din adına,
bilime rağmen, bilimden yana olmak. Batı’da her iki akımın da varlığı
sözkonusu. Ama revaçta olanı İkincisi.
Bertrand Russell, bu, Batı’nın cin-fikirli düşünce adamı, Din ile Bilim adlı kitabının bir yerinde, BBC’nin 1930
Güzü’nde yayınladığı bir dizi konuşmayı içeren bir kitaptan (Bilim ve Din,
Bir sempozyum) bahisle, bilim din
ikileminin Batı’daki çağdaş boyutlarını sergiliyor. ( Russell, Bilim ile Din.
Çev. A. Göktürk, s. 116 - 147.)
Russell’in
sergileyişinden yine Russell’in
tabiriyle «bilimsel dincilerle, dinsel kafalı bilginlerin» dine sonuna kadar sahip çıkmak istediklerini
görüyoruz. Din adına bilimi yargılayanlar, Russell’i en çok ilgilendirenleri.
Apaçık ki belli bir uzlaşımı peşinen kabul etmiş tanrıbilimcilerin düşünceleri
onu pek ilgilendirmiyor. Çünkü o, bilimi savunma makamındadır ve «gerçeğe ulaşma konusunda bilimden başka
yönteme» inanmamaktadır. Bu yüzden meslekten bilim adamı olduğu anlaşılan
sözgelimi Sir J.
Arthur Thomson’un ithamlarını ciddiye almaktadır: «Bilim, bilim olarak hiç bir zaman niçin
sorusunu soramaz. Bu demektir ki, bilim hiç bir zaman sayısız varlığın,
oluşun, olmuş bitmişin anlamını, belirttiği şeyi, gerekliğini araştırmaz...
Böylece bilim gerçeğin temeli olmaktan uzaktır... Yöntemlerini mistik ya da
manevî konulara uygulayamaz.» Gerçekten de Russell Hıristiyanlığın dogma
yanına saldırırken çok rahattır da nedense mistisizm söz konusu olduğunda
biraz temkinli davranır. Zira nasıl gözlem ve deney bilimsel prosedürün bir
parçasıysa, mistik gözlem de deney de dinsel hayatın bir parçasıdır. Kaldı ki
mistiklerin neredeyse bütünü evrensel gerçekliklerin külli tasavvuru
konusunda oldukça mutabakat halindedirler ve onları güçlü kılan budur. Evet,
tek tek ele alındığında mistiklerin ayrımına vardığı gerçeklikler çok özel ve
sübjektif süreçlerden geçerek hedefine varıyor; biz onların gözlemlerine ve
deneylerine objektif olarak iştirak edemiyoruz. Bir yıldızın gözlenmesi
olsaydı söz konusu olan, herkes teleskopla aynı gözlemi yapabilirdi. Ama nasıl
oluyor da üç aşağı beş yukarı aynı sonuçlara varıyorlar? Din tarafından yapılabilecek yegâne meydan okuma bu olabilir, Russell’a
göre. Belki de 'Mistisizm ve Mantık’ kitabını bu tür endişelerle yazdı. Ama
sonuç olarak mistisizmin vurulabileceği hiç bir bilimsel kriter olmadığı için
yalnızca ‘bilimden yana’ olduğunu söylemekle yetinir ve tartışmayı keser Russell.
Bu bağlamda bir
takım Batılı Müslüman düşünürlerin, tasavvuf doktrininin çok geniş hattâ
evrensel boyutlarda ele aldığını/marifet kavramlarını ölçek alarak, Batı
bilimini nasıl olumsuz çağrışımlarla yüklü bir kavram durumuna düşürdüklerini
biliyoruz. Sözgelimi René
Guenon, bilim kavramının Batı’da kazandığı anlamı bir hurafe
(supersitition) saymamız gerektiğini ve Batı biliminin ‘cahilî bilgi’ olarak
nitelenebileceğini söylerken sözkonusu perdeden konuşmaktadır. Ama bilim ve
bilimsellik bizi o kadar alt(sub) yanıyla, kavramış ki, o kadar üst perdeden
konuşma hakkını ve imkânını kendimizde göremiyor, bu konuda bir değer hükmü
belirtmiyoruz. Çünkü öncelikle bu kavramların zihnimizde bir netliğe
kavuşması lâzım.
Çağdaş Müslümanlar
genel tavır olarak bilimle uzlaşmayı benimsemişlerdir. Bilimi dine götüren bir
olgu olarak algılamaktadırlar. Bu yüzden, bilim adamı, ama sırf namuslu bir
bilim adamı olmaları hasebiyle gerçeği bulan ve Allah’a inananların yazdıkları
kitaplar yayın dünyamızda oldukça geniş okuyucu kitleleri buluyor kendine. Bu
okuyucuların çoğu ‘Ah ne olurdu Einstein de Müslüman
oluvereydi!’ gibi yazıklanmalarda da bulunuyorlar
belki ama hiç birinin Einstein’in dilini çıkaran fotoğrafına bakıp da
düşündüğünü sanmıyorum. Ve neden özellikle bir siyonist olarak kalmakta direndiğini...
Şu hiç bir zaman
unutulmamalıdır ki, bilimin tarihi bir bakıma onun sekülarizasyon (dünyevileştirme)
u tarihidir. Bilim kendini metafiziğin tortularından arındırmak için çok
uğraştı. Çünkü bu günkü biçim ve çerçevesine ulaşabilmek için bunu yapmak
zorundaydı. Şimdi karşımıza iki soru çıkıyor; çağdaş bilimsel çerçeve mümkün
olabildiğince seküler (dindışı) olduğuna göre, dini hakikatleri bu çerçevede
düşünmeye kendimizi zorlamakla, dinin anlam ve ruhunu, bilimin anlam ve ruhuna
rağmen, bu çerçeveye sıkıştırmış olmaz mıyız? Yok eğer bilimle uğraşacak, onu
elde edeceksek, bunun zorunda hissediyorsak kendimizi, niye zihnî
karışıklıklara meydan verecek şekilde bu iki olgunun anlam ve lisan sistemini
birbirine kurban edelim?
Bilimsel dincilik
ya da dinci bilimsellik tavırlarının, dinle bilimin gerçek değer ve anlamına
varmak isteyen Müslümanlar için açıkça birer köstek olacağı fikrindeyim. Bu
lisan karmaşasından din düşmanları zaten yeterince faydalandılar; şimdi tutup
din adına aynı karmaşa içinde oyalanıp durmanın anlamı yoktur. Bu sözlerimden
bilime karşı olduğum çıkarılmasın. Demek istediğim en formel biçimiyle şudur: Ne dinin bilimselleştirilmeye
ihtiyacı vardır, ne de bilimin dinselleştirilmeye tahammülü. Burada Din’i en
has anlamıyla, bilimi de Batı’da kazandığı anlamıyla kullanıyorum.
Bilimselliğin
kavranış biçimlerinden biri de onun felsefî anlamda kavranışıdır. Bizde
felsefe, öteden beri dinî düşünce bağlamında ele alınır; bazen dinî akidelerin
mahremiyyetine el atmış bir nâmahrem olarak görülür ve kapı dışarı edilmek istenir,
bazen da din adına yardıma çağırılan bir bilge kişi gibi hürmet görür. Ama günümüzün
felsefi eğilimleri, felsefeyi daha çok bilim düşüncesi bağlamına kaydırdığı
için, —bu düşünceye uzak olduğumuzdan mıdır nedir— bilim felsefesi daha yeni
yeni ilgi alanımıza giriyor. Neyin bilimsel olduğu, neyin olmadığı konusunda,
yargı mercii bilim felsefesidir günümüzde. Buna bilim de itiraz etmemektedir.
Çünkü bilim felsefesi bilimi içkin biçimde kavrama çabasındadır ve bu yüzden
kullandığı kavramlar, bilimin kullandıklarıyla ortak bir payda altında
birleşirler. Fakat işlevi bakımından bilim felsefesi, bilimin yargıcı, daha
doğrusu kontrol sistemidir. Yani bilimin zaaflarını açığa çıkardığı kadar bu
zaafların açığını kapamak isteyen yine bilim felsefesidir.
Bu yüzden herkesin
diline sakız ettiği bilimsellik kavramına ait sınırların ne olduğuna o karar
verecektir. Bu konudaki tercih ve tartışmalar ekoller düzeyine çıkmıştır ve
çeşitli görünüşlere sahiptir. Aslında bu tartışmalara rengini yine belli dünya
görüşleri vermektedir
ama hiç değilse doğrudan ideolojik içeriklerden azade bir görünüm arz
etmektedirler. Ne var ki bu tartışmaları oylumlu biçimde ele alıp değerlendirmek
böyle bir denemenin omuzlarına ağır gelecektir. Üstelik bilim felsefesine ait metinlerin
çoğu, belli bir uzmanlık düzeyini gerektirmektedir okunmaları için. Bu metinleri
herkesin katılabileceği ortalama bir düzeye çekmek için, sanırım daha da
konunun uzmanı olmak gerekmektedir. Oysa bu aşamada yapılması gereken bilim
felsefesinin meseleye nasıl yaklaştığına işaret etmekten ibarettir.
Bilim felsefesine
ait özgün metinlere çaktığımızda kullanılan kipin, ideolojik metinlerden
farklı olarak, yakıştırma ve zorlamalardan bağımsız olma endişesi taşıdığını
görürüz. Bu metinler belki bilim konusunca bir ideoloji geliştirmek istiyor
olabilirler fakat doğrudan bir ideolojiye bilimsel paravanalar tedarik etmek
amacında değildirler. Daha önceki sayfalarda Engels’ten yaptığımız alıntı
hatırlanacak olursa, Marksist ideolojinin bilime kazmanın kılıfı gözüyle
taktığı yeniden teslim edilecektir. Oysa bilim felsefesi bilime uygun kılıflar
biçme peşinndedir. Engels doğayı peşinen diyalektik mantığın biçimleri
(yasaları) içinde görmektedir. Oysa doğaya hangi biçimde baarsanız ya da hangi
biçimde görmek isterseniz, size o biçimde görünür, insan zekâsındaki vehim
fakülteleri, insana garip oyunlar oynar. Demek ki doğayı kavrayış biçimleri
sizin ön kabullerinizin dolayımından geçer ister istemez. Engels ise diyalektiğin biricik bilimsel yöntem olduğuna peşinen inanmıştır. Bu
tavrın adı dogmatizm dir. Dogmalar ise
karşılıklarını başka dogmalarda görmek isterler. Bu yüzden Marksistler için
bilimin verileri, diyalektik dogmalara karşılık olan yeni dogmalara dönüşürler.
Materyalist metinlerin hemen tümünde bilimin dogmatik olarak kavrandığını
görürsünüz. Çünkü bilimsel
ifadeler onlar için doğruluğu su götürmez genel geçer ifadelerdir. Bu kavrayış
biçimi daha önceki sayfalarda değinilen klâsik pozitivist zihniyetin marksist
materyalistlerdeki bir yansımasıdır. Bilim konusundaki bu mutlakiyetçi tavrı
sürdürmenin imkânı onlar için oldukça azalmış görünüyor. Zira 60 yıldır sürdürülen
bilim felsefesi tartışmaları bilimsellik kavramını, artık materyalist
ideolojiyi taşıyamaz duruma getirmiştir. Bu tartışmaların, ‘burjuva ideolojisi’ kabilinden yakıştırmalarla
geçiştirilemeyeceği ortadadır. Şimdi şu metne bakalım: «Bir doğa yasası ne doğrulanabilir ne
de yanlışlanabilir. Bir doğa yasası için şunu söyleyebilirsiniz: Bu yasa ne
doğrudur ne de yanlış, yalnızca olasıdır. Bir doğa yasasının olası olması
demek, onun basit, kullanışlı olması demektir». ( Wittgenstein, Waismann’m
«Wittgenstein and Vienna Circle» adlı incelemesi, s. 100 Oxford. Londra, 979.)
Materyalistlerin
(ve pozitivistlerin) inandıkları bilim felsefesinin böylesi akidevi bir içeriğe
sahip olduğuna değindikten ve onu özgün bilim felsefesinin yaklaşımıyla
kıyasladıktan sonra, şimdi, meslekten bilim filozoflarının görüşlerine
geçebiliriz. Bunun için Viyana Çevresi filozofları, Karl R. Popper, Wittgenstein, ve
Thomas S. Kuhn’un konuyla ilgili görüşlerine kısaca değinmek
gerekiyor. Bunu, onların görüşlerini irdelemek için değil, zihnimizde daha
boyutlu bir bilimsellik kavramı 'oluşturmak için yapmaya çalışacağız.
«Zihinsel ve fiziksel olaylar arasındaki bağlantı deneyle
kurulmak zorundadır. Ne var ki bu ifade bu ikisinin özdeş olmadıklarını
tazammun etmektedir. Zaten özdeş olsalardı, deneylere gerek kalmazdı. (Şu halde
ifadeyi değiştirirsek) zihinsel olaylarla fiziksel olaylar arasındaki bağlantı
yalnızca mantıkla kurulabilir.» (A. J. Ayer, The Problem of Knowledge, s. 212. Pelican,
972.) Bu ifadeler Viyana Çevresi adı verilen bilim felsefesi akımının
İngiltere’deki savunucusu Alfred J. Ayer’indir ve neredeyse akımın görüşlerini bu haliyle
formüle etmektedir.
‘Viyana Çevresi’
adı verilen felsefe akımına mensup filozoflar, İkinci Dünya Savaşı esnasında
politik nedenlerle dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlar ve bu, felsefelerinin
dünya çapında yayılmasına imkân tanımıştı. Hattâ bu okul mensuplarından olan Hans Reichenbach Türkiye’ye yerleşmiş
ve İstanbul Üniversitesinde konuk profesörlük yapmıştı. Gelgelelim yine aynı
okul mensuplarından Carnap’ın İngiltere’deki etkinliğine bakarak, konuk
profesörün Türkiye’deki çabalarının son derece yankısız kaldığı söylenebilir.
Oysa bu felsefenin yanlışları (ama kaliteli yanlışları) üstüne ilgimizi
yoğunlaştırabilseydik, belki şimdi bilimsellik üstüne konuşulan şeyler daha
düzeyli olurdu.
Bu akım yeni
olguculuk (neopozitivizm), mantıksal deneycilik gibi unvanlarla anılmaktadır.
Aslında yukarıki satırlarda Ayer’den yaptığımız alıntı bu akıma niye mantıksal
deneycilik dendiği konusunda bir fikir vermektedir. Çünkü mantık ve deney
terimleri bu akımın anahtar terimleridir.
Bu bilim felsefesi
akımını kısaca şöyle dile getirebiliriz: Şimdi bizim bir gözlem ve deney
alanımız vardır. Sözgelimi ben Albatros kuşlarının nasıl ürediklerini gözlemleyebilirim.
Yahut elektriğin mıknatıs üzerindeki etkileri üstüne istediğim biçimde deney
yapabilirim. Gözlemim bir bakıma görebilmeme, deneyim ise tutabilmeme bağlıdır.
Yani benim bilimsel uğraşımı sürdürebileceğim alan, elle tutulur, gözle
görülür fizikî alandır. Ben fizikötesine ait şeyleri görmüyorum. Hattâ
onların var olup olmadıklarını bile bilmiyorum. Ne gözlemliyebiliyorum onları,
ne de deneyebiliyorum. Onlar laboratuvara sokulamadıkları gibi, teleskopla da
gözlenemiyor. Hiçbirinin bilimsel araştırmalara konu olabilecek nesnel karakterleri
yok. Bu yüzden fizikötesine ait kavramlar da nesnel karşılıkları olmayan ve bu
yüzden de anlamsız düşen bir karaktere sahip. Meselâ biri çıkıp evrenin yaradılış
sürecinden sözetse, «yaradılış» kavramı benim için fizikötesine ait bir kavram
olur ve bu yüzden de anlamsız düşer. Eğer ben bilimsel anlamda akıl yürütmelere başvuracaksam,
bu tür kavramlar benim sözlüğümde yer almamalı. O zaman işin içinden çıkamam.
Çünkü bu beni sonuç olarak «Tanrı» fikrine götürür ki, o zaman benim
yaptığım bilim olmaz, teoloji olur. Demek ki fizikötesine ait kavramlar
anlamsızdır ve bilimsel olmayan kavramlardır. Benim ortaya çıkan bu anlam
problemini halletmem, bilimsel olan kavramlarla olmayanları birbirinden
ayırmam gerek. Bunu yaparsam ancak, ifadelerim bilimsel bir kimliğe bürünür.
Matematik, bilime özgü klâsik bir lisan olarak elimde. Onun yapısal karakteri
benim bilimsel ifadelerimi kanıtlayacak ve sınayacak bir karaktere sahip.
Yanısıra, anlam sorununa karşılık olarak da mantığa ihtiyacım var. Şu halde
mantık ve matematiğin tezevvüc ettiği sembolik mantık benim için en uygun
bilimsel dil olacaktır. Ayrıca deneylerden kalktığıma göre tüme varmam
gerekecek, tümevarım mantık sorunlarımın temelini teşkil edecektir...
Aslına bakılırsa
Sezar’ın hakkı Sezar’a anlayışındaki bu seküler (lâdinî) tavır, modem bilimin
bugünkü yapısı veri olarak kabul edilecekse eğer, normal karşılanmalıdır. Zaten Batı’da metafizik adına
işlenen cinayetler,
gerçek matefiziği kendi karanlığıda boğmaya devam ediyorken hiç değilse bilimin kendisini
bu karmaşadan
kurtarıp, kendi
yatağını açmasına izin vermeli diye düşünüyor insan. Ama tekrar ediyorum, böyle düşünürken
bilimin bugünkü yapısının veri olarak kabul edilmesi şartı yar. Yoksa kendini metafizik
tortulardan arındırdığını
söyleyen bilimin temellerinde belli bir inanç (inançsızlık), belli bir dünya
görüşü ya da
belli değerler sisteminin yatmadığını varsaymak safdillik olur. Bizim demek istediğimiz böylesi temellere de
sahip olsa, bilimin böyle bir çerçeve içinde ulaştığı nisbi başarılara bakıp, onu bir
imkân olarak göreceğimiz yerde, kendi dinsel metafiziklerimiz için bir alet olarak
görmememiz gerektiğidir. Bu, bilimin özünde varolan şekiller niteliği
onaylamak anlamını taşımaz asla. Yalnızca mütecanis olmayan şeylerin birbirine karışmaması
gereğini vurgular, o kadar. İşte Viyana Çevresi filozoflarının endişelerini biz tersinden
alıyor; bilim tarafından dine bakarken izhar ettikleri endişeleri tersinden
dile getirip din tarafından bilime bakıyoruz. Böylece, pozitivist zihniyetleri
bir yana, bilimin efradını cem’edip ağyarını menetmelerini, yanlış çizilmiş bir
projede yerinde bir kontenjan olarak değerlendiriyoruz.
Bakm, Ayer’in
andığımız sözlerine... Karşımda, gözleyebildiğim fiziksel olaylar var.
Onlardan bilgi üretebileceğim bir zihnim de var. Şu halde geriye zihnimin
süreçleriyle, fiziksel süreçlerin arasındaki bağlantıyı kurmak kalıyor. Bunun
için ilk başvuracağım şey deney. Fakat yapacağım deneyleri belli bir anlam ve
kavram sistemi içinde değerlendirebilmem için mantığa ihtiyacım var. Mantık
sistemimle sözkonusu bağı kurdum mu bilimsel bilgiye ulaşmış olurum... Burada
bilimin sınırlan, alanı ve yöntemi açıkça belirlenmiştir. Bilim,
mantıksal-deneyci bir yöntemle fiziksel olgular alanı içinde yapılan
araştırmalar bütünüdür.
Oysa dinî bağlamda
edineceğimiz bilgiler fizik olaylarla sınırlandırılamayacağı gibi,
başvuracağımız yöntem de bir tümevarım mantığına inhisar ettirilemez. Ayer’in
sınırlarını çizdiği çerçevede, bilim belirlediği hedeflerine varabilir. Ama ne
var ki böyle bir çerçeve din adına bilim yapmamızı engelemekte, bu hakkı bize
vermemektedir.
Tekrarla şunu
vurgulamak istiyoruz: Günümüzün geçerli bilim anlayışı pozitivist bir espri
taşır. Hattâ Türkiye’deki yaklaşım, bırakın neo-pozitivistlerin rengini
taşımayı, yer yer Comte’çu kaba-pozitivizmin felsefi tortularını taşımaktadır
bağrında. Bilimi bir insanlık dini olarak görme eğilimi, bilimsel ifadeleri dinsel ifadelermiş
gibi kullanma alışkanlığı sonuç ve örneklerine her gün rastlanan olgulardır
(Şakir Kocabaş, «İfadelerin Gramatik Ayrımı» adlı felsefî denemesinde bu
karışıklığın zihnî emellerini net bir üslupla ortaya koymaktadır. Ekin Yay. 1984,
İst.) Sözkonusu pozitivist espri ve dindışı çerçeveyi sabit kılarak, bu
çerçeveye din adına bir şeyler sokuşturmaya çalışmak, ya da bu çerçeveden din
için bir şeyler aparmaya kalkışmak zihin karışıklığından başka bir işe yaramaz.
Tabiî hâlâ zihnî etkinliklerden söz ediliyorsa. Kendimize özgü model ve
çerçeveler geliştirmeksizin bırakın dinsel düşünce sistemleri geliştirmeyi,
salt bilim yapmak bile, sahip olduğumuz değerler gözönüne alındığında hiç de orijinal olmayacaktır.
Newton devriminden beri bilim doğa yasalarını keşfetmenin
peşindedir. Bilim adamı bu arayışta kabaca şu süreçlerden geçer.
Önce gözlem ve
deney aşaması sözkonusudur. Belki de yıllar alacak bu araştırmaların ardından
edindiği bulguları, gerekirse başkalarının ortaya koyduğu bulgularla
birleştirerek bir birikim elde eder. Daha sonra bu birikimden kalkarak sistemli
bir varsayımlar kümesi oluşturur. Bu varsayımlar kümesi içinde yer alan
önermeler doğru ya da yanlış değildirler. Birbirlerini de ispatlayamazlar. İndî
bir şekilde öyle oldukları varsayılmıştır. Fakat varsayımlar yasa benzeri
önermelerdir. Ne var ki henüz matematiksel olarak ispatlanmamışlardır. Bu iş
için de matematiksel ispatlama yollarına başvuran bilim adamı eğer varsayımı doğrulamayı başarırsa
bir doğa yasası bulunmuş demektir. Yani önce varsayılan bir önerme
matematiksel olarak ispatlanıp da sonuçta «evet,
matematiksel olarak kanıtladık ki önce doğru olduğunu farzettiğimiz bu önerme
gerçekden doğruymuş» denirse doğrulanan bu varsayım artık bir doğa yasasıdır.
İşte bilimsel teori
denilen şey, aslında varsayımlar üretmekten, doğa yasasına ulaşmak sürecine
kadar yürütülen bilimsel yöntemin kendi içinde tutarlı bir mantık matematik sistemi çerçevesinde ortaya atılmasından
başka bir şey değildir. Bu çerçeveyi bir makalesinde ustaca çizen bilim felsefecisi
Campbell’e bakarsanız, doğrulanabilmiş bir yasaya ulaşabildiğine göre teori de
doğrudur. Ama
teoriler yasa değildir, yalnızca onları açıklar. Ayrıca yasalar gibi doğrudan
deneylerle kanıtlanamaz. Yani bir bütün olarak bilimsel teorilerin kabul ya da
reddi ayrıca ilâve deneylere gerek duyulmaksızın da olabilir. (N.R. Campbell, What İs A Theory? Readings in the Philosophy of Science.
Prentice Hall inc. 1970, USA.)
Demek ki
varsayımlar matematiksel olarak doğrulanarak yasa oluyorlar. Bu süreç
böyledir, daha doğrusu Popper’a kadar böyleydi. Bilindiği gibi Viyana Çevresi
filozofları bilimsel önermelerin doğrulanabileceğim savunmaktaydılar. Daha
doğrusu bir önermenin bilimsel ve anlamlı olmasının ölçütü, o önermenin
matematiksel ispat yöntemleriyle doğrulanabilir olmasıydı. İşte yine bir
Viyana’lı olup Viyana Çevresi’nin bilim felsefesine karşı çıkan Karl R. Popper,
bilimsel önermelerin (bir yasayı ifade eden ya da bir varsayımı dile getiren
önermelerin) doğrulanamayacağını ileri sürmüştü. Popper’a göre bilimsel
önermeler doğrula namazlar, yalnızca yanlışlanabilirler. Bu ne demektir?
«Su yüz derecede
kaynar» yasasına inandırılmışızdır. Bir süre sonra kapalı kaplarda suyun başka
derecelerde kaynadığını farkederiz ve yasayı değiştiririz: «Su açık kaplarda
100 santigrat derecede kaynar.» Bu işi hallettiğimizi sanırken, suyun daha
yükseklerde bu derecede kaynamadığını farkederiz. Ve yasa yine değişir: «Su
açık kaplarda, deniz seviyesindeki atmosfer basıncında 100 santigrat derecede
kaynar.» Bunun böyle sürmeyeceğini kimse temin edemez. Demek ki bu yasayı
destekleyen yüzlerce örnek ve destek bulsaydık yine bu yasayı doğrulamış
olmazdık. Beklenmedik bir olay, bir farkına varış doğrulanmış kabul edilen
yasayı yanlışlayıverir. Çünkü yasaya aykırı olabilecek tüm karşı örnekleri,
yasayı vaz’ederken tek tek gözlemleyenleyiz. Ancak gözlemlerimizin adedini
çoğaltabiliriz. Bununsa doğrulanabilirlik açısından teorik bir anlamı yoktur.
Bu yüzden bilimin koyduğu yasalar ancak yüksek bir olasılık ifade ederler. Hayalgücü,
yürürlükteki bir kuramdan daha mükemmelini her zaman üretebilir ve yürürlükte
olan teorileri tahtından rahatça indirebilir. Newton/Einstein örneği bilimsel
dogmatizmin burnuna inen müthiş bir yumruktur bu yüzden. Ve bu yüzden bilim
geçicidir.
Viyana Çevresi’nin
doğrulanabilirlik ilkesinin karşısına yanlışlanabilirlik ilkesini koyan
Popper, böylece deneyciliği felsefi anlamda reddetmiş oluyor ve deneyciliğin
dayandığı tümevarım mantığının da saçma olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre biz
tek tek kuğulara bakıp da «bütün kuğular beyazdır» diye tümel bir önerme ileri
süremeyiz. Çünkü bizi, kahverengi bir kuğunun da olmayacağı konusunda kimse
temin edemez. O yüzden bu önermeyi şöyle değiştirmek zorundayız: «Belki bütün
kuğular beyazdır.» Demek ki Popper’a göre tümevarım diye bir şey yoktur. Çünkü
biz tek tek gözlemlerden kalkarak tüme varmıyoruz. Aksine teorisyen ve
mucitlerin biyografileri bunu yalanlamaktadır. Gözlemleri biriktirmek kendi
başına anlamlı olmadığı gibi, salt onlardan kalkarak bir teoriye ulaşılamaz.
Teoriye ulaşan kafa hayalgücü ve sezgisi dehâ düzeyinde olan kafadır. Bu hep
böyle olmuştur. (Bkz. Bryan Magee, Kari Popper’ın Bilim Felsefesi ve Siyaset
Kuramı, s. 931. Çev: M. Tunçay, Remzi Ktb; 982, İst.).
Bilime özgü bir
dil, bilimsel teorilere özgü kavram sistemleri var. Bu dil yapısı ve kavram
sistemleri çeşitli gerekçe ve tercihlerle oluşturulmuş, üretilmiş. Bilime ait
ifade biçimleri ve bilimsel teorilere özgü kavram sistemleri bir arada ele
alındığında ortaya bir dil-anlam sorunu çıkıyor. Çok kaba bir örnek verirsek,
demin yukarıda geçtiği üzere, tümevarımsal mantığa dayalı bilimsel ifadelerin
kullanılış gerekçesi temelde deneyci bir bilim felsefesine dayanıyor. Ayrıca
buna olasılık hesaplamalarına dayalı matematiksel ifadeleri de ekleyin. Basbayağı
mantıklı matematikli bir dildir bu ve kendi çerçevesi içinde oldukça da
kullanışlıdır. Ama sonra Popper diye biri çıkar ve bu tümevarımsal bilim
mantığını, bu deneyci bilim felsefesini, pek de öyle bilimsel ifade
biçimlerine başvurmadan reddediverir. Demek ki bilim için dil, doğrudan
bilginin özüyle ilgili değildir.
Dil, sözkonusu
olunca, buradan Avusturyalı
dilci filozof Wittgenstein’in felsefesine şöyle bir değinmek yerinde olur.
Wittgenstein felsefesinin merkezinde dil vardır. Zaten O’na göre «Felsefe
tümüyle bir dil eleştirisidir.» (Wittgenstein, Tractatus (40031) Routled and Kegan Paul London, 981.)
Bu eleştiri
felsefesinin ilk döneminde dilin sınırlarını belirlemeye yönelikti. Filozof
önceleri dilin yalnızca olguları ifade edebildiğini ve bu ifadelerle olgular
arasında resmeden resmedilen ilişkisi
olduğunu sanmıştı. Yani bir ifadedeki dilsel öğeler arasında nasıl bir
yapısal bağıntı varsa, ifade edilen olgulara ilişkin nesneler arasında da öyle
yapısal bir bağıntı vardı. Bu karşılıklık birebirdi. Ve bütün diller ortak bir
mantıksal yapıya sahiptiler. Felsefenin görevi bu ifadeleri açıklığa
kavuşturmak ve dilin sınırlan dışında kalan ifadeleri eleştirerek ayıklamaktı.
Böylece geriye sınır ve imkânlrı belirlenmiş bir dil ve bu dille ifade edilen
gerçeklikler kalıyordu. Daha sonra far ketti ki, dil hiç de sandığı gibi fiilî
olgulara filan tekabül etmemekte. Asıl itibariyle toplumsal bir aletti o ve
sonsuz çeşitte amaca hizmet etmek üzere toplum tarafından sürekli
geliştiriliyordu. Kullandığımız dil, toplumun marifetiydi ve toplum (ya da
toplulukları) kendi amaçlan doğrultusunda dil biçimleri geliştiriyorlardı,
örneğin tenis oyununun kuralları, bu kurallara uygun gereçlere ihtiyaç
gösterir. İşte aynı şekilde toplum kendi oynayacağı oyunların kurallarına
uygun gereçler olarak, dil biçimleri üretmekteydi.
İş böyle olunca,
dilin hangi amaçlar doğrultusunda kullanıldığını ve geliştirildiğini
araştırmak Wittgenstein felsefesinin yeni görevi olmaktadır. Bu bakış açısından
bilimde, felsefede, ideolojilerde ve hâttâ sanatta kullanılan ifade
biçimlerinin hangi amaçlara tekabül ettiklerini görebilir ve bu ifadelerin
zihnimizde oluşturduğu etkinin bir vehme, hâttâ bir büyüye dönüşmesini daha,
rahat önleriz. Zaten Wittgenstein’in ikinci dönem felsefesinin temel programı «Zekânın
büyüsüne ya da dil yoluyla büyülenmesine karşı bitmeyen bir mücadele» olarak belirlenmiştir.
Bilimde önce teori
gelir. Teorik sistemlere onların ifade biçimleri açısından bakan Wittgenstein
için teoriler, aslında kavramsal sistemlerdir. Bu kavramsal sistemleri oluştururken
hangi zihinsel süreçlerden geçildiği, ne amaçlandığı ve ne kastedildiği Wittgenstein’in temel problemidir.
Kavramsal sistem
terimi bir başka filozofta paradigma kavramıyla karşılanmıştır. Amerikalı
ünlü bilim felsefe ve tarihçisi Thomas Kuhn’a göre bilimsel teoriler birer paradigmadır. Yani
birer karşılaştırma modelidirler. Biz bu modelleri olaylarla karşılaştırmak
için kullanırız. Bu yüzden onların doğru ya da yanlışlığından
sözedilemez. Onlar için söylenecek şey «Bu
karşılaştırma modeli olaylarla karşılaştırmak için oldukça kullanışlı ya da
yeterince kullanışlı değil.» biçiminde olabilir. Bilimsel teorilerin
doğruluğundan ya da yanlışlığından sözedilemeyeceğine göre, onların doğrulanıp
yanlışlanmasından da söz edilemez.
Bunun için deriz ki, Newton teorisi
ne doğrudur, ne yanlıştır ve ne de yanlışlanmıştır. Ayrıca doğruluğundan da
sözedilemez. Yalnızca olaylarla karşılaştırmada yeterince kullanışlı olmadığı,
yetersiz kaldığı için terkedilmiştir. Bir kere bu paradigma kavramını kabul
ettiniz mi, bunun mantıksal sonucu olarak, doğa yasası, bilimsel yasalar,
objektif gerçekliğin tasviri, keşif, ispat... gibi bir çok kavramın
anlamsızlaştığını görürsünüz. Çünkü, meselâ objektif gerçekliğin tasviri kavramını
alalım ele; karşılaştırma modeli olarak paradigma objektif gerçekliği tasvir
etmez, belki temsil eder. Yani biz bilimsel bir teori inşa etmekle evrenin
objektif gerçekliği üstüne yeni bir bilgiye ulaşmış olmayız. Yaptığımız şey
yalnızca yine bilmediğimiz olayları kendisiyle karşılaştırabileceğimiz yeni ve
belki de daha mükemmel bir model üretmektir.
Demek ki
paradigmalar birer kavramsal sistemdir. Bu sistem içinde yerini alan kavramlar
belli tanımlarla oradadırlar. Bilimde önce teori vardır demiştik; bu önemlidir,
zira bu önce kavramsal sistem var demektir. Bu sistem kendi içinde ayrıca
tutarlıdır ve kendisiyle karşılaştırılan olayları yine kendi içinde açıklar.
Kuhn ve onun gibi düşünen bilim filozoflarına göre, deney ve gözlemler ancak
böyle bir sistem içinde belli anlamlar kazanırlar. Ama önce bu ya da şu
kavramsal sistemin tercihi sözkonusudur. Seçilen kavramsal sistem, kendi
çerçevesinde yer alan gözlem ve deneyleri koşullandırır, onlara kendince bir
anlam biçer. Yani sistemden bağımsız bir gözlem ve deney dili yoktur.
Sözgelimi Batlamyus’un arzı merkeze alan teorik sistemini benimsemiş olan Tyco Brahe ile Kopernik’in güneşi
merkeze alan sistemini benimsemiş olan Kepler, aynı gözlemleri yapmış olmalarına
rağmen birbirinin karşıtı sonuçlara varmışlardır. Kopernik’in gelişine kadar
Batlamyus modeli benimsenmiş ve bu model asırlarca yapılan gözlem ve deneylere
kendince bir anlam kazandırmıştı. Sonra Kopernik geldi ve daha yetkin bir model
geliştirerek devrimsel bir atılım yaptı. Daha doğrusu kavramsal bir devrim
gerçekleştirdi. Böylece Batlamyus modeli terkedildi. Ama Kuhn’un bakış
açısıyla, kimsenin tutup Batlamyus teorisinin yanlış, Kopernik teorisinin
doğru olduğunu söylemesi anlamlı olmayacaktır. Bu düşüncenin getirdiği başka
bir mantıksal sonuç da bilimin aslında ılerlemediğidir. Bilim devrimsel
sıçramalar yapar, evrimsel bir süreci takip ederek ilerlemez. Yani biz yeni
bir kavramsal sistemi benimsemiş olmakla, bilgilerimizde bir ilerleme
kaydetmiş olmuyoruz.
Bu sonuç özellikle
pozitivist ve materyalistlerin havariliğini yaptığı bilimin ilerlemekte
olduğu inancını temelinden sarsması bakımından çok önemlidir. Devrim kavramına
teşne olan materyalistlerin, Kuhn’da geçen bilimsel devrim kavramına
katılmaları da mümkün değildir. Çünkü «Kuhn’un
devrimlerle yıkılıp yenilerinin oluşturulduğunu söylediği paradigmalar, en
geniş anlamıyla bilgi ortamını yaratan amaçların, çıkarların örgütlendiği
sistematik bir yapıdır.» (Bkz. Nilüfer Kuyaş, Kuhn’un «Bilimsel
Devrimlerin Yapısı» çevirisine yazdığı önsöz. Alan Yay. 982, İst.)
Ben şahsen indeterminizm öğretisinin doğru, determinizmin ise bütünüyle
temelsiz olduğuna inanıyorum. (...)
Karşı görüşü desteklemek için «bilim her şeyi bilir» önyargısı ya da
yarı-dinsel önyargılar dışında pek dayanak yok. Sözü edilen bilim ilke olarak
İlâhî mutlak bilim olsa: neyse. (...)
Bilimselliğin yegâne başarısı diye sözü edilen öndeyi (prediction tahmin/önceden haber vermek, kehanet) dir ki, beni ilgilendiren ve bir türlü tatmin olamadığım konu bu dur. (...) Bilimsel teorilerimizi ben, evreni
yakalamak için örülmüş ağlar olarak görüyorum. (...) Teorilerimiz kendi ürettiğimiz şeylerdir; bizse
yanılabiliriz ve yanılgılarımız teorilerimize yansır. O halde teorilerimizin
genel özelliklerinden —onların basit oluşlarından ya da evrenin gerçek
özelliklerine karşılık bizatihi deterministik oluşlarından şüphe edeceğiz. (...) Bildiğimiz üzere evren olağanüstü
biçimde karmaşık (mürekkeb = complex) tır. Bir takım teorilerin basitliği —ki
onları biz yaptık—, o veya bu anlamda yapısal özellikler arzetse de evrenin
asıl itibariyle basit olmasını gerektirmez. (...)
Bu anlamda bilim sistemli bir basitleştirme sanatı olarak tanımlanabilir
—yani gözetilen yarar uğruna bazı şeyleri gözardı edeceğimiz tefrik etme
sanatı. (...) Teorilerimizin
tümelliği (universality: külli olma) benzer problemler çıkarmıştır ortaya.
Peki tümel olan teoriler evrenin tümel özelliklerini, nizamını betimleyebilir
mi? (...) Geçtiğimiz iki asır boyunca
Newton teorisine evrenin doğru teorisi gözüyle bakıldı. İki asır önce birçok
fizikçiye geldiği gibi bize de tatminkâr gelen bir teori bulduk diyelim; yine
emin olamayacağız ondan. Hâttâ bir gün gelecek böylesi teorilere yapılacak
ciddî itirazlara da rastlanmayacak.
Karl. R. POPPER, Our Theories As Nets. New Scientist,
June 981.
Popper’in bilimsel teoriler hakkındaki bu yakınıcı ifadeleri aslında —bize bir teorinin tanımını yapmıyor, onun nasıl
teşkil edildiği yolunda bir bilgi vermiyor bir üst dil kullanıyor teoriler
hakkında yani onları eleştiriyor. Bir bilimsel teorinin imkân ya da
imkânsızlarından sözederken kullandığı kip, onlar hakkında önyargılarla düşünmemizi
önlemeye çalışıyormuş gibi bir hava içinde. Bizi metnin esprisi kadar metin
içinde geçen belirleyici kavramlar da ilgilendiriyor. Basitlik, karmaşıklık, öndeyi/tahmin/önceden haber vermek, kehanet , tümellik,
determinizm gibi kavramlar bunlar. Bilimsel teorilerin doğası
üstüne yazılacak en küçük bir risalede bile yer alması gerekli olan bu
kavramlar içinde en önemlisi basitliktir ki, pozitif bilimde bir ilke haline
gelmiştir neredeyse.
Basitlik, bilimsel
anlatımda bir ekonomi ilkesidir. Modern bilimde analitik bir gereç olarak kullanılan mantıksal
sistemlerin daha kolay sınanabilmesi için böyle bir ilke kabul edilmiştir. "Einstein bunu «Optimal Metodolojik
Basitlik» deyimiyle ifade
etmiştir. Yani bir teori ya da aksiyomatik sistem «mümkün en az sayıda
varsayım» içermelidir.
Bu ilkenin bilimsel
anlatımın ön-şartı olduğunu ilk kez ortaya atan Kopernik'tir. Kendisi Batlamyus
sistemine karşı yeni bir sistem ortaya attığında Batlamyus sisteminde yer alan
oldukça grift ve karmaşık anlatım biçimlerine karşılık kendi sisteminin oldukça
basit olmasını lehte bir puan olarak kaydetmiştir. Newton ise ünlü Principia’sın da açıkça «Doğanın basitlikten hoşlandığını» öne sürmüştür. Henri Poincarè’ye göre basitlik ilkesi bilimin ilerleyebilmesi hâttâ
mümkün olabilmesi için temel şarttır. Kaldı ki kendisi evrenin basit olmak
zorunda olduğunu, biliminse evrenin bu basitliğine bir ayna olduğunu ileri
sürmüştü. Einstein’ ın da evrenin basit yapıda olduğu yolunda bir inancı vardı.
Popper yanlışlanabilirlik ilkesini ortaya attığında basit bilimsel anlatımların
karmaşık olanlara nisbetle çok daha kolay sınanabildiğim yani
yanlışlanabildiğini ileri sürmüştü. Fakat bu ilke bilimsel teoriler için teknik
bir ihtiyaca karşılıktır. Yoksa konunun başında alıntıladığımız düşüncelerine
bakılırsa teorilerde basitlik ilkesi, teorinin temsil ettiği evrenin de basit
olduğunu tazammun etmez. (Bu konuda bkz. Şafak Ural, Pozitif Bilimle Basitlik
İlkesinin Belirlenmesi Yolunda Bir Deneme (Dokt. Tz.) İ.Ü. Sd. Fak. Yay: 981,
İst.)
Bilimsel teorilerde
basitlik ilkesi meselesinin ortaya çıkardığı temel problem budur.
Teorilerin basit
oluşu evrenin de basit olduğunu neye gerektirsin?
Popper’in serahatle
vurguladığı gibi teorileri biz ürettik. Onlar bizim muhayyilemizin
uzanabileceği yerlerle sınırlıdır. Biz onu açıklamak için belli dil biçimlerine
başvururuz. Mantığın formlarına, matematiğin sayılarına, günlük dilin
kalıplarına bağımlıyız. Sözgelimi «Tüm
köpekler kuyrukludur» önermesini ileri sürüyoruz ve böylesi
tümelleştirilmiş bir özne yüklem çatısını doğadaki asıl gerçeğin yapısı yerine
ikame ediyoruz. Ya da İngilizce oluyor bu önerme ve bu dilin yapısını gene
gerçeğin yapısal özelliğiymiş gibi kabul ediyoruz. Matematiksel anlatım
biçimlerine başvuruyoruz ve bu, evrenin matematiksel bir yapı arzettiği yolunda
bir indirgemeyi beraberinde getiriyor. Üstelik kullandığımız tüm dilsel
biçimler ilke olarak aşın basitleştirilmeye çalışılıyor. Bunun pragmatik bir
değeri vardır mutlaka. «Kısa ve özlü» ifade biçimlerinin yalnızca bilimde
değil, insanoğlunun tüm uğraşlarında yararlar sağladığı kesin. Ama bu
biçimleri evrene dikte etmeye çalışmak ya da ulaştığımız basitliğin bizatihi
evrenin doğasında varolduğunu söylemek biraz metafizik (!) bir ifade olmuyor
mu?
Gözlem ve deneyler
ilerledikçe teorilerin yıpranıp yerlerini başkalarına bırakmaları, evrenin
giderek sanıldığından daha karmaşık bir yapı arzetmesi yüzünden değil mi?
Karmaşık yapılan
basit biçimlere indirgemek ve evrenin de sırf bu yüzden basit bir yapı
arzettiğini ileri sürmek evrene aldırmamak olur.
Bu konuda bir örnek
verecek olursak; Kinetik Gazlar Teorisine göre bir gazın basıncı hızlı spiral
hareketleri olan sayısız moleküllerin çarpışmasından meydana gelmektedir. Bu
moleküller mekânda her yöne doğru yer değiştirmektedirler. Etkilerin çokluğu,
kanunu bazan o kadar karmaşıklaştırır ki, onları artık matematik formüllerle
ifadeye imkân kalmaz. Boyle Moriotte kanununda gazların hareketi gösterilebilir de o
harekete sebep olan karmaşık ve karşılıklı etkileşimlere sahip moleküllerin
hareketi gösterilemez. Fizik olayların kendini kolayca ele veren dış yönü
deterministik ve basit bir görünüm arzederler genellikle. Bu yüzden de basit
kanunlarla ifade edilebilirler. Ama örneğimizde olduğu gibi fizik sferden
fizik-o-şimik sfere geçildiğinde karmaşıklık artar ve kanunu basitleştirilmiş
ifade biçimlerine indirgemek güçleşir. Bir de bio-şimik sfere geçildiğini
düşünün!
Demek ki bilimsel
teorlierde başvurulan basitleştirme yöntemleri evrenin artık göze batarcasına
kendini hissettiren karmaşıklığını göz ardı etmeyi, teori ya da yasalarda
ifade edilemeyen olaylara aldırmamayı, evreni hep deterministik bakış açısından
görmeyi beraberinde getirmektedir. Bu da bir dünya görüşü değil midir?
Bilimsel teorilerin
doğasında varolan bir diğer nitelik yine Popper’in deyimiyle onların Prima Facie Deterministic, yani peşinen
ve bizatihi deterministik bir karaktere sahip oluşlarıdır. Bu niteliğin nedensellik
(causality) ilkesiyle yakın bağı vardır. Bu ilke evrende her olgunun kendisinden
önce veya kendisiyle birlikte yer alan bir nedeni olduğu iddiasından ibarettir.
Bu ilke amiyane bakış açısıyla «tabiî
ki, herşeyin bir nedeni vardır» biçimindeki bir hükümle kolayca
evetlenebilir. Ama «Bu nedenler nelerdir?» diye sorulduğunda işler
karışmaktadır. Klâsik fizik teorileri bu tür bir soruya kolayca ve doğru
cevaplar bulduğu inanandaydı. Bu hem determinizme olan inancın verdiği bir
rahatlıktan, hem de evrenin kendilerine hep basit yüzünü göstermesinden
ötürü böyleydi. Şu, şu olgular gözlenmişti ve şu, şu olgular arasında bir ilişki
vardı. X olgusu, Y olgusuna neden oluyordu. Bu kadar basitti işte. Ama araştırmalar ilerleyip de evren bize makro ve
mikro plânda ne kadar karmaşık (complex) bir yapıda olduğunu gösterince,
olgular arasındaki neden-sonuç ilişkisinin bu kadar kolay belirlenemiyeceği
ortaya çıktı. Determinist telakkinin yerini indeterminist telakkinin
alması, bilimde kesinliğin yerine olasılığın geçmesi, artık nedensellik
ilkesini bir üknûm olmaktan çıkarmıştır. Batı bilimiyle Doğu hikmetini ilkeleri
açısından karşılaştıran bir Doğulu yazar, R.G.H.Siu, kitabında bu konuya şöyle değinmektedir: «Nedensellik
kavramıyla, bilimdeki olasılık kavramının uzlaştırılması için girişimler yapılmakta,
iddia, ihtilafların bizim zorunlu derecede rafine ölçümler yapmadaki yetersizliğimizden
kaynaklandığını ileri sürecek aşamaya geldi. Güya bu yüzden olasılık dediğimiz
şey yalnızca muvakkat bir bilemeyişin ortaya çıkardığı bir muğlaklığı ifade
ediyormuş. Ancak (bir pozitivizm karşıtı olan) Bridgeman asıl meselenin gözlem
ve ölçümlerimizin sözkonusu konuma müdahalesinden doğmadığını, aksine önceden
kestirilemez ve hesaplanamaz nitelikte bir toplamdan kaynaklandığını ileri
sürdü. Bu kestirilemezlik bizatihi doğanın kendisine aittir; bizim kesin
ölçümler yapmadaki yetersizliğimize değil. Modern istatistik teorisi yanlışın
farklı kaynaklarını birbirinden ayırmaya başladı. Meselâ atom fiziğinde kontrol
edilemez yanlışlar, teknik yetersizliğe ait yanlışlardan ayrılmaktadır. Heisenberg’in
Belirsizlik ilkesi bilimsel ölçümlerdeki olasılık kanısını
güçlendirmiştir. Bilim giderek artan bir şeklide evrendeki olaylarda varolan
karşılıklı münasebetlerin farkına varmaktadır. Artık bilim, birbirinden ayrı
ve ayrıştırılabilir cisimlerin varlığından kuşku duyuyor. Olaylar artık bir bütünün
birbirinden ayrıştırılamaz nitelikleri olarak mütalaa ediliyor. Dolayısıyla
nedensellik, sayısız unsurun meydana, getirdiği bütüne ait tek bir görünüş
üzerinde duran, belirli şartlara haiz bir sistem olarak görülebilir ancak. Bu
bakış açısıyla da neden dediğimiz şey tek bir faktör içerdiğinde anlamsızlaşmaktadır.
Suya sodyum ilâve ettiğinizde açığa hidrojen
çıkmasının nedeni sodyum mudur?
Yoksa su mu?
Yoksa her ikisi mi?
Zaman olmaksızın gaz nasıl açığa çıkar?
Yahut Mekân?
Çevirirsek, madde olmadan zaman açığa çıkabilir mi?
Uzam olmadan mekân yayılabilir mi?»
(R. G. H. Siu, The Tao of Science, s, 3031. Massachusettes
institute of Technology)
Determinist
telakki, nedensellik ilkesinin tartışmasız kabulü ve evrenin basit bir yapıda
olduğunun varsayılması, peşinden bizatihi bilimsel teorilerin öndeyi (prediction/ önceden haber vermek, kehanet) gücüne, yani mevcut
olguların gözleminden kalkarak gelecekteki olguları önceden kestirme
yeteneğine sahip olduğu fikrini getirdi. Bir teoriye söz konusu yeteneği
bağışlayan yine o teorinin kendisidir. Yani gözlem ve deneyleri matematiksel
ilkelere bağlayarak temellendirmek ve mevcut gözlemlerden kalkarak gelecekteki
olguları ya da gözlemlenmiş olguları matematiksel çıkarımlarla önceden
kestirmek. Meselâ Newton mekaniğinin öndemelerine/tahminlerine dayanarak
Plüton gezegeninin keşfedilmesi, öndeyisel/tahmini güce ait telakkileri daima
destekler göründü. Sonra bu telakkiler inanca dönüştü. Modern atom fiziği ve
modern astronomi araştırmalarının getirdiği yeni kavramsal sistem artık bu
türden yakıştırmalara pek iltifat etmiyor. Fakat onun da kendine yeni bir
inanç sistemi kurmayacağını kimse garanti edemez.
Hava tahmin
raporları, bilimde öndeyi/tahmin/önceden haber vermek, kehanet dediğimiz özelliğin
bir örneği sayılabilir. Ya da ay ve güneş tutulmalarına ait hesaplamalar
bilimdeki öndeyisel başarının daha net bir örneği. Ama evrendeki karmaşıklığın
derecesine bakarak, önceden kestirilen bu olayların çok basit olgular olduğunu söylemeliyiz.
Öndeyi/tahmin denen yetenek matematiksel çıkarımların bir hüneridir. Fakat bu
çıkarımların da bir olasılığın ifadesi olduğunu ilke olarak kabul etmek
gerekir. Tıpkı istatistik olasılığın niteliği gibi.
Hiç beklenmedik bir
olgu gözlemlenebilir ve o zamana dek geliştirilmiş bütün öndeyiler suya
düşebilir. İnsan indeterminist ve antipozitivist olunca bilimin
öndeyisel/tahmini gücüne doğrusu fazla iman edemiyor. Doğulu yazar Siu’dan
alıntıladığımız «Bu kestirilemezlik
(unpredictability) bizatihi doğanın kendisine aittir» düşüncesi,
farkedilirse bir pozivitizm karşıtına aittir. Popper’in ön deyiden duyduğu
kuşkuyu da onun bir indeterminist oluşuna bağlamak; gerek. Böyle olduğu
içindir ki, bilimsel teorilerin basitliği, tümelliği ve deterministik niteliği
üstüne endişeler beyan etmekte ve bu kavramların hepsini tek bir bağlamda ele
alıp toptan eleştirmektedir. Çünkü hepsinin birbiriyle mantıksal bağı vardır.
Yani hem indeterminist olup hem de öndeyisel güçten kuşku duymamanız mantıksal
bir çelişki olur. Yahut hem evrenin olağanüstü biçimde karmaşık bir yapı
arzettiğini ileri sürüp hem de basit yapıdaki teorilerin tümelliği konusunda
kuşku duymamazlık edemezsiniz. Bölümün başına Popper’dan böyle bir metin
seçerek koymamızın nedeni bu zihniyet bütünlüğünü yeterince özetliyor
olmasıydı.
Kaynak: İlhan KUTLUER, «Bilimsellik» Üzerine, Zafer Matbaası,
1984, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar