BİR IŞIK YOLCUSU: RENÉ GUÉNON
Evrensellik,
bütün medeniyetlerin biricik amacı olmuştur; zira bu, genel kabule mazhar
olmanın en güçlü bir göstergesi ve ifadesidir. Bunu başarabilmiş, daha doğrusu,
bu gayeyi gerçekleştirdiğine tarihin şehadette bulunduğu bir medeniyet ise
ancak, kapsayıcılık, kendine cezbetme, gerçeğe ulaşma yolundaki katıksız arayış
ve sevda dolu hamlelerle, çırpınışlara münbit bir zemin, en nihayet de,
"hakikat" e doğru uzanan bir vadi olabilmek gibi bir meziyete
sahiptir.
Bu
noktadan bakıldığında, İslam kültürü ve medeniyeti, dünyanın geniş coğrafyasını
kendi alanı içine aldığı gibi, büyük bir fonksiyonu icra etmiş ve daima
edecektir de.. Bu satırlarda işte biz, sonsuz İslam Okyanusuna akan, bereket
yüklü ve hakikatin çileli bir araştırıcısı;"haç"ın kavurucu ve yok
eden çöllerinden "hilal"in cennetî evrenine kayan bir yıldızdan, son
nefeslerini, "Allah ! Allah !" diyerek Rabbine teslim eden (7 Ocak
1951, Kahire) René Guénon'dan, ya da gerçek kul olma sevincini dile getiren
Abdulvahid Yahya'dan, onun görüşlerinden bahsedecek, üzerimize yansıtmaya
çalışacağımız bir takım tesbitlerde bulunmayı deneyeceğiz..
Çok
kıvrımlı yollardan geçerek ancak İslam'a vuslat eden bu ışık yolcusu, tefekkür
hayatının her anında, ancak ömrünün son yirmi yılında elleri arasında hayran
hayran seyredebilme mutluluğuna erebileceği "Hakikat" e karşı, hep,
bir sonsuz ışığı yakalama heyecanı içinde olmuştur. Yaşamın her anını dolduran,
adeta gerçeğe doğru bir kanat çırpışı ve aceleciliği ile biz onu, İslam’daki
gerçek dirilişi öncesinde, "narsist, bencil, kendine hayran"
Avrupa medeniyetini sarsıp silkeleyen; son bir vefa ve doğruluk jesti ile
uyanlarda bulunup onu, yıkım'dan: bütün dünyanın değil, ama bir dünyanın,
Batılı dünyanın yıkımından önce, esenliğe dönüş yollarım gösteren; bu kesitte,
Batılı düşünce ve hayat modelini benimseyenlere de dersler sunan etkili bir
öğreti adamı olarak görmekteyiz (Paul Chacomac, La Vie Simple de René
Guénon.. Ed. Taraditionalles, Quai SaintMichel, Paris V 1982, s. 79-89).
Kali Yuga, Hint Zaman Anlayışı'na göre maddi ve manevi
yozlaşmanın doruğa çıktığı dördüncü zaman devresidir. Hindu metinlerinin çoğu
yorumcusuna göre Kali Yuga Krişnanın ömrünün sona ermesinden itibaren başlayan
yaklaşık 5 yıl önce M.Ö. 3102 ve 432.000
yıl sürecek olan bu zaman döngüsü içinde Vişnunun son avatarı Kali, elinde
kılıcı ve beyaz ata binmiş olarak ortaya çıkacak ve kötülüğü yok edecektir.
O,
halihazırdaki insanlığın helâke, "kali yuga" ya doğru gözden kaçabilen, ama
tarihî süreç içinde derin etkiler meydana getiren tercihler vasıtasıyla
ilerlediğini kaydeder. Bu anlamda "seçmek” , kendi bireysel varlığımızı da
aşan, başkalarının geleceğini doğrudan alakadar eden " hayatî ve varoluşla
ilgili" bir olay olup çıkmaktadır. Evet, öylesi bir an ki, ileriye doğru
uzanacak karar ve fiillerimizin, öz ve şeklî olarak yapısını belirleyen çelin
iş.. Seçmek, yani kısaca "belirlemek".
Guénon,
Batı medeniyetinin bir tercihin ürünü olduğunu belirterken, şu iki terime çok
boyutlu manalar yüklemektedir: reform ve rönesans.. Bu iki kavram, Batı'da
başlayan sapmanın nirengi noktasını teşkil etmekte olup, bütün anlayışları da
kendi anaforuna doğru çekecek bir sosyalkültürel "makas
değiştirme" nin adıdır. Böylece reform, zaten gerçek kimliğini ve
özünü yitirmiş olan Hristiyanlık inancını beşer üstü bir otoritenin etkinliği
olmaktan çıkartıp, bunun yerine, bütünüyle insanileştirilmiş (humanise) bir din
anlayışı ikame etmeyi amaçlar. Yani, dini ufaltmak, onu bir kenara bırakılan
herhangi bir şey: kendisine çok sınırlı ve mümkün olabildiğince dar bir hareket
alanı ayrılan, öte yandan varoluşun geri kalan kısmı üzerinde hiç bir gerçek
etkisi olmayan herhangi bir şey haline getirmek..
Yıkımın
başka bir ayağı ise, vahiy ışımalarına, sembolik bir ifadeyle, "yeryüzünü
fethetmek bahanesiyle Gökyüzüne, yani İlahî aşkın gerçeklere sırt
çevirmektir", yani, "hümanizm"... Terimin kültürel ve
tarihsel içeriği, "insana duyulan saygı ve sevgi" gibi masum
çağrışımları aşarak, artık sadece, sırf beşerî olana gönülden ve iradî bir
bağlanmayı ifade eden, daha da önemlisi bir hareket doğrultusu olan,
tahammülsüz bir ideoloji ile özdeşleşmiştir. " Çünkü, demektedir
Guénon, hümanizm, çağdaş laisizme dönüşmüş olan Batı düşüncesinin ilk
biçimidir. Hümanizm, her şeyi, bizzat kendisi bir amaç olarak alınan insan
ölçülerine indirgemeye çalışırken, safha safha daha aşağı derecelere
inilmiştir. Öyle ki, artık sadece insanın yaratılışının maddî cephesiyle ilgili
ihtiyaçların tatmini araştırılır olmuştur" (Guenon, La Crise.. s. 32).
Esasında
insan, yatay bir ilerleme anlayışı içinde değil de, dikey bir yükselme basamağı
içinde ele alınsaydı, daima yükselecek, Ulu Hakikate erecekti. Bu ise ancak,
«salt bireycilik» ön-kabulünden kurtulmakla mümkün olabilecektir. Çünkü,
"salt bireycilik" demek, beşer aklından üstün bir otoritenin
mevcudiyetini reddetmek demektir. Neticede, modern zihniyet, kaynağını beşer
üstü bir düzenden alan, kelimenin tam anlamıyla ruhî-manevî bütün otiritelerle,
böyle bir otorite üzerinde temellenen bütün geleneksel kurumlan reddetmek
zorunda kalacaktır..
İlahî,
Müteâl temelden yoksun, âdil olmayan bir bilim...
Evrensel
düzenin elden kaçırılması, yaşanılan yıkımın tek cümlelik özetidir. Bu ise,
kendimize ve evrene bakışımızın ürünü demek olan bilgideki yozlaşma ve kaos ile
yakından alâkalıdır; çünkü bilgi, eksiktir, âdil değildir.. Zira, sadece
felsefe ve profan bilimler[dünyevi, dünyasal, laik, dinsel olmayan,... {secular}], yani üstün hakikati kavrama gücünün inkar
edilmesi, bilginin en aşağı seviyede sınırlandırılması, hiç bir üst-ahlâkî
prensiple bağlantılı olmayan deneysel ve analitik; sınırsız detay yığını içinde
kaybolma; çok geçmeden peşpeşe yıkılan temelsiz varsayımlar ve sağa sola
saçılan, disiplinim yitirmiş eksik görüşler yığını kabûl görmektedir..
Guenon'un
kuvvetle işlediği ve gündemde tuttuğu ana tez, bilimi, değişken ve çelişik
vadilere düşüren hususun, onun " Temel Prensip" ten tecrit edilmiş
olduğudur.. Bütün yazılarında, bu can alıcı manayı kapsayan "prensip"
kelimesi, Guenonien düşünce şemasının anahtar bir terimi olup, daha sonra
kendisinden bahsedilecek olan "metafizik" mefhumuna bir îma ve
atıftır. Delaleti çok net olan bir ifadesinde, "prensibin yokluğu"
ile anarşiyi özdeşleştirirken, "Anarşik veya prensipleri olmayan bir
medeniyet.. Günümüz Batı medeniyeti'nin esasen durumu budur!" (Guenon,
L'Orient.. s. 150) demektir. Hatta başka bir tesbitinde, Batı'nın başka
medeniyetlerden değil, ama bizzat kendisine karşı korunması gerektiğini; çünkü
diğerleriyle beraber onu da tehdit eden temel ve en korkunç tehlikelerin,
bizzat onun mevcud temayüllerinden kaynaklandığım söylemektedir. ( Guénon, La
Metèphysîque , s. 26). Gerçekte, bu "Müteâl Prensip"ten mahrum oluş,
müessiriyeti bakımından, onun gösterişli bedenini içten içe oyan bir hançerdir.
"
Metafizik " kavramı, Guénon' un düşünce yapısında çok özel ve merkezî bir
konuma sahiptir. Meselâ, hayatında vermiş olduğu tek konferans olan ( Chacomac,
La Vie Simple , s. 74 ) ve az sonra tercümesini sunacağımız " La
Métaphysique Orientale " de, özellikle bu meseleyi ele alarak, diğer
eserlerin değişik yerlerinde serpiştirerek zikrettiği görüşleri, özleşmiştir.
Metafiziğin farklı biçimler arzeden düşüncelerde bir "öz" olarak
bulabileceğini, ancak formların, değişik kültürel bünyelere adaptasyon
zaruretinden dolayı değişebileceğini belirtmektedir. Şöyledir ifadesi : " Pek tabiîdir ki, biçim ve
formlar, bir medeniyetten diğerine değişirler; çünkü, formlar farklı durumlara
uyarlanmak zorundadırlar (...) Bunda da herhangi bir mahzur yoktur; çünkü
nihayet bunlar, aynı şeyin farklı ifade biçimleridirler. Bir kez daha
söyleyeyim ki, hakikat birdir; ve o, herhangi bir yolla bilgisine ulaşmış
kimseler için aynidir " ( A.g.e. , s.7, 23; Guénon, Aperçus
, s. 19, 53 ).
Guénon,
Batı Düşünce yapısının bir buhrana doğru gittiğini sürekli vurgularken, bunu
özellikle bilginin ve hayata bakış tarzının " Metafizik Özler "
den boşalmış olmasına bağlamaktadır. Eliade'ın ifadesiyle, kutsaldan kaçarak,
kutsal dışına sığınma (!); ya da, dünyanın sadece bir iş atölyesi görünümü
alması.. Hatta, mütefekkirin, değişik başlıklar altında kaleme aldığı
yazılarının bir araya getirildiği, Le Réné de la Quantité ( Niceliğin Tahakkümü
), Gallimard1945, adlı eseri, bu hususta sunulan etkili bir tez mahiyetindedir.
Bu eser, manevî
dünyadan koparılmış, içten ve gönülden bağlanacağı hiçbir cephesi kalmayan,
madde ve maddesel olanın tahakkümü altında yaşamaya zorlanan, bu cendere içinde
kendi yaratılış özüne ve kâinatın müteâl düzenine yabancılaşan, hayatının
bir tanımı olarak, iş-mutfak ve WC arasına sıkıştırılmış "tekboyutlu
insan" ın dramım gözler önüne serer.
İslam
ile kendisini bulması öncesinde, Mutlak ve Mütâl olanın üstün seviyede bir
keşfi çabalarının ürünü sayabileceğimiz, metafizik hakkındaki görüşleri,
İslam'ın İlahî ve tevhidî kaynağı itibariyle değerlendirildiğinde, daha da önem
arzetmektedir.
Şöyle
ki: Bir kere, metafizik, insan kaynaklı ve onunla sınırlı değildir. O, sonsuza
ve mutlak olana açılan bir pencere olarak, insanı aşar. Bizi, gerçek varolanın
şuûr ve his dünyalarıyla tanıştıran saf entellektüel bilgi ve metafizik, bu
bakımdan bütün bilgilerin en üstünde bulunur.. Tabiatın ötesinde ve üstünde:
surnaturel " bir şuûr olan metafizik, tabiî olgulardan elde edilen
bilgilerle mukayese edildiğinde, şunu kesinlikle belirtmek gerekecek ki, "metafizik
alan, olgular dünyasının tamamıyla dışındadır; modern bireyler ise, tabiî
olarak sadece olguları bilebilirler ve onları araştırabilirler.. Metafiziğe
karşı kabiliyetsizlikleri de bu temayülden kaynaklanmaktadır zaten " (
Guénon, Métaphysique, s.21, 22 ). Mutlak değerler kaynağı ve üstün hakikatler
ufkunun belirleyicisi olarak gördüğü " metafizik ", bütün sistemlere
hakim olması, onlara bir yön, amaç ve gaye belirlemesi gereken, toplumun
hayatına inmesi zorunlu en üst sistemdir. Bu noktada, kendisinden " vahiy
Hakikati "ne daha soma geçeceği, lütfedilmiş İlahî sezgiler mecmûu..
İslâm
ile müşerref olmasından önceki portresi verilirken, "görünüşler ötesine
baktığı izlenimini veren aydınlık ve delici bakışlara sahip " (
Chacomac, La Vie Simple , s. 63 ) ifadeleriyle tasvir edilen Guénon için,
İslâm' a girdikten sonra kendisini ziyaret eden bir ziyaretçiyse, şöyle
diyecektir: "Çehresi öylesine pırıl pırıl ki, hakikaten bambaşka,
meçhûl sahillere ulaşmış görünüyordu; ben ise, zaman zaman, aralarından nehrin
akıp akmadığını görmek için, ayaklarına göz atıyordum" (A.g.e., s.
112)
Guenon,
yani Abdulvahid Yahyâ, İslâm'ın, Hristiyanlık ve onunla temelleşmiş Batı
Kültürü karşısında kazandığı büyük zaferlerin sadece bir tanesidir: etkileri
içten içe devam eden ve bakışlarımızı hala üzerine çekmeye devam eden... Onun
eserlerinin iyice özümsenip yeni tahlil ve tespitlere ulaşmasını gönülden
dilerken, merhûma Cenâbı Hak’tan rahmet niyaz ederiz. [Prof. Dr. Sadık KILIÇ] Sh:
54-59
Bu
konuşmanın konusunu Doğulu Metafizik anlayışı oluşturacaktır; belki, bir
niteleme getirmeden sadece "metafizik" demek, daha uygun olacaktır. Çünkü, gerçekte, özü bakımından
her türlü biçim ve her türlü ilintinin dışında ve ötesinde olan saf metafizik,
ne Doğu’lu, ne de Batılı’dır. O, evrenseldir.. Bunlarsa
sadece, bir ifade zaruretinden dolayı, açıklanabilir olanı açıklamak amacıyla
metafiziğe yüklenmiş haricî biçimlerdir. Bunlar, Doğu menşe’li de olabilen.
Batı menşe’li de olabilen biçimlerdir. Ama, biçimsel farklılıkların altında,
her yerde ve daima bulunan değişmez bir öz ve temel mevcuttur.
Eğer bu öyleyse, özellikle Doğu Metafiziğinden bahsetmek
niye?
Şu sebeple ki, şu anda Batı dünyasının içinde bulunduğu
fikri koşullarda(conditions intellectuelles) metafizik unutulmuş, genellikle
bilinmiyor, aşağı yukarı yitirilmiştir. Hâlbuki Doğu’da, metafizik daima fiilî
bir bilginin konusunu oluşturmaktadır.
Eğer metafiziğin ne olduğunun bilinmesi isteniyorsa, yönelinmesi gereken
Doğu’dur öyleyse.. Hatta, eskiden Batı’da o zamanlar, bu günün aksine, Doğu’ya,
dikkat çekecek kadar çok yakın olan bir Batıda varolabilmiş metafizik eski
geleneklerden bir şeyleri tekrar bulmak istersek, bu bilhassa Doğu kökenli
doktrinler yardımıyla ve onlarla mukayese yaparak başarılabilecektir. Çünkü,
metafizik alanında, doğrudan incelenebilecek tek şey, bu doktrinlerdir. Yalnız
bunun için, bu doktrinleri bizzat Doğuluların yaptıkları gibi incelemek, az çok
farazî, bazan da tamamıyla fantazi olan yorumlara dalmamak gerektiği apaçıktır.
Pek sık olarak, Doğulu medeniyetlerin daima var olageldikleri ve, hala seçkin
mümessillere sahip oldukları, bu sebeple de, söz konusu olan “olan şeyi” gerçek
mahiyetiyle bilebilmek için, bu seçkin kişiler yanında bilgilenmenin yeteceği
unutulmaktadır.
Doğu Metafiziği dedim de, sadece, Hint
Metafiziği demedim, çünkü bu nitelikteki doktrinlere, içerikleriyle birlikte,
sadece Hint’de rastlanmaz; her ne kadar bu doktrinlerin gerçek mahiyetim
anlayamayan bazı kimseler bunun aksine inanıyorlarsa da.. Buna göre,
Hind’in durumu hiç de istisnâî değildir; onun durumu, tam olarak, geleneksel
bir temele sahip olan bütün medeniyetlerin durumu gibidir. İstisnâî ve anormal
olan, bilakis böyle bir temelden yoksun olan medeniyetlerdir ki, gerçeği
söylemek gerekirse, bunun bir tek örneğini tanıyoruz: Çağdaş Batı Medeniyeti! Yalnız
Doğu’nun başlıca medeniyetlerini gözden geçirdiğimizde görürüz ki, Hind
Metafiziği’nin bir benzeri Çin de, Taoizm’de bulunmaktadır; ayni şekilde,
bir diğer taraftan, İslâm’ın bazı batıni (ésotériques) fikir hareketlerinde de
bulunur. ( Zaten şunu iyi anlamak gerekir ki, bu İslâmî İçselliğin, çok büyük
bir kısmında Grekler’den mülhem olan, Arabların dışsal (extérieur) felsefesiyle
ortak bir yanı yoktur). Tek fark ise, Hind’den başka bir yerde, bu doktrinlerin
çok sınırlı ve çok kapalı olan bir seçkinler zümresinde inhisar etmiş
olmasıdır. Birçok bakımdan İslâm’ınkiyle mukayese edilebilen ve onun kadar saf
bir metafizik olan; modern bireylerinse varlığından bile haberdar olmadıkları
içselliğin (ésotérisme) Ortaçağ’da Batı’daki durumu bu idi.. Hind’de ise,
kelimenin bu anlamında, bir içsellikten bahsedilemez, çünkü onda zahirî ve
batınî olmak üzere, iki yüzlü bir doktrin bulunmamaktadır. Burada söz konusu
olan, sadece doğal bir içselliktir; şu anlamda ki, her fert az çok doktrini
derinleştirecek ve kendi öz zihnî (intellectuelles) kapasiteleri ölçüsünde,
mümkün olduğunca daha ileriye gidecektir. Çünkü kimi bireyler için, bizzat
kendi karakterlerine bağlı olan ve aşılması imkânsız sınırlar bulunmaktadır.
Doğaldır
ki, biçimler bir medeniyetten diğerine değişmektedir; çünkü biçimler farklı
durumlara uygulanmak zorundadırlar Ama ben, Hind menşe’li biçimlere daha çok
alışmış olmakla birlikte, eğer bazı hususların anlaşılmasına yardımcı
olabileceklerse, ihtiyaç halinde ondan başkalarını da kullanmakta tereddüt
etmiyorum. Bunda da hiçbir sakınca yoktur, çünkü nihayet bunlar, ayni şeyin
farklı deyimlerle ifade edilmelidir. Bir kez daha söyleyeyim ki, hakikat bir
tanedir ve herhangi bir yolla bilgisine ulaşmış herkes için aynidir.
Bu
demektir ki, burada "metafizik" kelimesine verilecek anlam üzerinde
anlaşmak uygundur ve pek sık olarak herkesin bu kelimeyi aynı şekilde
anlamadığına şahit olduğumdan, bu oldukça önemlidir. Birden çok manaya
gelebilecek kelimeler için yapılacak en iyi şey, onlara mümkün olduğunca ilk (
primitive ) ve köküyle alâkalı (etymologique) anlamlarını yüklemektir. Öyle
olunca, terkibi göz önüne alındığında " metafizik " kelimesi, "
fizik " terimini eskilerin gözünde taşıdığı kavram, yani bütün şümulüyle
" tabiatın ilmi " anlamına alırsak, tamı tamına “fiziğin ötesi"
ne işaret eder. Fizik, tabiat alanına ait olan herşeyin araştırılmasıdır;
metafiziğin ilgilendiği ise, tabiatın ötesinde olandır. Durum böyleyken, gerek
konusu, gerekse elde edilme yolları bakımından, bazıları nasıl metafiziğin
tabiî bir bilgi olduğunu öne sürebiliyorlar?! Bizzat terimlerde gerçek bir
karşı anlamlılık ve karşıtlık bulunmaktadır; bununla birlikte daha şaşırtıcı
olanı da, bu yanlışlığın, gerçek metafizik hakkında malûmat sahibi olmaları,
yani onu modern filozofların sahte-metafıziğinden tam bir sarahatle ayırmaları
gereken kimseler tarafından yapılmasıdır.
Ama,
belki de denilecektir ki, eğer " metafizik” kelimesi bu tür karışıklıklara
yol açıyorsa, onu kullanmaktan vaz geçip, onun yerine daha az mahzurlu olan
başkasını koymak daha iyi olmaz mı?
Gerçekle
bu, can sıkıcı olacaktır, çünkü oluşumu itibariyle bu kelime söz konusu mevzuya
çok uygun düşmektedir. Ve sonra, bu da pek fazla mümkün değildir; zira, Batı
dilleri bu kullanışa uygun başka bir sözcüğe sahip değildirler. Metafizik en
üst düzeyde ve bu isme mutlak olarak lâyık tek bilgi olduğundan, Hind’de
yapıldığı gibi, onun hakkında sadece " bilgi" kelimesini kullanmayı
da pek düşünmemek gerekir. Çünkü " bilgi-connaissance " kelimesi,
bilgi konusunda İlmî ve aklî sahanın dışında hiç bir şeye kıymet vermemeye
alışmış olan Batılılar için fazla net olmayacaktır. Sonra, bu kelimenin yanlış
kullanılışından fazla endişelenmek zorunlu mu ki?!
Eğer
bu durumda olan bütün kelimeleri atmak gerekiyorsa, kullanılabilir kaç kelime
kalacak elimizde?
Hataları
ve yanlış anlamaları önlemek için, gerekli görülen önlemleri almak yeterli
değil midir? Biz, " metafizik " kelimesine, diğer herhangi bir
kelimeden daha fazla düşkün değiliz; ama, bize onun yerini tutacak daha
mükemmeli önerilmediği sürece, biz, buraya kadar yaptığımız gibi, ondan
yararlanmayı sürdüreceğiz..
Üzüntü
vericidir ki, bilmedikleri şeyi" yargılama " iddiasında olan; (bize
göre sadece ilim ya da felsefe olan) saf beşerî ve aklî bir bilgiye
"metafizik" ismini verdiklerinden, Doğu Metafiziği’nin bunlardan hiç
de fazla bir şey olmadığını tahayyül eden ve, buradan da, mantıkî olarak
metafiziğin gerçekten de şu yada bu ( herhangi ) bir neticeye götüremeyeceği
sonucunu çıkaran insanlar mevcuttur. Halbuki o, fiilen buraya götürür bizi, ama
onların tasarladıklarından tamamıyla başka bir şey olduğu için..
Ancak
tabiat düzenine ait bir bilgi, kutsal-dışı ( profane ) ve haricî bir bilmek söz
konusu olduğundan, onların itibar ettikleri şeylerin gerçek bir metafizik
değeri yoktur; biz ise, hiç de bu husustan bahsetmek istemiyoruz. Öyleyse
" metafizik " i, " tabiatüstü-surnaturel " in eş anlamı
olarak alalım, ne dersiniz?
Böylesi
bir eş anlamlı kılmayı memnunuiyetle benimseyeceğiz, madem ki tabiat, yani
(onun, sadece son derece küçük bir parçası olan algılanabilir âlem değil),
bütün boyutuyla şehadet alemi (monde manifeste) aşılamadığı sürece yine fizik
alanda kalacağız!.. Metafiziğin ilgilendiği ise, daha önce dediğimiz gibi,
tabiatın ötesinde ve üstünde, tam olarak söylenirse," tabiatüstü "
olandır.
Ama
şüphesiz buraya, " Bu şekilde tabiatı aşmak mümkün müdür? " diye
itiraz edilecektir. Buna çok net cevap vermekte tereddüt göstermeyeceğiz: bu
sadece mümkün olmakla kalmıyor, tahakkuk da ediyor.. Bunun göstergeleri
nelerdir; bu olsa olsa bir kabullenmedir de denilecektir. Elde etmek için
zorunlu olan çalışmayı yaparak onu bizzat algılamaya çalışmak yerine, bir
bilginin mümkün olup olmadığının ispatını istemek, gerçekten tuhaftır. Bu
bilgiye sahip olan birisi için, bütün bu tartışmaların hiçbir faydası ve değeri
olamaz. " Bilgi teorisini" bizzat bilginin yerine yerleştirmek, belki
de modern felsefenin güçsüzlüğünün güzel bir itirafı sayılmalıdır.
Zaten, her türlü kesin bilgide ( certitude
), tam olarak temas kurulamayan (innocommunicable) bir şeyler bulunur; hiç
kimse, tamamıyla kişisel olan bir çabadan başka bir yolla herhangi yolla
herhangi bir bilgiye gerçekten ulaşamaz. Bir başkasının yapabileceği ise,
ona fırsat vermek ve bu bilgiye ulaşma vasıtalarını ona göstermektir. Bu
nedenle, saf entellektüel, düzeyde herhangi bir kanaati empoze etmeyi savunmak,
boşuna olacaktır; bu bakımdan, en mükemmel delil bile, doğrudan elde edilen ve
fiilî olan bilginin yerini alamayacaktır.
Şimdi metafizik, bizim anladığımız gibi tarif edilebilir
mi?
Hayır;
zira tanımlamak, daima sınırlamaktır, bunda söz konusu olan ise, özü
bakımından, gerçekten ve mutlak olarak sınırsız olandır. Öyleyse onu, herhangi
bir formül ve herhangi bir sistem içine hapsetmek mümkün olmayacaktır.
Metafizik, herhangi bir biçimde, meselâ onun, evrensel prensiplerin bilgisi
olduğu söylenerek nitelenebilir. Ama, tam söylemek gerekirse, bu da bir tarif
sayılmaz. Bu sadece, onun hakkında oldukça belirsiz olan bir fikir verebilir.
Eğer bu prensipler alanının, kısmî ve eksik bir biçimde de olsa, yine de
metafizikle meşgul olan bazı Batılılar'ın düşünebildiklerinden daha ötelere
uzandığını söylersek, buna bir şey ilave etmiş olacağız Aynı şekilde Aristo,
metafiziği, varlığın var olmaya dair bilgisi olarak aldığında onu ontoloji ile
özdeşleştiriyor, yani bütünün parçası olarak alıyordu. Doğu Metafıziği’ne
göreyse varolmak ( Petre ), prensiplerin ne en ilkidir, ne de evrenseli, zira o
daha şimdiden bir belirlenmedir. Öyleyse var olmanın da ötesine gitmek lazımdır
ki, zaten en önemli husus da budur.. Bu sebeple, hakikaten metafizikle ilgili
her kavramın, izah edilemez bir yanının olduğunu hatırda tutmak lazım. Ayni
şekilde, izah edilebilir olan her şey, her türlü ifadeyi aşan şeyin karşısında
tam olarak bir şey değildir; sonlu olarak büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz
olan karşısında hiçtir. Açıklanandan daha çok şeyler söylenebilir; bu da son
tahlilde, haricî biçimlerin burada oynadığı rol, demektir. İster kelimeler söz
konusu olsun isterse bir takım semboller, bütün bu biçim ve formlar,
kıyaslanamaz bir biçimde kendilerini aşan idrak imkanlarına yükselebilmek için
bir destek, bir dayanak noktası teşkil ederler sadece.. Biz, bu konuya aşağıda
tekrar döneceğiz.
Düşüncelerimizi
anlatabilmek için kullanabileceğimiz başka bir terim olmadığından, metafizik
kavramından bahsediyoruz. Ama sanılmasın ki, burada bilimsel veya felsefî
kavramlarla en ufak bir benzerlik vardır... Burada söz konusu olan bazı "
soyutlamalar " yapmak değil, fakat gerçeğin bilgisini, nasıl ise öylece,
doğrudan almak ve elde etmektir. Bilim, aklî ve muhakemeye dayanan, daima
dolaylı ve bir yankının bilgisidir; metafizik ise, akıl üstü (suprarationnelle)
sezgiye dayalı ve dolaysız bir bilgidir. Kendisi olmadan gerçek metafiziğin de
olmayacağı bu " saf zihinsel sezgi "yi, bazı modern filozofların
kendisinden söz ettiği sezgi ile hiçbir surette karıştırmamak lazımdır; çünkü
bu beriki sezgi, akıl altına aittir (infrarationnelle) Bir saf idraka ait
(intelleetüelle) sezgi vardır, bir de duyulara ait sezgi; birisi aklın ötesinde
iken, diğeri de aklın altındadır. Bu sonuncusu, ancak değişmelerin ve
oluşumların dünyasını, yani tabiatı, veya daha ziyade, tabiatın en alt unsurunu
kavrayabilir. Saf idrak alanına ait sezgi ise, aksine, ebedi ve mutlak
prensiplerin sahasıdır ki, metafiziğin alanı da budur.
Düşüncenin
evrensel prensipleri kavrayabilmesi için, bizzat onun da evrensel nitelikli
olması gerekir; bu ise ferdî bir güçle ilgili değildir ve, bunu böyle görmek de
bir çelişki olacaktır. Çünkü bireyin kapasiteleri arasında kendi öz sınırlarını
aşmak, fert olarak onu belirleyen şartların dışına çıkmak bulunmamaktadır.
Akıl, tam ve hususî olarak beşerî bir güçtür; ama akim ötesinde bulunan ise,
tam anlamıyla " gayri beşerî 'dir; budur işte metafizik bilgiyi mümkün
kılan.. Ve bir kere daha söylemek lazım ki, metafizik bilgi, insandan
kaynaklanan bir bilgi değildir. Başka ifadelerle söylersek, bu
bilgiye ulaşan, insan olarak salt insan değildir; varoluş merhalelerinden
birisinde insan (humain) olan, ayni zamanda başka bir şey ve İnsanî varlıktan
daha çok şey olan, işte bu varlık (cet être) olarak insandır ona ulaşan.. Bu,
metafiziğin gerçek konusunu teşkil eden veya, daha da iyisi, bizzat metafizik
bilginin kendisi olan birey üstü hallerin fiilen bilincine varmaktır. Öyleyse
burada, en temel hususlardan birine gelmiş bulunuyoruz ve, bu hususta fazlaca
durmak da zarurîdir; eğer insan kusursuz, tam bir varlık olsaydı, şayet o
Leibnitzh’in monadı gibi kapalı bir sistem teşkil etmiş olsaydı, metafizik de
mümkün olmayacaktı; böylece, geri dönülmez bir biçimde kendi üzerine kapanmış
olan bu varlık, kendisinin iştirak ettiği varoluş tabakasından olmayan şeyleri
bilebileceği hiçbir imkana sahip olmazdı. Ama, durum böyle değildir..
Gerçekte
fert, gerçek varlığın geçici ve mümkün bir tecellisinden başka bir şey
değildir; o sadece, aynı varlığın diğer hallerinin meydana getirdiği sonsuz bir
kesret içinde özel bir durumdur; ve bu varlık, bizatihi, bütün tezahürlerinden
mutlak olarak bağımsızdır. Hind metinlerinde daima geçen bir benzetme ile
söylersek, tıpkı güneşin, üzerinde yansıdığı muhtelif nesnelerden tamamıyla
bağımsız olması gibi.. (Mutlak) Ben’i gösteren " Soi " ile (sınırlı) ferdiyeti
gösteren " moi " arasındaki temel farklılık da böyledir. Nasıl
tasavvurlar ışın demetleriyle, onsuz asla meydana gelemeyecekleri ve gerçeklik
kazanamayacakları güneş kaynağına bağlıysalar, ayni şekilde, ister beşeri
ferdiyet olsun isterse tezahürü ona benzeyen tamamıyla başka bir durum,
ferdiyetde az önce söz konusu edilmiş olan Müteâl’i sezici aşkın zekâ
(intellect transcendant) vasıtasıyla Mutlak Ben’e, varlığın ana merkezine
bağlanır.. Ne bu görüşleri iyice geliştirmek, ne de varlığın muhtelif
durumlarına dair teori hakkında oldukça net bir fikir vermek, bu seminerin
boyutları içinde, mümkün değildir: ama bununla beraber, en azından gerçek
metafizik ile irtibatlı bütün doktrinlerde bu hususun önemini belirtmek için,
gerekeni söylemiş olduğumu da sanıyorum..
Teori
dedim, ama burada söz konusu olan sadece teori değildir; ayrıca burada, izah
edilmesi gereken bir başka husus daha vardır. Henüz, sadece dolaylı ve herhangi
bir biçimde sembolik olan teorik bilgi, gerçek bilgi için zarurî olan bir
hazırlanma safhasıdır sadece.. Bu bilgi şimdilik, kendisiyle sınırlı bir
biçimde bağlantı kurulabilen ve henüz, bütünüyle elde edilmemiş biricik
bilgidir. Bu sebeple her açıklama, bilgiye sadece bir yaklaşım vasıtasıdır. Her
şeyden önce sadece potansiyel olan bu bilginin, en sonunda fiilen
gerçekleştirilmesi gerekir. Biz, kendisine az önce îmada bulunduğumuz bu
sınırlı metafizikle, meselâ varlıkla sınırlanmış olduğu için teorik olarak
eksik olan ve, üstelik teorisi de, bütün Doğu doktrinlerinde olduğu gibi,
bilinçli bir biçimde (bilgiye) uygun bir davranış için düzenlenmiş olma yerine,
bizzat kendi kendine yeterli gibi sunulmuş olan Aristo metafiziği ile
karşılaştırdığımızda, burada yeni bir fark daha görürüz.. Her şeye rağmen, bu
eksik metafızikde ki biz ona, " yarım metafizik " demeyi deneyeceğiz
bile bazan, iyi anlaşılmaları halinde, tamamıyla başka neticelere götürebilecek
olan bazı açıklamalara rastlanabilmektedir. Nitekim Aristo, bir varlığın,
kendisinin bildiği bütünden ibaret olduğunu açıkça demez mi? Bilgiyle
özdeşleşmeyi ifade eden bu açıklama, metafizik gerçekleşme prensibinin ta
kendisidir; fakat bu prensip burada (Aristo metafiziğinde) soyutlanmış olarak
bulunduğundan, bütünüyle sırf teorik olan bir açıklama kıymeti taşımakta ve, bu
nedenle de ondan hiç yararlanamamaktadır. Ayrıca öyle görülüyor ki, bu prensip
ifade edildikten sonra, artık bir daha düşünülmüyor. Nasıl olur da bizzat
Aristo ve izleyicileri bu prensibin içinde zımnen bulunan şeyleri iyi
görememişlerdir?
Gerçek
şu ki, daha birçok konuda durum böyledir ve onlar, saf zekâ ile akıl arasındaki
farklılık kadar önemli olan diğer birçok şeyi de, onlar net bir biçimde formüle
ettikten sonra unutmuş görünüyorlar; işte bunlar yadırganacak boşluklardır.
Acaba bunda, az çok nadir olan, ama daima mümkün olan istisnaları bir kenara
bırakacak olursak, Batılının ruhuna bitişik olan bazı sınırlamaların etkisini
görmek gerekir mi?
Bu,
belli bir ölçüde doğru olabilir, ama bununla birlikte Batılının zihnî
istidadının, eskiden de, genellikle çağdaş dönemdeki kadar çok sınırlı olduğu sanılmamalıdır.
Yalnız, oradaki doktrinler, kesin olarak dışa ait doktrinlerdir; metafizikle
ilgisi olmayan başka düzeyden görüşlerle daima karışmış da olsa, her şeye
rağmen gerçek metafizikten bir parça ihtiva ettiği için, diğer birçok
doktrinden de üstündür. Kendi payımıza biz kesin olarak şuna eminiz ki, Antik
ve Orta Çağ’da, (şu anda) Batıda olandan başka bir şey vardı: seçkin bir grup
insan, modern pek çok birey için güç anlaşılır bir şey olan bu (mistik)
gerçekleşme de dahil, saf metafizik, hatta kusursuz olduklarını
söyleyebileceğimiz doktrinleri uygulamaktaydılar. Eğer Batı bu gün bu
doktrinlerin hatırasını bile tamamıyla yitirmişse, bunun sebebi, kendi özgün
gelenekleriyle bağlarını koparmış olmasıdır; ve bu nedenle de modern medeniyet
normal olmayan ve sapmış (déviée) bir medeniyettir!.
Eğer
tamamıyla teorik olan bilgi bizzat kendi kendisinin gayesi olur, metafizik de
orada durmak zorunda kalırsa, şüphesiz bu da bir şeydir, fakat tamamıyla
yetersiz kalacaktır. Daha önceden, böylesi bir bilgiye izafe edilen, matematik
bir kesinlikten bile daha kuvvetli olan gerçek kesinliğe rağmen, kendisinden
mukayese edilemeyecek denli üstün olan bir sistem içinde bu, olsa olsa, kendine
ait aşağı düzeni içinde, yere ait ve beşerî olmakla sınırlı olacak ve, bilimsel
ve felsefî bir spekülasyona benzeyecektir. Metafiziğin olması gereken yer,
burası değildir; başkaları " ruh oyunu " ya da buna benzer şeylerle
ilgilensinler, bu onların bileceği iş; bizim içinse, böylesi şeyler fazla
ilgimizi çekmez. Sonra biz, bir psikoloğun tecessüslerinin bir metafizikçiye
tamamen tuhaf ve yabancı gelebileceğini düşünüyoruz. Onun için söz konusu olan,
var olan şeyi bilmek; onu, bizzat olabileceği biçimde ve (ona ait) bilinebilen
her şeyi bilmektir.
Metafizik
gerçekleşme vasıtalarına gelince, bu gerçekleşme imkanını inkar etmeyi görev
bilen kişilerin, kendileriyle ilgili hususlarda hangi itirazı yapabileceklerini
çok iyi bilmekteyiz. Bu vasıtaların gerçekte, insanın ulaşabileceği menzil
içinde olmaları gerekir; en azından ilk saflarda, beşerî duruma uygun hale
getirilmeleri gerekmektedir.. Çünkü, şu anda varlık, üstün hallerde kendisinden
yola çıkarak sahip olabileceği bir durumda bulunmaktadır. Öyleyse varlık,
şimdiki görünüşünün kendisi içinde kurulu olduğu dünyaya ait biçimler içinde ancak,
bizzat bu dünyanın üstüne yükselebilmek için, bir dayanak noktası bulmak
zorundadır; kelimelerin, sembolik işaretlerin, herhangi hazırlık ayini ve
yöntemlerinin bundan başka ne varlık sebebi vardır, ne de görevi.. Daha önce de
dediğimiz gibi, bunlar burada dayanak görevi görmekteler ve bundan da fazla bir
şey değildirler. Ama bazıları, "Tamamıyla mümkün olan bu vasıtalar,
onları sınırsızca aşan ve bizzat kendilerinin de ait oldukları varlık
düzeninden tamamıyla başka bir varlık düzlemine ait olan bir neticeyi nasıl
meydana getiriyorlar? diyecektir. Her şeyden önce şuna dikkat çekeceğiz ki,
bunlar gerçekte, sadece geçici vasıtalardır ve, elde edilmesine yardım
ettikleri netice de, asla onların sağladığı bir netice değildir; onlar,
varlığı, bu neticeye kolay ulaşılması için istenilen konumlara sokarlar, hepsi
bu.. Muhatap olduğumuz itiraz geçerli olsa bile, bu, vasıta ile ulaşılan netice
arasındaki oransızlık hiç de küçük olmayan, meselâ dinî ayinler, Tanrı’ya
yakınlaşma törenleri için de geçerlidir; bu itirazı yapanların bazıları, belki
de bunu yeterince düşünmelidirler. Bize gelince biz basit bir vasıtayı,
kelimenin gerçek anlamında bir sebeple karıştırmıyoruz ve, metafizik
gerçekleşmeyi de, herhangi bir şeyin neticesi gibi görmüyoruz;, zira metafizik
gerçekleşme, henüz olmayan bir şeyin meydana getirilmesi değil, aksine zamansal
ya da mekansal her türlü ardardalığın dışında, sürekli ve değişmez bir biçimde
var olanın algılanmasıdır. Çünkü varlığın, kendi yasaları içinde
değerlendirilen bütün durumları, mevcut ebedî içinde, anlık bir mükemmellikte
bulunmaktadır.
Demek
ki biz, metafizik gerçekleşme ile ona götüren, yada tercih edilen ifadeyle, onu
hazırlayan vasıtalar arasında ortak hiçbir münasebettin bulunmadığını itiraf
etmekte hiçbir güçlük görmemekteyiz. Bunun içindir ki zaten, bu vasıtalardan
hiç birisi, mutlak bir zorunlulukla, tamı tamına zarurî değildir; ya da en
azından bu vasıta, sadece, hakikaten zorunlu olan yegane hazırlanma şeklidir.
Ve bu, teorik bir bilgidir. Teorik bilgiyse, diğer taraftan, en önemli ve en
sürekli rolü oynayacak bir husus olarak değerlendirmek zorunda olduğumuz bir
vasıta olmadan, fazla ileriye gidemez. Bu vasıta, yoğunlaşmadır. İşte, mutlaka
tuhaf ve, içinde, her şeyin sadece dağılma ve biteviye değişime yönelmiş olduğu
Modern Batı’nın zihinsel alışkanlıklarına karşıt olan her şey buradadır. Diğer
bütün vasıtalarsa, berikine göre ancak ikinci derecededirler. Onlar bilhassa
yoğunlaşmayı kolaylaştırmaya ve, bu ferdiyet ile varoluşun üstün safhaları
arasındaki fiilî iletişimi hazırlamak amacıyla, beşerî ferdiyetin değişik
elemanlarını kendi aralarında ahenkli bir hale getirmeye yardımcı olurlar.
Zaten
bu vasıtalar, hareket nokta-i nazarından, hemen hemen sınırsız bir biçimde
farklılık gösterebileceklerdir; çünkü bunlar, kabiliyetlerine ve özel
yeteneklerine uygun bir biçimde, her bireyin kendi mizacına mutabık olmak
zorundadırlar. En sonunda da, farklılıklar giderek küçülecektir; çünkü burada,
hepsi aynı amaca yönelen pek çok yol söz konusudur. Belli bir safhadan sonra
da, bütün çokluklar ortadan kalkacaktır; o vakit de, mümkün ve ferdî olan
vasıtalar kendi rollerini oynamayı sona erdireceklerdir. Bu rolün hiç de zarurî
olmadığını göstermek için, bazı Hind metinleri onu, kendisi vasıtasıyla bir
insanın yolculuğunun sonuna daha hızlı ve kolayca varacağı, ama hedefine o
olmaksızın da ulaşabileceği bir atın oynadığı rolle karşılaştırırlar.
Metafizik gerçekleşme için belirlenmiş ayinler, muhtelif yöntemler ihmal
edilebilir ve bununla beraber, yalnız ruhun ve varlığın bütün güçlerinin bu gerçekleşme
hedefi üzerinde devamlı yoğunlaşmasıyla da, sonunda bu üstün amaca
ulaşabilirler. Ama eğer, neticeye ulaşmak için daha az güç sarfetmemize
imkan veren vasıtalar varsa onları isteyerek niye terk edelim ki?
Madem
ki biz, üstün durumların, sonra da en yüce ve şartlı olmayan ( inconditionné )
durumun fethedilmesi için, kendisi de mümkün olan bu durumdan yola çıkmak
zorundayız; o halde beşerî halin şartlarını hesaba katmış olmamız, mümkün
varlıkla Mutlak’ı birbirine karıştırmak mıdır?!
Şimdi,
Doğu’nun bütün geleneksel doktrinlerinde müşterek olan bilgilere göre,
metafizik gerçekleşmenin başlıca safhalarına işaret etmek istiyoruz. Bir ön
aşamayı teşkil eden ilki, beşerî alanda meydana gelir ve ferdiyetin
sınırlarının ötesine geçmez. Bu safha, avâmdan olan bir kimsede gelişebilen
yegane taraf olan bedenî cihetin (modalité) sadece çok önemsiz bir bölümü
temsil ettiği ferdiyetin belirsiz bir uzantısından ibarettir; bu bedenî
modaliteden yola çıkmak gerekir... Başlangıç olarak, maddî düzeyden ödünç
alınmış, giderek de beşerî varlığın diğer modalitelerinde de yankılanacak
vasıtaların kullanılması bundandır. Sözünü ettiğimiz safha, neticede, beşerî
ferdiyet içinde bilkuvve mevcut olan; onun, bedenî ve hissî olanın ötesindeki
muhtelif istikametlere yayılan çok sayıdaki uzantılarını teşkil eden bütün
imkanların gerçekleşmesi veya gelişmesi safhasıdır; sonunda da, ancak bu
uzantılar yardımıyladır ki, diğer durumlarla temas gerçekleşebilecektir.
Bu
bütüncül ferdiyetin gerçekleşmesi, bütün öğretilerin "fıtrî durum" (état
primordial) diye niteledikleri, gerçek insanın durumu olarak mütalâ edilen ve,
genel durumun bazı karakteristik sınırlarından, bilhassa fam olmaktan
kaynaklanan sınırlılıktan uzak olan o halin yeniden inşası olarak
gösterilebilir. Bu " fıtrî duruma " ulaşmış olan varlık, hala İnsanî
bir ferttir, o bireyüstü herhangi bir durumun fiilen, mülkiyeti altında da
değildir; bununla birlikte o, zamanın bağından kurtulmuş, nesnelerin görünen
ardardalığı, onun için eşzamanlılığa dönüşmüştür. O, bilinçli bir biçimde,
normal insanın meçhulü olan ve kendisine "ebedîliğin hissi"
denilebilecek olan bir meziyete sahip olur. Bunun çok büyük bir önemi vardır;
zira, zamana bağlı ardardalık görüş açısından kurtulamayan ve, bütün eşyayı
eşzamanlı biçimde gözden geçiremeyen kimse metafizik düzeninin en küçük
idrakine bile kabiliyetli değildir. Hakikaten metafizik bilgiye ulaşmayı
arzulayan birisi için yapılacak ilk şey, zamanın dışına; eğer çok tuhaf ve
alışılmadık bir deyim olarak görülmezse, diyeceğiz ki, "zamansızlık"
( non temps ) içine yerleşmesidir. Zamanla sınırlı olmayanın bilincine ise, az
önce kendisinden bahsettiğimiz bu "fıtrî durum" un tamlığı ve
doluluğu içinde elde edilmesinden önce dahi, çok eksik bir biçimde, ama bununla
birlikte ne de olsa reel tarzda ulaşılabilir.
Belki
şu sorulacaktır: "Fıtrî durum" ifadesinin anlamı nedir? Batı’nınki de
dahil, ( çünkü İncîl başka bir şey dememektedir ), bütün gelenekler,
halihazırdaki durum sadece, muayyen bir zaman dilimi boyunca çağların akışıyla
meydana gelen tedricî bir tür maddîleşmenin etkisiyle, bir düşüşün sonucu iken;
bu durumun, beşeriyetin başlangıcında normal olduğunu öğretmek konusunda
hemfikirdirler. Biz, modernlerin, kelimeye vermiş oldukları anlamda
"gelişme, tekamül" kavramına inanmıyoruz. Onların tasarladıkları
sözde bilimsel hipotezler, hiçbir surette realiteye uymamaktadır. Burada ancak
biz, bilhassa Hind doktrinlerinde geliştirilmiş olan Kozmik Çevrimler teorisine
basit bir îmada bulunmaktan fazla bir şey yapamayız; böyle bir şey, konumuzun
dışına çıkmak olacaktır. Çünkü kozmoloji, her ne kadar sıkı sıkıya ona bağımlı
ise de, metafizik değildir. O sadece metafiziğin fizik planda bir
uygulanmasıdır ve, gerçek tabiat yasaları da sadece, evrensel ve zorunlu
yasaların göreli ve mümkün alandaki bazı sonuçlarıdır..
Metafizik
gerçekleşmeye tekrar dönersek diyebiliriz ki; Metafiziğin ikinci safhası,
tabakaları beşerî durumunkilerden tamamıyla başka olsa da, yine de şartlı olan
ve ferdi aşan durumlara uygun düşmektedir. Burası, yani önceden içinde
bulunduğumuz insanın dünyası, tamamıyla ve kesin olarak aşılmıştır. Daha
açıkçası şunu söylemek lazım: Burada aşılan, ne olurlarsa olsunlar, bütün ferdî
halleri kapsayan, en güzel kavranılışıyla biçimler dünyasıdır; çünkü biçim,
bütün bu hallerde ortak bir şart olup, ferdiyet de ancak olduğu şekilde, onun
vasıtasıyla belirlenir.
Artık
kendisine beşerî varlık denilemiyecek olan varlık, Uzakdoğu ifadesiyle
söylersek, "biçimlerin akıntısı" nın dışına çıkmıştır. Öte yandan
yapılması gereken başka ayrımlar da olacaktır, çünkü bu safha alt bölümlere
ayrılabilir: o, gerçekte şeklî olmasa da, yine de görünen varoluş âlemine ait
olan hallerin tahakkukundan tutunuz da. saf varoluşun derecesi olan evrensellik
derecesine varıncaya kadar, bir çok safhaları ihtiva etmektedir.
Bununla
birlikte, bu durumlar beşerî durum ile karşılaştırıldığında ne kadar yüce ve
ondan ne kadar uzak olursa olsunlar, onlar da ancak nisbîdirler; hatta, onlar
arasında en yüksek derecede gerçek olan şey, onların tezahür prensibine
uygunluğudur. Öyleyse denilebilir ki, bu duruma ulaşmak geçici bir sonuç olup,
onun, metafizik gerçekleşmenin nihaî gayesiyle karıştırılmaması gerekir.
Varlığın ötesinde bulunmaktadır, kendisine nisbetle geri kalan her şeyin bir
araç ve hazırlık oluşturduğu bu gaye!.. Bu en yüce amaç, yani mutlak şartsızlık
durumu her türlü kayıtlanmadan bağımsızdır. Hatta sırf bu sebeple o, tamamıyla
açıklanamazdır ve, onun hakkında söylenebilecek her şey sadece olumsuzluk
kipinin terimleriyle ifade edilebilir: bütün varoluşu kendi göreliliği içinde
belirleyen ve tanımlayan sınırlamaların nefyedilmesi ( negation ). Bu durumu
elde etme, Hind doktrininin şartlı durumlara göre değerlendirildiğinde
"Kurtuluş-Delivrance", Üstün Prensib’e göre mütalaa ettiğinde de
"Birleşme-Union" adını verdikleri haldir.
Bu
şartlı olmayan durumda, varlığın diğer bütün halleri zaten, prensip olarak
mevcutturlar; ama başka bir biçime dönüşmüş ve ayrıca, bir zamanlar, özel
durumlar olarak onları belirlemekte olan hususî şartlardan kurtulmuş bir
halde.. Varlığını sürdürme, evet budur olumlu bir realiteye sahip olan; çünkü
herşeyin prensibi olan bir haldir bu..
"Kurtulmuş"
varlık, hakikaten kendi imkanlarının doluluğuna ulaşmıştır. Ortadan kaybolansa
sadece, Aristo’nun bu kelimeden kastettiği anlamda, mevcudiyetleri bir
mahrumiyeti simgeledikleri için tamamen olumsuz olan, sınırlayıcı şartlardır.
Yine, bazı batılıların sandıkları gibi, bir tür yok olmak olmayan bu mhaî
durum, aksine mutlak mükemmellik ve, karşısında herşeyin sadece bir hayal
olduğu üstün realitedir.
Yine
diyelim ki, metafizik gerçekleşme süresince varlık tarafından elde edilmiş olan
her netice, kısmî bile olsa, belli bir biçimde metafiziktir. Bu netice, bu
varlık için, hiçbir şeyin ona kaybettiremeyeceği sürekli bir karakter
oluşturur. Bu düzen içinde yapılan iş, nihaî andan önce parçalanmış olarak
vücude gelmiş bile olsa, bütün anların toplamı yerine bir defada yapılır ve,
yine bundan ötürü de, zaman dışında bulunur. Bu, basit teorik bilgi hakkında da
geçerlidir. Çünkü bu hususta, varlığın sadece anlık bir değişimi olan ve daima
neticelerinden de ayrı olan eylemden hayli farklı olarak, her bilgi kendisinde
kendi meyvesini de taşımaktadır. Neticeler zaten, onları meydana getirenlerle
ayni alana ve varoluş düzenine aittirler. Fiilin, fiilden kurtarmada bir etkisi
olamaz; sonuçları da, zaten kendisine uygun düşen gelişim bütünlüğü içinde
değerlendirilen ferdiyetin sınırlarının ötesine geçemez.. Cehalete: bütün
sınırların kökü olan cehalete muhalif olmayan fiil, ne olursa olsun, cehaleti
yok edemez: güneş ışığının karanlıkları dağıtması gibi, sadece bilgi
dağıtabilir cehaleti... İşte o zaman da, görünen
görünmeyen bütün durumları değişmez ve ebedî prensibi olan " Mutlak
Ben-Soi " bütün ihtişamı ile tezahür eder.
Bu
çok eksik olan ve, sadece metafizik gerçekleşmenin ne olabileceği konusunda
muhakkak ki çok yetersiz bir bilgi veren bu genel sunuştan sonra, ciddî yorum
hatalarından kaçınmak için çok önemli bir uyan yapmak lazımdır: Burada söz
konusu olan bütün bu şeylerin, az ya da çok harikulâde olan kimi olgularla
herhangi bir ilişkisi yoktur. Fenomen olan her şey, maddî düzene aittir,
metafizik ise, fenomenlerin ötesindedir. Bu sözcüğü biz, en genel anlamında ele
alıyoruz. Diğer sonuçlar arasında, buradan şu neticeler çıkar ki: Kendisinden
az önce bahsedilen durumların, kesin olarak hiçbir psikolojik karakteri de
yoktur. Bunu bütün açıklığıyla söylemek lazım, zira bazen bu açıdan tuhaf
yanlışlıklar olmaktadır. Tanımından bile anlaşılacağı gibi psikoloji, ancak
beşerî durumlar hakkında bilgi sahibi olabilir ve, bu gün anlaşıldığı şekliyle
ancak, ferdin, bu bilim dalı uzmanlarının tahmin edemeyeceği mesafelere uzanan
imkanlarının çok sınırlı bir bölgesine ulaşabilir. İnsan ferdi, hakikatte,
Batı’da genel olarak düşünüldüğünden, ayni anda hem fazla hem de noksandır.
Genel olarak hakkında etüd ve inceleme yapılan her şeyin uygun düştüğü bedensel
varlık tarzının (modalité corporelle) ötesine doğru sonsuz olarak uzanabilme (
extension ) imkanları sebebiyle, o çok büyüktür; ama yine o, çok eksiktir de..
Kusursuz ve kendi kendine yeterli bir varlık teşkil etmekten bir hayli uzak
olduğu için, sadece dışa akseden bir görünüş ve, kendi bakîliği içinde ve özü
hiçbir surette sonradan olmayan gerçek varlık tarafından yansıtılmış olan
dayanıksız bir görünüştür.
Şu husus üzerinde İsrar etmek
lazımdır ki, metafizik hakikat alanı, olgulara ait dünyanın tamamıyla
dışındadır, zira modern zihniyetteki kimseler, alışkanlık gereği,
sadece olguları tanıyor ve araştırıyorlar. Zaten deneysel bilimlere kazandırmış
oldukları ilerlemelerin de gösterdiği gibi, hemen hemen özellikle bunlara ilgi
duyuyorlar; onların metafizik yetersizlikleri de aynı temayülden kaynaklanıyor.
Şüphesiz, metafizik gerçekleşme halinde bazı özel fenomenlerin meydana gelmesi,
ama tamamıyla geçici bir biçimde, mümkün olabilir. Böyle bir şey daha ziyade
hoşlanılmayan bir neticedir, çünkü bu tür şeyler, onlara herhangi bir önem
atfetme cazibesine kapılabilecek birisi için, ancak bir engel oluşturabilirler.
Bunlar tarafından durdurulan ve fenomenler sebebiyle kendi yoluna sırt çeviren;
hele bilhassa, kendisini istisnaî güçler araştırmasına veren kimsenin,
metafizik gerçekleşmeyi, sapma (deviation) meydana geldiğinde, daha önceden
ulaşmış olduğu dereceden daha uzaklara götürme şansı pek azdır.
Bu açıklama bizi tabiî olarak, " YOGA
" kelimesinin cari olan bazı yanlış açıklamalarını düzeltmeye
sevketmektedir. Hakikaten zaman zaman, Hintlilerin, bu " yoga "
kelimesiyle beşerî varlığın saklı bazı güçlerinin geliştirilmesini kastetmiş
oldukları öne sürülmedi mi? Bizim az önce söylemiş
olduklarımız, böyle bir tanımın reddolunması gerektiğini göstermeye kafidir.
Doğrusu, bu "yoga" kelimesi, bizim mümkün olduğunca tamı tamına
"Birleşme-Union" olarak çevirdiğimiz kelimeden başkası değildir; bu
kelimenin delalet ettiği şey, öyleyse, metafizik gerçekleşmenin en üstün
amacıdır ve yoga yapan kimse de, eğer en dar anlamda anlaşılmak istenirse,
sadece ve sadece bu amaca ulaşmış kimsedir. Bununla beraber, teşmil yoluyla,
ayni terimlerin, bazı durumlarda, "Birleşmeye" hazırlık safhalarına
da veya basit başlangıç vasıtalarına bile; hatta, bu aşamalara uygun düşen
hallere ulaşmış ya da ulaşmak için bu vasıtaları kullanan varlığa (birey, insan
) da tatbik edildikleri bir gerçektir. Ama, ilk anlamı " Birleşmek
" olan bir kelimenin, tamamıyla veya aslî anlamda, nefes alıp vermesiyle
alâkalı egzersisleri veya ayni cinsten başka bir şeyi gösterdiği nasıl iddia
edilebilir? Genel olarak ritm ilmi diyebileceğimiz bir esas üzerinde
temellenmiş olan bu egzersisler ve diğerleri, fiilen metafizik gerçekleşme için
en fazla kullanılan vasıtalar arasında yer alırlar; ama, yalnız mümkün ve
geçici bir vasıta olan şey amaç olarak alınmamalı ve yine, ancak tali derecede
bir anlamı olan az ya da çok bozulmuş bulunan bir mana, bir kelimenin birinci
derecedeki anlamı olarak benimsenmemelidir..
Aslında yoga’nın ne olduğundan bahsederken ve bu
kelimenin daima esas olarak ayni şeyi gösterdiğini söylerken, hakkında şu ana
kadar hiç bir şey söyleyemediğimiz bir soruyu sormak düşünülebilir: takdim
ettiğimiz bütün verileri kendisine borçlu olduğumuz bu geleneksel metafizik
doktrinlerin menşe’i nedir?
Her şeyi tarihsel bakış açısından ele almak isteyenlerin
tepkilerine yol açma riskini taşıyorsa da, cevap çok basittir: onların hiçbir
menşe’i yoktur! Bununla, zaman içinde tayin edilebilir beşerî bir menşe’i
olmadığını söylemek istiyoruz. Başka kelimelerle söylersek, bu kök kelimenin,
benzeri bir durumda var olma nedeni bulunmuş olduğunu farzetsek bile, geleneğin
menşe’i, metafiziğin kendisi gibi "gayri beşerî" dir. Bu düzlemden doktrinler, insanlık Tarihinin herhangi
bir anında ortaya çıkmamıştır. "Fıtrî durum" a yapmış olduğumuz îma
ve, yine, diğer taraftan metafizik olan herşeyin zaman-dışılık niteliğine dair
söylemiş olduğumuz şeyler, bazı önyargıların aksine, kendisine tarihî
perspektifin hiçbir surette tatbik edilemeyeceği bazı şeylerin var
olabileceğini kabûle yanaşmamız durumunda, bunu kolaylıkla anlamaya imkan
vereceklerdir. Metafizik hakikat, ebedîdir; yine de daima, onu gerçekten ve
tamamıyla tanıyabilmiş insanlar var olagelmiştir. Değişebilenler, haricî
biçimler ve mümkün vasıtalardan başkası değildir; bu değişmenin bile, modern
bireylerin "tekamül" adını verdikleri durumla hiçbir ilgisi olmayıp,
bu sadece bir ırkın veya belirli bir çağın şu yada bu özel durumlarına, hususî
şartlarına basit bir uyarlama işidir. Biçimlerin çokluğu, bundan
kaynaklanmaktadır; ama doktrinin temeli bu değişim esnasında hiçbir biçimde
değişmemekte veya bozulmamakta; ayni şekilde varlığın temel birliği ve
hüviyeti, tezahür hallerinin çokluğu sebebiyle bozulmamaktadırlar.
Metafizik
bilgi ve, onun gerçekten olması gereken şeyin tamamı olabilmesi için, kapsamış
olduğu gerçekleşme (realisation) olgusu, öyleyse, en azından prensip olarak her
yerde ve daima mümkündür. Bu mümkün oluş, sanki "mutlak" bir tarzda
mülahaza edilse bile.. Ama gerçekte bunlar, şayet denilebilirse, pratik olarak
ve pek tabiî ki nisbî bir anlamda, herhangi bir ortamda ve en ufak bir ihtimal
hesabı söz konusu olmaksızın, eşit bir biçimde mümkün müdürler?
Bu
konuda, en azından metafizik gerçekleşme konusunda, daha az tasvipkâr
olacağız... Bu durum, metafizik gerçekleşmenin, başlangıçta, imkanlar düzeninde
bir dayanak noktası edinmek zorunda olması olgusuyla izah edilir. Çağdaş batı
Dünya’sının karşısına çıkardığı olumsuz ve, böyle bir çalışmayı orada imkansız
kılacak denli menfi olan şartlar nevinden, hassaten elverişsiz olan koşullar
bulunabilir.. Muhit tarafından temin edilen bir destek olmadığı ve,
kendisini böyle bir çabaya veren kimsenin gayretlerine sadece karşı çıkan,
hatta inkar eden bir ortam içinde bulunduğundan, bu işe girişmek tehlikeli bile
olabilecektir. Buna karşılık, kendilerine "geleneksel" adını
verdiğimiz medeniyetler öylesine örgütlenmişlerdir ki, orada, şüphesiz kesin
olarak zorunlu olmayan, fakat haricî olmakla birlikte, kendisi olmaksızın fiilî
sonuçlara ulaşılması bir hayli zor olan etkili bir yardımla
karşılaşabilmektedir. Öte yandan bu medeniyetlerde, gerekli olan
niteliklere sahip bile olsa, tek başına olan ferdin çabalarını aşan bazı başka
şeyler de mevcuttur. Hiç kimseyi de, mevcut şartlar altında, durumu
değerlendirmeksizin böyle bir teşebbüse girişmesi için cesaretlendirmek
istemiyoruz. Ve bu, doğrudan doğruya bizim sonumuzu hazırlayacaktır.
Bize göre Doğu ile Batı
arasındaki büyük fark, ( burada özellikle Modern Batı söz konusudur), hakikaten
gerçekten var olan yegane fark, zira diğer bütün farklar buradan
kaynaklanmaktadır, şudur: bir yandan, bütün kapsadıklarıyla
beraber geleneği muhafaza etmek, diğer yandansa, ayni geleneği unutmak ve
kaybetmek; bir taraftan metafizik bilgiyi sürdürmek diğer taraftan da bu alana
uygun düşen bütün şeylerden tamamıyla
habersiz olmak... Kendi
seçkin aydınlarına, hissettirmeye çaba sarfettiğimiz imkanları açan; ona, bu
imkanları fiilen gerçekleştirmek için uygun vasıtalar sunan ve, en azından bazılarına
bu imkanları dolu dolu gerçekleştirme müsaadesi veren., evet, bu geleneksel
medeniyetlerle, tamamıyla maddî istikamette gelişmekte olan bir medeniyet
arasında hangi ortak ölçü bulunabilir ki?..
Öyleyse,
" Ben hangi tarafın tutulacağını bilmiyorum " düşüncesi ile basireti
bağlanmadıkça, kim, maddî üstünlüğün fikrî düşüklüğü dengelediğini iddiaya
cesaret edebilecek?
" Yüksek kavrayışla ilgili ve aklı- intellectuelle
", diyoruz; ama bu terimle, beşerî ve
de doğal düzenle sınırlanmayan, gerçek aklîliği kastederek... Kendi aşkın
mutlaklığı içinde metafizik bilgiyi mümkün kılacak olan da budur.. Bana öyle
geliyor ki, bu hususta verilmesi uygun olan cevap hakkında herhangi bir şüphe
ve tereddüte düşmemek için, bu sorular üzerinde bir an düşünmek yeterlidir.
Modern Batı’nın maddî üstünlüğü inkar
edilemez; hiç kimse bunu inkar etmediği gibi, inkar etmek niyetinde de
değildir. Daha ileriye giderek
şunu söylemek lazım ki: Bu aşın maddî gelişme, derhal kendine hakim olmazsa,
bazı İslâmî sufî ekollerinde kullanılan bir ifadeyle, "fıtrî safvet
haline dönüş" ü ciddî ciddî düşünmezse, er yada geç, Batı’yı helak
olma tehlikesiyle yüzyüze getirecektir. Değişik muhitlerde bu gün, "
Batı’nın savunulması " ndan çokça bahsedilmektedir; ama ne yazık ki,
Batı’nın bizzat kendisine karşı korunmaya ihtiyacı olduğu, onu gerçekte tehdit
eden başlıca ve en korkunç tehlikelerin onun bu günkü öz temayüllerinden
kaynaklandığının anlaşıldığını sanmıyorum. Bu konuda biraz daha derinliğine
düşünmek iyi olacak ve hala düşünmeye ehil olan bütün herkesi de buna davet
etmek çok görülmeyecektir. Yine açıklamalarımı ben şu ifadelerle bitireceğim:
Tamamıyla anlatamadımsa bile, en azından, benzeri artık Batı’da olmayan bu Doğu
tefekkür tarzının ne olduğunu hissettirebildimse; gerçek metafiziğin, Hind’in
kutsal metinlerinin dediği gibi, tamamıyla gerçek, mutlak, sonsuz ve en üstün
yegâne bilginin ne olduğu hakkında, ne kadar eksik olsa da, bir özet
sunabildimse, kendimi mutlu sayacağım...
Sh: 61-82
Kaynak: Prof. Dr. Sadık KILIÇ,
Tabiattaki Metafizik Ve R. Guenon’un “Doğu Metafiziği” Akçağ Yayınları : 113,
Baskı Tarihi: 1995Ankara
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar