Print Friendly and PDF

BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE NAZIM HİKMET


İnsanlar kendileriyle yüzleşebildikleri kadar büyürler.
Bu kitap, kişileri ve olayları ne övmek ve ne de yermek için yazılmıştır. Ancak kendince ve görebildiğince bazı gerçekleri olduğu gibi yansıtmaya uğraşır, Eğer onlar, hakikati aramayı arzulayan okuyucusunda bir şeyler uyandırmaya yarayabilirse: Ödevini yapmış demektir. Yeterli sayılır. Özellikle, kitabın hazırlanıp yayınlanmasında dileği, emeği veya yardımlarıyla katkılarını esirgemeyen insan kardeşlerine şükranlar sunulur.
Yıl 1922 nin yaz aylarıdır...
Biri şair, biri yazar, biri de öğretmen üç arkadaş vardır Moskovada.. Şair, devrimin dışında yalnız deniz dalgaları, rüzgâr coşmalarıyla ilgilidir., onun için parti, program, fabrika, yol inşâ ve üretim sorunları ön planda gelmeyen konulardı., sözde üniversitede beraber okurlar., ama hiç bir zaman doktrine eğilmemiş, onu kavramamış ve öğrenmemiştir.. hatta onların çevresindeki teori ve pratiğede yabancı kalmıştı bile. Kendine çalışmasını öneren arkadaşlarına, «siz okuyun, bana anlatırsınız» karşılığını verirdi.
Fakat sadece işin heyecan ve duygu yönünde, şiir aracılığıyla sanatını konuşturuyordu., o kadar...
Nitekim yeni evli Şevket Süreyya Aydemir’in genç hanımını, Volgaya atarak boğma girişimi, bu duygusallığın bir kanıtıdır. Elbette bu girişimin akıl ve mantıkla ilişiği olamaz:
Kendilerine. «6 Ağustos 1921 Hücresi» adını verenler, başlarını davalarına adayan o denli heyecanlı gençlerdi. Duygusal sosyalizmin romantik tutkusu, her an coşkulu şâiri sarıyordu... Davaya engel olacak her ayakbağı kırılıp atılmalıydı... Hücrenin üç üyesi bir gece karar verir.. «İdeolojiye zarar verecek her engel yokedilecektir, bu her ne ve kim olursa olsun»...
Hücre kararına dayanarak Nâzım Hikmet, ertesi günü Şevket Süreyya’nın onbeş yaşındaki eşi Leman hanımı Volgaya atarak boğmayı tasarlar. Genç gelini bir akşam gezinti bahanesiyle Volga kıyısına götürür... o sırada nasılsa eve dönen Aydemir, eşini bulamaz. Doğru Volga kıyısına koşar.. böylece Aydemir eşini Nâzım’ın elinden ve boğulmaktan kurtarır.
Nâzım’ın son kez hapisaneden çıktığı 1950 lerde, Aydemir kendisini Ankara’daki evinde konuk tutar. Yıllar sonra o genç kadının, «mükemmel bir ev hanımı» yetiştiğini gören Nâzım, o eski olayı tasarladığından dolayı pişmanlığını açıklar.
Aydemir’in sağlığında yazdığı ve anlattıklarına göre ; Nazım Hikmet hiç bir zaman gerçek bir komünist olmadı.. hatta parti üyeleri arasında da yoktur. Vasiyetinde aynen yazıldığı gibi «Anadolunun ıssız bir koy mezarlığına» bile hasret gitti...» derdi...
Sh: 88-89
O sıralar İttihad ve Terakki’nin kurucu ve yöneticilerinden Doktor Nâzım, Moskova’da Savoy otelinde kalıyordu. Dr. Nâzım’ın Enver paşa hakkındaki başıboş anılarının yazılmasını, üç Türk üniversitelisi kararlaştırırlar önce Nâzım Hikmet sekreter olursa da şairin, geçmiş olayları Doktor adaşıyla, sürekli tartışmasından anılar bir türlü yazılamaz. Çâresiz Şâirin yerini Aydemir alır. O zaman Moskova’da Vedat Nedim -Tör- ve İsmail Hüsrev -Tökin- de bulunmaktadır. Ne gariptir ki o günden bu yana yurt dışına öğretime gidenlerin pek azı eser verdiği halde, Rusya’da okumuş bu beş kişinin hepsi de verimi kalıcı ve faydalı eserler bırakmışlardır. Sebebi incelenmeye değmez mi?
Nâzım, Hikmet, Moskova’da parasızlık ve yokluk içindedir. Zaten o, şairdir, hesap kitap bilmez... ortak geçim ve gider hesaplarını hep VÂ-NÛ’nun tuttuğunu VÂLÂ kendi kitabında yazar... Nâzım yine de kısıtlı parasını yetiremez... İstanbul’daki Annesi Celile hanımdan para ister... Anne yüreği bu, İstanbul’dan özel ulakla para gönderir... bu paralar, ancak Ankara hükümetinin Moskova elçiliği kanalıyla oraya ulaşır... Elçiliğin güvenli görevlisi kâtip Vedit Uzgören tarafından kendisine verilir. Sonraları uzun yıllar Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü, Elçilik ve milletvekilliği yapan merhum dostun anlattığına göre :
«Annesi Nâzım’a yine böyle bir özel para göndermişti. Nâzım, soğuk kesici, ayazlı -bir Moskova sabahı Elçiliğe geldi. Oranın dehşetli kışında, sırtında yalnız eski, püskü yırtık bir pardesü vardı. Soğuktan titriyordu, kendisine para emanetini verirken :—Bu kar, kışta sefalet çekmektense memlekete dönmen uygun olur, dedim. Nâzımın cevabı :
—       Mühim değil, içimin ateşi dışımı ısıtıyor, oldu.»
Sh:93-94
Ansızın ortalığa bir haber yayılır; Ankara’dan gelen acele bir emirle «Aydınlık» basılmış, aranmış ve kapatılmıştı. Topluca tutuklama var... bunun adına meşhur «1924 Komünist Tevfikatı» derler. Derginin sahipleri Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celâl ile şair Nâzım Hikmet ve bazı yazarlar önceden haber alarak apar topar yurt dışına kaçarlar.
Bu tutuklama haberi baskından önce Aydemir’e de fısıldanmıştı... hatta anlattığına göre : o geceyarısı ışıkları sönük bir Rus şilebi yavaş yavaş Boğazdan geçecek, kıyıdan bir sandalla şilebe yanaşacak olan kaçak bir yolcuyu alacaktı... Şevket, gerçekten o saatte kıyıya gelir, sandal da hazırdır. Koyu karanlıkta hafif ışıklarla kaypakça kıpırdayan boğazın karanlık sularına bakar bakar, düşünür... Kesin karar ânıdır... Şilep görünür: Gitmek mi, kalmak mı’ Kalsa tevkif, hapisane belki ip... gitse hiç sonu bilinmez bir başka serüvene daha atılacak, belki fırınlanacaktı... dakikalar ilerler... gemi beklenen yolcusunu almadan önünden süzülür geçer... sırtından aşağı bir ter boşanır. İç tartışma sonunda kararı belli olmuştur : «Ne de olsa oralarda yine bir sığıntı olacak... burası ise özyurdudur; ataları, çoluk, çocuğu kendi vatamndadır... hapisane de, ölüm de olsa kendi yurdunda kalacaktır.» Rahatlar... ve öylece evine döner...
Yurda kesin dönüşten sonra sosyalist Şevket, Boğaz- içinin tenha bir kıyısında, bakımsız bir bahçe evinde çocuklarıyla oturmaktadır. Günlük Siyasal eylemleri yüzünden ailesini de derin kaygılar içinde yaşatır. O sıra güvenlik görevlilerince «Aydınlık» cılların hepsi de izlenir ve gözetlenirler. Biliyordur ki o gece de kendi evi sarılıp basılacaktır. Kesin kararı; kanuna teslim olmaktır... karanlıklar içinde sessiz duran evine yaklaşınca, pusudaki polisler yerlerinden çıkarlar. Onlara kendi isteğiyle teslim olduğunu, ve gereken işlemin yapılmasını sakin ve ağırbaşlı haliyle bildirir.
Sonu kestirilemez bir yola daha çıkıyordu şimdi? özgür değil bir tutukdur artık...
Sh:118-119
Şimdi yine ilginç ve pek duyulmamış bir olaya parmak basalım : Tutuklular arasında günümüzün tanınmış ve sevilmiş bir bilim adamı olan Prof. Dr, Rasim Adasal da var demiştik. Rasim, o zaman askerî tıbbiyenin hızlı bir öğrencisiydi. Şevket Süreyya’nın sağlığında bize gizli kalmasını söylediği sözlerini, sayın Rasim Adasal hocayla karşılaştırmak istedik. Konuyu aşağıdaki şekilde kısa bir röportajla açıklamayı uygun gördük.
—        Hocam, «Suyu Arayan Adam» da Şevket Süreyya, 1924’ün başlarında yapılan ilk tutuklamanın tümüyle kimleri içine aldığını açıklamıyor. Oysa 1927 nin ön aylarındaki ikinci tutuklamada ise, «arkadaşlarımı ele veremezdim» gibi bir belirsizlik anlatısı kullanıyor. Sağlığında bunları kendisine sorduğum zaman gülerek, «Rasim Adasal, Bursalı Dr. Süleyman Neşati benim üçlü gurup arkadaşımdılar... şimdilik sende kalsın», dedi.
Prof. Rasim Adasal, 22-5-1976 günü muayenehanesinde, bugün ve yarınki kuşaklara örnek olmak üzere gerçeği şöyle açıkladı :
—        «Ben 1925 de askerî tıbbiyeden mezun oldum. Bir yıllık stajımı Gülhanede yaptım. Ayrıca Üniversitede kalarak asistan olmak istiyordum. Ardından kıt’a hizmetimi Isparta’daki 50. Piyade Alayında tamamladım. Bu sürelerde ikinci tutuklama içinde olamam.
Ancak askerî tıbbiye öğrencisi iken Türk ocaklarında çalışırdım. İki defa Nâzım. Hikmetin şiir toplantılarına gittim.. Aydınlık dergisi vesilesyile Şevket Süreyya ile tanıştım. Galiba Aydınlık’da bir de yazım çıktı. Biz o zaman Faşizme karşı, Türkiye’ye yardım eden Lenin’i sözde tutuyorduk, Sosyal adaletçi ve insaniyetçi sloganları var diye... yine o sıralarda üniversitede iki solcu kanat bulunuyordu. Biri tıbbiyeliler kanadı, öteki Darülfünün’un diğer kollarındandı. Tıbbiyeliler yanında Sadrettin Celâl, Süleyman Neşeti, Hikmet Kıvılcım, Hasan Ali Ediz ile bazıları vardı. Bizler «Aydınlık» çılar ve şair Nâzım Hikmet’e hissen eğilim duyan, ilgi gösteren bir takım genç sempatizanlardık. 1924 deki ilk büyük tutuklamayla, bizleri! Yaniya Niza- mettin Nazif, Sefahattin Batu, Süleyman Neşati ve Şevket Süreyya ve ötekiler olarak Ankara İstiklâl Mahkemesine şevkettiler. Orada 25 gün kaldık. Bir gün yoldan arabasıyla Gazi Mustafa Kemal geçiyordu. Askerî tıbbiyenin dahili elbisesi ve kalpakla pencereden kendisine selam durdum.
Paşa beni gördü. Yaveriyle çağırttı ve suçumuzu sordu «Mahkemenin henüz başlamadığından» şikâyet ettim. Bizi hemen ertesi gün duruşmaya aldılar. Zaten İstanbulda Hamdullah Suphi ve Halide Edip Türk Ocaklarında geçmiş hizmetimi ve iyi referanslarını mektupla kendiliklerinde mahkemeye göndermişler. Beraet ettik. Bize yirmişer lira yolluk vererek İstanbul Tıbbiyesine geri yolladılar. Onlar arasından işte böylece tanıdığım Şevket Süreyya ile yaşamı boyunca hep dost kaldık. Yine bu tutuklular arasında eski Mevki Hst. Baş Hekimi Tabip General Şükrü Andaş Dr. General Fahrettin Yaka!, Prof. Selahattin Batu, Dr Mes’ut Savcı ve soyadlarını hatırlayamadığım iki-üç doktor da tıp öğrencisi olarak bulunuyordu.
Bugünün gençlerine örnek ve öğüt olmak üzere bir kaç söz söylemek isterim. Gençlik her devirde iç hormonlarının etkisiyle erginlik çağında aşırılıklara eğilim gösterir... aktiftir, ataktır... bu dönem çeşitli önlemlerle gelenmezse olayları kişisel ve toplumsal saldırılara kadar vardırabilirler. Ancak bilsinler kî zamanla bu aşırılıklar, akıl yolu ve iyi bir eğitimle durulur. Sonra da doğru yolu bulabilirler. Nitekim ben, Şevket Süreyya, İsmail Hüsrev Tök' ün, V. Nedim Tör ve yukardakilerin bazısı doğru yolu bulanlardanız. Fakat Dr. Hikmet Kıvılcım ve öteki kimileri de daha ziyade ideolojilerinin saplantılı aşırılığı yüzünden dengeli bir yaşamdan yoksun kaldılar... maceradan maceraya atıldılar. Fakat bu da belki onlar için bir mutluluk amacı idi. Halbuki yolun sonucuna bakarak gençlerimizin bundan ibret dersi alması ve kıssadan hisse çıkarması mümkündür.»
Sayın hocaya şükranlarımızı arz ederek ayrıldık.
Sh:120-122
Yargılamaların başlayabilmesi için dernek aradan 25 gün kadar bir süre geçiyor... gurubun tutukluları ayrı ayrı odalara yatırılır. Şevket Süreyya da beş kişilik bir odaya düşer. Bu beş kişinin her biri de bambaşka birer âlemin adamıdırlar. Birisi bir il mahkemesinin hakimiymiş... suçu, bir tarikata bağlı olmak... bütün ruhuyla tarikatına, şeyhine, inancına tutkun bir kişi... her işin sonunu «O» na bırakan bir teslimiyet içindedir. Hakim Sükûtî de her ehli tarikatta olduğu gibi içi ve dışıyla birlikte söyleşir :
—        «Görelim Mevlâ neyler? Neylerse güzel eyler.» sözlerini yineler durur... yürekten dualarını okur... öylece dalar, gider.
İlk duruşmasından önce şeyhini düşünde görür, Şeyhi ona :
—        «Kalbini ferah tut. Ümit edilir ki Allah, zorluğu kolaylığa çevirir.» diyormuş.
Mahkemeye bu inanclı yürek rahatlığı içinde girer. Hükmünü de Össaat Başkanın gözlerinde okur... ve tıpatıp aynıdır.
ikinci oda arkadaşı bir din bilginidir. Sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Ahmet Hamdi Akseki... O şeyhe değil, Tanrıya yönelmişti. Yine o bilgin’e göre, «Din, bir hayat ve toplum kaidesidir. İslâm dini, iyi ahlâk düzeyine çıkmaktan ibarettir.» ve ekler : «Sen, Şevket bey, bu noktaya müspet ilim yolundan varmışsın» der. Hoca efendinin güleç, temiz yüzü ve cana yakınlığı oda halkının içini ferahlatır. Fakat günün belli bir saatinde pencerenin karşı sırtlarında beliren çarşaflı bir kadınla etrafındaki çocukları görünce, ılık gözyaşları ip gibi yanaklarından dökülür. Karşıda her günkü buluşma yerinde belirenler hocanın eşi ve yavrularıdır.
Odanın üçüncü konuğu eski bir subay... önemli kişilerrin yaverliklerinde bulunmuş... Darendeli İsmet Bey, kendi durumunun ağırlığını bilir... belki son günlerini yaşıyordu., metin ve ciddidir... hep çevresine kırılmaz umut ve teselli dağıtır... ama bir gece sabaha karşı, oda kapısı gürültüyle açılarak onu uykusundan uyandırırlar. Gelenler İsmet beyi alır götürür. Hoca ile hakim hemen abdest tazeliyerek, Tanrı huzuruna ulaşan bu arkadaşın ruhuna iki rekât namazla tekbir iletirler
Dördüncü kişi, Duyunu-Umumiye’ci olup yabancılarla çalışmış bir 'işbirlikçi... hep dışarda yaşamış hasta ruhlu, zübbe eski bir Hariciyeci... yani yalnız rahatına düşkün, tatlısu frengi yangınlarından birisi...
Bu mahkemeye ”Üç Aliler” mahkemesi de denmiştir... Başkan «Kel Ali» adıyla tanımmış Ali Çetinkaya, Savcı Necip Ali Küçüka ve başka bir Ali üyeden oluşmuştu... Duruşma önceleri sakin geçer. Şevket Süreyya sorgulan arasında bir sayı yani 1923 milâdî tarihini ve «İnkilâp» kelimelerini kullanınca Başkanın açık kafatası birden atarı kızarır :
—        «İnkilâp bitti. Bu memleket inkılâbını bitirdi. Başka yapacak devrimi yok» der... ve sertçe azarlar. Salondakiler sanık hesabına derin, koyu bir karamsarlığa bürünür.
Başkanın kızgınlığı bir türlü geçmez. Saçsız başı, kendi değimiyle «horoz ibiği» gibi kıpkırmızıdır. Genç sanık Aydemir, inandıklarını içten bir dille, olduğunca anlatır... sözü biraz da âdeti üzere uzatır. Mahkeme kürsüsünün arkasındaki duvarda inkılâpların asıl sahibinin, Gazi’nin büyük boy bir portresi asılıdır. Onun gözlerine bakarak inançla, güvençle konuşur... içini tevil s iz döker ortaya, olduğu gibi...
Günümüzden beş yıl kadar önceydi, baharın badem çiçekleri arasında Ürgüp’ün «Peri bacalarını» beraber geziyorduk... İstiklâl mahkemesindeki savunmanın tamamını, yani kitabında yazmadığı bölümlerini sordum... dedi ki :
—        «O yaştaki bir delikanlının ve inançlı, cesur bir gencin duyup düşündüklerini aynen söyledim... ve ben de bu memlekete hizmet için çarpıştım, uğraştım ve hala daha çalışıyorum... inandığım yol ve prensipler bunlardır işte... eğer bunlar için kafam isitenirse, yani kafamı, kafamın içindekiler için vermekten asla çekinmem... ölümden korkmuyorum, diye haykırdım. Elbette o zaman kanımız deliydi, gençtik... o yaş hiç bir şeyin sonunu düşünmez, ölçmez... fakat arkadaki Gazi, beni yüreklendirmek için sanki gülümsüyor gibiydi, dinliyenlerin kaçamak gözleri bana acıyormuşçasına baksa da...»
*•
Mahkeme heyeti, kısa bir aradan sonra tekrar kürsüdeki yerlerini aldı. Beklenenin tersine bu kez Başkan’ın yüzü ve rengi sakindi. Başkan hükmü, yavaş iyiliksever ve yumuşak bir ifadeyle bildirdi : On bir kişi mahkûm olmuştu... Şevket Süreyya On yıl hapis yatacaktı.
Burada Aydemir’in yaşantı çizgisine bir el koyarak ilerde kendisine amansız saldırılarda bulunacak yoldaşı Nâzım Hikmet’e dönelim : Yani o sırada biri yurt dışına kaçmış, ötekiye onyıllık bir dam yolundadır... Şimdi Şevket’in Nâzım hakkındaki düşüncelerini aktaralım :
—        «Nâzım, bir şiir ve heyecan adamıydı. Moskovada biz okurduk. O sade şiir yazardı. Komünizmin teori ve sistemlerini bilmezdi... Tıpkı bu gün beni beğenmeyen, fakat solcu geçinen bir takım yazarlar gibi... Zaten rakamlar, teoriler onu sıkardı. O yalnız işin dışyüzünü, toplumcu kalabalıkların heyecanını dile getirirdi. Okulun sahnesinde temsiller onun eliyle düzenlenir, ritmik topluluklar onun parmağıyla coşturulurdu. Damarlarında çeşitli ırkların kanını taşır, yüzünde onların renk ve çizgilerini sergilerdi. Yakışıklıydı, duygusaldı, kadınlara düşkündü. Yazık! vatan- cüdâ, yurttan uzak gurbetlerde öldü, hep yurdunun içten özlemini duyarak... kader neylersin.?»
«Yine VÂNÛ dostumun hasta yatağında son yazdığı «Bu Dünyadan bir Nâzım Geçti» adlı kitabının düzeltmelerini ben yaptım. Kiımi yerlerinde benim uslûbum belirgindir. Fakat o gemlenmez derecede canlı, aşkın, taşkın ve heyecan doluydu. Son kez, 1950 den sonradır ki görüştük... Hapisten çıktığı zaman Nâzımı Ankaradaki evimde konuk ettim. Kendini, Türkiyede kalması için bir türlü iknâ edemedim. Hapiste kuruntulu ve evhamlı olmuştu... bir gizli, görülmez tehlike bekler gibiydi... ama o adam şu satırları da yazdı :
«Akın var
Güneşe akın!
Güneşi zabtedeceğiz,
Güneşin zabtı yakın!»
*
Yine Nâzım’la ilgili başka bir anî bekliyor kapıda... İdeolojinin romantik coşkunluğuna kapılan Nâzım, İkinci Dünya Savaşında Bursa Hapishanesindedir. Zamanın Bursa Savcısı Hasan Kemal Akçiçek görevi gereği kendisini cezaevinde görmek ister... Müdür odasına biraz da gecikerek gelen Nâzım, cezaevinde dokuma (tezgâhları işletmektedir. Sırtında bol, partal, eski bir paltoyla içeri girer :
Savcı — «Nâzım bey, siz artık bir burjuva patronu olmuşsunuz... size nasıl komünist diyebiliyorlar?» diye yarı şaka yollu takılmış.
Nâzım — «Beyim, benim sırtıma komünistliği, şu eski palto gibi geçiriverdiler... cübbeyi sürükleyip gidiyoruz işte.» biçiminde cevap vermiştir. Savcı sağdır.
O günlerde Ankara cezaevinin koridorlarından, Kastamonu dağlarının eşkiyası Eğri Ahmet çetesi ve kızanlarından, Osmanlı Maliye Nazırı Cavit beye kadar türlü ad ve kıratta insanlar geçer. Vâdeleri gelenler, sabahın alacakaranlık saatlerinde son yolculuklarına çıkarlar. Hiç bir inkilâp kansız olamamıştır. O zamanlar toplum yapısının altı, üstüne gelmişti... bu bir savruluştu... ne var ki alın yazgısının itişiyle suyüzüne vuranlar, göze batmamış öteki benzerlerinin cezasının tümüyle üzerlerine yüklenirler... tek Devrim adına, ibret dersi olsun diye!... bakarsın, dünün Nazırları, sabbık kahraman köy ağası ve Kırşehir mebusu Rıza beyler, gericiler, hainler, saltanatçılar, şeyhler, zorbalar ve daha kimileri dalga dalga buradan geçip giderler. Bu, devrimin değişmez kanunudur. Her neki olursa olsun, «O günler yaşanmaya değer günlerdi...» der biyografisi yazılan adam... bu ilginç sözlerin çapraz eklentilerine ilerde yine değineceğiz.
*
Ülke bir geçit anındadır, genç sosyalist, hayallerle türlü tasanlar işler, örer kafasında... İlerde kurulacak toplum düzeninde, insanı soysuzlaştıran «sosyal ve ekonomik şartlar» (bu iki terim o zaman çok kullanılır. Ne gariptir kî bugün de öylesine sık duyulmakta) tümüyle ortadan kalkacaktır... ve bu işlerin çözümü o gün uzaktan ve fildişi kuleden pek basit, çok kolay görünür süslü tekerlemelerle...
Koğuşta biraz önce «ihtilâlcilik» adına ateşli söylevler veren bir doktor adayının (Hikmet Kıvılcım), sözleriyle gerçek davranışı arasındaki fark şaşırtıcı olur... söylevden biraz sonra altına yeni ve rahat bir karyola çekme fırsatı çıkar... bunun için giriştiği bencil zorbalık hareketi, Şevket’i derin düşüncelere götürür. Demek ki kıvılcımlı demeçlerle pratikteki iş ve davranışlar arasında açık ayrılıklar vardır. Neden acaba? Bu soruyu o tıbbiye öğrencisine soramadan koğuşu derin bir horultu kaplar. Sabahleyin de mahkemeden gelen bir emirle tutukluların başka cezaevlerine dağıtılacakları bildirilir... ama Aydemir, Kıvılcımdan daima «dengesiz doktor» diye sözederdi.
Şevket Süreyya Afyonkarahisar'a gönderilecek...
Sh: 122-128
Kadro'nun görüşleriyle, kuzey komşudaki yankılar birbirinin tersinedir.
Kremlin, 1920 de topladığı Enternasyonalde (komintern) bu hareketleri, kendi uyarınca şöyle değerlendirir :
«Doğu uluslarının Batılı sömürgecilere karşı ayaklanmaları, Batılı kapitalistleri ham maddesiz ve pazarsız bırakacaktır. Bundan böyle kapanacak fabrikaların işsiz kalan işçileri, beklenilen ihtilâli gerçekleştirecektir.»
Üstelik ve örneğin Stalin bu noktayı şöyle açıklar :
«Sömürge ve yarı sömürgelerin devrimci yeteneklerinden, işçi devrimi uğruna faydalanılacak... bu uluslar o yolda [ARAÇ] olarak kullanılacaktır.»
Bu yanpirik görüşlerle Rus yöneticileri millî kurtuluş; hareketini anlamaktan âcizdiler... temelden yanılıyorlardı...
Fakat burada bir nokta açıklığa kavuşmuştu : Sovyetler, Türk Kurtuluş Savaşına, Türkleri sevdikleri için yardım! etmemişlerdi... ancak kendi amaçlarına uyacak bir «araç» olabileceğini düşünüyorlardı... yoksa Türklerin karagözlerine ne hiç değil... ama o görüş açısına uyabilen bazı olumlu örnekler de yok değildir yeryüzünde...
Şimdi, bu görüşler sayesinde komünist anlayıştan aynimmiş ve hatta ona karşı çıkan yeni ve bağımsız bir görüş ortaya atılmış oluyordu.
Kadro’ya saldıran içerdeki kavgacılar da sorunu hala anlamamışlardı. Öyleki kadro’ya saldırıların hepsi, iç ve dış hareketler olarak tuhaf bir rastlantıyla aynı zaman ve paraleldeydiler... hatta dışardaki Moskovacılârla onların iç yandaşları, hem eski yoldaşlardan Nâzım- Hikmet de kervana katıldı. «Benerci Kendini Niçin Öldürdü?» adlı kitabıyla aynı saflarda yer aldı. Aydemir, «Benerci» nin sözde kendisi olduğunu özel bir sohbetinde gülerek söylemişti.
Burada bir oylum parantez açalım : Şevket Süreyyanın CHP programına alınan Altıok’tan sırasıyla başta «Devletçilik, Devrimcilik, Laiklik» ilkelerine öncelikle ve özellikle ağırlık vermesi bir rastlantı mıdır? Yoksa onda önceden yerleşmiş olan sosyalist düşüncelerin derin amaç varyasyonlarına bu ilkelerin uyum ye elverişliliği midir? Yahut bu okların tanımı, etkisi ve eylem alanlarının kolayca sınırlanmamış olmasından dolayı mı?
Gerçekten bu soruları sağlığında kendisine sormadığımıza şimdi üzgünüz doğrusu... Ayrıca kadro yolu için
Sovyetlerden tehdit ve protestolar geldiği hakkındaki belgeleri ise biz elde edemedik.
Sh:  151-153
Romancı Yakup Kadri’nin ölümünden yaklaşık on yıl kadar önceydi. Romancıya — «Nazım Hikmet'in sizin için yazdığı «— Hey kara maça bey» — dizeli taşlamasına ilk okuyuşta kızdınız mı? yoksa üzüldünüz mü? dedik. Her ikisi de değil... (gülerek) adam, açıkça bana sövmüş, sövmüş ama güzel bir sövgü... beğenmedim dersem yalan olur. Fakat onu basında ilk savunan da ben olmuştum.» diye cevapladı.
Sh: 174-175
Bu satırların yazıldığı sıralarda bir parti başkanı, gazetecilerle Rusya’yı ziyaret etti. Çok tirajlı bir gazetede Nâzım Hikmet'in son dul eşi Vera Tulyakova ile yapılan bir dizi röportaj yayınlandı. Hatta parmakları fazlaca yüzüklerle süslü bu orta yaşlı sol-dul kadının, boy boy resimleri basıldı.. ve Nâzım hakkındaki Türkçe yeni kitabından da söz edildi. Halbuki bu kadın tek sözcük Türkçe bilmezmiş. Rus veya Özbek yahut başka bir kanmeleziyle kırma sanılan bu dulun yeni görevi yayın yoluyla ancak Sovyet propagandası olabilir. Aydemir, o kızıl saçlı dul hakkında şöyle derdi :
—       Nâzım’a göre Vera, genç bir dansözdü., rahata, süse, lükse düşkün ve çok da müsrifti. İşte Nâzım bu kadına para yetiştirmek için çok çalışmak zorunda kaldı. Belki böylece de kalan Ömrünü kısaltarak tüketti. Vera ile son röportajı yapan Orhan Tokatlı'da bu sözleri tamamen onaylamıştır.
Sh: 177-178
Kaynak: Bilinmeyen Yönleriyle Şevket Süreyya Aydemir, YAŞAMI — GÖRÜŞLERİ, — ESERLERİ, Yazar’ın Yazarı:  Halil İbrahim GÖKTÜRK, 1977, Ankara

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar