BİLİNMEYEN YÖNLERİYLE NAZIM HİKMET
İnsanlar kendileriyle
yüzleşebildikleri kadar büyürler.
Bu kitap, kişileri ve olayları ne
övmek ve ne de yermek için yazılmıştır. Ancak kendince ve görebildiğince bazı
gerçekleri olduğu gibi yansıtmaya uğraşır, Eğer onlar, hakikati aramayı
arzulayan okuyucusunda bir şeyler uyandırmaya yarayabilirse: Ödevini yapmış
demektir. Yeterli sayılır. Özellikle, kitabın hazırlanıp yayınlanmasında
dileği, emeği veya yardımlarıyla katkılarını esirgemeyen insan kardeşlerine
şükranlar sunulur.
Yıl 1922 nin yaz aylarıdır...
Biri şair, biri yazar, biri de
öğretmen üç arkadaş vardır Moskovada.. Şair, devrimin dışında yalnız deniz
dalgaları, rüzgâr coşmalarıyla ilgilidir., onun için parti, program, fabrika,
yol inşâ ve üretim sorunları ön planda gelmeyen konulardı., sözde üniversitede
beraber okurlar., ama hiç bir zaman doktrine eğilmemiş, onu kavramamış ve
öğrenmemiştir.. hatta onların çevresindeki teori ve pratiğede yabancı kalmıştı
bile. Kendine çalışmasını öneren arkadaşlarına, «siz okuyun, bana
anlatırsınız» karşılığını verirdi.
Fakat sadece işin heyecan ve duygu
yönünde, şiir aracılığıyla sanatını konuşturuyordu., o kadar...
Nitekim yeni evli Şevket Süreyya
Aydemir’in genç hanımını, Volgaya atarak boğma girişimi, bu duygusallığın bir kanıtıdır.
Elbette bu girişimin akıl ve mantıkla ilişiği olamaz:
Kendilerine. «6 Ağustos 1921 Hücresi»
adını verenler, başlarını davalarına adayan o denli heyecanlı gençlerdi.
Duygusal sosyalizmin romantik tutkusu, her an coşkulu şâiri sarıyordu... Davaya
engel olacak her ayakbağı kırılıp atılmalıydı... Hücrenin üç üyesi bir gece karar verir.. «İdeolojiye zarar verecek her
engel yokedilecektir, bu her ne ve kim olursa olsun»...
Hücre kararına dayanarak Nâzım Hikmet,
ertesi günü Şevket Süreyya’nın onbeş yaşındaki eşi Leman hanımı Volgaya atarak
boğmayı tasarlar. Genç gelini bir akşam gezinti bahanesiyle Volga kıyısına
götürür... o sırada nasılsa eve dönen Aydemir, eşini bulamaz. Doğru Volga
kıyısına koşar.. böylece Aydemir eşini Nâzım’ın elinden ve boğulmaktan
kurtarır.
Nâzım’ın son kez
hapisaneden çıktığı 1950 lerde, Aydemir kendisini Ankara’daki evinde konuk
tutar. Yıllar sonra o genç kadının, «mükemmel bir ev hanımı» yetiştiğini gören
Nâzım, o eski olayı tasarladığından dolayı pişmanlığını açıklar.
Aydemir’in sağlığında yazdığı ve
anlattıklarına göre ; Nazım Hikmet hiç bir zaman gerçek bir komünist olmadı..
hatta parti üyeleri arasında da yoktur. Vasiyetinde aynen yazıldığı gibi «Anadolunun ıssız bir koy mezarlığına» bile hasret gitti...» derdi...
Sh: 88-89
O sıralar İttihad ve Terakki’nin
kurucu ve yöneticilerinden Doktor Nâzım, Moskova’da Savoy otelinde kalıyordu.
Dr. Nâzım’ın Enver paşa hakkındaki başıboş anılarının yazılmasını, üç Türk
üniversitelisi kararlaştırırlar önce Nâzım Hikmet sekreter olursa da şairin,
geçmiş olayları Doktor adaşıyla, sürekli tartışmasından anılar bir türlü
yazılamaz. Çâresiz Şâirin yerini Aydemir alır. O zaman Moskova’da Vedat Nedim
-Tör- ve İsmail Hüsrev -Tökin- de bulunmaktadır. Ne gariptir ki o günden bu
yana yurt dışına öğretime gidenlerin pek azı eser verdiği halde, Rusya’da
okumuş bu beş kişinin hepsi de verimi kalıcı ve faydalı eserler bırakmışlardır.
Sebebi incelenmeye değmez mi?
Nâzım, Hikmet, Moskova’da parasızlık
ve yokluk içindedir. Zaten o, şairdir, hesap kitap bilmez... ortak geçim ve
gider hesaplarını hep VÂ-NÛ’nun tuttuğunu VÂLÂ kendi kitabında yazar... Nâzım
yine de kısıtlı parasını yetiremez... İstanbul’daki Annesi Celile hanımdan para
ister... Anne yüreği bu, İstanbul’dan özel ulakla para gönderir... bu paralar,
ancak Ankara hükümetinin Moskova elçiliği kanalıyla oraya ulaşır... Elçiliğin
güvenli görevlisi kâtip Vedit Uzgören tarafından kendisine verilir. Sonraları
uzun yıllar Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü, Elçilik ve milletvekilliği yapan
merhum dostun anlattığına göre :
«Annesi Nâzım’a yine böyle bir özel
para göndermişti. Nâzım, soğuk kesici, ayazlı -bir Moskova sabahı Elçiliğe
geldi. Oranın dehşetli kışında, sırtında yalnız eski, püskü yırtık bir pardesü
vardı. Soğuktan titriyordu, kendisine para emanetini verirken :—Bu kar, kışta
sefalet çekmektense memlekete dönmen uygun olur, dedim. Nâzımın cevabı :
— Mühim
değil, içimin ateşi dışımı ısıtıyor, oldu.»
Sh:93-94
Ansızın ortalığa bir haber yayılır;
Ankara’dan gelen acele bir emirle «Aydınlık» basılmış, aranmış ve kapatılmıştı.
Topluca tutuklama var... bunun adına meşhur «1924
Komünist Tevfikatı»
derler. Derginin sahipleri Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celâl ile şair
Nâzım Hikmet ve bazı yazarlar önceden haber alarak apar topar yurt dışına
kaçarlar.
Bu tutuklama haberi baskından önce
Aydemir’e de fısıldanmıştı... hatta anlattığına göre : o geceyarısı ışıkları
sönük bir Rus şilebi yavaş yavaş Boğazdan geçecek, kıyıdan bir sandalla şilebe
yanaşacak olan kaçak bir yolcuyu alacaktı... Şevket, gerçekten o saatte kıyıya
gelir, sandal da hazırdır. Koyu karanlıkta hafif ışıklarla kaypakça kıpırdayan
boğazın karanlık sularına bakar bakar, düşünür... Kesin karar ânıdır... Şilep
görünür: Gitmek mi, kalmak mı’ Kalsa tevkif, hapisane belki ip... gitse hiç
sonu bilinmez bir başka serüvene daha atılacak, belki fırınlanacaktı...
dakikalar ilerler... gemi beklenen yolcusunu almadan önünden süzülür geçer...
sırtından aşağı bir ter boşanır. İç tartışma sonunda kararı belli olmuştur : «Ne
de olsa oralarda yine bir sığıntı olacak... burası ise özyurdudur; ataları,
çoluk, çocuğu kendi vatamndadır... hapisane de, ölüm de olsa kendi yurdunda
kalacaktır.» Rahatlar... ve öylece evine döner...
Yurda kesin dönüşten sonra sosyalist
Şevket, Boğaz- içinin tenha bir kıyısında, bakımsız bir bahçe evinde
çocuklarıyla oturmaktadır. Günlük Siyasal eylemleri yüzünden ailesini de derin
kaygılar içinde yaşatır. O sıra güvenlik görevlilerince «Aydınlık» cılların
hepsi de izlenir ve gözetlenirler. Biliyordur ki o gece de kendi evi sarılıp
basılacaktır. Kesin kararı; kanuna teslim olmaktır... karanlıklar içinde sessiz
duran evine yaklaşınca, pusudaki polisler yerlerinden çıkarlar. Onlara kendi
isteğiyle teslim olduğunu, ve gereken işlemin yapılmasını sakin ve ağırbaşlı
haliyle bildirir.
Sonu kestirilemez bir yola daha
çıkıyordu şimdi? özgür değil bir tutukdur artık...
Sh:118-119
Şimdi yine ilginç ve pek duyulmamış
bir olaya parmak basalım : Tutuklular arasında günümüzün tanınmış ve sevilmiş
bir bilim adamı olan Prof. Dr, Rasim Adasal da var demiştik. Rasim, o zaman
askerî tıbbiyenin hızlı bir öğrencisiydi. Şevket Süreyya’nın sağlığında bize
gizli kalmasını söylediği sözlerini, sayın Rasim Adasal hocayla karşılaştırmak
istedik. Konuyu aşağıdaki şekilde kısa bir röportajla açıklamayı uygun gördük.
— Hocam,
«Suyu Arayan Adam» da Şevket Süreyya, 1924’ün başlarında yapılan ilk
tutuklamanın tümüyle kimleri içine aldığını açıklamıyor. Oysa 1927 nin ön
aylarındaki ikinci tutuklamada ise, «arkadaşlarımı ele veremezdim» gibi
bir belirsizlik anlatısı kullanıyor. Sağlığında bunları kendisine sorduğum
zaman gülerek, «Rasim Adasal, Bursalı Dr. Süleyman Neşati benim üçlü gurup
arkadaşımdılar... şimdilik sende kalsın», dedi.
Prof. Rasim Adasal, 22-5-1976 günü
muayenehanesinde, bugün ve yarınki kuşaklara örnek olmak üzere gerçeği şöyle
açıkladı :
— «Ben
1925 de askerî tıbbiyeden mezun oldum. Bir yıllık stajımı Gülhanede yaptım.
Ayrıca Üniversitede kalarak asistan olmak istiyordum. Ardından kıt’a hizmetimi
Isparta’daki 50. Piyade Alayında tamamladım. Bu sürelerde ikinci tutuklama
içinde olamam.
Ancak askerî tıbbiye öğrencisi iken
Türk ocaklarında çalışırdım. İki defa Nâzım. Hikmetin şiir toplantılarına
gittim.. Aydınlık dergisi vesilesyile Şevket Süreyya ile tanıştım. Galiba
Aydınlık’da bir de yazım çıktı. Biz o zaman Faşizme karşı, Türkiye’ye yardım
eden Lenin’i sözde tutuyorduk, Sosyal adaletçi ve insaniyetçi sloganları var
diye... yine o sıralarda üniversitede iki solcu kanat bulunuyordu. Biri
tıbbiyeliler kanadı, öteki Darülfünün’un diğer kollarındandı. Tıbbiyeliler
yanında Sadrettin Celâl, Süleyman Neşeti, Hikmet
Kıvılcım, Hasan Ali Ediz ile bazıları vardı. Bizler «Aydınlık» çılar
ve şair Nâzım Hikmet’e hissen eğilim duyan, ilgi gösteren bir takım genç
sempatizanlardık. 1924 deki ilk büyük tutuklamayla, bizleri! Yaniya Niza-
mettin Nazif, Sefahattin Batu, Süleyman Neşati ve Şevket Süreyya ve ötekiler
olarak Ankara İstiklâl Mahkemesine şevkettiler. Orada 25 gün kaldık. Bir gün
yoldan arabasıyla Gazi Mustafa Kemal geçiyordu. Askerî tıbbiyenin dahili
elbisesi ve kalpakla pencereden kendisine selam durdum.
Paşa beni gördü. Yaveriyle çağırttı ve
suçumuzu sordu «Mahkemenin henüz başlamadığından» şikâyet ettim. Bizi hemen
ertesi gün duruşmaya aldılar. Zaten İstanbulda Hamdullah Suphi ve Halide Edip
Türk Ocaklarında geçmiş hizmetimi ve iyi referanslarını mektupla
kendiliklerinde mahkemeye göndermişler. Beraet ettik. Bize yirmişer lira yolluk
vererek İstanbul Tıbbiyesine geri yolladılar. Onlar arasından işte böylece
tanıdığım Şevket Süreyya ile yaşamı boyunca hep dost kaldık. Yine bu tutuklular
arasında eski Mevki Hst. Baş Hekimi Tabip General Şükrü Andaş Dr. General
Fahrettin Yaka!, Prof. Selahattin Batu, Dr Mes’ut Savcı ve soyadlarını
hatırlayamadığım iki-üç doktor da tıp öğrencisi olarak bulunuyordu.
Bugünün gençlerine örnek ve öğüt olmak
üzere bir kaç söz söylemek isterim. Gençlik her devirde iç hormonlarının
etkisiyle erginlik çağında aşırılıklara eğilim gösterir... aktiftir, ataktır...
bu dönem çeşitli önlemlerle gelenmezse olayları kişisel ve toplumsal
saldırılara kadar vardırabilirler. Ancak bilsinler kî zamanla bu aşırılıklar,
akıl yolu ve iyi bir eğitimle durulur. Sonra da doğru
yolu bulabilirler. Nitekim ben, Şevket Süreyya, İsmail Hüsrev Tök' ün, V. Nedim
Tör ve yukardakilerin bazısı doğru yolu bulanlardanız. Fakat Dr. Hikmet
Kıvılcım ve öteki kimileri de daha ziyade ideolojilerinin saplantılı aşırılığı
yüzünden dengeli bir yaşamdan yoksun kaldılar... maceradan maceraya atıldılar.
Fakat bu da belki onlar için bir mutluluk amacı idi. Halbuki yolun sonucuna
bakarak gençlerimizin bundan ibret dersi alması ve kıssadan hisse çıkarması
mümkündür.»
Sayın hocaya şükranlarımızı arz ederek
ayrıldık.
Sh:120-122
Yargılamaların başlayabilmesi için
dernek aradan 25 gün kadar bir süre geçiyor... gurubun tutukluları ayrı ayrı
odalara yatırılır. Şevket Süreyya da beş kişilik bir odaya düşer. Bu beş
kişinin her biri de bambaşka birer âlemin adamıdırlar. Birisi bir il
mahkemesinin hakimiymiş... suçu, bir tarikata bağlı olmak... bütün ruhuyla
tarikatına, şeyhine, inancına tutkun bir kişi... her işin sonunu «O» na bırakan
bir teslimiyet içindedir. Hakim Sükûtî de her ehli tarikatta olduğu gibi içi ve
dışıyla birlikte söyleşir :
— «Görelim
Mevlâ neyler? Neylerse güzel eyler.» sözlerini yineler durur... yürekten
dualarını okur... öylece dalar, gider.
İlk duruşmasından önce şeyhini düşünde
görür, Şeyhi ona :
— «Kalbini
ferah tut. Ümit edilir ki Allah, zorluğu kolaylığa çevirir.» diyormuş.
Mahkemeye bu inanclı yürek rahatlığı
içinde girer. Hükmünü de Össaat Başkanın gözlerinde okur... ve tıpatıp aynıdır.
ikinci oda arkadaşı bir din
bilginidir. Sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Ahmet Hamdi Akseki... O
şeyhe değil, Tanrıya yönelmişti. Yine o bilgin’e göre, «Din, bir hayat ve
toplum kaidesidir. İslâm dini, iyi ahlâk düzeyine çıkmaktan ibarettir.» ve
ekler : «Sen, Şevket bey, bu noktaya müspet ilim yolundan varmışsın»
der. Hoca efendinin güleç, temiz yüzü ve cana yakınlığı oda halkının içini
ferahlatır. Fakat günün belli bir saatinde pencerenin karşı sırtlarında beliren
çarşaflı bir kadınla etrafındaki çocukları görünce, ılık gözyaşları ip gibi
yanaklarından dökülür. Karşıda her günkü buluşma yerinde belirenler hocanın eşi
ve yavrularıdır.
Odanın üçüncü konuğu eski bir subay...
önemli kişilerrin yaverliklerinde bulunmuş... Darendeli İsmet Bey, kendi
durumunun ağırlığını bilir... belki son günlerini yaşıyordu., metin ve
ciddidir... hep çevresine kırılmaz umut ve teselli dağıtır... ama bir gece
sabaha karşı, oda kapısı gürültüyle açılarak onu uykusundan uyandırırlar.
Gelenler İsmet beyi alır götürür. Hoca ile hakim hemen abdest tazeliyerek,
Tanrı huzuruna ulaşan bu arkadaşın ruhuna iki rekât namazla tekbir iletirler
Dördüncü kişi, Duyunu-Umumiye’ci olup
yabancılarla çalışmış bir 'işbirlikçi... hep dışarda yaşamış hasta ruhlu, zübbe
eski bir Hariciyeci... yani yalnız rahatına düşkün, tatlısu frengi
yangınlarından birisi...
Bu mahkemeye ”Üç Aliler” mahkemesi
de denmiştir... Başkan «Kel Ali» adıyla tanımmış Ali Çetinkaya, Savcı Necip Ali
Küçüka ve başka bir Ali üyeden oluşmuştu... Duruşma önceleri sakin geçer.
Şevket Süreyya sorgulan arasında bir sayı yani 1923 milâdî tarihini ve
«İnkilâp» kelimelerini kullanınca Başkanın açık kafatası birden atarı kızarır :
— «İnkilâp
bitti. Bu memleket inkılâbını bitirdi. Başka yapacak devrimi yok» der... ve
sertçe azarlar. Salondakiler sanık hesabına derin, koyu bir karamsarlığa
bürünür.
Başkanın kızgınlığı bir türlü geçmez.
Saçsız başı, kendi değimiyle «horoz ibiği» gibi kıpkırmızıdır. Genç sanık Aydemir,
inandıklarını içten bir dille, olduğunca anlatır... sözü biraz da âdeti üzere
uzatır. Mahkeme kürsüsünün arkasındaki duvarda inkılâpların asıl sahibinin,
Gazi’nin büyük boy bir portresi asılıdır. Onun gözlerine bakarak inançla,
güvençle konuşur... içini tevil s iz döker ortaya, olduğu gibi...
Günümüzden beş yıl kadar önceydi,
baharın badem çiçekleri arasında Ürgüp’ün «Peri bacalarını» beraber
geziyorduk... İstiklâl mahkemesindeki savunmanın tamamını, yani kitabında
yazmadığı bölümlerini sordum... dedi ki :
— «O
yaştaki bir delikanlının ve inançlı, cesur bir gencin duyup düşündüklerini
aynen söyledim... ve ben de bu memlekete hizmet için çarpıştım, uğraştım ve
hala daha çalışıyorum... inandığım yol ve prensipler bunlardır işte... eğer
bunlar için kafam isitenirse, yani kafamı, kafamın içindekiler için vermekten
asla çekinmem... ölümden korkmuyorum, diye haykırdım. Elbette o zaman kanımız
deliydi, gençtik... o yaş hiç bir şeyin sonunu düşünmez, ölçmez... fakat
arkadaki Gazi, beni yüreklendirmek için sanki gülümsüyor gibiydi, dinliyenlerin
kaçamak gözleri bana acıyormuşçasına baksa da...»
*•
Mahkeme heyeti, kısa bir aradan sonra
tekrar kürsüdeki yerlerini aldı. Beklenenin tersine bu kez Başkan’ın yüzü ve
rengi sakindi. Başkan hükmü, yavaş iyiliksever ve yumuşak bir ifadeyle bildirdi
: On bir kişi mahkûm olmuştu... Şevket Süreyya On yıl hapis yatacaktı.
Burada Aydemir’in yaşantı çizgisine
bir el koyarak ilerde kendisine amansız saldırılarda bulunacak yoldaşı Nâzım
Hikmet’e dönelim : Yani o sırada biri yurt dışına kaçmış, ötekiye onyıllık bir
dam yolundadır... Şimdi Şevket’in Nâzım hakkındaki düşüncelerini aktaralım :
— «Nâzım, bir şiir ve heyecan adamıydı. Moskovada biz
okurduk. O sade şiir yazardı. Komünizmin teori ve sistemlerini bilmezdi...
Tıpkı bu gün beni beğenmeyen, fakat solcu geçinen bir takım yazarlar gibi...
Zaten rakamlar, teoriler onu sıkardı. O yalnız işin dışyüzünü, toplumcu
kalabalıkların heyecanını dile getirirdi. Okulun sahnesinde temsiller onun
eliyle düzenlenir, ritmik topluluklar onun parmağıyla coşturulurdu.
Damarlarında çeşitli ırkların kanını taşır, yüzünde onların renk ve çizgilerini
sergilerdi. Yakışıklıydı, duygusaldı, kadınlara düşkündü. Yazık! vatan- cüdâ,
yurttan uzak gurbetlerde öldü, hep yurdunun içten özlemini duyarak... kader
neylersin.?»
«Yine VÂNÛ dostumun hasta
yatağında son yazdığı «Bu Dünyadan bir Nâzım Geçti» adlı kitabının
düzeltmelerini ben yaptım. Kiımi yerlerinde benim uslûbum belirgindir. Fakat o
gemlenmez derecede canlı, aşkın, taşkın ve heyecan doluydu. Son kez, 1950 den
sonradır ki görüştük... Hapisten çıktığı zaman Nâzımı Ankaradaki evimde konuk
ettim. Kendini, Türkiyede kalması için bir türlü iknâ edemedim. Hapiste
kuruntulu ve evhamlı olmuştu... bir gizli, görülmez tehlike bekler gibiydi...
ama o adam şu satırları da yazdı :
«Akın var
Güneşe akın!
Güneşi zabtedeceğiz,
Güneşin zabtı yakın!»
*
Yine Nâzım’la ilgili başka bir anî
bekliyor kapıda... İdeolojinin romantik coşkunluğuna kapılan Nâzım, İkinci
Dünya Savaşında Bursa Hapishanesindedir. Zamanın Bursa Savcısı Hasan Kemal
Akçiçek görevi gereği kendisini cezaevinde görmek ister... Müdür odasına biraz
da gecikerek gelen Nâzım, cezaevinde dokuma (tezgâhları işletmektedir. Sırtında
bol, partal, eski bir paltoyla içeri girer :
Savcı — «Nâzım
bey, siz artık bir burjuva patronu olmuşsunuz... size nasıl komünist
diyebiliyorlar?» diye yarı şaka
yollu takılmış.
Nâzım — «Beyim,
benim sırtıma komünistliği, şu eski palto gibi geçiriverdiler... cübbeyi
sürükleyip gidiyoruz işte.» biçiminde
cevap vermiştir. Savcı sağdır.
O günlerde Ankara cezaevinin
koridorlarından, Kastamonu dağlarının eşkiyası Eğri Ahmet çetesi ve
kızanlarından, Osmanlı Maliye Nazırı Cavit beye kadar türlü ad ve kıratta
insanlar geçer. Vâdeleri gelenler, sabahın alacakaranlık saatlerinde son
yolculuklarına çıkarlar. Hiç bir inkilâp kansız olamamıştır. O zamanlar toplum
yapısının altı, üstüne gelmişti... bu bir savruluştu... ne var ki alın
yazgısının itişiyle suyüzüne vuranlar, göze batmamış öteki benzerlerinin
cezasının tümüyle üzerlerine yüklenirler... tek Devrim adına, ibret dersi olsun
diye!... bakarsın, dünün Nazırları, sabbık kahraman köy ağası ve Kırşehir
mebusu Rıza beyler, gericiler, hainler, saltanatçılar, şeyhler, zorbalar ve
daha kimileri dalga dalga buradan geçip giderler. Bu, devrimin değişmez
kanunudur. Her neki olursa olsun, «O günler yaşanmaya değer günlerdi...» der
biyografisi yazılan adam... bu ilginç sözlerin çapraz eklentilerine ilerde yine
değineceğiz.
*
Ülke bir geçit anındadır, genç
sosyalist, hayallerle türlü tasanlar işler, örer kafasında... İlerde kurulacak
toplum düzeninde, insanı soysuzlaştıran «sosyal ve ekonomik şartlar» (bu iki
terim o zaman çok kullanılır. Ne gariptir kî bugün de öylesine sık duyulmakta)
tümüyle ortadan kalkacaktır... ve bu işlerin çözümü o gün uzaktan ve fildişi
kuleden pek basit, çok kolay görünür süslü tekerlemelerle...
Koğuşta biraz önce «ihtilâlcilik»
adına ateşli söylevler veren bir doktor adayının (Hikmet Kıvılcım), sözleriyle
gerçek davranışı arasındaki fark şaşırtıcı olur... söylevden biraz sonra altına
yeni ve rahat bir karyola çekme fırsatı çıkar... bunun için giriştiği bencil
zorbalık hareketi, Şevket’i derin düşüncelere götürür. Demek ki kıvılcımlı
demeçlerle pratikteki iş ve davranışlar arasında açık ayrılıklar vardır. Neden
acaba? Bu soruyu o tıbbiye öğrencisine soramadan koğuşu derin bir horultu
kaplar. Sabahleyin de mahkemeden gelen bir emirle tutukluların başka
cezaevlerine dağıtılacakları bildirilir... ama Aydemir, Kıvılcımdan daima «dengesiz
doktor» diye sözederdi.
Şevket Süreyya Afyonkarahisar'a
gönderilecek...
Sh: 122-128
Kadro'nun görüşleriyle, kuzey
komşudaki yankılar birbirinin tersinedir.
Kremlin, 1920 de topladığı
Enternasyonalde (komintern) bu hareketleri, kendi uyarınca şöyle değerlendirir :
«Doğu uluslarının Batılı sömürgecilere
karşı ayaklanmaları, Batılı kapitalistleri ham maddesiz ve pazarsız
bırakacaktır. Bundan böyle kapanacak fabrikaların işsiz kalan işçileri,
beklenilen ihtilâli gerçekleştirecektir.»
Üstelik ve örneğin Stalin bu noktayı
şöyle açıklar :
«Sömürge ve yarı sömürgelerin devrimci
yeteneklerinden, işçi devrimi uğruna faydalanılacak... bu uluslar o yolda
[ARAÇ] olarak kullanılacaktır.»
Bu yanpirik görüşlerle Rus
yöneticileri millî kurtuluş; hareketini anlamaktan âcizdiler... temelden
yanılıyorlardı...
Fakat burada bir nokta açıklığa
kavuşmuştu : Sovyetler, Türk Kurtuluş Savaşına, Türkleri sevdikleri için
yardım! etmemişlerdi... ancak kendi amaçlarına uyacak bir «araç» olabileceğini
düşünüyorlardı... yoksa Türklerin karagözlerine ne hiç değil... ama o görüş
açısına uyabilen bazı olumlu örnekler de yok değildir yeryüzünde...
Şimdi, bu görüşler sayesinde komünist
anlayıştan aynimmiş ve hatta ona karşı çıkan yeni ve bağımsız bir görüş ortaya
atılmış oluyordu.
Kadro’ya saldıran içerdeki kavgacılar
da sorunu hala anlamamışlardı. Öyleki kadro’ya saldırıların hepsi, iç ve dış
hareketler olarak tuhaf bir rastlantıyla aynı zaman ve paraleldeydiler... hatta dışardaki Moskovacılârla onların iç yandaşları, hem
eski yoldaşlardan Nâzım- Hikmet de kervana katıldı. «Benerci Kendini Niçin
Öldürdü?» adlı kitabıyla aynı saflarda yer aldı. Aydemir, «Benerci»
nin sözde kendisi olduğunu özel bir sohbetinde gülerek söylemişti.
Burada bir oylum parantez açalım :
Şevket Süreyyanın CHP programına alınan Altıok’tan sırasıyla başta
«Devletçilik, Devrimcilik, Laiklik» ilkelerine öncelikle ve özellikle ağırlık
vermesi bir rastlantı mıdır? Yoksa onda önceden yerleşmiş olan sosyalist
düşüncelerin derin amaç varyasyonlarına bu ilkelerin uyum ye elverişliliği
midir? Yahut bu okların tanımı, etkisi ve eylem alanlarının kolayca
sınırlanmamış olmasından dolayı mı?
Gerçekten bu soruları sağlığında
kendisine sormadığımıza şimdi üzgünüz doğrusu... Ayrıca kadro yolu için
Sovyetlerden tehdit ve protestolar
geldiği hakkındaki belgeleri ise biz elde edemedik.
Sh: 151-153
Romancı Yakup Kadri’nin ölümünden
yaklaşık on yıl kadar önceydi. Romancıya — «Nazım Hikmet'in sizin için yazdığı
«— Hey kara maça bey» — dizeli taşlamasına ilk okuyuşta kızdınız mı? yoksa
üzüldünüz mü? dedik. Her ikisi de değil... (gülerek) adam, açıkça bana sövmüş,
sövmüş ama güzel bir sövgü... beğenmedim dersem yalan olur. Fakat onu basında
ilk savunan da ben olmuştum.» diye cevapladı.
Sh: 174-175
Bu satırların yazıldığı sıralarda bir
parti başkanı, gazetecilerle Rusya’yı ziyaret etti. Çok tirajlı bir gazetede
Nâzım Hikmet'in son dul eşi Vera Tulyakova ile yapılan bir dizi röportaj
yayınlandı. Hatta parmakları fazlaca yüzüklerle
süslü bu orta yaşlı sol-dul kadının, boy boy resimleri basıldı.. ve Nâzım
hakkındaki Türkçe yeni kitabından da söz edildi. Halbuki bu kadın tek sözcük
Türkçe bilmezmiş. Rus veya Özbek yahut başka bir kanmeleziyle kırma
sanılan bu dulun yeni görevi yayın yoluyla ancak Sovyet propagandası olabilir.
Aydemir, o kızıl saçlı dul hakkında şöyle derdi :
— Nâzım’a göre Vera, genç bir dansözdü., rahata, süse, lükse
düşkün ve çok da müsrifti. İşte Nâzım bu kadına para yetiştirmek için çok
çalışmak zorunda kaldı. Belki böylece de kalan Ömrünü kısaltarak tüketti. Vera
ile son röportajı yapan Orhan Tokatlı'da bu sözleri tamamen onaylamıştır.
Sh: 177-178
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar