Print Friendly and PDF

Bir Ermeni Gencinin Hatıra Defteri - Ömer Seyfeddin

Bunlarada Bakarsınız







-Bilge Türk ERDEMLİ
Küçük hikâye tarzının en mükemmel örneklerini veren millî edibimiz Ömer Seyfeddin’in bu eseri; Devlet-i Osmaniyye’nin çöküş yıllarında memâlik-i Osmaniyye dahilinde cereyan eden siyasî olayların münevver zümresi üstündeki etkilerini ve çöküntünün verdiği İçtimaî kargaşalığın düşünce hayâtındaki tazahürâtını biraz güldürücü, biraz düşündürücü tarzda anlatan edebî bir şâheserdir.
Müellif o günleri bizzat yaşadığından ve cereyan eden olaylardan müsbet yahud menfî olarak etkilendiğinden vukuat ve eşhas okuyucunun gözünde tekrâr hayât bulacaktır. O devrin umumî manzarası bir Ermeni gencinin kaleminden çizilmektedir, Babasını Ermeni ihtilâlinde yitiren Ermeni genci, tebaası olduğu devlete sadakatin farz olduğuna inanmaktadır. Milletini seven ve sayan bir insan olmasına rağmen gayet samimî, gayet içten «Osmanlıyım!..» diyebilmektedir. Çünkü, onun bildiği Osmanlılık; yeni bir milliyyet değil, Türk ve gayr-i Türk anasırın bir bayrak gölgesinde, beraber yaşamalarını sağlayan İçtimaî bir mefkuredir. Bu bakımdan «Osmanlı» ülkücüsü olan bir insanın milliyet gerçeğini inkâra mecbur olmadığına inanmaktadır. Fakat, «Osmanlılık» mefküresini güçlendirerek yüce devletin yıkılmasını önlemek gayesinde olduklarını sandığı ba’zı kişilerin kurduğu bir derneğe girince düşünceleri değişir. Çünkü, sözü geçen derneğe hâkim zihniyetin sahibi Türk üyelerin «milliyyet» gerçeğinden bi-haber olduklarını görür. «Milliyyet» mefhumuna hiç önem vermeyen bu kişiler, Osmanlı toplum yapısını teşkil eden kavmî topluluklara bir milliyyete mensub olduklarım unutturup yeni bir milliyyet teşekkülüne çalışmaktadırlar. Gûya ilmi görüşme ve tartışmaların yapıldığı demek toplantılarına katılan Ermem genci, üyelerin düştüğü tezâdın gülünçlüğü karşısında hayâl sükûtuna uğrar. Milliyyetine bağlı ve sadık diğer gayr-i Türk üyeler demekten ayrılırlar. Memleketin günden güne bir çıkmaza girdiğini ve istikbâlinin zulmete karıştığım gören Ermeni genci, demekte kalarak bu boş düşüncelere karşı hakkı ve hakikati savunmağa karar verir. Yeni bir milliyyetin teşekkülüne imkân olmadığını, milleti oluşturan müessesâtın te’sis olunamayacağını bir çok defa belirtmesine rağmen boş bir hayalin, bir fikri garibenin cazibesine kapılmış olan bu bi-idrâk kişilere söz dinletemez.
Diğer yandan Devlet-i Usmaniyye’yi saya* alanında mağlûb edemeyen Türk -İslâm düşmânı batılılar, kal’ayı içten fethe karar vermişlerdir. Devlet tebaasını teşkil eden anasır arasına «milliyyet» ve «kavmiyyet» adına nifâk-sokarak gayr-i Türk i anasırın paytahta karşı ayaklanmasını sağlamışlardır. Altı yüz yıllık hâmisine karşı küçük bir tahrike kapılarak îsyân eden gayr-i Türk-topluluklar, memalik-i Osmaniyye’yi bir savaş meydanı haline getirmişlerdir. «Millî varlık» ve «millî istiklâl» adına sömürücü (!) Devlet-i Osmaniyye’ye karşı girişilen savaşlar Osman! hanedanının geleceğini tehdid ederken mezkur demek halâ «ittihad-ı anasır» hayâlini gerçekleştirmeğe çalışmaktadır. Devletin hayâtına kasd eden nânkör toplulukların hakka, hakikate sığmayan ayaklanmaları karşısında, Türk unsura da sirayet eden «milliyyet» ve «kavmiyyet» cereyanı; «Türkçülük» adı verilen bir mefkârenin ve «Türkçüler» adı verilen bir fikri-siyasî zümrenin doğmasına sebeb olmuştur.
Türkçüler, memâlik-i Ösmaniyye dahilindeki büyük Türk varlığım inkârda ısrar eden mezkûr derneği tel’in edici gösteriler düzenlerler. Halkın bu muhteşem galeyânından korkan dernek üyeleri kaçacak delik ararlar. Hikâyenin kahramanı olan Ermeni genci, derneğin lâğvından sonra, «Ermeni Osmanlı» olarak kalmanın yegâne kurtuluş yolu olduğuna karar verir.
Bu büyük hikâye, Ömer Seyfeddin’in iki yönlü siyasi düşüncesini yansıtmaktadır. Ölçüyü kaçırmış bir Türkçü olarak bilinen müellif, Devlet-i Osmaniyye’ye olan sadakatini Ermeni gencinin şahsında vermektedir. Ordu mensubu olmasından dolayı savaşçı bir rûha sahih olan Ömer Seyfeddin, üç kıt’aya hâkim devletinin yıkılışından büyük üzüntü duymuştur. O’nun Türkçülüğü, «devlet-i âliyye» nin hayâtına kasd eden ayaklanmalara karşı bir tepkinin ifadesidir. Devlete hâkim unsur olan Türk varlığını inkâra kaçmadan «ittihad-ı Osmanî» nin lüzûmuna inanır. Sözün özü, Ömer Seyfeddin «Osmanî» ve «Türkî» kavramlarının mükemmel bir terkibini yapmıştır. Bilmem kaç yüz yıl, kavmî bir vahdeti olmayan bir karma toplumu en küçük bir kargaşalığa meydan vermeden — bir millet olarak yöneten Osmanlı siyasetinin, başarı sırrı, bil terkib değil midir?
 Heyhat ki, her Türkçü Ömer Seyfeddin’e benzeyememiş. Yüce bir Türk devletini Türkçülük adına ber-hevâ edip enkâzı üstüne mitti (!) olanını kurmak uğrunda boşuna çabalayacakları yerde; hâzır olanı korumağa gayret gösterselerdi, Türklüğe hizmetin şahikasına ermiş olurlardı...
İlk olarak 1918 ydında «Ashab-ı Kehf'imiz» adı altında basılan bu eseri, 54 yıl sonra tekrar yayınlayarak Türk yayın hayâtına kazandırmanın yararlı olacağım sanıyoruz. Muhtevasının taşıdığı Önem bakımından değerini halâ muhafaza eden bu eseri çağdaş Türk İslâm ülkücülerinin mutlaka okumasını isteriz. Çünkü, hakkında bir çok söz söylenen Ömer Seyfeddin’e dair en doğru değer yargısı, bu kitabı okuduktan sonra verilebilir.
— Bilge Türk ERDEMLİ — 16-4-1972

Ömer Seyfettin Balkan Harbi’nden hemen sonra 1913 yılında  “Ashab-ı Kehfimiz” (Bir Ermeni Gencinin Hatıra Defteri)* isminde bir kurgu metin kaleme alır. Ömer Seyfettin’in önsözde kısa roman olarak tanımladığı bu eserin kahramanı Ermeni genç Karabetyan İdadisi’nde tahsil görmüştür ve adı Dikran Hayikyan’dır. Moda’da yaşar, ticaretle uğraşır. Okumayı sever. Günlük tutar.
Günlükteki ilk notun tarihi II. Meşrutiyet’in ilanının (24 Temmuz 1908) hemen sonrasıdır: 30 Ağustos 1908. Son not ise 15 Nisan 1913 tarihlidir. Yani neredeyse 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Konferansı’yla nihayete eren Balkan Savaşı’nın sonuna denk düşer.
Ancak Ömer Seyfettin’in kafasında kurduğu bu genç Ermeni, tam onun istediği gibi düşünür, tam onun istediği gibi yazar. Bu yüzden de bize o beş yıllık çalkantılı dönemi yaşayan bir Ermeni gencinden çok, metni kaleme alan Ömer Seyfettin ve sahip olduğu İttihat ve Terakki zihniyeti hakkında fikir verir.
Bu adama, bu zihniyete göre; Türkler ümmetçilik düşüncesiyle zehirlenmiş ve Türk olduklarını unutmuşlardır. Milliyetleri sorulunca “Müslümanım Elhamdülillah” diyecek kadar Türklüklerinden uzaklaşmışlardır. Oysa Ermeniler bütün Türkleri Kızılırmak’ın batısına atıp Büyük Ermenistan’ı kurmak istiyorlardır. Rumların ise bütün derdi İzmir’i işgal edip Türkleri Kızılırmak’ın doğusuna atmaktır. Ve bütün bunları “biz Osmanlıyız” kisvesi altında yapmaktadırlar.
Halbuki Türkler Türk olduklarını bir hatırlasalar, bir birleşseler… Ne olur o zaman? Onu biliyoruz, oraya da geleceğiz…
***
Kitabın bir de yıllar sonra gelen bir son bölümü vardır. 12 yıl geçmiştir, sene 1925’tir. Genç Ermeni evlenmiştir, yine Moda’da oturmaktadır. Günlerden 29 Ocak 1925’tir. Dışarıda kar yağar, içeride soba yanar, aşağı kattan karısı Hayganoş’la çocuklarının cıvıltısı duyulur. Genç adam 12 yıl sonra günlüğünü tekrar eline alır.
Ömer Seyfettin bu bölümde Dikran Hayikyan’a karısı Hayganoş’la nasıl tanıştığını anlattırırken gerçek yüzünü de açıklattırır:
Dikran, “kendisinin gerçekten ‘eritme’ taraftarı olduğunu, Ermenileri ‘Osmanlı’ diye kozmopolit yaparak tarihlerini, milliyetlerini, lisanlarını yok ettirmek istediğini sanan” karısı Hayganoş’a “mahsustan onların arasına girdiğimi, hiçbir zaman milletimin sevgisini ‘Osmanlılık’ gibi boş kozmopolitlik iddialarına değişmeyeceğini” söyler.
Meğer bu genç Ermeni bütün kitap boyunca yalan söylemiş, aslında içi başkaymış(!).
Ömer Seyfettin’in 1913 tarihli kurgusu böyledir. 1925 yılında, İstanbul’da karısı ve çocuklarıyla beraber böylesi bir saadet içinde yaşayan kaç Ermeni kalmıştı, tartışılır. Ama yine de hikayenin en trajik yanı bu değil.
***
Eser, 1913 tarihlidir ama önsöz 1918’de kaleme alınmıştır. Romanla önsöz arasında geçen beş yılda, “Türkler Türk olduklarını hatırlamış”, İttihat ve Terakki eliyle 24 Nisan 1915’te Ermeni Soykırımı başlatılmış ve İstanbul’dan, Trakya’dan, Kızılırmak’ın doğusundan ve batısından 1 milyondan fazla Ermeni yurttaş ölüme gönderilmişti.
Ve anlaşılan o ki; Türklerin başına gelen talihsizlikleri en hastalıklı, en abartılı sahnelerle anlatmasıyla maruf bu adam, 24 Nisan 1915’te başlayan trajediye, Ermenilerin başlarına gelen korkunçluklara (İstanbul’dan) şahit olmuş ve hiç etkilenmemişti. Önsözünde Ermeni Soykırımı’ndan tek kelimeyle bile bahsetmez.
Hatta ülkesinin Türk ve Müslüman olmayan unsurlardan temizlendiğini düşünerek biraz rahatlamış gibidir: “On yıl içinde her biri bir yüzyıla sığmayacak olaylar başımızdan geçti. Ama genellikle milliyetin değeri bilindi. Konuşulan tabii lisana, milli edebiyata, milli sanata, milli mefkûreye önem verilmeye başlandı.” diye yazar.
Yanıbaşında yaşanan yüzyılın en büyük trajedilerinden (suçlarından) birine karşı bu umursamazlık, insanın aklına bu Türklük ülküsüyle kafayı bozmuş yazarın hastalıklı zihninden saçılan görünümleri getiriyor:
Türklerin yakıldığı (ama yakılınca süt ve tereyağı koktuğu), bölük bölük öldürüldüğü (ama başı kesilince bile savaşmaya devam ettiği), kadınlarının (içinde 15 Türk genci saklayan) karınlarının yarıldığı, kadınlarına (öldükten sonra bile) tecavüz edildiği sahneler gibi Türkçe edebiyatın en hastalıklı satırlarıyla beraber bize ırkçılığın evrensel prizmasını sunuyorlar.
Irkçılığın hiçbir şey göstermeyen, ayarsız, hastalıklı prizmasına göre: Kötülük size yapıldıysa kötülüktür, iyilik siz yaptıysanız iyiliktir.
 * Bir Ermeni Gencinin Hatıra Defteri, Ömer Seyfettin, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2008.
Erişim: http://bianet.org/bianet/insan-haklari/146097-24-nisan-1915-ve-irkciligin-prizmasi

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar